Edebiyat Bekir OĞUZBAŞARAN
Birlik ve Bütünlüğümüz Açısından
Mehmet Âkif ve Çanakkale “Âkif, bugün Türk kültür ve edebiyatı içinde, birincisinden çok daha canlı ve uzun ikinci hayatını yaşamaktadır. Kaderin cilvesine ve sanatın gücüne bakınız ki, bu yıl doğumunun 133., ölümünün 70.yılında bulunduğumuz ve 27 Aralık 1936’da ebediyete uğurladığımız Mehmet Âkif Ersoy’u, biz artık genellikle ölüm yıldönümlerinin idrâk edildiği 27 Aralık’ta değil de; Çanakkale Zaferi ve İstiklâl Marşı vesilesiyle, Mart ayında, bütün şehitlerimizle birlikte, bir bakıma onların sözcüsü olarak, rahmet ve minnetle anıyoruz.” 70
E
vet, niçin “Edebiyatımızda Çanakkale” veya “Edebiyatımızda Çanakkale Savaşı, Çanakkale Kara ve Deniz Savaşları, Çanakkale Zaferi” değil de, “Mehmet Âkif ve Çanakkale”? Çünkü artık Çanakkale deyince ilk önce Mehmet Âkif’imizi hatırlıyoruz da ondan. Çanakkale ve Mehmet Âkif birbirinden kopmaz iki kavram, iki isim hâline geldi. Bu nasıl oldu? Çanakkale Savaşı’nı ve Zaferi’ni sözle, şiirle, malzemesi kelimeler olan edebiyat sanatıyla O ebedîleştirdiği için. Çanakkale Şehitleri ve bütün şehitlerimiz için, Mehmetçik için, en güzel ve en büyük, en muhteşem âbideyi kelimelerle O diktiği için. Safahat’ın 6. kitabı olan Âsım’ın sonlarında yer alan ve bağımsız bir biçimde “Çanakkale Şehitleri, Çanakkale Şehitlerine, Çanakkale Şühedâsı, Çanakkale Destânı, Meçhûl Asker” adlarıyla da yayınlanan ve anılan, taşlara kazılmaya ve altınla yazılmaya lâyık bu şiir, ilk defa yayınlandığında; devrin ileri gelen şâir, yazar ve hatiplerinden, “Kara Bir Gün”, “Rus Kimdir? Moskof Nedir?” ve “Dâüssıla” gibi çok ünlü eserlerin sâhibi Süleyman Nazif şöyle diyor: “Allah’ın şehitleri olduğu gibi, şâirleri de var.” “Âsım, asrımızın â’sâr-ı müstakbeleye bir hediyye-i tahassüsü, bir selâm-ı heyecânıdır.” Servet-i Fünûn’un bir başka tanınmış şâir ve nâsiri Cenab Şehabettin’e göre ise; “Mehmet Âkif, bizim yalnız asrımızın değil, hattâ tarihimizin en büyük “dâsitânî şâiri”dir… O, nefhasının müstesnâ kuvveti, kârihasının fevkal’âde servet ve semâhati, dehâiyyetinin pâyansız imbisatı ve san’atının tannân selâset-i mûsikîyesi ile memleketimizin yegâne dâsitânî şâiriSomuncu Baba
dir… Onun kalbi, fânî hislerden çok uzak ve çok yüksek iki aşk ile yanar: Din aşkı, vatan aşkı”. Tanzimat’tan Cumhuriyet’e kadar bir kaç devri, uzun hayatı boyunca yaşamış “Şâir-i Âzam” unvanlı Abdülhak Hâmid de, Çanakkale Destanı için şu önemli sözü söylemiştir: ”Âkif’in bu eseri, dünya durdukça, yaşayacaktır. Onun bir nazîrini yapmak muhaldir”. “Altının kıymetini sarraf bilir.” denilmiştir. Görüyorsunuz, bu sözleri rastgele birileri söylese fazla bir ehemmiyeti olmaz. Ama aynı sözler en büyük edebiyat otoriteleri tarafından, üstelik çağdaşı olan üç meşhur şâir tarafından söyleniliyorsa ki, aslında şâirlerin, genel olarak da bütün sanatçıların, birbirlerini kıskanmaları çok görülen olaylardandır. İşte o zaman bu sözler çok büyük bir önem kazanıyor. Bu sene 18 Mart 2007’de Çanakkale Zaferi’nin 92. yıldönümünü kutluyor ve aziz şehitlerimizi rahmet ve şükranla anıyoruz. Bundan altı gün önce de İstiklâl Marşı’mızın TBMM’nce kabulünün 86. yıldönümünü idrak ettik. Ne mutlu bir tesadüftür ki, millî birlik ve bütünlüğümüzün temellerinden ikisi, her yıl Mart ayında (12 ve 18) gündeme gelmektedir. Bence bu iki tarihî ve edebî olay arasında çok önemli bazı benzerlikler mevcuttur. Bir kere unutmamak lâzımdır ki, I. Dünya Savaşı içinde yedi düvele karşı çarpışan Osmanlı, bu ölüm kalım mücadelesinin en önemli cephe ve safhasını oluşturan Mart / 2007
Çanakkale Muharebelerinde, denizde ve karada, düşmanlarına henüz bitmediğini, tükenmediğini göstermiş bulunmasa, yenilginin zehirini mağrur ve kuvvetli düşmanlarına yudum yudum içirmiş olmasaydı, talihinin tersine dönmesinden bu yana bütün dünyaya karşı, ilk defa “hasta adam”ın ölmediğini ispat ederek dimdik karşılarına dikilmeseydi, Osmanlı’nın külleri arasından Mondros Mütarekesi ve vatanımızın bir kısmının işgaline rağmen, yeni bir silkiniş ve dirilişle Millî Mücadele kıyâmını gerçekleştirebilir ve yeni Türk Devleti’ni kurabilir miydik? O halde, bir yığın askerî, siyasî ve içtimaî gerekçelerinin tafsilatıyla ortaya koyacağı bir gerçeği bir cümlede özetleyelim; Nasıl ki, Mehmet Âkif’in kaleminden çıkmış İstiklâl Marşı, Kurtuluş Savaşı henüz zaferle neticelenmeden yazılmış ve cephede çarpışan askerlerimize ve varıyla yoğuyla onu destekleyen cephe gerisindekilere büyük bir ümit ve iman aşılamış ve
millî direnişin mânevî dayanaklarından biri olmuşsa; Çanakkale Savaşları ve Zaferi de, tıpkı onun gibi, Kurtuluş Savaşı’mızın maddî, manevî ve askerî zemini üzerinde bina edilmiştir. Bugün de her iki savaş ve bu savaşların edebiyatımızdaki yankılarından olan Çanakkale Destanı ile İstiklâl Marşı, millet ve devlet olarak varlığımızın, millî birlik ve beraberliğimizin iki önemli sütununu oluşturuyor. Nitekim İstiklâl Marşı 1982’de Anayasa’ya da konularak, Türkiye Cumhuriyeti’nin değiştirilmez bir mânevî mirası olduğu devletçe de tescil edilmiştir. Bu milletin gönlüne taht kurmak, dünya Türklüğünün en büyük ümidi, sevgilerini yönelttikleri yer ve bütün Müslümanların bağımsızlıklarını yeniden elde etmek için örnek aldıkları bir ülke ve devletin İstiklâl Marşı’nın şâiri olmak ve İstiklâl Mücadelesi’ne zemin oluşturan büyük Çanakkale mukavemetinin en güzel destanını yazmak; bir şâir için, bunlardan daha büyük şereftir.
71