Islam Ekonomisi: 13.yuzyil (3. Bolum)

  • Uploaded by: ismail
  • 0
  • 0
  • July 2020
  • PDF

This document was uploaded by user and they confirmed that they have the permission to share it. If you are author or own the copyright of this book, please report to us by using this DMCA report form. Report DMCA


Overview

Download & View Islam Ekonomisi: 13.yuzyil (3. Bolum) as PDF for free.

More details

  • Words: 5,429
  • Pages: 12
HAREZM

KAVUNU

13. YUZYILDA

BUNLAR: ISLAM

TOPRAKLARININ

EKONOMIK

DURUMU

(III. Bölüm) Ismail Yurdakok [email protected]

Bir Kasaba Şehir Oluyor: Konya. Selçuklu Sultanı Mesut ve II.Kılıçarslan dönemlerinde Konya bir kasaba olmaktan çıkıp kalabalık bir şehir hüviyetini kazanacaktı. Konya böylece zamanımıza kadar, sekiz yüz yıl, büyük şehir olarak gelecektir. 12. yüzyıl sonunda III. Haçlı Seferi’nde çok büyük ölçüde tahrip olan Konya’nın, en canlı ve kalabalık dönemi 13. yüzyıl ortalarıdır. Bu sırada şehirde % 10 kadar gayr-i Müslim olmak üzere, yaklaşık altmış bin nüfus bulunduğu tahmin edilir. Konya şehrine yerleşmek üzere gelen yeni çehreler arasında büyük ölçüde Türkmenler olmakla birlikte, bir kısım Hıristiyanlar da vardı. Bunlar çoğunlukla kendi adlarıyla anılan hanlarda düşük bir ücret ödeyerek kalıyorlardı. Şehir daha sonra hızla büyüdü ve Konya şehrinin çevresine 4 km. uzunluğunda yeni sur ve burçlar yaptırıldı (1221). Kösedağ savaşı (1243) yenilgisi, ardından 1256 Sultanhanı savaşı ve 1258’de Hulâgu’nun Yakındoğu’ya gelişinin siyasi sonuçları Konya’yı ekonomik ve sosyal bakımdan çabuk etkilemedi. Konya, bu yıllarda güçlü bir Ön Asya devletinin merkezi olarak âdeta milletler arası bir ticâret şehriydi. Konya’da bu dönemde sikke de kesilmiştir. Altın para kesimine göre, Konya şehrinin en parlak devri 1230-1270 yılları arasıdır. Bu dönemde Konya’da geleneksel otuz iki esnaf dalı ve bunların her birinin şeyh, yiğitbaşı veya kethudaları mevcuttu. Ancak bu asrın sonundan itibaren şehir, iki yüzyıl sürecek bir siyasi ve sosyal karışıkların içinde kalacaktır. (Baykara 2002, 183-187) Esasında Memlukler’in Moğollar’a karşı gösterdikleri başarıyı; Anadolu Selçuklu Devleti gösterebilecek güçte iken, hükümdar Gıyaseddin Keyhüsrev’in içkiye ve eğlenceye düşkünlüğü, ahlâkî bozuklukları, korkaklığı ve veziri Sadettin Köpek’in etkisinde kalarak kıymetli devlet adamlarını bertaraf etmesi, hem bu şansın kaçırılmasına, hem de Anadolu Selçuklu Devleti’nin, Moğollar’a tâbi bir eyalet haline dönüşmesine sebep olmuştur. Kaynaklar, Anadolu Selçuklu ordusunun, 1243 yılındaki Zara ile Suşehri arasındaki Kösedağ savaşında, savaş meydanında Moğollar’a bırakıp kaçtığı devlet hazinesinin, 300 deve yükü altın ve 3 bin katır yükü altın-gümüşe denk eşya ile kırk araba dolusu zırh olduğunu kaydetmektedirler. (Sümer 2002, 272-273) Yılmaz Öztuna daha net tahlil yapar: II. Gıyâseddin Keyhusrev’in 1240’a kadar saltanatı, Emîr Sâdeddin Köpek’in uğursuz diktatörlüğü altında geçti. Diktatör, devletin en değerli adamlarını öldürttü. Halbuki II. Gıyâseddin Keyhusrev, dünyanın en parlak devletine vâris olmuştu. Dünyanın en güçlü ordu ve donanması onun elindeydi. Anadolu Selçuklu Devleti, cihanın en zengin ve müreffeh ülkesiydi. Bütün komşuları, bu devletin üstünlüğünü kabul ediyor ve her hangi bir toprak talebinde bulunmuyorlardı. Fakat 3 Temmuz 1243’de Kösedağ’da, Moğollar’a karşı, ordunun öncü kuvvetlerinin bozulması, II. Keyhusrev’in (yok yere) korkuya kapılması ve ordugâhı terk edip Tokat yoluyla Konya’ya kaçması, yenilgiye sebep oldu. Tecrübeli komutanların tavsiyelerini dinlemeyen sultan, etrafındaki saray dalkavuklarının tavsiyelerine uymuştu. Sultan II. Keyhusrev’in kaçması üzerine, dehşet içinde kalan o zamanın dünyanın en iyi ve donanımlı ordusu, tek silah kullanmadan, dağınık birlikler halinde, çadırlarını ve mühimmatını bırakarak dağılacaktı. Sabahleyin Moğollar, binlerce Türk çadırını önlerinde görünce, Anadolu Selçuklu Ordusu askerlerinin dağ geçitlerine saklanıp pusu kurduklarını sandılar; sadece öncü birliğin mağlubiyetiyle, koca ordunun muharebe meydanını düşmana bırakacağı akıllarına gelmiyordu. Birkaç gün boyunca Moğollar, Türk taarruzunu stres, ıstırap

ve heyecanla beklediler. Hiçbir ses çıkmayınca, Türk çadırlarına girdiler ve Anadolu Selçuklu Devleti’nin ordu hazinesini, atlarını, mühimmatını, cephanesini bir arada görüp ele geçirince, vaziyeti anladılar. Kırk bin kişilik Moğol ordusu karşısında, seksen bin kişilik Anadolu Selçuklu ordusunun böyle yüz kızartıcı bir şekilde dağılması ve Anadolu’yu düşman istilasına açık bırakması, Anadolu Türk tarihinin en felaketli ve acıklı sayfalarından birini teşkil eder. Âkıbeti de çok vahim olmuş, Anadolu, yavaş yavaş Moğol zorbalığı altına düşmüştür. Halbuki Moğollar’ı hiç olmazsa Toroslar da durdurmak ve Anadolu’ya sokmamak, mümkündü ve Anadolu Selçuklu Devleti’nin askerî ve mâlî gücü bunu temine müsâitti. (Öztuna 1977, I/469) Gölge Sultan: Anadolu’da Zor Yıllar. Hulâgu’nun elçileri 1261 yılında, vergileri ve borçları tahsil etmek amacıyla Anadolu’ya geliyorlardı. Türkmen beylerinin Moğollarla savaşına/direnişine katılmayan/yardım etmeyen IV. Kılıçarslan zamanında (dönemi: 1249-1254 ve 1257-1266) Anadolu Selçuklu Devleti Moğollar’a hizmet eder hale geldi. İl-Han’ın hazinesine her yıl vergi yatırılmasında, aynı hazineden alınan borçların ödenmesinde ve Anadolu’daki Moğol işgal kuvvetlerinin masraflarının karşılanmasında güçlük çekildiğinden, sipahilerden bilhassa Erzincan, Malatya, Dânişmend ili ve Kayseri’de yaşayanların çoğunun dirlikleri ellerinden alınarak iltizama veriliyordu. (Sümer 2002, 404-405) 1282-1296 ve 1302-1308 yılları arasında Anadolu Selçuklu hükümdarı olan Sultan Mesut (II), ise genellikle son Anadolu Selçuklu hükümdarı olarak kabul edilmektedir. Sultan Mesut da, kendinden önceki hükümdarlar gibi “gölge sultan” olmaktan öteye gidemedi. Bu devirde ülke Moğol kumandanları ve İlhanlılar adına Anadolu’yu idare eden valilerin hakimiyeti altında idi. Anadolu Selçuklu Devleti, hem İl-Hanlılar’a haraç ödüyor, hem de Anadolu’da bulunan Moğol şehzade ve kumandanlarının idaresindeki orduların ihtiyaçlarını karşılıyordu. Anadolu’ya Moğol ordularının gelmesi demek, halktan alınan vergilerin artması, açlık ve sefalet demekti. Anadolu halkı bir taraftan Moğolların baskısı sonucu artan vergileri ödemek, diğer taraftan Türkmen saldırılarına dayanmak ve de Selçuklu devlet adamlarının yolsuzluklarına katlanmak zorunda bırakılıyordu. Moğol Hanı Argun Han, Anadolu Selçuklu Veziri Sâhip Atâ Fahreddin Ali’yi, Tebriz’e huzuruna çağırarak, ondan, daha fazla vergi ödenmesini istemişti. İhtiyar vezir, hasta bir halde Konya’ya döndükten kısa bir süre sonra öldü (Kasım 1288/687 H.) Onun ölümü üzerine vezirlik göreviyle Anadolu’ya gönderilen Fahreddin Kazvînî vergileri arttırmakla kalmayıp, yeni vergiler de koydu. Topladığı ağır vergilerle halkı isyan noktasına getirdi. Hakkındaki şikayetleri değerlendiren Argun Han, Fahreddin Kazvînî’yi Tebriz’e çağırarak, Tebriz meydanında idam ettirdi. (Ramazan/Eylül 1291/690 H.) Fakat bu idam Moğollar’ın ara sıra başvurdukları popülist/gösteriş (için yapılan) hareketlerindendir. Çünkü Fahreddin Kazvînî’yi daha çok vergi toplaması için Konya’ya gönderen de Argun Han’dır. Nitekim, Kazvînî’nin idamından sonra, Argun Han’ın Yahudi asıllı veziri Sa‘du’d-devle, Anadolu’ya vezir olarak Şemseddin Ahmed Lâkûşî’yi gönderdi. Onunla birlikte gelen Kılavuz oğulları isimli çete, Anadolu’da büyük zulümler yapacaktı. (Kesik 2004, 342-344) Kağıt Para Uygulaması Başarısız: Çav-ı Nâ Mübârek. Âbisi Argun Han’dan sonra İlhanlı hükümdarı olan Geyhâtû (1291-1295) da zalim ve müsrif bir hükümdardı. Başta Karaman Oğulları olmak üzere Orta ve Batı Anadolu ile uç bölgelerinde kontrolü ele geçiren Türkmen beyleri, Anadolu’daki İlhanlı varlığı için tehlike teşkil ediyorlardı. Geyhâtû, Anadolu’ya geldi ve bu sefer esnasında yaptığı yağma ve kıyımlarla etrafa dehşet saçtı. Lârende acımasızca yağma edildi, Denizli ve Menteşe toprakları da aynı şekilde yağmalandı. Dirayetsiz bir hükümdar olan Geyhâtû döneminde bilhassa Anadolu halkı büyük sıkıntılar çekmiştir. Kendisi müsrif olması sebebiyle, ihtiyaç duyulan parayı temin için, İlhanlı memurları halka çok zulmetmişlerdir. Argun Han döneminde Mısır Memluk devletiyle yapılan savaş ve ülkede salgın hale gelen bir hayvan hastalığı (yut) yüzünden devletin mâlî durumu iyice bozulmuştu. Ekonomik kriz baş gösterince, kağıt para bastırılması gündeme geldi. (Gümüş 1984, 63) Mâlî sıkıntılara çare arayan veziri

Sadr-ı Cihân-ı Zencânî (Sadreddin Ahmed Hâlidî) , Çin’den gelen İzzeddin Muhammed’in orada olduğu gibi kağıt para basımıyla ilgili tavsiyesini Geyhâtû’ya arzederek onu ikna etti. Bunun üzerine Geyhâtû, Çin elçisi Puladçingsang’ı çağırıp onunla da görüştükten sonra, Çince ‘çav’ (ts’au) denilen kağıt paranın basılmasını emretti. Başlangıçta ‘çav-ı mübârek’ denilen bu para 1294’te (693 H.) Tebriz’de basıldı. Piyasadaki altın ve gümüş paralar, çavlarla değiştirilmek üzere toplatıldı. Ancak bu uygulama, iç ve dış ticaretin durmasına, halkın ve iş adamlarının itirazlarına sebep oldu. Ticârî hayattaki olumsuz etkileri yüzünden, halk tarafından ‘çav-ı nâ mübârek’ adı verilen bu kağıt paradan birkaç ay sonra vazgeçildi. Geyhâtû da, birkaç ay sonra çıkan isyan sonucu tahtından indirildi ve öldürüldü. (Yuvalı 1996, 44-45) Kepenkleri İndiriyor Esnaf. Çav olayı, ekonominin kanunlarına müdahalenin çok ters tepki yapacağını ortaya koyan net bir mesajdır. Eylül 1294 (Zi’l-ka‘de 693) tarihli bir fermanla, bu tarihten itibaren, herkesin altın ve gümüş para yerine, kağıt paraları kullanması ve kağıt paralar üzerinde her hangi bir tahrîfât yapıldığı takdirde, bunu yapanın karısı ve çocukları ile birlikte cezalandırılacağı ve mallarının müsadere edileceği, ülkenin bütün şehirlerine duyurulmuştu. Ayrıca Tebriz ve Şîraz gibi şehirlerde çav basımı için ‘çayhane’ adı verilen imâlathaneler yapılması emredildi. Çav eşkenar dörtgen biçiminde bir kağıttı. Bu kağıdın üst tarafında Uygur harfleriyle kelime-i şehâdet, alt tarafında hattatın veya ressamın adı, ortada bir daire içinde kağıt paranın dînar olarak değerini gösteren yarımdan ona kadar rakam ile “Cihan Padişahı, 693’de bu mübârek çavı, ülkesinde işleme koydu; onu değiştiren ve bozan, karısı ve çocuğu ile birlikte cezalandırılacak ve malları müsadere edilecek” anlamında Farsça bir ibare bulunuyordu. Ancak kendisine verilen bu öneme rağmen, çav tutunamadı. İlk defa kullanıldığı Tebriz’de, tepkiyle karşılandı ve (çok büyük çoğunluğu Müslüman olan) esnaf üç gün süreyle dükkanlarını açmadı. Aynı tepki Şîraz ve diğer şehirlerde de kendini gösterdi. Bu yüzden ticaret ve sanayi durdu, herkes yiyeceğini kırlarda aramak zorunda kalınca şehirler boşaldı. Sonuçta çıkarılan yeni bir fermanla, çav tedavülden kaldırıldı. (Yazıcı 1993, 235) Ekonomi Ferman Dinlemez: Bu olay, Ekonominin Fermanı mı, Devletin Fermanı mı? sorusunun cevabının belli olduğunu ve Ekonominin Kanunu Devletin Kanununu Dinlemez gerçeğinin bir kez daha görüldüğünü göstermektedir. Şöhret Âfettir: İftihârîler. İlhanlılar (daha fazla) vergi toplamak için Anadolu Selçuklu örneğinde olduğu gibi ünlü isimlere de görev veriyorlardı. 13. yüzyılın ikinci yarısında bu şekilde görev alan İftihârîler âilesi, bu zalim yönetime elli yıldan fazla hizmet etmişlerdir. Mengü Han İlhanlı tahtına çıkınca Kazvin’in idaresini (hocası) İftihâruddîn Muhammed’e vermişti. (1253 M./651 H.) İftihârîler’in yarım asır devam edecek olan güç ve nüfuz dönemi bu tayinle başlıyordu. Yirmi beş yıla yakın bu görevi yapan İftihâruddîn Muhammed, 1278 yılında zimmetine mal geçirmekle suçlanarak Abaka Han’ın huzuruna çağırıldı. Elli tümen (beş yüz bin dinar (altın) ödemesine rağmen hayatının son iki yılını zor şartlar altında İlhanlı ordusunda geçirdi ve 1279’da vefat etti. Onun ölümü üzerine kardeşi İmâdüddîn Yahya’ya önce Kazvin’in ardından bütün Irak-ı Acem ve Irak-ı Arab’ın idaresi verildi. Yahya 1300 Aralık (R.Âhir 700) de Hille’de vefat edince yerine oğlu İftihâruddîn geçti. Yahya’nın Kazvin’de Kanât-ı Melikî adlı bir kanal yaptırdığı bilinmektedir. Âilenin dğer mensuplarından İmâdüddîn Mahmud Mâzenderân’a, Rukneddîn Ahmed Gürcistan’a ve Radıyyuddîn Bâbâ Diyarbekir ve Musul’a hakimdi. Onun yerine bir ara Musul’a Uygur asıllı kumandan Aşmût ile Mesut adlı sivil bir yerlinin tayiniyle, Musul’daki hakimiyeti bir yıl kadar (1267-1268) kesintiye uğradıysa da; Radıyyuddîn yeniden güçlenerek, yolsuzlukla itham ettiği Mesut ile Aşmût’u bertaraf edince, bu ikisi iddianın incelenmesi için Abaka Han’a başvurmuş, yapılan tahkikat sonucunda suçsuz oldukları anlaşıldığından Radıyyuddîn ölümle cezalandırılmıştır.(1280 M./ 679 H.) İftihârîler gibi, ilimle uğraşan bir âileyi İlhanlılar tarihinde öne çıkaran sebeplerden biri o bölgedeki mahallî uygulamaları bilmeleri, diğeri de İlhanlılar’ın benimsediği malî-idârî

usûldür. Çok geniş sınırlara sahip olan İlhanlılar, vergilerin tahsilinde kullanılan mukataa sisteminin işleyebilmesi için, her zaman güçlü mahallî hanedanlara ihtiyaç duymuşlardır. İftihârîler, bürokrasinin ağırlıklı olarak yerli unsurların eline bırakıldığı, Türk ve Moğol dillerine vakıf kâtip ve bürokratların idarede yükselme imkanı bulduğu İlhanlı Devleti’nde, kolayca güç ve nüfuz sahibi olmuşlar, fakat aynı kolaylıkla da kaybolup gitmişlerdir. (Özgüdenli 2000, 520521) Gazan Han’ın Ekonomik Paketi. Daha önceki bir iki hükümdarın Müslüman olduğu kesin değilse de, asrın sonunda İlhanlı hükümdarı Gazan Han resmen Müslüman oluyordu. Tarihçi Reşîdüddîn’in “samimi bir Müslüman” olduğunu söylediği Gazan Han (yönetimi 1295-1304), tahta geçmeden önce de Horasan valiliği yapmıştı ve seleflerinden farklı olarak, tecrübeli devlet adamlarına çok itibar ederdi. Bu sayede ekonomik ve toplumsal hayatı düzene sokmuş, kumandanlara dirlikler tahsis ederek, bozulan askerî disiplini yeniden sağlamıştı. Cengiz Han döneminde kurulup Ögedey ve Mengü Kağanlar zamanında geliştirilen posta teşkilatını ıslah etmiş, bu maksatla menzilhaneler kurarak, ulakların buralarda kalmasını sağlamış, eskiden olduğu gibi evlere girip halkı rahatsız etmelerini yasaklamıştır. Zamanında basılan sikkelerin üzerinde Moğolca “Tengriyin küçündür” (Tanrı’nın gücü ile) ibaresiyle, Arapça ve Tibetçe yazılar vardır. Gazan Han, başta maliye ve adliye teşkilatı olmak üzere bozulmuş olan devlet kurumlarını yeni baştan düzenledikten sonra, tarımı teşvik edici tedbirler almış, toprağın verimini arttırmak için, Azerbaycan ve İran’da sulama kanalları açtırmıştır. Çıkardığı bir kanunla, yıllardan beri işlenmemiş olan toprakları, topraksız köylülere dağıtmış ve onlardan ilk yıl için vergi almamıştır. Bu kanun gereğince, sahipli olmasına rağmen işlenmeyen topraklar, topraksız kimselere dağıtılmış, böylece halkın geçim sıkıntısı azaldığı gibi devletin geliri de artmıştır. Devlet memurlarının suistimallerini önlemek amacıyla, hemen her alanda sıkı bir denetim sistemi geliştirilmiş, alınan tedbirler sayesinde devletin yıllık geliri 1700 tümenden 2100 tümene (yaklaşık 3 milyon altın) yükselmiştir. Tıp, astronomi, kimya ve el sanatları başta olmak üzere, hemen her alanda ilerleme kaydedilmiştir. Çok sayıda köprü, kütüphane yapılmış, devlet merkezi Tebriz ve diğer İlhanlı şehirleri, dini ve sivil mimarinin şaheserleriyle süslenmiştir. Reşîdüddîn Fazlullah, şimdiye kadar yıkmaktan başka bir şey yapmamış olan Moğollar’ın inşa faaliyetlerine bu dönemde başladıklarını söyler. Ayrıca ülkenin çeşitli yerlerinde çok sayıda hayır eseri yaptıran Gazan Han, bunlara vakıflar bağlamış, kimsesizlerin defin masraflarının sağlanması, fakir ve dul kadınlara yardım edilmesi, sahipsiz çocukların yetiştirilmesi, köprü ve yolların tamir ve bakımı, hatta kış mevsiminde aç kalan kuşlara yem verilmesi gibi çok çeşitli işler için kurduğu vakıflardan para ayırmıştır. (Yuvalı 1996, 429-431) Transit Limanı: Maskat. Umman Sultanlığı’nın başşehri Maskat, Arabistan yarımadasının güneydoğu sahilinde olup eskiden beri denizcilikle uğraşan Umman halkının başlıca limanı idi. 13. yüzyılda (7. Hicrî Asır) İbnu’l-Mücâvir, Maskat’ın bölgede seyahat eden (İran körfezine ve Hint Okyanusu’na açılan) gemilerin uğrak yeri olduğunu söylemektedir. İbnu’l-Fakih de, Hindistan’a ve Çin’e giden gemilerin bu limandan su aldıklarını belirtirken, Makdisî şehri, “meyveleri bol, güzel bir liman kenti” olarak tanımlar. (Bilge 2003, 77-78) Bu bölgede Hürmüz Adası, uluslar arası bir serbest ticâret kenti olarak, bu asırda da (bundan önceki yüzyıllarda ve daha sonraki yüzyıllarda olduğu gibi) Doğu ile Batı arasında çok hareketli bir ticârî merkez olma konumunu korumuştur. Hürmüz, büyük bir limana sahip olup Hint, Çin, Yemen ve diğer ülkelerden çok sayıda iş adamı bu adaya gelir alış-veriş yaparlardı. Hürmüz Adası halkı ile aynı konumdaki transit bir merkez olan Kiş adası halkı arasında bir ara savaşlar ve akınlar meydana gelmişti. Her iki ada halkı da uluslar arası ticâret gemilerinin diğer adaya uğramasını istemez ve buna engel olmaya çalışırlardı. (İbnu’l-Esîr, X/156) Arabistan yarımadasının güneyinde Yemen’deki Aden şehri de Hint Okyanusu’nda seyreden gemilerin uğradığı hareketli uluslar arası bir limandır ve Marco Polo 1276’da Aden’in nüfusunun

seksen bin olduğunu kaydetmektedir. 1228’e kadar Eyyûbîler’in, bu tarihten sonra da Resûlî hanedanının yönetimindedir. Bu bölgede bir diğer transit ticaret merkezi Hürmüz Limanı’dır. Hürmüz Boğazı’nın doğu sahillerinde Minâb nehrinin denize döküldüğü yerdeki koyun ağzında bulunan Hürmüz Limanı Fars bölgesinin merkezi idi ve Kirman, Sîstan ve Horasan’ın denize açılan kapılarını teşkil ediyordu. 1272 ve 1293 yıllarında burayı iki defa ziyaret eden Marco Polo bu limandan Çin’e özellikle at ihraç edildiğini bildirir. (Bilge Mustafa L. 1998, 497) Bu dönemde Anadolu’daki bazı iş adamlarının ilgilendiği yerlerden biri Karadeniz’in kuzeyindeki Kefe şehridir. Kırım’da, bugün Ukrayna’ya bağlı olan liman şehri Kefe, 13. yüzyıldan itibaren Anadolu Selçuklu Devletinin Kırım bölgesiyle ilgilenmesi sonucu, Türk iş adamlarının yoğun faaliyetine sahne oldu. 1266 yılı civarında, Altın Orda Hanlığı’ndan izin alarak Kefe’ye yerleşen Cenevizliler, daha sonra Altın Orda’nın zayıflamasından istifade ederek buraya hakim oldular. Şehir ilerleyen yıllarda, İstanbul’dan Hazar Denizi’nin ötesine uzanan büyük ticârî faaliyetin merkezi haline geldi. Asya’dan Astrahan’a, oradan Azak ve Taman kanalıyla Kırım yarımadasına ulaşan büyük ticâret yolu Kefe’ye büyük gelir getiriyordu. (Öztürk 2002, 182-184) Dokuz km. genişliğindeki bir toprak parçasıyla, ana karaya bağlanan Kırım yarımadasında, bu dönemde İslâmiyet de giderek yayılıyordu. Ticaret için Kırım’a gelen Memluk iş adamları eski Kırım’da (Solhat) bir cami (Sultan Baybars Câmii) yaptırmışlardı. 1253’te Karakurum’a gitmek üzere İstanbul’dan Kırım’a gelen Wilhelm van Rubruquis, buraya Bizanslılar’ın Gassarial Cassaria adını verdiklerini; Türkiye adıyla andığı Anadolu ile Kırım limanları arasında yoğun bir ticaret olduğunu, özellikle Kırım’ın en önemli ticaret şehri Suğdak’ın kuzeyden ve güneyden getirilen malların pazar yeri haline geldiğini belirtir. Venedikliler de 13. yüzyılın başlarında Kırım’a yönelmişler ve ilk olarak Suğdak’da küçük bir ticaret kolonisi oluşturmuşlardı. 1223 yılı başında Güney Rusya’da ilerlemelerini sürdüren Moğollar, Suğdak limanını işgal etmişler, şehirden kaçan zenginler ve iş adamları da Anadolu Selçuklularına sığınmışlardı. Bunun üzerine I. Alaadin Keykûbat (yönetimi 1220-1237), Hüsamettin Çoban idaresindeki kuvvetleri Kırım’a göndermiş ve Suğdak işgalden kurtarılmıştı. (DİA 2002, (Madde yazarı yok, c, 25/447-450) Bu yıllarda Macar krallığı topraklarında da iş adamı olan Müslümanlar yaşıyordu. Bu Müslümanlara genel olarak “Iszmaelita” (Hz. İsmail neslinden olan), “Göszörmény” (“Müslüman”ın Farsça’dan türetilen şekli) veya “Szaracén” (Lâtince “saracenus” tan) idi. Doğudan, çoğunlukla Horasan’dan gelen Müslümanlar, tuz ocağı işletmecisi, sarraf, vergi tahsildarı ve sikkezen (para basan) olmak üzere ekonomik görevler ifa ettiler. Son meşguliyetlerinden en ilgi çekici örneği Kral IV. Istvan’ın her iki yüzünde Arap yazısı taşıyan bir sikkesidir. (David 2003, 287-294) Bu dönemde İslam dünyasının en büyük gücü olarak Memlukler de, uluslar arası ticareti hareketlendirmek için çalışmışlardır. Akka’nın, Müslümanlarca fethinden sonra, ticâretin gelişmesi için, Akdeniz’deki Hıristiyan güçlerle münasebetlerini geliştiren Sultan Halil (1290-1293) onlarla ticârî anlaşmalar imzaladı. Babası Kalavun’un, Aragon Kralı III. Alphonso ile yaptığı anlaşmayı II.James ile yeniledi (29 Ocak 1293). Ayrıca Menteşe, Aydın ve Karaman Oğulları ile de ilişkiler kurdu. Böylece Akdeniz ticâreti hayli canlanacaktır. Karaman Oğlu Mecdüddin Mahmud Bey, Alâiye’yi Franklar’ın elinden alınca (Nisan 1293/C.Evvel 692) burada Memluk Sultanı Halil adına hutbe okutmuştur. (Özaydın 1997, 319-320) Megakent Almalığ. Almalığ(Almalık) Türkistan’da bugünkü Kulca’nın kuzey-batısında bulunan tarihi bir şehirdir. Kulca=Ghulja (Yining) bugünkü Doğu Türkistan’ın Kuzey-Batısında, doğudan Urumçi dolaylarından ve güneyden ise Bişkek istikametine giden yol üzerinde olup ( bu yol Kazakistan çöllerinin güneyinden geçen yoldur) bu yol daha sonra Fergana vadisine uzanır ki orada bir başka Almalık daha vardır. Moğol tahribatı sonucu, Asya’da pek çok şehir, ilçe, kasaba ve köy tarihten silinmiş bir kısmı da son derece küçülmüş ticarî hareketliliklerini kaybetmişlerdi. Bu nedenle yaklaşık 1225 yılından itibaren Asya’da Pax-Mongol oluşmuş, yeni Moğol dünyasında veya yeni oluşan Asya-Moğol dünyasında yeni ticaret yolları açılarak, ticaret canlandırılmağa çalışılıyordu. 1227’de Cengiz’in ölümü

üzerine oğulları ülkeyi paylaşırken Almalığ ikinci oğlu Çağatay’a verilmişti. Almalığ böylece Çağatay hanedanının ikinci başşehri oldu. Böylece Moğol devrinde çeşitli başkentler arasında yeni açılan yol, Almalığ’tan da geçiyordu. İtil (Volga) ırmağının (Hazar) deniz(in)e karıştığı yerde bulunan ve 1227 yılında Cengiz’in ölümünden hemen sonra torunu Batu Han tarafından kurulan Altın Orda Devleti’nin başkenti Astrahan’dan ve Yakındoğu’daki İlhanlı merkezlerinden Uygur iline gidip gelen Müslüman, Hıristiyan, Çinli iş adamları ve yolcular Almalığ’da konaklıyorlardı. Bunlardan biri olan Anadolulu Bedreddîn-i Rûmî’nin coğrafyacı İbni Fazlan el-Umerî’ye verdiği bilgilerden o tarihte Almalığ’ın çok gelişmiş, çevresinde kasabalar, köyler, bağlar hatta ona bağlı başka şehirler teşekkül etmiş, metropol, mâmur bir yerleşim merkezi olduğu anlaşılmaktadır. İsmini şehrin kuzeyindeki Aladağ’da bulunan yabânî elma ağaçlarından alan Almalığ’da 1230’da (628 H.) doğmuş olan tarihçi Cemâleddîn Karşi özellikle 13. yüzyılın ikinci yarısında Almalığ’da yaşayan pek çok İslam ulemasının ismini vermekte ve bu kişilerin gayretlerinin Çağatay hanedanının Müslüman olmasına vesile olduğunu söylemektedir.(Esin 1989, 506) Milyonlarca kilometre karelik toprakları ile bütün Rusya’yı kontrol eden Altın Orda Devleti’nde de Moğollar küçük bir yönetici zümreyi oluşturuyorlar, idarede yoğun olarak Müslüman (Türk) bürokratlar bulunuyorlardı. Altın Orda Hanlığı 13. asrın ortasından , 14. yüzyıl ortalarına kadar hem Boğdan (Moldova) topraklarına, hem de Deştikıpçak’a sahip oldu. Büyük İpek ve Baharat yollarının kontrolü için İlhanlılarla rekabet eden Altın Orda hanları, uluslar arası ticarete çok önem vermişlerdi. Berke han zamanında (12561266), İslamiyet Altın Orda devletinin resmî dini haline gelmişti. (Maxim 2005, 236-238) Bu arada Memluk kaynaklarının Müslüman olarak gösterdiği Altın Orda hükümdarı Mengü Timur idaresi döneminde (1266-1280), Ceneviz ve Venediklilerle ticârî ilişkiler başlatılmış ve Cenevizliler, Kefe’de daha sonra Karadeniz ticaretinde önemli rol oynayacak olan bir ticârî koloni kurmuşlardır. Altın OrdaCeneviz iş birliği sonucu Orta Asya-Karadeniz-Boğazlar yolu yeniden canlanmıştır. Karadeniz havzasının Boğdan ve Eflak dahil olmak üzere milletler arası ticaret yollarına bağlanması, Baltık denizinden İstanbul’a uzanan (Varegler’den Rumlar’a) büyük ticaret yolunun açılması sayesinde olmuştu. Bu yol daha sonra İstanbul’dan Mısır’a uzanıyordu. Birçok Arap gezginin de belirttiği gibi Altın Orda ile Memlukler arasında ticârî bağlar oldukça yoğundu. Bu dönemin diğer bir özelliği de Baltık denizinden Kahire’ye kadar, her yerde Türkçe’nin konuşulması, bu dilin ön plana çıkmasıydı. Altın Orda hanlığında ilk defa kendi adına para bastıran (Kırım 1266 M./665 H.) han da Mengü Timur’dur. (Yuvalı 2004, 138) Türkçe’nin 14. yüzyılda dünyanın çok büyük bir kısmında, ticaret dili olmasının yanında, 13. yüzyılda Türkçe’nin aynı konumu ile alakalı olarak da Yılmaz Öztuna şu bilgiyi verir: “1338 yılında Fransız rahibi Pascal de Victoria, Doğu Avrupa’dan Çin sınırlarına kadar Türkçe konuşularak seyahat edilebileceğini yazmaktadır. Doğu Avrupa’da bilhassa Kuman-Kıpçak lehçesinin hâkim olduğu muhakkaktır ve daha önce Doğu Avrupa’da yerleşmiş Türk boylarının lehçeleri hakkında yüzeysel bilgimiz olmasına rağmen, Kuman-Kıpçak lehçesi üzerinde geniş bilgimiz mevcuttur. KumanKıpçaklardan kalan en zengin dil ve kültür yadigârı, ilim âleminde “Codex Cumanicus” diye anılan anonim (yazarı bilinmeyen) eserdir. 1303 yılında yazılmış veya daha kuvvetli bir ihtimalle daha önceki bir tarihte yazılıp bu tarihte istinsah edilmiştir(çoğaltılmış/kopyası çıkarılmış); eserin tek nüshasından (Venedik San Marco Kütüphanesi’ndedir) başka bir nüshası da elimize geçmemiştir. Avrupa’nın Türkoloji bilginleri tarafından zengin bir neşriyata konu teşkil eden bu çok önemli eser, Türkçe-Farsça-Lâtince bir sözlüktür. Eserdeki Türkçe, KumanKıpçak lehçesi yani XI.-XIV. asırlarda Doğu Avrupa’da, Macaristan ile Ural arasında, ayrıca XIII.- XIV. yüzyıllarda Mısır’da konuşulan Türkçe’dir. Uluslar arası ticaret bu dille yapıldığı için, Türkçe’nin Kıpçak lehçesini Araplar’a öğretmek için de Mısır ve başka Arap ülkelerinde bir sürü kitap yazılmıştır. Bu suretle Kıpçak lehçesi hakkındaki bilgilerimiz son derece zenginleşmiştir. Bu kitapların en meşhuru Endülüslü Ebû Hayyân’ın Kitâbetu’l-İdrâk li-Lisâni’lEtrâk’idir. Al-Kavânînu’l-Külliyye fî Zabti’l-Lugati’t-Türkiye de ünlüdür; bunların üçü de Cumhuriyet devrinde İstanbul’da yayımlanmıştır. Avrupa’da

yayımlananlar arasında Kitâb Lugatu’l-Muştâk fî Lugati-t-Türkî ve’l-Kıfçâk (Varşova, 1938) ile 1894’te Leiden’de basılan Türkçe-Arapça Lûgat (sözlük), zikre değer. Tercumânu Türkî ve Arabî adını taşıyan bu eser Kahire’de 28 Ocak 1245’te yani Memlûkler’in hâkimiyeti ele almalarından 5 yıl önce yazılmıştır. Hazırlayanın Konyalı Mehmet oğlu Halil olduğu sanılmaktadır ki, Mısır’da yazılan Kıpçakça eserlerin elimizdeki en eskisidir. (Öztuna I/226-227) Öztuna’nın bu konuyu vurgulayan şu cümleleri de unutulmamalıdır: “Türkçe, XIII.-XIV. asırlarda bütün Asya’da, Büyük Okyanus’tan Macaristan’a, Sibirya’dan Çinhindi’ne kadar olan sahalarda “lingua franca” olmuştur. Türkçe bilen bir kimsenin Asya’nın ve Doğu Avrupa’nın, Kuzeydoğu Afrika’nın hiçbir ülkesinde anlaşma zorluğu çekmesine imkan kalmamıştır.” (I/252). Uluslar Arası Şirketler. Yılmaz Öztuna, Moğollar’ın Asya’nın çok büyük kısmını ele geçirmesinden sonraki ekonomik durumu da şöyle özetler: “İki kardeşin, yani Kubilay ile Hulagu’nun Uzak Doğu ile Yakın Doğu’da iki büyük imparatorluk kurmaları, Asya’nın iki yakası arasındaki münasebetleri, o zamana kadar görülmemiş bir yoğunluğa ulaştırmıştır. Çin ile İran arasında, bütün Asya’yı kaplayan bir deniz ve kara ticareti meydana gelmiştir. Endonezya, Malaya ve kıyı Hindistanı’nın ürünleri, Yakın Doğu’ya bu suretle gelmiştir. Hint Okyanusu’na ve Orta Asya kervan yoluna Türk-Moğollar hâkim olmuşlardır. (Öztuna’nın Orta Asya kervan yolu konusundaki ifadesi doğrudur ancak Moğollar’ın Hint okyanusu hakimiyeti konusundaki görüşü ihtiyatla kullanılmalıdır.) Türkler’den öğrenerek Büyük Türk Hakanlığı’nın Asya’ya hâkim olduğu devirlerdeki gibi “ortak” teşkilatı kurulmuş ve Türk(leşen)-Moğollar, büyük bir servet ve refah seviyesine erişmişlerdir. Anadolu Selçukluları’nda olduğu gibi, Moğol Kağanlığı’nda da ticaret, devletin himaye, hatta sigortası altında bulunmuştur. Halbuki o devirde Avrupa’da devlet(ler)in ticareti himaye etmek için hiçbir şey yapmadığı malûmdur. Sonradan İtalyan siteleri (şehir devletleri), Selçuklular’daki ticârî sigorta usulünü kabul etmişler ve modern Avrupa ticareti doğmuştur. Milyonlarca altın sermaye ile işleyen “ortak” teşkilatı, hükümdarlar, prensler, asilzadeleri de ortak kabul etmiş, onların sermayesini işletmiş, faizli kredi usulüne dayanan geniş bir ticârî aktivite hâsıl olmuştur. (Faiz girdi mi bir iş içine, böyle hormonlu (büyüme ile oluşan) bir ticârî yapı oluşur; ve sonunda çöküş gelir; maddî ve manevi belalar biri birini takip eder; nitekim az sonra aralarında savaş çıkacaktır) Moğollar, “ortak” teşkilatının bütün ayrıntılarını Uygurlar’dan öğrenmişlerdir. Esasen Moğol saraylarında devlet memurlarının çoğu Uygur’du ve Uygur alfabesi, resmî yazışmalarda kullanılıyordu. Az zamanda Müslüman Türkler’in, İranlılar’ın, Araplar’ın sermaye iştirakiyle “ortak” teşkilatı, âdeta dünya çapında bir oluşum haline gelmiştir. Modern zamanlara gelinceye kadar bu derecede dal budak salmış hiçbir ticârî kurum tanımıyoruz. “Ortak” teşkilatının, bütün dünya şehirlerinde temsilcileri vardı. Yüzlerce ticaret gemisi ve binlerce develik kervanlarla iş yapmışlardır. Bu yüzden devletler arasında savaş bile çıkmıştır. Mesela 1263’te İl-han Hulâgu ile Altın-Ordu hanı Berke arasındaki savaşın sebebi, Tebriz’de Altın-Ordu “ortak”larının Hulâgu tarafından mallarına el konulması idi. Bir süre, iki büyük imparatorluk arasında, bütün ekonomik ilişkiler kesilmiştir. Bu derece muazzam bir ticârî hayatın büyük şehirlere muhtaç olduğu ortadadır. (Şehirler (yüz)binlerce kişiye iş bulma, ve (yüz)binlerce kişi(ve köylü)nin ürünlerine pazar bulma açısından çok önemli ekonomik kurumlardır. Bütün peygamberlerin şehir merkezlerine gönderildiği hatırlanmalıdır. İslam şehir teorisinde, (merkezde) câmi ve hemen yanında pazar(yeri) (daha sonra ise açık veya kapalı çarşı) hayatın dengesini sağlayan iki en önemli unsurdurlar. Diğer yandan, tarih boyunca (yüz)binlerce kişinin ölümüne neden olan büyük salgın hastalıkların ve açlıkların da şehirlerde meydana geldiği hatırlanmalıdır) Bu (çeşit büyük)şehirler, çoktan beri (İslam’ın bu bölgeye geldiği beş yüz yıldan beri) Asya’da teşekkül eylemişti. Gerçi Moğol istilası birçok şehri yerle bir etmişti. Mesela Doğu Türk Hakanlığı’nın (Harzem-Şahlar’ın) başkenti Semerkand’da evvelce 1 milyon kişi yaşarken, bu nüfus Moğol istilasından sonra 250.000’e düşmüştü. Fakat Moğollar, birçok şehirler de kurdular ve birçoklarını da ihya ettiler. 1 milyon nüfuslu

Tebriz bu arada sayılabilir. İlhanlılar’dan önceki Tebriz şehri, İl-hanlı Tebriz’inin yanında bir mahalle gibi kalmıştı. Tebriz şehrinin “tamga” (vergi) geliri 1340 senesinde 1.150.000 dinar (altın) idi ki, 1311 yılındaki Fransa krallığının bütçesinden yüzde yirmi daha fazladır. Yine Batı kentleri ile mukayese için şunu söyleyelim ki, 1377’de Londra’nın nüfusu 37.000, İngiltere’nin 2. büyük şehri olan York’unki ise 11.000. idi. Avrupa’nın -İstanbul ve Gırnata hariç- en büyük şehri olan Paris’te 1328’de 250.000 kişi yaşıyordu. Aynı devirde Kubilay Kağan zamanında Çin’de milyonluk bir çok şehir vardı. Mesela Hang-çov’un nüfusu 1.600.000 idi, yani İngiltere’nin bütün nüfusuna denk idi. (Öztuna, I/250-252) Batı Akdeniz’de En Önemli Metropol: Tunus. Hafsî hükümdarları Ebû Zekeriya Yahya, Muhammed el-Mustansır, Ebû’l-Abbas, Ebû Fâris, Ebû Ömer Osman’ın başarılı çalışmaları sonucu, daha önceleri orta büyüklükte bir şehir olan Tunus, önemli bir ticaret merkezi haline geliyordu. Hafsî yönetimleri, Avrupalılarla (Provence, Venedik, Pisa, Cenova) ticaret ve güvenlik anlaşmaları imzalayarak, halkın refah seviyesinin yükselmesini sağladılar. Başşehir Tunus, ekonomik açıdan da, deniz ticareti sayesinde, bütün İfrikıyye bölgesinin en önemli metropolü konumuna yükseldi. 1228-1249 (625-647) yılları arasında yirmi yıldan fazla ülkesini yöneten ve nüfuzu batıda Cezayir şehrinden, doğuda Trablus’a kadar uzanan (kurucu sultan) Ebû Zekeriyâ, Tunus’a sığınan Endülüs muhâcirlerine de kucak açtı. Bunlar Hafsî ülkesinin çeşitli şehirlerine yerleşerek ticaret, sanat ve ilim hayatını canlandırdılar. 1238 (635) yılından itibaren, hakimiyetini Fas ve Endülüs’e kadar genişleten Ebû Zekeriyâ döneminde, ülke hızlı bir ekonomik gelişmeye sahip oldu ve Tunus önemli bir ticaret merkezi haline geldi. Meydana gelen güven ortamı, dünyanın her yanından sermaye akışını sağladı ve Hıristiyan tüccarlar bile burada kendileri için hanlar yaptırdılar.(Razûk 1997, 125-128) Fas da bu dönemde başarılı yöneticilerce idare edilmektedir. Merînî sultanı Ebû Yusuf Yakup, otuz yıla yakın (1258-1286) yönettiği Fas’ın imarına büyük önem vermiş, alt gelir gruplarının faydalanması için, okulların yanında, cüzzamlılar ve akıl hastaları için hastaneler, düşkünler için bakım evleri yaptırmış, bunların masraflarının karşılanması için vakıflar kurmuştur. Başkent Fas’ın yakınında askerî ve idârî özelliği ağır basan, önceleri Medînetu’l-beyzâ, daha sonra Fâsu’l-cedîde adı verilen şehri inşa etmiş; eski şehir ise ticaret ve ilim merkezi niteliğini sürdürmüştür. Bu sultan ilk defa Muvahhîdî dînarından farklı şekilde sikke bastırmıştı ve Merînî sikkeleri altın ve gümüştendi. Ayrıca bakır paralar da mevcuttu. Ülke gümüş, bakır, demir gibi madenler bakımından zengindi. Altın, Sudan’dan getiriliyordu. 1 altın dînar, 60 dirhem değerindeydi. Bu yıllarda Azemmûr, Sebte, Sicilmâse, Fas, Merakeş, Bicâye ve Tunus’ta, ayrıca Endülüs’te Tarîf’te altın sikke basan darphaneler bulunmaktaydı. Ondan sonra başa geçen Ebû Yakup ise (1286-1306), zekatın devlet eliyle toplanmasına son vererek, bu işi mükelleflerin isteğine bırakmış, bazı vergileri de kaldırmıştır. (Ceran 2004, 192199) Bu yüzyılda ilk defa Avrupa, uzun bir aradan sonra altın para basacak duruma gelmiştir. İtalyan gemileri, Kuzey-Batı Afrika’daki (şimdi Cezayir sınırları içinde bulunan) Mersü’l-kebîr limanına gelerek altın temin ediyorlardı. 1252’de ‘fiorino’ Floransa’da, ‘genevino’ Cenova’da ve 1284’de ‘zecchino’ veya ‘ducat’ ise Venedik’te basıldı. Mısır altın paraya bağlı kalırken, Suriye’de altın para basılmasına devam edildiyse de bu önemli bir seviyeye erişemedi. Selçuklular, Anadolu’da altın ve gümüş dirhem basarak, İslâmî bimetalist geleneği yaşattılar. Moğollar da Anadolu’da asrın sonuna doğru altın basmaya başladılar. (Sahillioğlu 1989, 532-536) Çok uzaklarda, Avrupa’nın diğer ucundaki Endülüs’te ise, Müslümanların hâkim olduğu topraklar, bu asırda artık iyice küçülmüştür. Gırnata’da 1231’de Nasrîler hanedanı Muhammed I ile başlamıştı. Gırnata (Granada) krallığı, güney İspanya’da el-Meriyye’den Cebelitarık’a deniz kıyısı boyunca ancak 1800 km. karelik minik bir krallık/ devlet halinde idi. Muhammed b. El-Ahmer döneminde(1231-1272) Gırnata ve çevresi, kralın şehirlere tayin ettiği yetenekli yöneticiler ile huzurlu bir durum içinde idi. Âdil bir hükümdar olarak, halk haftada iki kez direkt kendisiyle görüşebiliyordu. Kamu işleriyle, yol, köprü ve hastaneler yapımıyla ilgileniyordu. Onun gayretleriyle, Müslümanlar iki yüz yıl

daha İspanya topraklarında kalacaklardır. Muhammed I, yoksulların, âmâların ve yaşlıların barınma problemleriyle de ilgileniyordu. Büyük hamamlar ve çeşmeler yaptırıldı. Beş kilometreden daha uzak yerden, hidrolik teknolojisinin en iyisi kullanılarak saraya, sarayın bahçelerine, çeşme ve banyolarına su sağlamak üzere Acequia Real yaptırılmıştır. Bu Acequia Real halen durmaktadır ve bize o dönemde yaşamış olan Gırnatalı mühendislerin hidrolik teknolojisindeki bilgi seviyeleri hakkında fikir vermektedir. Krallık bu dönemde, ziraat, endüstri ve mimârî alanlarında ilerlemiştir. Atın yanı sıra diğer hayvanların yetiştirilmesi ve ipek endüstrisi geliştirilmiş, altın ve gümüş üretimi arttırılmıştır. Eğitimin bütün alanlarında hizmet vermek üzere öğrenim kurumları ve kütüphaneler açılmıştır. Et, ekmek ve diğer zaruri ihtiyaç maddelerinin uygun fiyatlarla satıldığı merkezler açılmıştır. Gırnata nüfusu artmış ve ova ve tepelerinde 150 bin kişi yaşar hale gelmiştir. (İmamüddin 1990, 329-330)

Sonuç. 13. yüzyıldaki Moğol tahrîbâtı Doğu İslam dünyasında ağır ekonomik tahribata yol açmıştır. Gazne 1221’de Moğollarca hemen tamamen tahrip edilmişti. Yüz yıl sonra Gazne’yi ziyaret eden İbn Battuta şehrin (hâlâ) harap bir vaziyette olduğunu söylemektedir(Rihle, 374, 392, 421, 460, 495) Moğol istilacıların hiçbir şehri yakıp yıkmadan, uğradıkları en ufak bir köyü bile ateşe verip yağmalamadan geçtikleri vâki değildi. Kendilerine yarayanı alıyor, yaramayanı hemen ateşe veriyorlardı. Hatta anlatıldığına göre, ibrişimden kaleler gibi iplikleri yığarak bunları bir anda ateşe vermişlerdi. (İbnu’l-Esîr, X/228) Dönemin şâhidi olan İbnu’l-Esîr, Kuzey Irak’a kaçanlardan duyduklarını da anlatmaktadır ve şöyle demektedir: “Daha önce Horasan’a gelip giden, iş adamlarının sayısının haddi hesabı belli değildi. Ama gerek şehir halklarından gerekse, iş adamlarının tümü Moğollar’ın kılıçları altında can vermişlerdi. (a.y. 246) Moğollar, Rusya topraklarına da girmişler, bu felaket karşısında Rusların ileri gelen iş adamları ve zenginleri toplayabildikleri kadar malları ve değerli eşyalarını gemilere yerleştirerek, bir çok gemiyle İslam diyarına (Mısır, Suriye ve Kuzey Afrika ülkelerine) gitmişlerdi. (a. y. 240) 1236’da (şimdiki Tataristan sınırları içindeki) Volga nehri üzerindeki büyük ve zengin Türk şehri Bulgar’a giren Moğollar bu şehri de yağmalamışlardır. Bundan sonra Bulgar şehri ticârî önemini kaybetmiş ve Astırhan’ın yüz kilometre kuzeyindeki Volga’nın Aktepe çayı üzerindeki Altın Orda taht şehri olan Saray, bölgenin ekonomik (ve siyasi) merkezi olmuştur. (Öztuna 1977, I/235) ...Merv ve Belh’in Moğollar tarafından tahrip edilmesi, Batı Asya’dan Doğu Türkistan’a ve Hindistan’dan güneydoğuya giden ticaret yolları Herat’a yöneldiği için bu şehrin önemini artmıştır. Bu nedenle iki asır sonra, 15. yüzyıl ortasında Herat’ın nüfusu 3 milyona ulaşacaktır. Moğol istilasından etkilenmeyen Afrika, 13.yüzyılı iyi bir ekonomik durumla geçirecek, 14. ve 15. yüzyıllarda da Afrika’nın doğusu, batısı, Sahra altı ve kuzeyi, iktisadî yönden dünyanın en zengin bölgelerinden biri olmaya devam edecektir; Afrika’nın bu durumu, 16. yüzyılın başında Portekizliler’in doğu Afrika kıyı şehirlerine saldırıları başlayıncaya kadar sürecektir. 13. asırda Gana İmparatorluğu’nun kalıntıları üzerinde yükselen Mali, kısa zamanda yukarı Nijer vadisi ile Gana bölgesini ve bu bölgedeki ticaret yollarını denetimine almış ve Mısır’dan ve Endülüs’ten gelen pek çok Müslüman bu ülkeye yerleşmiştir. (Dursun 1988, 431-433) Pasifik’ten, Orta Asya ve Hint alt kıtasından gelip Bağdat-ŞamKahire’ye uzanan ticaret yolları, Bağdat’ın Moğollarca işgalinin ardından, Memlukler’in Suriye ve Mısır’ı Moğollar’a kapamaları sonucu, kuzeye, HazarKaradeniz, Hazar-Anadolu hattına çekecektir. Bu yüzyılda da, İslam dünyası ekonomisi, Avrupa ekonomisi gibi tek merkezli değil çok merkezli bir dünya ekonomisidir. 13. yüzyılda, Asya ve Afrika’da nüfusu milyonu geçen pek çok Müslüman şehri, ticârî cazibe merkezleri olarak, her dinden iş adamlarıyla dolup taşmaktadır.

Ahmet Cevdet Paşa(1966). Kısas-ı Enbiyâ ve Tevârîhi Hulefâ I-II. İstanbul: Bedir Yayınevi Akalın Şebnem(2002).”Kervansaray”. DİA. XXV/299-302 Altıkulaç Tayyar(1994). “Ebû Şâme el-Makdisî”. DİA. X/233-235 Baykara Tuncer(2002). “Konya”. DİA. XXVI/183-187 Bekâr M. Serdar(2004). “el-Meliku’l-Kâmil, Muhammed”. DİA. XXIX/68-70 Bilge Mustafa L.(1997). “Halîl”. DİA. XV/305-307 Bilge Mustafa L.(1998). “Hürmüz”. DİA. XVIII/497 Bilge, Mustafa L.(2003). “Maskat”. DİA.XXVIII/77-78 Bostan İdris(1988). “Aclun”. DİA. I/326-327 Bozkurt Nebi(2003). “Medrese”. DİA. XXVIII/323-327 Braudel Fernand(1991). Maddi Medeniyet ve Kapitalizm(çev: Mustafa Özel). İstanbul: Ağaç Yayıncılık Buniyatov Ziya Musa(1991). “Azerbaycan”. DİA. IV/317-322 Ceran İsmail(2004). “Merînîler” DİA. XXIX/192-199 David Géza(2003). “Macaristan”. DİA. XXVII/287-294 Dûrî Abdulaziz(1991). “Bağdat”. DİA. IV/425-433 Dûrî Abdulaziz(1991). İslam İktisat Tarihine Giriş(çev. Sabri Orman). İstanbul: Endülüs Yayınları. Dursun Davut(1988). “Afrika”. DİA. I/431-433 Emecen Feridun(1991). “Antalya”. DİA. III/232-236 Erdem Sargon(1991). “Atlas”. DİA. IV/80-81 Esin Emel(1989). “Almalığ”. DİA. II/506 Gümüş Sadreddin(1984). Seyyid Şerif Cürcânî. İstanbul: İslâmî İlimler Araştırma Vakfı Neşriyatı. Gündüz İrfan(1989). “Aişe el-Mennûbiyye”. DİA. II/206 İbnu’l-Esîr(2008). İslâm Tarihi el-Kâmil fi’t-Târîh Tercümesi, I-X. İstanbul: Hikmet Neşriyat İmamüddin S. Muhammed(1990). Endülüs Siyasi Tarihi. Ankara: Rehber Yayıncılık Kafesoğlu İbrahim(1992). Harezmşahlar Devleti Tarihi. Ankara: Türk Tarih Kurumu Yayınları.

Kallek Cengiz(2000). “İbnu’r-Rif‘a”. DİA. XXI/185-186 Kallek Cengiz(2003). “Meks”. DİA. XXVIII/583-588 Kaya Mahmut(2000). “el-İfade ve’l-İ‘tibar”. DİA. XXI/504-505 Kazıcı Ziya(1988). “Ahilik”. DİA.I/540-541 Kesik Muharrem(2004). “Mesud II”. DİA. XXIX/342-344 Kök Bahattin(2003). “Lü’lü’ Bedreddin”. DİA. XXVII/257 Köker Ahmet Hulusi(1996). “Gevher Nesîbe Dâruşşifâsı”. DİA. XIV/39-42 Maxim Mihai(2005). “Moldova(Tarih)”. DİA. XXX/236-238 Ocak Ahmet Yaşar(1991). “Anadolu’nun Türkleşmesi ve İslamlaşması”. DİA. III/110116 Ocak Ahmet Yaşar(1991). “Babaîlik”. DİA. IV/373-374 Oca Ahmet yaşar(1996). “Fütüvvet”. DİA. XIII/261-263 Özaydın Abdülkerim(1997). “Hârizm”. DİA. XVI/217-220 Özaydın Abdülkerim(1997). “Halîl b. Kalavun”. DİA. XV/319-320 Özaydın Abdülkerim(2004). “el-Meliku’z-Zâhir, Gazi”. DİA. XXIX/83-84 Özgüdenli Osman G.(2000). “İftihârîler” DİA. XXI/520-521 Öztürk Yücel(2002). “Kefe”. DİA. XXV/182-184 Razûk Muhammed(1997). “Hafsîler”. DİA. XV/125-128 Sahillioğlu Halil(1989). “Altın” DİA. II/532-536 Sakkâr Sami(1995). “Erbil”. DİA. XI/272-273 Sakkâr Sami(2000). “İbnu’l-Müstevfî”. DİA. XXI/162 Sevim Ali(2002). “Keyhüsrev”. DİA. XXV/347-349 Seyyid Mahmûd Seyyid Muhammed(1997). “Harfûş”. DİA. XVI/165-166) Sümer Faruk(2002). “Keykavus I”. DİA. XXV/352-353 Sümer Faruk(2002). “Kılıçarslan IV”. DİA. XXV/404-405 Sümer Faruk(2002). “Kösedağ Savaşı”. DİA. XXVI/272-273 Şahin İlhan(2002). “Kırşehir”. DİA. XXV/481-485 Şeşen Ramazan(1995). “Eyyûbîler”. DİA. XII/20-31 Şeşen Ramazan(2004). “el-Meliku’l-Adil”. DİA. XXIX/59-60

Tukin Cemal(1996). “Girit. DİA. XIV/85-93 Uslu Recep(1998). “Hûzistan”. XVIII/436-439 Yazıcı Tahsin(1993). “Çav”. DİA. VIII/235 Yiğit İsmail(2001). “Kalavun”. DİA: XXIV/227-228 Yuvalı Abdülkadir(1996). “Gazan Han”. DİA. XIII/429-431 Yuvalı Abdülkadir(1996). “Geyhâtû”. DİA. XIV/44-45 Yuvalı Abdülkadir(2004). “Mengü Timur”. DİA. XXIX/138 İleri Okumalar İçin: Abu-Lughad(1989). Before European Hegemony: The World System 1250-1350. New York: Oxford University Press. Cahen, Claude. XIII. Asır Ortalarında Cezîre (İzzeddin b. Şeddad’a göre), çev: Neşet Çağatay. Kayaoğlu, İsmet(1981). “Halife en-Nâsır’ın Fütüvvete Girişi ve Bir Fütüvvet Buyrultusu” Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, XXV/221-227 Rubruk, von W. (2001). Moğolların Büyük Hanına Seyahat: 1253-1255 (trc. Ergin Ayan). İstanbul: Ayışığı Kitapları Shawqi Abd al-Qawi Uthman, Al-Tijarah bayna Misr wa Ifriqiya fî Asr Salâtîn alMamâlîk, 1250-1517 M./648-922 H. Stilt Kristen(2004). Doctorate dissertation: Harvard University, History of Department and Law School: “The Muhtesib, Law and Society in Early Mamaluk Cairo and Fustat (1250-1400)

Related Documents


More Documents from ""