Çeviri Hikâye Yazar : Tayyip SALİH Tercüme : Doç.Dr. Enbiya YILDIRIM
Bir Avuç Hurma O
“Şu geniş tarlaya bir bak. Görüyor musun, sahranın oradan başlayıp Nil’in kenarına kadar uzanan bu tarla dörtyüzyirmi dönümdür. Şu büyük hurmalığı da görüyor musun? Ya şu ağaçları? Akasya, mugaylan, seyal ağaçlarını? Bunların hepsi Mesut’un öz malıydı. Babasından miras kalmıştı.” Fotoğraf: Serkan Öztürk
76
vakitler gerçekten de çok küçük olmam gerekiyor. Yaşımın tam olarak kaç olduğunu doğrusu hatırlamıyorum. Fakat insanların beni dedemle birlikte gördüklerinde başımı okşayıp, yanaklarımı sıkışlarını anımsıyorum. Aynı şeyi dedeme yapmıyorlardı. İlginçtir, asla babamla birlikte bir yere gitmezdim. Kur’an ezberlemek için sabahleyin camiye gidişim dışındaki vakitlerde, dedem beni her gittiği yere beraberinde götürürdü. Cami, nehir ve tarla… Bunlar bizim hayatımızın sembolleriydi. Yaşıtlarımın çoğu, içeride çok uzun kalmamızdan ötürü, camiden ve Kur’an ezberlemekten sıkılırlardı. Fakat ben camiye gitmeyi seviyordum. Bunun sebebi de çok hızlı ezberleyişim olmalıydı. Hoca, bir misafir geldiğinde her zaman benim kalkıp Rahman suresini okumamı isterdi. Ziyaretçiler de tıpkı dedemin yanında görenlerin yaptıkları gibi, başımı ve yanaklarımı okşarlardı. Evet, camiyi seviyordum. Doğrusu nehri de seviyordum. Kuşluk vakti okumayı bitirince tahta levhamı atar ve bir deli gibi anneme koşardım. Kahvaltıda lokmaları hızlıca atıştırır, peşinden ırmağa koşar ve kendimi suya atardım. Yüzmekten yorulunca ırmağın kenarına oturur; doğu tarafında kıvrılıp mugaylan ağaçlarından oluşan sık ormanın arkasında kaybolan sahili düşünürdüm. Bunu gerçekten de severdim. Hayal dünyasında gezer, bu ormanın arkasında dev cüsseli insanlardan oluşan bir toplumun yaşadığını tasavvur ederdim… Kocaman cüsseli bedenler, bembeyaz sakallar, dedeminki gibi ince burunlar... Dedemin burnu ince ve uzundu. Oldukça fazla olan sorularıma cevap vermezden önce, işaret parmağıyla burnunun bir yanını her zaman kaşırdı. Sakalı da gür, yumuşak ve pamuk gibi bembeyazdı. Hayatım boyunca onun sakalı kadar ak ve daha tatlı beyaz bir Somuncu Baba
şey görmedim. Dedem oldukça uzun boylu olmalıydı çünkü beldenin her hangi bir yerinde onunla konuşanların hepsi, başlarını aşağıdan yukarı doğru uzatırlardı. Dedem bir eve girmek istediğinde mutlaka çok eğilirdi. Bu bana mugaylan ormanının ardında kıvrılan nehri hatırlatırdı. Dedem uzun boylu ve zayıftı. Onu çok seviyordum ve büyüdüğümde onun gibi olduğumu ve yeri geniş adımlarla arşınladığımı hayal ediyordum. Sanırım, dedem beni diğer torunlarına tercih ediyordu. Doğrusu onu kınamıyorum. Çünkü amcamın çocuklarının kafaları pek çalışmazdı. Ben ise zeki bir çocuktum. Bana böyle diyorlardı. Dedemin ne zaman gülmemi istediğini, ne vakit susmamı arzuladığını bilir, hangi vakit namaz kılacağını hatırlar ve seccadesini hazırlar, benden henüz istemeden ibriğini su ile doldururdum. İstirahat vakitlerinde tatlı bir sesle Kur’an okuyuşumu dinlemekten büyük haz alırdı. Yüzünden, kalbinin coştuğunu hissederdim. Bir gün ona komşusu Mesut’u sordum. Dedim ki: “Sanırım komşumuz Mesut’u sevmiyorsun?” İşaret parmağıyla burnunun bir tarafını kaşıdıktan sonra cevap verdi: “Tembelin teki. Ben ise tembelleri hiç sevmem.” Ona “tembel insan ne demek ki” diye sordum. Bir müddet başını eğip sessiz kaldıktan sonra bana şunu söyledi: “Şu geniş tarlaya bir bak. Görüyor musun, sahraAralık / 2007
Fotoğraf: Ali Karabacak
nın oradan başlayıp Nil’in kenarına kadar uzanan bu tarla dörtyüzyirmi dönümdür. Şu büyük hurmalığı da görüyor musun? Ya şu ağaçları? Akasya, mugaylan, seyal ağaçlarını? Bunların hepsi Mesut’un öz malıydı. Babasından miras kalmıştı.” Dedeme çöken sessizliği fırsat bilerek, bakışlarımı sakalından ayırıp kelimelerle
sınırlarını
çizdiği
tarlada gezdirdim. Şu hurmalığa, şu ağaçlara, şu yarılmış kara
toprağa kimin sahip olduğuyla ilgilendiğim yoktu esasında. Benim bütün bildiğim buraların benim düşlerimin sahnesi, boş vakitlerimi doyasıya geçirdiğim mekânlar olduğuydu. Dedem konuşmasına devam etti: “Evet yavrum. Buralar kırk yıl önce Mesut’un malıydı. Ancak şimdi üçte ikisi benim.” Bu benim için gerçekten de çarpıcı bir şeydi. Çünkü ben, Allah yarattığından beri buraların dede-
77
min malı olduğunu sanıyordum. “Ayaklarım bu beldeye bastığında bir dönüm yerim bile yoktu. Ama geri kalan üçte birlik kısmı da satın alacağım.” Dedemin sözlerinden neden ürperti hissettiğimi bilemiyorum. Doğrusu komşumuz Mesut’a da acımıştım. Dedem keşke dediğini yapmasaydı diye geçirdim içimden. Mesut’un şarkı söyleyişini, o güzel sesini, akıp giden suya benzeyen tok gülmelerini hatırladım. Dedem ise asla gülmezdi. Ona sordum: “Mesut toprağını niçin sattı ki?” “Kadınlar!” Dedemin ifadesindeki tondan kadınların kötü ve çir-
78
kin şeyler oldukları izlenimini
“Bugün hurmayı toplayacağız. Gelmek istemiyor musun?” diye edindim. “Yavrum! Mesut çok sordu. Bu sözünden ve ifadeevlenen biridir! Her bir kadınla sindeki tondan, esasında deevlendiğinde tarlasının beş-on dönümünü bana sattı.” Zihnim- demin gelmesini istemediğini den hemen hızlıca hesap ettim. anladım. Ancak dedem ayağa fırladı. Gözlerinin bir an şimşek Bu durumda Mesut’un doksan kadınla evlenmiş olması gereki- gibi parladığını fark ettim. Beni de elimden çekti ve berayordu!!! Üç hanımını, muhtaç berce Mesut’un hurmalarının teyzesini, topal eşeğini, kırık semerini, kolları yırtılmış elbi- toplanmasına gittik. sesini gözümün önüne getirdim. Onun bize doğru geldiğini görmemiş olsaydım bile zihnime dolan bu düşüncelerden kurtulmak üzereydim. Hemen dedeme dönüp baktım, o da bana baktı, gözgöze geldik. Mesut
Biri üzerinde öküz postu bulunan bir tabure getirdi. Dedem ona oturdu. Ben ise ayakta dikilmeye devam ettim. Orada pek çok kişi bulunmaktaydı. Hepsini de tanıyordum. Ancak nedense Mesut’u gözlemeye Somuncu Baba
başladım. Buradaki kalabalıktan uzakta bir yerde dikilmekteydi. Sanki söz konusu iş onu ilgilendirmiyor gibiydi. Oysa toplanan hurma onun hurmasıydı. Bazen yüksekten aşağı bırakılan büyük hurma salkımının sesi bakışlarını oraya çekiyordu. Bir kere de hurma ağacının tepesine kurulmuş ve keskin nacağıyla hurma salkımını kesmekte olan çocuğa bağırdı: “Dikkat et! Hurmanın kalbini koparma!” Hiç kimse onun ne dediğine kulak asmadı. Hurma ağacının tepesinde oturmuş olan çocuk elindeki nacağı hurma salkımı üzerinde hızlı ve kuvvetli bir şekilde çalıştırmaya devam etti. Ardından hurma salkımı, gökyüzünden aşağı düşen bir şey gibi yere doğru hızla inmeye başladı. Fakat ben Mesut’un “hurmanın kalbi” sözünü anlamaya çalışıyordum. Hurma ağacını, çarpan bir kalbi olan ve hisseden bir şey olarak tasavvur ettim. Bu arada, küçük bir hurma dalıyla oynarken beni gören Mesut’un, “Yavrucuğum! Hurma ağacı insan gibidir. Sevinir ve kederlenir.” dediğini anımsadım. İçimde sebebini bilemediğim bir utanma duygusu hissettim. Önümde uzanan alana bir kez daha bakınca, arkadaşım olan çocukların hurma ağaçlarının köklerinin altındaki karıncalar gibi oradan oraya koşuşturduklarını ve hurmaları topladıklarını, çoğunu da yediklerini gördüm. Sonunda toplanan hurmalar kocaman bir küme oldu. Sonra bazı insanların hurmanın yanına vardıklarına şahit Aralık / 2007
oldum. Hurmaları ölçerek torbalara doldurmaya başladılar. Tam otuz torba saydım. Bu iş bittikten sonra tüccar Hüseyin, bizim tarlaya doğu tarafından bitişik olan arazinin sahibi Musa ve daha önce görmediğim iki yabancı dışındaki herkes gitti. Bu arada kesik kesik bir ıslık sesi kulağıma geldi. Dönüp bakınca uykuya dalan dedemden geldiğini fark ettim. Bu esnada bir şey daha dikkatimi çekti: Mesut ayakta duruş şeklini değiştirmemişti. Ancak ağzına kamış bir sap almış, yemeği yeyip karnı doymuş da ağzında kalan lokmayı ne yapacağını bilemeyen kişi gibi, kamışı çiğneyip duruyordu. Dedem birden uyandı ve ayağa sıçradı. Ardından hurma çuvallarına doğru yürümeye başladı. Tüccar Hasan ve bahçemize bitişik tarlanın sahibi Musa ile iki yabancı da onu takip etti. Ben de dedemin ardından yürüdüm. Mesut’a bir göz attım. Bize doğru kısa adımlarla son derece yavaş yürüyordu. Geri dönmeye can atan ama ayakları ileri gitmek isteyen biri gibiydi. Hepsi hurma çuvallarının etrafında toplandılar ve hurmaları incelemeye durdular. Bazıları bir, bir kısmı da iki tane alıp yediler. Dedem de bana bir avuç verdi. Hurmayı çiğnemeye başladım. Mesut da avucunu hurma ile doldurup burnuna yaklaştırdı ve kendinden geçercesine uzun uzun koklayıp gerisin geri koydu. Sonra hurmayı pay etmeye başladılar. Tüccar
Hasan on çuval aldı. Yabancı olanlardan da her biri beşer çuval aldı. Doğu tarafından tarlamıza komşu olan Musa da beş çuval aldı. Dedem de aynı şekilde beş çuval aldı. Olan bitenden hiç birşey anlamadım. Mesut’a bir baktım. Gözleri afallamıştı. Göz bebekleri sağa sola gidip gidip geliyordu. Deliklerindeki şaşkın iki küçük fare gibiydiler. Dedem Mesut’a seslendi: “Bana hâlâ elli cuneyh borcun var. Bunu daha sonra konuşuruz.” Hüseyin çocuklarını çağırdı, yüklemek için eşekleri getirdiler. İki yabancı da hurmayı develerine yüklediler. Develer öfkeyle böğürmeye başladılar. Kendimi o an Mesut’a yakın hissetmeye başladım. Elimin ona doğru uzandığını fark ettim. Elbisesinin bir yanından tutmak ister gibiydim. Boğazından boğazlanan koyunun sesine benzer sesler geliyordu. Sebebini bilemiyordum fakat göğsümde çok ağır bir acı hissettim. Hemen oradan uzaklaşarak kaçtım. O an dedemden nefret ettiğimi hissettim. Sanki içimde bir sır varmış da bir an önce ondan kurtulmak istiyormuşçasına hızla koşuyordum. Nehrin mugaylan ormanı ardında kıvrıldığı yere yakın kısmına kadar koştum. Sebebini bilmiyordum ama nehrin kenarında parmaklarımı boğazıma soktum ve yediğim hurmaları nehre kustum.
79