Www.somuncubaba.net 2007 011 0085 Ibretlik Birhayat 001

  • December 2019
  • PDF

This document was uploaded by user and they confirmed that they have the permission to share it. If you are author or own the copyright of this book, please report to us by using this DMCA report form. Report DMCA


Overview

Download & View Www.somuncubaba.net 2007 011 0085 Ibretlik Birhayat 001 as PDF for free.

More details

  • Words: 2,053
  • Pages: 4
Kitap

Vedat Ali TOK

İbretlik Bir Hayat Hikâyesi: “Hayatım İbret Aynası”

C

ihan Okuyucu tarafından iki cilt halinde yeniden yayına hazırlanan Hayatım İbret Aynası, talebelerinin ısrarı ile Ahmet Muhtar Büyükçınar’ın kaleme aldığı 80 yaşın olgunluğu ile çocukluk, gençlik, orta yaşlılık dönmelerine bakışı sergileyen/sorgulayan hâtıra türünde bir eser. (Sütun Yayınları, 2006)

“Ya ilim, ya ölüm.” diyordu genç. Bu arada dinî kitapların azlığı ve cahil yazarların yazdığı kitaplardaki hurafelerle de mücadele ediyordu. Yazardaki ilim, özellikle Kur’an dilini öğrenme aşkı o kadar ileri bir safhaya varıyor ki defalarca kovulmasına rağmen bilgili bir müderrisin eteğini bırakmıyor, nihayet müderris de (Hafız Abdullah Hoca) bu inat gence teslim olmak zorunda kalıyor.”

68

Hayatımı yazsam roman olurdu, diyen çok olmuştur, ama hayatım ibret aynası diyen Büyükçınar’dır. Gerçekten de yazar hayatını anlatırken, başkalarına ibret olmasını hedeflemiştir. Yazar, mesela çocukluk dönemini anlatırken yaptığı bir hatayı hatıra şeklinde yazıyor ve o hatanın çözüm yollarını da bir psikolog üslubuyla dile getiriyor. Kitapta yer yer verilen dersler, bilgiler, insan bunalımlarına getirilen çözüm yolları dikkat çekici… Bir babanın, ananın çocuğun üzerindeki haklarını ya da çocuğun baba ana üzerindeki haklarını bir ilmihalci üslubuyla anlatan yazar, bazen de kusursuz bir Antep baklavasının nasıl yapılması gerektiği hususunda bir aşçı edası takınıyor. Tabii bunların hepsi yaşanılmış, kazanılmış tecrübelerin mahsulü. Kitaba başlar başlamaz ele avuca sığmaz, zeki, sevimli; fakat aileden yana talihsiz bir çocuğun peşine takılıyor o nereye siz oraya koşturuyorsunuz. Duygusuz, acımasız bir babanın kıskacından, bırakın evlatlık sevgisini insan sevgisinden yoksun bir analığın kıskacından kurtulmak için kâh dedenizin, kâh teyzenizin, kâh dayınızın evine sığınıyor; fakat sürekli yakalanma korkusu, eziyet ve zulüm görme telaşı yaşıyorsunuz, çoğunda da korktuğunuz başınıza geliyor. Dede ve anneanne yanında biraz huzur buldum, derken kötülükler yakanızı bir türlü bırakmıyor.

Somuncu Baba

En kötü gurbeti ve garipliği sözde baba ocağına tercih etmek durumunda kalıyor zaman zaman da memleketinizi terk ediyorsunuz. Gurbette başınıza gelmedik iş kalmıyor. Bir sürü işe girip çıkıyorsunuz. Lokantacılık, tatlıcılık, çerçicilik, marangozluk, dokumacılık... Şarap imalatı, esrar satıcılığı da cabası. Küçücük yaşta eziliyor, yıpranıyorsunuz. Gençlik çağında akrabanız sizi esrar satmaya teşvik ediyor, günah ve yasak olduğunu biliyor; fakat hayatta kalabilmek adına bunlara katlanıyor, iç çatışmaları yaşıyorsunuz. Bütün bunlar cimri ve para kazanmaktan başka bir şey bilmeyen ve düşünmeyen bir babanın yüzünden oluyor. Ve genç, oradan oraya sürüklenip gidiyor. Akıllı, azimli, zeki, becerikli düşünceli, fikretmesini bilen fakat iyi yönlendirilmediği için rüzgârın önünde sürüklenen yaprak misali… Belirli bir yaşa kadar hayat nereye sürüklerse oraya gidiyor. Kitap için günümüzün Avrupaî tarzda yazılan kişisel gelişim tarzının Türk ve İslâm üslubu dersek herhalde yanılmayız. Çünkü yazar, bir taraftan yaşadıklarını anlatırken diğer yandan okuyucusuna ders vermeyi unutmuyor. “Babamın teyzeme yaptığı eziyet ve haksızlıkları gördükçe, babama karşı kin ve nefretim, teyzeme de sevgi ve acımam artıyordu. Zaten bu hal çocuklarda asla şaşmayan fıtrî bir kanundur. Bir evde ana baba ve diğer aile fertleri birbirlerine haksızlık eder ve zulmederlerse, bunu gören çocukların haksızlık yapanlara kin ve nefreti artarken, haksızlığa uğrayanlara da acıma Kasım / 2007

ve sevgi duyguları gelişir.” (s.36) “Küçük başarılarım, çocuk yaşımda bende şu kesin kanaati uyandırdı: İnsan her zaman ve her yerde büyük işler başarabilir. Yeter ki kendisinde şu vasıflar bulunsun: Yapacağı iş üzerinde fırsatları kollasın, düşen fırsatı değerlendirsin. Bilgili ve becerikli olsun, beynini iyi çalıştırsın. Kendine güveni tam, inancı sağlam, cesur ve atılgan olsun. Bıkmadan, usanmadan, yılgınlık getirmeden, kendini de yıpratmadan çalışmasını bilsin. Bunları yapabilen her insan, her zaman, her yerde iş bulur ve işlerinde başarılı olur.” (s. 176) Yazar, babasının kötü davranışlarına sık sık vurgu yapıyor, onun kötü bir baba olduğunu söylüyor, ama biz babaya yine de rahmet okuyalım ve bazı hayırsız görünen işte bile hayır olduğunu aklımızdan çıkarmayalım. Belki de babanın böyle olması, yazarı Ahmet Muhtar Büyükçınar yapmıştır. Nitekim aslında kitap boyunca kötülenen babanın iyi taraflarını da yazar bir yerde itiraf ediyor. “Üzerimde hiçbir baskı yoktu, istediğimi yapabilirdim. Bütün kötü alışkanlıklara karşı içimde nefret vardı. Sanki manevi yönden korunuyordum. Belki bunun sebebi küçükken okuduğum dinî bilgilerin etkisi veya dedemin duası yahut babamın hiçbir kötü alışkanlığının olmayışının ırsî olarak bana geçmesi, belki de bunların hepsi idi. Daha doğrusu beni koruyan Allah’tır. Bunlar ise, birer vesiledir.” (s. 170) İbret aynasında başka neler var, kitabın okuyucu adaylarına biraz ipucu verelim: Yazarın işten işe, oradan oraya sürükle-

nen gurbet hayatı Çukurova’da hastalanması ve bu hastalıkta ettiği dualarla geçici bir süre son buluyor ve 16 yaşında memleketine -Gaziantep’e- dönüyor. Artık koca bir genç olmuştur Muhtar. Dualarında eksik etmediği bir arzusu vardır. Mübarek topraklara gitmek ve Arapça öğrenmek. Çocukluğundan beri de bir hayali vardır: Birine âşık olmak ve onun peşinden Kerem gibi diyar diyar dolaşmak. Aceba bu sevdası nerededir? Memleketine döndüğünde onu, duvarda asılı bekleyen, ana yadigârı Kur’an-ı Kerim karşılar. Alır eline, okur; rüyasına, kalbine girer Kur’an. Âşık olur Kur’an-ı Kerim’e. Ama çözemez bu aşkı, çünkü dilini bilmiyor. Bunun için peşinden koşması gerekiyordu Kur’an-ı Kerim’in, tıpkı hayal ettiği sevdası gibi. Artık yeni bir macera başlar Ahmet Muhtar için. Kur’an sevgisi beraberinde namaz aşkını da getirmiştir. Bütün bu sevdaların her biri büyük mücadeleler istiyordu. Abdest için ayrı, namaz için ayrı bir mücadele, camiye gitmek için öyle; ama bu kafasına koyduğunu mutlaka yapacak azme sahip delikanlı, bütün çatışmalardan galip gelmesini biliyordu. Kur’anı Kerim’le arasındaki perdelerin kalkması için hoca hoca dolaşıyor, Arapça öğrenmek istiyordu, ama ne yazık ki memleketin o zamanlardaki siyaseti icabı yine tehlikeli yollarda yürüdüğünün farkına geç varacaktı. “Ya ilim, ya ölüm.” diyordu genç. Bu arada dinî kitapların azlığı ve cahil yazarların yazdığı kitaplardaki hurafelerle de mücadele ediyordu. Yazardaki ilim,

69

özellikle Kur’an dilini öğrenme aşkı o kadar ileri bir safhaya varıyor ki defalarca kovulmasına rağmen bilgili bir müderrisin eteğini bırakmıyor, nihayet müderris de (Hafız Abdullah Hoca) bu inat gence teslim olmak zorunda kalıyor. Muhtar, hocasından hızla Arapça dersleri alırken çok sayıda da talebesi olmuş, namı dört bir yana yayılmıştı. Ne var ki Antep ona dar gelmekte, kendini yeterince yetiştirebilecek bir hoca bulamamaktadır. Bunun için Halep’e gitmek üzere yaya olarak yola çıkar. Her türlü tehlikeye, binbir zorluğa göğüs gererek Halep’e ulaşır, fakat burada hayalleri suya düşer. Çünkü Halep’te ders verecek bir iki hoca vardır. Onlar da Türk’tür. Muhtar yine de burada ders okur, ders okutur, üstelik geçimini temin edecek işler yapar. Bu arada Antep’teki öğrencilerinin birer birer Halep’e gitmeleri çeşitli dedikodulara sebep olur. Halep’te gizli bir teşkilat kurduğu yönünde iftiralar üzerine Antep’e döner. Döner ama bu dönüşü onun soruşturmalar için hapishaneye girmesine sebep olur. Burayı da Yusufiye addeden yazar, hapishanedekilere de Kur’an öğretmeye başlar. Nihayet suçsuz olduğu anlaşılan Muhtar, berat eder; çıkınca da hemen yeniden derslere başlar. Ne var ki Kur’an okumanın ve okutmanın yasak olduğu bir dönemdir ve sık sık polis baskınlarına maruz kalır. Her defasında da kurtulur; fakat artık yeniden Halep’e gitme isteği uyanır. İkinci defa Halep’e gider. Burada kendini istediği gibi yetiştirecek bir hoca bulamayacağına ve Arapçayı burada öğrenemeyeceğine kesin kanaat getiren Muhtar, bir yolunu bulup kapa-

70

ğı Şam’a atar. Şam’da istediği ortamı bulur, derslere devam eder; tabii altın bileziklerinden biri olan dokumacılık işiyle de kimseye muhtaç olmadan geçinir. Bu arada hac farizasını yerine getirmek ister. Tabii hac yolu da binbir macera ile dolu. İngiliz askerleri, onu ve kafilesini yolundan çevirirler. Şam’a tekrar dönmek zorunda kalır. Muhtar bugünlerde askerliği düşünür. İlim tahsili için zaten gecikmiş olan askerlik vazifesini yapmak üzere memleketine döner. Üç sene süren askerlik başlı başına bir maceradır. Kitabın birinci cildi Muhtar’ın teskereyi alması, memleketine dönmesiyle bitiyor. Antep’teki Hocası Hafız Abdullah’ın vefatı Muhtar’da derin bir boşluk bırakır. Halk ise Muhtar’ı hocasının yerinde görmek ister. Talebeleri çoğalır, ancak Muhtar kendini yeterli görmemektedir. Afşinli Durdu Hoca, Muhtar’ın kafasına Mısır’ı ve Ezher Üniversitesini sokar. Yeniden yola düşer. Şam’da Mısır için vize beklemeye başlar; bu arada, oradaki bir okula kaydolmayı ve burada hem okumayı hem de okutmayı ihmal etmez. Şam’da bir yıl vize için bekler. Bir yılın sonunda konsolosluktan Mısır için vize verilmesiyle Ezher yolu açılır. Mısır’ın mim’i musibet, sad’ı sabır, ra’sı rahat demekti yazara göre. Yani musibetlere sabır göstererek rahata ermeyi umarak yine bin bir macera ile Mısır’a varır. Nihayet yıllardır özlemini çektiği Ezher Üniversitesine 1950 yılında girdiği zaman 30 yaşındadır. Daha yüksek sınıflardan başlaması mümkünken alt sınıflardan başlamak ve iyi bir ilim adamı olmak için can atar Muhtar.

Ahmet Muhtar burada 12 yıl okudu. Bu süre içinde Kahire’nin durumu da pek iç açıcı değildi. İç karışıklıklar Kahire’nin siyasal yapısını olumsuz etkiliyor sık sık hükumet değişiklikleri oluyordu. Muhtar yıllar önce bir karar almıştı. Kendini ilim yoluna adayacak ve asla evlenmeyecekti. Fakat bir vesile ile, Kahire’deki arkadaşı Ömer’in kız kardeşinin resmini görünce fikirlerinde değişiklik baş gösterir. Bundan sonra da evlilikle ilgili âyetleri, hadisleri getirir aklına. Hem de şimdiye kadar hep erkeklere ders vermiştir, bildiklerini kadınlara da öğretmek için evlenmesi, eşi vasıtasıyla onları da aydınlatması gerekiyordu, kısacası evlenmek için geçerli sebepler oluşmuştu. Tahsilini henüz tamamlamadan izinli olarak memleketine gittiğinde aklında evlenme fikri de vardır. Bunun için Mısır’dan arkadaşı Ömer’in Yozgat’taki köyüne gitmeye karar verir. Babası hiçbir şeye olmadığı gibi, evlenmesine de razı olmaz. Yozgat’a gider, babasından kızı ister. Anlaşırlar, fakat kızın gönlü var mıdır, yok mudur? Bunu öğrenmek için amcasının yanındaİstanbul’da- bulunan müstakbel eşini görmek üzere İstanbul’a gider. Evleneceği kızla yüzyüze görüşür ve evliliğe razı eder. Mutlu bir evlilik gerçek olur. Birkaç ay sonra da eşiyle beraber Mısır’a –Kahire’ye- dönerler. Yıllardır Muhtar ismiyle tanınmış yazar, evlendikten sonra çok sevdiği Ahmet’i ve evleninceye kadar nüfus cüzdanındaki asıl isminden habersiz eşi Dürdane de Fatma ismini kullanaSomuncu Baba

caklardır. Ahmet Büyükçınar, Ezher’deki talebelik hayatını, mastırını tamamlayana kadar geçimini çeşitli fakültelerde okutmanlık yapmak suretiyle kazanacaktır. Bu arada çocukları olur. Mutluluk Yolları Hayat Kitabı’nın da yazarı olan Büyükçınar, mutlu bir aile hayatı yaşamak ve bu mutluluğu eşine ve çocuklarına da tattırmakta hiç zorlanmaz; çünkü mutluluğun formülünü çok iyi bilmektedir. Bu arada Kahire’de tanınmış ve sevilmiştir. Mastırı tamamladıktan sonra arkadaşları, tanıdıkları, dostları, Türkiye’nin Ezher’den mezun olanlara iş imkânı vermediğini, hatta buradan mezun olanlara iyi gözle bakmadıklarını da hatırlatarak Kahire’de kalmaları için ısrarcı olurlar. Bunlardan biri de aynı zamanda ev sahipleri olan Mısır İstihbaratında görevli Yüzbaşı Salah Bey’dir. Salah Yüzbaşı elinde çeşitli salahiyetlerin bulunduğunu da söyleyerek Ahmet Büyükçınar’ın Türkiye’ye gitmesi halinde okuduğu mekteplerle ilgili bir iş bulamayacağını, hâlbuki burada istediği takdirde doktorasını tamamlayabileceğini, hatta dilerse Kral Faruk’un dünyaca ünlü yatını, turistik amaçlı ticaret maksadıyla hizmetine verebileceğini vs. teklif eder; fakat yazarın gönlü memleketindedir. Maddî durumu düşünmez, zaten böyle bir kaygısı hiç olmamıştır. Üstelik elinde altın bilezikleri de vardır. Maksat ekmek parası ise onu nerede olsa kazanabilir. Onun hedefi Türkiye’nin kalbi İstanbul’a gitmek ve orada hizmet etmektir. Yine bin bir çile ve gümrüklerde aldanmalarla dolu maceKasım / 2007

ralarla Antep’e kadar gelirler. Antep’te babasının bir süreliğine yumuşayan kalbi yine alabora olmuş, evine kabul etmemiştir oğlunu, gelinini, torunlarını. Zaten Ahmet Muhtar da burada kalıcı değildir. Önce Yozgat’ı, hanımının köyünü ve akrabalarını ziyaret ederler, ardından da ver elini İstanbul… İstanbul’da yeni bir hayat başlar onlar için. Burada bütün arzusu talebe yetiştirmek olan Büyükçınar’ın girişkenliği sayesinde bütün arzuları kademe kademe gerçekleşir. İmam Hatip Lisesinde, İslâm Enstitüsünde ücretli dersler vermeye başlar. Bunlar yetmez küçücük evini de talebelerine açar. Hiç durmaz hoca. Ders yılı biter, bu defa da Esenköy’de yine maceralarla geçecek olan kamplara başlar, öğrencilerini burada da yetiştirmeye devam eder. Esenköy’de sadece İslâmî ilimler ve Arapça değil, sportif faaliyetlerle ilgili dersler de verilir. Zamanın bazı hocaları bunu dine yakıştıramaz ve Ahmet Büyükçınar’ı engellemeye çalışırlarsa da hoca bu işten de galip gelmesini bilir. Nihayet Türkiye’de Ezher Üniversitesinden mezun olanlara da görev imkânı doğunca Büyükçınar Haseki Yüksek Eğitim Merkezine hoca olarak görevlendirilir. Artık daha düzenli bir maaşı olacak, daha rahat bir eve çıkabilecektir. Büyükçınar, gerek kamplarda gerekse Haseki Yüksek Eğitim Merkezinde bugün adı çokça duyulabilen ilim adamları yetiştirecektir. Haseki Yüksek Eğitim Merkezi Büyükçınar’ın yaş haddinden emekli olduğu kurum olmuştur. Bu arada yıllardır hasretini çektiği umre ve hac vazifelerini ye-

rine getirmek de nasip olacaktır ona. İmkânı olan herkes hacca gidebilir ama oradaki ibretlik manzaraları kaç kişi görebilir ve kaç kişi layıkıyla hacı olarak yurduna dönebilir. İşte, yazarı etkileyen ve okurken gözyaşlarınıza engel olamayacağınız iki güzel resim: Üç çocuğu ile birlikte Hacerü’l-Esved önüne gelip Allahuekber diyen genç bir ananın Allah ve Peygamber aşkı… Cüssece zayıf ve çelimsiz olmasına rağmen yüreğindeki aşktan aldığı güçle sırtında taşıdığı yaşlı babasına tavaf yaptıran adam… İki ciltlik kitabının sonunda Ahmet Hoca adeta mal beyanında bulunur okuyucusuna. Bugün sahip olduğu evi nasıl yaptırdığını, yazdığı, yazmakta olduğu eserleri, çocuklarının hâlen ne iş yaptıklarını anlattıktan sonra hocalık yaparken başarısını borçlu olduğu metodu da hocalar ve hoca adaylarına ibret olsun diye anlatır ki buradan alınacak gerçekten çok büyük dersler vardır. Hocanın tatlı lisanından

kitabı

okuduktan

sonra bir kez daha anlıyorsunuz ki azmin, çalışmanın, doğruluğun elinden hiçbir şey kurtulamaz. Hayatta bize çetin gibi görünen işlere yazarın tavsiye ettiği gibi, oyun penceresinden baktığımızda ne kadar basit olduğunu anlayabiliyoruz. Ve bir kez daha anlıyoruz ki niyetimiz hayırsa, akıbetimiz de hayır oluyor.

71

Related Documents