HAREZM ISLAM
KAVUNU
BUNLAR: 13. YUZYILDA
TOPRAKLARININ EKONOMIK DURUMU (I. Bölüm) Ismail Yurdakok
[email protected]
“Nil taşmadığı için bu sene Mısır’da şiddetli kıtlık oldu. Erzak bulmak güçleşti. Halk leş yemek zorunda kaldılar. Hatta biri birlerini yediler. Sonra da veba salgını baş gösterdi ve pek çok kişi hayatını kaybetti” der İbnu’l-Esîr, 13.yüzyılın ilk yılını, milâdî 1200 yılı hicrî 597 yılının olaylarını anlatırken. Orta-Doğu’da bu yılın sıkıntılı bir yıl olduğu, şu cümlelerinden de bellidir: “Bu sene Musul’da, el-Cezîre’de, Suriye, Mısır ve diğer yerlerde deprem oldu. Deprem, Suriye’de çok zarar verdi. Şam ve çevresi ile, Hama ve Humus’daki pek çok evi tahrip etti. Busrâ’nın bir köyü yerin dibine geçti. Deprem, Suriye’nin Akdeniz sahilinde de çok etkili oldu. Trablus, Sûr, Akkâ ve Nablus ile diğer bazı kaleler de bu tahrîbattan etkilendiler. Deprem Anadolu’yu da etkilemişti. Fakat Irak çok az etkilenmiş, bir tek ev bile yıkılmamıştı. Yine bu yıl Hicaz ile Yemen arasındaki eş-Şerât’ta yaşayan Benû Anze (kabîlesi) büyük bir veba salgınına maruz kaldı. Bu kabîle yirmi köye yerleşmişlerdi. On sekiz köy vebaya müptela oldu ve hiç kimse hayatta kalmadı. Bir insan bu köylerden birine yaklaşır yaklaşmaz ölürdü. Hastalık sadece insanları öldürdü. Develeri ve sürüleri öylece kaldı.” (İbnu’l-Esîr, X, 46-47) Mardin’in durumunun ise bu yüzyılın başında iyi olduğu anlaşılıyor. Mısır (ve Suriye’nin) Eyyûbî Sultanı el-Meliku’l-Âdil ile Mardin idarecisinin arası bozulunca, el-Meliku’l Âdil bir orduyu Mardin üzerine göndermişti. Musul ve diğer şehirlerin askerleri de Mısır ordusuna katılmış ve bu ordu Mardin üzerine yürürken, Halep Emîri el-Meliku’z-Zâhir barış için araya girmişti. Sonuçta Mardin yöneticisinin yüz elli bin dinar (altın) ödemesi şartıyla barış yapılmıştı. Dinarlar on bir kırat ağırlığında olacak, Mardin ve çevresinde hutbe Melik Âdil adına okunacak, paralara Âdil’in ismi basılacak ve Mardinliler savaşta Mısır Memluk ordusuna askerle yardım edilecekti. Mardin Emîri’nin yüz elli bin altın teklifini kabul etmesi, bu bölgenin gelirinin iyi olduğunu göstermektedir. (İbnu’l-Esîr, X, 52) 15 Altın Ayda, Bir Öğrenciye. Güney-Doğu Anadolu ve Kuzey Irak’ın ekonomik durumunun bu dönemde iyi olduğunu gösteren bir misâl de Mücâhidüddîn Kaymaz’ın yaptığı vakıf eserlerdir. 13. yüzyılın başında vefat eden Kaymaz, kırk yıla yakın, bu bölgede, Eyyûbîler’in yöneticisi olarak çalışmış bir devlet adamı idi. Önce bir süre Erbil valiliği yapmış, 1176 dan itibaren de, çeyrek asır Musul emîrliğini yürütmüştü. Gecelerini ibadet, gündüzlerini oruçla geçirdiği bilinen Kaymaz’ın, çok sadaka verdiği, Musul içinde ve dışında, yollar üzerinde hanlar, medreseler yaptırdığı kaydedilir. (a.y. 34) Musul, Kaymaz’dan sonra da, istikrar ve refah içinde uzun bir dönem geçirdi. 1200 yılından itibaren önce Zengiler’e, sonra da Eyyûbîler’e bağlı olarak Musul’un fiilî yetkilisi olan Bedreddin Lü’lü, 1233’ten itibaren de Abbâsî halîfesinin tasdîkî ile Musul ve çevresinin sultanı ilan edildi. Böylece 1259 yılında vefatına kadar 60 yıl bu bölgeyi yönetmiş oluyordu. Döneminde basılan 1258 (656 H.) tarihli altın sikke İstanbul Arkeoloji müzesindedir. (Kök 2003, 257) Bu dönemde muhaddis, tarihçi, edîb ve şâir İbnu’lMüstevfî’nin amcası Safiyyuddîn Ali b. Mübarek, Erbil’de devletin mâlî işlerini yürüten Dîvân-ı İstîfâ’da başkan (müstevfî) olarak görev yapmıştır. İbnu’lMüstevfî’nin dedesi ve babası da aynı görevde bulunmuşlardır. İbnu’l-Müstevfî de, Dîvânu’l-Evkâf (Vakıflar Müdürlüğü), Dîvân-ı İnşâ (Genel Sekreterlik) ve Dîvân-ı
İstîfâ reisliği(başkanlığı) görevlerini yaptıktan sonra, 1232 (629 H) yılında Erbil Atabeyi Muzafferuddîn Kökbörî’ye vezir olmuştur. (Sakkâr 2000, 162) Tarihi M.Ö. III. Bin yıla kadar giden Erbil şehri, Begteginliler hanedanı emîri Muzafferuddîn Kökbörî zamanında bu bağımsız devletin başkenti idi. Kökbörî’nin kırk yıldan fazla yöneticisi olduğu bu dönemde (1190-1232) Erbil’de büyük bir misafirhane , bir bîmâristan (hastane), bir dul kadınlar evi ve dört daru’l-aceze inşa edilmişti. Kökbörü, burada kendi adına para bastırmıştı ve şehir önemli bir ticaret, ilim ve sanat merkezi haline gelmişti. 1236’da Erbil’e saldıran Moğollar, aşağı şehri işgal ederek, binaları yıkıp, kaleyi kuşattılarsa da, sonuçta geri çekilmek zorunda kaldılar. Ancak 1258’de burası da Moğollarca ele geçirilecektir. (Sakkâr 1995, 272-273) Aynı dönemde, 1203 yılı Ocak ayında vefat eden Afganistan ve Doğu-İran’a hakim olan Gur Hükümdarı Gıyâseddin de cömert ve iyi huylu bir yönetici idi. Horasan’da pek çok hayır müessesesi kurmuş, medreseler ve yollarda hanlar inşa ettirmişti. Mükûs denilen şerîata aykırı vergileri kaldırmış, halktan hiç kimsenin malına elini sürmemişti. Nereli olduğu bilinen bir şahıs, Gur ülkesinde ölürse, mallarını o adamın hemşerilerinden bir tüccara teslim ederdi. Eğer teslim edecek kimse bulamazsa kadıya teslim eder ve şeriata göre o malı alma yetkisi olan bir adam gelinceye kadar üzerini mühürlerdi. Bir şehre girince âlimlere ve bütün şehir halkına iyilik ve yardımda bulunur, onlara elbiseler hediye ederdi. Hazinesinden onlara her yıl tahsîsat ayırırdı. Fakirlere mal dağıtırdı. Kendisi Şâfiî olduğu halde hiçbir mezhebe karşı taassuba saplanmaz, ve taassubu kınardı. (a.y. 54) İslam Alemi’nin bir başka ucunda Ocak 1200 yılında vefat eden, Mısır Eyyûbî Devleti’nin üst düzey bürokratlarından, Kadı Fâzıl da hem kendi sağlığında çok sadaka veren bir kimse idi, hem de ölmeden önce, sadaka verilmesi ve esirlerin salıverilmesi için harcama yapacak pek çok vakıf kurmuştu. (a.y. 38) Aynı dönemde Konya’da kurulan bir vakıf kurumu da İplikçi Medresesi’dir. İplikçi (Altun-aba) Medresesi’nin 1202 (598 H.) tarihli vakfiyesine göre burada müderris, muîd (müderris yardımcısı), imam, müezzin, ferrâş (temizlikçi hizmetli) gibi görevliler ile başlangıç, orta ve ileri seviyede olmak üzere üç tür öğrenci grubu bulunmaktaydı. Şemseddin Altun-aba, medresenin masraflarının karşılanması için yakınlardaki bir han, hana bitişik on sekiz dükkan, ayrıca Konya’nın çeşitli yerlerinde otuz kadar dükkan bağışlamış, Konya’nın etrafındaki köylerden de arazi vakfetmişti. Bu gelirlerden müderrise 800, muîde 240, medrese câmisinde namaz kıldıran imama 200, müezzine yüz, ferrâşa 60 dînar (altın), yıllık ücret ödenmekte, ayrıca ileri seviyede bir öğrenciye ayda 15, orta seviyedekine 10, ve ilk seviyedekine 5 dînar verilmekteydi.(Bozkurt 2003, 323-327) Kayseri merkez Yenice mahallesindeki Gevher Nesîbe Daruşşifa’sı ve Tıp Medresesi ise Anadolu’da İslâmî döneme ait en eski hastane ve dünyanın ilk tıp fakültesidir. Daruşşifa’nın inşa tarihi 1205-1206 (602 H.) yıllarıdır. Üç köyün malikânesiyle, iki mezraa, bir hamam ve iki arsanın vakfedildiği külliyenin 1584 yılındaki yıllık gelir toplamı 43.643 akçedir. Bu kayıtta müderrislere günlük yirmişer akçe, öğrencilere de günlük sekiz akçe, vakıf gelirlerini toplayan tahsildara da (câbî) “yazma bilmesi şartıyla” iki akçe ayrıldığı görülmektedir. 13. asırdaki bu tıp kurumunda eğitimin, Gıyâsiyye bölümünde teorik, Şifâiyye bölümünde ise hasta başında pratik olarak sürdürüldüğü bilinmektedir. (Köker 1996, 39-42) Kayseri’den binlerce kilometre uzakta, Tunus’taki bir kadının söyledikleri, İslam topraklarında o zaman ve her zaman var olan cömertlik kültürünü yansıtmaktadır: Bu yüzyılın ilk yarısında yaşayan ve 1257 (655 H.) yılında vefat eden Tunuslu kadın sûfî Âişe elMennûbiyye’nin ismi, 950 yıl sonra bile bugün hâlâ çocuklara erkeklerde Mennûbî, kızlarda Âişe olarak verilmektedir. Âişe Mennûbiyye’nin hiçbir şey biriktirmeyip elindekini fakirlere dağıttığı, yanındaki bir (gümüş) dirhemi (bile) bağışlamadan yattığında, “bugün kulluğumuz noksandır” dediği nakledilmektedir. (Gündüz 1989, 206) Mısır-Suriye. Eyyûbî hükümdarı el-Meliku’l-Âdil, 13 yüzyılın ilk yılında 55 yaşında hükümdar olmuştu. On sekiz yıl sürecek yönetimi süresince( 1200-1218) en büyük gayesi, iç isyanlar ve yeni bir Haçlı seferi karşısında, devletin bütünlüğünü ve Eyyûbî âilesinin yararlarını korumak olmuş; halkın refah ve
emniyetine, din ve eğitim işlerine, ülkenin içte ve dışta barış içinde yaşamasına, ziraat ve ticârete büyük önem vermiştir. Haçlılar arasındaki birliği önlemek ve kendi gelir kaynaklarını arttırmak için Selâhaddin gibi o da İtalyan şehir devletleriyle ticaret anlaşmaları yapmıştır. Devletin maliyesine büyük önem veren ve hazineyi daima dolu tutmaya özen gösteren el-Meliku’l-Âdil âlimleri de himaye etmiştir. (Şeşen 2004, 59-60) el-Meliku’l Âdil ayrıca, hâkimiyeti altındaki bölgelerde meks (şeriata aykırı vergiler) uygulamasına da son verdi. Sadece Şam ve çevresinde bu tür vergilerden elde edilen hasılat yüz bin dinarı(altın) buluyordu. Suriye bölgesinin Eyyûbî hükümdarı el-Meliku’l-Muazzam (yönetimi 1218-1227) babası el-Meliku’l-Âdil’in iptal ettiği meksleri (bölgede bulunan) Franklarla savaş ve hazine gelirlerinin yetersizliği gibi gerekçelerle yeniden uygulamaya koyarken (Ekim 1218), Halife Zâhir Bi-Emrillah bunları 1225 yılında kaldırdı. Küçük yaşta Halep hükümdarlığı tahtına çıkan el-Meliku’n-Nâsır Selahaddin Yusuf’un (Halep Hükümdarı olarak 1236-1260; Suriye Hükümdarı olarak 1250-1260) yerine işleri idare eden annesi Dayfe Hatun da Halep de meksleri kaldırmıştı. (Kallek 2003, 583-588) Âdil’in (diğer) oğlu (Mısır sultanı) el-Meliku’l-Kâmil zamanında da(1218-1238) Mısır’da bayındırlık işleri, ticâret, el sanatları, ilim gelişmiş ve himaye görmüştür. Babası el-Meliku’l-Âdil gibi o da devletin maliyesine önem vermiş ve hazineyi güçlendirmiştir. Almanya İmparatoru II. Friedrich ile yaptığı anlaşmayla Frank limanlarının Müslümanlara sağladığı ekonomik yararları elde tutmak istemiş, gereksiz bir düşmanlıkla ticâretin getirdiği refahın kaybolmasını ve halkın huzurunun bozulmasını doğru bulmamıştır. (Bekâr 2004, 68-7) Eyyûbîler’in Halep kolu hükümdarı el-Meliku’z-Zâhir Gâzî de, otuz yıl süren idaresi döneminde (11861216) aynı anlayışın takipçisi olarak ticârî hayatın gelişmesi için büyük gayret sarfetmiş ve bu amaçla Venedikliler’le bir anlaşma yapmıştır (1207). Halep ve Lâzkiye limanları gümrüklerinden elde ettiği gelirlerle güçlü bir ordu kurmuştur. İmar faaliyetlerinde de bulunan el-Meliku’z-Zâhir Gâzî kendi adıyla anılan bir medrese (Zâhiriyye Medresesi) ve çeşitli hayır kurumları kurmuş, şehre su getirmek için de para harcamıştır. Halep onun zamanında mamur ve zengin bir şehir haline gelmiş, yeniden bir ilim ve kültür merkezi olmuştur. (Özaydın 2004, 83-84) 13. yüzyılda da Avrupa’da nüfusun artmaya devam etmesi, Avrupa ile İslam ülkeleri arasındaki ticareti artıran faktörlerden biridir. Fernand Braudel buna vurgu yapar: “Batı Avrupa’ya daha yakından bakıldığında, 1100 ile 1350 arasında sürekli bir nüfus artışının olduğu görülür...İnsanların sayısı artınca, üretim ve ticaret de arttı. (Braudel 1991, 107) Avrupa’nın pek çok yerinde su dolapları ve yel değirmenleri inşa edildi ki bu zaten ( o zaman için) bir sanayi devrimiydi(s. 96) Öte yandan Avrupa’da asrın önder ismi St. Thomas Aquinas’nun (1225-1274) (her türlü) faize karşı kesin tavır alması, paranın (mecburen) ticarete kaymasında önemli bir etken oluyordu. Aristo’nun eserleri 1240’ta Hıristiyan âlemine yayıldı ve Aquinas’ın eserleri vesilesiyle hızla okundu. Aristo ise faiz hakkında gayet net tavır alıyordu: “Faizden, her şeyden önce ve en yerinde sebeplerle nefret edilir. Faiz, paranın kendinden kâr sağlar. (Halbuki) Para, faizle çoğalması için değil, bir mübâdele (değişim) aracı olmak üzere îcât edilmiştir” (s. 159). Asrın sonuna doğru Kuzey Denizi (ticareti) ile Akdeniz’in (İtalya) birleşmesi ve buradan İslam ülkelerine ulaşan ticârî mallar, iki tarafın da zenginleşmesine (Moğol işgali sonrasında İslam ülkelerinin 14. yüzyılda kendilerini toparlamalarına) fırsat verecektir. Braudel şunları not eder: “1297’de Akdeniz ile Bruges (Belçika) arasında doğrudan bir denizcilik bağının kurulmasıyla deniz karaya üstün geldi; Simplon ve Saint Gotthard geçitleri üzerinden Alman şehirlerini kuzeyden-güneye geçen yolun geliştirilmesi ve şimdi artık kuzeyden ithal edilen ham yünlüleri boyamakla yetinmeyip kendi yünlerini eğiren, böylece Floransa’da arte della lana’ya (yün loncası: üç yüz kişiye direk iş veriyor ayrıca; yünün her aşamada işlenmesinden kumaş yapımına kadar Floransa (şehri/Cumhuriyeti) iş gücünün üçte biri, bu loncanın teknik yardım, satış, standardizasyon organizasyonundan faydalanıyordu) hız kazandıran İtalyan şehirlerinin sanayileşmesi. Sonuçta İtalya, Avrupa iktisâdî hayatının tartışılmaz merkezi oldu, daha doğrusu (asırlar sonra) bir kez daha bu konumu ele geçirdi. Kuzey ile güney arasındaki tüm mübadeleler
İtalya’nın denetimine girdi; ayrıca Basra Körfezi, Kızıl Deniz ve Doğu Akdeniz kervanları üzerinden Uzak Doğu’dan İtalya’ya ulaşan ticârî mallar, İtalya’ya tüm Avrupa pazarlarına otomatik olarak ulaşma imkanı veriyordu. Fiiliyatta bu İtalyan üstünlüğü uzun bir zaman dört güçlü şehir arasında bölünecekti: Venedik, Milan, Floransa ve Cenova.” (Braudel, 89) Braudel, Avrupa’nın 13. yüzyıldaki bu kımıldanışını daha vecîz olarak şöyle ifade eder: “Hal böyleyken, Avrupa’nın İslam ve Bizans şehirlerine ticaretteki çıraklığının sonunu gösteren bir tarih seçmek zorunda kalırsak, 1252 tarihi –eğer esas olarak ağır giden bir evrim hakikaten tarihlenebilirse- en iyi tarihlerden biri olarak görülmektedir: Batı’nın (uzun bir süre sonra) bir kez daha altın paralar basmaya başladığı tarih. Ama (şunu unutmamalı), batı kapitalizminde ithal kökenli her şey hiç şüphesiz İslam’dan geldi. (s. 157) Civciv Çıkarmaktan Gemi İnşasına. Çok yönlü bir âlim olan Abdüllatif Bağdâdî 1199-1201 yılları arasında Mısır’da bulunmuştu. Bağdâdî’nin (ö. 1231 M./ 629 H.), Mısır’ın coğrafi, sosyal ve kültürel yapısını konu alan eseri el-İfâde ve’li‘tibâr adlı eserinin 1. bölümünün 3. faslında kuluçkadan civciv yetiştirmeyi anlatırken verdiği bilgiler dikkat çekicidir. Beşinci fasılda Mısır’da gemi inşasından bahsedilir. Eserin 2. bölümünün 2. faslında ise Nil sularının azalması sonucu 1200-1201 (597 H.) yılında meydana gelen kuraklığın yol açtığı kıtlık anlatılmaktadır. 3. fasılda yer alan bilgilerin önemli bir kısmı pahalılık ve açlığın yol açtığı trajik olaylarla ilgilidir. Buna göre yirmi iki ay zarfında (Temmuz 1200-Nisan 1202/Şevval 596-Recep 598) dîvanda resmi kayıtlara geçen ölü sayısı yüz on bin kişiyi bulmuştu. Bu fasılda ayrıca 598 (1201-1202) yılında meydana gelen şiddetli bir depremin birçok can ve mal kaybına sebep olduğu belirtilmektedir. Bu herhalde İbnu’l-Esîr’in kaydettiği büyük depremdir. İngiliz şarkiyatçılığının kurucusu Edward Pococke 17. yüzyılın ikinci yarısında Bağdâdî’nin eserini Latince’ye tercüme etmiş, tercüme Arapça metniyle beraber Thomas Hyd tarafından yayımlanmış (Oxford 1702), eser daha sonra da Almanca ve Fransızca’ya çevrilmiştir. (Kaya 2000, 504-505) Eyyûbî Mâliye Teşkîlatı. Eyyûbîler güçlü bir maliye teşkilatına sahipti. Bilhassa Mısır’da çok eski devirlerden beri devam eden bir maliye teşkilatı (Dîvânu’l-Mâl) vardı.Ayrıca bu dîvâna bağlı çeşitli dîvanlar mevcuttu. İllerde ve ilçelerde bu örgütün şubeleri bulunuyordu. Maliye teşkilatının başkanına Nâzıru’dDevâvîn, Nâzıru’d-Devle, Sâhibu Dîvâni’l-Mâl gibi unvanlar verilirdi. Bu dîvan Dîvanu’l-Ceyş ile yakın ilişki içindeydi. Bu dîvanda tutulan defterlere, ekilen araziler, buralara nelerin ekildiği, ne kadar vergi toplandığı, iktaların, toprağı işleyenlerin adları yazılırdı. Mâli dîvanların işleyişlerini kontrol eden Müşiddü’d-Devânîn (veya Şâddü’d-Devâvîn) adında yüksek bir görevli vardı. Emîrler arasından seçilen bu görevli genellikle sultanın nâibi olurdu. Nazırdan sonra maliyedeki en yüksek memur dîvanların mütevellîleriydi. Mütevellîler, dîvanın işleyişinden sorumlu idiler. Bunlar bütün işlerini nazır tarafından verilen talimata göre yürütürlerdi. Mütevellîden sonra müstevfî denilen memur gelirdi. Müstevfî, dîvanda çalışan memurlardan vermeleri gereken malları alır, cerîdeleri (gelir-gider) kontrol ederdi. Müstevfîden sonra gelen âmil, yerel mâli dîvanın başkanıydı ve vergilerin tahsilinde önemli bir görevi vardı. Müşrif ise müfettişlik yapar, âmilden vergileri teslim alırdı. Bunlardan başka Dîvânu’lMâl’de muîn, şâhit, nâsih, kâtip, cehbez, nâib, emîn, hâiz, hâzin, delil adlarında küçük memurlar çalışırdı. Gümrüklerin işletilmesine ve zekatın toplanmasına da Dîvânu’l-Mâl bakardı. Sultanın ve büyük emîrlerin haslarının gelir giderlerine bakan Dîvânu’l-Hâs’larda ise bunların özel bütçeleri hazırlanır ve yürütülürdü. Eyyûbîlerde, şehir hayatı ve ticaret oldukça gelişmiş olmasına rağmen ülke ekonomisi tarım ve hayvancılığa bağlıydı. Askerî ikta sistemi de tarıma dayalıydı. Tarım dışında, ticaret ve zenaat erbabından alınan vergilerin bir kısmı şeriatta yeri olmayan vergilerden (mükûs) sayılıyordu. İslam hukukçuları zaman zaman bu verginin alınmasına karşı çıkmışlardır.. Nûreddin Mahmûd Zengî ve Selahaddîn-i
Eyyûbî, bu âlimlerin fetvalarına uyarak mükûsu kaldırmışlar, onun yerine zekatı koymuşlardır. Fakat devletin topladığı zekat geliri hiçbir zaman önemli bir yekûn tutmamıştır. (Zaten İslâmî vergi sisteminin ana esprisi de bu idi; az vergi toplanacak, devletin harcamaları da az olacaktı. Bu da sonuçta, devlet aygıtının fazla büyümemesini temin edecekti) Zirâî vergiler, şemsî (güneş) yıla göre alınır, taşınmazların kiraları, ticârî vergiler ve zekat ise kamerî (ay) yıla göre toplanırdı. Eyyûbî Devleti, (Suriye sayılmasa bile) Mısır ve Yemen gibi önemli tarım alanlarına sahipti. Ülkede güçlü bir zirâî ekonomi vardı. Devlet, tarım ürünlerinin bir kısmını dışarıya ihraç edebiliyordu. Avrupa ülkeleri buna dahildi. Zirâî ürünlerin vergilerini Dîvânu’l-Harac toplardı. Alınan vergi onda birden beşte bire kadar değişebiliyordu. Dayanıklı tüketim mallarından aynî; sebze ve meyve gibi ürünlerden nakdî vergi alınırdı. Hangi araziden ne kadar vergi alınacağı ve arazilere nelerin ekileceği vergi defterlerinde kayıtlıydı. Mısır’da Nil’in taşması belli bir seviyeye ulaşmazsa, sultan haraç vergisi almazdı. Haraçtan sonra en çok vergi, ticâret mallarından toplanan zekat, hums ve öşürden sağlanırdı. Eyyûbî Devleti’nin canlı bir ticâret hayatı vardı. İpek Yolu’nun Akdeniz’e ulaşan bir kısmı ile Baharat Yolu’nun önemli bir bölümü, Eyyûbîler’in kontrolündeydi. Uzakdoğu’dan Yemen’e, oradan Kızıldeniz yoluyla Ayzâb’a, Ayzâb’tan Nil üzerindeki Kus’a, Kus’tan Nil yoluyla İskenderiye ve Dimyat’a ulaşan Baharat Yolu, ülkeye çok önemli miktarda gümrük vergisi sağlardı. Ayrıca Haçlılar’la yapılan ticâretten de gümrük vergisi alınırdı. Selahaddin, el-Meliku’l-Âdil ve daha sonra el-Meliku’lKâmil doğudaki Haçlı devletleri, İtalyan şehir devletleri Venedik, Cenova, Amalfi, Piza ve Napoli ile, Bizans’la ikili ticârî anlaşmalar yapmışlardı. Ortadoğu’nun ve Uzakdoğu’nun ticaret malları bu yolla Avrupa’ya, Avrupa’nın ticaret malları da doğuya taşınıyordu. Mısır gümrüğü, devletin en büyük gelir kaynaklarından biriydi. Bu ikili ticaret savaş zamanlarında bile devam edebiliyordu. İskenderiye, Akkâ, Lazkiye büyük ticaret limanlarıydı. Selahaddin ve diğer Eyyûbî hükümdarları ikili anlaşmalarla demir, kereste, zift gibi stratejik maddelerin bir kısmını Avrupa’dan sağlamışlardı. Mahzûmî, el-Minhâc fî Ahkâmi’l-Harâc, İbn Memmâtî Kavânînu’dDevâvîn adlı eserlerinde Mısır’da alınan çeşitli vergiler ve mâlî divanların işleyişi konusunda önemli bilgiler vermektedirler. Diğer bir önemli vergi, gayr-i Müslimlerden toplanan cizye idi (cevâlî). Mısır’da şap ile soda madenleri işletiliyor ve Avrupa’ya ihraç ediliyordu. Eğitim kurumlarının masrafları ve hayır işleri, bu işler için kurulmuş vakıflarca karşılanıyordu. Mısır-Yemen Baharat Yolu’ndan başka, İpek Yolu’nun Musul ve Âmid’den (Diyarbakır) itibaren Akdeniz limanlarına kadar olan kısmı, Eyyûbîler’in kontrolündeydi. İbni Cübeyr, er-Rihle’sinde Eyyûbîler dönemindeki ticaret hayatı hakkında bilgi verir. Büyük çarşılar, hanlar, kervansaraylar, kaysâriyyeler ticaretin en yoğun yapıldığı yerlerdi. Yemen-Mısır Baharat Yolu üzerinde ticaret yapan tüccarlara “tüccâru’lkârim” denirdi. Avrupalılar’ın İskenderiye, Dimyat, Akkâ, Lazkiye gibi şehirlerde çarşıları ve ticârî temsilcilikleri bulunurdu. Guillaume de Tyr, bütün ıtriyat, mücevherat, baharat ve Avrupa’da bulunmayan değerli malların İskenderiye’den getirildiğini söyler. W. Heyd de, Selahaddin, el-Meliku’l-Âdil, el-Meliku’l-Kâmil ile Avrupalılar ve Haçlılar arasında yapılan ticaret anlaşmaları hakkında bilgi vermiştir. (Yakın-Doğu Ticaret Tarihi, s. 144-177, 397-446 vd.) Eyyûbîler iç pazarlarını da korumayı başarmışlar, ikili anlaşmalar yaptıkları Avrupa ülkelerinden ve Bizans’tan kendi iş adamları için bazı imtiyazlar elde etmişlerdir. Çeşitli sanat ve ticaret erbabı loncalar ve şirketler halinde teşkilatlanmışlardı. Her loncanın, her şirketin başında bir reis bulunuyordu. Dokumacılık, camcılık, kağıt ve sabun imalathaneleri gelişmişti. Şam’da imal edilen kılıçlar dünyaca ünlüydü. Bu kılıçların çeliklerinin sırrı ancak yeni çalışmalarla çözülebilmiştir. Ülkede sabit bir para sistemi vardı. Paralar altın, gümüş ve bakırdan basılıyordu. Bu paralardan pek çok örnek zamanımıza ulaşmış, çeşitli kataloglarda yer almıştır. Ülkenin önemli şehirlerinde bulunan darphanelerde isteyenler, belirli bir ücret karşılığında ellerindeki gümüş ve
altını paraya çevirebiliyorlardı. Altın paranın(dînar) ağırlığı 4.25 gramdı. ElMeliku’l-Kâmil devrinde 7 gramlık dînarlar basılmıştır. Bazı araştırmacılar, Selahaddin devrinde bazen standart dışı altın para basıldığını söylerlerse de (Ekrenkreutz, The Crisis of Dinar, s. 180-182; Cahen, Encyclopedia of Islam (Fr.), I, 882) bu doğru değildir. (Şeşen 1995, 20-31) Hâlîfe Fütüvvet Teşkîlâtına Giriyor. Fütüvvet, değişik anlamlarda değişik faaliyetlere isim olarak verilmişse de, ekonomik anlamda 9. yüzyılda sosyal bir yapılanma halinde gençler arası toplumsal, ekonomik ve siyasi bir kurumlaşmaya dönüşmüş , son Abbasi döneminde de (13. yüzyıl başları) resmî bir devlet kurumu haline getirilmiştir. Abbasi halifesi Nâsır li-Dînillah, Bağdat’ta reîsu’l-fityân olan Şeyh Abdülcebbâr b. Yusuf b. Sâlih el-Bağdâdî’nin elinden fütüvvet erkanı üzere elbise giymiş ve merasimle teşkilata dahil olmuştur. Kaynaklar tarih konusunda 1202-1205 yıllara arasını vermektedirler (Ocak 1996, 261-263) Nâsır liDînillah, siyasi ve sosyal durumu gittikçe bozulan devletin otoritesinin yeniden kurulmasında ve toplumsal huzurun sağlanmasında, fütüvvet birliklerinin büyük bir güç olacağını düşünmüş, ve bu teşekkülleri, siyasi otoriteye bağlamada başarı sağlamıştır. Fütüvvet teşkilatı Anadolu’da ise Ahîlik olarak organize olmuş, I. Alaaddin Keykubad’ın büyük destek ve yardımıyla iş yerlerinde usta, kalfa ve çırak münasebetlerinin ve buna bağlı olarak ekonomik hayatın akışının düzenlenmesinde önemli bir rol üstlenmiştir. Ölüm tarihi olarak 1262 yılı (veya daha sonrası) gösterilen Ahî Evren, Asya içlerinden geldiği veya İran’ın Hoy şehrinde doğduğu, oradan Anadolu’ya gelip Denizli, Konya ve Kayseri’de yaşadıktan sonra Kırşehir’e yerleştiği ve burada vefat ettiği (veya öldürüldüğü) bilinen ve debbağların (deri tabaklayanlar) pîri olarak kabul edilen efsaneleşmiş bir isimdir. Ahî Evren’in kurulup gelişmesinde büyük çalışması olan Ahîlik, Anadolu’da bilhassa 13. asırda, devlet otoritesinin iyice zayıfladığı (özellikle asrın ikinci yarısında) bir dönemde, şehir hayatında yalnızca iktisadi değil, siyasi yönden de önemli faaliyetlerde bulunmuşlardır. Ahîler, bağımsız siyasi bir güç olmamakla beraber, zaman zaman merkezî otoritenin zayıfladığı, anarşi ve kargaşanın ortaya çıktığı dönemlerde, siyasi ve askerî güçlerini göstermişler ve önemli fonksiyonlar üstlenmişlerdir. Özellikle Moğol istilası sırasında ahî birlikleri, şehirlerin yönetimine mahalli otorite olarak hakim olmuşlardır...Tokat ve Sivas’ı ele geçiren Moğollar’a karşı Kayseri’yi başarıyla savundukları bilinmektedir. Anadolu Selçuklu Devleti zamanında bu birlikler, mesleklere ait problemleri halletmekte ve devlet ile olan münasebetleri düzenlemekte idiler. Mal ve kalite kontrolü, fiyat tesbiti, bu birliklerin aslî vazîfesi idi. Ayrıca mesleğin geleceği açısından çırakların yetiştirilmesini de sağlıyorlardı. (Kazıcı 1988, 540-541) Bağdat’ta
Ağır
Vergilerin
İptâli
1208 yılında Halîfe Nâsır lidînillâh, bütün alış verişlerde esnaftan ve diğerlerinden alınan vergileri kaldırıyordu. Bu vergilerin ne kadar yüksek bir orana ulaştığına şu örnek gösterilmektedir ki, Halîfe’nin bu vergileri kaldırmasının sebebi de budur: Halîfe’nin şarapçısı İzzuddîn Necâh’ın bir kızı vefat edince ruhuna bir hayır olsun diye bir sığır kesilip, eti dağıtılmak istenilmiş. Fakat sığır alındığında, bedelinden daha çok vergi ödendiği görülmüştü. Halîfe bu durumu öğrenince, bu çeşit vergilerin kaldırılmasını emretti. Halîfe o yıl Ramazan ayında da, halk için kesenin ağzını açtı. Bağdat’ta fakirler için aş evleri yaptırdı ve bu evlere ‘ziyâfet evleri’ adı verildi. Buralarda koyun eti ile, gayet iyi kalitede ekmek pişiriliyor, halka ve fakir olanlara dağıtılıyordu. Bu ziyafet evleri Bağdat’ın her iki yakasında da açıldı. Buralarda görevli olarak güvenilir kişiler görevlendirildi. Herkese bir tabak et verildiği gibi, bir miktar men (bir çeşit tatlı) ve ekmek de verilmekte idi. Binlerce insan, o Ramazan bu aş evlerinde iftarını yapmıştı.(İbnu’l-Esîr, X/131) Irak’ta Harac Vergisine Dönüş. Kırk altı yıl halîfelik görevini sürdüren ve 1225 yılında doksan yaşında vefat eden Halîfe Nâsır lidînillâh, böyle iyilikleri
olmakla beraber esasında dengesiz bir insandı. Moğollarla işbirliği yapıp yapmadığı tartışmalıdır. İbnu’l-Esîr, bu iddiaların doğru olduğunu kabul edenlerdendir ve şu ifadeleri kullanmaktadır: “Moğollarla mektuplaşmış bulunuyordu. O’nun bu davranışı, dünya hayatında işlenebilecek en büyük kötülüğün yanında çok daha büyük bir kötülüktür. Dünyada yapılabilecek en büyük günah, O’nun bu davranışı yanında küçük kalacaktır. En-Nâsır lidînillâh ömrünün son üç yılında yatakta hareketsiz olarak yaşamış, bu arada gözünün biri tamamen görmez olmuş, diğer gözü ise çok çok zayıf düşmüştü. Nihayet sonunda dizanteriye yakalanarak yirmi gün daha yaşamış ve ölmüştü. Halka son derece zalim davranan bir yönetici idi. Hükümranlığı döneminde, gidebilen kimseler, Bağdat’ı terk edip gitmiş, o da gidenlerin mallarına el koymuştu. Bazen yaptığı bir işin bir süre sonra tam zıddını yapardı. Bir ara, yukarıda değinildiği gibi, Bağdat’ta Ramazan ayında halk iftarlarını yapsınlar diye ziyafet evleri kurdurmuş, fakat daha sonra bunları iptal etmişti. Aynı şekilde, Bağdat’tan geçen hacılar için de ziyafet evleri kurdurmuş, fakat bir müddet sonra bunları kapattırmıştı. Bağdat halkına karşı çeşitli vergiler uygulamış, sonra bunları kaldırmış, sonra tekrar bu vergileri toplamağa başlamıştı. Kendisi ölünce yerine geçen oğlu Zâhir biemrillâh ise son derece adaletli bir insandı. Gerek babası ve gerekse babasından evvel halktan gasp edilmiş bir çok mal ve mülkü tekrar sahiplerine iâde etti; haksızca toplanan bir çok vergiyi de kaldırdı. Örnek olarak, Bakûbâ köyünden alınan vergiler yıllık on bin dinar iken, babası bunu seksen bin dinara çıkarmıştı. Bakûbâlılar, babasına gelip, bunu ödemeğe güçleri olmadığını söyledikleri halde, hiç oralı olmamıştı. Zâhir biemrillâh ise, Bakûbâ’nın vergisini tekrar on bin dinara indirdi.” İbnu’lEsîr, onun yaptığı güzel uygulamalardan birinin de, ilk dönemlerdeki gibi haraç uygulamasına geri dönülmesini emretmesidir demektedir: “Ancak eski haracın alındığı yer sahiplerinden ve Irak ehlinden bir grup gelerek, O’na ilk dönemlerde haracı alınan bir çok ağacın kuruduğunu ve arazilerinin harap olduğunu ifade ederek, ilk dönemlerde toplanan haracın bile tam manasıyla toplanmasının mümkün olmadığını anlatmışlardı. Bunun üzerine, hâlâ ayakta olan ağaçlardan, yani kurumamış olanlarından ve harap olmamış arazilerden haraç alınmasıyla yetinilmesini ifade ederek, kurumuş ve harap olmuş ağaç ve bahçeliklerden herhangi bir verginin ve haracın alınmamasını istemişti. Gerçekten bu muazzam ve son derece güzel bir uygulama idi. Devletin Hırsızlığı. “Zâhir biemrillâh’ın yaptığı diğer bir uygulama da şu idi: Devlet hazinesinde altın tartmakta kullanılan bir tartı birimi vardı. Bu tartı birimi şehirde kullanılan normal tartı biriminden yarım kırat (gramın onda biri) kadar daha fazla idi. Halktan mal alırken bu fazla tartan tartı birimiyle alırlar, verirlerken de şehirde kullanılan ve daha eksik olan bir tartı birimi ile verirlerdi. Halîfe Zâhir biemrillâh, bunu işitince bizzat kendi el yazısı ile vezirine, Mutaffifîn Sûresi’nin ilk ayetlerini yazarak göndermişti: “Ölçü ve tartıda hile yapanların vay haline! Onlar insanlardan bir şey ölçüp aldıkları zaman ölçüyü ve tartıyı tam yaparlar. Kendileri onlara bir şey ölçtükleri veya tarttıklarında da (bu ölçü ve tartıyı) eksik yaparlar. Onlar tekrar diriltileceklerini sanmıyorlar mı? İnsanların âlemlerin Rabbi huzuruna gelip durdukları o büyük gün için.. (Mutaffifîn Sûresi, 83: 1-6) Bu ayetlere ilâve olarak vezirine: Devlet hazinesinde şöyle şöyle bir uygulamanın yapıldığını işittik. Devlet hazinesinde kullanılan bu tartı birimi, halkımızdan gerek Müslüman, gerekse gayr-i Müslimlerin kullandığı tartı birimine uymamaktadır, dolayısıyla bununla halka açıkça haksızlık yapılmış olmaktadır.” diye yazmıştı.” Zâhir biemrillâh’ın uygulamaları ile ilgili olarak ayrıntılı bilgi veren İbnu’lEsîr’in bu notlarını dönemin (1225 yılının) iktisâdî hayatından orijinal tabloları yansıttığı için biraz uzun (iki sayfa daha) olsa da takip etmemiz faydalı olacaktır: “Devlet hazinesinde görevli olanlardan birisi, Zâhir biemrillâh’a yazdığı bir yazıda şöyle diyordu: “Bu tartı birimi ile yaptığımız tartıda, geçen senenin hesaplarına göre, otuz beş bin dînar (altın) fark olduğu görülmektedir.” Halîfe
ise, bu görevliye yazdığı cevapta, net bir ifadeyle, memurun demek istediğini anlayarak, şöyle diyordu: “Eğer otuz beş bin değil, üç yüz elli bin dînar dahi olsa, mutlaka bu (yanlış/haksız) uygulamanın durdurulmasını istiyorum.” Aynı şekilde dîvanlarda da, kullanılan bir tartı ve ölçü birimini yasaklamıştı; zira bunda da her bir dînarda bir habbe (0, 07 gram) fazla tartılmakta idi. Yine, şehir kadısına verdiği bir emir ile kendisine sağlam ve sahih bir ifade taşıyan bir dilekçe ile gelen ve malının iâde edilmesini isteyen herkese, Halîfe’ye danışmadan hakkının verilmesini istemişti. Ayrıca Beytu’l-Mâl’in (devlet hazinesinin) başına, müttakî (Allah korkusu taşıyan) bir adam getirerek, bu kişiye şöyle demişti: “Her insana hak ettiği kadar ver ve bu hususta Allah’tan kork. O’nun dışında da, hiç kimseden korkup çekinme” İnsanları Fişlemeye Son. Ancak, özgür toplumlar ekonomik ve sosyal yönden, esaslı atılımlar yapabilir. Böyle toplumlarda devletle halk da barışık olacağından, devletin işleri de, kolaylıkla yürütülür. Zâhir biemrillâh, buna önem verdiğinden, sonuçta kısa zamanda, Bağdat piyasası düzelmiş, ucuzluk meydana gelmiş, vergi çeşitlerini azalttığı ve oranlarını düşürdüğü halde, devletin ödemelerinde hiçbir aksaklık meydana gelmemiştir. Daha önceki halîfe döneminde, Bağdat’ın değişik yerlerinde gece bekçiliği yapanlar, her gün kendi bölgelerinde meydana gelen olayları, Halîfe’ye bir mektupla yazar bildirirlerdi. Bekçiliğini yaptıkları mahallelerde yapılan her türlü toplantıyı, dostların bir araya gelerek sohbet etmelerini ve her hangi bir konuda bir şey dinlemek üzere toplananları, buna benzer her türlü toplantı ve diğer hususları tek tek, küçüğünden büyüğüne kadar meydana gelen her şeyi Halîfe’ye bildirirlerdi. Bundan dolayı da, halk bu baskıdan ötürü büyük bir sıkıntı içindeydi. Zâhir başa geçince, her zamanki gibi bu görevli bekçilerin yazdığı notlar kendisine gelince, derhal bu işlemin kaldırılmasını ve böyle yazıların yasaklanmasını emrederek şöyle demişti: “Halkı evlerinde gözetlemenin ve ne yaptıklarını öğrenmeye çalışmanın sebebi nedir acaba? Hayır! Bundan sonra hiç kimse, bize devletimizin maslahatını ilgilendiren meselelerin dışında bu gibi şeyleri kesinlikle yazmasın.” Fakat, derin devlet yapmakta olduğu/alıştığı işleri kolay kolay terk edemediğinden, görevliler bu karara itiraz ederek: “Bu (fişleme) işi ihmal edilirse, halk fitne ve fesâda düşer!” dediler. Halîfe ise, kararında ısrar etti ve “Biz (sadece) Cenâb-ı Allah’tan halkımızı ıslah etmesini ve doğru yolda yürümelerini kolaylaştırmasını dileyelim” dedi. Yüz Bin Altınlık Vergi, Sâhiplerine İâde. Zâhir’in halîfe olduğu ilk günlerde, Vâsıt şehrinden bir maliye görevlisi gelmişti. Bu görevli, önceki halîfe Nâsır’ın son günlerinde Vâsıt’a, oradan hazineye çeşitli mallar toplamaya gitmişti. Bu görevli, Bağdat’a 100 bin dînar değerinde mal ve para getirmişti. Halîfe’ye yazdığı not ile, yanında getirdiği 100 bin dînarlık malın sunulması için, huzûra kabul edilmesini içeren yazısını saraya göndermişti. Halîfe, ona yazdığı cevapta, derhal bu mal ve paraların sahiplerine iâde edilmesini, bunlara kesinlikle ihtiyacı olmadığını ifade edince, bu mallar derhal sahiplerine iâde edilmişti. Suçsuz Mahkumlar Serbest. Zâhir biemrillâh, malları ellerinden alınarak hapse atılan bütün tutuklu ve mahkumları da, zindandan çıkarmış ve kadıya on bin dînar para göndererek, bu kişilerden parası olmayanlara, para dağıtılmasını istemişti. Fiyatlar Düşüyor. Zâhir’in halîfeliğinden önce, Musul ve el-Cezîre bölgesinde fiyatlar bir hayli yüksekti; fakat onun iyi niyetinden ötürü (muhtemelen piyasalara güven geldiğinden), fiyatlar birden düşmüş ve ucuzluk meydana gelmişti. (Başlangıçta) Fiyatların yüksek oluşundan dolayı, her türlü yiyecek maddesinin buraya sevk edilerek gönderilmesini ve buralarda satılmasını istemiş, gerçekten sayılamayacak kadar çok mal buralara götürülüp satılmıştı. Kendisine, burada fiyatların bir hayli yüksek olduğu ve maslahat için bu pahalılığın önüne geçilmesi gerektiği ifâde edildiğinde şu cevabı vermişti: “Satıcılar da, alıcılar da
Müslümandır. Bizim her iki tarafa da aynı gözle bakmamız gerekmektedir.” (Hz. Peygamber de böyle davranmış; fiyatlar yükseldiğinde, fiyatların dondurulmasını isteyen sahâbîlere yeşil ışık yakmamış, piyasaya müdâhale etmemiştir; çünkü her hangi bir yerde fiyatların yüksek olduğunu duyan satıcılar, derhal mallarını o bölgeye sevk edecekler, dolayısıyla o bölgede mal bolluğu meydana geleceğinden, fiyatlar, müdahaleye gerek olmadan düşme eğilimine girecektir) Fakat, Zâhir’in, hiç olmazsa, yiyecek maddelerinin biraz ucuza satılmasını istemesi üzerine, satıcılar, Zâhir’in iyi niyetinden dolayı, gıda maddelerini ucuza satmaya başlamış ve böylelikle bir hayli artmış olan pahalılık, birden ucuzluğa dönüşmüştü. Zâhir halîfe olduğunda Musul’da bir mekik (hubûbât) 1 Dînar 3 kırata satılırken, çok kısa bir süre sonra dört mekik 1 dînara inmişti. Aynı şekilde, diğer yiyecek maddelerinden hurma, pekmez, pirinç, susam ve benzeri gıda maddeleri de ucuzlamıştı. Yaptığı bu uygulamaların, mâlî yönden kendisini zarara sokacağını söyleyenlere şöyle demişti: “Ben bir satıcı olarak, dükkanımı ikindiden sonra açtım. (Yaşlı bir hâlimde, ve halîfeliğin bana nasîp olmayacağı varsayılırken halîfe oldum) Bırakınız, istediğim şekilde hayır ve hasenâtta bulunayım. Ne kadar yaşayabileceğim belli değildir” (İbnu’l-Esîr, X/291-296) Zâhir’in halîfeliği gerçekten de kısa sürdü ve yaklaşık on ay sonra 11 Temmuz 1226 (14 Recep 623) tarihinde vefat etti. Fakat oğlu Mustansır Billâh da babası gibi halka âdaletli davrandı. Yayınladığı ilk fermanda adâletin ayakta tutulması için çalışılmasını, her hangi bir şeye ihtiyacı olan veya bir zulme uğramış bulunan kimsenin gelip hakkını aramasını, mutlaka ihtiyâcının giderileceğini, zulmün hakkından gelinileceğini halka bildirdi. Babası Zâhir’in vefatından sonra fiyatlar (spekülatör tipi tüccarların propagandasının tesiri ile âniden) bir hayli artmış, sırta alınacak kadar bir yük buğday on sekiz kıratlık bir fiyata ulaşmıştı. Bunun üzerine piyasaya bol miktarda buğday sürülürse, fiyatın düşeceğini hesap etti ve kendisine âit buğdaydan (bir sırt yükü buğday çarşı ve pazarda on sekiz kırat olmasına rağmen) on üç kırata satılmasını emretti ve fiyatlar gerçekten düşerek, piyasada tekrar istikrar sağlandı. (a. y. 309-310) Musul’da da
Bir
Verginin
İptâli
On yedi yıldır adaletli bir yönetici olarak Musul ve çevresini yöneten Nûreddin Arslanşah 1211 yılı Ocak ayında vefat etmişti. Tarihçi (İzzeddin) Ibnu’l-Esîr’in kardeşi hadis âlimi Mecdüddîn İbnu’l-Esîr, Nûreddin’in yakın dostlarından idi ve Mecdüddîn’in yaptığı tavsiyeleri Nûreddin hemen uygulamaya sokardı. Bir defasında, bir iş adamı, Nureddin’e bir dilekçe vererek, satış yapamadıkları zaman da kendilerinden vergi alındığını, eğer bu vergiyi ödeyecek nakit para yanlarında yoksa, Musul’dan çıkmalarına izin verilmediğini şikayet ediyordu. Nureddin, bu konuyu divan toplantısında gündeme getirdi ve “kim bu iş adamının kumaşlarını alıp gitmesine engel koyuyor?” dedi. Cevaben: “Kumaşçılar kabzımalı ve görevlisi. Zaten, bu konudaki gümrük resmi de bunu gerektiriyor (anormal bir şey yok, yerinde bir uygulama)” dediler. Nureddin bunu üzerine yanında bulunan meşhur emîr Mücâhidüddîn Kaymaz’a bu gümrük resmi ve yapılan bu uygulamalar hakkında soru sorarak, durumu öğrenmek istedi. Kaymaz da: “uygulama böyledir, kumaşçılarla ilgili görevli izin vermedikçe bu iş adamı şehri terk edemez” dedi. Nureddin: “Allah’a yemin ederim ki, bu uygulama iş adamlarına tam bir tuzak şeklinde hazırlanmıştır ve son derece saçma bir uygulamadır. Bir adam getirdiği mallarını satamadığı takdirde ondan ne diye vergi alınıyor ve bu mallarına ne hakla el konuluyor” deyince, Kaymaz da: “elbette dediğiniz gibi; bu iş son derece kötü bir âdettir” karşılığını verdi. Nureddin: “Madem ben ve sen, bu uygulamanın kötü olduğunu söylüyoruz; bunu kaldırmanın ve bu zulme engel olmanın her hangi bir sakıncası var mı?” Ve hemen, iş adamının kumaşlarını alıp gitmesini emretti ve bundan sonra da, sadece satılan mallar için gümrük resmi alınmasını istedi. “(İbnu’l-Esîr, X/144-145) Vakıflarca Desteklenen Uluslar Arası Ekonomik Sistem. Anadolu 13. yüzyılın başında milletler arası ticâretin merkezi olmuştur. Ekonomi politikalarını ve
fetihlerini milletler arası ticâretin konumuna göre düzenleyen Selçuklu sultanları, Anadolu’nun bir ucundan diğer ucuna, ana ticaret yollarından ara yollara kadar her alanda kervansaray yaptırmışlardır. Sultanlar ve devlet adamları tarafından inşa ettirilen bu vakıf yapılarında, yolcular üç gün boyunca, kervansaray kurucusunun misafiri sayılır ve ücret alınmazdı. Selçuklu kervansarayları, kesme taş kaplı ve destek kuleleriyle güçlendirilmiş yüksek duvarlarıyla bir kaleyi andırmaktadırlar. Bu yapılar, kervanların güvenliği kadar, kervanlarla yolculuk yapan kimselerin her türlü ihtiyacını karşılayacak (iş adamları için beş yıldızlı otellerden farksız, fakat ücretsiz hizmet verecek) şekilde düzenlenmiştir. Barınma ve yemek imkanlarının yanısıra, banyo, eczane ve gerektiğinde hekim, fakir yolculara bedava ayakkabı, kervanlar için yem, nalbant, veteriner, araba tamiri gibi hizmetler sunulmuştur. Sultanlardan sonra vezirler ve valiler de kervansaraylar yaptırmışlar ve her 30-35 km. de (bir günlük yol, deve yürüyüşü ile) bir kervansaraya ulaşmak mümkün olmuştur. Yüzyılın ikinci yarısında, Moğol hakimiyeti döneminde, Anadolu’da ekonomik çöküntünün başlaması ve düzenin bozulması sonucu âbidevî ölçüde kervansaray inşası durmuştur. (Ama) Çoğu avlusuz ve moloz taştan küçük boyutlu kervansaray yapımı devam etmiştir. (Akalın 2002, 299-302) Târîh-i Melik Zâhir isimli kitabın Arap yazarı, yüzyılın ikinci yarısındaki bir kervansarayı şöyle anlatır: “Selçuklu vezirlerinden Celâleddin Karatay’ın Kayseri ili, Bünyan ilçesi Zamantı beldesindeki bu han, hayranlıkla izlenecek bir yapı ve işleyişe sahiptir. Vezirin yaptırmış olduğu han böyle olunca, hükümdar hanlarının mesela Sultan hanının ne derece mükemmel olacağı açıktır. 1277 (675 H.) senesinde Memluk sultanı Melik Zâhir Baybars ordusuyla Anadolu’ya geldiğinde bu handa konaklamıştır...Bir müddet bu halde devam ettik; orada Karatay Hanı denilen han göründü. Bu han, inşa ettirenin yüce himmetine büyük bir delildir; çünkü hem genişliği hem yüksekliği göz kamaştırmaktadır. Yontulmuş ve mücellâ kırmızı taşlardan yapılmıştır. Taş cilâlı olduğundan mermere benzer. Hanın kapısının dışında, iki kapılı surla çevrilmiş taşla döşeli bir avlu olup, burada dükkanlar bulunmaktadır, hanın kapısı demirdendir. Hanın içinde, yazlık salonlar ve kışlık odalar bulunmaktadır. İçeride hamam, hastane ve lazım olan ilaçlar, diğer döşemeler ve eşyalar vardır ve konuklara Allah rızası için yemek verilir. Sultan Efendimiz’e de (Baybars’a) buranın vakıf yemeğinden yedirildi. Bu han için birçok vakıflar yapılmış ve bunların idaresine memurlar tayin olunmuşlardır. Gelirini toplayıp, buraya sarf ederler. (Neyseki) Tatarlar (Moğollar) buraya dokunmamışlar. (Uzunçarşılı, I/29) Beş Yıl Vergi Yok. Konya-İstanbul arasında ticaret kervanı işleten Selçuklu iş adamlarını hapse attırıp mallarına el koyan Bizans İmparatoru III. Aleksios’a karşı askeri harekata başlayan Anadolu Selçuklu Sultanı I. Keyhusrev (hükümdarlığı 1192-1196 ve 1205-1211), Menderes nehrine kadar uzanan Bizans topraklarını fethetti. Bu sırada esir aldığı Hıristiyan halkını Akşehir’e yerleştirip, kendilerine toprak, tarım aletleri ve tohumluk vererek üretici duruma gelmelerini sağladı; onlardan beş yıl müddetle vergi almadı. Bizans İmparatorluğu ile anlaşma yapılınca bu (eski) esirler ülkelerine dönmek istemediler. Sultanın bu politikasını öğrenen pek çok Hıristiyan da Selçuklu ülkesine göç etti, böylece birçok Bizans şehri boşalmış oldu. I. Keyhüsrev ikinci saltanat döneminde (12051211), Avrupa ve Mısır’dan gelen ticaret gemilerinin uğrak yeri olan, dolayısıyla Akdeniz’de önemli bir ihracat ve ithalat limanı durumunda bulunan Antalya’nın fethine girişti. Şehir bu sıralarda Aldo Brandini adlı bir İtalya’nın elindeydi. Anadolu’nun diğer yerlerinde olduğu gibi, Latin-Rum iktidar mücadelesi sebebiyle, Antalya yolu ve limanında güven kalmamış, Asya ve Afrika’dan gelen gemiler soyulmaya başlamıştı. Şehri kuşatan Keyhüsrev, Aldo Brandini’nin Kıbrıs’tan yardım alarak direnmesi sebebiyle başarılı olamayıp bir ara geri çekilmek zorunda kaldıysa da, Lâtin idaresinden memnun olmayan Rum ahalinin daveti üzerine kuşatmayı yeniden başlattı ve çok geçmeden şehri fethetti. (1207 M./603 H.); şehrin vali ve kumandanlığına subaşı Mubârizuddîn Ertokuş’u tayin etti. Antalya’nın fethinin ardından Anadolu Selçuklu Devleti iktisadi bakımdan büyük gelişmeler gösterdi. Selçuklular ilk defa Avrupalılar’la ticârî münasebetlere
girip, antlaşmalar yaptılar. Sultan, daha önce mal yüklü gemileri soyulan iş adamlarına tazminat ödenmesi hususunda özel bir emir çıkardı. (İslam iktisadında sigortacılığın gelişmemesinin bir nedeni de, devletin bu olayda görüldüğü gibi soyulan gemilere tazminat ödemesidir. Batı dünyasında sigortacılığın, ilk defa gemilerin sigorta edilmesi ile başladığı hatırlanmalıdır. İslam iktisadi sisteminde bu şekilde soyulan veya batan gemilerin (ve bu gemilerde malı bulunan iş adamlarının) hasarı devletçe ödenmelidir; çünkü bu tür olaylar zaten çok nadiren olan işlerdir; gemiciler ve mallarını bu gemilerle taşıyan iş adamaları ise, sürekli yıllarca (zekat dışında) gümrük vergileri de ödeyerek İslam devletinin hazinesine katkıda bulunmuşlardır. Bu şekilde meydana gelen bir âfetten ötürü devletin hasarı karşılaması çok görülmemelidir. Diğer yandan, böyle bir ödeme; hem istismara dayanan sigortacılık sistemine karşı, binlerce gemicilik şirketinin yıllarca boşu boşuna prim ödemesi yapmasını engelleyecek, hem de İslâmî kültürümüze, geleneklere uygun hareket edilmiş olacaktır) Ticaret kervanlarından alınan bâc (nakliyeden taşımadan alınan vergi) ve geçiş vergilerini de kaldıran I. Keyhüsrev, âlimleri himaye eder; îmar, tarım ve kültür faaliyetlerini desteklerdi. Antalya’yı fethederek Anadolu’yu milletler arası ticaret yollarının merkezi haline getirmiş, Selçuklu Devleti’nin iktisadi durumunu kuvvetlendirmiştir. Selçuklu tarihinde ilk defa, Venedikliler ve Kıbrıs Krallığı ile bir ticaret anlaşması imzalanmıştır. (Sevim 2002, 347-349) Bu anlaşma sonucu Venedikli iş adamları, Selçuklu hakimiyeti sırasında, hiçbir güçlükle karşılaşmadan, ticârî faaliyetlerini sürdürdüler. Onların ilgisini buraya çeken husus, Mısır ile Antalya arasındaki ticârî trafiğin yoğun oluşu idi. Gerçi eski çağlardan beri, Mısır ile olan ticaret çok canlıydı. Bu dönemde, Mısır’dan baharat, keten, şeker gibi maddeler Antalya’ya geliyordu (Mısır o yıllarda şeker üretim merkezidir); oradan da meşe palamudu, kitre zamkı, şap, kereste, zift gibi sanayi malları dışarıya gönderiliyordu. Ayrıca Batı ile olan ticaret dolayısıyla, Antalya pazarlarında Avrupa malı kumaşlar da bulunuyordu. (1285 yılından sonra vefat eden tarihçi İbni Bîbî -Anadolu Selçuklu Devleti’ne uzun yıllar bürokrat olarak da hizmet vermiştir- el-Evâmiru Alâiyye adlı eserinde Anadolu Selçukluları’nın Bizans’tan ipekli “atlas-ı İstanbûlî” getirtdiklerini kaydeder. (Erdem 1991, 80-81) Bu pazarda özellikle Venedik ve Cenevizli iş adamları önde geliyordu. Floransalı Bardi âilesi, ticaret maksadıyla limana gönderdikleri gemileri için % 2 gümrük vergisi ödüyor, çıkışta ise vergi vermeme imtiyazını elde etmiş bulunuyorlardı(herhalde Antalya’nın eski sahipleri olduklarından). Buna karşılık Kıbrıslı iş adamları, hem giriş hem de çıkış için % 2, simsariye olarak da yine % 2 vergi ödemekle mükellef idiler. Bu dönemde, Anadolu’ya bir taraftan Haçlı saldırıları, diğer taraftan da, Orta-Asya’dan gelen göç dalgaları düşünülürse, bunlara dayanabilen Anadolu Selçuklu Devleti ekonomisinin çok güçlü olduğu görülmektedirler. 13. yüzyılda Anadolu’nun toplumsal, ekonomik, kültürel hayatını etkileyen geniş çaplı iki büyük göç dalgası meydana gelmiştir. Bunlardan ilki, asrın başlarında Karahıtaylar’la Hârezmşahlar arasındaki mücadeleler dolayısıyla, Fergana yöresindeki nüfusun önemli bir kısmının batıya göçü ile gerçekleşti. Bu gruptan Harezmli ve öteki Türkler’den meydana gelen bir miktarı, Anadolu’ya yerleşti. Bunlar daha çok yerleşik hayat tarzına sahipti. İkinci dalga ise, 1220’lerden itibaren, Moğol istîlâsının meydana geldiği tarihlerde vuku buldu. Bu göç ile, Mâverâünnehir’den Arrân’a kadar olan bütün bölgelerde mevcut Türk nüfusunun büyük bir kısmı Anadolu’ya girdi ve yerleşti. Bunlar arasında hayli miktarda yerleşik hayat sürdürenler bulunmakla beraber, ekseriyet göçebe veya yarı göçebe idi. (Ocak 1991, 110-116) Anadolu Selçuklu Devleti’nin güçlü ekonomisine bir örnek olarak Kırşehir’in bu dönemdeki iktisadi durumuna da bakılabilir: Kırşehir, 13. yüzyılda, Anadolu şehirler arasında önemli bir ticârî ve ekonomik fonksiyona sahipti Bunda şehrin hem Ahîliğin merkezi durumunda olmasının, hem de o dönemde doğu-batı ve güney-kuzey ana yolları üzerinde bulunmasının önemli bir rolü vardır. Nitekim bu faaliyetlerin bir göstergesi olarak Kırşehir Emîri olan Cacaoğlu Nûreddin’in 1272 tarihli vakfiyesine yansıdığı kadarıyla şehirde, bakkal, hayyât (terzi), kasap, haffaf (ayakkabıcı), neccâr (marangoz), saktâ
(eskici), ketenci, helvacı, kassar (çırpıcı), sekkâk (bıçakçı), Bezzâz(bezci), ütâbî (kumaşçı, elbiseci), saraç gibi çeşitli meslek dallarıyla alakalı birçok çarşıyla kuvvetli bir ihtimale göre çevredeki konar göçer Türkmenlerin gelmesiyle teşkil edilen ve Türkmen Pazarı adıyla bilinen bir pazarın varlığı dikkati çeker. (Şahin 2002, 481-485) Bir diğer örnek de İzzeddin Keykâvus dönemindeki imar faaliyetleridir. Anadolu Selçuklu Sultanı İzzeddin Keykâvus zamanında (1211-1220) ekonomik gelişmeye paralel olarak çok sayıda medrese, kervansaray ve hastane inşa edilmiştir. Bunlardan Sivas’taki Dâru’ş-şifânın (dârussıhha) günümüze ulaşan vakfiyesine göre, tesis aynı zamanda bir tıp okulu olarak da hizmet vermekte, burada tabipler, cerrahlar ve göz hekimleri çalışmaktaydı. 1217 (614) yılında inşa edilen Dâru’ş-şifânın masraflarını karşılamak üzere, Sivas’ta yetmiş dükkan, Ereğli’de otuz dükkanla, birçok köy(ün geliri) vakfedilmişti. (Sümer 2002, 352353) Arabtown, Jewstown, Greektown. Selçuklu dönemi Antalya’sı, burayı etraflı şekilde anlatan Arap gezginlerin ifadelerine göre, etrafı üç kat surlarla çevrili, bağlık bahçelik, mâmur bir şehirdi ve ticaret limanı olması sebebiyle, etnik bakımdan karışık bir nüfusa sahipti. Şehirde asıl unsuru meydana getiren Türklerin yanı sıra, Arap iş adamları, Rum, Yahudi ve Avrupalı iş adamları da bulunuyordu. Bu etnik gruplar, duvarlarla çevrilmiş biri birlerinden ayrı mahallelerde oturuyorlardı. Dış mahallelerin birinde, muhtemelen şehrin kuzey kısmında yani limanın güneydoğu, batı ve kuzeydoğusunda Türkler; sur içinde ayrı bir mahallede ise Yahudiler bulunuyordu. Güneydoğudaki bölümde Rumlar oturuyor, pazar ve çarşılar Türk kesiminde yer alıyordu. (Emecen 1991, 232-236) 100 Milyon Altın: Alaadin Keykubad’ın Savunma Bütçesi. Sultan Alaaddin Keykubad (hükümdarlığı:1220-1237) adalet işlerini yakından takip eder, en küçük haksızlığı tamir edinceye kadar arkasını bırakmazdı. Ordu ve donanmaya çok itina eder, askere pek iyi bakardı. Zamanında Türkiye’nin savunma bütçesi 100 milyon altını geçiyordu. Dâhice bir ticaret ve ekonomi siyaseti takip ederek, Anadolu Selçuklu Devleti’ni dünyanın en zengin ve müreffeh ülkesi haline getirmişti. Altın, gümüş ve değerli taşların, Anadolu’ya getirilmesi gümrükten muaftı. Ticâret eşyası, devletin himayesi ve sigortası altındaydı; her türlü tecavüzden korunurdu. Korsan ve eşkıya saldırısına uğrayan ticaret malını, hazine derhal sahibine öderdi. Dünyanın en muhteşem kervansarayları ile ticaret yolları, emniyet ve rahatlık altına alınmıştı. (Esasen kendinden önceki iki hükümdar da, Anadolu’daki ticaret yollarının güvenliğine çok önem vermişlerdi ve bu da, iş adamlarını ve bol miktarda ticaret malını bu bölgeye çekmişti. Şeker, dokuma, silah fabrikalarının yanında pek muazzam bayındırlık eserleri yapılmış, Anadolu şehirleri, hattâ kasaba ve köyleri son derece mâmur hale gelmişti. Köylü, tahta sabanı terk etmişti; mâdenî saban kullanıyordu. Çağdaşı Avrupalılar, o devir Anadolu’sunun zenginlik ve refahını efsanevi bir şekilde hayal ediyorlardı. ((Uzun yıllar, Türkiye’de çalışan Rudolf Fahrner’ın çalışması, Alaeddin Keykubad, Tübingen, 1957)(Öztuna 1977, I/466) Ağır Vergiler Giritliler’i İslam Ülkelerine Göç Ettiriyor. Girit, IV. Haçlı Seferi sırasında, Bizans İmparatorluğu taksim edilirken (1202), Montferrat Markisi Boniface’ın payına düşmüştü. Fakat Marki, adada karşılaşacağı güçlükleri dikkate alarak, onu satmaya karar verdi. Bundan haberdar olan Cenevizliler, adayı satın almak istedilerse de, karşılarında rakip olarak Venedikliler’i buldular. Marki Boniface, İmparator’un iznini aldıktan sonra, 12 Ağustos 1204’de yapılan bir anlaşma ile 8259 km. kare (Akdeniz’in ikinci en büyük adası) büyüklüğündeki Girit’i yüz bin gümüş karşılığında Venediklilere bıraktı. Adanın savunmasını Venedik üstlendi ve bütün gelirlerle giderler, Venedik Senatosu’nun sıkı kontrolüne tâbi kılındı. Venedikliler, tahıldan üçte bir oranında bir vergi aldıktan sonra, arazi sahiplerinin pazarlayacakları tahılın satış fiyatını da belirlemekte, tahılın başka yerlere nakil ve ihracını birçok işleme tâbi tutmakta ve böylece arazi sahipleri üzerinde tam bir baskı uygulamaktaydılar. Venedik
hükümeti tarafından, diğer mahsullerden de, ağır vergiler alınmış, ayrıca köylülerin her biri yılda bir defa belli bir miktar para ve bundan başka diğer birçok âidat ödemekle de yükümlü tutulmuştu. Bu baskıdan sadece halk değil, aynı zamanda Ortodoks ruhban sınıfı da etkilendi. (İtalyan Venedikli) Katolikler, Ortodoks kilisesinin emlâk ve diğer mallarına da el koydular. Bu durum karşısında Cenevizlilerin de tahrikiyle çıkan ilk isyandan sonra 150 yıl zarfında, yirmiden fazla ayaklanma baş gösterdi. Bunların bastırılması, Venediklilere oldukça pahalıya mal oldu. Fakat her defasında isyanlar, gittikçe artan bir şiddetle bastırıldı. Bunun üzerine ada halkının bir çoğu, dışarıdan ve özellikle Cenevizlilerden yardım ümitlerini kesince bir İslam ülkesinde yaşamayı tercih ettiklerinden, Mısır’a giderek, oraya yerleştiler. (Tukin 1996, 85-93) Kıbrıs’ta Hiper
Enflasyon
13. asrın başında Kıbrıs’ı, Bizans İmparatoru’na bağlı Franklar yönetiyorlardı. Fakat 1208 yılında Kıbrıs’ta meydana gelen büyük pahalılık ve kıtlıktan ötürü, adayı yöneten Franklar, Kıbrıs’ı terk edip İstanbul’a gidince, adanın yönetimi tekrar Akkâ’daki Haçlı hükümdarına kalmış, o da Mısır’la barış anlaşmasını yenileyerek, daha önceki Kıbrıs yönetimince korsanlıkla ele geçirilen birkaç parça gemiyi ve Müslüman esîrleri iâde etmişti. (İbnu’l-Esîr, X/127) İskandinavya’dan Sibirya’ya. Târihçi İbrahim Kafesoğlu’nun (1914-1984), Harzemşahlar Devleti Tarihi’nde (ilk baskı 1956), Orta-Asya’nın Kuzey-Batı’sına düşen Harezm bölgesini anlatırken 13. yüzyılda bu bölgenin ekonomik durumu hakkında verdiği bilgiyi biraz ayrıntılı da olsa, o dönemde bölgenin iktisadi coğrafyasını göz önüne sermesi açısından naklediyoruz: “Harezm, Ceyhun (Amuderya) nehrinin döküldüğü Aral gölünün güneyinde ve bu nehrin her iki tarafında uzanan arazinin adıdır. Ceyhun’un yukarı mecrasının doğusundaki Asyanın sayılı verimli topraklarından, Mâverâünnehir dediğimiz Buhâra ve Semerkand bölgesi istisna edilirse, geniş bozkırlar ve çöller memleketi olan Batı Türkistan ortasındaki Harezm mıntıkasının önemini anlamak için haritaya bir göz atmak kâfidir. Kırgız bozkırları ile Kızılkum çöllerini solunda bırakmak suretiyle ve döküleceği yere doğru yaklaştıkça yelpaze gibi açılarak Aral’a doğru akan Ceyhun nehri, göz alabildiğince yayılmış kum okyanusu ortasında bir hayat kaynağı olmuştur. Nehrin yüzlerce kola ayrıldığı olan Harezm arazisi, tabiatın yer yüzünde bu ve buna benzer cömertliklerinden faydalanan müstesna yerlerinden biridir. Bu itibarla Harezm, benzerleri gibi, eskiden beri kalabalık insan kütlelerini kendine çekmekte ve onları sînesinde zahmetsizce barındırmakta bulunmuştur. Burada Amuderya’dan sulanan arazi, fazla geniş olmamakla beraber, zirâata elverişli; hububat, bağcılık ve pamuk ekimi bakımından çok verimlidir. Nehrin delta kısmı çeşitli balıklarla doludur. Harezm’in doğu ve batısı koyun yetiştirmeğe müsait olduğu için, yün ve yünlü mamuller boldur. Makdisî, Abdü’l-Melik Seâlibî gibi eski İslam coğrafyacıları ve İbni Fadlân gibi seyyahlar