Sûfî Perspektif
Minyatür: Ahmet EFE
Kadir ÖZKÖSE*
TEKKE VAKIFLARI “Vakıflar, tarih boyunca Müslümanların sosyal, ekonomik ve kültürel hayatlarında önemli rol oynayan, bu yönleriyle İslâm kültür ve uygarlığının ortaya çıkışında etkin bir görev ifa eden kurumlardan biridir.” Sözlükte, tasarruftan alıkoymak ve hapsetmek1 anlamına gelen vakıf; terim olarak, bir mülkün menfaatini insanlara tahsis edip aslını ebediyen Allah’ın mülkü hükmünde olmak üzere, mülk edinme ve edindirmekten alıkoymaktır.2 Vakfedilmiş mülklere “vakıflar” anlamında “Evkâf” denir. Vakıf, insanların yararına kullanılmak üzere mülkün/ servetin Allah yoluna adanmasıdır. Dolayısıyla insan yararına olmayan ve Allah’ın öl-
çülerine uymayan işlerde vakıf söz konusu değildir. Buna göre Kur’ân’ın ifadesiyle “Biz Allah’a aidiz ve O’na döneceğiz”3 diyen her Müslüman, malı ve canıyla bir anlamda vakıftır. Bu nedenle Müslümanın aklı, malı, canı, namusu ve dininin dokunulmazlığı vardır ve bunların hepsi son derece saygın ve değerlidir.4 Kendisini Hak yoluna ve insanlık hizmetine tam anlamıyla verenlere, “kendini o işe vakfetmiş şahsiyetler” denir.
Vakıf Ruhu Vakıflar, tarih boyunca Müslümanların sosyal, ekonomik ve kültürel hayatlarında önemli rol oynayan, bu yönleriyle İslâm kültür ve uygarlığının ortaya çıkışında etkin bir görev ifa eden kurumlardan biridir. Birer uygarlık göstergesi olan medrese, kervansaray, çeşme, mabet, dergâh, hastane gibi birçok sosyal ve kültürel kurum, işleyişlerini sağlıklı
* Doc. Dr.
8
Somuncu Baba
bir biçimde devam ettirmek ve kendilerini geliştirmek için gerekli olan maddî kaynakları vakıflar yoluyla temin etmiştir. Vakıflar, söz konusu kurumlara sivil halk tarafından olduğu gibi, başta sultanlar olmak üzere, vezirler, valiler ve komutanlar gibi devlet görevlileri tarafından da tesis edilmiştir. Bu özellikleri ile vakf edilen malin veya gelirin bir kuruma bağışlanması, ilgili kuruma karşı halk desteği yanında devlet desteğinin varlığını da ifade etmektedir.5 Anadolu Selçukluları Devletinde sadece vakıflarla ilgili işlere bakmak için Dîvân-ı Tevliyyât adında önemli bir kurum oluşturulmuş ve bu kurumun başına önemli devlet görevlerinde bulunmuş tecrübeli devlet adamları tayin edilmiştir.6 Kültürümüzde vakıf faaliyetlerinin ileri boyuta taşınmış olmasının bir örneği olarak kışın kuşlara yem vermek üzere Sivas’ta kurulan vakıflardan bahsedebiliriz. Sivas’ta kış mevsiminin çok soğuk geçmesi ve şehrin tamamen kar ve buzlarla kaplı hale gelmesi dolayısıyla kuşlar yem bulma sıkıntısı çekerler. Yem bulmaktan aciz kalan kuşlar için, bu vakfın geliriyle yem alınır ve kış boyunca yemler karların üstüne saçılarak, bu hayvanların karınlarını doyurmaları sağlanırdı. Nitekim kuşlar için kurulan vakıfların Anadolu’nun diğer şehirlerinde de mevcut olduğu bilinmektedir.7
Sûfîlerin Hayır Yarışına Daveti Vakıf kurarak, mal ve mül-
Mayıs / 2008
kün mahkûmu değil de hâkimi olduğunu gösteren insanlar sonsuza dek zengin olmanın yolunu açmış “hayır yarışı”nda8 altın madalya almışlardır. Vakıf kurmadaki ileri derecedeki gayretleri ile nefislerinin pintiliğinden kurtulmuşlar; Allah’ın verdiği nimetleri Allah’ın kullarına sunmuşlar, fakirlere aş ve camilere taş taşımışlardır. Kurdukları vakıflar, Allah yolunda mallarıyla cihat edişlerinin, ilim ve irfana gönül verenlere omuz verişlerinin göstergesi olmuştur.9 Vakıf sahipleri her şeyden önce para ve maddeye bağımlı hâlden kurtulmuşlar, kendilerini cimriliğin yok edici dehlizlerinden soyutlamışlar, dünyevî şehvetlerin geçici ve tuzak olduğunu idrak etmişlerdir. Böylesi vakıf insanlar vücuda getirmeyi şiar edinen tasavvufî eğitim, feragat, diğergâmlık, hasbîlik, fedakârlık ve cömertlik hasletlerini içselleştirmiş, dünyanın küçük görülmesini ve dünyalıkların imtihan vesilesi oldukları şuurunu kazandırmayı hedeflemiştir.10 Örneğin, Semerkant’tan Buhâra’ya gelen Sekkâ-yı Semerkandî isminde bir zât, Bahâeddîn-i Nakşibend (ö.791/1388)’e intisap etmek istediğini söyler. Şâh-ı Nakşibend de âdeti olmadığı hâlde; “Bize bir hediye ver ki seni müritliğe kabul edelim.” der. Adam hiç parası olmadığını söyleyince, Şâh-ı Nakşibend adama; cebinde sakladığı dört dinarı hatırlatır ve bu yolda ilk şartın cömertlik olduğunu, fakat kendisindeki bu cimrilik huyundan dolayı
onu müritliğe kabul edemeyeceğini söyler. Adam dört dinarı çıkarıp Şâh-ı Nakşibend’e uzatır. Şeyh de bu paraları almayıp orada oynamakta olan küçük bir çocuğa vermesini söyler. Çocuk bu paraları yere atınca, adamın utancı ve üzüntüsü bir kat daha artar. Mecliste bulunanların ricasıyla Şâh-ı Nakşibend onu müritliğe kabul eder ve bu zât cömertliği ile meşhur bir kimse hâline gelir.11 Cömertliği marifet kapısının altıncı makamı olarak kabul eden12 Hacı Bektâş-ı Velî (ö.669/1271)’ye göre, dört türlü cömertlik vardır: Mal cömertliği, ten cömertliği, ruh cömertliği ve gönül cömertliği. Diğer taraftan da insanların kerimler, cömertler, cimriler, kötüler ve reziller olmak üzere beş çeşit olduklarını vurgulamaktadır. Kerimler yemeyip yedirenler, cömertler hem yiyip hem yedirenler, cimriler kendileri yiyip başkalarına vermeyenler, kötüler yemeyen ve yedirmeyenler ve reziller ise kendisi yemeyip başkasına vermediği gibi başkasının da iyilik etmesine engel olanlardır.13
Tekke Vakıflarının İşlevi Osmanlı Devleti döneminde vakıfların kamuya ait birçok hizmeti gördüğü bilinmektedir. Söz konusu anlayış her kurum için adeta ayrı bir vakıf kurulacak kadar yaygınlaşmıştır. Bu kurumlardan biri de tekkelerdir. Dergâhların maddî giderlerini karşılamak, belli hizmetlerin yerine getirilmesi-
9
ni temin etmek için yöneticiler ve hayırsever kişilerce vakıflar kurulmuştur. Genellikle
sahne olmuştur. Zengin tekke müntesipleri ise ikamet ettikleri konaklarının yanına özel
Merkez Efendi Tekkesi / İstanbul
vakıflar tekkenin ilk şeyhi tarafından kurulmuştur. Devlet yöneticilerinden biri tarafından tesis edilen vakıflar da vardır. Müridlerin desteğiyle faaliyete geçen vakıfların varlığını tahmin etmek zor olmasa gerektir. Vakfiyelerin şartları, bize döneminin tasavvufi anlayış ve zihniyetleri hakkında da bilgi verirler. Vakıflarla desteklenen ve ayakta tutulan tekkelerde âyende ve râvendeye/gelen giden herkese ikram etmek gelenek hâline gelmiştir. Tekke çorbası herkese yetmektedir. Kimse tekke sofrasından yoksun bırakılmamıştır. Garip gurebâ, fakir fukara, yerli yabancı, köylü kentli, zengin fakir herkes bu ikramlardan faydalanır olmuştur. Tekkeye ait vakıflar, ihtiyacın karşılanmasına, hizmetlerin genişlemesine ve yârenlerin hayır yarışına
10
misafirhaneler inşa etmişlerdir. Misafirler, o evlerde, burası kendilerine aitmişçesine gönül rahatlığı içince kalmışlardır. Misafirlerinin karınlarını doyurdukları ve gayet güzel bir şekilde ağırlandıkları gibi giderken de yolda harcamaları için ev sahibi tarafından para ile uğurlanmışlardır.14 Şüphesiz, vakıflar olmasaydı tekkelerin verdiği hizmetler eksik olacak, tasavvuf dünyasının yaygınlığı daha az olacaktı. Ancak bu vakıf gelirleri bazı sıkıntıları da beraberinde getirmiştir. Bunlardan birincisi yöneticilerce kurulan vakıflardır. Bazı yöneticiler bu maddî imkâna karşılık kendisinin politik tavır ve değerlendirmelerinin benimsenmesini istemiştir. İkinci sıkıntı ise “evlâda meşrût” (vakfın yönetiminin sadece kendi soyundan gelenlere verilmesi şart olan) vakıflardan
kaynaklanmıştır. Şeyh efendinin vefatından sonra -bazı vakfiyelere göre-tekke şeyhliği oğluna geçmektedir. Bu durumda şeyhzâdeler çok küçük yaşlarda böyle mühim bir görevle karşı karşıya kalmış, bunda da “beşik şeyhliği” âdeti ortaya çıkmıştır. Vakfiye şartlarının değiştirilemez oluşu da zamanla ortaya çıkan ihtiyaçlar açısından zorluk meydana getirmiştir. Tasavvufî hayatın vazifesini yapamaz hale gelmesinin sebepleri araştırılırken bu noktaların ihmal edilmemesi gerekir.15
Tekke Vakıflarının İstismarı Vakıf kurumunu istismar edenler de her zaman olmuştur. Allah rızası için değil de, nereden kazandığı belli olmayan mal ve mülkünü devletin müsaderesinden kurtarmak ve kendi soyuna gelir temin etmek için kurulan vakıflar da tarihimizin bir gerçeğidir.16 Yüzyıllardır vakıfla iç içe olan insanımızın kültüründe bu kurum, derin izler bırakmış, deyim ve atasözlerimize yansıyacak şekilde yaygınlık kazanmıştır: “Şart-ı vâkıf, nass-ı şârî’ gibidir.” Sözü, ”Vakfı yapanın ortaya koyduğu şartların, Allah tarafından emredilip Peygamber Efendimiz tarafından bildirilen şer’î hükümler gibidir.” değiştirilemez anlamına gelmektedir. Dolayısıyla vakfiyede belirtilen şartlara uymanın ciddiyetine işaret etmektedir. “Vakıf mülk olsa da kimseye
Somuncu Baba
mâl olmaz.” cümlesi ile özellikle vakıf yöneticilerine seslenilmekte ve vakfı idare eden kişinin onu mülkiyetine geçiremeyeceği beyan edilmektedir. “Vakıf sabunu yiyen farenin gözü kör olur.” ifadesi ise bu kuruma hıyanet edenin durumuna ışık tutmaktadır. Çünkü vakıf malları halkın yararına sunulmuştur. Ona ihanet edenler asla gün yüzü görmeyeceklerdir.17
“Vakıf çeşmeden su içme.” atasözü de bunlar için söylenmiştir. Bu söz, vakfiyelerdeki ağır beddualar sebebiyle vakfın çeşmesinden bile su içmeyi takva açısından mahzurlu sayanlar tarafından söylenmiştir.
Yahya Efendi Tekkesi /Yıldız - İstanbul Vakıf sahipleri, vakıflarını asıl maksatlarının dışında kullananlara karşı son derece sert önlemler almış ve hatta beddualarda bulunmuşlardır. Celâleddin Karatay’ın mescit ve zaviye vakfının vakfiyesinde yaptığı beddua, bize bu beddualar hakkında bir fikir vermektedir. Bu vakfiyede Celâleddin Karatay, “Bu vakıfların geliri, yer ve gök bâkî kaldıkça, doğuda ve batıda bulunan Müslümanların fakir ve muhtaç olanlarına sarf edilecektir. Allah’a ve âhiret gününe inanan hiç kimsenin bu vakfı değiştirmeye ve bozmaya hakkı yoktur. Kim onu değiştirir ya da bozarsa, Allah’ın, meleklerinin, bütün insanların ve lanet edicilerin laneti onun üzerine olsun. Allah bu kişinin namazlarını, oruçlarını ve yaptığı ibadetlerini kabul etmesin; onu Fir’avun ve Nemrud’un düştükleri yerlere düşürsün” şeklinde beddua etmiştir.18
Mayıs / 2008
Günümüzde ise bazı vakıflar, maalesef şirketlerin ve holdinglerin reklâm aracı olarak kullanılmakta ya da vakfın kendisi şirket gibi işletilmektedir. Bugün pek çok tarihî eserimiz ihmal edilmekte, ecdadımızın emanetleri ters yüz edilmekte, vakıf malları talan edilmektedir. Zira bizler Sel-
çuklu ve Osmanlı’nın bıraktığı kültürel, sosyal, dinî, hukukî ve siyasî her türlü mirası yerle bir etmişiz. Kitabesi, mihrabı ve minberi sökülerek yabancılara satılan eserler, şimdilerde Viyana, Berlin ve Londra müzelerinde sergilenmektedir. Makalemi, Almanya’nın ünlü bir müzesinin müdürüne ait şu değerlendirme ile bitirmek istiyorum: “Eğer bir ülke ve o ülkenin toplumu, kendi toprakları üzerindeki tarihî zenginliğe sahip çıkmaz, o zenginliklere lâyık olduğunu da bu tutumuyla göstermezse, başkaları gelir ve götürürler... Bu hazineler sadece bir ülkeye ait de değildir. Nerede gerçek değerlerini bulur, iyi korunur ve iyi sergilenirlerse, oranın malı olurlar...”19
Dipnot 1-
Şemseddin Sami, Kâmûs-ı Türkî, Çağrı Yayınları, VII. Baskı, İstanbul 1999, s. 1496. 2- Ömer Nasuhi Bilmen, Hukuk-ı İslamiyye – Istılahat-ı Fıkhyye Kamusu, Bilmen Basım ve Yayınevi, İstanbul 1985, c. IV, s. 297; Vehbe Zuhaylî, İslam Fıkhı Ansiklopedisi, ter. Heyet, Risale Yayınları, İstanbul 1994, c. X, s. 243. 3- 2/Bakara, 156. 4- Ali Akpınar, “Vakfın Dini Temelleri”, Revak 2002, Aralık 2002, Sivas, s. 33. 5- Seyfullah Kara, Büyük Selçuklular ve Mezhep Kavgaları, İz Yayıncılık, İstanbul 2007, s. 204-205. 6- Seyfullah Kara, Selçuklular’ın Dini Serüveni Türkiye’nin Dini Yapısının Tarihsel Arka Plânı, Şema Yayınevi, İstanbul 2006, s. 682. 7- Seyfullah Kara, Selçukluların Dini Serüveni, s. 597. 8- 5/Mâide, 48. 9- Mustafa Kara, Züleyhâ’ya Mektuplar, Mavi Yayıncılık, İstanbul 2006, s. 82. 10- Mustafa Kara, Züleyhâ’ya Mektuplar, s. 81. 11- Necdet Tosun, Bahâeddîn Nakşbend –Hayatı, Görüşleri, Tarikatı-, İnsan Yayınları, İstanbul
2002, s. 299. 12- Hacı Bektâş-ı Veli, Makâlât, haz. Esad Coşan, Seha Neşriyat, İstanbul, ts., s. 120. 13- Cengiz Gündoğdu, Hacı Bektâş-ı Veli Öğretisi ve Takipçileri Hakkında Metodik Yeni Bir Yaklaşım, Aktif Yayınevi, Ankara 2007, s. 179. 14- Robert Frager, Aşktır Asıl Şarap, çev. Ömer Çolakoğlu, Gelenek Yayıncılık, II. Baskı, İstanbul 2004, s. 109. 15- Mustafa Kara, Metinlerle Osmanlılarda Tasavvuf ve Tarikatlar, Sır Yayıncılık, İstanbul 2004, s. 258. 16- Abdülbâki Gölpınarlı, Tasavvuftan Dilimize Geçen Deyimler ve Atasözleri, İnkılap ve Aka Kitabevleri, İstanbul 1977, s. 347. 17- Ethem Cebecioğlu, Tasavvuf Terimleri ve Deyimleri Sözlüğü, Anka Yayınları, İstanbul 2004, s. 687; Mustafa Kara, Züleyhâ’ya Mektuplar, s. 82-83. 18- Seyfullah Kara, Selçukluların Dini Serüveni, s. 597-598.
19- Mehmet Ali Birand, “Karun’a Layık Değilmişiz”, Hürriyet, 31.05.2006.
11