Www.somuncubaba.net 2007 008 0082 Gule Hasret

  • December 2019
  • PDF

This document was uploaded by user and they confirmed that they have the permission to share it. If you are author or own the copyright of this book, please report to us by using this DMCA report form. Report DMCA


Overview

Download & View Www.somuncubaba.net 2007 008 0082 Gule Hasret as PDF for free.

More details

  • Words: 1,365
  • Pages: 4
Tarih

İsmail ÇOLAK

‘Güle’ Hasret Ağlayan Şehir:

KUDÜS “Mübarek Miraç Kandilini idrak ettiğimiz şu kutsal zamanlarda, Kudüs ve Filistin’de süre giden elim hâdiseler, esaret ve zulüm, asırlık geçmişe sahip müzmin yaralarımızın nüksederek kanamasına ve bizi iflah olmaz dert ve kederlere yeniden giriftar ediyor. Kudüs ve Filistin, Müslümanların/ Osmanlı’nın elinden çıktığından beridir, şirretlikte her türlü insanlık dışı muameleye, kan ve gözyaşına maruz kalmaktan ne yazık ki kurtulamadı.”

Fotoğraflar: Fatih ERKOÇOĞLU

18

Somuncu Baba

Peygamberler Şehri Kutsal Kudüs

K

udüs, yeryüzünün en mukaddes şehirlerden biri; “bereketlendirilmiş”, “gökte yapılıp yere indirilmiş”, bir “Peygamberler Şehri”dir. Hz. İsa (a.s.) Kudüs yakınlarındaki Nasıra’da dünyaya gelmiştir. Topraklarına, Hz. Musa’nın (a.s.) mübarek alın teri, Hz. Yakup’un (a.s.) billurdan gözyaşı, Hz. Zekeriya’nın (a.s.) berrak kanı karışmıştır. Ve tabiî ki Miraç’ta, Kâinatın Serveri Hz. Muhammed Mustafa’nın (s.a.v.) aziz nuru ve müstesna ruhaniyâtı ile şereflenmesiyle birlikte makamların en yücesine erişmiştir. Öte yandan, Kudüs merkezli Filistin toprakları, tarih boyunca hak ile bâtılın, hilâl ile haçın/siyonun amansız mücadelesine sahne olmuştur. Hele de Müslümanların/Osmanlı’nın elinden çıktığından beridir, Batılı emperyalistlerin ve Siyonist Yahudilerin zulüm ve esaretine maruz kalmaktan ne yazık ki kurtulamamıştır. Hz. Zekeriya’nın (a.s.) pak vücudunun bir ağaç kovuğunda ikiye bölünmesinin üzerinden asırlar geçti; ancak “Çağdaş Firavun ve Nemrutların” vahşet ve barbarlıkları hâlâ dolu dizgin sürmektedir. Yaşanan yürek dağlayıcı hâdiseler, Müslümanlara dünden bugüne sürekli Asr-ı Saâdet’i, Hz. Ömer’i, Selâhaddin-i Eyyûbî’yi ve nitekim Devlet-i Âli Osman’ı hatırlatmakta ve serenatlara vesile olmaktadır. Zira bütün bu dönemler, üç ilâhî kökenli din mensuplarının barış ve istikrarı Kudüs’te doyasıya teneffüs ettikleri yegâne “altın çağlar”dı. Günümüzde Kudüs, İslâm’ın/Osmanlı’nın huzur ve mer-

Ağustos / 2007

hamet yüklü hoşgörülü iklimini büyük bir hasret ve inkisarla aramaktadır. Günümüzde Filistin meselesinin, Kudüs’te varılacak nihaî bir sulh ile nihayete ereceği artık tüm mahfillerce kabul edilmekte; barış ve adaletin sağlanabilmesi için model arayışlarının odak noktasında en fazla da ‘Osmanlı’nın bulunduğu yüksek sesle dile getirmektedir. Kudüs’ün üç dinin aynı ölçüde kutsal merkezi olduğu dikkate alınırsa; buradaki tüm mukaddes mekân ve mâbetlere hürmet ve özen gösterilirse ve her türlü inanca tam bir hürriyet bah-

şedilirse, ceddimizin dört asır boyunca hâkim kıldığı barış ve istikrar neden yeniden yakalanmasın? Osmanlı’nın ‘Kudüs Mucizesi’ ve Mutlu Asırlar 30 Aralık 1516’da Yavuz Sultan Selim’in, şehrin hâkimiyetini Memlûklulardan devralmasıyla Kudüs, Osmanlı gibi güçlü bir koruyucuya ve saadetinin üçüncü altın dilimine kavuşmuştu. Yavuz Sultan, 1517’de bir ferman yayınlayarak, Hz. Ömer ve Sultan Selâhaddin zamanından beri ge-

çerli olan geniş hoşgörü anlayışına dayanan şartların aynen devam edeceğini bildirmişti. Ancak, Yahudilerin mukaddes topraklara yerleşmesini yasaklamaktan da çekinmemişti. (Aynı tavrı oğlu Kanuni de 1520’deki fermanıyla devam ettirecekti.) Bölgenin tüm nazik dengelerini bilen Osmanlı, birbiriyle sürekli çatışma ve rekabet halindeki Müslim ve gayrimüslim unsurlara eşit mesafede hitap eden, anarşi ve karmaşaya meydan vermeyen, âdil bir arabulucu olarak tüm me-

seleleri çözen ve kendinden sonra hiçbir devletin başaramadığı “kerim devlet rüyası”nı Kudüs ve çevresinde gerçekleştirme kudretini göstermişti. Buraların idaresini ayrı bir ihtimam, hürmet ve hizmet anlayışı çerçevesinde yerine getirmiş ve “Peygamberler Şehrinin” ihtiyaç duyduğu hiçbir şeyi ondan esirgememişti. Mesela, Sultan II. Abdülhamid, Hicaz Demiryolu’nu özellikle Kudüs’ten geçirmiş ve Müslümanların burayla irtibatını kuvvetlendirmişti.

19

ve iç karışıklıklara daha fazla dayanamayan Abdülhamid, 1908’de Meşrutiyeti ikinci kez ilan etmek zorunda kalınca, buna en fazla sevinenlerin başında da Siyonistler gelecekti. Bir komplo ürünü olan “31 Mart Vak’ası” ile Abdülhamid’in hal’ edilmesi ise, Siyonistlerin sanki bayramı olacaktı. Yahudiler, İttihatçıları iş başına getirmek amacıyla sarf ettikleri desteğin semerelerini şimdi tabiî olarak devşirmek arzusundaydılar.

Kudüs’ün, üç semavî dinin mukaddes merkezi olduğunun bilinci ve titizliğiyle hareket eden Osmanlı, buradaki kutsal mekân ve mabetlerin tasarruf ve idaresini, muhtemel kargaşalara mahâl bırakmamak için ayrı bir dikkat ve hassasiyetle ele alıyordu. Misalen, taşıdığı misyon sebebiyle hassas bir konumu bulunan Kamame Kilisesi’nin kullanımını şöyle bir formüle bağlamıştı: Kuzey kapıyı Ermenilere, güney kapıyı Rumlara ve büyük kapıyı da Frenklere tahsis etmişti. Ayrıca, Kudüs’teki dinî meseleler ve anlaşmazlıklar, bizzat sultanlar ve dirayetli idareciler aracılığıyla anında çözülüyor, huzursuzluğa fırsat verilmiyordu. Böylelikle Kudüs, 19. yüzyılın ortalarına kadar Osmanlı sayesinde mutlu bir 401 yıllık dönem geçirecekti. Siyonistlere Direnen Osmanlı ve Hazin Veda Osmanlı, 19. yüzyılın sonlarında canlanmaya başlayan, Filistin’i ele geçirmeyi amaçlayan Siyonistlerin karşısına da heybetle dikilip, Kudüs ve çevresini müdafa etmesini çok iyi bilmişti. Devletin

20

bütün dış borçlarını kapatmaya karşılık, Yahudilere Filistin’de bir miktar toprak verilmesini teklif eden Siyonist lider Theodor Herzl başkanlığındaki heyete, Sultan II. Abdülhamid, Müslümanların izzet ve haysiyetini koruyan şu muazzam sözlerle cevap vermişti: “Bu konuda sakın bir adım daha atmayın. Ülkemin bir çakıl taşını bile satamam. Bu devlet onu kanı pahasına aldı, kanı pahasına yaşattı. Birilerinin gasbetmesine izin vermeksizin kanımız pahasına da koruruz. Hiçbir parçasını veremem. Ne için olursa olsun, biz ölmeden kimse bizi birbirimizden ayıramaz.” Abdülhamid, Yahudilerin Filistin’e girmesini 1882’den itibaren yasaklama yoluna gitmiş ve iktidarı boyunca Siyonistlere göz açtırmamıştı. İşte bu noktada Siyonistler öncelikle, Filistin’deki emellerinin önünde âdeta heykelleşen Sultan Abdülhamid’i devirmeyi, eğer bu yetmezse sonra da Osmanlı Devleti’ni yıkmayı planlamaya hummâlı bir şekilde girişmeye koyulacaklardı. Meydana gelen dış baskı

Nitekim, Dünya Siyonist Teşkilatı başkanı David Wolfsohn İstanbul’a gelerek, Abdülhamid’in koyduğu Filistin’e göç yasağının kaldırılması için İttihatçılar nezdinde girişimlerde bulunmuş ve Sadrazam Hüseyin Hilmi Paşa’dan göç serbestisini koparmıştı. Fakat az bir zaman sonra İttihatçılar, Siyonistlerin gerçek emellerini fark etmiş, Abdülhamid’in göç yasağını Ağustos 1909’da yeniden tatbikata koymuşlardı. Osmanlı’ya dayanarak bir millî vatan kurma fikrinin suya düşmesiyle, yeni planlar geliştirmek mecburiyetinde kalan Siyonistler, sonunda Devlet-i Ali’yi çökertme düşüncesinde karar kılacaklardı. Siyonistler, I. Dünya Harbinde Kudüs ve Filistin’i Osmanlı’dan almak için İngilizlerle büyük bir işbirliğine girişmişlerdi. Sina-Filistin Cephesinde savaşmak üzere Siyonist lider Weizman’ın emriyle Vlademir Jabodinsky’nin organizatörlüğünde, “Kral Askerleri” ismiyle 5000 kişilik 4 alay tesis ederek, İngiliz General Allenby’nin 9 Aralık 1917’de Kudüs’ü zaptında oldukça aktif bir görev üstlenmişlerdi. Nihayet, Osmanlı’nın Cihan Harb’inden mağlup ayrılıp Mondros Ateşkes Antlaşmasıyla fiilen yıkılma sürecine girmesiyle beraber Somuncu Baba

Filistin’de bir İngiliz manda idaresi ihdâs edilecek; bu da Yahudilerin işine yarayacaktı. Şurası muhakkak ki, Osmanlı Abdülhamid’in şahsında, gücünün son raddesine kadar Kudüs ve Filistin’e sahip çıkıp Siyonizm’in tahakkümünü bertaraf etmeye çalışmış; ancak bu kutsal topraklara hazin bir biçimde veda etmeye de mânî olamamıştır. Kudüs’ün düştüğü haberi İstanbul’a ulaştığında aslında devlet gerçek anlamda o vakit târumar olmuştu. Bir Osmanlı subayının aktardığı şu hissiyat, yaşanan hazin dramı anlatmaya yetmektedir: “Filistin’i kaybedecektik. Nasıl dönerdik evlerimize; nasıl bakardık bizi bekleyen analarımızın, bacılarımızın, hanımlarımızın ve çocuklarımızın yüzlerine!.. Mevzilerimizi terk etmiş, ayaklarımızdaki parçalanmış çarıklarımızla geri çekiliyorduk...” Bitmeyen Trajedi: Siyonist Zulüm ve Esaret Osmanlı hâkimiyetinin sona ermesiyle birlikte Kudüs’ün;

İsrail’in kuruluşundan bugüne uzanan süreçte İslâm Tarihi’nin en trajedik serüvenine giriftar olmasının hikayesi de başlamış oluyordu. Osmanlı’nın bıraktığı boşluğu sonuna kadar değerlendiren Siyonistler, İngilizlerin de desteğiyle Filistin’de bir Yahudi Devleti kurabilmek için ne kadar fazla Filistinli katledilirse kâr düşüncesiyle hareket ederek, şu parolayı rehber ediniyorlardı: “Vatansız bir halk için halksız bir vatan!” Avrupa’da soykırıma mâruz kalan Yahudiler, bu defa aynı yöntemle kendileri soykırımın her çeşidini denemekten çekinmemiş ve 1947-1948 arasında 500’den fazla kent, kasaba ve köye kanlı baskınlar tertipleyip haritadan silerek, 950 bin olan Filistinli sayısını 138 bine düşürmeyi becermişlerdi. İsrail’in kuruluşundan Arap-İsrail Savaşı’na değin yurtlarından sürülen Filistinli mültecilerin sayısı 5 milyona ulaşacaktı. Kısacası Filistin, barbarlıkta şirretleşen Siyonistler eliyle, kan gölleriyle dolu koca bir kabristana ve ıssızlığa gömülen talihsiz bir

diyar haline getirilmişti. Ve Filistin’i Müslümandan arındırma çabası, kesintisiz olarak toplu gösterime sunulan birbirinden kanlı katliamlarla devam etmişti: Kral Davut Katliamı, Deir Yasin Katliamı, Saf Saf Köyü Katliamı, Kibya Köyü Katliamı ve Sabra-Şatila Katliamı... İsrail’in bildik terörist taktik ve usûlleri, şiddeti ve toplu kıyım ölçeği daha da büyümüş bir vaziyette bugün de Filistin topraklarını kana ve soykırıma boğmayı son sürat sürdürmektedir. Yüz binlerce Filistinlinin hayatı ve geleceği, tüm insanlığın kahredici duyarsızlığı sayesinde, vahşet ve azgınlıkta sınır tanımayan Yahudiler eliyle, rutin bir şekilde mükerreren kararmaktadır. Hıristiyanlar bahis konusu olunca hümanizm edebiyatı adına kıyametler kopartan sözde çağdaş Batı (ABD) her zamanki alışkanlığıyla, sağır sultan kesilmeyi tercih etmektedir. İslâm Dünyası’nın göbeğindeki bu zulüm odağı ve insanlık ayıbının temizlenmemesi, medenî dünyanın ve bu arada bütün Müslümanların sırtındaki ağır bir vebaldir. Zâlimin zulmü yanına kâr kaldıkça, insanlığın bindiği dalı keserek, kendi sonunu hazırlamaya bir adım daha yaklaştığı ve dünyanın kıyametlerinden birinin de Kudüs’te saklı olduğu asla hatırdan çıkarılmamalıdır.

Kaynakça Asaf Hüseyin, Batının İslâmla Kavgası, Türkçesi: M. Karaşahan, İstanbul, 1991; Zekeriya Kurşun, Türk-Arap İlişkileri, İstanbul, 1992; Yavuz Ercan, Kudüs Ermeni Patrikhanesi, Ankara, 1988; Süleyman Kocabaş, Tarihimizde Komplolar, İstanbul, 1997; Mim Kemal Öke, Siyonizm ve Filistin Sorunu, İstanbul, 1982; İsmail Çolak, Doğu-Batı Kavşağında Osmanlı, İstanbul, 2004; Modern Zamanlarda Osmanlı’yı Aramak, İstanbul, 2005, Lamure Yay.; Abdülhamid’i Yeniden Keşfetmek, İstanbul, 2007, Akis Kitap.

Ağustos / 2007

21

Related Documents