Yuva

  • December 2019
  • PDF

This document was uploaded by user and they confirmed that they have the permission to share it. If you are author or own the copyright of this book, please report to us by using this DMCA report form. Report DMCA


Overview

Download & View Yuva as PDF for free.

More details

  • Words: 25,496
  • Pages: 54
Yuva Bölüm 1.....................................................................................................................................................................1 Bölüm 2...................................................................................................................................................................10 Bölüm 3...................................................................................................................................................................15 Bölüm 4...................................................................................................................................................................20 Bölüm 5...................................................................................................................................................................27 Bölüm 6...................................................................................................................................................................34 Bölüm 7...................................................................................................................................................................40 Bölüm 8...................................................................................................................................................................49

1/54

Bölüm 1 Sokaklarda bir müzik yankılanıyordu. Bir şarkı, ıslak notalarla dolu, iç içe geçmiş resimlerle bezeli, bir şarkı vardı havada. Sokaklar insan doluydu, işlerine giden, sevdiklerine giden, kaderlerine giden insanlar. Sokaklar canavarlarla doluydu; kan arayan, kötülük arayan, yıkım arayan canavarlar. Sokaklar meleklerle doluydu; merhamet dağıtan, sevgi dağıtan, kurtarılmak isteyen melekler. Okuyacaklarınız o sokakların hikayesidir. Şarkının sardığı sokaklarda, arananlar ve bulunanların, unutulanlar ve unutturulanların hikayesi. Ama daha çok bir çocuğun hikayesini okuyacaksınız. Ya da Şarkı’nın hikayesidir dinleyeceğiniz. Bu kadar yeter değil mi, artık başlamalı. İlk notaları duyuyor musun? Ankara; düzenli olmakla övünen, övülen bir şehir. 1920’lerden beri birileri onun için kararlar vermiş. Doktor gözetiminde büyümüş bir şehir. Steril ve nettir. Başka şehirler gibi olmaya zamanı olmamış, yolu hep çizilmiştir. Memurlar şehri derler ona, oysa şehirlerin memuru olmuştur hep. Tüm yükü o sırtlanmış, bu yüzden de ne eğlenecek ne de kendine ayıracak zamanı kalmıştır. Sokakların düzeni bile bir gariptir. En işlek caddesi dahi dezenfektanlarla temizlenmiş hissi verir. Güzel bir bulvara çıkıp ilerlediğinizde bir tasarımcının burası Ankara’nın güzel bir semti, caddesi, sokağı olsun diye karar verdiğini ve oranın bu karar ile oluştuğunu görürsünüz. Düzenli caddeler ve evler arasında sıkışmış; düzenli işleri, düzenli hayatları olan insanlar doldurur şehri. Korkulacak pek fazla şey yoktur sokaklarında. Katiller ve sapıklar pek uğramazlar bu şehre. En büyük cinayetleri sadece para için işlenenlerdir; ne namus cinayetleri, ne de delilerin cinneti pek görülür Ankara'da. Kıyısından köşesinden bulaşmıştır yine de kötülük ama açıkça ortaya çıkmaz. Sokak yaşantısında da şehre sinmiş düzen fark edilir. Gece hangi saatte kimleri nerede bulacağını az çok tahmin edersin. Ne ararsanız arayın bulacağınız yerler bellidir. İster yasal isterse de yasadışı olsun, Ankara elindekilerin hepsini sana sunmak için bekler. Ancak her şeyin bir bedeli vardır ve ana kural düzenin devamıdır. Düzenli olduğun sürece nerede ne yaptığına kimse karışmaz. Ellerinde tiner şişeleri gezinen çocuklar pek yoktur bu şehirde. Yine de fiyakalı arabası olanların peşine düşmekle görevli çocuklar vardır. Biraz dikkat edersen elinde sakladığının kokusunu alırsın nefesinde. Herkes bu hayata bir şekilde alışmıştır. “Sansasyon başka şehirlerin işi” derler. Ve bu başka şehirler de her zaman İstanbul’dur, garip bir sevgi nefret ilişkisi vardır Ankara’nın ve Ankaralıların İstanbul’la. İşte belki de sırf bu yüzden İstanbul’dan ve başka şehirlerden sokak çocukları otobüslerle yada yürüyerek Ankara’ya gelmeye başladıklarında herkes çok şaşırdı. Ellerinde naylon poşetler içinde tiner, gözleri kısılmış, elleri yapışmış çocuklar da vardı gelenler arasında; bellerinde fiyakayla taşıdıkları çalıntı cep telefonları ve ustaca gizlenmiş bıçakları ile çocuklar da vardı. İlk defa evinden kaçmış İstanbul’a büyük şehre gitmek isterken kendini Ankara’da bulmuş olanlarla; çocuk esirgemeden kaçıncı kaçışı olduğunu unutmuş ve Ankara’nın yolunu tutmuş olanlar da vardı. Sokak şarkısına başlamıştı ve sesini önce onun çocukları duydu.

2/54

Çocukların bir çoğu otobüslerle önce Aşti’ye geldiler. Aşti ana baba günüydü yine. Otobüslerin gidiş geliş gürültüsüne ve yolcuların telaşına; yasak olmasına rağmen işlerine devam eden çığırtkanların sesleri karışıyordu. Ankara’ya daha ayak basmadık demeye çalışır gibi binayı dolduranlar kuralları çiğniyorlardı. Çığırtkanlığın yasak olması ilk göze çarpandı, ardından da sigara içilmez yazısının altında sigara içenleri görürdünüz. Oysa aynı insanlar dışarı çıktıklarında otobüslere yazılı bir kural olmasa da sırayla biner, asla yerlere çöplerini atmazlar kendi tabirleriyle “medenileşirlerdi.” Çocukların kalabalığı terminali iyice içinden çıkılmaz bir hale getirmişti. Onların arasından yol alıp uzaklaşmaya çalışan biri vardı. Daha sonra gazetelerin Gökhan(24) diyecekleri bir genç. Şimdilerde sadece etrafındakileri ittirdiği, kendine yol açmaya çalıştığı için azar işitiyordu. Bir kaç saat sonra olacaklardan habersizdi. Oysa kalabalığın arasından bir çocuk ondaki farkı gördü. Bu siyah saçlı, uzun adamda şarkı ile ilgili bir şey vardı. Cengiz şarkıyı takip etti ve adamın cüzdanını çaldı. Kuytu bir köşeye gitti, cüzdanı açtı ve içindeki gümüşten yapılmış gül kolyesini aldı. Gümüş bir çember içine oturtulmuş bir yaban gülü işlenmişti. Çerçeveye sanki yapraklarıyla sarılmış gibiydi. Terminalin boğucu ışığında bile şaşırtıcı bir güzelliği vardı. İnceledikten sonra kolyeyi temiz sayılabilecek bir peçeteye sardı ve cebine koydu. Paraları alması gerekmiyordu, çünkü gideceği yerde ona ihtiyacı olan her şeyi vereceklerdi. Şarkı devam etti ve Cengiz adamı aramaya koyuldu. Geçitte yakaladı Gökhan’ı ve çaktırmadan cüzdanını cebine yerleştirdi. Sonra da onu bekleyen arkadaşları ile birlikte geçitten dışarı Ankara sokaklarına çıktı. Gitmesi gereken bir yer vardı, onu bekliyorlardı. Gökhan terminalden çıkıncaya kadar akla karayı seçmişti. Bu Allah’ın belası şehre geri döndüğüne hala inanamıyordu. Etrafındaki bu aptal adamlara, şehrin adetlerine ve çıkıp eğlenecek bir yer bile olmamasından nefret ediyordu. Ne var ki söz vermişti. Okuldan çok sevdiği bir arkadaşı onu çağırmıştı. Telefonda sesi bir garip gelmişti arkadaşının. Korkuyor ama ne yapacağını bilemiyordu sanki. Neden onu aradığını da tam anlamamıştı. Sorunu ne olursa olsun onun yapabileceği bir şey yoktu herhalde. Gökhan bilgisayar mühendisliğinden mezundu, ODTÜ’de başarılı bir dört seneden sonra Boğaziçi Üniversitesinde yüksek lisans yapmaya gitmişti. Arkadaşları gibi yurtdışına gitmeyi de düşünmüş ama amcasının yanında çalışmaya başladığı için vazgeçmişti. Annesi onu doğururken ölmüştü, babası ise birkaç yıl sonra annesinin yanına gitmişti. Onu teyzesi ve amcası yetiştirmişlerdi. Amcası pek zengin değildi ama babasının mirası ve anne tarafının yardımları ile kendine küçük bir iş kurmuş, sonra da işini büyütmüştü. Başta ufak bir inşaat malzemeleri dükkanı vardı. Ancak sonra mütahitliğe oradan lüks araba galerisine geçmişlerdi. Şimdilerde ise Gökhan’ın isteği üzerine bilgisayar malzemesi işine girmişlerdi. Gökhan daha okuldayken amcasını ikna etmişti. “Ben mezun olunca hemen çalışmak istiyorum” demişti. Zorla da olsa küçük bir sermaye ile amcasına işi kurdurmuştu. Gökhan’ın öngörüleri sayesinde şirket başarılı kararlar almış ve bir çok yüksek teknoloji oyuncağın Türkiye pazarlamasını yapmaya başlamıştı. Gökhan da mezun olur olmaz şirketin başına geçmiş, var gücü ile çalışmaya başlamıştı. Bu hafta sonu da çalışmayı düşünüyordu ancak Turgut telefon edince her şey değişmişti. En yakın arkadaşıydı Turgut; üniversite yılları boyunca hep beraber olmuşlar, tüm dertlerini ve sevinçlerini paylaşmışlardı. Bir an gülümsedi, Gökhan. “Sanki yaşlı bir dede gibi oldum. Daha ne kadar zaman geçti mezun olalı, iki yıl bile değil” diye sessizce geçirdi içinden. Turgut’u tanıdığı bu 6 yıl içinde onun bu kadar heyecanlı ve korkmuş olduğunu hatırlamıyordu. İşte sırf bu yüzden, yardım edemeyeceğine olan derin inancını es geçti, çantasına teknolojik oyuncaklarını, iki iç çamaşırı ve bir tshirt attı yola koyuldu. Oyuncakları olmadan yapamıyordu.Sesleri kaydedebilmek dışında bir özelliği olmayan bir cep telefonu vardı, bir de şık metalik gri bir laptopu. Laptop da telefon da baya kurcalanmışlardı. Özelliklerini geliştirmiş, içlerine yeni parçalar takılmıştı. Oyuncakları ile sadece oynamıyor onları güzelleştiriyordu da. Çantasını bir omzundan diğerine taşırken içinden Turgut’a sessiz bir küfür salladı. Turgut olmasa bu şehre geri de gelmezdi zaten. Mezun olduğu zaman en çok Ankara’dan kurtulduğuna sevinmişti. 3/54

Mezun olduktan sonra bir ay arkadaşları ile görüşmek için kalmış, sonra da her ay gelmişti ama bu şehri sevmiyordu. Geçitten çıktı, etraftaki kalabalıkta bu kadar çok çocuk olmasına şaşırmıştı fakat pek dikkat etmedi. Belki dikkat etse annesinin kolyesi ile oynayan Cengiz’i görebilirdi. Ya da çocukların başka çocukları beklediğini fark edebilirdi. Onun tek derdi Turgut’u bulmaktı. Geleceğini söylemiş ama arkadaşından onu almasını rica etmişti. Aslında pek de rica sayılmazdı. “Geleceksem beni almalısın” gibi bir şeyler söylemişti sanki. Turgut’la yıllara meydan okuyan bir arkadaşlıkları vardı ve böyle bir laftan kırılacağını düşünmüyordu. Yine de eğer bir kaç dakika içinde gelmezse onu kıracak laflar edebileceğini fark etti. Telefonda onun numarasını buldu ve aradı. Kalabalığın arasında bir telefon çaldı, o anda birbirlerini fark ettiler. Turgut’un yanında bir kız vardı. El ele tutuşmuşlardı. Gökhan kızın kim olduğunu bilmiyordu, arkadaşına sarıldı merhabalaştılar, elini kıza uzattı. Turgut arkadaşının çekingenliği üzerine yardımcı olmak istedi. “Tanıştırayım, Sibel nişanlım.” Gökhan’ın suratındaki ifadeyi görünce hızlıca devam etti. “Seni de bu yüzden çağırmıştım, benim nikah şahidim olur musun?” Gökhan’ın sinirleri bir an boşaldı. İçinden Turgut’a bağırmak onun oracıkta canını okumak geçti. Neden daha önce tanıştırmamıştı bu kızla onu ya da neden onu kandırmıştı. “Oğlum salak mısın, başın dertte sandım. Gelirken ne kadar heyecanlandım biliyor musun?” dedi sitem dolu bir sesle. Oysa Turgut gülümsüyordu. “Biraz korktun belki ama deydi değil mi? Bak başka türlü olsa gelmezdin.” Bunları derken gülümsüyordu ama gözlerinde korku vardı. Gökhan bunu evlilik korkusuna bağladı ve çantasını sırtladı, arabaya doğru beraberce yola koyuldular. Arabada daha fazla bir şey konuşmadılar. Garip bir soğukluk vardı arabanın içinde. Yeni tanışmış ve konuşacak konu bulamamış insanlar gibiydiler. Gökhan’ın aklı karışıktı, kandırıldığına kızsa mı yoksa arkadaşı için sevinse mi karar verememişti. Daha da kötüsü sanki arkadaşında bir şey vardı, anlatamadığı ama fark ettiği bir değişiklik. Sanki tüm hareketleri değişmişti. Evet hala eskisi gibi davranıyordu ama gözlerinin içinde ona bakan bir başkası vardı. Araba şehir trafiği içinde yol aldı. Onun için bu trafik değildi aslında, arabalar ilerliyordu ne de olsa. Oysa İstanbul’da öyle değildi. Ama bunları düşünmek istemiyordu. Büyümüştü, büyümüşlerdi ki en yakın arkadaşı evleniyordu. Hem de kendisinin tanımadığı daha önce görmediği bir kadınla. Hem de böyle aceleyle. Dışarıyı izledi. Gecenin ışığında şehir daha da güzelleşmişti. Yine de boğazın eksikliğini hissetti. Uzaktan ışıkları gözüken gemileri ve köprüde tıkılmış arabaların ışıklarını. Geçip giden arabalar ve akan binalar uzaklaştılar. Sokaklarda telaşlı bir kalabalık vardı. Kırmızı ışıkta durduklarında kalabalığına arasında sokak lambasının altında bir adam gözüne takıldı. Bakışları kenetlendi ve bir an daldı. Yaşlı bir adamdı bu, mavi gözleri vardı ve çılgınca bakıyordu. Üstünde bir entari vardı. Salkım saçak bir şeyler dikilmiş garip bir giysi; bir kadın elbisesi gibi duruyordu. Gözleri kendiliğinden yukarı kaydı, adamın tepesinde koca siyah bir kuş uçuyordu. Nasıl olduğunu bilmiyordu ama sanki kuş da ona bakmıştı. Akşam karanlığında kuşun gözlerini gördü sanki. Belki biraz daha dikkatli olsa bunun koca bir kartal olduğunu fark edecekti ama boş verdi. Adam ışığın altında bekliyor, Gökhan’a bakıyordu; etrafındakiler ise adamdan olabildiğince uzaklaşmaya çalışıyorlardı. Haklılardı da yaşlı adamın elinde koca bir sopa vardı. Belki bir şeyler söyleyecekti ama yeşil ışık yandı ve adamın yanından geçip gittiler. Turgut’un ailesi Ankara’nın eski zenginlerindendi. Turgut zenginlikleri ile değil de, ailesinin paşalara dayanan soyuyla övünürdü. Onun için zenginlik üzerinde konuşulacak bir şey değildi. Paranın eksikliğini hiç hissetmediğinden midir bilinmez, onu önemsiz bulurdu. Hayatını eğlenmeye adamıştı, fakat eğlencenin yanında sorumlulukları olduğunu da düşünürdü. En önemli amacı güzel kadınlarla bir şey düşünmeden zaman geçirmesine yetecek 4/54

kadar para kazanmaktı. Felsefe mezunuydu. Tanıdıkları vasıtasıyla ayarlanan bir işte çalışıyordu. Bir gazetenin Pazar ekine yazı yazıyor, arada da aylık yayınlanan, aynı grubun dergisinde yazılar hazırlıyor, gençlik sayfalarının editörlüğünü yapıyordu. Felsefeyi ağır iş yapmak istemediğinden ve kendisine istediği saatte çalışmasına izin verecek bir meslek istediğinden seçmişti. İkinci senenin sonunda öğrendiklerine hayran kalmış ve kendini adamıştı. Ona göre iki çeşit insan vardı; düşünmeyi bilenler ve bilmeyenler. Akademik bir eğitim almamışların doğruyu bulabileceklerine pek inanmazdı. Sosyal bilimlerin pek dışına çıkmadan, gündüzleri okul yerleşkesinde geceleri ise barlarda geçirirdi zamanını. Mezuniyet sadece barlarda geçirdiği zamanı arttırmış ve okul yerine gazetedeki ofisinde zaman geçirmeye başlamıştı. İkisinin tanışması ise sadece Turgut’un babasının inadı sayesinde olmuştu. Babası oğlunun yurt hayatını görmesi gerektiğini düşünüyordu, kendisi yatılı okulda okumuş ve bunun insanın karakterine çok şeyler kattığını düşünüyordu. Oğlunun da bu imkandan faydalanmasını istiyordu ve onu zorla okulun yurtlarından birine yazdırdı. Ama baba yüreği oğlunun feryatlarına dayanamamış ve ona lüks bir yurtta iki kişilik bir oda ayarlatmıştı. İşte şans eseri Gökhan’da aynı odaya yerleşti. İlk seneyi beraber okulu ve neler yapabileceklerini öğrenerek geçirdiler. Ankara’yı pek tanımayan Gökhan’a Turgut yardımcı oluyor; Gökhan’da İstanbul’dan ve oradaki güzel hayatından bahsediyordu. Zamanla birbirlerine alıştılar, Gökhan Turgut’un okulda içip sızdığı zaman onu yurda taşıdı, arkadaşına göz kulak oldu. Turgut ise Gökhan’a zor zamanlarında destek oldu. Bu zor zamanlar yoğun ders programı veya terk edilmeler yada yeni sevgililer olabiliyordu. Birbirlerine yardımcı olarak beraberce mezun oldular. Hayatları değişti ama bağlarını kopartmadılar. Araba durunca Gökhan aklındakileri bir kenara atıp etrafına bakındı. Turgut’un evinin Atakule’nin bu kadar yakınında olması onu ilk geldiğinde şaşırtmıştı ama artık kanıksamıştı. Turgut üçüncü sınıftayken annesi ve babası şehirden sıkıldıklarını söyleyip, Ankara’ya uzak bir köye taşınmışlardı. Orada güzel bir çiftlik kurmuşlar, Ankara’ya ise arada sırada gelmeye başlamışlardı. Ev de haliyle Turgut’a kaldı. Üç katlı bir konak yavrusuydu aslında. Şehir başkent ilan edildikten sonra inşa edilmiş ve paşalara verilmiş bir kaç evden biriydi. Caddeden ufak bir yoldan geçerek bahçeye giriliyordu. İki araba park edilebilecek bir yer vardı içeride. Beyaz boyalı duvarda koca bir sarmaşık vardı. Her tarafı kaplamış, çatıya kadar çıkmıştı sarmaşık. Evin iki yanında da birer benzer mimarili bina vardı. Bir tanesi bir seyahat acentesinin binasıydı, diğeri ise bir yıl önce yanmıştı. İtfaiye trafiği aşıp gelinceye kadar evin büyük bir kısmı yanmıştı. Polis yangının elektrik kontağından çıktığını açıklamıştı. O gece yan evde Turgut ve Gökhan heyecanla karışık korkuyla alevleri izlediler. İki kafadar bu evde daha az tehlikeli bir çok macera yaşamışlardı. Kapıdan gireceklerken sokaktaki çocuklara gözü takıldı. “Her yere geliyorlar, onlar için bir şey yapmalı” diye geçirdi içinden. Son geldiğinde çocukları görmemişti, Turgut’a sormak için durakladı. Gökhan arkadaşına baktı, bir terslik vardı sanki ama Sibel ona sarılınca arkadaşının keyfi yerine geldi. Turgut düğün hazırlıklarından bahsediyordu. O sırada aklındaki soru kaynadı gitti. “Düğünü Hilton’da yapalım diyorum ama Sibel karşı çıkıyor” dedi sevgilisine sitem ederek. Nişanlısı diye düşündü Gökhan bunu unutmaması gerekiyordu. “Neden karşı çıkıyorsun ki?” Sibel’le merhabalaştıktan sonra ilk defa konuşuyorlardı. Ayıp ettiğini düşünüyordu ve durumu düzeltmek istiyordu. “Küçük bir düğün istiyorum ben. Birkaç arkadaşımız ve ailelerimiz. Gazetelerin ya da daha sonra görmeyeceğimiz insanların gelmesini istemiyorum.” Bunları söylerken Turgut’un koluna asılıyor, küçük bir kız gibi beraber yürüyordu. Turgut ağırlığının artmasına pek önem vermeden devam etti. “Tamam biz de balo salonunu kapatırız ama kimseleri çağırmayız.” “Bilmiyorum, bence bunu daha uzun düşünmeliyiz.” Turgut kapıyı açtı ve beraberce içeri girdiler. Gökhan’ın aklına Sibel’in son söylediği takılmıştı. 5/54

“Uzunca düşünmeliyiz diyorsun düğün yakınlarda değil mi? Yani beni çağırdığına göre.” Turgut bir şey söyleyecek oldu ama Sibel önce davrandı. “Birkaç gün içinde ama bu düşünmemize engel olmaz değil mi?” Turgut sessizce onayladı. Eşyaları içeri yerleştirdi. Gökhan’ın mantosunu aldı. “Hadi sen yorgun ve açsındır, üstünü değiş de yemeğe geçelim. Gökhan Turgut’un gösterdiği odaya giderken gözü Sibel’e takıldı. Şimdi daha yakından bakabilmişti ona. Siyah saçları vardı, aralarına kırmızı gölgeler atılmıştı. Çirkin sayılmazdı ama pek de Turgut’un tipi gibi değildi. Vücudu biçimliydi, elleri sanatçıların yada dişçilerinkiler gibiydi. İnce uzun parmakları vardı, kırmızı bir oje sürmüştü. Gayri ihtiyari onu baştan sona süzdüğünü fark edince utandı ve kafasını kaldırdı. O sırada Sibel’in gözlerini gördü. Sanki gözlerinin ardında yeşil bir duman vardı. Bir an gördü ve ne gördüğünden emin olmadan gözleri eski haline döndü. Kahverengi gözleri onların merdivenlerden çıkışını izliyordu. Ensesinden aşağıya bir ürperti indi. Gülümsemeye çalıştı, sevecen ve çapkın olmayan bir gülümseme oturttu yüzüne. Sibel de ona gülümsedi ve mutfağa yemeklerle ilgilenmek üzere Turgut’un peşinden gitti. Gökhan her geldiğinde kaldığı küçük odaya yerleşti. Turgut bir ara burada kalmasını teklif etmişse de o kabul etmemişti. Kabul etmemesi pek de işleri değiştirmemişti. Her hafta üç, dört gün Turgutlarda kalırdı. Bar çıkışında ya da sadece okula yurduna dönmek istemediğinde kapıyı çalar girerdi. Son sene Turgut Gökhan’a bir de anahtar vermişti. Acil bir durum olur da gelmen gerekirse demişti. Yatağın üzerine oturdu. Kafasından bin bir düşünce geçiyordu. Aklı hala arkadaşının evlenecek olduğunu almıyordu. Ancak bunu bile unutturacak problemler vardı. Birincisi Sibel’di, ki o da evlilikle ilişkiliydi; ikincisi de o gördüğü adamdı. Nedendir bilinmez tüm garipliğine rağmen adam değil de kuş dikkatini çekmişti. Kartal olmalı diye düşündü, fakat Ankara’nın göbeğinde kartalın ne işi olduğunu çıkaramıyordu. Kendine çeki düzen verdi, saçlarını tarayıp, soğuk suyla yüzünü yıkadı ve aşağıya indi. Merdivenlerde başka bir şey daha varmış gibi geliyordu ama tam ne olduğunu yakalayamamıştı. Aşağıda salonda mütevazı bir sofra onu bekliyordu. Birkaç parça kızarmış et, salata ve çabucak hazırlanmış bir makaradan oluşuyordu yemekleri. Aceleyle hazırlandıkları her halinden belliydi yemeklerin. Zaten sofrada da biraz rahatsız olmuştu. Küçük kare bir masanın etrafına oturmuşlardı. Daha doğrusu karşılıklı oturuyorlardı. Sibel ve Turgut yan yana Gökhan ise tam karşılarındaydı. Bir an onlara ait zamanı çalıyor gibi hissetti. Sanki bulunmaması gereken bir yerdeymiş, yemeğini bitirip gitmeliymiş gibiydi. O sırada arkadaşının gözlerini gördü. Aynı yeşil sis vardı onda da. Bir an geldi ve kayboldu. Sibel’in gözlerinden çıkan duman, Turgut’un gözlerine akmıştı sanki. Korkuyla çatalını yere düşürdü. İlk tepki veren Sibel oldu, sadece kızgınlıkla ona baktı. Turgut ise gözlerini zorlukla nişanlısından ayırıp ne olduğuna baktı. “Merak edecek bir şey yok elimden kaydı da” dedi Gökhan ürkekçe. Garip şeyler yaşıyordu Ankara’ya geldiğinden beri ve tüyleri diken dikendi. “Gören de seni arabayla gelmiş zanneder. Oysa otobüste rahat koltuğunda uyuklayarak gelmedin mi? Ne bu hal?” Turgut’un her zamanki neşesi yerindeydi. Havadan sudan konuştular. Yemek üçü için de eğlenceli geçti. Gökhan olan biten hakkında sorular soruyor, görmeyeli arkadaşındaki değişikliği çözmeye çalışıyordu. Aklı onu korumak için dumanı ve gördüklerini unutturmaya çalışıyordu. Sonradan uzun çağrışımlarla eve gelirken kafasına takılan soru aklına geldi. “Bu mahalle de amma değişmiş. Eskiden sokak çocukları olmazdı buralarda. Oysa şimdi buraya bile yerleşmişler.” Sorusu masada buz gibi bir hava yarattı. Aslında heyecanlanan Sibel’di, sanki bu soruyu sorduğu için Gökhan’ı kesmek ister gibi baktı bir an. Sonra da yüzü güzel bir tebessümle 6/54

taçlandı, ilgiyle izliyor görünüyordu ama Gökhan artık bu kadında bir şeyler olduğuna karar vermişti. Turgut masadaki savaştan habersiz açıklamaya koyuldu. “ Evet, bu çocuklar yandaki yıkık evde yaşıyorlar. Neden hala o evi yeniden inşa edip güzelce adam etmiyorlar bilmiyorum. Fakat bu işten en karlı çıkanlar çocuklar oldu.” “ Sahi hala neden bekliyorlar ev için?” “ Biliyorsun, veraset davası vardı. Hala tamamlanmadı, hal böyle olunca da kimse orayı kullanamıyor.” Turgut etrafındaki olaylarla çok ilgilenirdi. Gazetecilik soluduğu havadan ona da bulaşmıştı. Kendisine asla gazeteci demezdi ama bazen bir haberci gibi davranırdı. “ Hem bir de köpek sorunu var tabii.” Suratında alaycı bir gülümseme vardı bunları söylerken. “ Ne köpeği, yoksa mahallede bir de başıboş köpekler mi var?” Gökhan Turgut’un sırıtmasına eşlik ediyor, “Nermin hanım, dernektekilerle beraber onlara hala yuva bulamadı mı?” “ Yok bu iş başka. Eve tadilata gelen mütahitin adamlarını koca bir köpek kovalamış da. Adamlar da onun korkusundan bir daha o eve yaklaşamadılar.” Turgut sesini alçaltıp devam etti. “ Bazıları onun cehennemden geldiğini söylüyor. Kurşunlar gövdesinden sekiyormuş, çok hızlıymış. Bir dedikoduya göre uçabiliyormuş bile.” “ Yani Süpermen gibi köpekmiş sizinkisi.” “ Aynen öyle. Bu aralar pek aşk skandalı da yok etrafta, ne yaparsın dernekte sadece bunlar konuşuluyor.” Turgut işlerinden zaman bulduğu zaman annesinin ricasını kıramadığından Hayvanları Koruma Derneği, mahalleyi güzelleştirme derneği gibi derneklerde çalışıyordu. Annesine göre o olmadığı için oğlu yerine bakmalıydı. Turgut’un bu işten pek hoşlandığı söylenemezdi. Bir keresinde Gökhan’a dert yanarken “ Annemin hatırı olmasa o deli kadınlarla bir dakika bile geçirmem ama ne yaparsın” demişti. Sibel esneyerek Turgut’a sarıldı. “ Şarap bana fazla geldi, hem geç de oldu ben yatıyorum sizin konuşacaklarınız vardır” Tabaklarını aldı, Turgut’u öptü ve odadan çıktı, gitti. Onun gidişiyle Gökhan rahatlamıştı, aynı yüz ifadesini arkadaşında da görünce şaşırdı. Turgut şaşkınlığı fark etmişti. “ Bana şaşırıyorsun değil mi?” yüzünde hafif bir tebessüm vardı. “ Nasıl bu kadar kolay sevebildiğimi, bu kadar çabuk bu kararları alabildiğimi düşünüyorsun değil mi?” Gökhan cevap verecekti ama Turgut beklemedi. “Bilmiyorum, onu ilk gördüğüm an vurulmuştum. Bir yemekte tanıştım onunla. Rastlantı eseri aynı masada oturuyorduk. Cafede yer kalmamıştı ve geldi yanıma oturdu. Yüzüne baktım, o an sanki ondan bana bir şeyler aktı; o an aşık olmuştum.” Gökhan şaşkınlıkla onu dinliyordu. Turgut pek kolay bağlanan biri değildi. Eğlenmeyi seviyordu ve bir kadın onu sınırlamaya kalkarsa hemen ondan kaçıyordu. “ Bu romantik filmlere özgü replikleri senden duymayı hiç beklemezdim.” Şarabından bir yudum aldı, ne söylemesi gerektiğine karar vermeye çalışıyordu. “ Çok değişmişsin” diyebildi sadece. “ Bilmiyorum ben de dönüp düşündüğümde aynısını söylüyorum kendime. Ama aşk işte ne yaptıracağı belli olmuyor.” Gökhan bu laf üzerine kendini tutamadı ve gülmeye başladı. Turgut da ağzından çıkanları fark edince ona katıldı. Yemekten sonra beraberce balkona çıktılar. Gece sokak bomboştu. Uzaklardan gelen tek tük araba sesleri dışında etrafta hiç gürültü yoktu. “ Bazen ne düşünüyorum biliyor musun” diye başladı Turgut. “ Bazen hayatımda yaşadığım her şeyi sanki Sibel’e ulaşmak için yaşamışım gibi geliyor. Bazen de ondan

7/54

uzakken onu unutuveriyorum. O sevgi, o duygular kayboluyor. Bu yüzden evlenmek istiyorum hep yanımda olsun istiyorum.” Bu son sözleri söylerken Turgut’un gözlerinde yeşil dumanlar gezindi. Gökhan fark etmemişti, fark etse de bir şey değişmezdi zaten. Arkadaşından böyle bir lafı, bu açıklığı beklemiyordu. Sessizce geceye daldılar. Gökte dolunay vardı, ışıkları olacakların habercisi gibiydi. Zamanı gelmişti, notalar yerlerine dizilmiş, teller gerilmişti. Şarkının kendini göstermesinin zamanı gelmişti. Onlar sokağa bakarken, ay ışığında periler gibi gözüken onlarca çocuk komşu eve girmeye başladılar. Önce küçük gruplar halinde geldiler, sonra da sokağı dolduracak kadar kalabalıklaştılar. Hepsi gizli bir çağrıyı dinliyorlardı. Aradıkları fazla bir şey değildi. Yemek, kalacak yer ve her şeyden önemlisi birilerinin onları düşünmesini istiyorlardı. Bunların verilebileceğine inandıkları tek yere varmak için yola çıkmışlardı. Bu gece gelişleriyle ikisini şaşırtanlar sadece başlangıçtı. Çocuklar sokaktaki bir kadının yanından geçip eve doğru ilerlerdiler. Evin giriş kapısı ağır demirdendi. Aralarından güçlü kuvvetli beş veya altı tanesi anca açabilirdi kapıyı. Kadın şaşkınlıkla ne yapacağını bilmez onları izlerken, çocuklar içeri tırmanmaya başladılar. Önce küçük olanlar, sonra da büyükler yukarı çıktı. Kadın üzerine dökülmüş ölü toprağını atmak ister gibi silkelendi. Etrafına bakındı, çocuklar baş edebileceği kadardılar şimdi. Hem de yukarıdan bir polis arabası geliyordu. Çocukların yanına gitti, 15-16 yaşlarında bir tanesin kolundan tuttu ve kendine çevirdi. “ Ne yapıyorsunuz bakayım burada” sesi yıllardır yağlanmamış bir kapı ile kuyruğuna basılmış bir kedinin sesi arasında bir yerlerdeydi. Çocuğun üzerinde bir etkisi olacağını bekliyordu. Oysa hiç bir şey olmadı, çocuk kadının elinden kurtulmak için bir hamle yaptı. Ayağı yerdeki yapıştırıcı dolu torbalardan birine takıldı ve düştü. Kadın telaşlandı, heyecanlanmıştı. Çocukları sadece uyarmak istemişti aralarından birinin canı yansın istemiyordu. Mahallenin sonunda büyük bir binada kalıyordu. Bu köşkleri çok sever ama asla birine oturamayacağını bilirdi. Belki de bu yüzden çocukların pervasızca binayı sahiplenişleri onu kızdırmıştı. Belki de yıllar önce edebiyat dersleri verdiği zamana gitmiş, çocukların korkuyla önünde bekledikleri o anlardan birini yaşamak istemişti. Her ne olursa olsun, yere düşen çocuğun burnu kanıyordu. Elleri ile kanamayı durdurmaya çalışıyor, gözlerinden süzülen yaşlar yanaklarından süzülüyordu. Günler sonra kadın olayları tekrar anlatırken, çocuğun hiç ağlamadığını hatırladı. O gece dikkat etmemişti fakat onun ağzından laf kapmaya çabalayan gazeteci kadın onun anımsamasını sağladı. Beyninin bir köşesinde çocuğun gözlerinin garipliği işlenmişti. Garip gözlerdi çünkü hiç bir yere odaklanmadan yuvalarında duruyorlardı. Sanki çocuk onlarla görmüyor, gözlerini birer süs eşyası olarak taşıyordu. Kadın çocuğa yardım etmeye çalıştı. Cebinden bir kağıt mendil çıkarıp burnuna tampon yaptı. Onu erkek adamların ağlamayacağını söyleyip teselli etmeye çalıştı. Gürültüye öteki çocuklar da gelmişti. Kapının ardında, kafalarını aralıklara sokmuşlardı. Kızlı erkekli bir gruptular. Bir kaç tane büyük çocuk da vardı aralarında ama çoğunluğu sekiz, on iki yaş arasıydı. Hepsinin gözünde bir korku vardı, başlarına ne geleceğini bilmiyorlardı. Bir kız yaralı çocuğun yanına gitti. Yanaklarında ağlama yolları çizilmiş çocuğa baktı, elini yüzüne koydu. Küçük kız ilkokula daha yeni başlamış gibiydi. Taş çatlasa ikinci sınıf olurdu. Üzerinde eski, bir zamanlar pembe olması mümkün ancak şimdilerde kirlenmiş, grileşmiş bir elbise vardı. Elleri kanlanmıştı, gayri ihtiyarı elbisesinin yanlarına sürdü ellerini. Gri elbisede artık kan lekeleri vardı. Kızcağız bunu görünce ağlamaya başladı. Nefessiz kalıncaya, göz yaşları bitinceye kadar ağlayacak gibiydi. Kadın kızın yanına gidip onu sakinleştirmek istedi. Ellerini tuttu, kızı kucağına almak için bir hamle yaptı. Küçük kız gelmek istemiyordu, yere çömeldi ve ağlamaya devam etti.

8/54

Kadın kızın yanına eğilip, onu teselli etmeyi son kez denemeye karar verdi. Sonra evine dönecekti. Saat de geç olmaya başlamıştı. Yine de kızın sesine gelen polis arabasını bekleyip öyle gitmeye karar verdi. Eğildi, ikisinin de yüzleri aynı hizadaydı artık. Kızla konuşmaya çalıştı, arkasından gelen hırlamayla irkildi. Karşısında bir metre boyunda yavru bir eşek kadar büyük zannettiği bir köpek vardı. Siyah koca bir köpekti bu. Gözleri çakmak çakmaktı ve bu hayvanın burun deliklerinden alevler fışkırmasını hayal etmek hiç de zor değildi. Köpek hırladı ve kadının üzerine atladı. Kadın gayri ihtiyari kolu ile kendini korumaya çalıştı. Dev köpek kadının kolunu ısırdı. Polisler kızın ağlamasını duymadılarsa da kadının çığlığını kesin duymuşlardı. Kadın avazı çıktığı kadar bağırıyordu ve birden sesi kesiliverdi. Başladığı gibi aniden bitivermişti. Gökhan ve Turgut olaylar olurken balkondaydılar. Küçük kızın ağlamasını duyunca inmeye ve bakmaya karar vermişlerdi. Onlar giyinirken kadının çığlığı mahalleyi sardı. İkisi kapıdan çıkıp sokağa adım attıklarında polisler de arabalarından yeni iniyorlardı. Bir tanesi elindeki copla kadının üzerindeki köpeğe saldırdı. Öyle bir darbe vurmuştu ki Gökhan hayvanın öldüğünü zannetti. Oysa kara köpek hiç bir şey olmamış gibi, sokak lambaları ile parıldayan gözlerini adama çevirdi. Polisler ne yapacaklarını bilemez haldeydiler. Etraflarını çocuklar sarmıştı ve hepsinin gözünde o masum yüzlere yakışmayacak bir kızgınlık vardı. Köpeğe vuran adama nefretle bakıyorlardı. Polis onları sakinleştirmeye çalıştı. Bu arada köpeğin altından kadını kurtarmaya çalışıyordu. Sokakta sanki tüm ses kesilmişti, bir an için sadece köpeğin derin nefes alıp verişi duyuldu. Küçük kız kadının yanındaki polisin kolunu tutuyordu. Köpeğe vurmasını engellemeye çalışıyor gibiydi. Ancak adam tek eliyle copu köpeğe doğru sallıyor ötekisiyle de kadını çekmeye çalışıyordu. Arkadaşı onun yanına gelmiş, tabancasını çıkarmıştı. Köpeği vurup vurmama arasında kararsızdı. Kadını çeken polis, sonradan gazetede onun ne kadar kahraman bir polis olduğu yazılacaktı, elini çocuktan kurtarmak için salladı. Köpeğe zarar gelmesini engellemeye çalışan iki çocuk adamın kolu onlara çarpınca yere düştüler. Köpek koca ağzını açtı ve ona doğru atladı. Ağzı adamın kafasını yutacak kadar açılmıştı. Köpek hiç bir şey beklemeden, hırlamadan adamın boynunu ısırdı. Köpeğin ağırlığıyla adam yere düşmüştü, köpek debeleniyor arka ayaklarındaki pençelerle adamın karnını parçalıyordu. Polis tabancasına uzandı, ateş etmeye çalıştı. Son düşündüğü tabancasını nerede kaybetmiş olabileceğiydi. Gökhan’la Turgut işte tam o anda geldiler. Gördükleri manzara karşısında dilleri tutulmuştu. Binadan akarcasına çıkan çocuklar vardı. Çocuklar gece karanlığında, sokak lambalarının ışığına bürünmüş cinler gibiydiler. İntikam için gelmiş gibiydiler. Biraz büyük olanların ellerinde bıçaklar ve jiletler vardı. Yerde polisleri ve kadını durdurmaya çalışırken yaralanmış üç çocuğun başında bir grup çocuk birikmiş onlara yardım etmeye çalışıyorlardı. Hareketleri mekanikti, sanki litrelerce tiner beyinlerini yemiş bitirmiş, yada ne yapacaklarını bilmiyormuş da hatırlamış gibiydiler. Gökhan kapıdan çıktığında köpeğin polisin üzerine atladığını gördü. Öteki polisin heyecanla elindeki silaha davrandığını ve bunu gören etraftaki çocukların onun üzerine üşüştüklerini gördü. Polis arabası çocuklarla onların arasındaydı, yerdeki boğuşmayı tam göremiyorlardı. Ama ikinci polisin, gazetede dendiğine göre gençliğinde sevdiği onu terk edince kalbi kırılmış ve bir daha kendine gelememişti, kızgınlıkla çocuklardan kurtulmaya çalışmasını görebiliyorlardı. Boğuşma bir an ya da bir saniye sürmüş olabilirdi, ancak bitişi yerdeki polisin kanla karışık çığlığının duyulmasıydı. Bağırışından irkilen arkadaşı tabancasını ateşledi, kurşun koluna sarılmış küçük bir oğlanın kafasını aldı ve etrafa saçtı. Gökhan donakaldı, bulundukları açıdan çocuğun yüzünü görmüş ve sonra da onun havaya saçılışını izlemişti. Silah ateşlenmeden önce koşuyordu, kime yardım edeceğini bilmiyordu ama bir şey yapması gerektiğine emindi. Oysa kurşun onu olduğu yere mıhlamıştı. Bir insanın öldüğünü görmüştü, daha da kötüsü bir çocuğun ölümüne tanıklık etmişti.

9/54

Herkeste de aynı duygu vardı sanki, sokaktakiler durdular; tüm gözler bir elindeki silaha bir de yerdeki çocuğa bakan adama çevrilmişti. Adamın aklında kendi çocukları vardı, büyütmek için mücadele ettiği; kendisinden başarılı ve mutlu olmaları için canını dişine taktığı çocukları. Biri yerde yatan çocuk kadardı, ilkokula yeni başlamıştı. Diğeri ise üçüncü sınıftaydı. Adamın gözünde yerdeki çocuk ile kendi çocukları aynı kişiydiler. Ağlamak üzereydi, çıldırmak üzereydi. İçinde başka bir his de bunun kariyerini olumsuz etkileyeceğini söylüyordu. Turgut Gökhan’ın bir adım gerisindeydi, o da bir şeyler yapmak istiyor ama ne yapacağını bilemiyordu. Manzara onu da durdurmuştu ama aklından çocuğa bakmak geçiyordu. Gördüklerine rağmen çocuğun yaşıyor olabileceğine dair bir umudu vardı. İlerlemek isterken omzunda bir eli hissetti. Sibel geceliği ile sokağa fırlamış, korkuyla ona tutunmuştu. Gözünde soru işaretleri vardı, Turgut ne olursa olsun onun yanında kalması gerektiğine karar verdi. Suskunluğu bir el silah sesi bozdu. Baygın polisin yanındaki çocuk, köpekle boğuşurken düşürdüğü silahı almış ve polise ateş etmişti. Silah geri tepince nişan aldığı yer değişti. Mermi havayı yırttı ve Turgut’a doğru uçtu. Turgut ne olduğunun farkında değildi, tek fark ettiği Sibel’in birden önüne geçtiğini ve sonra da kısık bir çığlık atıp aşağıya kaymaya başladığıydı. Onu kollarından tuttu ve kaldırdı. İşte o zaman sevgilisinin vurulduğunu fark etti, geceliği kan olmuştu. Onun için bir şeyler yapmayı düşünürken bir mermi daha ateşlendi. Gökhan çocuğun elindeki silahı sokak lambasının florsan ışığında görmüştü. Çocuk soğuk ışık altında bir melek gibiydi. Elinde avucuna almakta zorlandığı bir tabanca ve yüzünde silah her ateş aldığında beliren korku vardı. Sibel’in vurulduğunu görmüştü, kuşunun Turgut’a gittiğini de fark etmişti. Aklının bir köşesinde kurşunlardan tekinin ona da gelebileceği geçti. Çocuk ne yapacağını bilmez halde ateş ediyordu. İkinci mermi namluyu terk ettiğinde, tabancanın kendine dönük olduğunu biliyordu. Kurşunu görmeye çalıştı, belki de kaçabilirdi. Tok bir ses duydu, sol kolunu hissetmez olmuştu. Sonra da tüm hisler geri döndüler. Kalbinin olması gereken yerden vurulduğunu düşündü. Nefes almakta zorlanıyordu. Üçüncü kurşun silahı çocuğun ne yaptığını fark etmesinden terk etti. Korkmuş ve tetiğe asılmıştı. O kurşun Gökhan’ın ciğerini parçaladı. Bir anda gözlerinin önüne doğru kan fışkırmıştı. Gökhan yıkılmadan önce çocuğun tabancayı düşürmek üzere olduğunu gördü. Eli titriyordu ve yanağından yaşlar süzülmeye başlamıştı. Ayaktaki polis bu olanlara bir anlam veremez haldeydi. Boş gözlerle elinde silah olan çocuğa bakıyordu. Ağlamak üzereydi, silahını kaldırıp ona doğrulttu. Ateş etti. Çocuk elinden tabancayı patlamadan korkup düşürdü. Gökhan yere çarpan silahın sesi ile irkildi. Sanki dev bir balyoz yere vuruyormuş gibi gelmişti. Çocuğun da vurulacağından korkuyordu, fakat köpek hızlı davrandı. Köpek altındaki polisin artık direnmediğini fark edince etrafı kolaçan etmeye başlamıştı. İşte o anda çocuklardan birinin vurulduğunu gördü. Karmaşa sırasında köpeği izleyen olsaydı gerçekten de gözlerinde alevlerin yandığını görebilirdi. Onun için bir şey yapamamıştı ama ayaktaki polisin korkuyla çocuğa doğrulttuğu tabancayı görünce harekete geçti. Mermi ateşlendiğinde köpek havada adama doğru süzülüyordu. Adamın tabanca tutan elinin üzerine kapanmıştı. Dört el daha silah sesi duyuldu. Her seste köpek titriyordu. Son patlamadan sonra adamın boynuna doğru bir hamle yaptı, yetişemedi ve yere düştü. Polisin üzeri kan olmuştu, yerde karnı parçalanmış yatan köpeğin ve yanı başında duran çocuğun kanıydı bu. Gözleri delice bakıyordu. Elindeki silahı çocuklara doğrulttu. İçlerinden birisi, Şarkı’yı İstanbul’da “entellerin” takıldığı barların birinin çıkışında duyan çocuk, ona doğru adım attı. Çocuğun adı Yılmaz’dı, Şarkı’yı duymadan önce bardaki adamlarla sohbet eder, sonra da geceyi birinin evinde geçirirdi. Kendini kirli hissetmiyordu yanlış bir şey yaptığını da düşünmüyordu, yaşaması için gerekeni yapıyordu sadece. Ankara’ya geldiğinden beri değişmişti. Artık gece ter içinde kalmasına gerek yoktu. Gündüzleri kısa uykusunda

10/54

kabuslar da görmeyecekti, artık bir ailesi vardı. Bir yuvası vardı ve onu koruması gerekliydi. Polisin üzerine yürüdü, ilk yumruğu o attı. Gökhan yattığı yerden olanların bir kısmını görebiliyordu. Çocukların polisin üzerine çullanışını gördü, bir çığ gibiydiler. Sanki toprak ayaklanmış ve çocukları polisin üzerine salmıştı. Polisin tabancasını gelenlere çevirişini ve tabancadan çıkan tok sesi duydu. Beklediği patlama yerine gelen bu ses polisin sonunu da tescillemişti. Boş silahıyla çocukları def etmeyi, arabasına ulaşmayı denedi. Ama nafileydi, çocuklar adamı yere yıktılar ve vurmaya başladılar. Nereye bastıklarını, nereye vurduklarını önemsemiyorlardı. Polisin üzerine, kirli giysilerden, yıkanmamış saçlardan oluşan bir örtü örtülmüştü sanki. Polisin çığlıkları dışında bir ses duyulmuyordu. Gözleri kapanmak üzereydi, inatla gözlerini açık tutmaya çalışıyordu. Kapanırsa bir daha açamayacağını düşünüyordu. Nefes almaya çalıştı, ama tüm iradesi polisin çığlığıyla kayboldu gitti. Adam delice bir şeyler bağırmıştı, sadece acı çığlığı değildi duyduğu. Uzaklardan siren sesleri geliyordu, ne kadar zaman geçtiğini düşündü. Turgut’la dışarı çıkmaları ve olaylara karışmaları üzerinden ne kadar zaman geçmişti. Turgut’a bakmak istedi ama onun tarafına dönemiyordu, belli belirsiz hıçkırıklarını duyuyordu, dostunun.Artık gözlerini açık tutacak hali kalmamıştı. Siren seslerinden birinin bir ambulansa ait olduğunu düşündü. Ambulans gelene kadar dayanabilecek miydi? Ambulanstan önce bir kartal geldi. Dev kanatları göğü kaplayan, pençeleri bronzdan bir kartal. Gagası granittendi, gözleri dolunayı kıskandıracak parlaklıktaydı. Gökhan ölmek üzere olduğuna emin gözlerini kapattı. Kartal onu pençeleri ile kavradı ve aya doğru uçmaya başladı. İçini huzur sardı, sanki tanıdığı birinin yanına gidiyordu. Annesi geldi aklına, hiç görmemişti onu ama resimlerinde ne kadar da güzeldi. Küçükken hep annesinin yanında olduğunu hayal etmişti. Babası öldükten sonra bile, sadece annesinin varlığını düşünmüştü. Hoş babasının ölümünü de hatırlayacak yaşta değildi ama onun resimlerine baktığında aynı duyguları hissetmezdi. Annesinin yanına döneceğini düşündü, onunla buluşacağını düşündü. İçinde bir mutluluk vardı. Kartalın pençelerine kendini bıraktı, gözleri kapalı onun götürdüğü yere uçtu.

Bölüm 2 Gözlerini açtığında bir mağarada buldu kendini. Güneş doğmuştu. Üstü başı kirliydi. Göğsünde kan lekeleri vardı ama yaraları acımıyordu. Cennete mi yoksa cehennemde mi olduğundan emin değildi. Öldüğü zaman bir tünel göreceğini bekliyordu, sonunda ışık olan bir tünel olmalıydı onun için. Herkes böyle bir macera yaşamamış mıydı? Anlatılanların hepsi yalan olamazdı yine de geri dönüp kendi yaşadıklarını anlatamayacağını düşünüyordu. Üstünü başını silkeledi, etrafa bakınmaya başladı. Küçük bir mağaradaydı, genişliği beş ya da altı adımdı. Enine uzansa zar zor sığıyordu. Geride bir kaç adım sonra mağara bitiyordu. Duvarları bir yumurtanın tabanı gibi birleşiyordu. Elini mağaranın kırmızı duvarlarında gezdirdi, pürüzlü bir yüzeyi vardı. Kil kırmızısı gibiydi duvarlar ama çamur gibi kolayca ufalanmıyorlardı. İçeri giren ışıkla küçük gölgeler oluşmuştu mağarada. Duvarlardaki her çıkıntı bir gölge yaratıyor, o da diğerlerine katılıp mağaraya taştan değil de yaşayan bir şey havası veriyordu. Korkusunu yenince dışarı doğru yürümeye başladı. Çıkışa geldi, gözlerini ışıktan dolayı hafif kısması gerekmişti. Dışarı çıktığında karşısında hiç beklemediği bir manzara vardı. Mağara geniş bir kraterin içindeydi. Duvarlarda arı kovanları gibi yüzlerce Mağara vardı. Ortada dev bir ağaç yükseliyordu. Ağacın gittiği yeri görmeye çalıştı ama onun göremeyeceği kadar uzağa gidiyordu. Bir an ağacın göğün sonuna kadar gidiyor olabileceği aklına geldi. Bu saçma fikri de, eğer, geri dönebilirse anlatmaya karar verdi. En heyecanlı ölüm kapısı macerası kendisininkiydi doğrusu. 11/54

Bunları düşünmeye çalışıyor, korkmamak için çaba gösteriyordu. Ne olmuşsa olmuştu, eğer gelen doktorlar kendisini kurtaramadılarsa burada bulunanlara alışması gerekliydi. Eğer komada, yani kendi beyninin içinde bir hayal aleminde değilse, ölümden sonrası böyle olmalıydı. Bunları mühendis eğitiminin süzgecinden geçirmeye, yaşadıklarını zorla, anlaşılır kılmaya çalışıyordu. Bu çabası bir anda sanki yerden biter gibi ortaya çıkıveren iki dev gibi boğayla dağıldı gitti. O ağaçla ilgilenirken, hemen önünde beliriveren boğaların sesi ile irkilmişti. Nefes alış verişlerinin sesi gök gürültüsü gibiydi. Kulağı sağır edici bu ses ayaklarını yere vurduklarında çıkan gürültünün yanında hiç bir şeydi. Hayvanlar gerilediler ve birbirlerine doğru saldırıya geçtiler. Gökhan büyülenmiş gibi olanları izliyordu. Boğalardan biri karaydı, aysız ve yıldızsız bir gece gibi güzeldi. Boynuzlarının ucunda kızıl lekeler vardı, gözleri kocaman ve kapkaraydı. Hayvan kör gibiydi, neden sonra Gökhan bunun sebebinin boğanın gözlerinin de tamamen kara olması olduğunu fark etti. Diğeri ise gök bir boğaydı. Yaz sabahı göğü gibiydi, ayaklarını haşmetle toprağa vuruyordu. Boynuzları bembeyazdı, sanki birisi onları her gün yeni bir kutu boya ile boyuyor gibilerdi. Hayvanlar birbirlerine büyük bir hızla çarptılar. Gökhan bir an sersemledi, kafasında sesler yankılanıyordu. Boğaların kafası kilitlenmiş, ikisi de birbirine bakıyor ve sert soluklar alıp veriyorlardı. Yenişememişlerdi. Ayrıldılar ve yeniden gerilediler. Gözleri bir kez daha Gökhan’a döndü. Bir an baktılar ve yeri titreten adımlarla birbirlerine saldırıya geçtiler. Her adımda Gökhan sallanıyor, yerinde durmakta güçlük çekiyordu. Boğalar kafa kafaya geldiklerinde bu sefer hazırlıklıydı. Çıkan gürültüden irkilip gözlerini kapatmadı. İçinde bir yerlerde bunun tanık olması gereken bir şey olduğunu anlamıştı. Hayvanlar tokuştuklarında ortaya kıvılcımlar saçıldı. İki hayvan da metalden yapılmış gibiydi. Kıvılcımlar yere düşmek üzereyken kanatlanıyor ve ağaca doğru uçuyorlardı. Boğalar kilitlenmiş, yine yenişememişlerdi. Gökhan ikisini de dikkatlice süzdü. Yanlarına yaklaşmaya korkuyordu ama yerinden de kaçmadan ikisini de inceledi. Kara boğanın gözleri ona döndü önce. Bakışları bomboştu. İçine bir soğukluk sızdığını hissetti. Aklı çalışmaya başlamıştı, sanki o sokakta vurulduktan sonra beyni durmuş ve boğayla göz göze gelince yeniden çalışmaya başlamıştı. Etrafındaki mağaraları, krateri inceledi. En doğru seçimi nasıl yapacağını düşünmeye başladı. Gözleri bakışların kilitlenmesinden yaşarmıştı, fakat bakışlarını kaçıramıyordu. Mantıklı olmayacağını düşündü, bu derin bilgi içinde yok olmalıydı. Onu girdiği etkiden gök boğanın ayağını yere vurması kurtardı. Kafasını çevirdi ve gök boğanın gözlerini gördü. Alevlenmiş birer yıldız gibiydi gözleri. Kızıl bir ışık saçıyorlardı etrafa. Sıcaklığını bulunduğu yerden de hissedebiliyordu. Boğanın bakışları onu delip geçti. İçinde bir coşku hisseti, yapabileceklerini, gücünü gördü. Tüm dünyayı değiştirebileceğine inanıyordu. Bu düşünceleri geride bıraktıkları aklına gelince dağılıp gittiler. Kafası iyice karışmıştı, ağlamak üzereydi aynı anda da neşeden kahkahalar atabilirdi. Yaşadığı bütün iyi veya kötü olayları tekrar yaşıyordu. Tüm duyguları ona boğanın ateşinde güçlenip tekrar tekrar saldırıyordu. İçine girdiği halden boğanın kafasını çevirmesiyle kurtuldu. Hayvanlar bir kez daha karşılıklı durmuşlardı. Kavga için ayaklarını yere vurdular, burunlarından alevli soluklarını saldılar. Gökhan ne yapacağını biliyordu. Kara boğanın yanına gitti. Alnına dokundu, elini boynuzları arasında gezdirdi ve olanca gücüyle bir yumruk vurdu. Hayvanın kara gözleri Gökhan’a döndü; yalvarır, hesap sorar gibiydi. Ayakları gövdesini taşıyamaz oldu ve koca boğa yere yıkıldı. Boğanın yanına gitti son kez hayvanın başına dokundu ve kalkıp gök boğaya doğru yürüdü. “Yenişemiyordunuz, o yüzden de ben galibe karar verdim” bağırdığına kendisi de şaşırmıştı. “Şimdi ne olacak bilmiyorum ama rakibin artık yok istediğin yere gidebilirsin.” Hayvan yerde duran boğaya baktı. Güneşin tüm ışıkları onun üzerinde toplanmış gibiydi, gözleri alev alev yanıyordu. Burnundan çıkan alevler yerdeki otları yakmaya başladı. 12/54

Aralarında beş metre kadar bir mesafe vardı. Yerleri titreten adımlarından birini attı ve Gökhan’ın üzerine doğru koşmaya başladı. Gökhan ne yapacağını bilemez halde kalakalmıştı. Kaçmayı bir an düşündü ama nereye gidebilirdi. Bir çığlık attı, daha önce boğazından böyle bir ses çıkabileceğini sanmıyordu ve koşmaya başladı. Ellerini yumruk yapmış, gücünü toplamıştı. Boğa o daha yumruk atamadan Gökhan’a tüm gücüyle tosladı. Ciğerlerindeki hava çekilmişti. Tutunmaya çalıştı ama hayvan kafasını sallayıp onu üzerinden attı. Gözleri kapanırken, yerde mi yatıyor yoksa hayvanın vuruşuyla uçuyor mu emin değildi. Gözlerini açtığında bir mağarada buldu kendini. Güneş batmıştı, duvarlarda meşaleler yanıyordu. Üstü başı kirliydi, yerde sürüklenmiş gibiydi. Göğsünde kan lekeleri vardı ama yaraları acımıyordu. Cennete mi yoksa cehennemde mi olduğundan emin değildi. Birden yaşadıkları aklına geldi. Boğanın ona vurduğunu ve bayıldığını hatırladı. Dışarı koştu, o ilerledikçe mağaranın çıkışı ondan kaçıyor gibiydi. Bir an ağlamayı düşündü, her şeyi burada bırakmayı ve ağlamayı. Başına gelenleri kaldıracak gücü kalmamıştı artık. “Öldüysem öldüm, bırak beni artık” diye bağırdı. Cevap mağaranın içinden geldi “Öldüysem artık”. Gelen kendi sesiydi ama yankı sanki değiştirmişti. İçeride kaldıkça korkusunun arttığını fark etti. Daha büyük bir şevkle mağaranın çıkışına doğru koşmaya başladı. Ayağı yerdeki bir çıkıntıya takıldı ve ıslak zemine düştü. Zemin garip bir sıvıyla kaplıydı. Islaktı ve yoğundu. Kokusuna baktı, bir garipti. Su değildi, çamur hiç değildi. Duvarlara baktı, çatlaklardan içeri sızıyordu. Duvarlara dokundu, ılıktılar. Elini dokunduğunda gittikçe ısındığını düşündü. Belki de bayılmanın getirdiği sersemlemeden dolayı yerdeki ve duvardakinin ne olduğunu fark etmesi zaman aldı. Kafasının içinde şimşekler çaktı ve anlamamaya çalıştığını anlattı. Duvarlarda ve yerde kan vardı. Eline, yüzüne üstüne başına bulaşmış olan kandı. Çığlık attı. Ellerini temizlemeye çalıştı, yüzünü temizlemeye çalıştı. Bir faydası olmamıştı. Emekleyerek ayağa kalktı ve çılgın bir ritimle dışarı doğru koşmaya başladı. Her adım daha da zor geliyordu ama dışarı çıkmalıydı. Koşarken bir yandan da ağlıyordu, başına gelenlere artık dayanacak hali kalmamıştı. Kafasından ölmek istediği geçiyordu. Ölmek ve kurtulmak istiyordu ama en büyük korkusu zaten ölü olabileceğiydi. Koştu. Arkasında hiç bir şey kalmayacakmış gibi koştu. Arkasında iblisler varmış gibi koştu. Arkasında ölüm varmış gibi koştu. Her adımda da korkuyordu, çünkü arkasında olduğunu zannettikleri önünde olabilirlerdi. Dışarı temiz havaya çıktığında rahatladı. Mağarada yaşadıklarını unuttu, sadece ağaç ve bulutsuz, yıldızsız, aysız bir gece vardı. Başka bir şeye ihtiyacı yoktu. Göğe uzanan ağaçtan gelen ışık etrafı görmesine yetiyordu. Gündüz kadar olmasa da ay ışığından daha iyiydi aydınlığı. Kurtulduğuna şükretmek istedi, kime şükredeceğini bilemedi. Ağacı gördüğüne mutlu olmuştu, ağaca sarılmak istedi fakat nefesi kalmamıştı. Dayanacak gücü kalmadığını, yere düşüp kaybolacağını düşündüğü anda onu gördü. Kartal ağacın dallarından birine konmuş, ateş kadar parlak gözleriyle onu izliyordu. Her yaptığına dikkatli bakıyor, nefes alıp verişini, gözlerini açık tutup tutamadığını, parmaklarının arasındaki kan lekelerini, her şeyi tartıyordu. Kartalın gözleri kalbinin derinliklerine baktı. Bakışları ruhunu delip geçti. Gökhan bunların farkında değildi. O kartalı görmüş, onun boğalar ya da ağaç gibi bu deli mekanın bir parçası olduğuna karar vermişti. Kendini bu yerin bir parçası, buradakilerin bir üyesi hissetmiyordu. Onun tek derdi vardı o da kurtulmak. Ama kurtulacak yolları kalmamıştı. Kartal kanatlarını açtı. Bulunduğu daldan kalktı, süzülerek Gökhan’a doğru uçtu. Kartalın gelişini fark etmemişti. Hayvanın genzinden gelen bir bağrışı karşı karşıya olduğu tehlikeyi ona anlattı. Ellerini yüzüne siper edip, kartalın çelikten pençelerinden korunmaya çalıştı. Ama nafileydi, hayvan güçlü pençeleriyle kolunda bir yara açmıştı. Hayal meyal 13/54

kartalın pençeleri arasında küçük bir et parçası ile uzaklaştığını gördü. Acıdan beyni uyuşmuş, gözleri kararmıştı. Gökhan kolunun acısıyla uğraşırken kartal pençesindeki kanlı et parçasını yere attı. Et ağacın gövdesinin dibine düşmüştü. Eğer Gökhan izliyor olsaydı, toprağın eti yuttuğunu görebilirdi. Ancak onun gördüğü etrafından yükselen yaratıkları oldu. Gecenin ortasında nereden geldiğini anlamadığı bir ışıkla parlıyorlardı. Kırmızı bedenleri toprağın çamuru ile kaplanmıştı, etrafa küf kokusuna benzer rahatsız edici bir koku saçıyorlardı. Yaratıkların ön dişleri ağızlarından dışarı fırlamıştı. Yeşilli kırmızılı dişlerdi bunlar, ağızlarından gelen kokuya eşlik ediyorlardı sanki. Üstlerinde ne giysi ne de kıl vardı. Derileri bazı yerlerde pul pul, ama bir çok yerde insan derisine benzerdi. Gökhan’a doğru ilerlediler. O kaçmaya çalıştı mağaranın içine gitmeye çalıştı, önü kesilmişti. Ağaca koşmaya çalıştı orayı da tutmuşlardı. Kavga etmeye karar verdi. Boğayı yıkacak güce sahipti o zaman bunlardan da kurtulabilir di. Yaratıkların boyu insan kadardı, ilk gelenin çenesine kolayca bir yumruk atabildi. Yaratık sendeleyerek arkaya düştü ama bu ötekileri durdurmuyordu. Üzerine gelmeye devam ettiler. Yaratıklardan biri Gökhan’ın üzerine çullandı. Onu silkeleyip, ondan kurtulmaya çalışırken bir başkası sağ kolunu yakaladı. Yaratıklardan birinin de diğer kolunu tutmasıyla yenildiğini fark etti. Yine de son ana kadar savaşmaya kararlıydı. Yaratıkları onu yere yıktıklarında başına gelecekleri sezmiş olmalı ki her şeyini ortaya koyarak savaşmaya başladı. Isırıyor, kafa atıyor, küfürler ediyor elinden geleni ardına koymuyordu. Tek amacı vardı; yaşamak. Yaratıklardan biri elinde kemikten yapılmış bir bıçakla geliverdi. Bıçak gecenin karanlığında, bir törenin tamamlayıcı ve unutulmaz parçası olduğunu ispatlarcasına parlıyordu. Yaratık bıçağı Gökhan’ın boynuna getirdi ve tek darbeyle kesti. Fışkıran kan üstündeki yaratıkları da ıslatmıştı. Gökhan kanın vücudunu terk etmesini, yaşamın bedeninden çekip gitmesini izliyordu. Bayılacağı anı bekliyordu, artık bayılmayı da ister olmuştu. Bayılmayı ve mağarada ya da hastane odasında uyanmayı istiyordu. Hiç uyanmamak bile şu anda yaşadıklarından daha iyiydi. Ancak işler onun istediği gibi gitmedi. Yaratık büyük bir sabır ve aç gözlülükle boynundaki bıçağı daha da içlere doğru ilerletmeye devam etti. Bıçak etine dayanıncaya kadar olanlar Gökhan için bir şey anlatmıyordu, ölmek üzere olduğunu düşünüyor ve rahatlığın onu sarmasını bekliyordu. Yaratık bıçak kemiğe gelince elinin sert bir darbesiyle kemiği parçaladı. Eğer eski halinde kalmış olsaydı, belki de daha önce hiç bir insanın yaşayıp da söyleyemediği bir olay yaşadığını söylerdi. Oysa art arda gelen garip olaylar onun mantığını yavaş yavaş aşındırmıştı. Yaşadıklarının koma hali sanrılarından başka bir şey olduğunu düşünmeye başlamıştı. Daha doğrusu yaşadıklarının gerçekliğine inanmaya başlamıştı. Belki kendine modern çağ mantığıyla kurduğu kalkanlar yıkılmamış olsaydı yine de dayanabilirdi. Bunun aklının kendine oynadığı bir oyun olduğunu düşünür, kendine karşı galip gelmeye çalışabilirdi. Oysa o sadece çığlık attı. Boynun gövdesinden ayrılışını hissederken çığlık attı. Kafasını saçlarından tutup havaya kaldırdıklarında çığlık atmaya devam ediyordu. Bunun mantıksız olduğu aklına bile gelmemişti. Yaşadıklarını hissedebiliyordu, çığlık da atabiliyordu, başka bir sebebi yoktu. Kafasını bir mızrağa sapladılar. Mızrağın boynundan girip kafatasına doğru ilerleyen ucunu hissedebiliyordu. Ateş gibi yanan yarasına sokulmuş, buz gibi ama alev alev bir bıçaktı o. Ancak asıl problemi şimdi başlıyordu. Başsız gövdesi, tam gözlerinin önündeydi. Yaratıkları gözlerinin önünde onunla oynamaya başladılar. Bir tanesi serçe parmağını kesti. Arada hava olmasına rağmen sinirlerinden parmağın acısı beynine ulaşmıştı. Bir daha bağırdı, daha ne kadar sesinin çıkacağını bilmeden bağırdı. Önemsemiyordu da artık. Çünkü çığlığının ortasında kesilen parmağı birinin ağzında çiğnenmeye başlamıştı. Ne kadar sürdüğünü hatırlamıyordu. Zamanın bulunduğu yerde önemi olup olmadığını da bilmiyordu. Ancak çok uzun anlar geçmişti. Ağacın ışığının aydınlattığı o yerde bir 14/54

bedenin yavaş yavaş yenilişini izlemişti. Yamyamca bir iştahla, küçük parçalar kesip yediler. Kemiklerdeki etleri bile dişleriyle tek tek söktüler. Yerdeki bir andan sonra onun bedeni olmaktan çıkmıştı. Artık kendisini ona bağlayan bir parça kalmadı. Acılardan mı yoksa başka bir sebepten mi bu değişimi yaşadı asla bilemedi. Ancak yaratıklar çıktıkları toprağa geri döndüklerinde artık ağlamıyordu. Mızrağı kafasına saplı olarak bıraktılar. Orada ağacın dibinde kemiklerinin karşısında bekledi. Artık baygınlığın onu almasını istemiyordu. Başına gelenlerden kaçmamaya karar vermişti sonuna kadar böyle devam edecek olsa da azimle onunla başa çıkacaktı. Gözyaşları ona ihanet ediyordu, yine de dayandı. Kartal yine geldi. Bu sefer de gelişini görememişti. Gelişini saçlarını tutan, kafa derisine saplanan pençelerden anlamıştı. Tuttuğu gibi kafasını havaya kaldırdı ve ağaca götürdü. Kartal kanat çırptıkça ağacın dallarını daha da rahat görebilir olmuştu. Yükseldikçe ağaca olan hayranlığı arttı, huşu içinde onu izliyordu. Yaprakları göğü ve yeri birleştiren bu ağacın, ihtişamı ancak yukarıdan anlaşılabilirdi. Kartal onu dallardan birine bıraktı. Onun için hazırlanmış bu güzel döşekte gözlerini kapattı. Bir şeyler olduğunun farkındaydı, ancak buna kafa yormak istemiyordu. İstediği tek şey ağaçla beraber olmaktı. Onun kollarında olmak, ona dokunuyor olmak yeterliydi. Uyandığında hiç ışık yoktu. Etrafını yokladı, bir kutunun içindeydi. Kutu bedenini çepeçevre sarıyordu. Ayaklarını göğsüne çekmiş ellerini kavuşturmuştu. Hala uzuvlarına, bedenine sahip olduğunu fark etti. Onların ne kadar önemli ve ne kadar önemsiz olduğunu düşündü bir an. Kafası karışmıştı, mantık emirleri veren yanı içeri girmeye; kaldığı yerden devam etmeye çalıştı. Ancak başarılı olamadı, ağacın dalında geçirdiği zamanın etkisi hala geçmemişti. Ağlamaya başladı, sessizce ağlıyordu. Öyle hıçkıra hıçkıra değildi bu, sadece ne yapacağını bilemediğinden ağladı. Kendini hala yerle göğü birleştiren, yerin derinliklerdeki karanlıklara kökleri uzana, yalçın dağlara yukarıdan bakan bir köprü gibi hissediyordu. Ağaç ruhuna işlenmişti. Ağacın köklerine bedenini vermiş, ona kanını ve gözyaşlarını sunmuştu.

Kahkahalar atmaya başladı, bir an delirdiğini düşündü. Bu düşünce onun daha da çok gülmesine sebep oldu. Delilerin bu hayalleri kuramayacağına emindi, bunlar deliler için bile fazlaydı. Hala bunların gerçek olduğunu düşününce şaşırdı. Şaşkınlığı korkuya dönüştü. Belki de delirmişti. Yine de artık bitmesini istiyordu. Başına ne gelmişse gelsin burada tıkılı kalmaya niyeti yoktu. Sinirlenmeye başlıyordu, bu duyguya pek aşina değildi. Alevlenmiş bir sele kapıldı ve tutsak tutulduğu duvarları tekmelemeye, etrafa yumruklar atmaya başladı. Kafasının önündeki duvarda bir çatlak oluştu. İçeriye ışık sızıyordu. Umutlanmıştı, heyecanlandı ve vurmaya devam etti. Bir yandan da hayaller kuruyordu. Nereye çıkacağını bilmiyordu ama hayalleri hep ağaç ile ilgiliydi. Ne olursa olsun ona dönmek istiyordu. Vurdu, vurdu, vurdu. Sıkıntıdan bayılmak üzereydi. Duvardaki ilk çatlak genişliyor ama ona yol vermiyordu. Sinirden bağırmak üzereyken eli büyük bir gürültüyle dışarı fırladı. Yumruğunu geri çektiğinde içeri gözleri kör eden bir ışık girdi. Başucunda halası vardı. Uykusuzluktan kızıla boyanmış gözleriyle ona bakıyordu. Konuşmak istedi, ağzındaki koca boru engel oluyordu. Onu tükürdü. bu yeterli olmuştu, halası telaşla ona baktı. Ne yapacağını bilemez haldeydi, sarıldı. Sonra da telaşla onu bıraktı ve doktor çağırmaya koştu. Gökhan gitmemesini söylemek istiyordu ama dili kurumuştu. Sustu ve bekledi, duvarda şekiller görüyordu. Etrafta dolaşanları görüyordu. Bu dünyanın eski sahipleriydi onlar. Ağacın tohumları olanlardı. Onunla beraberdiler, onun kardeşiydiler. Artık gözleri açılmıştı, ne yapması gerektiğini düşündü. O sırada onu fark eden yaratıklar etrafında 15/54

toplandılar. Bu sefer onu yemeyi düşünmüyor gibiydiler. Maviler, kırmızılar, yeşiller odayı doldurdu. Aralarında gülüşüyor ve fısıltılarla konuşuyorlardı. Doktor ve hemşire halasının arkasından odaya girdiler. Kardeşlerinin arasından ve içinden geçtiler. Yüzlerinde hiç bir şey yoktu. Gökhan bunun olacağını tahmin etmişti, sadece emin olmak istemişti. Artık emindi, halasını ve doktoru yatıştırmak için biraz daha ayık kalmaya çalıştı. Doktor ona bir ışık tuttu. O da takip etmeye çalıştı. Bunun sebebi doktorun dediklerini duyması değildi, daha önce çok kitap okumuştu. Ancak bu iş onu yordu. Artık yaralarının acısını hissedebiliyordu. Halasına baktı yüzündeki mutluluğu hafızasına kazıdı. Hatta kendini şaşırtan bir güçle ona gülümsedi. Sonra da rahat bir uykuya gözlerini kapattı. Göz kapaklarının ardında yeri ve göğü birleştireni gördü. Onun bir parçasıydı. Uyudu...

Bölüm 3 Sokaklar koşuşturan insanların başkenti, ağlayan güvercinlerin saklanma yolu, kahramanların taçlandığı, kötülüğün kandırdığı krallık. Sakinleri vardı sokakların, ve de savaşçıları. Sokaklar hapishane oldu bazısına ve kazandıkları zaferlere kurban edildi bazısı. Şehrin hem sunağı, hem de lağımı oldu sokaklar. Kustular Şehrin unuttuklarını, insanlar çıktı akıntılardan. Şarkıdan önce sokaklar sakindi. Şarkı yankılanalı beri sokaklar huzursuz. Bu o huzursuz sokakların hikayesi, şarkının hikayesi ve belki de bir çocuğun ya da bir adamın hikayesi. Şarkı zihnimi bulandırdı. Ben de bilmiyorum gerçeği. Bekle; duyuyor musun, şarkı hızlandı. Ankara memurların şehri, Ankara sakin şehir, Ankara dezenfektanlarla temizlenmiş şehir. Ankara eskiden böyleydi. Ankara sokakları artık başka şehirlerdekilerin istemediği insanların toplandığı bir başkent oldu. Ankara başka şehirlerde tutunamayanların evi oldu. Ankara ihtiyacı olanlara cömert bir yuva oldu. Ankara’nın, eski Ankara’nın, sakinleri bundan memnun olmadılar. Gazetelerin yazdığına göre “Ankara’ya yönelen bu yüzlerce insanı durdurmak için devletimiz gereken önlemleri almakta” idi, oysa insanlar akmaya başladılar ve kimse onları durduramıyor. Aşti ana baba günü yine; ellerinde bavullar, bohçalar ya da iki parça eşya ile Ankara’ya koşan insanlarla dolu. Bazısı da artık yaşanmaz buldukları bu şehirden kaçmaya çalışıyor. Zenginlerin çoğu bu delilik bitinceye kadar evlerini terk ettiler. Meclis’te bile tartışıldı ne yapılması gerektiği. Sorunu nasıl çözeceklerini bilemediler. Ankara şehrin göbeğinde sokak çocukları ve sokak insanlarının kurduğu bir özgürlük kalesi ile içten fethedilmişti. Bir gazetecinin dediği gibi “Ankara öteki şehirleri unutup kendi hayatını yaşamanın cezasını çekiyordu.” Her şey bir polisin öldürüldüğü ve biri ağır olmak üzere iki kişinin yaralandığı o gece başladı. Polis memurları Cihan Külhan ve Mahir Kara rutin devriye görevleri esnasında duydukları çığlıkları araştırmak için olay yerine varmışlardı. Atakule’nin yakınlarında güzel villaların olduğu bir mahallede devriye görevindeydiler, çoğunlukla pek işleri olmazdı. O gece görgü tanığı Handan T.’nin anlattığına göre çocukların eski bir villaya girişini görmüş onları durdurmak için yanlarına gittiğinde de bir köpeğin saldırısına uğramıştı. Polislerden Mahir Kara köpeğin saldırısı sonucu vefat etmiş, diğerinden de haber alınamamıştı. Olay yerinde bulunan iki kişi de Sibel Z. ve Gökhan A. Çocukların birinin elindeki silahlardan çıkan kurşunlarla yaralanmıştı. Gökhan A.’nın hayatından endişe ediliyordu. Ancak Sibel Z.’nin ve Handan T.’nin durumunda endişe edecek bir tehlike olmadığı hemen o gece haberlerde söylendi. Polis o gece eve baskın yapıp suçluları yakalamak için harekete geçti. Polis memuru Cihan Külhan’ı evde bulmuşlardı. Etrafına topladığı çocuklarla evin içine saklanmışlar ve polisin tüm uyarılarına rağmen evi terk etmiyorlardı. Kuşatma tüm gece devam etti. Sabahın ilk ışıkları ile aç ve üşümüş polislerin bir tanesi eve doğru yürümeye 16/54

başladı. Sadık Gün adlı polis memuru amirlerinin ve arkadaşlarının sözlerini dinlemedi ve ev ile sokağı ayıran kapıdan içeri girdi. Ona saldıran ya da engellemeye çalışan kimse olmadı, çocuklar kapıyı açıp polisi içeri buyur ettiler. Polisler şaşkınlıklarını üzerlerinden atamamışlardı ki aralarından iki polis daha kapıya doğru yöneldi. Onları durdurmaya çalışanlara karşı koydular. Amirlerinin bağırmasına, sövmelerine karşılık vermeden kapıdan içeri girdiler. Canlı yayın yapmakta olan televizyon muhabirlerinden biri, eski bir savaş muhabiri olan Ekrem, gece boyunca soğukta beraber bekledikleri kameraman arkadaşına döndü ve onu izleyen milyonlarca kişiye “Gitmem lazım” dedi. Sabaha kadar beklemekten üşümüş ve olanlardan şaşırmış televizyoncuların yanında geçti. Onu durdurmak isteyen polislerle kavga etti ve zorla tüm engelleri aşıp eve girdi. Canlı yayın arabaları haberi merkezlerine onlar da tüm Türkiye’ye ulaştırdılar. Neler olduğunu bilen yoktu, televizyona hiç bir uzman çıkmadı. Olanları anlayan bir kaç kişi ise uzaklara kaçtı. Şarkı’nın hakimiyeti başlamıştı. Turgut Gökhan ve Sibel’in vurulduğu geceden beri evine gitmemişti. Sibel’in onun için hayatını tehlikeye attığını bilmek onu sarsmıştı. Sibel’i sevdiğini biliyordu, hatta nasıl ne zaman onu sevmeye, hangi bakışıyla ona aşık olduğunu da biliyordu. Geçen süre boyunca Sibel’in onu sevip sevmediğinden, seviyorsa ne kadar sevdiğinden emin olamamıştı. Bazı geceler yanında kıvrılıp yatan kadına, aşık olduğu periye bakar ve yüzünde onu sevip sevmediğinin izlerini arardı. İçindeki kuşku mantıklı tarafından geliyordu, aşık olmamak için direnen “Bu kadında ne buluyorsun?” diyen tarafından geliyordu. Bazı günler ofiste öğle yemeğinden sonra yalnız kaldığı anlarda kuşkusu güçlenirdi. Onu sevmediğine dair bir şüphe içinde peydahlanır, sanki kader onu zorla Sibel’e götürüyormuş gibi gelirdi. Bu anlara bire ad da takmıştı; “Saat 12 kararsızlıkları”. Neden olduğunu düşündüğünde tek çözümü, Sibel’in kendisini sevmediğine dair korkusuna karşı şüpheleri yarattığı olmuştu. Bu karara varınca içindeki ateş bir karasevda da olsa korkmamaya karar verdi. Sibel’i o kendisini sevsin diye sevmiyordu. Yıllar sonra aşk şarkılarının ne kadar doğru olduğunu düşünmeye başlamıştı. Bir hafta önce Sibel onun için hayatını tehlikeye atınca her şey yerli yerine oturdu. Sibel onu seviyordu. Vurulmasına üzüldüğü kadar, sevinmişti de. Ancak bu sevincin bedeli büyük bir vicdan azabı olmuş, sevgilisinin baş ucundan ayrılmamıştı. Gözlerini açtığında ilk onu görsün istemişti. Sibel’in yaraları çok ciddi değildi. Doktorlara göre şans eseri kurşun hiç bir önemli organa gelmemişti. Bir kaç saat sonra morfinin etkisi geçip gözlerini açtığında ilk gördüğü Turgut oldu. Sibel’in ağzından çıkan ilk lafın “Turgut” olması ise kötü geceye güzel bir final olmuştu. Turgut aklını Sibel’den uzaklaştırabildiği zamanlar bir kat aşağıda yatan arkadaşı Gökhan’ı ziyarete gidiyordu. Gökhan yoğun bakımdayken alelacele gelen halasına yardımcı olmaya çalışmış ama aklının bir köşesinde Sibel’in yatakta yaralı hali geldikçe sevgilisine koşmuştu. İşte bu yüzden Gökhan yoğun bakımda kendine geldiğinde yanında olamamıştı. Bunca yıllık arkadaşını yalnız bıraktığını düşünse de anlayacağına emindi. Sibel’i uykuya yatırıp Gökhan’ın katına indiğinde halası müjdeli haberi vermişti. Ölüm tehlikesi uzaklaşınca bir köşede bekleyen düşünceler akın ettiler. Turgut olanları anlamıyordu, başlarına gelenlere bir anlam veremiyordu. Neden sevgilisi ve en yakın arkadaşı vurulmuştu. Kendini güvende hissettiği tek yer olan evinin kapısı önünde gerçekleşen bu olaylar onda derin yaralar açmışlardı. Gökhan’ın başında durduğu saatlerde aklı biraz toplanıyor kafasını meşgul eden problemlere çözüm bulmaya yaklaşıyordu ama her seferinde aradığı sihirli değneği yakalayıp kaybediyordu. Dayanacak gücü kalmamıştı. Elini Sibel’in saçları arasında gezdirdi, bu güzelliğe ateş edilebilmiş olmasını kim haklı çıkarabilirdi. Sibel elini fark edip gözlerini araladı. Hasta yatağında bile, Turgut’un o çok sevdiği, gözlerinin ateşi sönmemişti. “Bebeğim çok kötü gözüküyorsun” Sibel’in sesi çok hafifti. Turgut sevgilisinin gözünün önündeki saçları kenarlara topladı. 17/54

“Sen bir de kendine bak” eli yanağında yüz hatlarını takip ediyordu . “Doktorlar çok güçlü bir bünyen olduğunu söylüyorlar ama hala yataktan çıkamazmışsın” Sibel zorlukla elini kaldırıp Turgut’un elini tuttu. “Bebeğim sen de doktorlara görünsen iyi olur, iki gecedir başımdan ayrılmadın.” Turgut parmaklarını öpen dudakların konuşmasına izin vermedi. “Benim için endişelenme sen iyi olmaya bak. Unutma daha düğün davetiyelerine karar vereceğiz.” Sibel hafifçe gülümsedi. “Küçük bir düğün için ne davetiyesinden bahsediyorsun bakayım” Yüzünde tatlı kızgınlık bakışları vardı. “Ama Hilton’da küçük düğün yapmıyorlar canım” dedi Turgut. Gözlerinin içine kapılmıştı. Elinde hafif bir acıyla kendine geldi. Sibel elini hafifçe ısırmıştı. “Hastayım diye bana istediğini yaptıramazsınız beyefendi”. Hastanede olmanın çekinikliğiyle kahkahalarını bastırmaya çalışıyorlardı, kıkırdamaya başladılar. Gökhan gözlerini açtığından beri garip bir huzur ile doluydu. Yatağa bağlı kalmış olmak, kendisini ziyarete gelenlerle ve en kötüsü de gazetecilerle uğraşmak zorunda olmak onu bunaltamamıştı. Gazeteciler vurulduğunu öğrenir öğrenmez onu aramaya koyulmuşlardı. Ona gazete okuma izni vermediklerinden ne kadar büyük bir haber olduğunun farkında değildi ama halasının ve ziyarete gelenlerin anlattıklarından tahmin edebiliyordu. Gazeteciler ve televizyon muhabirleri ona ulaşmak, konuşabilmek için türlü numaralar denemişlerdi. Bir tanesi doktor kılığında odasına kadar çıkabilmişti ama tam konuşmak üzereyken içeri giren hemşire sayesinde foyası meydana çıkmış, yakalanmıştı. Bu olaydan beri hastane görevlileri ve polisler ona özel bir dikkat göstermeye başlamışlardı. Belki de sırf bu dikkat yüzünden haberciler de Gökhan’la özel olarak ilgilenmeye başladılar. Bunların tek sebebi doktoruydu. Gökhan hastaneye geldiğinde yarasının çok ağır olduğunu söylemişlerdi. Yoğun bakımda kaldığı gün boyunca tüm hastane görevlileri onun başında nöbet tutmuşlar onu hayata döndürmeye çalışmışlardı. Doktorların bir kısmı ondan ümidi kesmişti de. Yine de şimdi ona bakan doktoru elinden geleni yapmış kalbine saplanan kurşunu çıkarmış ve Gökhan’ı hayata döndürmüştü. Doktor Gökhan’ın yeniden doğumuna aracılık ettiğinden midir bilinmez, onunla bir oğul gibi ilgilenmeye başlamıştı. Televizyonu ve gazeteleri hatta haberleri dinler diye radyoyu yasaklayan oydu. Doktor Celal Gökhan’ın haberlerde anlatılanları duyarsa iyileşmesinin sekteye uğrayacağından korkuyordu. Onun heyecanlanmaması gerektiğine inanıyordu. Oysa Gökhan hayatında hiç korkmadığı kadar korkmuş, hiç heyecanlanmadığı kadar da heyecanlanmıştı. Mağaradan döndüğünden beri peşinde olanlar, yanında olanlar hastanede de onu yalnız bırakmamışlardı. Kendine geldiğinde kardeşlerini görmek onu pek o kadar da korkutmamıştı. Uzun bir uykudan uyanıp gerçeği düşle karıştırmak rastlanılan bir durumdu. Bu fikre odasında ikinci uyanışında halasının gözlerine bakarken ulaşmıştı. Konuşamıyordu, boğazındaki soluma borusu yüzünden canı yanıyordu. Yine de halası belki de onun eksikliğini doldurmak istercesine konuşuyordu. Neler anlatmamıştı ki. Çocukluğunda da haylazlık yaptığından, nasıl olur da kendini bu belalara bulaştırdığına kadar. Bir ara Turgut yanına gelmiş Sibel’in iyi olduğundan bahsetmiş, onun nasıl olduğunu sormuş ve gitmişti. Bu konuşma Gökhan’ı iki sebepten dolayı çok etkilemişti. Birincisi arkadaşının, dostunun onunla ilgilenmek yerine hayatına girmiş yeni kadınla ilgilenmeyi seçmesiydi. Bunu anlayamayacağını düşündü. Gökhan’a göre kadınlar gelip geçerdi, ama dostlardan bu dünyada çok yoktu ve onlara tutunmak gerekliydi. Pek fazla ciddi ilişkisi olmasa da onun da unutamadığı kadınlar vardı. Yine de dostunun önüne geçmezlerdi. Turgut’un bu hareketine içten içe kızmak üzereydi ama bir şey onu alıkoydu. Turgut’a bağlı yeşil, duman gibi bir ip görmüştü. Göğsünden çıkıp tavana giren bir sicim. Duvarların içinden geçen, Turgut’un kalbine bağlı bir ip. Bunun ne olduğunu anlamaya çalışırken yanında bir sesle irkildi. 18/54

“Efsunlanmış, zaten o cadıdan da her şey beklenir.” Sesin sahibi ağacın kıyısında gördüğü yaratıklardandı. Sarı renkliydi, ağzının kenarından dişleri korkutucu bir sırıtışla dışarıda duruyorlardı. Gökhan tek kelime edemeden bakarken, yaratık havada asılı durdu, yukarıdan onu süzdü. “Pek bir şeyin yok ama şu göğsündeki yara seni epey uğraştıracak.” Eliyle Gökhan’ın yarasına dokundu. Tek hissettiği hafif bir soğukluk ve yaklaştıkça kaçan bir ilgiydi. Yaratık başını salladı “Buna benden daha yetenekli biri lazım, hemen geliyorum” dedi ve kayboldu. Gökhan yatağın başında ne yapacağını bilemez halde kala kaldı. Gördüklerinin sanrı olduğuna inandırmıştı kendini ve artık onların gerçek olma ihtimali korkutucu bir hızla büyüyordu. İki yaratık üstünde beliri verdiler. Biri yanından ayrılan sarıydı, ötekisi de silik bir mavi ışıkla kuşatılmıştı. Gözden ve saçaklardan başka bir şey göremiyordu. Üzerinde doğru uçtu, yaranın üstüne oturdu. Saçaklar ona dokundular, el gibi yaranın etrafında geziniyorlar, yılanlar gibi kıvrılıyorlardı. İçine soğukluk çöreklendi, ellerinin dokunduğu yerler donuyorlardı. Ama bu soğukluğa bir başka duygu eşlik ediyordu. İçini ısıtan, yoğun bir sıcaklık, onunla ilgilenildiğini hissettiren bir akış vardı. İlk gelen onun aklındakilere aldırmadan anlatmaya başladı. “Korkma, Güneuçan benden yeteneklidir. Yaranı şimdi sağlam eder.” Gökhan’ın yüzündeki korkuyu görmezden geldi. “Önce yaranı anlaması lazım, senin bedenini bilmesi lazım. Ancak o zaman şifa verici güçlerini kullanabilir. Aslında gelmek istemedi, bu Ovaya gelmeyi pek sevmez. O Gök ağacın dallarında kalmayı tercih ediyor, ama senin için ve de benim ısrarımla kabul etti.” Kollar Gökhan’ın içine doğru girmeye başladılar. Onlarca elin eti içine girişini hissetti. Bağırmak istiyordu, fakat eller acıtmıyorlardı. Aksine içine bir huzur doluyordu. “Bak şimdi iyileştirmeye başladı işte. İçindeki kötülüğü, seni güçsüz edeni çıkaracak ve ağaçta bizimle beraberken olduğun gibi olacaksın. Tabii ki bizim kadar ona yakın olamazsın ama yine de bu Ovada yaşayanlardan en şanslısısın.” Sarı bir an sustu, çekinerek maviliye baktı. Sanki ondan izin almak istiyordu. “Hazır Ovadan bahsetmişken, burada yaşamak nasıl bir şey?” Sorunun tuhaflığı, yaratığın yüzündeki ifade ve Ağacın hatırası Gökhan’ın kafasını karıştırdı. Göğsünde oturanı unutmuş gibiydi. “Ağacın yanında olmak, orada Kubbede olmak gibi değil. Eksik, başka bir şeyle dolu.” Gözleri yaşarmıştı, yatağa bağlı olmak, vurulmuş olmak ve de Ağaç’tan uzak olmak onu üzüyordu. Artık neden uzak olduğunu hatırlayabiliyordu, aklını kuşatan perdeler kalkmıştı. Ağlamaya başladı, hıçkırıklarla ağlıyordu. Eller göğsünden dışarı çıktılar, mavi üzerinde biraz daha salındı. “Aklırüzgar yeter artık.” Gökhan konuşurken ağzının oynadığını görmemişti, aslında ağzını da görmemişti. “Onun artık dinlenmeye ihtiyacı var. Hem de çok dinlenmeye anladın mı, oğul?” Gökhan onu dinlerken kendini okulda, yaramazlık yapmış ve yakalanmış gibi hissetti. Dediğini yapmaktan başka bir çözüm yoktu. “Sana ancak bu kadar yardım edebilirim. İçinde bir iz kaldı. Seni yiyip bitiren, ruhunu isteyen bir tohum var. Onu çözmeden asla iyileşemezsin.” Eller Gökhan’ın yüzüne doğru şefkatle yaklaştılar. Gözlerinin üstünde, yanağında, alnında gezindiler. Eskisi gibi soğuk değillerdi. Dokunuşlarında tatlı bir sıcaklık vardı. Geldikleri gibi gittiler. Gökhan odada tek başınaydı yine. Sessizce etrafa bakındı. Gördükleri ona farklı geliyordu, aklı odanın duvarlarından kaçmaya, ağaca dokunmaya çalışıyordu. Yarası artık eskisi kadar acımıyordu. Kafasını kaldırdı ve göğsünü inceledi. Vurulduğunu belirten tek bir iz kalmıştı. Kurşunun vücuduna girdiği yerde siyah bir daire. Onun da geçeceğine emin huzurlu bir uykuya daldı.

19/54

Gökhan’ın yattığı odadan çıkıp, koridorda ilerleyenler doktor Celal’in odasına ulaşırdı. Halası da on beş dakika önce o yolu izlemiş ve doktorun yanına varmıştı. Şimdiyse, doktor masasının yanındaki koltuğa oturmuş ağlıyordu. Günlerdir birikmiş gözyaşlarını doktorla konuştuktan sonra artık tutamaz hale gelmişti. Doktor bir kaç dakika önce ona Gökhan’ın kanser olduğunu söylemişti. “Ameliyat sırasında fark ettim. Kurşunu çıkarmaya çalışırken, etrafında doku bozulması dikkatimi çekti. Numune alıp testler yaptık. Gökhan’ın sağ akciğerinde başlayan kanser, kalbine sıçramış. Ameliyat yapmamış olsaydık fark edilmesi zaman alırdı. Onu iyileştirmek için elimizden geleni yapacağız, fakat kurşun habis dokuyu iç organlarına dağıtmış. Etkisi ne olur emin değiliz.” Yaşlı kadın doktorun zorlukla söylediği bu sözleri düşünüyor ve ağlıyordu. Doktor Celal ona çaresizce baktı. yapabileceği bir şey yoktu, kurşunun getirdiği ölümden kurtarmışlardı ama daha sinsi bir düşman Gökhan’ı ellerinden alacaktı. Gökhan'ın halası kendini iyi hissetmeye başladığından beri geceleri onunla kalmıyordu. Gece yarısı uyandığında onu yanında göremeyince telaşlanmıştı sonradan aklına akşam yaptıkları konuşma geldi. Geceleri başında beklemek halasını yormuştu, gözlerinin altında torbacıklar ve morluklar vardı. Hele bu akşam çok berbat görünüyordu. Doktordan ona ilaç vermesini istemeyi teklif ettiğinde, başını sallamış zaten onun yanından geldiğini söylemişti. Gökhan ısrar etti ve sonunda onu doktordan ilaç alıp eve gitmeye ikna etti. Halasının kapıdan ayrılırken sanki bir daha görüşmeyeceklermiş gibi bakması onu üzmüştü. Olanları ona anlatmayı çok isterdi ancak tam da bu olanlar yüzünden yalnız kalmaya ihtiyacı vardı. Yaşadıklarını kafasında tam tartamamıştı, doktorlara daha ne kadar iyileştiğini söylememişti. Ne yapacaklarını bilmiyordu, doğrusu onu kesip biçmeye kalkmalarından ya da kardeşlerinden bahsetmeye zorlamalarından korkuyordu. Onların varlığının bir sır olması gerektiğine karar vermişti. Kimse bilmeyecek, böylece de kimseye açıklama yapması gerekmeyecekti. Ne de olsa onun yaşadıklarından çok azını gördüğünü söyleyenler akıl hastanelerine gönderiliyordu. Sonunda karar vermiş olmanın Gözlerini kapattı, ilaçların etkisini beklerken ağacı düşledi. Ağaç artık istediği zaman ona geliyordu. Odasının dışından gelen gürültüler üzerine uyandı. Kapı açılırken gecenin bu saatinde onu uyandıran hemşireye kızmaya hazırlandı. İçeriye giren dev adamı görünce ne diyeceğini bilemedi. Adamın üzerinde uzun bir elbise vardı. Giysinin göğsüne iki metal daire, eteklerine ipler iliştirilmişti. Saçları dağınıktı, yüzünde kir mi yoksa boya mı olduğu belli olmayan lekeler vardı. Ona baktı, yüzünde sevecen bir ifade belirdi. Sakin adımlarla Gökhan’a doğru yürümeye başladı. Ayağındaki botların demirleri her adım atışında zeminde inliyordu. “Selam adsız oğlan, sana geldim” Adam bunları sanki orada olması çok olağanmış da, ziyaret saatinde gelmiş gibi söylemişti. Elini kaldırdığında kollarına bağlı saçaklar sallandılar. “Bu kadar çekinme beni daha önce de görmüştün, hatırlıyor musun?” Bunları söylerken Gökhan’ın gözlerinin içine bakıyordu. Elini anlına koydu. Adamdan Gökhan’a bir şeyler akıyordu. Onu nerede gördüğünü hatırladı; arabayla giderlerken, daha bu işlere karışmamışken görmüştü onu. Kalabalığın arasında sessizce onu gözlüyordu. Yine de güvenemiyordu. Ağaca ulaşmaya çalıştı, ağacın ona çözüm sunacağına emindi. Adam gülümsedi. “Şimdiden bazı şeyler öğrenmişsin ha. Yine de yardımıma ihtiyacın var.” Bunları söylerken Gökhan’ın elinden tutup onu yataktan kaldırdı. Gökhan ağaca ulaşmaya ve adamın elinden kurtulmaya çalışıyordu. Kolundan tutan eller çelik gibiydiler. Gökhan ne kadar çırpınırsa çırpınsın kurtulamıyordu. “Hadi, bunların hepsi senini iyiliğin için” Gökhan adamın ellerinden kurtulmak için son bir çaba daha gösterdi. Kollarını iki yana sallarken ağacı gördü, dalları rüzgarda sallanıyordu. Ağzından garip bir ses çıktı. Etrafa bakındığında adamın yerde olduğunu gördü. Köşeye savrulmuş, ayağa kalkmaya çalışıyordu. 20/54

“Acelemiz olmasaydı sana bunun cezasını verirdim. Seni güvenebileceğin birini çağırmadan ikna edemeyeceğiz anlaşılan” Bunları söylerken gözlerinde hafif bir gülümseme vardı. Öğrencisinden memnun bir öğretmenin gülümsemesi. Gökhan bu deliden nasıl kaçacağını düşünürken, Aklırüzgar odaya girdi. Her zaman geldiği gibi havada aniden belirivermişti. Yerden kalkmakta olan adama baktı “Çağrınız üzerine geldim, Dede. Emriniz nedir?” Gökhan Aklırüzgar’ın sesindeki nezakete şaşırmıştı. “Şu akılsız oğlana Güneuçan’ın ricası üzerine ona yardıma geldiğimi söyler misin, ben ikna edemedim de” Gökhan şaşkınlıkla bakarken adam üstündeki tozları silkiyordu.

Bölüm 4 Evde şarkı yankılanıyordu. Çocukların bazıları onun ritmiyle dans ediyorlar, bir kısmı da masanın üzerinde hiç bitmeyen pastalardan tabaklarına dolduruyorlardı. Polisin tüm uğraşlarına rağmen elektrik ve su kesilmemişti. Dışarıdaki kuşatmaya rağmen, istedikleri kadar yemek yiyebiliyorlardı. Evde aradıkları her şey vardı. Çocuklar bir cennete düşmüşlerdi. İstedikleri gibi yaşıyorlar, kimseye hesap vermiyorlardı. Onlara bakan bir Babaları vardı. Eve gelmeden önce Baba’nın yanlarında olmadığını biliyorlardı. Biraz daha büyük olanları onun kendi babaları olmadığını da tahmin edebiliyorlardı. Ancak o Baba’ydı. Onun söylediklerini dinliyor ve onun istediklerini yapıyorlardı. Çocukların emin olduğu tek şey Baba’nın iyilikleri için olduğuydu. Zaten babasız bir ev olmazdı ki. Cihan salondaki çocuklarına baktı. Başka zamanlardan, başka çocukları hatırlıyordu. Kendi kanından olmuş çocukları. Fakat buradakiler kadar yakın değillerdi. Onun gibi Ev’in ateşi ile yanmıyorlardı. Misafirlerine döndü. Sabahtan beri dışarıdaki kuşatmayı yarıp eve gelenler olmuştu. Çocuklar diğer çocuklarının yanına katılıyor, büyükler ise misafir odalarına yerleşiyordu. Evde herkese kalacak yer vardı. Ev gereken her şeyi onlara sağlıyordu. Bu akşama kadar evde her şeyin olduğunu düşünmüştü. Ta ki küçük kızı ağlayıncaya kadar. “Baba annem nerede?” demişti. Annesini özlediğini söyleyip ağlamaya başladı. Çocuklar onun hıçkırıklarını duydular ve hep bir ağızdan ağlamaya başladılar. Onları susturmak için buzdolabındaki pastaları getirmek zorunda kalmışlardı. Pastaları birden hatırlamıştı, tıpkı Anne’yi nerede bulacaklarını hatırladığı gibi. Bazen aklına unuttukları akar, önceleri zihninin köşesinden geçmeyen konuları bildiğini fark ederdi. Anne’yi nerede bulacaklarını da biliyordu. Anne olmazsa evin tam olmayacağını da. Misafirler saygıyla onun konuşmasını bekliyorlardı. Onlar misafirdi ve o Baba’ydı. Eve adımını atan herkes bunu bilirdi. Onun yemeğini yerler, onun çatısında barınırlardı. Bu, Ev’in kurallarına uymayı gerektiriyordu. Kimse bundan şikayetçi değildi. Misafirleri en iyi şekilde ağırlardı. Tüm sorumluluk onun üzerindeydi, ama yine de mutluydu. Zaten babalar evde olduklarında mutlu olmazlar mı? “Beyler hepiniz buraya kendi rızanızla geldiniz. Evin güzelliklerinden ve onun verebileceklerinden tatmaya, zorlu hayatınızı bırakmaya geldiniz.” Misafirlerin yüzünde onaylayan bakışları inceledi. Hepsinin hikayesi birbirine benziyordu, zor ve mutsuz bir hayat. Düzensiz, kimsesiz geçmiş yıllar. Ta ki Ev’i bulup aralarına katılıncaya kadar. “Ancak bir sorunumuz var. Bizler bir Aile olmalıyız, ama Anne’siz bir aile olmaz. O yüzden aranızdan bir kaçınız bize bir anne getirmelisiniz.” Sonunda söylemişti. Sonunda başlamıştı. Dört kişi öne çıkıp ona yaklaştılar. “Ben Anne’yi getiririm, Baba” Tek bir ağızdan konuşmuş, aynı şeyi söylemişlerdi. Baba onlara baktı. Birisi eski bir kameramandı, bir diğeri kendisi gibi eski bir polis, öteki ikisi de eskiden çocukları zehirleyen ilaçlar satarlardı. Ev onlara yaşama amacı vermiş, onları hayata bağlamış, yanlışlarını göstermişti.Elini uzattı, yanındaki küçük masayı gösterdi.

21/54

“Sizlere güç versin, bunları için ve başlayın.” Adamlar daha önce getirdiği dört kadehten, koyu kırmızı bir sıvı içtiler. Dudakları kadehe değdiğinde sıvı alevleniyor, üzerinden çıkan dumanlar tenlerinden içlerine sızıyordu. Cihan misafirleri gittikten sonra odada tek başına oturdu. Aklı karışmıştı. Şu bir kaç gün içinde bir çok şey olmuştu, akıntıya kapılmış gibiydi. Sanki birisi hayatının kontrolünü ele almıştı. İçinde bir soğukluk vardı, karısını çocuklarını özlemişti. Kendi kanından ve canından olan çocukların sevgisini hatırlıyordu. Masadaki çay kupasından bir yudum aldı. İçine çayın sıcaklığı yayıldı. Çay tüm kuşkularını silmişti. Ayağa kalkıp, pasta yemekten yorgun düşmüş çocuklarının arasına gitti. Onların sevgi dolu ama endişeli bakışlarının kendini sarmasına izin verdi. Yatma saati gelmişti. Hepsini alınlarından öptü ve odalarına yolladı. Bu gece Anne gelecekti. Sabah çocukların yaşayacakları sürprizi hayal etti. Gökhan yaşlı adamla beraber hastaneden çıktı. Görevliler onları görmemişler, Gökhan’ın üzerindeki kanlı gömlek dikkatlerini çekmemişti. Ne olduğunu anlamak için kendini zorlamasına gerek yoktu. Dede’nin, adının ne olduğunu hala bilmiyordu, etraflarına saçtığı otların kaybolduğunu görmüştü. Otlar kendilerine gelen bakışları yakalıyor ve rüzgara bırakıyorlardı. Bir sazlıkta yürüyor gibiydiler, etraflarında kendi boylarını aşan sazlar vardı. Kapıdan çıktıkları zaman otlar kayboldu. Soğuk gece havası Gökhan’ın ciğerlerini işgal etti. Kapıdan çıkmıştı, hastaneden gitmişti. Başka bir yola girdiğinin farkındaydı, Aklırüzgar bedenindekinden bahsetmişti. Mermiyle vücuduna dağılan bir şey olduğunu söylüyordu. Nefes alırken ciğerlerinin acısından, kalbinin atışının farklılığından o da anlamıştı. Kimse söylememişti ama bununla başa çıkamazsa öleceğini biliyordu. O şeyin etlerini yediğini duyar gibiydi. Bir çözüm bulma umuduyla kanlı giysilerini giymiş ve Dede ile hastaneden çıkmıştı. Dede’ye güveniyordu, çünkü Aklırüzgar onun güvenilir olduğunu söylemişti. Dede’ye güveniyordu çünkü yüzünde Ağacı görmüştü. Sokakta durup hastaneye bir daha baktı. Sibel’in yattığı pencereyi bulmaya çalıştı. Turgut’un Sibel’in yanında olacağına emindi. Hastanenin birbirine benzeyen camlarında kimseyi göremedi. Turgut’la konuşması gerekenler sonraya kalmıştı. Tunus’u gecenin hayırsız saatlerinde geçmişlerdi Etrafta sokak çocukları veya bir kaç değnekçi görmeyi beklemişti. Kimse yoktu, kulağına bir şarkı çalındı. Melodisi tanıdık, kalbini ısıtan bir şarkı. Yarasının acısının dindiğini hissetti. Bir el onu şarkının geldiği yöne doğru sürüklüyordu. Dede’nin onu sarsmasıyla kendine geldi. “Oraya gitmek istemezsin. Zaten başına bu işleri açan da o” Gökhan tam anlamasa da bir ev, o geceki ev aklında belirdi. Etrafında polisler ve gazeteciler vardı. Başını salladı ve zihnindeki görüntüyü dağıttı. Hala şarkıyı duyuyordu ama artık eskisi gibi onun yanına gitme isteği kalmamıştı. Boş sokağa bakındı. Camlardan şehrin ışıkları yansıyordu. Dede’nin ardına takılıp yürümeye devam etti. Sonunda Atatürk caddesine ve onun gece kalabalığına karıştılar. Kalabalık değildi aslında, etrafta az insan vardı ama hepsi de kabarıyor, sanki geceyi sarmaya çalışıyorlardı. Yoldan geçen taksiler caddedeki herkes için bir kez duruyor, taksi isteyip istemediklerini soruyorlardı. Taksicilerin sorularından ve adım başı yanlarında biten taksilerden sadece eşcinseller korunuyordu. Yakınlardaki barlardan gece kalabalık bir grup çıkmışlar, eğlenceye devam etmeye daha sakin bir yere gidiyorlardı. Gece bu caddede başlarına bir şey gelmeyeceğinden emin, şakalaşarak, bağrışarak yürüyorlardı. Bir tanesinin üzerinde altın rengi transparan bir gömlek vardı. Sıkı pantolonunun üzerine giydiği gömlek dikkat çekiyordu. Taksi farları onu aydınlattığında etrafındaki insanlar sönükleşiyor, ve o caddeyi dolduruyordu. Yanlarından geçecekken adam Gökhan’a baktı. Arkadaşları onu fark etmemişti, yine de o bekledi ve gözlerini Gökhan’a dikti. Yanında Dede’nin olmasının ve de insanların onları

22/54

fark etmemesinin rahatlığıyla Gökhan gafil avlanmıştı. Bu adamın ruhunu inceleyen gözlerle bakışı onu korkuttu. “Sen, ait olmadığın sularda yüzüyorsun” Adamın dudakları oynamamıştı ama Gökhan onun konuştuğuna emindi. Gözlerini adamın gözlerinden ayırmadan, bekledi. İçinden ona kadar saydı ve sakinleşti. Ağacın yanına gitmeye çalıştı, daha öncekiler gibi orada olmayı ve onun dallarına tutunmayı düşledi. Etrafında bir örtü oluşmaya başladı. Bir su damlası içindeydi sanki. Çevrelerinde onlarla beraber hareket eden bir su damlası vardı. Yüzünün hemen önünde de bir çift dudak vardı. Yeşil bir dumanla adama bağlanmış bir çift dudak. Dudakları bir mikrofonmuş gibi tuttu ve gözlerini ayırmadan ona konuştu. “Nereye ait olduğum önemli değil. Yapacak işlerim var. İzin verirsen” Dudaklarını oynatmamıştı ama sesinin adama gittiğine emindi. “Burası benim bölgem” dedi adam. “Yanındaki yaşlı rezile pek güvenme.” O sırada Dede Gökhan’ın yanına geldi, adama baktı. Elinin bir hareketi ile dudağı ve yeşil dumanı uzaklara savurdu. Ellerini uzattı, adamı yakalayacak gibiydi. Gökhan Dede’nin parmaklarının adama dokunduğuna emindi. Önlerinde adam belirdi. Gökhan ileride uzakta adamın durduğunu görebiliyordu, yine de karşısında Dede’nin yakasına yapıştığı adamı da görebiliyordu. “Senin de dediğin gibi oğul, o benim korumamda.” Yaşlı adamın sesinde kulakları sağır edebilecek bir güç vardı. “Bu gece işim ne senle, ne de senin oyuncu arkadaşlarınla. Şimdi işine dön, ve beni senin için gelmek zorunda bırakma.” Dede bunları söyledikten sonra adamı bıraktı, Gökhan adamın sendelediğini gördü. Oradan ayrılırken adamın gözündeki nefret uzaklardan okunabiliyordu. Biraz uzaklaşınca, Gökhan Dede’nin yanına yaklaşıp; “O kimdi?” diye sordu. Yaşlı adamın yüzünden bir şey okunmuyordu. Etrafına bakındı, belki güvende olup olmadıklarını kontrol ediyordu belki de sadece kafasını topluyordu. “O Kimyasallardan Altın Çocuktu. Gerçek adı nedir bilmiyorum. Onlar Ağaç’ın ve onun sunduklarından habersiz zavallılar bana sorarsan. Kendilerini insan yapımı olanla değiştirmeye güçlendirmeye çalışırlar. Bazısının gözleri gerçekleri görebilecek kadar açılır. Ama onların yolu eziyetle, bedenine saldırıyla doludur. İşte bu yüzden Ağaç’ın yanında güçsüzdürler. Onlardan çekinmene gerek yok, fakat gitmek istediğimiz yerde çekineceğin çok şey var.” Konuşurken yürümeye devam etmişlerdi. “Peki nereye gidiyoruz, size güvenmediğimden değil ama bilmeliyim.” “Pek bir hazırlık yapabileceğini sanmıyorum. Yine de haklısın seni merakta bırakmak doğru değildi.” Güvenpark’ın ışıkları gözükmeye başlamıştı. Uzaktan Metro girişindeki ışıklı işaret seçilebiliyordu. Dede elini uzattı, onu gösterdi. “Metroya gidiyoruz. Ufak bir gezinti yapacağız.” “Gideceğimiz yere metro ile gitmek zorunda değiliz ki. Bende para var oraya taksi ile de gidebiliriz.” Yaşlı adam gülmeye başladı. “Oraya sadece merdivenlerle gidilir. Yerin altına gidiyoruz. Senin hastalığını iyileştirecek birini görmeye. O yerin yedi kat altındadır. Kara taşlardan örülmüş kalesinde, hastalıklar ve belalarla bekler. Zamanı gelenleri yanına sonsuz krallığına alır.” “Şeytan’la mı konuşmaya gidiyoruz.” Belli etmemeye çalışsa da Gökhan korkmuştu. “Hayır, Şeytan’la konuşmaya gitmiyoruz” Sesinde garip bir ton vardı. “Belaların ve hastalığın efendisi Erlik’le konuşmaya gidiyoruz. Onun olduğu yerde Şeytan duramaz.” “O da kötülük saçmıyor mu, onun Şeytan’dan ne farkı var. Yer altı kötülüğün yeridir diye düşünmüştüm hep.” Yaşlı adam Gökhan’ı süzdü. İleride kavşak gözüküyordu. “Onun iyi olduğunu söylemedim. Sana yardım etmek için sabırsızlandığını da söylemedim. Ama o senin bahsettiğin gibi insanları kandırmak, onları yoldan çıkarmak için çalışmaz. O yerin efendisidir, insanlara saygılı olmayı öğretir. Hayvanlar ve bitkilerin düzen 23/54

içinde devamlarını sağlar. İnsanlara yol gösterdiği de olur, onların üzerine belalar saldığı da. Bunlara rağmen adildir. Ağaç’ın köklerine hayat akmasını sağlar. Göktekilerle anlaşamasa da Gök Kubbeyi tutan Ağaç’ın gücünü korur. Senin ya da benim gibi Ağaç’a dokunmuş olanlar onun krallığına girebilir. Orada dileklerimizi sunma hakkı tanınır. İşte sen de bu yüzden onun yanına gidiyorsun. Ona üstündeki belanın, şifasını sormaya.” “İyi de o bunu bana verdiyse neden almak istesin?” “Sana hastalığı veren o değil. Eğer ondan gelseydi seni kurtaramazdık da. Başka bir şey sana saldırmış. Buradan olmayan, düzene uymayan bir şey. Haydi geldik.” Metro girişine gelmişlerdi. Merdivenin hemen önündeydiler. İnmeye başladılar. Gökhan gecenin bu saatinde metronun kapalı olması gerektiğini düşündü. Gecenin bu saatinde hastanede olması gerektiğini düşündü. Gecenin bu saatinde cehenneme inmemesi gerektiğini düşündü. Dede kadar kendinden emin olmasa da basamakları tek tek inmeye başladı. Turgut Sibel’in odasının olduğu koridora çıkmış, sonundaki pencereden Ankara’yı izliyordu. Böyle geceler sigara içmeyi düşünürdü. Üniversite yıllarında bir kaç kere başlayıp bırakmıştı. Doğrusu sigara onu bırakmıştı. Yanında olmak istememiş, her seferinde Turgut zorlasa da terk etmişti. O yüzden sigara onun için özel anların tamamlayıcısıydı. Tiryakiler gibi değildi onunla ilişkisi, aradığı nikotin de değildi. Duman içine dağıldığında gözünün önünde şekiller belirir, aklının daha net çalıştığını hissederdi. Bazen de sadece güzel bir anı hatırlamak, ya da üzüntüsünü havaya üflemek için sigara isterdi. Şu an hangisi olduğundan emin değildi ama sigara çekiyordu canı. Sibel’le o uyuyuncaya kadar konuşmuşlardı. Hayattan ve istediklerinden bahsetmişlerdi. Geçmiş düşünmeden konuşmuşlardı. Turgut Sibel’in kendisiyle tanışmadan önce ne yaptığını bilmiyordu, önemsemiyordu da. Ellerini onun tenine deydirebiliyor olmak yeterliydi. Bakışlarının sevgi ve ilgiyle onu takip etmesine aşıktı. Onun başında beklerken bu güzel kadının nasıl olup da onu sevdiğini düşündü. Sibel hayatını onun için riske atacak kadar kendisini seviyordu. Tüm dünyaya bağırmak istedi. Yine de her şeyin çok hızlı geliştiğini düşünüyordu. Sigarasından bir nefes çekti. Nikotinin damarlarına yayılışını hissetti. Ağlamaya başladı, ona layık olmadığından korkuyordu. Bir tanrıça ona aşık olmuştu ve onun karşılığında verecek hiç bir şeyi yoktu. Ertesi sabah doktorlar onun çıkmasına izin verirlerse, sevgilisine bir sürpriz yapmaya karar verdi. Eve gitmek istemiyordu. Hilton’da balayı süitinde yer ayırtacak, Sibel’i limuzinle oraya götürecekti. Kim demişti, balayı odası için evlenmiş olmak gerektiğini. Erken balayı yapacaklardı. Ona tüm varlığını vermeye hazırdı. Sigaranın külü camdan aşağıya düştü. Elinde yarısı içilmiş sigara, belden aşağısı camdan sarkıyordu. Kendine çeki düzen verdi. Hastanede sigaraya izin vermedikleri, bunun için başının derde gireceğini biliyordu. Sigarayı yakındaki bir saksıda söndürüp, sevgilisinin yanına, onun kollarına doğru yürümeye başladı. Sigara geldiği gibi hiç iz bırakmadan ortadan kayboldu. Sibel Turgut’un yanından ayrılmasıyla uyanmıştı. Gün boyunca yanından ayrılmasını dilemişti. Bir an üzerine kurduğu efsunun gücünü azaltmak geçmişti içinden. Oysa şimdi onun yokluğu uykusunu bölmüş, tenine dokunan bakışlarını istediğini fark etmişti. O gece Turgut’un önüne atılmasına sebep olanın sadece görev bilinci olup olmadığını merak ediyordu. İçinde Turgut’a, bu zavallı insana karşı başka duygular mı vardı? Her ne kadar kabul edilmez olsa da, onun yanında olmasını seviyordu. Bu gece saatlerce gelecek hakkında konuşmuşlardı. İkisinin geleceği; evlenecekleri, çocuklarla süslü, mutlu bir hayat. Konuşurken böyle bir geleceğin varlığına inanmaya başlamıştı. Hayatını Turgut ile geçirmeye, sadece onun olmaya hazırdı. Korkmuştu. Konuşmayı yarıda kesip uyumak istediğini söylemişti. Kendine hakim olmaya çalışsa da bir parçası onu istemeye başlıyordu. İşini halledip gitmeliydi artık. Turgut’un odaya geldiğini hissetti. Attığı her adımı hayranlıkla takip etti. Aralarındaki bağ ona, yanında olmasa da 24/54

Turgut’un yaptıklarını iletiyordu. Turgut kapının önünde bir an bekleyince heyecanlandı. Yanına gelmeyecek olmasından korkuyordu. Kapının kolu dönmeye başlayınca gözlerini kapattı, uyku numarasına kaldığı yerden devam etti. Turgut Sibel’in baş ucuna geldi. Uykudaki tanrıçasını izledi. Kararını vermişti, bu geceden itibaren, onun sevgisine layık olmak için, tüm varlığını karşısındaki bu güzel kadına adayacaktı. Eğildi, uyuyan güzelini öptü. Sibel onu yatağa çekmemek için tüm iradesini kullandı. Turgut’un dudakları aklını başından alıyordu. Hastanede gece sessizliği hakimdi. Hemşireler gece kontrollerini tamamlamış, acil odasında sakin bir gece umuduyla oturuyorlardı. Flüoresanın beyaz, antiseptik ışığıyla aydınlanan koridorlar yalnız kalmışlardı. Lambalar teker teker bozuldular. Kırmızı ışıklar saçıyorlardı. Duvarlarda tekinsiz ışık oyunları vardı. Koridorun karanlığında dört adam, emin adımlarla hedeflerine yürüyorlardı. Metro boştu. Kapılar kapanmış, merdivenlerin sonuna çelik perdeler inmişti. Gökhan buranın onları istemediğine emindi artık. Gelmelerini istemiyordu, öyleyse gitmelilerdi. Başına gelebilecekleri önemsemiyordu. Merdivenler dışarıdan gelen şehir ışıklarıyla aydınlanıyordu. Duvar köşelerindeki gölgelerden birilerinin onları izlediğini düşünüyordu. Her adımda arkasına bakmak istiyordu. Bazen aniden dönüyor, ama kimseyi yakalayamıyordu. Çelik perdenin önünden geçtiler. Dede sağda metal bir kapıya yürüdü. Kapının üstünde “Bekçi” yazıyordu. Kapıya yaklaştı üç kez vurdu. “Hey, Bekçi. Bize izin ver, geçmek istiyoruz.” Gökhan adamın dışarı çıkacağını onları polise ihbar edeceğinden korkuyordu. Kapı açıldığında karşısında bekçi şapkası büyük geldiğinden alnına kadar düşmüş bir adam vardı. Kısa boyluydu, pek cüce de sayılmazdı, belki 1.70 olabilirdi. Siyah bekçi kıyafeti giymişti. Şapkasında ve ceketinin göğsünde Amerikan filmlerine özenti rozet vardı. Ceketinin düğmeleri metaldendi, hepsinin de üzerinde aynı sembol vardı. Pantolonunun ütüsü yeni ütülenmiş gibiydi. Siyah ayakkabıları iyice parlatılmıştı. “Beni süzmeye gelmediniz herhalde değil mi? Gecenin bu saati pek misafirim olmaz da” Gökhan gölgelerde saklanıp, yüzünün kızarmasını gizlemek istedi. “Ey Bekçi, senden bize Yolu açmanı istemeye geldik. Ağacın köklerine, kendi izimize dönmemize izin ver. Gece karanlığında geldik sana, geceden daha karanlık olana geçmemize izin ver.” Dede daha devam edecek gibiydi ama Bekçi’nin bastırmaya çalışıp başarısız olduğu gülüşü tüm havayı kaçırdı. “Yapma Ali, yanında şu yeniyetme çocuk var diye hava atmana gerek yok.” Gökhan bir adama bir de Dede’ye adının Ali olduğunu öğrendiği adama baktı. “Bekçi, seni yıllardır tanıyor olmam çırağıma işlerin doğrusunu öğretmemi engellemez.” “Senin işlerinin doğrusu takıntın. Muhtemeldir çocuğa adını bile söylememişsindir.” “Adsız olana ad verecek değilim.” Bekçi gülümseyerek Gökhan’a baktı. “Benim adım önemli değil. İşiyle adlananlardanım. Yanındaki yaşlı haylazla yetmiş yıldır tanışırız. Tahmin ettiğin gibi ben Bekçi’yim. Yeraltına girişi tutarım.”Gökhan yutkundu. “Aklımda daha farklı biri vardı, doğrusu.” “Alevler saçan, gözleri ruhu delen biri mi bekliyordun.” Bekçi’nin etrafı bir anda alevlerle doldu, bakışları Gökhan’ın gözlerinin içine saplandılar. “Belki cisimsiz bir varlık bekliyordun. Tüm kapıları tutan “Öklid Geometrisi” ile tanımlanamaz bir varlık mıydı beklediğin” Gökhan titremeye başladı, gördükleri onu korkutuyordu. Artık metronun merdivenlerinde değildi. Başka bir koridordaydı, başka bir merdivenden aşağı bakıyordu. Sonunda bir kapı gördü, kapının ardında onu bekleyen bir şey

25/54

olduğuna emindi. Kapının arasından yılan gibi bir kol ona uzandı. Vantuzlarıyla onu yakalamak, kendine katmak istiyordu. “Oysa ben Bekçi’yim” Karşısında Ankara metrosunun bekçisi vardı. Yanında Ali Dede’nin varlığını hissetti. “Yüzyıllardır işinin başında, bıkkın bir bekçiyim ben.” “ Biliyorsun bunları konuşmaya gelmedik. Bize yolu açmanı istemeye geldik.” “ Biliyorum, ama sen gittikten sonra bu yeniyetme oğlanla uğraşmam gerekecek. Biliyorsun Kapı’yı kullanabilen az kişi kaldı.” Gökhan iki adamın arasında konuşulmayan bir şeylerin geçtiğini düşündü. Aklına Turgut geldi; ne yapıyordu, Sibel’in başından ayrılmış mıydı? Sibel’in ona sardığı efsunların etkisini nasıl kıracaktı, ya da kırmalı mıydı? Arkadaşını daha önce hiç bu kadar mutlu görmemişti. Bekçi’nin sesi onu metroya geri getirdi. “Evet, kapıdan geçmek isteyen bedelini ödemeli. Hazır mısınız?” Dede bir yerlerden bir bıçak çıkardı. Kolunu sıvadı ve tereddüt etmeden bileğini kesti. Bekçi’nin yüzü aydınlandı, Dede bileğini ona uzattı. Adamın ağzı uzadı, kenarlarından genişleyip kulaklarına varmıştı. Sapıkça bir gülümseme vardı suratında. Kolu tuttu ve ağzını yaranın üzerine kapattı. Bir kaç dakika sonra kafasını kaldırdı. Yüzünde o ilk gördüğündeki ifade vardı. Sabırsızca Gökhan’a bakıyordu. Gökhan Dede’ye baktı, elinden bıçağı aldı ve bileğini kesti. Canı yanmıştı, dayandı. Kolunu Bekçi’ye uzattı. Adamın yüzü yine değişti, yılan dili, ileri koluna doğru atıldı. Ağzı yaranın üstüne kapandığında acısı bir kaç kat arttı. Kanının çekilişini hissetmek, adamın dilini yaranın üstünden geçişi. Dayanabileceğinden çoktu. Dili pullu gibiydi her geçişinde canını yakıyordu. Sonra acı bitti. Gökhan gözlerini açtı. Bakımlı üniformasıyla Bekçi karşısındaydı. “Bedel de alındığına göre artık hazırsınız. Şunları alın onlar size yol gösterecek.” Elinde iki tane çirkin, buruşuk mantar vardı. Dede onları aldı, giysisinin içinde bir yerlere sakladı. “Ey Yol’un Bekçisi, sana geldik. Yolumuzu açık et, belamızı koma.” “Ey Ağaç çocuğu. Bize geldin, izin verdik. Yolun açık, aklın rahat olsun.” Bekçi ikisine son kez baktı ve odasından içeri girdi. Gökhan odada masanın üstünde açılmış gazeteyi ve belli bardaktaki çayı gördü. Odanın bir köşesinde küçük bir televizyon vardı. Kapı suratına kapandı. Bir kaç saniye sonra da metroyu kapatan demir perde yukarı kalkmaya başladı. “Haydi oğul, gidelim.” Gökhan Dede’nin peşinden metronun içine karanlığa doğru ilerledi. Merdiven devam ediyordu. Gişelerin olduğu geniş bir alandaydılar. Gişelerden geçtiler, metro duraklarına inmeye başladılar. İçeride gece ışıkları yanıyordu. Gökhan bunları Bekçi’nin açmış olabileceğini tahmin etti. “O adam kimdi, ya da neydi?” “O Bekçi’ydi. Daha başka bir şey değildi.” “İyi de insan değildi, kanımı emerken sanki ondan bir şeyler aldım.” “Evet insan değildi ve evet o kanını alırken sana başka bir şeyler verdi. Sana Yola giriş hakkı verdi. Kanımızı aldı, yerine yeraltında yaşamamızı sağlayacak tılsımı verdi.” Gökhan hiç bir şey anlamamıştı.Attığı her adım sorularını arttırıyordu. Dede bakışlarını fark etti. “Biz insanlar ne yeraltında ne de yerüstünde yaşayabiliriz. Çünkü yeraltı da yer üstü de bedenleri kabul etmez. Oralarda ancak bedensizler var olabilir. Ancak eğer kanımıza Bekçi’nin zehri karışırsa, beden varlığını unutur. İşte o zaman doğru yerde Bekçi’nin bize verdiği mantarı yersek ruh bedeni yeraltı krallığına çeker.” “Yani siz bana zehirlendiğimi ve de bir çeşit uyuşturucu kullanacağımı mı söylüyorsunuz?” “Böyle de diyebilirsin, ancak düşün, kartal seni pençelerine aldığı zamandan beri neler yaşıyorsun. Bunların ne kadarını üniversitede aldığın eğitimle anlatabilirsin. Bunların ne kadarına inanıyorsun?” 26/54

Gökhan yaşadıklarını düşündü. Başına gelenleri, kardeşlerini, Turgut’u, onu ölüme götüren etini yiyen şeyi. Olanlara inanma aşamasını geçmişti. Artık olanların doğruluğunu biliyordu. “İnanç gözleriyle görmeyenler içindir, ben kanıtları gördüm.” “Haydi o zaman atla bakalım.” Metronun çalıştığı rayların önündeydiler. Gökhan raylara dokunmamaya çalışarak atladı. Birisinin elektrikli olduğunu biliyordu, hangisi olduğunu bilmeyince hiç birine dokunmamak en iyisiydi. Dede yanına geldi. Tünele doğru yürümeye başladılar. Işıklar geride kalmaya başlamıştı, tünelde hiç ışık yoktu. Bakım görevlileri için sağda bir kaldırım vardı. Onu takip ederek yürüdüler. Gökhan duvara tutunarak yolunu bulmaya çalışıyordu. İleride Dede’yi zorlukla seçebiliyordu. Karanlığın içinde bir dakika kadar yürüdüler. “Geldik, şimdi de ruhu serbest bırakma zamanı. Al bunu ye ve ruhunun seni taşımasına izin ver.” Eline o garip mantarı tutuşturdu. Gökhan buruşuk yüzeyde elini gezdirdi. Bir lokmada mı yoksa ısırarak mı yemeliydi? “Keşke su getirseydim, tadı eskisi gibi berbat. Hepsini birden ağzına atmanı tavsiye ederim. Bunu iki kere çiğnemek istemezsin.” Gökhan mantarı ağzına attı. Çürümüş et çiğnemek gibiydi. Isırınca ağzına yapışkan bir şey aktı. Tükürmek istiyordu, komik bir görev aşkıyla çiğnemeye çalıştı. Yapışkan şeye dayanamayacağını fark edince de yuttu. Mantar ağzından gidince daha önce yutmuş olmayı istedi. Etrafında bir değişiklik olmasını bekliyordu. O iğrenç şeyi boşu boşuna yemiş olmak istemiyordu. “Yuttum, şimdi” “Bekle” Gökhan bekledi, ağzındaki acı tadı temizlemeye çalıştı. Bir kaç denemeden sonra tükürüğünün, tadı tüm ağzına yaydığını anladı. Vazgeçmişti ama çok geçti. Daha ne kadar beklemeliydi. Sormak için kafasını kaldırıp Dede’ye baktığında tünelin değişmiş olduğunu gördü. O karanlık tünel gitmişti. Duvarlarından mavi bir ışık sızıyordu. Karanlığa alışmış gözleri bir an kapandılar. Kafasını kaldırdı, hala bir tünelin içindeydi. Belki de o gece gördüğü mağara gibi bir yerdeydi. Arkasını döndüğünde rayların ışıkta parladığını gördü. Elektrik kıvılcımlar saçarak sağ rayda koşturuyordu. Varlığından habersiz olduğu bir sınırı daha geçmişti. Kafasını çevirdi, önünde Dede ilerliyordu. Takip etti. Yol aşağı doğru eğimleşerek devam ediyordu. Duvarlardan sızan ışığın kaynağını arasa da bulamadı. Sanki birileri taşlara ışık yerleştirmiş ve de gitmişti. Yerin ne kadar altına girdiklerini bilmiyordu. Yürüdükçe etraf değişmeye başladı. Duvarlardan dikenli sarmaşıklar büyüyordu. Sarmaşıklar duvarı parçalamış, küçük delikler açmışlardı. Bazı yerlerde bir kaçı birleşmiş, el girecek boşluklar yapmışlardı. Yakından incelemek için duvara yaklaştı. Çok güzellerdi, bitkinin yüzeyi ışığın tüm güzelliğini geri yansıtıyordu. “Onlara dokunmasan iyi edersin” Gökhan Dede’ye döndü, yine de elini uzaklaştırmıştı. “Niye” “Onlar bela tohumlarıdır. Yeryüzüne gidecek hastalıklar burada yetişir. Dikenlerini kime geçirirlerse onu hasta ederler. O kişi de yukarı dönünce hastalığı tüm insanlara yayar.” “Bu yollara sadece Bekçi’nin iznini alanlar geçmiyor mu? Sizin benim gibiler mi taşımış hastalığı?” “Burası sadece bizlerin değil. Rüyalarda ve bazen Yeryüzünde de buraya girecek kapılar vardır. Ben yıllar önce birine rastlamıştım. Bela üç dostumu elimden aldı. Kendi istekleriyle canlarını bana vermişlerdi.” Gökhan sesinde bir değişme bekledi, Dede bir an durakladı. Etkilenmemiş gözüküyordu. “Ne kadar oldu?”

27/54

“Bilmiyorum ki, ikinci cihan harbi zamanıydı. Ama hangi yıl dersen hatırlayamam. Sana bunlar masal gibi gelebilir ama sakın ha buradaki bir şeyin sana değmesine izin verme. Eline batan küçük bir kıymık yüzlerce insanın sonunu getirebilir.” Uyarıdan sonra Gökhan daha dikkatli yürümeye başladı. Bastığı yerlere bakmaktan etrafa bakamıyordu.Bir süre daha yürüdüler. Saatine baktığında durduğunu fark etti. Yukarıda saat kaç olmuştu, sabah olmuş ve onu aramaya başlamışlar mıydı? Yol bitti ve durdular. Karşısında dev bir duvar vardı. Siyah yanık taşlardan inşa edilmişti. Sıvaların arasından yolda gördükleri dikenlerden çıkıyordu. Duvarın bittiği yer gözükmüyordu. Önlerindeki dikenler ayrıldılar, bir kapı ortaya çıktı. Tiz bir sesle kapı açılmaya başladı. Hastanede adamlar Sibel’in kaldığı odanın kapısına geldiler. Gözlerinde koridorun ışığını çalan bir karanlık vardı. Bildikleri tek şey vardı Anne bu kapının ardındaydı. Ve Ev Anne’yi bekliyordu.

Bölüm 5 Kapı büyük bir gürültüyle parçalandı. Turgut daha ne olduğunu anlamadan içeri dört adam girdi.Koridor kızıla boyanmıştı. Adamların gözlerinde de aynı renk parıltılar vardı. Konuşmadan yatağa atıldılar. Sibel çığlık atarak yataktan fırladı. Turgut adamlarla Sibel’in arasına girdi. Gözleri kanlı adamlar üzerine atladılar. İlkinin yumruğundan kaçtı, ikincisinin yumruğu karın boşluğunda patladı. İki büklüm olmasına rağmen çılgınca bir tekme savurdu. Karnına vuran adamın kasıklarına vurdu, dengesini kaybetti ve yatağa düştü. Adamlardan biri suratına bir yumruk attı. Turgut’un gözleri karardı. Kendini toplamasını sağlayan Sibel’in çığlığı oldu. Yatağın yanındaki vazoyu kaptığı gibi adamın kafasına vurdu. Vazo parçalandı, adamın kafasından kan geliyordu. Turgut’un yüzüne kan damladı. Adamın gözleri kan doluydu. Turgut üstündekinden kurtulmak Sibel’in yanına koşmak istiyordu. Bir başka adamın yumruğu kaşını patlattı. Tam ölümcül yumruğu beklerken adamın suratı erimeye başladı. Kan çanağı gözleri yerinden taştılar. Turgut aceleyle kalktı, adamdan nasıl kurtulduğu önemli değildi. Aklı onu korumak için kapanmıştı. Bildiği tek şey vardı ve sevgilisi ile adamların arasına daldı. İki kişi kalmışlardı. Turgut yetişemeden Sibel’in yanındaki adam, sevgilisinin boynuna bir şey doladı. Sibel’in kaskatı kesildiğini gördü. Sevgilisi gözleri önünde yere yıkıldı. Turgut hiddetle adama saldırdı. Ne yapacağını bilemez haldeydi. Delicesine yumruklar atıyor, yediği yumrukları önemsemiyordu. Tek istediği Sibel’i korumaktı, adamların ona dokunmasına izin vermeyecekti. Yanına ulaşmış, adamları ondan uzak tutmayı başarmıştı. Adamlar delice yumrukları sayesinde köşeye sıkışmışlardı. Sibel’i kucaklayıp kapıdan kaçırabilirdi. Bir el omzundan yakaladı. Güçlü kollar onu duvara fırlattı. Çarpmayla omzunda bir kemiğin kırıldığını hissetti. Sol kolu cehennem ateşleriyle yanıyordu. Kafasını kaldırdı, kendine saldırana baktı. Adamın sağ gözü yerinde değildi, aşağı sarkmış, burnunun yanında duruyordu. Sol gözünden kan geliyordu. Yüz derisi yer yer kabarmıştı. Gömleği kanlıydı. Turgut’un üstüne geliyordu. Artık kafasındaki mantıklı tüm yollar tükenmişti. Aklı ona kaçmayı söylemiyordu artık. Aklı sevgilisinden başkasını düşünmeyen kalbiyle kavga da etmiyordu. İçinde bir şeyler kırılmıştı. O adamı karşısında görmek, ölmüş ya da yerde sürünüyor olması gereken adamı karşısında görmek onu çıldırtmıştı. Tek düşündüğü vardı, saldırmak. 28/54

Vahşi bir hayvan gibi saldırdı. Sadece yumrukları ya da tekmeleriyle değil. Yakalayabilirse dişleriyle adamın etlerini parçalıyordu. Ağzına dolan kandan rahatsız değildi. Farkında bile değildi. Aslında neler olup bittiğini de bilmiyordu. Belki kafasının içinde bir yerlerde Turgut, mantıklı Turgut olanları izliyordu. Ama hayvani olan müdahale etmesine izin vermiyordu. Bildiği tek şey bu odanın onun olduğuydu. Bu kadın onundu ve bu gudubetler ona zarar vermişlerdi. Yüzü yanmış adama saldırırken etkilenmiyordu. Yumruk attıkça saçılan irin ve kan ona dokunmuyordu sanki. Adamı köşeye götürdü. Kapının yanına sıkıştırdı. Sandalye ile kafasına vurdu. Sandalye kafatasını kırmıştı, adamın boynu garip bir açı ile eğilmiş, kafasına saplı bir sandalye ile kalakalmıştı. Hareket etmiyordu ama o vurmaya devam etti. Sandalyeyi çekti ve yeniden savurdu. Kafası kandan gözükmez olana dek vurdu. Durmasına sebep olan boynuna sarılan eller olmuştu. Kafasına bir şey damlıyordu. Güçlü eller boynunu sıkıyor, onu yere çömelmeye zorluyordu. Nefesi kesiliyordu, içindeki savaş isteği azalmaya başladı. Elinden kurtulmaya çalışıyordu. Dizlerini yere koydu. Gözleri ağrıyordu, adam boğazını sıktıkça gözleri şişiyor, canı yanıyordu. Son bir hamle ile kurtulmaya çalıştı. Boğazını saran eller gevşedi, aceleyle kaçtı. Yatağın yanına yuvarlandı. Sibel’i gördü, iki adam onu yüklenmiş götürüyorlardı. Kapıya doğru hamle yapmaya çalıştı. Suratına güçlü bir tekme yedi. Yere düştü. Kendine vuran kafasına vazo ile vurduğu adamdı. Hala ayaktaydı ve kanlı gözüyle ona bakıyordu. İleri fırlamaya çalıştı, patlak kaşından akan kanlar gözünü doldurmuştu. Başı döndü, yatağa yıkıldı. Adamlar Sibel’i kapıdan geçirdiler. Onu yalnız bırakmışlardı. Yaraları sızlıyordu, sanki her yanı alevlerle kaplıydı. İçindeki vahşet duygusu kayboldu. Açık tutmaya çalıştığı gözleri kapandı. Erlik’in evinin kapısı sessizce açıldı. Duvarlardaki dev sarmaşıklar içeri gireceklere yol verdiler. Gökhan ve Dede’nin karşısında dev bir bozkır vardı. Ortada görebildikleri tek yapı bir çadırdı. Çadırın tepesinden duman çıkıyordu. Rüzgarla dağılmıyor bir yılan gibi yukarı kayalara gidiyordu. Gökhan dumanın kayalara değdiği yerde sarmaşıkların Bela otlarının başladığını gördü. Çadırın etrafında atlar ve insanlar vardı. Bir kısmı atlarla ilgileniyor bir kısmı da çadıra tepsiler taşıyordu. Gökhan daha başka bir yer beklemişti. Kaynayan kazanlar ve çığlıklar atan insanlar vardı kafasında. Ancak gördükleri beklediği cehenneme benzemiyordu. “Erlik Han sizleri bekliyor” Konuşan alımlı güzel bir kızdı. Ayaklarındaki halkalar dışında çıplaktı. Saçları bedeninin kıvrımlarından utanır gibi üstünü örtmeye çalışıyorlar fakat ovadaki esinti yüzünden işlerini başarmak üzereyken geri itiliyorlardı. Gökhan kızın göğüsleri etrafında süren rüzgar ve saçların dansını izledi. Kız çok güzeldi, biçimli çenesi, küçük ağzı, minik burnu güzelliğini perçinliyordu. Gözleri aysız bir gece kadar kara olmasaydı ona saatlerce bakabilirdi. Ancak biraz gözlerden biraz da Dede’nin ileri çıkmış olmasından Erlik’in Ovası’na adım attı. Kız önde onlar arkada ortadaki çadıra doğru ilerlemeye başladılar. Gökhan aklını başından alan kızı izlemek yerine etrafa bakmaya karar verdi. Her adım attıklarında bastıkları kara toprak çatlıyor, ayağını her kaldırışında sarı otlar bileklerine tutunuyorlardı. Dede’nin böyle problemleri olmamasına şaşırmamıştı. Buraya daha önce gelmiş ve kurallarını biliyor olmalıydı. Kalabalık onları gördükçe kenara ayrılıyor, donuk gözlerle gidişlerini izliyorlardı. Kimi gördülerse çıplaktı. Kadın, erkek ya da çocuk; hiç birinin üzerinde bir kaç mücevher dışında bir giysi yoktu. Bir kısmı güzel bazısı çirkindi ama hepsinin gözlerinde boş bakışlar vardı. Gözleri istemsizce gördüklerinin bedenini inceliyordu. Bundan çok utanıyor ama yapmadan edemiyordu. Adamlardan birini incelerken ondaki tersliği fark etti. Bacaklarının arasında olması gerekenler yerine koca bir boşluk vardı. Kamışı ve torbaları yerine kızıl kanlı 29/54

bir boşluk vardı. Yerinde kala kaldı, Dede’nin omzuna dokundu. Kız da neler olduğunu anlamak için onlarla beraber durmuştu. “Bu adamın şeyi yok” Dede’nin suratındaki anlamsız ifadeyi görünce eliyle adamı işaret etti. “O kaçaklardan. Onun gibiler yemininden kaçanlardı. Erlik’e verdikleri yemini unutanlar yakalandıklarında hadım edilir. Böylece içlerindeki tüm arzular, tüm başkaldırı isteği alınır. Onlar Erlik’in itaatkar askerleridir.” Ne adam ne de yol gösteren kız Dede konuşurken hareket ettiler. Adam boş gözlerle ona bakmaya devam ediyordu. Gökhan’ı karışık düşüncelerden Dede’nin omzunda hissettiği eli kurtardı. “Han’ı daha fazla bekletmeyelim, misafirlerinden saygı bekler.” Çadıra yaklaştıkça bastıkları toprak kararıyor, ayaklarını kesecek kadar keskin kayalara dönüşüyordu. Kayaların lav akıntılarının soğuyunca böyle kayalara dönüştüklerini biliyordu. Etraflarında koşturan atların keskin kayalardan çekinir bir halleri yoktu. Ayakları yere çarptığında alevler sıçratan, koca hayvanlardı bunlar. Bir kısmı kara bir kısmı ise bozdu. Yanlarına geliyor, ikisini koca gözleriyle süzüyorlardı. Gökhan biri ile göz göze geldi. Gözleri insan gözü gibiydi. Güzel kara bir hayvandı bu. Yelesi rüzgarla dağılıyor, toynakları kayada alevden izler bırakıyordu. Ona son bir kez daha baktı ve gitti. Çadıra varmışlardı, kız çadırın eşiğinde durdu. “Buyurun Han içeride sizi bekliyor” Dede’yle beraber içeri girdiler. Çadırın ortasında dev bir ateş yanıyordu. Alevden diller yukarıya çadırın tepesindeki boşluğa uzanıyorlar, yetişemeyeceklerini anlar gibi dumandan çığlıkları yukarı yolluyorlardı. Neden böyle gelmişti bilmiyordu ama alevlerin içinde insan suratları görür gibiydi. Acı çeken insanlar değildi bunlar, mutlulukla garip bir huşu ile göğe koşan tiplerdi bunlar. Çadırı ortadaki ateş aydınlatıyordu. Başka bir ışık kaynağı olmadığından gölgeler çadırın içinde dans ediyorlardı. Duvarlar taştan yapılmış gibiydi, aralarından bir sıvı akıyordu. Akan sular ortaya doğru ilerliyor ve ateşe karışıyorlardı. Alev suyun cılız damarlarının getirdiği ile besleniyor, güçleniyordu. Çadır koca ateş ve ona akan su dışında bomboştu. Ortaya ateşin yanına doğru yürüdüler. Dede cebinden bir toz çıkardı. “İşte Erlik’e giden yol bu, ona ulaşmak için bu tozu ateşe atmalısın.” “Bir yolculuk daha mı yapacağız, artık sonuna geldiğimizi sanıyordum.” “Erlik senin benim gibi insan donunda gezmez, o hayvanlarda taşta ve bitkilerdedir. Irmağın dalgalarını azdıran köpüklerde gezer, alev dudaklarıyla yaklaşanları öpen ateşte bekler. Ona ancak donundan, insandan kurtularak ulaşabilirsin.” Gökhan insan donu lafını duyunca yüzünde beliriveren gülümsemeyi bastırmaya çalıştı. Durumun gerektirdiği vakur pozu takınınca da tozları aldı. “Sadece ateşe elimdeki tozları atıyorum öyle mi? Sonra ne yapacağım” “Sonrası yok, oradan sonrasına Erlik Han karar verir.” Elindeki toza baktı, pek bir şeye benzemiyordu. Beyaz, ince; un gibi bir şeydi. Elinde tuttukça kararmaya başladı, kara damarlar çıktı avucundaki tozun içinde. Elini sıkıca kapattı ve tozları ateşe fırlattı. Tozlar havada saçıldılar, beyaz bir bulut gibi ateşe koştular ve içine saçıldılar. Bulutun arasında kara dumanlar elini ateşe bağlıyordu. Bir anda kara duman sertleşti ve onu alevin içine çekti. Bir yere tutunacak zamanı kalmadan alevlerin ortasına düşüverdi. Cihan uykudaki çocukları tek tek kontrol ediyordu. Kapıyı açıp çocukların uyuduğu odalara giriyor, ses çıkarmadan onları izliyordu. Her odada iki yatak vardı, çocuklar en 30/54

sevdikleri kardeşleri ile aynı odada kalıyorlardı. Bu haylazlar bazen yatma saati geçmiş olmasına rağmen uyumazlardı. İşte o zaman Cihan’ın onları yeniden uyarması gerekirdi. Kaç oda vardı bu evde, kaç çocuğu vardı; unutmuştu. Yine de hepsini çok seviyordu, elinde değildi bir baba çocuklarına kızamazdı. Onların beraber oyunlar oynamaları, sessiz fısıldamaları, birbirlerine anlattıkları hikayeler hepsini seviyordu. Bir zamanlar bir çocuğa zarar vermişti, oysa şimdi çocuklarından birine el kaldıramazdı. Hepsini gezmişti, yine kaç oda gezdiğini, kaç çocuğu olduğunu saymayı unutmuştu. Son odaya geldi. Küçük bir odaydı bu ötekiler gibi iki kişilik değildi. Bir küçük kız çocuğu kalıyordu. Kapıyı açtığında kızın yatağının başında ağladığını gördü. Çocuk onu görünce kafasını kaldırdı, ağlamaktan şişmiş gözlerinde yalnızlık parıltıları vardı. “Canım neyin var, niye ağlıyorsun?” “Kötü adamlar var Baba, beni almak istiyorlar.” “Sana kimse bir şey yapamaz canım. Korkma” “Kötü onlar, gelecek ve beni götürecekler.” “Ben buradayken bir şey yapamazlar” “Beni götürecekler Baba, beni karanlık bir odaya atacaklar. Boğazımı acıtacaklar, üstüme duman atacaklar.” Kız yatağın başında kollarını vücuduna sarmış, bir ileri bir geri sallanıyordu. Kan çanağı gözleri bembeyaz oldu. Gözbebekleri kaybolmuştu. “Dört kişi gelecekler. Bir hasta adam ve bir bulanık adam ve bir kızgın adam ve bir hayalperest kadın. Gelecekler ve Yuva’yı yıkacaklar. Acele etmelisin Cihan, Anne’yi hemen almalısın. Ancak o Yuva’yı severse kurtulurum.” Kız aniden kollarını açtı ve Cihan’a sarıldı. “Baba beni bırakma, onlar kötü. Evde kalmak istiyorum, seninle kalmak istiyorum.” Çocuğu sakinleştirmeye çalıştı. Sıkıca kucakladı, içindeki korkuyu söküp atmak istiyordu. “Korkma yavrum, korkma canım, ben yanındayken kimse sana bir şey yapamaz. Hadi canım sen yat uyu, bak sabah kalktığında her şey daha iyi olacak.” Cihan kızı yatırdı ve odadan çıktı. Gömleği gözyaşlarından ıslanmıştı. Aşağı kata indi. Çocukların rahat etmesi için elinden ne gelirse yapmaya kararlıydı. Herkes yatmıştı, etrafta kimse kalmamıştı. Anne ile paylaşacakları odaya gitti. Koca bir yatak vardı, demir başlı büyük bir yatak. Üstünde beyaz bir örtü seriliydi. Yatak örtüsünün üstünde ise Anne’nin gelinliği vardı. Gelinliği ellerine aldı. Anne’nin kokusunu, onun sıcaklığını düşledi. Bu gece sona ermeden çocukları kurtulmuş olmayacaklardı. Odadan çıktı, kapının karşısında bir kanepeye oturdu. Gece sessizdi, mahallede sadece polislerin ara ara gelen telsiz sesleri duyuluyordu. Camdan uzakta polislerin araba ışıkları görülebiliyordu. Anne’yi getireceklerini biliyordu, sabırsızlıkla beklemeye koyuldu. Necla soğuktan uyuşmuş parmaklarını açıp kapayarak canlandırmaya çalışıyordu. Ne kadar zıplarsa zıplasın üşümesi geçmiyordu. Kanalın arabasının içinde üç kişiydiler. Biri onun gibi bir kameraman, diğer ikisi de foto muhabiriydi. Şu ev ve onun içindekilerle ilgili bir haber yapmak için gelmişlerdi. Gece nöbeti onlardaydı. Bu işi kendisi istemişti. Okuldan mezun olduğunda aklında böyle bir iş yoktu. Önemli bir muhabir olmak istiyordu, belki de savaş muhabiri olurdu. Ama işte şans onu gece çocuklar ve bir kaç it kopukla dolu eve bakmayı vermişti. Çok da kızgın değildi hani. Ne de olsa yapacak daha iyi bir işi yoktu. Bu aptal şehirde tanıdığı kimse yoktu. İstanbul’dan buraya babasının torpili ile gelmişti. Bir kaç sene çalışır sonra da İstanbul’a dönersin demişlerdi ona. Pek politika haberi yapmak istemediğinden polis haberleri yapmaya başladı. İkinci geceden beri yani polisler evi kuşattıklarından beri nöbet bekliyordu. Evin o insanı kendine çeken büyüsünü üçüncü gecesinde hissetmişti. Soğuk ve yalnızlık içine işlemişti. Aklı eve çekildi, adımları ona 31/54

yöneldi. Kendine gelmesi için beraber nöbette bekleyen arkadaşlarından birinin kolundan tutup çekmesi gerekmişti. Onunla kavga etmiş, gitmek istediğini söylemişti. Yine de sonunda ikna olmuştu. O geceden beri nöbette hep beraber oturuyorlardı. İçeride ne olduğunu bilmiyordu ama bir daha dayanıp dayanamayacağına emin değildi. Gece yarısı siyah iki minibüs gelmiş ve onları uzaklaştırmıştı. Camları siyaha boyanmış araçlardı bunlar. İçlerinden kamuflaj giysileri içinde adamlar inmişlerdi. Polis veya asker gibi disiplinliydiler. Polisi ve gazetecileri evden uzağa götürdüler. Gizli bir silahtan şüphelendiklerini söyledi içlerinden birisi. Yaşlıca bir adamdı, takım elbisesi güzel kesimliydi. Uygun donanımı olmayanların uzaklaşmasını emretti. Buraya gelinceye kadar uzaktan onları izlemişti. Bir haber çıkartmayı ümit ediyordu. Hiç bir şey bulamamıştı. Arabadan çıktı ve sokakta dolaşmaya başladı. Kafası karışmıştı, evin içinde ne olduğundan çok burada ne aradığını düşünüyordu. Giderken arabadaki arkadaşları ona boş gözlerle bakmışlardı. Arkadaşlarının kim olduğunu bilmediğini fark etmişti. Bu işi yapmayı isteyip istemediğini sorgulamaya başlamıştı. Heyecan arıyordu ve aradığının burada olmadığına emindi. Gece ince gömleğinden içeri giriyor aklını başından alıyordu. Burak gecenin sarhoşluğunu üstünden atmaya çalışıyordu. Barda tanıştığı yakışıklı başını döndürmüştü ama içinde bir sıkıntı vardı. Onunla olmak, onun sıcaklığını paylaşmak istiyordu. Fakat bir şey dışarıda olması gerektiğini söylemişti. Bardaki yakışıklıyı bırakmasa mıydım diye düşündü. Kimyasallar ona Altın Çocuk diyorlardı. Hem sarışın olduğundan hem de eski bir Türk filmindeki aynı adlı gizli ajana çok benzediğinden. Başta çok gülmüştü, adına güldüğü kadar büyük sırlar sahibi adamların eski Türk filmi izliyor olmasına gülmüştü. O zaman büyüklerden biri, ona adını veren bir ayyaş, filmlerde eski sırlar olduğunu söylemişti. “Her film geleceğe bakan birer kapıdır” demişti. “Onları okumayı öğrenmelisin, başına gelecekleri orada bulursun”. Pek aldırmamıştı, adamların güçlü olduğunu biliyordu ama kendisi gibi değillerdi. O gerçeği kanına karışan kimyasallardan çıkarırdı. İçki ya da çeşit çeşit uyuşturucular ona yol gösterirdi. Yakışıklı ve güzeldi, cinsiyetsiz bir çekiciliği vardı. Bedenine saygısından, onu korumak istediğinden asla iğne yapmazdı. Onun kullandıkları içtiği ya da yuttuğu özlerdi. Ciğerlerindeki dumanı içkiyle boğar, otun yeşil özünün kanında sıkışmasını severdi. Gece güzeldi, sokaklar onundu. Yeteneklerine güvenirdi gecenin bu saatinde daha sıcak bir yerde, olmak yerine dışarıda yürümesinin sebebi yeteneğiydi. Bir görüntü gelmişti zihnine. Adamla barın tuvaletinde iş tutuyordu. Yakışıklı ağzını çok ustaca kullanıyordu, sonunda onun ısrarına dayanamamıştı. İşte tam o keyif anında bir kaç adam ve bir kadın gördü. Kadının yanına gitmesi gerektiğini anlamıştı, bir şekilde orada olmak hayatını değiştirecekti. Kendine geldiğinde karşısında yüzünde tatlı bir gülümseme ile adam duruyordu. Onu öptü, ağzında kendi tadını aldı. Bırakmak istemiyordu ama çıktı. Arkasından küfür ettiğini duyabiliyordu, bir daha ondan bir iş çıkmayacağını da biliyordu. Yine de yürüdü, arkadaşlarını barın karmaşasında bıraktı ve gitti. Kadını işte tam bu köşede görmüştü, gelecekse acele etmeliydi. Çağrı nasıl gelirse gelsin bu soğukta daha fazla bekleyemezdi. Bu sokaklarda kimse ondan habersiz iş yapamazdı. Turgut gözlerini açtı. Oda sevgilisinin odasındaydı. Neden yerde yattığını hatırlamaya çalıştı. Ayağa kalktı elleri kanlıydı. Üstü başı sırılsıklamdı, ıslaklığın kan olduğunu anlaması zaman almadı. Boş yatağa ve kırık kapıya baktığında her şeyi hatırlamıştı. O an hemşireyi gördü. Kadın çılgınca ona bakıyordu. “Ölmüş, ikisi de ölmüş.”

32/54

Kadını gördü ama önemli olan o değildi. Onun kadını şu anda uzaklara bir yerlere gidiyordu ve tehlikedeydi. İçine dolan gücü hissetti. İntikam alması gerekliydi, kızmıştı. Çok kızmıştı. Onlarla kavga ederkenki kadar değil, sevgilisini götürdükleri zaman gibi değil. Şu anki kızgınlığını tanımlayamıyordu. Doğrusu önemsemiyordu da. Avının kokusunu almış bir tazı gibi sevgilisinin peşinden dışarı fırladı. Nerede olduğunu biliyordu, nasıl bulacağını biliyordu. Hastaneden çıkarken arkasından bağıranlara aldırış etmedi. Sevgilisinin peşinden koştu. Sokak aralarından geçiyor, ona ulaşabileceği en yakın yeri arıyordu. Her adımında aşkına yaklaşıyor ama o gudubetler onu bir adım daha uzaklaştırıyorlardı. Yakalayamayacağını bilmek onu gittikçe çıldırtıyordu. Sonunda durmuşlardı. Aradaki mesafeyi nasıl geçti anlamadı. Köşeyi döndüğünde gudubetlerle bir adamın kavga ettiğini gördü. Adamlardan biri aşkını sırtına almış, kaçmaya çalışıyordu. Öteki üçü de altın gömlekli adamla kavga ediyorlardı. Adam altın bir melek gibiydi, güzel ve acımasız bir melek. Ağzında ateşler püsküren düşmüş bir melek. Sevgilisine koştu, gudubet onu fark etmemişti. Olanca gücüyle bir yumruk attı. Adam sendelese de etkilenmemiş gibiydi. Ağzından anlaşılmaz heceler çıktı. Kaçmaya çalışıyordu. Yine gafil avlanmamak için arkasındaki adamları kollayarak peşinde gitti. Tam yeniden sevgilisini taşıyanı yakalayacaktı ki melekle kavga edenlerden birinin üstüne geldiğini gördü. Adamın üstü yanıyordu, elinde bir bıçak vardı. Turgut’a saldırdı. Bıçağın gelişini fark etti, sıyrıldı. Yaratığın elini tuttu. Bıçağı atmaya çalışıyordu. Boğuşurlarken, yere yuvarlandılar. Üstündeki bıçağı boğazına saplamaya çalışıyordu. Ciğerleri yanık et kokusu ile dolmuştu. Boştaki eli ile onu üstünde savurmaya çalıştı. Giysileri tutuşmuştu. Adamın kafasına sert bir yumruk vurdu. Kafasının çatladığını hissetmişti. Bıçağı boynundan uzaklaştırmaya çalıştı. Bir eliyle kafasını bıçağa çekiyor öteki eliyle de bıçağı kendinden uzaklaştırıyordu. Adamsa onu boştaki eli ile boğmaya çalışıyordu. Parmaklar mengene gibi boğazını sıkıyorlardı. Son bir çaba ile bıçak tutan bileği büktü. Elinin altındaki kemikler kırılıyordu. Olanca gücüyle bıçağı çevirdi ve yanan adamın boğazına sapladı. Eline alevli kan fışkırmıştı. Adam tüm ağırlığı ile üzerine çöktü. Yorulmuştu, yine uyumak istiyordu. Dayanmaya çalıştı, yanan giysilerinin acısı arttıkça dişini sıktı. Adamı üzerinden kaldıracak gücü yoktu. Sibel’in uzaklaştığını biliyordu. Bu sefer yetişemezse bir daha ona ulaşamazdı. Adam üzerinden çekildi. Altın saçlı, alev saçan melek onu üzerinden almıştı. Doğrulmaya çalıştı. “Oğlum berbat durumdasın. Yanıyorsun. Siktir.” Adam üzerine vuruyordu. Ayağa kalkmaya çalıştı. Gömleği yanıyordu, yüzünün bir kısmında da alevler vardı. Ancak doğrulunca acısının dindiğini fark etti. Sibel’i kurtaracak güç geri geliyordu. Meleğe baktı, burnu kanıyordu. Koca bir şiş olmuştu yüzü. Artık pek de meleğe benzemiyordu. Sibel’in gittiği yöne doğru koşmaya başladı. “Onların peşinden mi gideceksin, o şeyler burnumu kırdılar.” Yanan giysileri söndü, canı artık yanmıyordu. “O orospu çocukları bunu ödeyecek. Bu sokaklar benim” Melek adam yanında koşuyordu. Nedenini bilmiyordu, bir şeyler demişti ama duymamıştı. Sibel çok uzakta değildi, evin, eski evinin yakınlarındaydılar. “Onları yakaladığımda, her yanlarını yakmazsam bana da Altın Çocuk demesinler. Şerefsizler burnum acıyor. Bu sokaklar benim tamam mı, ben bu sokakların efendisiyim. Dinle” Sibel’i nereye götürdüklerini anlamıştı. Koşmaya başladı, o eve götürüyorlardı onu. Her şeyin başladığı yere. Melek adam da onunla koşuyordu. Gökhan alevlerin içinden geçti. Koca bir odanın içindeydi. Duvarları göremediği dev bir odadaydı. “Burası Kayıp Taht. Ölümün ve belanın doğduğu yer.” 33/54

Etrafta kimse gözükmüyordu. “Kimsin sen, Erlik Han’ı görmeye geldim.” “Buradayım, isteğini kabul ettim” “Efendim, Hanım sizden üstümdeki belayı kaldırmanızı dilemeye geldim. İçimi yakan, beni yiyeni kurtarmanızı dilemeye geldim” Konuşurken etrafa bakınıyordu. Karanlıktan başka bir şey göremedi. Ses sanki her yandan geliyor gibiydi. Ruhuna işleyen bir sesti, aklını okuyan bir ses. “Neden geldiğini biliyorum. Bana ne getirdiğini bilmiyorum.” “Size ne getirdiğimi mi?” “Kim dedi benim iyilikler saçtığımı. Bana ne vereceksin ki sana şifa yolunu göstereyim.” “Yüce Han’ım elimde bir şey yok.” “Eğer verecek bir şeyin yoksa sana şifa vermemi nasıl beklersin” “Efendim, ben... Hanım siz söyleyin ne vereyim şifa karşılığında” “Seni şimdi bu densizliğinden ötürü öldürmemi ne engelliyor sanıyorsun. Ya da seni dışarıdaki atlarıma katmamı kim durduracak.” “Ben bilmiyordum. Yani. Kahretsin.” “Hemen celallenme. Elbet bana verecek bir şeyin vardır. Şifaya karşılık bana hizmet edersin.” “Saygısızlık etmek istemem efendim ama burada, yer altında kalacaksam, iyileşmemin ne anlamı var.” “Benim yeraltında hizmetkara ihtiyacım yok. Bana senin gibi yeryüzünde hizmet edecek biri lazım. Sen benim hizmetime girersen, benim yolumu seçersen şifanı söylerim.” “Ben Ağacın yolundayım, değişemem.” “Zaten sana Ağacı bırak demiyorum ki. Hocan Dede Ali anlatmadı mı sana bunları. Her Ağaç Çocuğu göktekini veya yerdekini seçer. Senin seçim yapma zamanın geldi.” Gökhan karanlığı taradı. Ne yapabilirdi, buraya sadece şifa bulmaya gelmişti. Bu Erlik’in hizmetine girmek aklında yoktu. Yine de evet dese ne olurdu ki. Etini yiyen bu beladan kurtulmak istiyordu. “Hizmetinizdeyim Hanım.” “O zaman Adsız Gökhan seni kendime alıyorum. Gecenin ve karanlığın, belanın ve ölümün Hanı, ben Erlik Han seni benden kılıyorum.” Gökhan’ın etrafındaki karanlık katılaşmaya başladı. Giysilerinin içine sızıyor, derisinin altına işliyordu. “Şimdi git, aradığın şifayı Unutulmuş Günahlar Panayırında bulacaksın. Orada senin geldiğin şehre açılan bir kapı var. O kapıdan geç, sana bela bulaştıran eve çıkacaksın. O eve benim kapımdan sökeceğin bir taşı götür. Beni unutmuş olanı taş ile kendine getirebilirsin. İşte o zaman öteki ölümlüler gibi sen de belanın etkisinden kurtulacaksın.” Oda kayboldu, yerine ateş yanan çadır geldi. Dede yanındaydı, güzel kız elinde bir tas su ile bekliyordu.”İç” dedi Dede. Su kuru boğazından midesine aktı. Tüm vücudu kurmuş gibiydi. Terliyordu. “Unutulmuş Günahlar Panayırına gitmeliyiz. Duvardan bir taş sökecek ve oradaki bir kapıdan geçecekmişiz.” Dede’nin yüzü asıldı. “Orası tehlikelerle doludur. Bir kez başladık, bizi nereye götürecekse gidelim.” Beraber çadırdan çıktılar, atlar ve adamlar Gökhan’ı izliyor gibiydi. Hepsinin bakışlarını üzerinde hissediyordu. Dede de onu izliyordu. “Başka bir şey oldu mu onun yanında? Ne dedi Erlik Han sana?” “Bir şey getirmem gerektiğini söyledi, senin bana söylemiş olman gerektiğini. Ben de şifa için onun hizmetine girmeyi kabul ettim.” 34/54

Dede’nin suratı asıldı. “Ona bir iş için söz vermeliydin. Ne dedi tam olarak?” “-Seni benden kılıyorum- dedi.” “Keşke zamanımız olsaydı da seni hazırlasaydım, ama her şey olacağına varır. Keşke sana daha iyi yol gösterebilseydim.” Duvara vardıklarında Gökhan gözüne kestirdiği bir taşı almak için elini uzattı. Tuttuğu taş kolayca kayıp avucuna oturdu. Kapı da taş gibi önüne gelince açıldı ve başka bir tünele çıktılar. “İşte Unutulmuş Günahlar Panayırına giden yol.” Gökhan ilk defa Dede’nin sesinde korku fark etti. Necla ne kadar çabalarsa çabalasın minibüsten inen adamların konuşmayacağına ikna olmuştu. Kulaklarında minik telsizler, onun duyamadığı bir şeyi dinliyorlardı. Giysileri ve ekipmanları yüksek teknoloji eseriydi. Tüfekleri saatlerce parlatılmış gibi parlıyordu. Bir kısmı kafalarına dürbün gibi şeyler takmışlardı. Filmlerdeki gece görüş cihazları gibiydi. Dışarı kimyasal saldırı giysileri çıkarmışlardı. Etrafı çevreleyenler bu sarı giysilerle işlerini görmüşlerdi. Doğrusu pek de becerikli değillerdi, sadece ana caddeye bakan tarafı kapatılmıştı. Adamların etrafında geziyor onlardan birini konuşturmak için fırsat arıyordu. O sırada minibüsün kapısı kayarak açıldı. Uzaktaydı, ama içinde neler olduğunu seçebilecek kadar yakındı da. Bir an görmüştü onları, iki adam küçük bir mangalın karşısında oturuyorlardı. Boyunlarında kolyeler asılıydı. Ellerinde sopalar vardı. Başları ileri geri sallanıyordu. Tepelerinde birer metal küre vardı. Kapı kapanırken kürelerden birinden diğerine elektrik akışını gördü. Bakakalmıştı. Adamlar da fark ettiler, biri önüne geçmişti. Görüşünü kapatıyor, buradan uzaklaşması gerektiğini söylüyordu. Necla adamın önünden çekildi, neler olduğunu anlamaya çalışıyordu. O sırada gözünün ucuyla evin köşesinde bir hareket gördü. Yanındaki adam da oraya bakıyordu, bir an ileri atıldı. Sonra da elini kulaklığına götürüp bekledi. Köşe üç adam gelmişti, sırtlarında bir şey taşıyorlardı. Bir an bile duraksamadan duvara doğru yürüdüler. Koşuyorlardı, bir şeyden kaçtıkları belliydi. Ne kadar saçma olsa da duvarın içine girdiler. Necla ona sorarsanız yorgunluktan, doğrusu korkudan, bir an duraksadı. Sonra da neler olduğunu anlamak için binanın köşesine doğru koştu.

Bölüm 6 “Uzun yıllar önce, insanlar dünya üzerinde yürümeye başlamadan evvel, bu topraklar affedilemez bir iş yapmışlar. O zamanlar ayağımızı bastığımız toprak şimdiki gibi sessiz, insanların ve mahlukatın yaşamına karışmayan bir varlık değilmiş. Etrafına hükmeden, yıldızlara kafa tutabilecek güçteymiş. Güçlülermiş ama nasıl var olduklarını, yaratıldığını bilmemek toprağın gücüne gitmiş. Yaratımın sırlarını aramış, böylece yıldızlara ele geçirmek istiyormuş. Onların ışıklarını kıskanmış, kendine gökteki yıldızların ışığını getirecek bir varlık yaratmak istiyormuş. Bu amaçla yıldızların ışıklarını toplamaya başlamış. Yaratmasını sağlayacak gücün yıldızların aydınlatamadığı karanlıklarda olduğunu düşünüyormuş. İçinde yıldızların göremeyeceği derinliklerde ışığı toplamış. “ “Karanlığa topraktan ilk ışık geldiğinde, yıldızlar korkuyla dünyaya gelmişler. Bu yaptığının kabul edilemez olduğunu, ışıklarını yasak olduğu için karanlığa tutmadıklarını söylemişler. Dünya onları dinlememiş, ışığını göklerin derinliğine yollamaya devam etmiş. Yıldızlar göğün ateşlerini yere göndermişler. Dev kayalar toprağın yüzünü parçalamış, üzerinde derin yaralar açmış. Dünya bunun üzerine derinliklerde saklanan suları yüzüne yönlendirmiş. Etrafında sudan bir kalkan yapmış. Suya çarpan kayalar ona artık zarar vermiyormuş. Dünya da araştırmasına kolaylık devam edebiliyormuş. Yıldızlar ışıklarını 35/54

kesmeye çalışmışlar, ancak bu onların doğasına aykırı olduğundan, bunu deneyenler lanetlenmiş ve ışıklarını kaybetmişler. Dünyanın zaman geçtikçe gücü azalıyormuş, ışığı bitmeye yüz tutunca kendinden vermeye başlamış. Tüm iradesini ve benliğini ışığa vermiş. Sonunda Dünya ışıklarını göğün kalbindeki karanlığa yollamayı başarmış. Yaratımın sırrı orada zamanının gelmesini beklemekteymiş. Dünyadan gelen ışığı takip etmiş ve kendi istediğinden farklı, sularla kaplı cansız bir toprak bulmuş. Dünya son gücünü de verdiğinden artık yüzeye çıkamaz haldeymiş. Derinliklerde koruyucu sıcakta yıldızlardan saklanıyormuş.Yaratıcıya yalvarmış, kendisine de yaratma gücünü vermesini dilemiş. Yaratıcı onu dinlemiş, yıldızlar huzuruna gelmişler ve Dünyanın cezalandırılmasını istemişler.” “Yaratıcı kararını verdiğinde hepsini huzurunda toplamış. Zaten güçsüz olan Dünyanın bir tehlike olamayacağın söylemiş. Ancak yine de yıldızlardan birini tutmuş ve onu Dünyayı izlemekle görevlendirmiş. Fakat yıldızın Dünyayı sürekli aydınlatacak gücü yokmuş. Bunun üzerine Yaratıcı Dünyanın kalbinden bir parça almış ve onu yıldıza eşlik etmeye, yıldız dinlenirken Dünyayı aydınlatmakla görevlendirmiş. Sonrada göğü ve yeri birbirine bağlaması için Ağaç’ı yaratmış. Ağaç’ın ilk meyvesi insanmış. Ondan sonra da diğer hayvanlar ve bitkiler doğmuşlar. Yaratıcı yerin derinliklerinde bir yer seçmiş ve oraya Dünyanın sonsuza kadar hatırlaması için gücünü hapsetmiş.” “Ancak insanlar yerle gök arasında olduklarından göğün masumiyetinden olduğu kadar yerin hırsından da etkileniyorlarmış. Onlardan bazıları kötülükler yapmaya başlamış. Bazısı yaptıklarının yanlışlığını anlayıp ondan kurtulmaya çalışırmış, bir kısmı ise hırslarının esiri olmuş içlerindeki göğü yavaş yavaş küçültmüşler sonunda insan dışı mahluklara dönüşmüşler. Kalanlar ise yaptıkları için affedilmeyi, yaptıklarından kurtulmayı dilemiş. Yıldızlar insanların bu dileklerini kabul etmiş ve insanların günahlarını Dünyanın hapishanesine göndermişler. İşte Unutulmuş Günahlar Diyarı böyle doğmuş.” “Buraya girmeye hazır mısın emin değilim, ama yolun bize getirdiklerinden kaçış yok.” Gökhan yol boyunca Dede’yi sessizce dinlemişti. Attığı her adımda yarası acıyordu. Bir kaç kere geçtikleri karanlık geçitlerde duyduğu açıklanamaz seslerden korkmuştu. Ali’nin sakin sesi ona yol göstermişti. Önündeki büyük geçide baktı. Kayalara oyulmuş dev bir mağara gibiydi. Siyah yanık bir taştan yapılmıştı. İçeriden ağlama sesleri, gülüşler ve çığlıklar geliyordu. Arkasına baktı, karanlık tünelin sonu gözükmüyordu. Yüzüne kararlı bir ifade kondurdu. “Hazırım sanırım” “Sakın unutma yanımdan ayrılmayacaksın, elindeki taş bize gitmemiz gereken yolu gösterecek. Ancak asla bir şeye dokunma ve taşın gösterdiği yoldan ayrılma. Ve dua et de senin unutmaya çalıştıklarına rastlamayalım.” Dede tünele doğru ilerledi, Gökhan da kararlı adımlarla onu takip etti.

Necla köşeden döndüğünde iki adamla karşılaştı Birinin burnu kanamış, şişmişti. Yakışıklı sayılırdı, üzerinde içini gösteren bir gömlek vardı. Gömlek is ve kanla kirlenmişti. Yine de kirin arasında altın rengi olduğu anlaşılabiliyordu. Öteki adam ise daha basit giyinmişti. Adımlarını, kimse onu durduramazmış gibi atıyordu. Gözleri uzak bir yerlere saplanmış, kızgınlıkla sadece kendi gördüğü bir yeri izliyordu. Necla duvarı eli ile yoklarken onları izledi. Üzerine doğru geliyorlardı. Adamların duvardan girdikleri yere doğru yaklaştılar. Kız çekilmeye çalıştı. Adamların nereden girdiklerini görmemişti. Gizli bir geçit aradı. Bulamadı. Kahramanlık hayalleri altın gömlekli adamın bağırması ile çözülüp dağıldılar. "Çekil oradan"

36/54

Ötekisi, kızgın olan Necla'nın cevap vermesini beklemeden üzerine yürüdü. Onu kolunun tek bir hareketiyle kenara itti. Duvarın önünde durdu. Bir kaç dakika önce Necla'nın araştırdığı gibi bir geçit aradı. Sonunda da insan boğazından çıkamayacak bir çığlık attı. Adam ağlıyordu. Sinirle duvarı yumruklamaya başladı. "Biliyorum o duvarı yıkabilirsin, ama izin ver ben halledeyim daha çabuk olur." Altın gömlekli olan cebinden bir şey çıkartıyordu. Necla bakarken elindeki ince kağıt parçasını ağzına attı. "Bu dünya dediğin bir hayal. Berbat bir düşçünün hayali. Onun kurallarına uymamızı bekleyen bir hayalperestin hayali." Konuşurken kollarını iki yanına açtı. Ellerini oynatmaya, yumruklarını sıkıp gevşetmeye başladı. "Oysa yeterince akıllıysan, hayalden kaçmak mümkün. Evren kendi düşlerini yaşaması için herkese yer ayırmış. Ben Altın Çocuk, Sokakların Efendisi, düşümü yansıtmayı biliyorum." Yüzünü Necla’ya çevirdi. "Kızgın arkadaşımı kenara çeker misin, tatlım. O elini parçalamadan kapıyı açmak istiyorum da" Yüzünde garip bir gülümseme vardı. Ağzından ve gözlerinden her bakışta renk değiştiren dumanlar süzülüyordu. Necla duvarı yumruklayanın ellerini tuttu. Adam gözlerinin içine baktı. Tüm kalbi ve ruhuyla ona teslim olmak, yapması gereken işe engel olmamak istiyordu. Altın Çocuğun sesi kulaklarında çınladı. "Hadi çabuk" Adam artık karşı koymuyordu, onu kendine doğru çekti. Altın Çocuk, kollarını kaldırdı. Ağzının kenarından taşan dumanlar kızıl, mavi karışımı bir renge büründüler. Gözlerinden çıkan dumanlar iki yana doğru ilerlediler. Necla dumanın gittiği yere bakınca minibüsün başındaki askerin onlara baktığını gördü. Dumanı fark etmemişti. Duman ona geldi, ve gözlerine girdi. Adam eli telsizinde donakaldı. Altın Çocuk ağzını açtı içindeki kızıl,mavi dumanı üfledi. Duman büyük bir hızla duvara ilerledi. Bir kaç santim ötesinde bir engele çarptı. Altın Çocuk'un ağzından bir inleme çıktı. Altın Çocuk ellerini kaldırdı. Ağzından biraz daha duman, duvara doğru uçtu. Ellerini önünde birleştirdi. Sanki duvarı ayırır gibi ellerini açtı. Harcadığı güç yüzünden okunabiliyordu. Boynundaki damarlar şişmişti. Duman engeli geçti, duvara çarptı. Altın çocuk son bir kez daha ellerini kaldırdı. Duman geldiği gibi kayboldu. Altın Çocuk yere çömelmişti, zorla nefes alıyordu. Necla yanına koştu. Ağzının yanından kan akıyordu, dudağı patlamıştı. "Çaldı, büyümü çaldı ama ona gününü gösterdim. Bak kapı açıldı." Necla adamın gösterdiği yere baktı, duvarda bir kişinin rahatça sığabileceği bir yarık vardı. Duvarı yumruklayan adam içeri giriyordu. Altın çocuk duvara baktı ve zorlukla ayağa kalktı. Necla'nın şaşkın bakışları altında duvardaki yarıktan içeri girdi. Necla etrafına bakındı. Telsizli adam üzerine doğru geliyordu. Gecenin sessizliğinde bağrışlar duyuluyordu. İçeride neler olduğunu anlamak için bu son şansıydı. İçeri girdi. Adamların peşinden eve girdi. İçeride dev bir bahçe vardı. Uzun yaşlı ağaçlar evin etrafını kaplamıştı. Dışarıdan gözükmeyen bir cennete girmişlerdi. Hava bile daha sıcaktı burada. Yine de bir tekinsizlik vardı. Ruhuna işleyen, buradan çıkmasını söyleyen bir korku onu ele geçirmeye çalışıyordu. Sakinleşmeye önündeki adamların neler yaptığına bakmaya çalıştı. Duvardan ilk geçen onların önünde hızlı adımlarla ilerliyordu. Altın Çocuk ağır aksak da olsa peşindeydi. Onun yanına doğru ilerledi. Adam her adımda bir şeyler mırıldanıyordu. Dua ediyor gibiydi. “Benimle oynamayacaktın, canını okurum ben. Ben bu sokakların hakimiyim. Bensiz bir nefes bile alınmaz.”

37/54

Necla ondan fazla uzaklaşmamaya çalıştı. Bir an burada olmanın dışarıda soğukta olmaktan daha iyi olduğunu düşündü. Saçma da olsa doğruydu, en azından üşümüyordu. Gökhan girdikleri yolun sonunda ne olduğunu düşünmüyordu. Dede’nin korkusunun onu etkilememesi için arkadaşlarını düşünüyordu. Özellikle de Turgut'un ne yaptığını hayal ediyordu. Şimdi Sibel'le baş başa keyiflidir herhalde. Bense burada bir beladan ötekine koşturuyorum. Dalgınlıktan ayağı yere takılınca bir anda sendeledi. Dede ileride sakin adımlarla ilerliyordu. İçinden sakarlığına lanet ederek ayağını kurtarmaya çalıştı. Fena sıkışmıştı. Koca yolda, tek taşı bulmuş ve ona takılmıştı. Eğilip ayağını kurtarmaya karar verdi. Taşa yakından bakınca yerdeki şekilleri fark etti. Gri bir bebeğin yüzü ona bakıyordu. Bebeğin elleri buruşuktu. Gözlerinde anlatılmaz bir ifade vardı. Ardında birisi yokmuş gibi bakıyordu gözler. Yine de bir ateş onları tutuşturmuştu. Ayağındaki taşın bebeğin eli olduğunu fark etti. Bebek küçük elini ona sarmış, kendine doğru çekiyordu. Ondan kurtulmaya çalıştı. Bebeğin eline dokunduğunda içine büyük bir yalnızlık çöktü. Bebek ağlıyordu. Yanında, etrafında başka bebekler de vardı. Yerden yavaş yavaş yükseliyorlar. Ona doğru geliyorlardı. Hepsinin gözünde aynı ifade vardı. Ağlıyorlardı. Küçük ellerini ona doğru uzatmışlar, minik gövdelerini lanetli bir kararlılıkla ona sürüyorlardı. Bir tanesi daha geldi ve bacağına tutundu. Gökhan onlara yardım etmeliydi. Bebekler yalnızdılar, anneleri onları terk etmişti. Sevgi istiyorlardı. Yapması gereken sadece onlara dokunmak, kucaklamaktı. Tavandan sarkan bebeklerden biri üstüne düştü. Minik kolu boynuna sarıldı. Teninde antiseptik ve garip bir koku vardı. Göbeğinden bir şey sarkıyordu. Kafasının yarısı ezilmişti. Dev bir mengene yüzünün sağ tarafını ezmişti. Bebek boynuna sarıldı ve acısını içine saldı. Bebeğin zorla koparılışını hissetti. Onun annesinden uzaklaştırıldığı anı yaşadı. Koca bir masada annesini son kez görmüştü. Annesi genç bir kızdı. Yüzünde acı bir ifade vardı. Başını kaldırdı ve bebeğine baktı. Çocuğu olabilecek, yamru yumru “şeye” baktı. Gökhan bebeğin gözlerinin annesininkilere dokunduğu anı yaşadı. İliklerine işleyen ayrılığı, koparılmayı tattı. Bebeğin koyulduğu tıbbi atık kutusunu, ilkini almadan verdiği son nefesini tattı. Kutunun içinde bebekle beraber ağlamaya başladı. Başka bebekler sardı etrafını, onların acılarını anlıyordu. Onların güçsüzlüğünü kalbinde biliyordu. Elinden geleni yapmak istedi, bebeklere sevildiklerini, unutulmadıklarını göstermek istedi. Kendini onlara bıraktı, sevgisini, ruhunu, hayatını bebeklere bağışladı. Annelerinin vermediğini, veremediğini kendi kalbinden söküp almalarına izin verdi. Dede’nin gürleyen sesi bebeklerin dokunuşlarını götürüyordu. “Yitik ruhlar, cansız doğanlar. O size değil. Merhametsiz analarınızın sevgisi onda değil. Gidin geldiğiniz, huzurlu uykunuza dönün. Sonsuz rahmin rahatlığına dönün. O size değil.” Gökhan Dede’nin etrafında oluşan ışığın onu sarışını izledi. “Umay anaların ve çocukların koruyucusu, bu bebelere yol göster. Onları huzurlu uykularına taşı. Erlik yeraltının belanın efendisi, bebelere yol göster. Onları huzurlu uykularına taşı. Çalınmış ruhlarını ait olduğu yere, Ağaç'a taşı.” Dede konuştukça, bebeklerin ağırlığı gitmeye başladı. Boynundaki bebek ona son kez baktı, antiseptik ve kan kokan dumana dönüştü. Zorlukla ayağa kalktı, duman tünelin duvarlarına giriyor, kayboluyordu. Orada bir yerlerde bebeğin gözlerini gördü. Dede sessizce ona bakıyordu. Gökhan göz yaşlarını sildi. Üstünü düzeltti. Titriyordu. Annesini özlemişti. Geçen onca yıla rağmen, sevgisini her an hissettiği annesini özlemişti. İçindeki kayıp hissi onu yutmadan gitmeye, buradan kurtulmaya karar verdi. “Onlar Unutulmuş Günahlar'ın en tehlikelileri. Savunması, dayanması en zor olanı. Yine de iyi dayandın. Bir çokları onlara içlerindeki tüm sevgiyi sunmaya çalışırken yiter gider. ” Dede sırtını sıvazladı, atlattığı tehlikenin büyüklüğü Gökhan'ı korkutmuyordu. Titremesinin sebebi, daha içte daha derindi. Orada masada bacakları açık yatan anneyi 38/54

tanıyordu. Kafasını kaldırıp kendinden koparılan cana bakan kadını tanıyordu. Üniversitedendi, eski bir sevgilisiydi. Bir kaç ay boyunca hayatının kadınıydı. Hayallerinin ve geleceğinin feneriydi. Aklında içini kemiren bir kuşku vardı. Boynuna sarılan çocuğun onun olup olmadığını bilmiyordu. Belli etmemeye çalıştı, zoraki bir gülümseme oturttu yüzüne; devam ettiler. Geçmiş gitmişti, unutulmalıydı. Yoldan çıktıklarında kendilerini dev bir salonda buldular. Salonun ortasında havada asılı duran bir köprü vardı. Salonun tavanını da tabanını da göremiyordu. Aşağıya baktığında midesi bulandı, kafasını kaldırması da bulantısını geçirmeye yaramamıştı. “Ne aşağıya ne de yukarı bak, sadece önüne bak. Burası Unutulmuş Günahlar Panayırı. Köprüyü takip et, o seni gitmen gereken kapıya ulaştıracak.” Dede sakince Gökhan'ın önünden yürümeye devam etti. Konuşurken arkasına bakmamıştı bile. Duvarda uzaktan zar zor seçilebilen kapılar vardı. Karanlık salon onlardan gelen ışıklarla aydınlanıyordu. Köprü merdivenler ve başka köprülerle duvardaki kapılara gidiyordu. Bir aralar her yerde gördüğü o resimlere benziyordu. Neresinin aşağı neresinin yukarı olduğu belli değildi. Dede'nin peşinden yürüdü. Sakindi, elinden geleni yapacak ve üstündeki lanetten kurtulacaktı. Yolun sonuna geldiğini hissediyordu. Dede ile arasındaki mesafe açılmıştı. Bir metre kadar önünden gidiyordu. Ne kadar hızlanırsa hızlansın yetişemiyordu. “Bekle, yanına gelemiyorum.” Kelimeler ağzından çıktıktan sonra saygısızlık yaptığını fark etti. “Çok hızlısınız.” Aslında onu kendine denk görmeye başlamıştı. Erlik'le konuşması içinde daha önceden fark etmediği bir şeyleri canlandırmıştı. Kalbi, duyguları aklını bulandırmıyordu. Bu dehşet veren manzara bile onu korkutmamıştı. Tünelde çocuğunun ona saldırmış olma düşüncesi onu sersemletmemişti. Dede onu bekliyordu. Hızlı adımlarla yanına doğru ilerledi. Aralarında bir kaç metre var gibiydi. Bir kaç adım daha attı, herhalde sandığından daha geride kalmıştı. “Olduğun yerde kal.” Dede'nin sesi salonda yankılandı. “Bir terslik var.” “Çok geride kaldım, geliyorum.” “Hayır, oğul bana gelmiyorsun. Attığın her adım seni benden uzaklaştırıyor.” Gökhan bir kaç adım daha attı. Dede şimdi daha uzaktaydı. Ona yaklaşamıyordu. “Neler oluyor?” “Senin yolun, benim yolum değil. Erlik'in koruması seni Panayırdan koruyor. Ama benim yüzleşmem gerekenler var.” Gökhan Dede'nin arkasında ona doğru yaklaşan adamlar gördü. “Arkanda birileri var.” Dönüp baktı. “Beni beklediklerini tahmin etmiştim. Sen bana aldırma, yoluna devam et. Unutma yolun seni şifana ulaştıracak. Fazla zamanın kalmadı.” Gökhan uzaktan Dede'yi ve ona yaklaşanları görebiliyordu. Dört kişilerdi. Yüzleri siyah çıbanlarla kaplıydı. Kollarında kirli kızıl çiçekler vardı. Bedenlerine sarmaşıklar sarınmıştı. “Yolun sonunda Bekçi'yi göreceksin. Ona işinin bittiğini, bedelini ödediğini söyle. Ait olduğun yere gittiğini, gece patikasının bittiğini, ay yoluna gitmek istediğini söyle.” Gökhan Dede'nin üstündeydi. Kafasını kaldırıp Dede'yi görebiliyordu. “Sana nasıl yardım ederim.” “Bu benim davam oğul, senin yolun başka çizilmiş. Zaten er geç hesaplaşacaktım. Hadi git.” Dede'nin elinde tek tarafında deri gerilmiş bir davul vardı. Yaklaşanlara aldırmadan çalmaya başladı. Neler dediğini anlamıyordu. Zıplamaya başladı, kendi etrafında dönüyor, elindeki tokmağı silah gibi sallıyordu. Ayakları değişmeye başladı, ayağı yerine toynaklar geldi. Dans devam ettikçe belden aşağısı tamamen değişmişti, sarı tüylerle kaplı bir çift geyik bacağına dönüşmüştü. Adamlar ona yaklaşamıyorlardı. Sanki görünmez bir engel vardı önlerinde. Dede'nin şarkısının temposu arttı, sanki binlerce ayak yere vuruyor gibiydi. Dede 39/54

dansını kesmeden öne atıldı ve tokmağı ile adamlardan birine vurdu. Sendeleyen adam geriledi, yanındaki de Dede'ye saldırdı. Gökhan artık neler olduğunu göremiyordu.Durmak istese de içinde sakin bir ses devam etmesini telkin ediyordu. Yürüdü, geriye bakmadan, belası ile karşılaşacağı kapıya yürüdü. Dede'nin şarkısını duymaz olmuştu artık. Salonun ortasında tek başınaydı. Yoluna kimseler çıkmadı. Başka köprülerde başka insanlar görüyordu. Bir an gözüküp ardından kayboluyorlardı. Hepsinin de peşinde bir şeyler, başka insanlar ya da karanlık yaratıklar oluyordu. Bazıları kaçabiliyor, bazıları da yeniliyordu. Gökhan onları ilk kez gördüğünde heyecanlanmıştı. Bir adam sağında köprüde ortaya çıktı. Üzerinde çingene pembesi bir ceket ve yeşil bir pantolon vardı. Peşinden de bir kadın belirdi. Kadın çıplaktı, adam onu görünce irkildi. Kaçmaya başladı. Kadın “Sonsuza kadar beraber olacaktık” diye bağırıyordu. Adamı yakaladı, soymaya başladı. Üstündeki giysiler teker teker çıkan adam çığlıklar atıyordu. “Beni sevdiğini söylemiştin, benden başkasını sevmeyeceğini fısıldamıştın.” Kadının her sözü adamın çığlıkları ile cevaplanıyordu. “Sen öldün, bu bir kabus. Öldün sen.” “Senin için geri dönmeyeceği mi sandın? Bak bunu da ilk seninle yapmıştım.” Kollarını iki yana açtı, beyaz bir sıvı aktı adamın üzerine. Kolunda küçük deliklerden üzerine fışkırıyordu. Değdiği yerlerden duman çıkıyordu. Gökhan adımlarını hızlandırdı, daha fazla izlemek istemiyordu. Kadın adamın pantolonunu da çıkarmıştı, bacaklarını açtı ve adamın üzerine oturdu. Dev dişler vardı bacaklarını arasında. Adamın beline geçti dişler. Gökhan kafasını çevirdi. Katlanabileceğinden fazlasını görmüştü. Öteki karşılaşmalarla ilgilenmedi. Birileri yakınlarda belirdiğinde adımlarını hızlandırıyor, onlara bakmamaya çalışıyordu. Yolun sonunda duvara varmıştı. Önünde küçük bir kapı vardı. Kapının boyu beline geliyordu. Elini dokunduğunda kapı ardına kadar açıldı. İki büklüm kapıdan içeri girdi. Metro durağındaki gibi bir odanın önüne çıkmıştı. Karşında Bekçi'nin odası vardı. Sağında parmaklıkların ardında merdivenler vardı. Odanın kapısını çalıp, içeri girdi. Bekçi masasında oturuyordu. Önünde gazetelerin verdiği bulmaca eklerinden biri vardı. Kafasını kaldırdı; “Hoş geldin. İşlerin bitti mi?” “İşim bitti, bedeli ödendi. Artık ay yoluna girmeye hazırım.” “Gece patikasının bittiğini söylemeyi unuttun. Neyse zaten önemli değil. Eski törenlerin zamanı dolalı çok oldu.” Çayından bir yudum içti. “Hadi bakalım, gel; seni yüzeye götüreyim.” Beraber odadan çıktılar, elinde çay bardağı vardı. Bekçi parmaklıkların önüne geçti. Cebinden eski, büyük saplı bir anahtar çıkardı. Yerde parmaklıkları tabana bağlayan asma kilide soktu. Parmaklıkları kaldırdı. “Merdivenler seni çıkman gereken yere götürecek.” “Kızılay'a yani” “Hayır, başka bir yere.” “Ama...” “Benim işim sen merdivenlere ayak bastığında bitecek. Al bakalım şunu da iç.” Gökhan Bekçi'nin uzattığı çay bardağına baktı. Reddetmek istedi, fakat Bekçi'nin suratına bakınca vazgeçti. Bardağı eline aldığında çay kayboldu. İçinde renksiz bir sıvı vardı. Ağzına götürdü, tadı yoktu. İçine bir sıcaklık yayıldı. “Artık gidebilirsin, adsız. İçimden bir his bu gün ad kazanacağını söylüyor. Rast gele.” Gökhan'ın dili tutulmuştu. Ne diyeceğini şaşırmıştı. “Teşekkürler.”

40/54

Merdivenlerde arkasına baktığında ne bekçiyi ne de durağı gördü. Sadece merdiven vardı tırmandı. Turgut nereye gittiğine bakmıyordu. Kime gittiğini bilmek ona yetiyordu. Tek bildiği Sibel'in onun yardımına ihtiyacı olduğuydu. Önüne çıkan engellerin üstünden duraksamamdan geçti. Çalılardan bir duvar onun gelişi ile ikiye ayrıldı, ağaçlar kollarını yerlere kadar sarkıtarak ona selam verdiler. Gözlerini dışarıdan görebilseydi korkardı. İçindeki ateşin her an göz bebeklerinden fırlayıp dünyayı yakacağını düşünürdü. Büyük ihtimalle de kendini tanıyamazdı. Onu herhangi birinin de tanıyacağı kesin değildi aslında. Sadece Ev onu biliyordu. Neler istediğinin farkındaydı. Neye ihtiyacı olduğunun, onunla nasıl başa çıkacağının. Zaman Turgut için kırılmıştı ve durmuştu. Sibel dışında kimse yoktu artık. Belki de ötekiler hiç var olmamıştı. Onun bedenine dokunan elleri hissedebiliyordu. Üzerindeki hastane önlüğünü çıkartışlarını duyumsadı. Saçlarında gezinen elleri, çıplaklığını tadan gözleri bildi. Yaşadıklarının vahşeti ile sessiz çığlıklar düğümlendi boğazına. Soğuk eller beyaz bir giysi giydirdiler Sibel'e. Boş gözlerle baktı adamlara. Uzun bir binadan izler gibiydi olanları. Görüyor ama müdahale edemiyordu. Çıplaklıktan utanmamıştı daha önce. Giysiler doğasına aykırı olandı aslında. Ama nasıl olduysa Turgut dışında birisinin onu görmesi, bedenine dokunması utandırmıştı. Bağırmak çığlık atmak istedi. Sihrin üzerindeki etkisini görebiliyordu. Ellerini ve aklını bağlayan sicimleri seçebiliyordu. Evin ne olduğunu anlamış, neye kurban edileceğini biliyordu. Büyük yatakta üzerinde beyaz elbise, yüzünde tül yatıyordu. Kapı açılınca törenin başlayacağını biliyordu, yine de her an Turgut gelebilirmiş gibi umutla bekliyordu. Gözleri kalbinin baskısına dayanamadılar. Ağlamaya başladı, hıçkırıklarla değil, başına geleceklere katlanmaya çalışan sessizlikle.

Bölüm 7 Necla büyük adamı kaybetmişti. Adamın çalıların arasından girdiğini görmüştü, bedenenini parçalayan çalıya rağmen geçip gitmesini izlemişti. Altın çocuk mırıldanmaya devam ediyordu. Gömleğinin açık düğmeleri göğsünü gecenin güzelliğine açmıştı. Zamansız bir havası vardı, ay ışığında aydınlanmış mermer bir güzellikti onunki. Bunun evin güzelliğinden kaynaklandığını düşündü. Evin etkileyici havası, cennetin hep arzulanan sükuneti ile taçlanmıştı. Huzur doluydu, ne peşinden gelmesi mümkün telsizli adam ne de ertesi sabah gitmesi gereken işi önemliydi. Yuvaya gelmişti, mutluydu. Adımlarını, bastığı yeri kirletiyor olma korkusuyla atıyordu. Elinden geldiğince sakin ve yavaş yürüyordu. Kot pantolonuna sarılan otlara aldırmamaya çalıştı. Rüzgar gecenin bu saatinde uzaklarda bir yerlerden taze ekmek kokusu getiriyordu. Bahçe onun daha kolay gelmesi için yol gösteriyordu sanki. Altın çocuk sessizce yürüyordu, onun arkasından gittiğine emindi ama geri kalmıştı. Koşmak istedi, yine de çok dikkatli olmalıydı. Bu güzel bahçeye zarar vermek istemiyordu. Aslında kimseye zarar vermek istemiyordu. Belki Altın Çocuk'un gitmesine izin vermeliydi. Biraz bu güzel bahçenin tadını çıkarabilirdi. Ayakları onu başka bir yola götürdü. Ağaçların arasından çıktığında kendini güzel bir gül bahçesinde buldu. Kırmızı güller gecenin karanlığına inat, tüm ihtişamlarını sergiliyorlardı. Kokular aklını karıştırdı, yapabileceği tek şey vardı. Güllerin arasına girdi, yere mis kokulu toprağa uzandı. Ay ışığının ona getireceklerinin hayalini kurmaya başladı.

41/54

Turgut kapıya ulaştı. Açılması gerekiyordu, ardında Sibel'i, sevgilisi vardı. Bina ona direnmeye çalıştı, duvarın ardına geçmesini engellemeye çalıştır gibiydi. Onu içeri almayacak, ona teslim olmayacaktı. Bunu kabul edemezdi. Ev Sibel'i almamış olsaydı bile izin veremezdi. Sebebini bilmiyordu ama buranın, bu evin yanlış olduğunu biliyordu. Yine de başka bir zaman olsa ilgilenmezdi. Sibel içeride olmasa girmezdi de. İki elini kapının üzerine koydu, öteki adamın yaptıklarını hatırlıyordu. Onun gibi yapmaya çalıştı. Ellerinden kendini Sibel'e ulaştıracak bir çözüm fırlamasını bekledi. Sessizlik dışında bir sonuç elde edemedi. Artık yetmişti. Artık daha fazla sakin duramazdı. Sibel'le beraber olmasına engel olan yok olurdu. Baktı. Kapıyı bakışları ile parçalayabilirdi. Yumruklarını sıktı, içinde dışarı taşamaya çalışan kızgınlığı tutmaya çalışıyordu. Aklı ardında saklanan o vahşiyi, deliliği kontrol etmeye çalıştı. Kapıya bir yumruk attı. Eli kanamaya başlamıştı. Parmakları sızlıyordu. Bir yumruk daha attı. Bir yumruk daha attı. Kapıda kırmızı bir leke vardı. Bir yumruk daha attı. Kendinden geçmişti, kapının açılması gerekiyordu, Sibel arkasındaydı, içeri girmeliydi. Elleri kızıla boyanmıştı. Kanı tüm kapıya sıçramıştı. Turgut fark etmedi ama kanı kapının kenarlarına doğru yayıldı. O hala yumruk atarken kapı büyük bir gürültüyle açıldı. O civarda oturanların bir çoğu gece uykularından uyandılar. Bir çığlık duymuşlardı. Bazısı bağıranın bir kadın bazısı ise bir erkek olduğunu söyledi. Bir kaçı, tanımlayamadığını ama acı çektiğini anlattı. İki kadın komşuları ile olayları konuşurken sanki bir anda savunmasız kalmanın korkusunu tattıklarını söylediler. Ertesi gün üniversiteye gitmek için evinden çıkan bir kadın geri dönmedi. Bıraktığı notta, ev arkadaşlarına “sesi” aradığını yazmıştı. Turgut bunların hiç birini bilmiyordu, aklına bile gelmemişti. Bir tek Sibel vardı. Kapının ardındaki dev salon onun güzelliği ile karşılaştırılamazdı bile. Salon tüm haşmetiyle onu sarmıştı. Duvarlar göze hoş gelen bir sarıya boyanmıştı. Tavandan sarkan dev bir avize koca salonu aydınlatıyordu. Salonda Turgut'tan başka bir kişi daha vardı. Beyaz bir gelinlik içinde bir kadın. Ona doğru yaklaştı. Heyecanlanmıştı, yaklaştığı Sibel'e benziyordu. Yüzünü görmek için yanına koştu. “Sibel sen misin?” Sesindeki titremeye engel olamamıştı. “Evet aşkım, benim. Senin bana gelmeni bekliyordum.” “Kaybolduğunu sanmıştım. Seni kaçırdıklarını sanmıştım.” “Hayır canım, beni kaçırmadılar. Senin büyük tören isteğini yerine getiriyorlardı sadece. Bak bu şahane salonda evleneceğiz.” “Adamların senin canını yaktıklarını gördüm. Seni zorladıklarını gördüm.” “Onların hepsi bir oyundu. Sana sürpriz yapmak istedim.” “Sana yaptıklarını gördüm, Sibel. Nasıl dayanabildin? Çaresizliğini hissettim.” “Geçti artık. Gel yanıma ve sonsuza kadar beraber olalım.” Turgut bir an kasıldı. Haykırışı salonda yankılandı. “Hayır, sen Sibel değilsin. Sibel'e neler yaptıklarını bilemezsin bile.” Kanlı yumrukları Turgut'tan bağımsızlarmış gibi kendine Sibel diyene saldırdılar. Turgut ağlıyordu. Kızgınlığı sadece yumruklarındaydı, yüzüne bakan onun karşısındakini parçalamaya çalıştığına inanamazdı. “Sibel'e olanları ben de hissediyorum. Zorla içimin parçalanışını hissediyorum. Ona çektirdiklerini hissediyorum. Ruhumu ve bedenimi bağlayan sicimleri hissediyorum. Üstünde gidip gelen adamı gördüğüm gibi, onun tutsak edildiği odayı da görüyorum. Etrafta ellerinde şarap kadehleri ve mumlar taşıyanları görüyorum.” Salonun ortasında kızıl bir lekeye dönüşmüş olana baktı. “Sen Sibel değilsin.” Yerde taklitçinin giysisinden kopan duvağı aldı.

42/54

“Bu tül gibi zihnimi kaplayan perde kalktı artık. Sibel aşkım artık sana gelmemi bu kaçak engelleyemez. Sen buraya ait olmayan, sevgilimden uzaklaş. Artık yetti. Senin kuralların bitti. Ben Turgut Birhan senin sonunu göreceğim.” Duvarlar kirli bir kızıla boyandılar. Turgut'un adımları etrafa kızıl bir sis yayıyordu. Kapılar tek tek kapandılar. Avizenin ışığı söndü. Kızıl kirli bir ışık kaldı ortada sadece. Turgut tülü eline doladı. “Sibel bana güç ver. Yaşadıklarına dayanmanı sağlayan gücünden ver. Gözümün önünde uçuşan bu kızıl sise kat gücünü. Sana geliyorum, nereden çıkmışsa çıksın, hangi diyardan gelirse gelsin sana ulaşmamı engelleyemez.” Duvarlardan birine yaklaştı. Tülü avucunda sıktı. Duvara doğru savurdu, kanlı elleriyle onu duvar yapıştırdı. Geriledi ve bir yumruk attı. Duvar yıkıldı. Ardında boşluk vardı. Koca bir uçurumun kenarındaydı sanki. Aşağıda neler olduğunu seçemiyordu, bir cadının kazanına bakıyordu sanki. Sibel'e bağlandığı sicimi buldu. Gözlerinin daha önce kaçırdığı o güzelim yeşil sicimi tuttu ve kendini Sibel'e çekti. Mangalın başında oturan adamlar gözlerini açtılar. Genç olan ilk konuşandı. “Sonuncu da katıldı. Artık girebiliriz.” “Patrona haber verelim. Unutmayın anahtarı istiyor. Vakfımızın anahtar ile neler yapabileceğini bir düşünsene.” “Merak etmeyin efendim. Kılıçlar durumdan haberdar. İçerideki öteki çocuklar için bir emriniz var mı?” “Bizi yaşayanlar ilgilendirmiyor, siz görevinizi yapın.” Genç adam dışarı çıktı, arabanın etrafında bekleyen adamlarla beraber eve koştular. Uzaktan izleyenler sadece askerleri gördüler, önlerinde koşan boynunda muskalar sallanan adama kimse dikkat etmedi. Gökhan merdivenin sonuna geldiğinde sessiz bir iç çekişle yeryüzüne açılan geçitten geçti. Gökyüzündeki kapı aralandı ve ay ışığından bir köprüden inmeye başladı. Adımları ay tozlarını kaldırıyordu. Bulutlar tenine küçük, ıslak öpücükler bırakarak geçip gidiyorlardı. Yerdekileri seçebildiği zaman nerede olduğunu anladı. Bekçi onu gitmek istediği yere göndermişti. Karşısında ev vardı. Artık onun ne olduğunu anlamıştı. Neden ona çekildiğini ya da Dede'nin neden onu eğitmeye geldiğini. Aklırüzgar'ın ve Güneuçan'ın neden onun yardımına koştuklarını anlamıştı. Erlik'in ne demek istediği daha açıktı artık. Gözlerinin ardında görüyordu, göz kapaklarının açık olması gerekmeden biliyordu. Ev tüm ihtişamıyla karşısındaydı. Beyaz taşlardan yapılmış dış duvarı, duvara sarılmış sarmaşık, içeride bahçedeki ağaçlar. Duvarın ve bahçenin ardına baktı. Gözlerini serbest bıraktı ve aklın rüzgarlarında uçmalarına izin verdi. Etraftaki polisler ya da evlerden onları izleyenler önemli değildi. Erlik'in krallığından çıktığından beri, Unutulmuş Günahlar Panayırı'nın etkisinden kurtulduğundan beri neler yapabileceğini biliyordu. Daha keşfetmesi gereken başka yetenekler olduğunu bilmek onu zayıflatmıyordu. Dede'nin savaşa giderken takındığı son ifadenin yüzüne ve ruhuna yerleşmesine izin verdi. Yerde, binanın çevresindekiler arasında kendine bakan, onu bekleyen bir çift göz görmek de korkutmadı onu. Boş bir minibüsün içinde mangaldan tüten şifalı dumanlar arasında oturan adama sadece bir an baktı. Onun kızgın gözlerinin üzerinde olmasına aldırmadı. Tüm kuvvetini karşısındaki ile hesaplaşmaya adamalıydı. Yere, evin içine süzülürken Erlik'in ona verdiği taşın ağırlığı kalbini sıkıştırıyordu. Taş ait olduğu yere dönmeye çalışıyordu sanki, taşın isyanı sakindi. Sakinliği gücünden bir şey kaybetmesine sebep olmamıştı. Evi görmeden önce taşın ne işe yarayacağına emin değildi. Oysa karşısındaki bu utancı görmek neler yapması gerektiğini anlamasını sağlamıştı. 43/54

Ev kapladığı alandan daha büyüktü. Etrafındakileri yutan dev bir girdap gibiydi. Ona yaklaşanları derinliklerine çeken amansız bir düşmandı. Şimdiden etkisi geniş bir alana yayılmıştı. Turgut'un yaşadığı mahalleden taşmış eskiden dolaştığı mahalleleri takip etmişti. Sevdiği semtlerin, yaşadığı, büyüdüğü yerlerin bu duygusuz canavarın eline geçmesine sinirlenmişti. Yakınlaştıkça evin içindeki insanları gördü. Dünya dışı bir aldatmacanın içinde kaybolmuş, ruhlarını sakince yutan bir canavarı beslediklerinde habersiz yaşıyorlardı. Ruhlarının gökteki akislerini görebileceği kadar yakındı artık. Her birinin üstündeki kızgınlığı ve korkuyu gördü. Hepsi bir şeyden kaçmıştı. Bazı yansımalar karmaşıktı. Çılgın bir ressam elindeki boyaları rasgele duvara atmış gibiydi. Ancak boyalar yansımaların doğasına uygun olarak bazen seslere bazen de kokuya dönüşüp geliyordu. İşte bu çılgın ressam yarattığı karmaşayı yeterli bulmamış olmalı ki eserinin üstüne hala yeni renkler sıçratıyordu. Sıçrayan her boya ruhundaki renkleri bir kademe daha solduruyordu. Çılgınlığın pençesinde ruhlarını kaybeden zavallıları üzüntüyle izledi. Girdabın özünde kara bir leke vardı. Girdap etrafındakileri topluyor ve o isimsiz boşluğa sürüklüyordu. Gökhan ruhları karanlığa gidenlere ne olduğunu bilmiyordu. Aklına gelen bir kaç korkunç düşünce de yeterli değildi. Buraya ait olmayan bu fırtına savunmasızları ele geçirmişti. Karanlıkta ölüme uçan kelebekler gibi ruhlar sönüyordu. Buna sebep olanın günahsız olduğunu düşünmek onu rahatlatmıyordu. Gerçekliğin kozası yırtılmıştı. İçindekiler daha dışarı çıkmaya hazır değildiler. Ruhlarının son haykırışları kozalarında haşlanana ipek böceklerinin çığlıkları gibiydi. Benlikleri evin yaptıklarını bilmese de, ruhları sonlarına adım adım yaklaşırken her şeyin farkındaydı. Turgut’u eve iyice yaklaştığında gördü. Girdabın ortasında sakin bir gemi gibi, dalgaları yara yara ilerliyordu. Sanki girdap onun çevresinde etkisizdi. Ruhunu saran efsunu rahatça görebiliyordu. Arkadaşının kalbini ve ruhunu bağlayan sicimleri takip ettiğinde Sibel'i buldu. Ev onu da ele geçirmişti, onun gibi güçlü bir yaratığı kendine katabilirse neler olabileceği bir an aklından geçiverdi. Yıllardır biliyormuş gibiydi, unutmuş ancak yeniden hatırlamıştı sanki. Girdabın merkezine gitmek yerine onu kurtarmaya gitmeyi düşündü. Görevinin Sibel ilgili olmadığını biliyordu ama onu bu korkunç varlığa vermek istemiyordu. Kararsızlığından Sibel'in üzerindeki sicimleri görünce kurtuldu. Kalın halatlarla Turgut’a bağlanmıştı. Turgut'a bağladığı her sicim biraz daha güçlenerek ona dönmüştü. İkisinin kaderlerinin iç içe yazıldığını anlamıştı. Dostu için üzülmeli mi yoksa sevinmeli mi emin değildi. Yine de bu bilgi ona görevine devam etme gücü verdi. Turgut'un girdabın gücüne dayanacak gücü nereden bulduğunu da düşünmedi, dostunun ruhundaki yaraları görebiliyordu. Ruhundan akan o özü görebilecek kadar yaklaşmıştı. Turgut uzaktan dünyayı sırtlayan devler gibiydi. Gökhan koca bir ağacın gövdesinden dışarı çıktı. Ay yolu ağacın yapraklarına dolanmış, ağacın özünde gezinmiş ve sonunda gövdedeki bir kovukta son bulmuştu. Ağaca ve ona izin verdiği için ay yolunun bekçisine şükranlarını mırıldandı. Ayakları yere bastığında bir an başı döndü. Aklı orada olmayan bir şeyin üzerinde olduğunu söylüyordu. Ayakları toprağa, güvenilir yere bastığını söylüyordu. Bir an gözü karardı. Ay yolunda bu başına gelmemişti, o yürüyüşün olağanüstülüğündendi belki de. Ancak gerçek ve ötekinin bu karışmasına hazır değildi. Bu zayıflık bir an sürdü. Gökhan bu bir anın savaşı kaybetmesine sebep olacak bir an olmaması için Ağaç'a dua etti. Bir bahçenin ortasındaydı. Etrafında güller, güzelliklerini yücelten kokularla gelenlerin aklını çelmeye çalışıyorlardı. Ayağının altındaki çimlerin tam istediği, ihtiyaç duyduğu dinlenmeyi sağlayacağını düşündü. Kısacık bir fikirdi bu, ancak geldiği yerin farkında olan Gökhan, fikri girdabın içine ait olduğu yere geri yolladı. Bir kadının yerde boş gözlerle ona baktığını fark etti. İnce güzel bir kadındı. Siyah saçları kısa kesilmişti. Üzerinde rahat spor kıyafetler vardı. Gözlerinde onu kendine çeken bir kıvılcım vardı. Güneuçan'ın sesini duyar gibi oldu. Onu dinleyip kadını içine düştüğü ölüm uykusundan uyandırdı. Kadın boş gözlerle ona bakıyordu. 44/54

“Onunla gitmeliydim.” “Sakin ol, evin etkisi geçecek. Buradan hemen çıkmalısın. Nasıl içeri girdin?” Kadın şaşkın gözlerle ona bakıyordu. Gökhan sesine Ağaç’ın dallarından gelen rüzgarın fısıltısını kattı. “Bana güvenebilirsin.” Sesinin tınısına kendisi de şaşırmıştı. Rüzgarın kadını sarmalamasını izledi. “ Altın Çocuk yolu açtı. Onun yardımıyla girdim. Duvarın önünde garip bir şeyler yaptı. Bizimle beraber gelen bir adam daha vardı. Gözlerinde cehennem ateşleri yanan bir adam.” “Kimsin sen? Neden içeri girdin.” “Gazeteciyim, burada olanları merak ettim. Altın Çocuk’u kaybettim. Bu bahçeye bakmak istemiştim. O kadar güzel ve huzur doluydu ki.” “Burası çok tehlikeli, hemen çıkmalısın.” “Yolu bulamıyorum. Nasıl çıkarım? Hem dışarıdan gözüktüğünden daha büyük burası.” “Çıkmalısın. Sana bir tılsım vereceğim. O yolu bulmanı sağlayacak.” “Hayır, burada neler olup bittiğini anlamadan gitmiyorum.” “Bak burası dünya dışı bir varlığın elinde. Şu anda başka bir evrendesin. Evinden çok uzaklardasın.” “Nasıl yani?” “Evrenin nasıl yaratıldığına dair efsaneleri hatırlıyor musun? Hani din derslerinde anlatılanları.” “Evet, ama bunların ne alakası var.” “Yaratıcı Ol dedi ve yokluktan evren oldu. Hatırlıyor musun?” “Tamam.” Kadının gözlerinde yeni bir ışık vardı. Gökhan’a sözlerini yutuyormuş gibi geldi. “O derslerde anlatılmayan herkesin bilmediği ya da unuttuğu bir bilgi bu. Gazetende yayınlayamayacağın bir bilgi.” “Ne bilgisi bu? Artık pek bir şeye şaşıracağımı sanmıyorum. Altın Çocuk’un yaptıklarını gördükten sonra hiç bir şeye şaşırmam.” “Dinle o zaman. Sonra da evine güvene git. Burası sana uygun değil.” Kadın ayağa kalkmıştı. Gökhan ay ışığının altında bir peri ile konuşuyordu sanki. Bahçenin ortasında duruyordu, bahçenin tüm güzelliği onun güzelliğini arttırmak içindi sanki. Evin etkisi diye düşündü. Düşlerin etkisini üzerinden atmaya çalıştı. “Yaratıcı ol dediğinde. İlk yaratılan evren değildi. Önce kelimeler yaratıldı. En güçlüsü Ol’du. Kelimeler evreni bizim evrenimizin bir kopyası gibi. Daha doğrusu biz o evrenin bir kopyasıyız.” “İdealar.” “Efendim?” “Platon’un idealar evreni. Biz sadece o evrendeki ideaların birer gölgesini görüyoruz.” “Evet, böyle de anlatılabilir. İşte şimdi birisi yolundan çıkmış bir ruh o evrenden bir varlığın buraya geçmesini sağladı.” “İnsanlar öldüğünde ruhları önce kelimeler evrenine gider. Orada bazen yeni bir kelime olurlar. Hayatlarını o kelimeye uygun yaşadılarsa, sonsuza ya da daha uygun biri gelene kadar orada kalırlar.” “Yani bu evde biri öldü ve kelime olup burayı ele geçirdi. Öyle mi?” “Hayır bu ruhun yeri kelimeler evreni değildi. O başka bir diyara gidecekti. Kayıp ruhların evine seçilmişti. Fakat bilinmez bir nedenden yerine gitmedi. Dünyada kaldı. Onun kalışı kelimelerden birini buraya çekti. O kişinin iradesi başka bir varlığı buraya getirdi.” “Neyi getirdi?” “Farkında değil misin? Burada kendini daha huzurlu, daha mutlu ve hatta daha güvende hissetmiyor musun? Ait olduğun yer burası gibi gelmiyor mu?” 45/54

“Evet, sanki hayatım boyunca burasını aramış gibiyim. Sanki cennetteydim. Sen gelip de beni uykumdan uyandırıncaya kadar en azından. Artık korkuyorum, ama bir parçam hala o rahatlığı arıyor.” “Neyle karşı karşıya olduğumuzu sen cevapladın aslında. Buraya gelen Yuva’ydı. Geldi ve kontrol edilemez gücünü insanların üzerine saldı.” “Yani buradakiler yuvalarında olduklarını mı düşünüyorlar. Tüm o polisler, çocuklar ve öteki kaybolanlar.” “Evet, Yuva onlara hayal ettiklerini veriyor. Bazılarına yiyecekler ve oyuncaklar, bazılarına hayatlarının bir anlamlı olduğunu hissettiriyor. Bazıları da senin gibi huzurlu bir bahçe arıyor, Yuva sadece istekleri karşılıyor.” “Bunun nesi kötü. Yuva bir cennet yaratıyorsa neden kötü? Neden buna engel olmak istiyorsun?” “Çünkü yuva buraya ait değil. Yuva’nın iyi ya da kötü diye bir kavramı yok. O sadece varlık sebebini gerçekleştiriyor. Verdikleri onun doğasından zaten. Ama insanlar Öteyer’le böyle bir ilişki kurmaya hazır değiller. Ruhlar ancak bedenin verdiklerinden kurtulduğunda Öteyer varlıklarına dayanabilir. Oysa hala bizim dünyamızdayken Yuva’nın verdikleri ruhlarının yitip gitmesine sebep oluyor. Gözleri gerçeklere hazır olmadığından Yuva’nın esiri oluyorlar. Ruhları bir anafora sürükleniyor ve Yuva’ya katılıyorlar. Yuva her kendine katılan ruhla daha da güçleniyor ve daha çok insanı kendine çekiyor.” “İnsanları öldürüyor mu?” Sesinde ağlamaklı bir ton vardı. “Hayır bizim anladığımız gibi bir ölüm değildi. Yuva ne kadar güçlü olursa olsun ölüm ya da yaşam üzerinde gücü yok. O ruhlarını emdikten sonra ruhunu kaybedenler yaşamaya devam ederler. Sadece boş gözlerle Yuva’nın isteklerine itaat eden birer köle olurlar. İnsan müsveddeleri olurlar. Sonsuza kadar yaşam ve ölümün elinden kurtulurlar. Artık hayatın getirdiklerinden alacakları kalmaz. Ruhlarıyla birlikte hayatlarını da kaybederler.” “Peki Yuva buradan giderse eski hallerine dönecekler mi?” “Sanmıyorum. Bir kısmı daha Yuva’nın ruhlarını tam olarak ele geçiremedikleri eski hayatlarına dönecekler. Yuva’nın mutlak hakimiyetine girmiş olanlar ise en iyi ihtimal komaya girecekler. Akıl ruhun yardımı olmadan devam edemez. Belki sağlıklı olacaklar ama bitkisel hayata girecekler.” Gökhan Ağaç’tan ya da Erlik’ten öğrendiklerini anlatmıştı. Kadının suratında yeni bir ifadenin oluştuğunu gördü. “Öyleyse seninle geliyorum. Yuva’nın beni de ele geçirdiğini söylemiştin. Ondan ruhumu geri almalıyım. Eksik olanın ne olduğunu bilmiyorum ama alacağım.” “Benimle gelmen çok tehlikeli, seni koruyamam. Sana yardımcı olamam. Yalnız gitmeliyim.” Ağaç’ın iyileştirici gücü ile kadının üzerindeki efsunu kaldırdı. Eğer gelecekse kendi hür iradesiyle gelmeliydi. Cevabını bekledi, kadın bir an duraksadı. Ağaç’ın gücünün üstünden çekilmesini hissetmiş gibiydi. “Geliyorum, beni engellemeye çalışırsan, ya da benden kaçarsan kendi başıma Yuva ile hesaplaşırım.” Gökhan derin bir nefes aldı. Güneuçan bu kadının ona yardım edeceğini söylemişti. Nasıl olacağını bilmiyordu. Tehlikeli yolculuğunda yanında başkasının olmasını istemiyordu. Yine de şu garip maceralarının sürdüğü bir kaç günde kaderin getirdiklerine karşı çıkmanın anlamsızlığını öğrenmişti. “Gel o zaman.” Elini kadına uzattı. “Ben Gökhan, bana eşlik etmenden mutlu olurum. Ağaç’ın gölgesi üzerinde olsun.” Kadın elini hafifçe sıktı. “Ben de Necla.” Turgut Sibel’in tutsak tutulduğu odaya bir kasırga gibi girdi. Gölgeden duvarları yıktı. Kanı damarlarında alev almıştı. Gözleri ateşten bir perdenin ardından bakıyordu. Adamın 46/54

Sibel’in içinde her gidip gelişi ona azalan zamanı hatırlatıyordu. Sibel’in çaresiz teslimiyeti kızgınlığını arttırıyor. Eve ve onun temsil ettiği her şeyden nefret ediyordu. Yatağın üzerindeki adama doğru hamle yaptı. İki adam karşısına çıktılar. Daha önce dövüştüğü adamlardı bunlar. Gözlerindeki boşluğu artık daha net görüyordu. Ruhsuz yaratıklar Sibel’e ulaşmasına engel olmaya çalışıyorlardı. Yumruklarını sıktı, içinden Sibel’in adını haykırdı. İlk saldıranın elinde garip bir bıçak vardı. Eğri ağızlı bıçağın çeliği göğsünü çizdi. Acı bedenini kapladı. Sadece Sibel’in acısının gücü onu yıkılmaktan kurtardı. Ellerini göğsünde gezdirdi. Üstü kan olmuştu, küçük bir çizik vardı sadece ama ana damarlarından biri kesilmiş gibi kanıyordu. Damarlarındaki kanın akmasına izin verdi. Kontrolü içindekine bıraktı. Gözleri artık alevlenmişti. Etrafını bir alev kuşağı sardı. İkinci adam alevlerin arasında kaldı. Sesi çıkmıyordu. Yanan etinin cızırtısı, yanık et ve kumaş kokusu odayı kapladı. Turgut bir nara attı. Sibel’in adını göklere haykırdı. Alevden kollarla yanan adamı tuttu. Bilekleri dev bir mengene gibi adamın boynunu sıkıyordu. Tüm nefretini adama yönlendirdi. Yuva’ya yapmak istediklerini adama yapıyordu. İlk saldıran arkasından gelip bıçağını sırtına saplamıştı. Ölmesi gerekirdi. Hiddeti onu ayakta tutuyordu. Açılan yaradan fışkıran kan bir anda alevlendi. Turgut alevleri adama yönlendirdi. İki adamda artık alevden bir koza içindeydiler. Turgut son kez onlara baktı ve Yuva’nın canı yanmasını dileyerek alevleri besledi. Turgut bunu yaparken yataktaki adamın hareketleri durdu. Turgut ne olduğunu anlamıştı. Tören bitmişti. Sibel’in içindeki dehşeti hissedebiliyordu. İçine akan basit bir adamdan gelmiyordu. Yuva Sibel’i kendine katmak için adamı kullanmıştı. Yuva’nın özünün Sibel’e akışını hissetti. Adamın üzerine büyük bir güçle saldırdı. Arkasında iki kül yığını kalmıştı. Bir hamlede adamı Sibel’in üzerinden attı. Sevgilisinin yüzüne baktı. onu saran sicimleri alevleriyle kopardı. Sadece ikisi arasındaki bağ kalmıştı. Sibel’in gözleri açıldı. “Turgut, geleceğini biliyordum.” “Evet aşkım, geldim.” “Ama içimde ilerliyor. Durduramıyorum. Engel olmaya çalıştım ama güçsüzdüm.” “Korkma bir çaresini bulacağız.” Turgut önce Sibel’in yüzündeki dehşeti gördü. Sonra da üstüne atılan adamın ağırlığıyla yataktan yere düştüler. Adam boğazını sıkıyor, ona çılgınca saldırıyordu. Silkelendi ve ondan kurtuldu. Ayağa kalktığında adam da ayakta o alıştığı boş gözlerle ona bakıyordu. “Ben Baba’yım, burası benim yuvam. O da artık bu yuvanın annesi.” “Asla, onu zorla kaçırmış ve Yuva’nın özüyle kirlettiniz. Ama beni unuttunuz. Ben buna izin vermeyeceğim. Tüm şehri Yuva’yla beraber yakmam gerekse de izin vermeyeceğim.” “Yuva’yı durduramazsın. Kapıyı kapatacak gücün yok.” “Seninle başlayarak, tüm uşaklarını yok edeceğim. Tüm taşlarını yıkacak, gerekirse onun tarafına gidip orada yok edeceğim Yuvayı. Bu sondu. Sibel’e yapılanlar affedilemez.” “Sen...” Adamın dikkati dağılmıştı. Kendi kendine konuşur gibiydi. “Hayır, onun kızın yanına gitmesine engel olmalıyım. Kapının kapanmasına engel olmalıyım.” Turgut fırsattan yararlandı, adamın üzerine çullandı. Alevlerin önce kendi bedenini sarmasına izin verdi. Altında alev alev yanarken bile adam birini durdurmaktan söz ediyordu. Önceden kendine karşı çıkan bir adam olan küllerin üzerinden kalkıp Sibel’in yanına koştu. Yataktan kalkmıştı. Üzerindeki gelinliği o zaman fark etti. Onu kendine çekti. Bir daha göremeyecekmiş gibi tutkuyla sarıldı. Dudakları dudaklarına değerken bir daha ayrılmayacağına yemin etti. Sibel ağlıyordu. “Seni seviyorum.” “Ben de seni seviyorum, Sibel.”

47/54

“Hayır gerçekten seviyorum. Turgut daha önce kimseyi sevmemiştim. Sevmeyi bilmezdim. Ama sen bana bir mucize verdin, aşkım.” Turgut ne olduğunu anlamamıştı. Sibel’e sarıldı. Konuşmasına gerek yoktu. Dudakları kenetlendi. Sibel’in ve kendi gözyaşları sevdalarına karıştı. “Gitmeliyiz. Seni buradan çıkartmama kimse engel olamaz.” Turgut Sibel’i kucakladığı gibi gölge duvarlardan birine yürüdü. Yuva’nın dışına çıkan yola koyuldu. Sibel boynuna ellerini dolamıştı. Omzu onun gözyaşlarıyla ıslanıyordu. Gökhan girdabın merkezine gidiyordu. Necla ürkek adımlarla onu takip ediyordu. Ağaçların sonuna gelmişlerdi. Bahçenin ardında Yuva onları bekliyordu. “Yuva’nın merkezi bizim dünyamızda. Bu bahçeden çıktığımızda bizi bekliyor olacak. Hala geri dönmek için şansın var.” “Hayır, kararımı verdim, geliyorum.” Gökhan gözlerine baktı. Kararlılığı gördü, arkasında yeni tanıştığı bir yoldaş bahçeden çıktılar. Ev tüm haşmetiyle karşılarındaydı. Eski Ankara evlerinden biri vardı karşılarında. Turgut’un evi gibiydi, ama görkemi saraylara layıktı. Yuva’nın köleleri girişi tutuyorlardı. Çocuklar ve bir avuç yetişkin evin önünde etten bir duvar oluşturmuşlardı. Gözlerinde korku vardı. Gökhan Ağaç’ın kollarına uzandı. Bu zavallılara zarar vermek istemiyordu. Ağaç’ın sakinleştiren gölgesine uzandı. Bedenini o gölgenin aracı yaptı. Ağaç’ın gölgesi birer birer karşısındakileri sardı. Önce çocuklar yakalandı ve sakin bir uykuya daldılar. Yetişkinler daha dayanıklıydı. Bir kaçı üzerine yürüdüler. Bazısının elinde sopalar, bazılarında bıçaklar vardı. Ama çoğu çıplak elle Yuva’nın güvenini bozan bu adama saldırıyorlardı. Gökhan gölgenin kollarını kendine gelenlere yolladı. Adamlar teker teker rahat bir uykuya daldılar. “Onları öldürdün mü?” “Hayır.” “Karanlığın onları sardığını gördüm, ve birer birer düştüler.” “Evet ama rahat bir uykuya gittiler. Gerekmedikçe kimseye zarar vermem.” Necla’nın kafasındaki sorularla kaybedecek zamanı yoktu. Yerde yatanların arasından evin kapısına doğru ilerledi. Çift kanatlı kapıdan içeri girdi. İçerisi boştu, ev daha yeni toplanmış, temizlenmiş gibiydi. Ruhunu gözlerinin göremediklerini görmek için serbest bıraktı. Kapalı gözlerinin ardında Yuva’nın etkisini daha rahat görüyordu. Duvarların sarsıntıdan dalgalanması, iki ayrı dünyanın iç içe geçmesini izleyebilirdi. İçeride kimse yoktu, sanki ev o rahatça gidebilsin istiyordu. Necla ile beraber girdabın merkezine ilerlediler. Mutfağın kırık dökük kapısı son bir çabayla yerinde duruyor gibiydi. Kapının ardında onları bu lanetin merkezi bekliyordu. İçeri girdiklerinde onları bekleyenlerle karşılaştılar. Üç adam, ruhları Yuva’nın etkisinde kaybolmuş üç garip adam karşılarındaydı. İkisini tanımıyordu ama üçüncüyü hatırlıyordu. Altın gömleği parçalanmış, göğsü yaralanmıştı. İki adamın arkasında sakin, onu bekliyordu. Adamların ellerinde unutulmuş zamanlara ait silahlar vardı. Gökhan bunların Necla’ya nasıl gözüktüğünü düşünmeye çalıştı. O da ellerinde asa ve tılsım olan adamlar mı görüyordu? Düşünecek zamanı yoktu. Elinde asayı tutan eski bir dilde mırıldandı. Gökhan ruhunun bedenine kalkan olmasını emretti. Ağaç ile kutsanmış gücü asadan gelen yıldırımları tuttu. Yuva’nın merkezindeydiler. Karşısındakiler dünyanın yasalarını hiçe sayıyorlardı. Tılsım pırıldadı ve Gökhan’ın üzerine bir ağ fırlattı. Ağın bedenine değdiği yerler alevlerle yanıyordu. Sessiz bir iç çekişle acıya katlandı. Ağaç’a seslendi, kollarını Ağaç’ın yüceliğine teslim etti. İpler teker teker koptular. Necla’nın çığlığını duydu. Sesi çok uzaklardan geliyordu. Yıldırımları bir kez daha savuşturdu. Necla’ya yardım etmesi için bu iki adamı yolundan def etmesi gerekiyordu.

48/54

“Yüce Erlik, duy sesimi. Ülkeleri ayıran gölgelerin ötesinde krallığına sesleniyorum. Yemini unutanların son hapishanesindeki, ruhunu arayan hacıların son evindeki yurtluğuna sesleniyorum. Yeminim sesimi sana ulaştırsın, gücüm yeminimi taşısın. Bana bu yoldan çıkmışları durdurma gücü ver.” Kelimeler ağzından bir anda dökülmüşlerdi. Sesinin gölgeleri yarışını izledi. Bir şahin gibi Erlik’in yurduna gidiyordu. Dalgalar bedenini sardı, her katmanda biraz daha eksiliyordu. Sonunda Erlik’in yurtluğuna ulaştı. Alevin içine daldı. Kolları ağırlaşıyordu, kanatlarında güç kalmamıştı. Ateş tüm benliğini kavurduğunda gözleri açıldı. Üç farklı yerdeydi. Bir yanı Erlik’in alevlerinde yanıyor, bir yanı Necla’nın yanında onu korumaya çalışıyor, bir yanı da Yuva’nın köleleri ile savaşıyordu. Erlik’in soğuk alevleri onu ele geçirdiler. Tek gerçek vardı ve ona teslim oldu. “Sana sesleniyorum Erlik, gücün ve asaletin efendisi. Ruhumdaki aczi yakan alevlerinle beni kutsadın. Bana Bela’nın kollarını ver.” Elleri bir anda ağırlaştı. Gücünün geri geldiğini hissedebiliyordu. Parmaklarında kara alevler yanıyordu. Göğsünden sarmaşıklar fırladı. Bela tüm bedenini sardı. Parmaklarından fırlayıp iki adama atıldı. Adamların beyaza çalmış gözleri karardı. Bela ruhlarının kalan son kırıntısını da emip gücüne katıyordu. Erlik’in Yurduna iki kayıp daha katılmıştı. Gözlerini sonuncuya çevirdi. Necla adamın yanındaydı. Adamın üzerine Bela’yı salmayı denedi. Sarmaşıklar adama atıldılar. Bir ruhun daha kendilerine katılmasını sabırsızlıkla bekliyorlardı. Bir anda tüm dallar kurudu. Necla mutfağa girdiklerinden beri olanları anlamamıştı. Gökhan girer girmez gözlerini iki adama dikmişti. Aralarında bir şey olduğunun farkındaydı ama ne olduğunu çıkaramıyordu. Duvarlar çatlıyor, Gökhan’ın etrafında garip ışıklar oluşuyordu. Necla saklanmaya çalışırken üçüncüyü gördü. Altın Çocuk’un gözlerinde garip bir ifade vardı. Necla Yuva’nın onu ele geçirdiğini anladı. Bir şekilde onu kurtarmalıydı. Olanların hepsi kendi hatasıydı. Eğer onu kaybetmeseydi, eğer onu takip etseydi, böyle bir şey olmazdı. Onun yanına koştu. Tam ona dokunacakken, Gökhan’ın çığlığını duydu. Oda çürümüş sebze kokmaya başladı. Kesif koku tüm mutfağı bir anda sarmıştı. Gökhan yerde yatıyordu. “Senin geleceğini biliyordum. Daha bu şehre ayak bastığında benimle karşılaşacağını biliyordum. Sen yazgına körken olacakları biliyordum. Huzur yerine savaşı seçeceğini biliyordum.” Altın Çocuk’un konuşması değişmişti. Sesinde garip, bu dünyadan olmayan bir tını vardı. Elini yırtık gömleğinin içine soktu. “Bu koruyucuma zarar vermeni engelledi. Üzerindeki hatıralar sana karşı bir tılsım oldular.” Elinde bir kolye vardı. İncelikle işlenmiş bir gümüş kolye. Küçük bir çemberin ortasında bir yaban gülü vardı. Gül ustalıkla işlenmişti. Necla baktıkça gülün renk değiştirdiğini görebiliyordu. Gökhan yerde inliyordu. Kolyeye bakmak bile canını yakıyor gibiydi. Necla ne yaptığını düşünmeden, içinden gelen bir sesi dinleyerek Altın Çocuk’un üzerine atladı. Kolyeyi kavradı. Zincirinden kopan kolye ile yere düştü. Altın Çocuk’un çığlığını duydu. Sesi tüm evde yankılanıyordu. Gökhan ayağa kalkmıştı. Gözündeki nefreti gördü. Elini Altın Çocuk’a doğru kaldırmıştı. Necla ikisinin arasına atladı. “Dur ona zarar verme. O da evi durdurmaya gelmişti.” Gökhan’ın gözünde daha önce görmediği bir parıltı vardı. Necla sonunun geldiğini düşündü. “Eğer kurtarılacak bir şey kaldıysa.” Gökhan Altın Çocuk’un yanına geldi.

49/54

“Ağaç’a sesleniyorum. Huzur veren rüzgarınla sar, ruhunu ihtiyacı olan dinlenmeye gönder.” Necla yere düşen adamı tuttu. Masum bir melek gibiydi. Yaralanmış ve kirlenmiş bir melek. Düşmemişti, düşmemiş olmasını diledi. Gökhan Necla’yı adamla bıraktı. Annesinin hayali hala üzerindeydi. Kolyeden gelen anıların acısı bir an onu felç etmişti. Bunları yaşamamış olmayı diliyordu. Aldığı her nefes ona daha fazla üzüntü getiriyordu. Girdabın merkezine mutfağın tabanında bir kapıdan gidiliyordu. Merdivenlerden dikkatlice kilere indi. Tozlu, eski bir odadaydı. Yıllar önce burada saklanan yemeklerin kokusu sinmişti sanki odaya. İçeride yoğun bir duman vardı. Ruhunu saran duman, kapıyı açanın ölümünü anlatıyordu. Yerde bir çocuk cesedi vardı. Üstünde eski püskü bir oyuncak köpek vardı. Çocuk ölürken bile oyuncağına tutunmuştu. Karanlık köşeden bir kız çocuğu çıktı. “Beni götürmeye mi geldiniz bayım?” Gökhan girdabın çocuğun üzerinde olduğunu görebiliyordu. “Artık zamanı geldi.” “Ama burası benim yuvam, kötü adamlar, gece ya da soğuk burada bana zarar veremez ki. Neden gideyim?” “Soğuk zarar veremez diyorsun ama içine işleyen buzu hissetmiyor musun? Kötü adamlar seni bulamazlar sanıyorsun ama eve girenleri göremiyor musun? Bu evde gece dışında zaman kaldı mı da gece sana ulaşamaz sanıyorsun.” Çocuğun gözleri dolmuştu. “Gitmek istemiyorum. Kalıyorum işte.” “Sana daha güzel bir yer sözü veremem. Ama huzur bulacaksın. Buna değmez mi?” “İstemiyorum.” Gökhan taşı cebinden çıkardı. “Üzgünüm küçüğüm ama gitmek zorundasın.” Taşı cesedin yanına koydu. Çocuk ağlamaklı gözlerle onu izliyordu. “Erlik’e sesleniyorum. Yolunu kaybetmişlerin babası, ruhun karanlık geçitlerinin koruyucusu. Bu biçareyi ait olduğu yere götür.” Ev sallanmaya başlamıştı. “Erlik’e sesleniyorum, gölgelerin ardındaki ülkenin beyi, olan ile olmayan arasındaki kapıyı, senin evinden aldığım taş ile kapatmama yardım et. Olanı olurlar diyarına, olmayanı yokluğa gönder.” Ev zelzeleyle yakalanmış gibi titriyordu. Gökhan çocuğun görüntüsünün taşın içine çekildiğini gördü. Son bir kez göz göze geldiler. Yaşlı gözlerinin ardındaki hikayesini Gökhan’a teslim etti ve gitti.

Bölüm 8 Gökhan sallanan binadan nasıl çıktı hatırlamıyordu. Necla ve baygın adamın da onlarla beraber geldiğini biliyordu. Necla ile beraber taşımışlardı adamı. Başkalarının da eve girdiklerinin farkındaydı. Üzerlerinde tılsımlar olan otomatik tüfekli adamlardı bunlar. İçeride Yuva’nın etkisene kapılmış olanlar korku ile koşturuyorlardı. Kapının kapanmasıyla yavaş yavaş ev eski haline gelmişti. Karmaşanın arasında Turgut’u bulmaya çalışıyordu. Sisin ortasında bir deniz feneri gibi parlaktı. Ona ulaştığında dostundaki değişikliği fark etti. Gözlerinde daha önce görmediği bir alev vardı. Ruhunu sarmalayan sicimlerin güçlenmiş olduğunu fark etti. Sibel’i ilk defa gerçek halinde gördü. Onun da etrafında sicimler vardı. Birbirlerine kenetlenmişlerdi. Onu görünce Turgut şaşırdı. 50/54

“Gökhan, dostum.” Gökhan sadece başını sallayabildi. Onu kucaklayanın kim olduğunu bilmiyordu. Gözünün önünde bir sis vardı. “Turgut gidelim abi buradan. Daha fazla dayanamayacağım.” Turgut koluna girdi. Sibel’le beraber Turgut’un evine yollandılar. Gökhan Necla ile artık ayılmış olan Altın Çocuk’un da geldiğini gördü. Eve vardıklarında kendini yatağa attı. Gözlerini kapattı. Ağlamaya başladı. Geçen tüm günlerin yükünü, yaşadıklarını ve annesinin hatıralarını ağladı. Uyandığında sabah olmuştu. Çay ve sucuk kokusu duydu. Bir an yaşadıklarının bir rüya olabileceğini hayal etti. Yataktan yavaşça kalktı. Neredeydi, kimdi? Yatağın baş ucunda Aklırüzgar’ı ve Güneuçan’ı gördü. “Ben demiştim. Başa çıkabilir diye.” Açık ağzındaki sivri dişlerini göstere göstere ona gülümsüyordu. “Sen güçlü bir kardeşsin. Adsız.” Güneuçan’ın kolları ona doğru uzandılar. Ruhunun derinliklerine işleyen, bedenini delip içine giren kolları üzerinde ve içinde dolaştı. “Güneuçan iyileştiğini söylüyor. O da geri gelebilmene sevinmiş.” Havada görünmez merdivenlerle yüzünün hizasına kadar çıkmıştı. “Sanırım arkadaşlarının yanına gitme vaktin geldi. Seni bekliyorlar.” Aklırüzgar omzuna çıktı. “Artık bir isim almanın zamanı geldi. Buradaki işlerini bitirince bize gel. İsmini hak ettin.” Gökhan kardeşini yakaladı. Ona sarıldı. Bir ağlama krizine daha girmemek için dişini sıktı. “Teşekkürler. Hep yanımdaydınız. Ağaç her adımda ruhumdaydı.” “Kardeşler bunun içindir. Hadi dostlarını bekletme.” Aklırüzgar ve Güneuçan göz açıp kapayıncaya kadar kayboldular. Gökhan giyindi, terlikleri, Turgut’a geldiğinde hep giydiği terlikler, yatağın baş ucundaydı. Aşağıdan sesler geliyordu. “Sizler de düğünümüze gelmelisiniz. Değil mi aşkım?” “Evet, küçük bir düğün olacak ama değil mi?” “Balo salonunda küçük bir düğün.” Necla, Altın Çocuk, Turgut ve Sibel masanın etrafına dizilmişlerdi. Altın Çocuk sessizce tabağıyla ilgileniyordu. Odaya girince ötekilerin kahkahaları kesildi. Turgut aceleyle sofradan kalktı. “Beyim sonunda uyanabildiniz. Doğrusu seni bekleyecektik ama açlığa dayanamadık.” Turgut o eski Turgut’tu, gece gördüğü başkası değildi. Gökhan onu kucaklarken masadakilere baktı. Sibel’in gözünde Turgut’a uzanan sevgiyi görebiliyordu. Yeşil sicimler farklı bir renk almışlardı. İçine düzinelerce renk karışmıştı sanki. Turgut Sibel’in yanına oturdu. Ona da ikisinin yanında bir tabak koydular. Altın Çocuk ağlamaklıydı. Ona baktı, gözünün rengi solmuştu sanki. Necla çayını doldurdu. Sibel sucuklu yumurta servisi yaptı. “O neden burada” Sesindeki soğukluğa kendi de şaşırmıştı. Masadakiler bir an irkildiler. “Deniz bana Sibel’i kurtarmam için çok yardımcı oldu. Daha önce ne yapmış olursa olsun. Hem sen onu buraya getirdin.” “Sibel’i kurtarmak mı?” “Evdekiler onu kaçırmıştı.” Turgut’un yüzünde gece gördüğünü gördü. Bir an gelip geçen bir gölge gibiydi. Damarlarından fırlayıp dünyayı ele geçirmeye çalışan bir alev gibiydi. “Turgut olmasaydı başıma gelecekleri düşünmek bile istemiyorum.” 51/54

Gökhan Deniz’e baktı. Üstünde Turgut’un bir penyesi vardı. Her an ağlamak üzereydi. Gözleri dolmuştu. “Fazla kalmayacağım zaten. Oradakilerden sonra ne yapacağımı bilmiyorum.” “Deniz benimle kalacağına söz vermiştin.” “Beni oradan çekip kurtaran sendin. Necla sen olmasaydın geri dönemezdim. Ama anlamam, bulmam gerenler var.” Tüm gözler Deniz’e çevrilmişti. “Orada Yuva’nın etkisindeyken bir yere ait olduğumu hissettim. Beni olduğum gibi kabul eden, bana bir yaratık ya da ucube diye bakmayan insanlarlaydım.” Gözleri uzak bir anıya daldı. “Hep beraberdik. Sen gelinceye kadar, Gökhan’ın tılsımı ruhumu çekinceye kadar, mutluydum. O anı yeniden bulmalıyım. O yüzden gitmeliyim. Bu şehirde, bu sokaklarda artık yapacağım bir şey kalmadı.” Deniz’in sözleri bitince kimse bir şey söyleyemedi. Gökhan’la göz göze geldiler. “Bana yaptıklarını affediyorum. Annemi ve onun hatırasını üzerime gönderen sen değildin. Dede ile sokakta karşılaştığımız da artık sen değilsin.” Ayağa kalktı Deniz’in yanına gitti. “Sen beni affedebilecek misin?” “Teşekkürler, affedilecek bir şey yapmadın.” Tokalaştılar. Gökhan ağaçtan sakin bir meltem çağırdı. Deniz’e gönderdi. “Ruhun aradığını bulsun, Ağaç’ın koruması üstüne olsun.” Deniz’in gözünden bir damla yaş süzüldü. Kucaklaştılar. “Düğüne kadar kalacaksın değil mi?” “Turgut!!” “Ne var canım, zaten iki gün sonrası için gün almıştık. İptal etmeyi düşünmüyorsun değil mi?” “Hayır, seni sersem, iptal etmiyoruz. Ama balo salonu falan olmaz.” “Ben yeri ayarladım. Tek derdimiz davetiyeleri yerlerine ulaştırmak.” “Ne davetiyeleri.” Gökhan eski ve yeni dostlarına baktı. Değişmişlerdi, değişmişti. Şu an masanın etrafında gülüşenler içinse değişen bir şey yoktu. Odadaki mutluluğun onu sarmasına izin verdi. Katılıncaya kadar güldüler. Sesleri eski binanın duvarlarından ayrıldı. Neşeleri uzak diyarlara taşındı.

52/54

Düğün iki gün içinde nasıl hazırlandı, bir salon dolusu insan nasıl yetiştiler, Gökhan’ın aklı almıyordu. Turgut istediğini yaptırmıştı. Sibel nazlansa da karşı çıkamamıştı. Ankara magazin sayfalarını süsleyen bir düğün olmuştu. Bir çok ünlü vardı. Generaller, bakanlar, büyük şirketlerin müdürleri... Gelenlerin hepsi de Turgut’un ne kadar şanslı olduğundan bahsediyordu. Gökhan düğün boyunca; ikisinin ideal bir çift olduğunu söyleyenlerle, nerede, nasıl karşılaştıklarını soranlarla uğraşmıştı. Düğünden önce doktora gitmiş. Hastaneden aniden kaybolmasını açıklamaya çalışmıştı. Neler olup bittiğini onlar da anlamamıştı ama kanseri yenmişti anlaşılan. Gökhan halasının yüzündeki ifade için her şeyini verebilirdi de. Yuva’nın etkisi dünyayı terk edince onun üzerindeki hastalık da gitmişti. Deniz gece boyunca Necla ile uzak bir köşede oturmuş. Eğlenmeye çalışmıştı. Necla belki de onun içini yiyip bitiren üzüntüyü fark etmişti. Gökhan bir çare bulamayacağını bildiğinden ve de annesinin anısı hala taze olduğundan Deniz’den uzak durmuştu. Bir ara yanlarına gittiğinden sevgiden bahsettiklerine kulak misafiri olmuştu. Deniz melek gibiydi yine. Üzerinde ışıltılı, içini gösteren gömleği ve şık kesim pantolonu ile herkesin dikkatini çekiyordu. Necla’nın ümitsiz bir çaba ile Deniz’e bakan kadın ve erkeklerin bakışlarını kesmeye çalışmasını izledi. Doğrusu bu kızın da adamın da işlerinin zor olduğunu seziyordu. Turgut ve Sibel cennette gibiydiler. Büyülenmişlerdi. Sibel’in nereden geldiğinin, ya da Turgut’un kim olduğunun önemi yoktu. Birbirlerine onun anlayamadığı büyülerle bağlanmışlardı. Büyü öyle iç içe geçmişti ki onu çözmenin, yok etmek mümkün gözükmüyordu. Etraflarına mutluluk saçıyorlardı. Gökhan hepsinin hikayesini dinlemişti. Başlarına gelenler inanılmazdı. Turgut’un yaptığını söyledikleri, Sibel’le katlandıkları hayallere sığmazdı. Böyle olmalı diye düşündü, gerçek bir aşk hikayesi. Gecenin sonuna doğru yeni evli çiftten ayrıldı. Otelin çatısına çıktı. Dışarıda hava aydınlanmak üzereydi. Üzerini gecenin nemi sardı. Sibel nereden ve neden gelmişti, Turgut’un bu aniden ortaya çıkan gücü neyin nesiydi. Deniz ve Necla’nın yolu nereye gidiyordu? Kendisi nereye gitmeliydi? Dede’ye ne olmuştu. Ay ışığının altında soruların anlamı yoktu. Gece havasını içine çekti. Soğuk onu kendine getirmişti. Şehrin manzarası onu sardı. “Geldim işte, beni bu kadar çağırmasaydın gelmezdim. Efsanelerin kaçtığı şehir, gizemin dezenfektanlarla yıkandığı sokaklar, sırlara çit çeken beton binalar, makineleri kıskandıran tek düzelikleriyle insanlar; geldim işte. Sen çağırdın ve geldim.” Bir an Gökhan bir şey duyar gibi oldu. Ve yağmur başladı. Ankara düzenli olmakla övünen, övülen şehir. Memurlarının günü başlıyor yine Yollarında sokak çocukları azaldı mı ne. Temiz değil mi sokakların. Düzene kavuştun yeniden. Kahramanların en sessizi, kıyamet kopsa da sokaklarında, kimse duymaz. Başka şehirler gibi olamadın gitti. Ne perilerin, ne de iblislerin görünür senin. Pek kimseyi tavlamazsın da, seni sevenlerse çekinirler sevgilerini dile getirmeye. Ah utangaç başkent, hep gölgede kalmaya mahkum küçük kardeş. Sokaklarında melekler ve şeytanlar, seyyahlar ve korkaklar cirit atıyorlar yine. Bir gecede değiştin, bir gecede geri geldin, kimse sormadı neden diye. Gazetelerde yazılmadı bir kere bile. Valinin açıklamasını haber bile yapmadı televizyonlar. Sen ki sır perdesi arkasında saklanan güzel, yine gizli kaldın. Şarkıyı özlüyor musun sen de? Onu duyan, hala arayanlar gibi misin sen de. Ulaşamayacağın bir huzurun peşin de mi koşacaksın. Sokaklarda çocukların yitik analarının sentetik sütüyle yıkıyorlar ruhlarını. Yıkıntının altında kalanların sesleri yankılanıyor, işe gidenlerin kulaklarında. Yine de bir şey değişmedi değil mi? Yapışkan umudun içinde yitenlere de, çalıntı hayat peşinde koşanlara da kucak açan ana. Denizin özlemini bozkırın soğuk tokadıyla unutturan, göğü delen kuleleriyle geleceğe selam duran baba. Sabaha karşı, çoğunun uyuduğu bir saatte, Ankara geçip gidenlere selam durdu. Boş caddelerde bir fısıltı gibi şarkının son notası yankılandı. 53/54

Ve yağmur başladı. Kimsenin hangi bakanlığa ait olduğunu bilmediği bir binada, çalışanların çoğunun bilmediği mangal ateşinin aydınlattığı bir odada üç adam yerde oturuyorlardı. Takım elbiseleri özenle dikilmişti. Etrafa yayılan tütsü kokusunu ya da pantolonlarının buruşmasını dert etmiyorlardı. Mangalın üzerinde sallanan tılsımların ortasında alevler renk değiştiriyor, anlaşılmaz harfler yazıyorlardı. “Cesedi aldık efendim, ancak anahtar kayboldu.” “Bu çocuk cesedi bize yaramaz o zaman.” “Bir yıllık plan boşa gitti.” “Baştan hata yapmışsınız Kara. Yanlış evi seçmişsiniz.” “Efendim, nereden bilebilirdik.” “Araştırmadınız.” “Efendim saygısızlık etmek istemem ama torunun temiz olduğuna hepimiz ikna olmuştuk. Kara’nın planını hepimiz onaylamıştık. Bunu tahmin edemezdik.” “Evet efendim, yenilgiyi kabul etmekten başka çaremiz yok.” “İkiniz de yanılıyorsunuz. Her şey yazıldığı gibi, planda değişiklik yok.”

Gökçe Mehmet AY

54/54

Related Documents

Yuva
December 2019 11
Yuva Shakti
June 2020 6
Dkt Yuva
November 2019 13
Itc Yuva Project.pptx
May 2020 13
Jesus Youth Yuva Jyothi
October 2019 13