Islam Ekonomisi: 13. Yuzyil (2. Bolum)

  • Uploaded by: ismail
  • 0
  • 0
  • July 2020
  • PDF

This document was uploaded by user and they confirmed that they have the permission to share it. If you are author or own the copyright of this book, please report to us by using this DMCA report form. Report DMCA


Overview

Download & View Islam Ekonomisi: 13. Yuzyil (2. Bolum) as PDF for free.

More details

  • Words: 7,196
  • Pages: 13
HAREZM

KAVUNU BUNLAR: 13. YUZYILDA ISLAM

TOPRAKLARININ EKONOMIK DURUMU (II. Bölüm) Ismail

Yurdakok

[email protected] başlıca ihraç maddeleri olarak pamuk yağı, peynir, balık, halı, kumaş, süslü elbiseler ve Bağdat’a kadar özel ambalajlar içinde gönderilen meşhur kavunları kaydederler. Değişik yönlerde uzanan su yolları, Ceyhun’dan başka yedi büyük kanal, ulaştırma faaliyetini son derece kolaylaştırmakta idi. Buralarda küçük kayık, sandal çeşidinden araçlarla gidip gelmelerinden başka, gerektiğinde daha büyük gemilerle askerî nakliyat ta yapılabiliyordu. Harezm’in bu meziyeti kadar önemli diğer bir özelliği de, ticaret sahasındaki rolüdür. Çin, İran, Hindistan gibi Asya ülkeleriyle Sibirya düzlükleri, güney Rusya ve İskandinav ülkelerinin tam ortasında, bu ülkelerin biri birleriyle ulaşımını en kolay surette sağlayan büyük yolların kavşak noktasında bulunan Harezm, saydığımız bölgelerden gelen kalabalık kervan gruplarının birleştikleri ve yüzlerce yükten meydana gelmiş ticârî mallarını pazarlarına döktükleri işlek bir ticaret merkezi idi. Tabiatıyla birinci sınıf iş adamı olduklarında şüphe bulunmayan ve Müsürman adı altında uzak memleketlere kadar yayılmış olan Harezmlilerin ustaca idare ve teşvikleri sayesinde Volga Bulgaryası’ndan getirilen çeşitli hayvan derileri, bal, mum, giyecek eşyası; İskandinavya’dan sevk edilen balık dişi ve tutkal, türlü zırhlar, kılıçlar; Sibirya steplerindeki göçebe halkın koyun, sığır ve at sürüleri gibi ticaret malları, Harezm pazarlarında biri birine karışırdı.” Kafesoğlu’nun bu ifadesinden İsveç, Norveç, Finlandiya’da en az bin yıllık ve üstün kaliteli demirçelik üretimi olduğu anlaşılıyor. Kafesoğlu, Harezm’in iktisat tarihine şu bilgileri de ekliyor: “Çin ve Orta-Asya ile Harezm arasında ticarî temasların ne kadar önemli bir yer tuttuğunun en açık misallerinden biri de, herkesçe bilinen ve bizim de yeri gelince esaslı olarak meşgul olacağımız Moğol–Harzemşahlar münasebetidir. Burada yalnız şunu söyleyelim ki, tam manasıyla militarize olan muazzam Moğol kütlelerini kamçılayıp Doğu-İslam dünyasının baştan başa çiğnenmesini doğuran başlıca sebep bu ticaret meselesi idi. Hudûdu’l-‘Âlem’in Harezm’in merkezi Gürgânc’a (Cürcan) “Türk kapısı” adını vermesi ve İbni Fadlân’ın ise diğer bir “Türk kapısı” olarak daha batıdaki Zamcân ribatını göstermesinden anlaşılıyor ki, Üstyurt’ta Aral gölünün etrafında uzanan düzlüklerdeki Türk kavimleri de, ticârî faaliyetlerde canlılık gösteriyorlardı. Z.V. Togan’a göre buralarda Gît, Kerder, Baratigin kasabaları Oğuzlarla yapılan ticâretin merkezleri idiler. Daha X. Asırda ticârî münasebetler şeklinde belirtilerine şahit olduğumuz bu Harezm-Türk temasları, Harezmşahlar devrinde bu devletin yükseliş ve çöküşünde en kat‘î rol oynayacak kadar önemli siyasî hareketlere dönüşmüştür. Toprağı verimli, coğrafî durumu uygun, hareketli bir ticârete sahip, halkı refah içinde olan Harezm’in askerî bakımdan savunulması da kolaydı. Ceyhun nehri bir taraftan öteye geçişi engellediği gibi, büyük kanallar ve su yolları da irili-ufaklı yüzlerce kasabayı yabancı istîlâlardan koruyan tabiî(doğal) barikatlardı. İcabında bentler açılır, düşmanın geçeceği yollar su altında bırakılırdı. Bu yüzden Harezm’i idare edenler kısa zamanda bağımsızlığa kavuşmuşlar veya Sâman Oğulları, Gazneliler ve Selçuklu İmparatorluğu devirlerinde Harezm’e vali tayin edilenler, babadan oğula intikal eden hanedanlar kurmakta gecikmemişlerdir. Ancak etrafın geniş çöllerle çevrili olması gibi coğrafî zaruret sonucu, bağımsız veya yarı bağımsız sülâlelerin hâkimiyetleri yalnız Harezm bölgesine sınırlı kalmış, daha geniş bir alanda fazla tesirli olamamıştır; Harezmşahlar istisna. (Kafesoğlu 1992, 31,32)

Bir Çarşı Hâriç, Semerkant Yağmalanıyor. Harezmşahlar devletini hızla büyüten Muhammed Harezmşah, aynı zamanda kendi döneminin Hitler’i, Stalin’i denilebilecek tarzda son derece zâlim bir adamdı. Sadece Semerkand’i işgalinde yüz bin kişiyi öldürttüğü söylenilir. Böylece Semerkand’in ekonomik ve sosyal hayatı, on bir yıl sonraki Moğol işgalinden önce, zaten hayli ağır bir darbe almış oluyordu. Bu işgalde, Semerkandli tüccarların mallarına el konulurken, yabancılara dokunulmamıştır. İbnu’l-Esîr olayı şöyle anlatır: “Hârezmşah bütün orduya genel bir hücûm emri verdi. Bu arada yanında bulunan adamlarından birisi ona, şehri fethettikleri anda filan yerdeki çarşıya hücûm etmemelerini, zîra orada genellikle yabancı tüccârların bulunduğunu söylemiş ve askerlerini bu çarşının ve yabancıların mallarının yağmalanmasından alıkoymasını tavsiye etmişti. Zîra burada kalan yabancı tüccarların Semerkant sultanının Hârezmliler’e karşı giriştiği davranışını kesinlikle doğru bulmadıklarını ifade etmişti. Bunun üzerine Hârezmşah, adamlarından ileri gelenlerine bu konuda gerekli emirleri verdi. Nihayet bütün ordu şehir üzerine hücûma geçip, tırmanmak üzere surlara merdivenler dayamışlardı. Semerkand’in ele geçtiği kadar hiçbir şehir süratle alınmış değildi. Hârezmşah askerlerine şehri yağmalama konusunda izin vermiş, ayrıca Semerkant halkından bulduklarını öldürebileceklerini söylemişti. Sonunda, Semerkant tamamen yağmalanmış, halkı üç gün müddetle kılıçtan geçirilmişti. Anlatıldığına göre, şehir halkından yüz bin kişiyi öldürmüşler, ancak yukarıda adı geçen çarşı pazardaki yabancılar kurtulmuş, onlardan tek bir kimsenin burnu kanamamıştı. (İbnu’l-Esîr, X/122) Alâaddin Tekiş’ten sonra Harezmşah olan Muhammed Harezmşah, Harezmşahları hem ilk defa büyük bir imparatorluk haline getirmiş, ama hem de hızla çöküşe götürmüş ve bu çöküş İslam dünyasının yarısının Moğollarca tahribine sebep olmuştur. Kafesoğlu, 13. asrın ilk çeyreğindeki Harezmşah-Cengiz irtibatını, o dönemdeki hem uluslar arası ilişkileri, hem de uluslar arası ticareti aydınlatan bilgileri şöyle not ediyor: “Cüzcânî’nin verdiği haberlere göre, Harezmşahın Moğollarla alakası daha evvel başlamıştır. Bunun başlıca sebebi Çin meselesi idi. Bilindiği gibi, Çin, zenginliği ve türlü ticaret malları ile, öteden beri Orta-Doğu’nun kudretli devlet adamlarını kendisine çeken büyük ülkelerden biri olmuştur. Sultan Muhammed Harezmşah da İran ve Mâverâünnehir fetihlerini tamamlayıp etrafında kendisiyle boy ölçüşecek hükümet kalmadığına hükmettiği zaman, Çin ile esaslı surette ilgilenmeğe başlamıştı. Harezm ile Uzak-Doğu arasında gidip gelen tüccarlardan bu konuda yeterli derecede edindiği bilgi, onu bu muazzam kıt‘anın fethini düşünmeğe kadar götürmüştü. Bu yıllar 1214-1215 yılları olabilir. Fakat Cengiz Han’ın Çin’i ele geçirdiğini duyunca, önce buna inanmak istememiş, fakat haberin doğruluğunu araştırmak için Seyyid Bahâü’d-dîn Râzî başkanlığında bir heyeti Çin’e göndermişti. Heyet Pekin’e varınca, Cengiz Han, Sultanın elçisini büyük bir ilgi ile karşılaşmış ve çok iltifat göstermiştir. Cengiz, Orta-Doğu ile Uzak-Doğu arasındaki ticârî faaliyeti ellerinde tutan kendi Müslüman Uygur vatandaşlarından, Muhammed Harezmşah’ın İmparatorluğu hakkında iyi bilgi sahibi olmuştu ve iki memleketin dostâne münasebetleri sonunda daha da canlanacak olan ticaretin Moğol devleti yönünden faydalarını gerçek anlamda takdîr edebiliyordu. (Kendisi göçebelikten gelmiş fakat kısa zamanda) Tek-el Tek-kumanda altında toplanmış (ordusuyla çok büyük başarı kazanmış) ve komşu yerleşik ülkelerle mücadeleye atılmış Moğol topluluğunun, Çin ve İran gibi eski büyük kültür memleketlerindeki başta giyim eşyası olmak üzere ticârî mallara ve üretimlere ihtiyacını belirtmek için o devirlerin iki büyük yazarını: Karakurum’a iki defa seyahat yapan ve Moğolistan’ın genel durumuna olduğu kadar Moğol toplumunun iktisâdî yönünü çok iyi bilen Cüveynî ile, İbnu’l-Esîr’i şahit göstermeğe lüzum bile yoktur. İşte Cengiz Han bu sebeplerden dolayı kendi ülkesiyle İran toprakları arasında ticârî faaliyet temini bakımından Harezmşah elçilerinin gelişini mükemmel bir fırsat saymıştı. Bu, aynı zamanda gerçek yararları korunan ve kendileri için çok daha geniş ve kârlı iş sahaları açılan/açılacak olan Müslüman iş adamlarını Moğol İmparatoru’na, artan bir oranda yaklaştıracağı için Cengiz Han hesabına

çifte bir avantaj sağlamakta/sağlayacak idi. Cengiz’in bu düşüncelerine karşı, tarihçi Abbas İkbal’in dediği gibi “cihangir olmak sevdasıyla gözleri kararan Sultan Muhammed’in” hayatı boyunca, ne zaten genel anlamda idaresi altındaki halk kütlelerinin en küçük yararını düşündüğüne, ne de babası ve dedesi zamanında (Harezmşahlarca verilmiş olan) fermanlara ve beratlarda yazılı olan ticaret yolları ve tüccarların korunması meselesine en küçük bir önem verdiğine dair bir iz mevcut olmaması, ayrıca üzerinde durulacak bir konudur. Uluslar Arası Ticaretin Güvenliği. Sultan Harezmşah Muhammed’e bağlı memleketlerin genişliği hakkındaki bilgisi, elçi Bahâü’d-dîn Râzî ile görüşmesinde, “kendisinin Doğu, Harezmşah’ın da Batı’nın efendisi olduğunu” söylemesinden anlaşılan Cengiz Han, Harezmşahla karşılıklı dengeye dayalı dostluk ümit ve arzusunu ortaya koymuş, kurulacak barış ve güvenlik ortamı sonucu her iki taraf kervanlarının serbestçe gidip gelmelerini memnuniyetle karşılayacağını, (Harezmşah ülkesinden gelecek) iş adamlarının, imparatorluğu içinde, tam bir emniyet içinde bulunacağını bildirmiştir. Moğol İmparatoru, hiç olmazsa o zaman, söylediklerinden başka bir gaye gütmüyordu. Cengiz, gerçekten göçebe kabileleri itaate aldıktan sonra ana yolları, geçitleri eşkıyalardan temizlemiş, kervan yollarındaki önemli yerlere ‘Korakçı’ denilen muhafızlar dikerek gelip giden her iş adamının güvenle yola devamını sağlamalarını kendilerine emretmişti. Bir süre sonra, Cengiz Han, anlaşma şartlarını belirlemek ve ilişkileri kuvvetlendirmek maksadıyla Mahmûdu’l-Harezmî, Ali Hâce-i Buhârî ve Yusuf Kenkâ-i Otrârî isimli elçilerini, Sultan’ın elçileriyle birlikte Harezm’e gönderdi. Bunlar Cengiz Han tarafından Sultan’a hediye edilmek üzere, Çin dağlarından çıkarılmış deve hörgücü büyüklüğünde ve ancak bir araba ile nakledilebilen bir altun külçesi ile ayrıca Çin kumaşları ve diğer hediyeleri yanlarında götürmüşlerdi. Heyete eşlik eden iş adamlarının da maden külçeleri, akik taşları, misk, ayrıca Torku denilen ve beyaz deve tüyünden yapılmış olup bir parçasının fiyatı en az elli altın eden kıymetli kumaşlardan çeşitli ihraç malları vardı. İkili Ticârî Anlaşma. Sultan Harezmşah, Cengiz’in elçilerini, Irak dönüşünde (1218 baharı) Mâverâünnehir’de kabul etti. Görevi barış, iyi komşuluk ve dostluğu yerleştirmek olan heyet, Cengiz’in selamlarını Sultan’a ilettikten sonra, Cengiz Han’ın Harezmşah’ın şanını, devletinin büyüklüğünü, saltanatının genişliğini ve hakimiyetinin yeryüzünün büyük kısmında tanınmış olduğunu bildiğini; kendisinin de çevredeki ülkelerle Çin İmparatorluğu’nu ele geçirdiğini söyleyerek, Harezmşah’ı en sevgili oğlu kabul eden Cengiz’in, Sultan’la dost olmayı bir gereklilik saydığını, her iki ülkenin iş adamlarına kapılarının açık tutulması suretiyle ortak yararlar sağlanmasının yerinde olacağını bildirdiğini eklediler. Sonuçta, iki imparatorluk arasındaki ticaretin en uygun şartlarla gelişmesinin teşvik edilmesine karar verildi. (Kafesoğlu, 229-233) Yirmi Misli Fiyat da İstenir Mi? Harezmliler’in ticaret kervanı 1218 yılı baharında Moğol ülkesine doğru yola çıktı. Kafile Ahmed-i Hocendî, Emîr Hüseyinoğlu, Ahmed Balçiç adlarında üç kişinin başkanlığında hareket etti Mallarının çoğu elbise, ince ve kalın değişik kumaşlar, Zendepîcî (kalın ve kaba iplikten yapılmış çok sık dokunmuş beyaz renkte sağlam elbiselik kumaş) gibi Moğollar tarafından fazla rağbet gören eşyalar idi. Kafile Moğol topraklarına girince, yol başlarındaki Korakçılar, âdetleri üzere, bütün malları kontrolden geçirmişler, kaliteli olup olmadıklarına bakmışlar ve elbiseleri beğendikleri (kalitesini onayladıkları) için, önceden aldıkları emir gereğince, kervanı Cengiz Han’a doğru sevk etmişlerdi. Ahmed Balçiç’i çağırarak toptan alım için pazarlığa girişen Cengiz, en fazla 10 dinara (altına) satılması icap eden bir elbiseye, üç bâliş yani 225 dinar gibi fahiş bir fiyat isteyen bu iş adamına kızarak, kendisine hazinesindeki mevcut kumaş ve elbiseleri göstertmek suretiyle malın gerçek değerinin Moğollarca bilinmekte olduğunu belirttikten sonra, bu iş adamını tutuklattı ve mallarına el koydu. Ahmed’in diğer iki arkadaşı, huzura geldiklerinde artık böyle bir hatada bulunmadılar, tam tersine ellerindeki

kumaşların hepsini Cengiz’e parasız vermeğe hazır olduklarını bildirdiler. Cengiz Han çok arzu ettiği kervan geliş-gidişinin başlamış olmasından memnundu. Müslüman ticaret kafilesini ürkütmek istemedi. Ahmed’i serbest bıraktı ve elbiseleri birer altın bâliş (75 dinar), diğer bez ve zendepîçîleri birer gümüş bâliş gibi oldukça yüksek fiyatla olmak üzere bütün malları satın aldı. İş adamları ayrıca iyi muamele ve ikramlarla hoşnut edildi.” Harezmşah’ın siyasi ahlaktan yoksun politikası hem iç politikada, hem de dönemin uluslar arası ilişkilerinde hoş olmayan durumlar ortaya çıkarırken, Harezm iş adamlarının ticârî ahlak zaafları da apaçık görülmektedir. “İnsanlar idarecilerinin dini üzeredir” sözünün doğruluğu bir kez daha görülmekte, Sultan’ın ahlak(noksanlığı)ının halka da tesir ettiği gayet net olarak izlenmektedir. “Sonra Cengiz Han da, Sultan’ın memleketine gitmek, ticaret yapmak için bir kervan hazırlanmasını emretti. Hanedanın ileri gelenlerinden, Noyanların ve diğer kumandanların adamlarından 450 kişilik kafile, Harezmli iş adamlarının eşliğinde Batı’ya doğru gönderildi. Bu kervanın adı Moğol iş adamları grubu olmakla beraber, başlarında Otrârlı Ömer Hoca, el-Hammâl-i Merâgî, Buhâralı Fahru’d-dîn Denzekî ve Emînu’d-dîn el-Herevî’nin bulunduğu bu 450 kişi tamamen Müslümanlardan oluşmuştu. Arada ancak birkaç Moğol bulunuyordu ki, bunlar Ukuna adındaki bir başkanın idaresinde elçilik göreviyle Harezm’e gitmekte idiler. (Kafesoğlu, 235) Her geçen yıl güçlenen ve bir süper güç olma yolunda ilerleyen Moğollar’a karşı ciddî bir tedbir almayan Harezmşah, üstelik 1218 yılı sonbaharında geldiği Buhara’da kalarak, Semerkand’de imal edilen meşhur Dergam şarabını içerek ve eğlenceler tertib ederek (Kafesoğlu, 238), kışın ortasını bulmuş, sonra da yanlış bir kararla, duyduğu bir haber üzerine hızla Semerkand’e gelip buradan aldığı takviye birliklerle, doğuya Türkistan içlerine kadar ilerlemiş ve o sırada Merkitlerle yeni bir savaştan çıkmış olan bir Moğol ordusuna arkadan yetişerek, (zorla ve hiç gereği yokken) onlarla savaşa girmiş, savaşta akşama doğru mağlup olacağı sırada, karanlığın basmasıyla yenilgiden kurtulmuş; Moğollar da ülkelerine dönmüşlerdi. Çok güçlü bir orduyla geldiği halde, en fazla 20-30 bin kişilik bir Moğol ordusu karşısında bocalaması Sultan Harezmşah’ın düşüşünün başlangıcını teşkil ediyordu. Kafesoğlu veciz bir değerlendirme ile bu olayı şöyle özetliyordu: “Bu, yalnız Sultan’ın kaybedişi değil, aynı zamanda uzun bir müddet için İslam’ın Doğu’daki şeref yıldızının sönüşü idi”. Gerçi 150 yıl sonra (bir başka zalim isim) Timur’un idaresinde bölge yeniden yükselişe geçecektir. Fakat Harezmşah’ın (bir nevi İttihatçılar’ın Osmanlı’yı yok yere 1. Dünya Savaşı’na sokup tamamen çökmesine sebep oldukları gibi ) hayatiyetini sürdüren başta kendi imparatorluğu olmak üzere, Asya’nın ortasından Ege Denizi’ne kadar, pek çok İslam devleti’nin Moğollar’ın işgali altına girmesine ve milyonlarca can kaybına ve Doğu İslam Alemi’nin çok büyük bir ekonomik yıkımına sebep olması, bir (tek) kişinin(yöneticinin) hatasının nelere mal olabileceğini gösteren acı bir örnektir. Kafesoğlu, klasik tarih kitaplarımızda nadiren görülen isabetli bir iktisadi yorumla konuyu işlemeğe devam eder: “Zalimliği ve kan dökücülüğü yanında tarihin sabır, ihtiyat ve ileri görüşlülük sıfatlarını kendinde toplamış seçkin devlet adamları arasında eşsiz bir yere sahip, olağanüstü bir sîma olan Cengiz Han, Sultan Harezmşah’ın bu tam manasıyla abes hareketini, realist görüş ve soğuk kanlılıkla değerlendirip halkının genel yararı adına savaş sebebi saymamış, ticaret esasına dayanan ilişkilerin gelişimini sekteye uğratmak istememişti. Fakat bunun üstüne meydana gelen Otrâr faciası her tahammülü aştı. Ukuna’nın başkanlığındaki Moğol elçilik heyeti 450 kişilik ticaret kervanıyla beraber, Harezmşahlar devletinin sınır şehri olan Otrâr’a geldiği zaman, vali tarafından durduruldular. Otrâr valisi, Sultan’ın yeğeni ve Yinal (İnal veya inalcık=prens) idi. Beraberinde 20 bin süvari vardı. Gelen kafileyi tutuklattıktan sonra hepsini öldürdü ve zengin mallara el koydu.” Kafesoğlu (İslamî) kaynakların hepsinin bu olaya cinayet dediğini nakleder: “Kaynaklarımız, istisnasız, cinayet diye niteledikleri bu katliâmda hepsi Müslüman olan tüccarların, Kayır-Han lakabını taşıyan bu yeğen İnal’ın servet hırsına kurban

gittiklerinde görüş birliği içindedirler. Olayda Sultan’ın rolü ise değişik tarihçilerce değerlendirilmiştir. Cüveynî’ye göre, vali, iş adamları arasında eskiden kendisini tanıyan bir Hindli’nin lâubâlice hareketlerine canı sıkılarak, (ama) esasen mallara tamah ettiği için, durumu bir elçi ile Sultan’a bildirmiş, o da hiç düşünmeden, olayın sonucunu değerlendirmeden, (bir Hintli’nin yaptığı işe karşı, 450 kişinin hepsinin) kanlarının akıtılması emrini vermiş ve öldürmeler bunun üzerine yapılmıştır. İbnu’l-Esîr’e göre ise, vali gelen “Tatar tâifesi” (Moğol kervanı) hakkında Sultan’a haber göndererek, beraberlerindeki değerli mallardan bahsetmiş, Harezmşah da onların öldürülmelerini ve mallara el konularak kendisine gönderilmesini emretmiştir. Cüzcânî’de de Otrâr valisinin Harezmşah’tan müsaade alıp, elçiler dahil iş adamlarını servetlerine göz koyduğundan öldürttüğü kayıtlıdır.” (Kafesoğlu, 241) Olayda valinin oynadığı rol (bu kervanın casuslardan müteşekkil olduğunu söylemesi ve buna başkenti ikna etmek istemesi gibi) tartışılmakla beraber, Sultan Harezmşah’ın (hazinesinin) o sırada maddi açıdan bir problemi olmadığı düşünülmelidir. Sultan bugünkü Kazakistan’dan, Doğu Türkistan’a, Afganistan’a, Pakistan’a oradan Özbekistan, Tacikistan, İran’a, Irak topraklarına kadar çok geniş topraklara hükmediyor ve çok muazzam miktarda vergi topluyordu. O nedenle olayın nedeni ekonomik olmaktan çok siyasi idi ve hislerine ve hırslarına hiçbir zaman hakim olamayan Sultan, bu olayda da aynı yanlışı tekrar ediyordu. Fakat bu defa çok çetin bir rakiple karşı karşıya idi, ama hala Moğollar’ın ne yapabileceğini ciddiyetle değerlendiremiyordu. İbnu’l-Esîr ele geçirilen kervan mallarının Sultan’a gönderildiğini bildiriyor ki, bir süre sonra Cengiz Buhara’yı işgal ettiğinde, Buharalı iş adamlarının elinde, sahipleri öldürülmüş olan bu mallar bulunmuştu. Birkaç Moğol dışında öldürülen 450 kişinin tamamı Müslümandı ve kervandaki bütün mallar da bu Müslüman iş adamlarına aitti. Kafesoğlu bu noktada uluslar arası ticaret hukuku ile ilgili bir değerlendirme yapıyor: “Sultan Harezmşah’ın, bir devlet başkanı sıfatıyla, özellikle ikili anlaşmalarla bağlı bulunduğu diğer bir devletin, belirli şartlar altında ve belirli (ticârî) maksatlarla gelen vatandaşlarına karşı bu kadar kayıtsız davranması ve eğer suçlu olsalar bile bu durumu gerçeğiyle vakıf olmadan 450 kişinin hayatını bir sınır valisinin eline bırakması en azından tedbirsizlik ve yetersizliktir. Sultan, ister ânî bir kızgınlıkla, isterse lâkaytlığı sonucunda meydana gelmiş olursa olsun, bu olaydan birinci derecede sorumludur. Karşısındaki Cengiz, (üstelik) o sırada Müslümanların bu bölgedeki baş düşmanı dinsiz Güçlük Han’ı ortadan kaldırmıştı ve her zaman iş adamlarının yararlarını göz önünde tutan tutumuyla Müslümanların koruyucu rolüyle, İslam Alemi’nin gözünde yükselirken; Doğu’nun en büyük İslam İmparatorluğu’nun sahibi ve bütün Müslümanların kendisine tâbi olduğu Sultan Harezmşah, dindaşlarının hukukunu çiğnemekte tereddütsüz davranmak, onları sebepsiz ve insafsızca öldürtmek gibi havsalanın güç alacağı hareketlerde gayet pervasız davranıyordu. Bu Otrâr katliâmı 1218 sonlarında olmuştu. 1219 yılı sonlarına doğru Moğollarla İslam dünyası arasında ölüm-kalım savaşı başladığı zaman, Harezmşah’ın koca imparatorluğunda hemen hemen yalnız kalması, ne ordudan ne de halktan doğru dürüst hevesli bir destek/işgale direniş görmemesi, yıllardır işlediği yersiz hareketlerin tabiî/doğal bir netîcesi idi.” (Kafesoğlu, 242) Gerçekten Harezmşah İmparatorluğu’nun ekonomik verileri o günlerde çok iyi idi. Ama sosyal siyaset anlayışı berbat bir durumda idi ve bu durum da hızlı çöküşü getirecekti. Son Fırsatın da Kaybedilmesi. “Cengiz, Otrar katliâmını haber aldıktan sonra ilk olarak, “hâince ahid (anlaşma) bozma” olarak isimlendirdiği fâciâyı Sultan nezdinde şiddetle protesto etti. İbni Kefrec Buğra ile iki Moğol’dan oluşan üç kişilik Cengiz’in elçiler heyeti Harezmşah’a geldiler ve Cengiz adına bu “kötü ve çirkin işin” doğrudan doğruya (görünürdeki, resmî) fâili olan Otrâr valisinin teslimini istediler. Moğol elçilerinden İbn Kefrec Buğra, eskiden Harezmşahlar yönetiminde çalışmış valilerdendi ve bu da gösteriyordu ki, İslam İmparatorluğu’nda(ki yanlış icraatlar yüzünden) Cengiz Han’ın devletine iltihak edenler yalnızca (Müslüman) iş adamları değildi. Heyet uluslar arası taahhütleri

bozmanın esasen bayağı bir şey olduğunu, hele bu, bir İslam sultanından sadır olursa o zaman daha da çirkin ve bayağı olacağını bildirmişler ve Sultan Harezmşah’ın bu işte bir suçunun olmadığını ileri sürdüğü takdirde, valinin Cengiz tarafından cezalandırılması suretiyle savaşa engel olunabileceğini beyan etmişlerdi. Fakat Sultan, valiyi teslim etmek bir tarafa, aşırı kibir ve gururunun oyuncağı olarak, itidali büsbütün elden kaçırdı ve güya kendini ‘sağlam ve eğilmez’ göstermek için bu elçileri de öldürttü.” (Kafesoğlu, 243) Bu olay, bundan sonraki kırk yılda Asya’nın ortasından Mısıra kadar, bütün Doğu İslam dünyasının ekonomik, sosyal, bilimsel, kültürel yönlerden tahrîbine yol açacak, İslam tarihinin en büyük felaketinin başladığının işareti idi. Savaş başladıktan sonra da Harezmşah stratejik açıdan pek çok yanlışlar yapacaktı. Ekonomik durum hızla bozulacaktı. Başkent Semerkand’in etrafını bir dış surla çevirmek ve yeni okçu birlikleri oluşturmak için, imparatorluk halkına mevcut vergileri yüzde üç yüz artıran olağanüstü vergiler konuluyordu. Bu suretle aynı yılın vergisi halktan zorla üç defa toplanmış olmasına rağmen, ne Semerkand surları yapılmış, ne mevcut kalenin tamiri bitirilmiş, ne de yeni birlikler oluşturulmuştu. Buna karşın, hiçbir işe yaramayan bu tahammül sınırlarının üstündeki vergilerin toplanması esnasında uygulanan baskı, halktan varının yoğunun alınması, geniş kütlelerin kalbinde onulmaz yaralar açmıştı. (Kafesoğlu, 251) İşgalden sonraki feci durum ise anlatılacak gibi değildi. Çinli gezgin K’ieou Tch’ouen: “Sultan’ın hakimiyeti zamanında Semerkand’de 100 binden fazla âile vardı, fakat (iki yıl sonra) şimdi (1221-1222’de) bunun ancak dörtte biri kalmıştır” diyordu.” (Kafesoğlu, 267) Cengiz’e, “Cengiz’i hunrîz(kan dökücü Cengiz)” diyen Ahmet Cevdet Paşa ise daha çarpıcı bir örnek veriyordu: “Nakledilir ki, Herat şehrindeki öldürülenlerin miktarı bir buçuk milyonu aşkın olup, içlerinden sadece Şerafeddin ismindeki bir kişi, on beş adam ile kurtulup, çevre köylerden bu katliamdan kurtulan yirmi beş kişi ile beraber kırk kişi olmuşlar ve bundan sonra on beş sene kadar Herat’ta ancak bu kırk kişi yaşamıştır.” (Ahmet Cevdet Paşa, II, 398) Aral gölünün güneyinde, Amuderya (Ceyhun) nehri üzerindeki Gürgenç (Cürcan) (günümüzde, (Batı) Özbekistan sınırları içindeki Urgenç) Harezm’in eskiden beri merkezi ve başkenti idi. Gürgenç, 13. yüzyılın başında dünyanın en zengin birkaç şehrinden biri idi. Büyük çöküşten az önce 1219 (616 H.) yılında, burayı ziyaret eden Yakut el-Hamevî, buradan daha büyük, daha zengin ve daha güzel bir şehir görmediğini söylüyordu. (Özaydın 1997, 217-220) Şehir halkı Moğollar’a karşı, dört ay süreyle sokaklarda barikatlar kurarak, su bentlerini siper yaparak, büyük binaları kale gibi kullanarak büyük bir direniş örneği gösterdiler. Moğollar Mayıs ayında şehri bir enkaz yığını halinde teslim aldılar ve daha sonra Amuderya bentlerini açarak her tarafı su altında bıraktılar. Avrupa ve Batı Asya ile UzakDoğu arasındaki o devrin bu en hareketli ticaret merkezi ve nefis binalar çamura gömüldü. (Kafesoğlu, 274-75) Sultan, Mâverâünnehir’den o kadar süratle kaçıyordu ki, daha önce el koyduğu Zevzen hükümdarı Kıvamu’l-Mülk’ün sandıklar dolusu hazinesini taşıyamayacağını görünce mühürlerini bile açamadan Ceyhun nehrine attırmıştı. Tarihçi Nesevî, Harezmşah’ın Mâverâünnehri terk kararı alıp Irak’a doğru (kaçış) hareketini eleştiriyor ve “Düşmana bırakılan memleketler, arazi ve insan bakımından öyle kıymetli idi ki, onlara nisbetle Irak hiçbir şey ifade etmez” diyordu. (Kafesoğlu, 276-277) Levazım Dairesine İhtiyaç Yok. Ahmet Cevdet Paşa tarihçi ve hukukçu olmanın yanında uzun yıllar Osmanlı yönetiminde görev almış bir devlet adamı ve bakan olarak, iktisadi konularda da ilginç ve faydalı yorumlar yapmış bir düşünce adamıdır. Yedi yüz bin süvarilik bir Moğol ordusunun abartı olup olmadığı konusunda fikir yürüten Cevdet Paşa (gerçi Kafesoğlu, Harezmşah’ın ordusunun da dört yüz bin süvariden oluştuğunu (Kafesoğlu, 289) not etmektedir) şu noktaya dikkat çeker: “Bu vahşî (Moğol) kabileler(i), yük ve ağırlık ve çoluk çocuklarıyla bir ordu olarak geniş Tataristan (Moğolistan) diyarında seyr-u hareket eyleyip obalarını kurdukları yerler ordugâhlarıydı. Ve her biri kendi hayvanlarının nalbant ve saracı olduğundan ordularında sanayi bölükleri yoktu ve koyun ve sığır

ve binek hayvanları ile beraber olarak onların etlerini yerler ve sütlerini içerlerdi. Hayvanları da tırnaklarıyla yerleri eşip ot kökleriyle beslenirlerdi. Binâenaleyh, kondukları yerde, dışarıdan yiyecek içecek temini için menzîl emînine ihtiyaçları yoktu.” “Cengiz Han, yedi yüz bin süvari ile Tataristan’dan çıkarak Batı’ya doğru hareket eyledi. Bazıları: “Bu kadar süvârinin bir memleketten diğer memlekete nakli zaten mümkün olmadığı gibi, azıkları ve zahireleri ve yiyecek işleri düşünülürse imkansızlığı ortadadır” diye bu rakamı mübalağa olarak görürler. Fakat, öncelikle, Tatar süvârisini zamanımızdaki pahalı süvariye kıyas etmek, doğru bir kıyas değildir. Gerçi şimdi, yüz bin süvari sevk etmek bile mümkün değildir ama; yedi yüz bin Moğol’u sevk etmek mümkündür. Zîra onlar, obaları halkı ile ve bütün hayvanlarıyla bir ordu şeklinde hareket eder ve istedikleri yerde ordu(gâh)larını kurar ve hayvanlarının sütleri ve etleriyle geçinirlerdi. Silahlarını kendileri yaparlar ve eğerlerini kendileri dikerlerdi. Her il ve aşîretin beyleri ve her kabîlenin hanları, müfredât-ı umûrlarıyla( kendi işleriyle) meşgul olup, hân-ı ‘azam (en büyük han) ancak muazzamât-ı umûr ile (büyük işlerle) meşgul olurdu. (Cevdet Paşa, II, 386, 388-389) Cevdet Paşa’nın bu ifadesinden, Moğol ordusunda (ve devletinde) hem çok iyi bir iş bölümü, hem de bürokratik işlemlerin az olduğu, az masrafla işlerin görüldüğü anlaşılıyor. 13. yüzyılın ilk çeyreği biterken, Moğollar’ın bu şekilde kısa zamanda Asya’nın büyük bölümünü ellerine geçirmelerinin, Orta Doğu ve Anadolu’ya ilk olumsuz etkisi, bu bölgelerdeki yönetimlerin, Moğol tehlikesine karşı ordularını güçlendirmek amacıyla vergileri yükseltmelerinde görülmektedir. Fakat iktisat tarihindeki pek çok örnekte görüldüğü gibi, bu vergiler çoğu yerde yerine harcanmayacak, idarecilerin ve vergi toplayanların suistimalleri halkla idarelerin arasını açacak, ve sonuçta Moğollar’ın kırk yıl içindeki ilerleyişi 1260 yılında Gazze’yi işgal etmeleri noktasına kadar ulaşacak, bu tarihten sonra başlayacak olan Mısır Memlukleri’nin önderlik ettiği direnişle, Moğollar üst üste yenilgiye uğratılarak, bölge işgalden kurtarılacaktır. 1222 ve 1231 yıllarında Azerbaycan’a iki sefer düzenleyen Moğollar, bölgeyi tamamen yağma ve tahrip ettiler. Yüzyılın ikinci yarısında Azerbaycan ekonomisinde nisbî bir gelişme görülecektir. Fakat esas iyileşme, asrın sonunda özellikle Gazan Han zamanında (1295-1304) görülecek, Tebriz dünyanın en gözde ticaret, ilim ve sanat merkezi haline gelecektir. (Buniyatov 1991, 317-322) Şimdiki İran’ın güneybatısında bulunan Hûzistan da Moğol işgalinden büyük zarar görmüş yerlerdendir. Cündişapur, Sûs, Râmhürmüz gibi tarihî ve ekonomisi çok canlı kentleri bünyesinde barındıran Hûzistan; Moğol istilası, kabileler arasındaki çekişmeler, sürekli savaşlar, ticaret kervanlarının yağmalanması, şehirlerin boşalıp yöre halkının göçebeleşmesi, sürekli ve emniyetli bir idarenin olmaması gibi sebeplerle sönmeye başlamış, Cündişapur ve Sûs tamamen terkedilmiş ve bölge 20. yüzyılın başına kadar harap bir durumda kalmıştır. (Uslu 1998, 436-439) Celâleddin, Bedevîler Ve Moğollar: Üç Belâ. Bu dönemde, İran’ın batısı ve Irak bölgesinde Moğollar’ın yanında, uluslar arası ticâret ve halk için iki büyük belâ daha ortaya çıkmıştı. Bunlardan biri olan Celâleddin Harezmşâh, Moğollarla köşe bucak savaşırken kardeşi Gıyâseddin ile de savaşıyordu. Celâleddin’in askerleri, Orta Asya’dan itibaren Moğollar’ın önünden kaçarken bütün çevre şehirleri yağmalamışlar, geçtikleri yerleri perîşan etmişlerdi. Hûzistan’a ulaştıklarında son derece büyük ihtiyaçlar içinde bulunuyorlardı ve ellerindeki binekleri hayli azalmıştı. Böylece geçtikleri bütün şehirlerden ellerine geçirdiklerini almaya başlamış, at, katır ve benzeri binek hayvanlarını ganimet olarak toplamışlardı. Celâleddin’in askerlerinin Irak Bakuba’da ve Tikrit’te yaptıkları zulümleri anlatan İbnu’l-Esîr, mallarına el konulan insanların düştüğü trajik durumlardan da örnekler verir. Bu arada üçüncü bir belâ olarak Bedevî Araplar ortaya çıkmışlardı. Celâleddin’in Hûzistan ve Irak’ta ikameti sırasında çevrede yaşayan Bedevî Araplar, etrafı kasıp kavurmaya, yolları kesmeye, köyleri yağmalamaya ve yollardan gelip geçenleri büyük bir korkuya düşürmeye başlamışlardı. 1225 yılında Irak’tan Musul’a giden iki büyük kervanı vurmuşlar, ve bu kervanlardan hiçbir mal

kurtarılamamıştı. (İbnu’l-Esîr, X/277-279) İbnu’l-Esîr, o yıl Musul ve El-Cezîre bölgesinde halkın kedi köpek eti yediğini de şöyle kaydeder: “Bu yıl Musul’da ve el-Cezîre bölgesinin her tarafında şiddetli bir kıtlık ve pahalılık oldu. Halk ölü eti, köpek ve kedi eti yemek zorunda kalmış, hatta bundan dolayı çevrede yaşayan köpek ve kedilerin sayısı daha önce hayli fazla iken, bu kıtlık döneminde çok azalmıştı. Kıtlık döneminden evvel, bir gün eve gitmiştim. Kızlarımızın pişirmek üzere et doğradıklarını gördüm. Etraflarında biriken birçok kedi gördüm. Üşenmedim saydım, tam on iki tane kedi vardı. Bu yıl ise, fark ettim ki, evde bir miktar et olduğu halde, ona yanaşan bir tek kedi bile görmedim. Şehirde kediler tükenmiş gibiydi. Yiyecek maddelerinin yanı sıra, bir çok şey aynı şekilde bir hayli pahalılaşmıştı. Bu dönemde, bir rıtıl susam yağı, pahalılık döneminden evvel yarım kırata satılıp dururken, iki kırat değerine ulaşmıştı. Hatta, daha önce, o kadar ucuzdu ki, altmış rıtıllık bir susam yağı ancak bir dinar fiyat bulabiliyordu. Hatta hayret edilecek bir durumdur ki pazı, havuç ve şalgam gibi sebzelerin beş rıtılı bir dirheme, menekşenin her altı rıtılı bir dirheme satılmıştı. Bazen yedi rıtılının bir dirhem değer bulabildiği görüldü. Bu fiyatlar bir daha işitilecek cinsten fiyatlar değildi. Dünya kurulalı beri fiyatlar yükseldiğinde bir kıtlık meydana gelir, fakat yağmur yağdığı anda yiyecek maddeleri çoğalır ve bu kıtlık sona ererdi. Fakat bu sene, kışın tâ başından baharın sonuna kadar sürekli yağmurlar yağmış olmasına rağmen, yine de fiyatlar ucuzlamadı, yağmur yağdıkça fiyatlar artıp durdu. Bu da duyulmuş ve görülmüş bir olay değildi. İşte yine bu kıtlık yılında 1,3 mekiklik buğday 1 dinar ve 1 kırata değer bulunuyordu. Bağdâdî ölçek ile bunun, yani 1,3 mekiklik buğdayın ağırlığı 45 rıtıl un ağırlığındadır. Aynı şekilde 1 mekiklik tuz daha önce 1 dirhem değerinde iken, bu dönemde 10 dirheme satılır oldu. Yine 1 mekiklik pirinç 12 dirhem iken, bugünlerde 50 dirheme yükselmişti. Önceleri 4 hatta 5 rıtıllık hurma 1 kırata satılırken, bugünlerde 2 rıtıl 1 kırat fiyatına çıkmıştı. Esmer Toz Şekerin Fiyatı Neden Zirve Yaptı. Yine hayret edilecek bir husus vardır ki, o da kötü ve esmer renkli toz şekerin bir rıtılının, daha önce bunun 1 rıtılı 1,25 dirheme; güzel, beyaz Mısır toz şekerinin bir rıtılı ise 2 dirheme satılıyor iken, bu pahalılık döneminde 3,5 ve 2,25 dirheme satılmış olmasıdır. Bunun sebebi de şöyle anlatılır: Bu dönemde hastalıklar bir hayli artmış ve veba hastalığı yaygınlaşmıştı. Hastalıklar çoğalıp şiddet ve belâlar artınca, bu konuda hanımlar arasında şöyle bir söz yayılmıştı: Bu hastalıklar hep soğuk hastalıklardır, esmer renkli şeker ise sıcaklık vermektedir. Bundan dolayı, bunun hastalıklara iyi gelmesi mümkündür. Beyaz renkli şeker ise soğuk olduğundan hastalığı artırmaktadır. Doktorlar da, kadınların kalplerini kazanmak gayesi ile onlara uymuş, onların cehâletlerine tâbî olmuşlardı. Bundan dolayı esmer renkli şeker bir hayli fiyat bulmuş, çok çok pahalılaşmıştı. Bu durum tamamen ifrat derecesine varan cehâletten kaynaklanıyordu. Yazın ilk günlerine kadar bu hastalıklar devam etmiş ve özellikle veba ve diğer salgın hastalıklar bir hayli yayılmıştı. Hatta ölenler o kadar fazla idi ki, mezara götürülmek üzere taşınan cesetlerden birkaçı aynı teneşir üzerine konur, taşınır götürülürdü. Bu yıl bir başka felâkette Bağdat’ta yaşanmıştı. 3 Şubat 1225 günü Bağdat’ta kar yağmış, her tarafta sular donmuş, bu şiddetli soğukların etkisiyle çarşı ve pazarda yaşayan fakir ve dilencilerden çok kimse hayatını kaybetmişti. (İbnu’l-Esîr, X/299-301) Enflasyon, Musul ve el-Cezîre bölgesinde 1226 yılında da devam edecekti. Bunun sebebi bölgeye yeterli yağmur yağmaması idi. 1226 yılı baharında 5 Şubattan 12 Nisana kadar bazı köylerde çok az yağan yağmurun dışında bütün bölgede, hiç görülmemiş bir şekilde, bir damla bile yağmur yağmamıştı. O nedenle bu yıl mahsul çok az çıktı. Bir de bölgede müthiş bir çekirge sürüsü türemiş, halk yağmursuzluğun yanı sıra çekirgelerden de büyük sıkıntı çekmişti. Daha evvelki aylarda fiyatlar nispeten düzelmiş olmasına rağmen, bu çekirge sürülerinin gelip bütün ekinleri perîşan etmesi üzerine fiyatlar bir hayli yükselmişti. Arkasından bir felâket daha meydana gelmiş, şiddetli bir dolu yağmış ve birazcık bitmiş bulunan ekinleri tümüyle yok etmişti. Halkın anlattıklarına göre, yağan bu şiddetli dolunun iriliği kimine göre iki yüz dirhem (720 gram), kimine göre 1

rıtıl ağırlığında idi. Dolu ekinlerin dışında, bir çok hayvana da zarar vermişti. (a.y. 318-319) Musul’da Et Fiyatları. 1227 yılında, el-Cezîre bölgesinde pahalılık sürmüş ve fiyatlar bazen iner, bazen çıkar bir durumda devam etmiştir. “Yağışlardaki azalma bu yıl da devam etmiş; bütün Şubat ayı boyunca ve Martın onuncu gününe kadar yağmurlar hiç yağmamış, bunun etkisiyle yine pahalılık meydana gelmiş, fiyatlar yükselmiş, Musul’da iki mekik buğday 1 dinar (altın) 2 kırata, üç mekik arpa da 1 dinar 2 kırata fiyat bulmuştu. Yıl boyunca da her şey bir hayli pahalı satılmış, fiyatlar normalin çok üzerinde seyretmişti. Bu yılın ilkbaharında Musul’da koyun eti bir hayli azalmış, buna mukabil fiyatları da yükselmişti. Hatta öyle bir duruma ulaşmıştı ki, Bağdat ölçüsüyle bir rıtıl koyun eti iki habbe ve sanca karşılığında satılıyordu. Hatta bazı günler bu fiyatın da üstünde satıldığı görülmüştü. Musul’da koyun alım satımı ile uğraşan birisinin bana anlattığına göre, günde bazen tek bir kuzu, bazı günlerde beş kuzu ve çok nadir olarak da altı kuzu satılmıştır. Bu ise bütün ömrümüz boyunca görmediğimiz ve işitmediğimiz gibi bizden evvelkilerin de böyle bir şey anlattıkları vâki değildi; çünkü ilkbaharda mutlaka koyunlar fazlalaşır ve fiyatları düşerdi. Ayrıca Türkmenler, Kürtler ve Kaylikanlar bulundukları yerlerden kışlaklarından ayrılıp Zuzan’a giderlerken koyunlarını ucuza satarlardı. Bu bakımdan da fiyatlar düşüyordu. Her sene bu mevsimde altı, hatta bazen yedi rıtıl et, bir kırata satılıyordu. Fakat bu sene fiyatlar öyle yükselmişti ki, 1 rıtıl et iki habbeye satılıyordu.” İbni Esîr, bir yıl sonra ise fiyatların düştüğünü kaydediyor: “Bu yılda (1228 yılı) bütün elCezîre bölgesinde fiyatlar düşmüş, bir çok şey ucuzlamıştı. Hububat ve diğer ürünler özellikle buğday ve arpa gayet iyi ürün vermişti. Bu düşme ve ucuzluğun meydana gelmesine rağmen, yine de fiyatlar o pahalılık döneminden evvelki seviyelerine inmemişlerdi. Buna rağmen kısmen ucuzluk meydana gelmişti. Mesela Musul ölçeği ile 5 mekik buğday, 1 dinara; 17 mekik arpa da, 1 dinara satılmaktaydı.” (İbnu’l-Esîr, X/325 ve 334) Üç yıl sonra, bu defa Kuzey Irak’la beraber bütün Suriye, yağış yönünden çok sıkıntılı bir yıl geçirecek ve fiyatlar yine astronomik boyutlara ulaşacaktır: “Bu yıl da (1230 yılı) el-Cezîre ve Şam bölgelerinde ve özellikle Halep ve çevresinde yağmur yağmamış, bundan dolayı da ekinler son derece az ürün vermiş, gıda maddeleri azalmış ve fiyatlar bir hayli yükselmişti. Özellikle Halep’te meydana gelen pahalılığın haddi hesabı olmadığı gibi, bundan evvelki kıtlık ve pahalılık yıllarında da böylesi asla yaşanmamıştı. O sıralarda Halep emîri olan Melik Zâhir’in atabeyi olan Atabey Şehâbeddin bu pahalılık ve kıtlık yılında elinde avcunda bulunan bütün malları ve gıda maddelerini çıkarıp halka dağıtmış, Halep’i ve çevresini gayet mükemmel bir şekilde yöneterek, bu pahalılığın ve kıtlığın etkisini azaltmağa çalışmıştı. Allah O’na mükâfatını ve ecrini versin” (İbnu’l-Esîr, X/358) Bağdad’ın En Zor Yüzyılı. 12. Yüzyıl; Bağdat’ta zaten iç çatışmalarla geçmişken, halk grupları ve mezhep mensupları arasındaki olaylar 13. yüzyılda da devam etti. 1242’de Me’mûniyye ile Bâbu’l-ezec, Muhtâre ile Suku’s-Sultan, Katuftâ ile Kureyye mahalleleri arasında olaylar çıktı, pek çok kişi öldürüldü ve dükkanlar yağmalandı. 1255 yıllarında durum çok daha kötüleşti. Sünnîlerin oturduğu Rusâfe ve Şiî mahallesi Hudayriyyîn arasında çatışmalar meydana geldi. Daha sonra Bâbu’lBasra ve Kerh de olaylara karıştı. Bu olaylar hem hükümet kontrolünün azaldığını, hem de mahalleler arasında rekabet olduğunu göstermektedir. Kerh ile Bâbu’l-Basra arasında yeniden çatışma çıkınca bunu önlemek için gönderilen askerler Kerh’i yağmaladılar. 1256’da Kerh halkından birinin öldürülmesiyle, olaylar doruğa ulaştı ve kontrolü sağlamak için gönderilen askerler halkla beraber Kerh’i yağmalayıp, birçok yeri yakıp yıktılar; pek çok kişi öldürüldü ve kadınlar kaçırıldı. Bu dönemde ayyârlar her tarafta faaliyet gösteriyordu. Dükkanları yağmalıyorlar ve geceleyin evleri soyuyorlardı. Hatta Mustansıriyye’yi bile iki kere talan etmişlerdi. Hükümet olayları bastırmaktan âciz kalmıştı. Kanallar temizlenmediği için seller meydana geldi. 1243’teki seller ve taşkınlar, Nizamiye ve civarındaki bazı mahalleleri tahrip etti. 1248’de seller Doğu Bağdat’ın

etrafını sardı ve duvarların bir kısmını yıkarak Harîm’e ulaştı. Sel Rusâfe’de de birçok evi yıkmıştı. Batı Bağdat sular altında kaldı ve Bâbu’l-Basra ve Kerh bölgesi hariç, birçok ev yıkıldı. (İhmal yüzünden) En büyük sel felaketi ise 1256’da meydana gelmiş ve Batı Bağdat’taki Dâru’l-hilâfe ve Nizâmiye Çarşıları sular altında kalmıştı. Bu durumlar Bağdat’ta, Moğol işgalinden önce bir çöküşün, Çöküşten Evvel Çöküşün yaşandığını göstermektedir. İki yıl sonra 10 Şubat 1258’de Moğollar Bağdat’a saldırdılar; Halife Musta‘sım kayıtsız şartsız teslim oldu ve halk kılıçtan geçirildi. Kuşatmadan önce Bağdat’a akın eden çok sayıdaki köylü de, bu acı âkıbetten kurtulamadı. Yüz binlerce kişi öldürüldü, şehir yağmalandı. Moğollar vergi tahakkuk ettirmek için, Bağdat’ın nüfusunu onar, yüzer ve biner kişilik gruplar halinde kaydettiler. Yaşlılar ve çocuklar hariç, herkesten vergi alındı. Bu durum yaklaşık iki yıl devam etti. Daha sonra şehre vali tayin edilen ve 25 yıla yakın (1258-1282) Bağdat valiliği yapan Atâ Melik Cuveynî, şehri tekrar imara başladı. Nizâmiye çarşısı yeniden inşa edildi. Mustansıriyye tamir edildi ve yeni bir sulama sistemi yapıldı. İlhanlılar Hıristiyanları korudular ve onlardan cizyeyi kaldırdılar. Kiliseleri yeniden inşa ettiler. Argun Han’ın (1248-1291) Yahudi asıllı maliye bakanı Sâ‘duddevle kardeşini Bağdat’a vali tayin edince Yahudilerin itibarı arttı. İlhanlılar, Bağdat’ta kağıt parayı (Çao/Çav) kabul ettirmeye çalıştılarsa da başarılı olamadılar ve Gazan Han 1297’de bu uygulamaya son verdi. (Dûrî 1991, 425-433) Vergiler Geliyor Irak’ta. Abdulaziz ed-Dûrî, Moğol işgali sonrası Irak’ın genel ekonomik durumunu şöyle özetler: “Moğollar Abbâsî halifeliğini yıktılar ve Irak’ta (da) İlhanlılar devleti kuruldu. (1258-1335 M./656-736 H.) Irak bağımlı bir vilayete dönüşerek, diğer Arap memleketlerinden koptu. Arazilere İlhanlılar el koydu. Vakıflar ve özel mülklerin çoğunluğu bir tarafa bırakılırsa, arazilerin çoğunluğu onların tasarrufu altına girdi. Moğollar zamanında ikta‘ uygulaması genişledi. Zira, gelirleri askerî hizmet karşılığı olarak kendilerine ait olmak üzere askerlerine ve valilerine geniş topraklar ve köyler ikta‘ ediyorlardı. Yine, hazineye belli bir paranın ödenmesi karşılığı ikta‘lar verdikleri gibi, bazı şehirleri ve ikta‘ alanlarını da idare edilip gelirleri kendilerine verilmek üzere ‘emanet’ yoluyla veriyorlardı. Bazı yerler ise üzerinde anlaşılan bir para karşılığında ‘damân’ yoluyla veriliyordu. Önemli olan, ikta‘ uygulamasının genişleyip, askerî bir nitelik almış ve bu uygulamada verasetin yaygınlaşmış olmasıdır. (Kendilerine ikta‘ verilenler, bunu istediğine satabilir, vasiyet edebilir veya vakfedebilirlerdi) Bu dönemde tarım ise geriledi. Sulama sisteminin ihmal edilmesi sonucu, zirâî birim başına elde edilen ürün eskiye oranla büyük ölçüde -bazen yarıya kadar- düştü. Ekili alanlar daraldı veya kalitesi düştü. Bunun etkisi, kurak arazilerin genişlemesinde ve Güney Irak’ta yeni toprakların sular altında kalmasında görüldü. Bununla beraber, ekinleri ve bahçeleri ekilmeye devam edilen bazı yerler de yine vardı. Fakat haraç gibi olağan vergilerin yükü ağırlaştı. Vergi toplama memurlarının ve yöneticilerin aç gözlülüğü, garantörler(dâminûn)in hırsı ve gelirin büyük kısmını çalmaları, ticârî mallara ve satılan eşyaya konulan damga vergisi, mesken ve gayr-ı menkul vergisi, veraset ve intikal vergisi gibi yeni yeni vergilerin konulması, durumu daha da ağırlaştırdı. Daha kötüsü, bütün bunlar yardım (müsaade) ve ‘farz’ adları altında, ama zorla ve düzensiz, sınırsız bir şekilde yüklenen diğer mükellefiyetlere ilâveten meydana geliyordu. Ayrıca, cizye de bir süre, istisnâsız bütün halka yüklenmişti. Vergilerin ağırlaşması ve sulama sistemine gösterilen ilginin azalması, halkın iktisâdî durumunun gerilemesine, şehirlerin çoğunun çökmesine yol açtığı gibi, merkezî otoritenin zayıflaması da, bedevîlerin faaliyetlerinin artmasına, ticaret yollarını kesmelerine ve genel hayata zarar vermelerine yardım etti. Moğol istilâsının etkilerinden bir tanesi de, Irak’ın diğer Arap memleketlerinden koparılıp, (ticârî yönden) İran’a ve Uzak Doğu’ya bağlanması ve kara ticaretinin doğuya yöneltilmesiydi. Bu dönemde Irak’ın, İran’la, Orta Asya ve Çin’le olan kara ticareti gelişti; Hint alt kıtasıyla olan canlı deniz ticareti de devam etti ama

Suriye ve Mısır’la olan ticareti hemen hemen kesildi. Moğollarla Memlukler arasındaki ilişkilerin gerginliği ve ara bölgedeki bedevîlerin etkinlikleri de bunu pekiştirdi. Vergilerin ağırlığının tüccarı ezmekte oluşu, yine zaman zaman parayla oynanması, paraların ağırlıklarının değişik ve baskılarının karışık olmasının ticareti olumsuz ve bozucu yönde etkilemekte oluşu da bunlara eklenebilir. (Ama esas sebebin Moğollarla-Memlukler arasında her zaman sıcak savaş olmasa da, soğuk savaş halinin sürdüğü ve gerginlik dolayısıyla sınır ticaretinin de olmadığı anlaşılıyor). Moğol istilâsı, bazı grupların (bir şehirden başka şehre) göçmesine yol açmak ve teşkîlatlanmalarına karşı çıkmak suretiyle zenaatkarlara (sanatkârlara) zarar vermiş ise de, (zamanla) sanayi teknik bakımdan eski seviyesine tekrar ulaşmış, hatta bazen canlı bir gelişme göstererek, Irak sanayi ürünlerinin, yeniden büyük bir çeşitliliğe ve rağbete kavuşmasına imkan sağlayabilmiştir. Bazı çeşitler dışarıda da şöhret bulmuştu. Irak camı, kusursuzluğu ve çok aranır oluşuyla meşhur olurken; Irak silahları (deniz yoluyla) Hind alt kıtasına ulaşıyor; ipekli elbise ihracı devam ediyordu. Doğu (ve Orta Doğu) İslam dünyasının Memlukler ve Moğollar (İlhanlılar ve Altın Orda) arasında ikiye bölünmesi sonucu, Uzakdoğu’dan gelen ticaret yolu artık kuzeyden geçiyor; (Moğollar’ın koruması altında) (şimdiki) İran (toprakları)üzerinden Ermenistan ve Anadolu üzerinden Akdeniz’e veya Hazar üzerinden Avrupa’ya veya Karadeniz yoluyla Akdeniz’e uzanıyordu.” (Dûrî 1991, 136-138, 147) Ekonomik Problemler ve Babaî İsyanı. Bu dönemde ekonomik sıkıntı, Anadolu’da, hükümete karşı bir isyana sebep olacaktı. İsyanı, Amasya çevresinde faaliyet gösteren Baba İlyâs-ı Horasânî (ö. 1240 M./637 H.) adında bir Türkmen şeyhi yönettiği için hareket onun adına izâfeten Babaîlik adıyla anılmaktadır. Dönem Anadolu Selçukluları dönemidir, Orta ve Güney-Doğu Anadolu’da Baba İlyâs’a bağlı epeyce Türkmen vardı. Babaî isyanı büyük ölçüde, I Alâeddin Keykubad’dan sonra yerine geçen oğlu II.Gıyâseddin Keyhusrev’in kötü idaresi yüzünden bozulmaya yüz tutan Selçuklu sosyal yapısıyla ilgilidir. Halbuki I. İzzeddin Keykavus (12111220) ve I Alaaddin Keykubad (1220-1237) dönemleri, Anadolu Selçukluları’nın en parlak yıllarıydı. Yeni kentler, zengin iç pazarlar ve ticaret merkezleri kurulmuştu. Ticaret yolları devletin korumasına alınarak Anadolu, uluslar arası kervan ticaretine ve ulaşımına açılmıştı. Ünlü “sultan han(lar)ı” bu dönemde yapılmıştı. II. Gıyâseddin Keyhüsrev döneminde ise bozulmanın yol açtığı idârî yolsuzluklar, toprak ve vergi düzeninin sarsılmasıyla sonuçlanmış ve bu olay göçebe hayat süren Türkmen topluluklarını diğer bütün zümrelerden çok daha güç bir duruma sokmuştu. Hayatlarını sürdürebilmek için zorlu bir mücadele vermek durumuna düşen Türkmenler, tarihin her devrinde benzer durumlarla karşılaşan toplumlarda olduğu gibi, kendilerini kurtaracak semâvî bir şahsiyet beklemeye başladılar. Bu beklentiyi Baba İlyâs Horasânî karşıladı. Olayların akışına bakılırsa Baba İlyâs, Türkmenleri bu durumdan kurtarmak için, Selçuklu hükümetini devirerek idareyi ele almaya ciddî bir şekilde isteklidir ve faaliyetlerini bu hedef üzerinde yoğunlaştırmıştır. Yardımcısı Baba İshak ve diğer halifelerinin Orta Anadolu’nun değişik yerlerindeki etkili propagandaları sonucu isyan 1240 (637) yılında Kefersud’da başlamış, ardından Gerger ve Kahta isyancıların eline geçmiştir. OrtaAnadolu’ya yürüyen isyancılara bazı Müslüman olmayan grupların da katılması, halk üzerindeki vergi yükünün hayli ağır olduğunu göstermektedir. Sonunda kısa sürede, Kırşehir yakınında, Anadolu Selçuklu ordusuna yenilen isyancıların çoğu öldürülmüş, geri kalanlar da kaçarak dağılmışlardır. (Ocak 1991, 373-374) Vergiler Geliyor Mısır ve Suriye’de de. Eyyûbî Devleti’nin 1250’de yıkılışı ile, Moğollar’ın 1219’da başlayan Batı’ya ilerleyişinin Orta-Doğu’ya ulaşması aynı tarihlere denk geliyordu. Ayrıca karada Haçlılar’a karşı yapılan savaşların hazineleri boşaltması, vergileri yükseltmişti. Bahrî Memlûk Sultanı el-Meliku’lMuiz İzzeddin Aybeg’in veziri Şerefeddin Hibetullah b. Sa‘id el-Fâizî “hukuk ve muâmelât” adını verdiği yeni ve ağır vergiler (meksler) koydu. Sultan Kutuz’un (vefatı 1260), Moğollar’a karşı yaptığı seferleri finanse edebilmek için koyduğu emlâk vergisi, baş vergisi, veraset ve intikal vergisi gibi vergilerin yıllık

tutarının altı yüz bin dinara(altına) ulaşması kârimi iş adamlarının (toptancı tüccarların) servetinin üçte birini yok etti. Bununla birlikte 1260’ta yönetimi devralan Memluk Sultanı I. Baybars, 1280-1290 arasında Mısır ve Suriye’yi yöneten Kalavun ve daha sonra oğulları Halil ile Muhammed, Ketboğa ve Lâçin gibi Memlûk hükümdarları, bu şeriatta yeri olmayan vergileri (meksleri) kaldırdılar. Hatta I. Baybars, kendisine bağlı olan Mekke şerifi Ebû Numeyy’e hacılarla iş adamlarına zulmedilmemesi ve vergi alınmaması karşılığında yıllık yirmi bin dirhem tahsisat bağladı. Ancak Ebû Numeyy’in Mısırlı hac kervanlarından alınan meksleri tamamen kaldırmak yerine 50 dirhem (gümüş), Yemenliler’den alınanları da deve başına 30 dirheme düşürdüğü anlaşılmaktadır. 1242 (639 H.) yılında Yemen Hükümdarı Mansûr er-Rasûlî Mekke’ye hakim olunca, şeriflerin alageldiği meksleri kaldırdı ve bu konudaki fermanını içeren mermer kitabeyi Kabe’ye astırdı. Ancak 1248’de Mansûr er-Rasûlî’nin vekili Muhammed el-Yemenî, eski meksleri tekrar uygulamaya koyup gayr-ı meşruluğunun kanıtı olan emîrnameyi de indirdi. Asrın başında Mekke şeriflerinin ceddi ve ilk Mekke şerifi Katâde b. İdris (1200-1220) iktidarının ilk on yılında meksleri uygulamadan kaldırmıştı. (Kallek 2003, 583-588) Memlukler’in en büyük sultanlarından olan Kalavun, bazı vergileri kaldırmış, yaptırdığı arazi tahririyle bozulan ikta sistemini düzeltmiş, uluslar arası ticareti geliştirmek için çeşitli devletlerle anlaşmalar imzalamış, Yemen, Hindistan, Habeşistan ve Seylanlı (Sri Lanka) iş adamlarına imtiyazlar vermiştir. Îmar işlerine de önem veren Kalavun’un yaptırdığı binalar Memlukler döneminin en meşhur eserleri arasında yer almaktadır.(Yiğit 2001, 227-228) Sultan Kalavun’un cömertliği zaten meşhurdu: Kudüs’ün 32 km. güneybatısı ile Gazze’nin 55 km. doğusunda yer alan elHalîl kenti suyu bol, bereketli bir arazi üzerinde bulunuyordu. Fakat, Orta-Asya, Anadolu ve Suriye’den gelen hacı adaylarının, Mekke’ye bu kent üzerinden gitmeleri, kentin nüfusunu özellikle belli dönemlerde artırıyordu. Sultan Kalavun, Hz. İbrahim’in kabrinin de bulunduğu Halîl’in haremini 1280-1281 yıllarında yeniden tamir ettirdi, yeni binalar ilave ettirdi ve daha sonra da Bîmâristânu’lMansûrî adı verilen bir hastane ile büyük su sarnıçları yaptırdı. (Bilge 1997, 305-307) Aynı bölgede bulunan Aclûn şehri de bu dönemde önemli bir ticaret kenti haline dönüşmüştür. Şimdiki Ürdün’ün başkenti Amman’ın 73 km. kuzeybatısında bulunan Aclûn, Memluk sultanı Baybars zamanında (1260-1277), Kahire, Şam ve Irak arasında ticaret kafilelerinin ulaşımında önemli bir transit merkezi haline geldi. Memluk sultanı Kalavun devrinde (1279-1290) ise şehir, hareketli çarşıları, bağ ve bahçeleri ile büyük bir kentti. (Bostan 1988, 326-327) Fernand Braudel bu dönemle ilgili bir belgeyi nakleder: “Mayıs 1288’de, Memluk yönetimi Sind, Hind, Çin ve Yemenli iş adamlarını Suriye ve Mısır’a çekmeye uğraşıyordu. Bu vesileyle yayınlanan hükümet tebliğine benzer bir şeyi Batı’da hayal etmek zordur: “Bu davetimiz şerefli kişilere, kâr arzu eden büyük iş adamlarına yahut küçük perakendecileredir..Ülkemize ulaşan kişiler burada kalmakta, dilediği gibi gidip gelmekte serbest olacaktır..borç almak ve borç vermek suretiyle hayırlı bir iş işleyen kişinin bu (ticârî) seyahati şüphesiz ilâhî lutfa mazhar olur.” (Braudel 1991, 155) Harfûşlar: (1 G) 1. Nesil Mafya. Kahire bu dönemde mafyanın ilk örnekleri ile tanışıyordu. Memlukler zamanında özellikle Kahire’de yaşayan, aralarında hîlekâr, hırsız, işsiz, dilenci, yol kesicilerin de bulunduğu zümrelere harfûşlar deniliyordu. Bu gruplar, Kahire’nin geçirdiği ekonomik ve toplumsal karışıklıklarda, Memluk sultanları ve emîrler arasındaki mücadelelerde önemli rol oynamışlardır. Ortaçağ İslam dünyasında, kendi çıkarları için toplum düzenini bozan ayyârlara benzeyen harfûşların ortaya çıkmasının sebebi, idarecilerin zulmü ve iktisâdî sıkıntıların doğurduğu işsizlikti. İşleyecek toprağı olmayan veya bir emîrin toprağında iş bulamayan köylüler, büyük şehirlere, özellikle Kahire’ye gelirlerdi. Bu geliş, bilhassa kıtlık, veba salgını gibi âfetlerin olduğu zamanlarda daha da yoğunlaşırdı. Böylece giderek sayıları artan işsiz güçsüz kişiler, Kahire’de kalabalık gruplar oluşturdular ve genellikle kanun dışı yollardan geçimlerini sağlamaya başladılar. İçlerinde ahlaksız ve hırsızların da bulunduğu bu kesim, çarşı, pazar ve cami kapılarının önleri gibi kalabalık

yerlerde, sultan ve emîrlerin yollarının üzerinde, şehrin büyük meydanlarında dilencilik yaparak ve toplumun huzurunu bozacak hareketler içerisinde yer alarak Memluk sultanları için önemli bir mesele haline geldiler. Yüksek sınıf tarafından aşağılanan harfûşlar, Kahire ve civarında mescit ve camilerin yanında hayır müesseseleri bulunduğu halde buralara gitmezler, çalışmak ta istemezler, zenginlere musallat olurlardı. Bu davranışlarına rağmen hareketlerinin kontrol altında tutulması ve iç mücadelelerde onlardan faydalanma amacıyla devlet bazen harfûşlara destek verirdi. Nitekim bazı Memluk sultanları harfûşların kefaletini kendi hasekiyyelerine ve emîrlerine vermiş, zaman zaman da onlara erzak dağıttırmışlardır. 1263 (661 H.) yılında Mısır’da kıtlık olunca, Sultan I. Baybars, iki bin beş yüz harfûştan bir kısmını kendisi almış, bir kısmını oğlu elMeliku’s-Sa‘îd’e, bir bölümünü de nâibu’s-saltanasına vermiş, kalanları ise emîrlere ve zengin iş adamlarına dağıttırmıştır. Ayrıca onlara günde üç rıtl ekmek ile bir rıtl et tahsis etmiş ve bundan böyle halktan hiçbir şey istememelerini emretmiştir. (Seyyid Mahmûd 1997, 165-166) Şeker İmalinden Tartı Standardına. Bu dönemde Mısır’da Şâfiî mezhebinin iki büyük âliminden biri olan İbnu’r-Rif‘a’nın hayat hikâyesi, çeşitli iş ve görevlerde bulunması dolayısıyla, Mısır’daki iktisadî hayatın da geniş açıdan bir tablosunu vermektedir. 1247-1310 (647-710 H.) tarihleri arasında yaşayan İbnu’r-Rif‘a Kahire’de doğmuş, bütün yaşamı büyük Kahire şehri çevresinde geçmiş ve burada ölmüştür. İbnu’r-Rif‘a, geçimini sağlamak için bir şeker imalathanesi açtıysa da, bu mesleğini ona bıraktıran ve ilimle uğraşmasını isteyen Takıyyuddîn İbnu’sSâiğ’in aracılığıyla Mısır’ın batısındaki Vâhât’ın kadılığına tayin edildi. Daha sonra Fustat’ta yetimlerin gözetiminden sorumlu Emânetu’l-hukm makamına getirildi. Sosyal-ekonomik dayanışmanın en güzel örneklerinden biri olan bu kurumdaki görevini Takıyyuddîn İbn Dakîku’l-‘Îyd döneminde de sürdürdü. Bu arada Muizziyye ve Taybersiyye medreselerinde ders veriyordu. Daha sonra Fustat muhtesibliğine atanan İbnu’r-Rif‘a ölünceye kadar bu görevini sürdürdü. Öğrencilerine maddî yardımlarda da bulunan İbnu’r-Rif‘a ayrıca, Süveyş Kanalı yakınlarındaki hac yolu üzerinde de bir vakıf yaptırmıştı. İbnu’r-Rif‘a’nın ekonomi ile ilgili iki kitabı da vardır. Er-Rutbe fi’l-Hisbe adlı hisbeyle (piyasa denetimini de içine alan denetleme ve infaz kurumu) ilgili bir eseri ve el-Îzâh ve’t-tibyân fî ma‘rifeti’lmikyâl ve’l-mîzân isimli bir kitabı vardır. İbnu’r-Rif‘a, hisbe görevini yürüttüğü sırada çeşitli ölçü tartı âlet ve birimlerinin yer aldığı, bunlarla ilgili standartların belirlendiği Dâru’l-‘İyâr’ı da denetliyordu. Bu vesileyle ölçüler konusunda uzmanlaşan İbnur’-Rif‘a’nın, Şâfiîler başta olmak üzere çeşitli mezhep mensuplarının görüşlerini derlediği bu eseri, kendinden sonrakiler için örnek teşkil etmiştir. (Kallek 2000,185-186) Bu dönemde tarımla uğraşan bir âlim nedeniyle meydana gelen tartışma da ilginçtir. Bu bilgin, (İslam) Hukukçu(su) ve tarihçi Ebû Şâme el-Makdisî’dir (1203-1267 M./599-665 H.). Muhtasar-ı Târîhi Dımeşk de dahil 16 kitabı bulunan el-Makdisî, Şam’daki Rukniyye Medresesi’ndeki derslerine ziraat işleriyle meşgul olmak üzere bir süre ara verdiği için kınanmıştı. Bunun üzerine Ebû Şâme, ziraatın en güzel rızk kapısı olduğunu belirten 108 beyitlik bir risâle (kitapçık) yazmıştı. (Altıkulaç 1994, 233-235)

Related Documents


More Documents from ""