Www.somuncubaba.net 2007 008 0082

  • December 2019
  • PDF

This document was uploaded by user and they confirmed that they have the permission to share it. If you are author or own the copyright of this book, please report to us by using this DMCA report form. Report DMCA


Overview

Download & View Www.somuncubaba.net 2007 008 0082 as PDF for free.

More details

  • Words: 27,343
  • Pages: 88
³

GÖNÜLLER SULTANI

³

238 Sayfa - Kuşe Kağıt

475 Sayfa - Deri Cilt - Kuşe Kağıt ³

MUHABBET GÜLLERİ

³

VAKIF TANITIM CD’si

³

³

DÎVÂN (SEÇME İLAHİLER)

520 Sayfa - Kuşe Kağıt

221 Sayfa - III. Hamur DARENDELİ ÂLİMLER VE HZ. PEYGAMBER SEVGİSİ

Video CD

³

HUTBELER

MEVLÂNÂ GÖZÜYLE KUR’ÂN’A BAKIŞ

³

ŞEMSNÂME ŞEYHZÂDEOĞLU AHMET ŞEMSETTİN ATEŞ

96 Sayfa - Kuşe Kağıt

448 Sayfa - III. Hamur

³

³

GÜL KOKUSU

³

DARENDE TANITIM CD’si

Anadolu yayıncılığının en önemli kalelerinden olan, büyük şehirlerimizin yayın kalitesini yakalayan Nasihat Yayınları, Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi Vakfı’nın bir kuruluşudur. İsmini Osman Hulûsi Efendi’nin evrensel mesajlar içeren; Hakk için âleme, her canlıya hizmet etmeyi, şefkati, tevazuyu ve cömertliği, sevenlerinin gönlüne şiir diliyle aktardığı gazelinden alır. Nasihat Yayınları da bu güzellikleri destan destan anlatabilmek için gül güzelliğinde eserler sunuyor.

Video CD

GÜLŞENİN SOLMAYAN GÜLÜ

606 Sayfa - III. Hamur

³

MEKTÛBÂT-I HULÛSÎ-İ DÂRENDEVİ

373 Sayfa - III. Hamur

TASAVVUF VE GÖNÜL EĞİTİMİ

276 Sayfa - III. Hamur

³

³

226 Sayfa - III. Hamur

DÎVÂN-I HULÛSÎ-İ DÂRENDEVİ

180 Sayfa - III. Hamur

³

312 Sayfa - Deri Cilt - Kuşe Kağıt

530 Sayfa - Deri Cilt - Kuşe Kağıt

NASİHAT YAYINLARI’ndan Gül Güzelliğinde Eserler...

KIRK HADİS

NASİHAT Yayınları - Zaviye Mah. Hacı Hulûsi Efendi Cad. No:71 Darende / MALATYA Tel:(422) 615 15 00 Fax:(422) 615 28 79 www.nasihatyayinlari.com - [email protected]

Ağustos / 2007 44700

1

82

Berekete Ermek İçin, Ateşe Girmek, Ateşte Yanmak Gerek! Yanmadan Olmaz!

Ağustos

2007 Fiyatı: 6 YTL

İçindekiler

“Peygamberimiz, “Kalpler Yüce Allah’ın kudret parmakları arasındadır, O kalbin düzgün olmasını isterse onu düzeltir, sapmasını isterse de onu saptırır”buyurmuştur.

8 Öfkenin Dayanılmaz Hafifliği

Ürdün’de Türk Bayrağı

“Allah’ın halîm isminden insanlar hisse almalıdırlar. Yumuşaklık anlamına gelen hilm, insanların iyi hasletlerinin en güzellerinden olmalıdır. Hilm aynı zamanda akıl anlamına da gelir.“

“Türk Bayrağının kaldığımız otelde dalgalanmasını istedik. Şunu da biliyorduk ki daha önce Türk kafilelerinin gelmesine rağmen bayrağımız asılmamıştı. Ben o gece heyecanlandım ve sabahı zor yaptım şafak vaktinde odamdan baktığımda Türk Bayrağı dalgalanıyordu.”

14

Somuncu Baba Aylık İlim - Kültür ve Edebiyat Dergisi Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi Vakfı’nın Yayın Organıdır.

Kurucusu A.Şemsettin ATEŞ Yaygın Süreli ISSN: 1302-0803 YIL: 14 SAYI: 82 Ağustos 2007 Basım Tarihi: 01 Ağustos 2007

2

24

Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi Vakfı Adına İmtiyaz Sahibi Sebahaddin ATEŞ Genel Yayın Yönetmeni İsmail PALAKOĞLU Yazı İşleri Müdürü Hulûsi YAYLA Yayın Editörü Musa TEKTAŞ

Grafik / Tasarım ve Uygulama Muharrem AKIN Emre AYDOĞAN Samet ŞAHİNASLAN Kapak Nasihat Yayınları Arşivi Arka Kapak Hikmet BARUTCUGİL

Tanıtım ve Halkla İlişkiler Melek ATALAY

Tashih İbrahim ŞAHİN Yusuf HALICI

Sanat Yönetmeni Serkan ÖZTÜRK

Arşiv Sabit DEMİR

Somuncu Baba

“Diriyiz Daim, Ölmeyiz…” “Aklı terk eden, İlahî Aşk’ın şarabından içer, onunla sarhoş olur, dolayısıyla sarhoşluktan da kurtulur, zira, o, ilahî sarhoşluğa erişmiştir. İnsanın benliğini terk etmesi halinde kendisinde tecellilerin olacağı, müşahadelere mazhar edileceği, bu durumda da, Allah’a ulaşma yollarının irade ve tedbiri dışında açılacağı söylenir. “

36 “Tasavvuf İslâm Dini’nin Arkeolojisidir”

Çocuk Eğitiminde Ailenin Önemi

Tefekkür ve düşünce dünyası daha öndedir. Buradan yola çıktığımız zaman tasavvuf için birçok tarif yapmak mümkündür. “Tasavvuf bir din felsefesidir denilebilir, İslâm dininin arkeolojisidir, dinin hakikat ve marifet boyutudur, dinin bir eğitim sürecine tabi kılınmış programının adıdır” denilebilir.

“Çocuk eğitmek ve yetiştirmek için, öncelikle anne-babaların çocukluktan kurtulmaları ve kendilerini eğitmeleri gerekir. Çocuk evdeki yetişkinleri kendisine model alır. İyi bir model olunması için davranışlarla, söylenilenlerin tutarlı olması gerekir.”

76

52

Abone İşleri ve Reklam İsmail Hakkı ÖZBAY Ahmet Hulûsi KÖMÜRCÜ Basım-Yayım-Dağıtım-Pazarlama VİSAN İktisadi İşletmesi Zaviye Mah. Hacı Hulûsi Efendi Cad. No:71 44700 Darende / MALATYA Tel:(422) 615 15 00 Fax:(422) 615 28 79 www.somuncubaba.net - [email protected]

Dağıtım Kültür Dergi Dağıtım CTP - Kalıp Çıkış Bizim Repro: (312) 341 10 20 - 21

Ağustos / 2007

Baskı & Üretim Ajans Türk Basın ve Basım Sanayi A.Ş İstanbul Yolu 7. Km. Necdet Evliyagil Cad. No: 24 Batıkent / ANKARA Tel: 0 (312) 278 08 24

İrtibat Telefonları

Fiyat Tek Sayı : 6 YTL Kurum Abone : 100 YTL 1 Yıllık (12 Sayı) Abone : 60 YTL Avrupa 1 Yıllık Abone : 60 EURO Avrupa Tek Sayı Fiyat : 5 EURO Avrupa Harici Yurtdışı Abone : 90 USD Posta Çeki (Darende Postanesi): 1361068 Ziraat Bankası (Darende Şubesi): 26798480-5001

3

A y l ı k

İ l i m

-

K ü l t ü r

v e

E d e b i y a t

D e r g i s i

Somuncu Baba 82

Ağustos

2007

Başyazı...

Fiyatı: 6 YTL

Huzur İklimi

www.somuncubaba.net

Tasavvuf İslâm Dini’nin Arkeolojisidir

Dergisi Hediyesi...

Ürdün’de Türk Bayrağı

Summary The Atmosphere of Tranquility The blessed three months, the months of Rajab, Sha´ban, and Ramadan, which also brought the mercy and tranquility to the hearts have come. These are the months when the grace and tranquility rain to the earth and the hearths of the faithful and these are the months the divine grace mounts up considerably. In our country there is the tradition of the three months and the preparation for the Month Ramadan starts by the beginning of Rajab. For centuries with the beginning of the three months, the Sultans of the Ottoman, while serving the Hedjaz Region, money, goods and valuable articles were sent to the Muslims in Jeruselam, Mecca, Medina, by the help of the Anatolians. This was called as “Surre”and the special forces that brought these help to those Muslims were called as “Surre Regiments”. This is a good example of how the Anatolians attached importance to the Three Months. These months containts four Holy Nights. On the first friday night of Rajab we had the Raghaib. The twentyseventh night of Rajab is the Mi’raj, the Night of Ascension. Osman Hulusi Efendi, would perform the namaz in a humble way, which was made obligatory on the Mi’raj Night, feeling the consciousness of being in front of Allah and gave full weight to the prayers done with congregations. Let’s remember his words about the prayer: “The prayer is the Mi’raj of the faitful. Plead from Allah to pray like Muhammed the Prophet (pbuh).” I wish The Three Months will conduce peace and grace to you, our country and all Muslims. With compliments…

4

Rahmet ve huzur ikliminin yaklaştığı mübarek üç aylar başladı. Üç aylar; Recep, Şaban ve Ramazan aylarıdır. Bu aylar rahmet dalgalarının başladığı, manevî huzur ve sükûnun kalplere doğduğu, ilahî rahmetin coştuğu aylardır. Bu aylar girince inananların kalplerini ve ruhlarını manevi bir huzur kaplar. Bu mübarek aylar içerisinde öyle feyizli ve bereketli geceler vardır ki, Yüce Allah’ın rahmeti bu gecelerde mü’minler üzerine yağmur gibi sağnak sağnak yağar. Üç aylar girdiğinde Peygamberimiz şöyle dua etmiştir: “Ey Allah’ım! Recep ve Şaban’ı bize mübarek kıl, bizi Ramazan’a kavuştur.” (Ahmed b. Hanbel Müsned C.1 S.259) Ülkemizde de üç aylar geleneği oluşmuş ve Ramazan ayına hazırlık Recep ayının girmesiyle başlar hale gelmiştir. Asırlar boyunca Osmanlı sultanları Hicaz bölgesine hizmet ederken her yıl üç aylar girdiğinde Anadolu insanının katkısıyla, Kudüs, Medine ve Mekke’deki Müslümanlara ulaştırılmak üzere para, kumaş vs. kıymetli eşya gönderilirdi. Buna “Surre” denmekteydi. Bu tür yardım götüren özel birliklere de “Surre Alayları” denirdi. Bu uygulama da Anadolu insanının üç aylara verdiği önemin güzel bir örneğidir. Bu aylar mübarek gecelerle doludur. Recep ayının ilk Cuma gecesi Regaip Kandilini idrak ettik. Recep ayının yirmiyedinci gecesi Miraç gecesidir. Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi Dîvân’ındaki bir beyitte şöyle buyurmaktadır: Mü’minin mi’râcıdır kalbî huzûr ile namâz Kıl huzûr ile namâzın sırr-ı “esrâ” andadır Bu beyit Peygamberimizin Miracıyla mü’minlere farz kılınan namaz ibadetinin önemine işaret etmektedir. “Bir gece, kendisine bazı delillerimizi gösterelim diye kulu Muhammed’i, Mescid-i Haram’dan, çevresini mübarek kıldığımız Mescid-i Aksa’ya götüren O zatın şanı yücedir, bütün eksikliklerden uzaktır. Gerçekten, herşeyi işiten, her şeyi gören O’dur.” (İsrâ, 1.) âyeti kerimesiyle bildirilen, İsra (Mirac) hadisesinde Hz. Peygamber (s.a.v) “Burak’a bindim, Beytü’l-Makdis’e vardım” buyurmuştur. Efendimiz oradan göğe yükseltilmiş; nebiler ve meleklerle görüşmüştür. Cennet ve cehennemi, daha başka işaretleri görmüştür. Nihayet beş vakit namaz emri ile aynı gece dönmüştür.

Somuncu Baba

İçindekiler (Daha önce sabah ve yatsı kılınıyordu). Bu ayeti kerimenin iktibasen zikredildiği beyitte aynen ayetin manası verilmekte ve mü’minlerin namaz ibadetini huzur ile kılmaları kalben yükselmeleri olarak tavsif edilmektedir. Osman Hulûsi Efendi namaz kılarken tüm erkânına riâyet ederlerdi. Beş vakit farz namazın haricinde, sabah namazından sonra kerâhat vakti çıkana kadar vird ve zikirle meşgul olur; ondan sonra da iki rek’at İşrâk namazı ve iki rek’at da İstihare namazı kılardı. Kuşluk vakti de dört rek’at Duhâ namazı kılardı. Akşam namazından sonra da altı rek’at Evvâbin namazı kılardı. Ayrıca gece yarısından sonra kalkar ve uyumayarak virdlerine ve zikirlere devam eder, daha sonra da gecenin ilerleyen saatlerinde de sekiz rek’at Teheccüd namazını kılardı. Tüm dostlarına da bu şekilde yapmalarını tavsiye ederdi. Kendisi Şeyh Hamîd-i Velî Camii İmam-Hatibi olduğu için, cemaatle kılınan namazlarda genelde cemaatin durumuna göre davranır; hasta, yaşlı ve yolcuların olacağını düşünerek ona göre namazı kıldırırdı. Namazda divân-ı ilâhîde, Allah’ın huzurunda olmanın şuuru içerisinde, mütevâzı bir şekilde kılar ve cemaatle kıldığı namazlara ayrı bir ehemmiyet verirdi. Namazla ilgili şu kelâmını hatırlayalım: “Namaz mü’minin miracıdır. Namazı Peygamber Efendimiz (s.a.v.) gibi kılmayı Allah’tan niyaz ediniz.” Evet üç aylar, manevî kazanç elde edenlerin çokça görüldüğü anlardır. Hayatımızda adeta otokontrol sisteminin kurulmasına vesile olan mübarek üç aylar ve kandiller dünyevî meşguliyetlerimizden sıyrılıp, yaratılış gayemizi düşünmemiz, yaratan ve yaratılanlarla olan münasebetlerimizi güçlendirmemiz ve ibadetlerimizden lezzet almamız için son derece değerli fırsatlardır. Üç ayların okuyucularımız için, milletimiz ve İslâm âlemi için hayırlara vesile olmasını Yüce Allah’tan dilerim. Selam ile aziz dostlar…

[email protected] Ağustos / 2007

Divân-ı Hulûsi-î Dârendevî Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi (k.s)..........................6 Berekete Ermek İçin, Ateşe Girmek, Ateşte Yanmak Gerek! Yanmadan Olmaz! Prof. Dr. Ali AKPINAR ...............................................8 Yakarış M. Nihat MALKOÇ .................................................13 Öfkenin Dayanılmaz Hafifliği Prof. Dr. Ramazan ALTINTAŞ .................................14 Deniz Ekrem KAFTAN .......................................................17 ‘Güle’ Hasret Ağlayan Şehir: Kudüs İsmail ÇOLAK .........................................................18 Takdire Rıza Gerekir Prof. Dr. Mehmet AKKUŞ .......................................22 Ürdün’de Türk Bayrağı Resul KESENCELİ ....................................................24 Cezayir’de Osmanlı İzleri Doç.Dr. Kadir ÖZKÖSE ..........................................30 Bûse Ahmet EFE ..............................................................35 “Diriyiz Daim, Ölmeyiz…” Sadık YALSIZUÇANLAR ..........................................36 Dudak ile Kalp Arasında Gidip Gelen İman Taha YILDIZ ...........................................................40 Hulûsî Efendi’nin Mektûbâtında Üstâdı İhramcızâde İsmail Hakkı Toprak (k.s) Efendiye Olan Sevgisi Fatih ÇINAR ...........................................................44 Bakanlar ve Görenlerin Gözüyle Hulûsi Efendi (k.s) Musa TEKTAŞ .........................................................46 Abdullah b. Huzâfe Doç. Dr. Bünyamin ERUL .......................................51 Prof. Dr. Mahmud Erol Kılıç: “Tasavvuf İslâm Dini’nin Arkeolojisidir” Konuşan: İbrahim YARIŞ .........................................52 Nefis Muhasebesi Doç. Dr. Abdulaziz HATİP ......................................58 Osmanlı İmparatorluğu’nun “Saray Okulu” Enderun Doç. Dr. Bayram Ali ÇETİNKAYA ............................60 Bir Yabancı Gözüyle XVI. Yüzyılda Türk Zaferlerinin Sebepleri Prof. Dr. Nesimi YAZICI ..........................................66 Öfke Duygusu ve İslâm Yrd. Doç. Dr. M. Doğan KARACOŞKUN .................70 Bir Psikoloji Kitabı: “Çocuk Psikolojisi (0-7 Yaş)” Vedat Ali TOK ........................................................72 Abdullah İbn-i Mübarek Yusuf HALICI ..........................................................74 Çocuk Eğitiminde Ailenin Önemi Kevser BAKİ ............................................................76 Güneşi Çaldılar Ümit Fehmi SORGUNLU........................................79 Ömer’in Yüzünde Ölümü Gördüm Olcay YAZICI ..........................................................81 Yaz Meyve ve Sebzelerinin Vücuda Yararları Akın DİNDAR .........................................................82 Sultan Baklavası Mesude SARI ..........................................................84 5

Divân-ı Hulûsi-î Dârendevî Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi (k.s)

Nerede o servi çam boylum Nerede o nâzenîn fidanım benim Nerede o büklüm büklüm sünbül saçlı Gül yanaklı sevgili cânım benim Nerede o inci dişli kalem kaşlı müşgîn-kâkül Nerede o şeker sözlü o mül dudaklı cânânım benim Geceler tâ-be-sabâh hayâl-i enîs-i çeşmim Nerede gündüzler tâ-be-mesâ yar-ı rûh-ı revânım benim Nerede vefâ hazînesi lutf u mürüvvet menba’ı Nerede ma’den-i hayâ vird-i zebânım benim Nerede bulam arasam Aksâ’da mı Ka’be’de mi sevdiğim Nerede kavuşsam ana Bathâ’da mı Yesrib’de mi şâh-ı cihânım benim

6

Somuncu Baba

Ağustos / 2007

7

İlim ve Hayat Prof. Dr. Ali AKPINAR

Berekete Ermek İçin, Ateşe Girmek, Ateşte Yanmak Gerek! Yanmadan Olmaz! 8

Somuncu Baba

Y

üce Allah, kalplerin yöneticisidir. O, kalpleri dilediği gibi yönetir. Bir hadiste “Ey gönülleri yöneten, evirip çeviren Allahım, Sen benim gönlümü dinin üzere sabit kıl,” diye dua edilerek bu gerçeğe işaret edilmiştir. Yine Peygamberimiz, “Kalpler Yüce Allah’ın kudret parmakları arasındadır, O kalbin düzgün olmasını isterse onu düzeltir, sapmasını isterse de onu saptırır”1 buyurmuştur. Zaten kalbe de sürekli değişip dönüştüğü için bu isim verilmiştir.2 Bir ayette de “Biliniz ki Allah kişi ile kalbi arasına girer”,3 buyrulmuştur. Bunun anlamı şudur: Allah, mümin ile küfür arasına girer; kâfir ile iman arasına girer. Mümin ile küfür arasına engel olur ve onun küfre düşmesine mani olur. Kâfir ile iman arasına engel olur, onun düşünüp inanmasına mani olur. Sonuçta her şey O’nun izni ile olur.4 Tabiî ki O, kime ne vereceğini iyi bilir, imanı hak edene imanı lütfeder, küfre müstahak olana da küfrü müyesser kılar. O, gönül dünyasına muttalidir, kimin kalbinden ne geçirdiğini, ne düşündüğünü ve neye niyetlenip yöneldiğini bilir, ona göre de yaratır ve yöneltir.

Fotoğraf: Hulûsi GÜLSEREN

Ağustos / 2007

Kur’ân kişilerin önce gönüllerine hitap eder, duygularını harekete geçirir ve gönülleri ihyâ eder. Onun kelime ve cümle yapısındaki eşsizlik, uyum ve ahenk kulakları etkiler, ardından gönüllere işler, yürekleri hoplatır. Gönüllerde yer eden engin manalar, yüreklere sığmaz olur ve dış dünyaya taşar. “Müminler o kimselerdir ki, Allah anıldığı zaman yürekleri ürperir, O’nun ayetleri kendilerine okunduğu zaman imanlarını artırır ve Rablerine tevekkül ederler.”5 “Allah, sözün en güzelini, (Kur’ân’ın ayetlerini güzellikte) birbirine benzer, ikişerli bir Kitap halinde indirdi. Rablerinden korkanların, ondan derileri ürperir, sonra derileri ve kalpleri Allah’ın zikrine yumuşar. İşte bu Kitap Allah’ın rehberidir. Dilediğini bununla doğru yola iletir. Ama Allah kimi sapıklığında bırakırsa artık ona yol gösteren olmaz.”6 “Muhakkak ki bunda, kalbi olan, yahut şâhid olarak (zihnini toplayarak dikkatle) kulak veren kimse için bir öğüt vardır.”7 Bunun için Kur’ân, kalpleriyle

Allah Kelamı Kur’ân Gönüllere Seslenir, Onları Değiştirir, Dönüştürür ve Yönetir!

akledenlerden, kalpleri körleşen-

Kur’ân-ı Kerim, gönüllerin yöneticisi Allah’ın kelamıdır. O’nun kelamı da öncelikle gönüllere hitap eder, gönülleri titretip harekete geçirir, değiştirir, canlandırır ve onları inşa edip kurar. Kutsal kitabımızın temel özelliklerini açıkladığımız önceki yazılarımızın birinde şunları söylemiştik:

seder ve şöyle bağlar: “Kur’ân’ın

lerden8, kalpleri katılaşanlardan9 ve kalpleriyle anlamayanlardan10 bahanlamını düşünmüyorlar mı? Yoksa kalplerinin üzerinde kilitleri mi var?”11 Artık Kur’ân’ın dokuyup işlediği yürekler hep iyi ve güzel şeyleri barındırır, hep hayırlı niyetlerle harekete geçer. Vahyin donattığı o yüreklerin sahipleri ise, hep hayırları söyler ve işler.

9

Allah’ın Seçkin Kulları Gönülleri Fetheden Erlerdir! Peygamberler başta olmak üzere Yüce Allah’ın vahyine/ mesajına gönül kulağını veren, onun öğretileriyle gönlünü inşa eden gönül adamları da, gönüllerin fethi için çırpınan gönül fâtihleridir. Onlar, alıcılarını Yüce Yaratıcıya çevirip onun ışıklarıyla gönüllerini ısıtan ve ışıtan; daha sonra da O’nun nuruyla O’nun kullarını ışıtıp ısıtmak için çalışıp gayret eden erlerdir. Onlar can u gönülden inanan, inandıkları gibi yaşayan, gırtlaktan değil gönülden gönül diliyle konuşan, gönüllere seslenip gönüllerde taht kuran kimselerdir. Onlar gibi olmak için Kelamullah ile beraber olmak, vahiy ile irtibatlı yaşamak, vahiy atmosferine girmek ve o atmos-

ferde yaşamak gerekir. Onlar gibi yanmak, pişmek, olgunlaşmak gerekir. Bunun için de vahiy nurunun içerisine girmek, o nurun nâr görünen sıkıntılarını çekmek, davanın çilesini/derdini çekerek hamlıktan kurtulmak gerekir. Nârdan, Nûra Ermek! Kur’ân vahiy atmosferlerini anlatan ayetlerle doludur. Bu ayetler vahiy esnasında peygamberlerin yaşadığı ruh halini anlatır. Onların vahiy atmosferi içerisinde nasıl kendilerinden geçtiğini, nasıl rahmet-bereket ve nura gark olduklarını anlatır. Sonuçta onların vahyin nuruyla nasıl dolduklarını, donandıklarını, bilendiklerini anlatır. Bu tablolarda vahye muhatap olan, peygamberlerin yoluna baş koymuş, onların izinden gitmek

ve onların şefaatine mazhar olmak isteyen bizlere de mesajlar vardır. İşte bu eşsiz tablolardan bir kaçı: Hz. Musa Peygamber Kutsal Tûr Vadisindedir. Ona şöyle seslenilir: “Mûsâ, o ateşin yanına gelince kendisine ‘Ey Mûsâ!’ diye seslenildi. Ben, benim ben, senin Rabbin! Pabuçlarını çıkar. Çünkü sen, kutsal Tuvâ Vâdisindesin. Ben seni seçtim, şimdi vahyolunanı dinle. Muhakkak ben, evet ben Allah’ım, benden başka tanrı yoktur. Yalnız bana kulluk et ve beni anmak için namaz kıl.”12 “Oraya gelince o mübârek yerdeki vadinin sağ kıyısındaki ağaçtan kendisine şöyle seslenildi: ‘Ey Mûsâ, Benim, ben, âlemlerin Rabbi Allah!’ Oraya gelince kendisine seslenildi: ‘Ateşin içinde bulunan da, çevresinde olan da mübârek kılındı. Âlemlerin Rabbi Allah, eksikliklerden münezzehtir.’ Ey Mûsâ, gerçek şu ki ben, güçlü, hüküm ve hikmet sâhibi olan Allah’ım!” 13 Ayetlerde geçen yerin mübarek kılınması, oranın mukaddes olması ve bereketlenmesi anlamınadır. Oranın mukaddes olması ve bereketlenme sebebi, Yüce Allah’ın Hz. Musa ile konuştuğu yer olmasıdır.14 Şu ev-

10

Somuncu Baba

rende bulunan yerlerin en şereflisi, sevenlerin görüşüp buluştuğu yerdir şüphesiz!15 Demek ki vahiy indiği yeri bereketlendiriyor, bizim gönlümüze, beynimize, söylem ve eylemlerimize vahiy inerse vahiy onları da bereketlendirecektir. Evlerimizde, iş yerlerimizde vahiy gündemde olursa, oralar da bereketlenecek, huzura erecek ve şer odaklarının kirlerinden arınmış olacaktır. Bunun tersi de böyledir: Vahiyden uzak ve kopuk olan gönüller, beyinler, söylem ve eylemler bereketten nasibi olmayan güdük şeylerdir. Vahyin gündemde olmadığı yerler de bereketsiz, huzursuz yerlerdir. İnsanı, yer ve zamanları mübarek kılan vahiydir, onların vahiyle irtibatlı olmasıdır. Nitekim Ağustos / 2007

ayetlerde Kur’ân’ın indiği gece, mübarek gece16 diye anılmıştır. Ayetlerde geçen ateş, nurun uzaktan görüntüsüdür. Evet vahiy nurdur, uzaktan ateş gözüken de Allah’ın nurudur.17 Hz. Musa’ya o uzaktan nâr/ateş olarak görünmüştür. Zaten nimetler külfetlerle beraberdir. Gülün dikeniyle güzel olduğu gibi. Vahyi almak, anlamak ve yaşamak da zahiren zor ve meşakkatli görünebilir. Ama onun yanına yaklaşıldığında, hele bir de onun içerisine girildiğinde artık o nâr, nura dönüşecek; kul nurun içerisinde nurlanıp aydınlanacak, ışıyıp ısınacak, olgunlaşıp kemale erecektir. Ayette söz konusu edilen ağaç ise, vuslat ağacıdır. Muhabbet bahçesinde kök salmış, dalları göklerin safiyetine uzanmış,

meyveleri kurbet/yakınlık/ibadet olan bir ağaç. Onun yaprakları dosta yakınlıktır, onun çiçekleri ise rahmet ve sürur esintileriyle açar.18 “Ateşin içinde bulunan da, çevresinde olan da mübârek kılındı. Âlemlerin Rabbi Allah, eksikliklerden münezzehtir.” Ateşin içerisinde bulunan, vahiy ortamının içerisine girmiş olan Hz. Musa’dır, onun çevresindekiler ise melekler yahut ateşe yakın olmak isteyen kimselerdir.19 Buna göre berekete ermek için, kaynağa ulaşmak, kaynağa girmek, ondan gıdalanmak gerekir. Bu ise, Allah’ın çok az sayıda kullarına nasip olur. Onun çevresinde, yakınında bulunmak da güzeldir. Ama en kötüsü, o kaynaktan uzak olmak, ona sırt çevirmek ve

11

onunla irtibatı kesmektir. Bu ne acı bir durumdur!

Sidretü’l-Müntehânın yanında,

Şu ayetler de, Hz. Peygamberin yaşadığı vahiy atmosferlerinden sadece birini anlatıyor:

Ki onun yanında oturulacak bahçe vardır. Sidre’yi kaplayan kaplıyordu.

“Onun okuduğu Kur’ân, kendisine vahyedilen vahiyden başka bir şey değildir.

(Muhammed’in) Gözü şaşmadı ve azmadı.

Onu, müthiş kuvvetleri olan biri öğretti;

Andolsun, Rabbinin büyük âyetlerinden bazılarını gördü.”20

Üstün akıl sahibi melek. Doğruldu;

Bu ayetler Kur’ân’ın Allah kelamı olduğunu, Hz. Peygamberin onu Allah’tan aldığı gibi insanlara ulaştırdığını anlatması yanında; vahiy karşısındaki ciddî ve vakûr duruşunu da anlatmakta ve bize mesajlar sunmaktadır. Buna göre bizler vahyin karşısında, benzer ciddiyet ve vakarla durmalı, gönül alıcılarımızı bütünüyle ona çevirmeli, onunla erimeli, dolmalı ve onun doğrultusunda bir hayatın adamı olmalıyız.

Kendisi yüksek ufukta iken. Sonra yaklaştı, yere doğru sarktı. Muhammed ile arasındaki mesafe iki yay uzunluğu kadar, yahut daha az kaldı. Onun okuduğu Kur’ân kendisine vahyedilen vahiyden başka bir şey değildir. Gönül gördüğünde yanılmadı. Onun gördüğünden kuşku mu duyuyorsunuz? Andolsun, onu bir inişinde daha görmüştü;

12

O halde gönüllerimizin bereketlenip huzura ermesi için… Düşüncelerimizin bereketlenip hakikati keşfetmesi için… Söylemlerimizin bereketlenip haki-

katleri terennüm etmesi için… Eylemlerimizin bereketlenip salih ameller olarak bizi ebediyete taşıması için… Ömürlerimizin bereketlenip nitelikte sayılı olsa da nicelikte uzun olması için… Nesillerimizin bereketlenip ardımızdan dua okuyup hayır defterlerimizdeki hayırların artmasına vesile olması için… Yaşadığımız yerlerin bereketlenip huzur ve sükûn yurduna dönmesi için… Toplumun bereketlenip huzur ve hayır toplumuna dönüşmesi için… Dünyamızın bereketlenip selam yurdu haline gelmesi için… Evet, tüm bu güzelliklerin olması için vahiyle irtibatlı olmak vahiyle buluşmak, vahiyle beslenmek, vahiyle yaşamak gerekir. Dış görünüş itibarıyla zorlu ve meşakkatli de olsa, iki dünya mutluluğu için, ebedî saadet için bu kaçınılmazdır. Alıcısını vahye çeviren, hep vahiyle olan, vahiyle beslenen, hayatını vahiy atmosferleri içerisinde yaşayan, gönül erlerine selam olsun!

Dipnot 12345678910111213141516171819-

İbn Kesîr, Tefsir, II, 298. İsfehânî, el-Müfredât, s, 620. 8Enfal 24. İbn Kesîr, Tefsir, II, 298. 8 Enfal 2. 39 Zümer 23. 50 Kaf 37. 22 Hac 46. 2 Bakara 74. 7 Araf 179. 47 Muhammed 24. 20 Taha 11-14. 27 Neml 8-9. İbnü’l-Cevzî, Zâdü’l-Mesîr, VI, 218. Kuşeyrî, Letâifü’l-İşârât, III, 65. 44 Dühan 3. Kurtubî, el-Câmi’, XIII, 158. Kuşeyrî, Letâifü’l-İşârât, III, 65. İbnü’l-Cevzî, Zâdü’l-Mesîr, VI, 155; Kurtubî, el-Câmi’, XIII, 158. 20- 53 Necm 4-18.

Somuncu Baba

Yakarış Alev teni yakarken susar saba yelleri Gönül bahçelerinin solar iri gülleri Kesilir o esnada yürekçiğin telleri Toprak günahkâr teni nasıl da yer ya Rabbi!... Settarsın sen, setr eyle, rüsva etme âleme Mecalsiz bedenimi sürükleme eleme Hâlimi arzetmeye yetmez hiçbir kelime Hakikat atlasını önüme ser ya Rabbi!... Zamanın ötesine uzanır gider mezar Yaralı vicdanlara eyler Resul’üm nazar!... Kitabenin üstünde ‘meçhul bir ölü’ yazar Nübüvvet çerağından muhabbet der ya Rabbi!... İslâmiyet’te huzur, yalnız Hakk’ta emniyet Kader kısmette yoksa işe yaramaz niyet Ruhum kapında köle, bedenim cana diyet Damarımda akan kan, gözümde fer ya Rabbi!... Hayat herkese şifa, bize zehir olsa da Kırağı çalmış gibi güllerimiz solsa da Karanîler misali gözümüz yaş dolsa da Bu dünya yaşanmaya elbet değer ya Rabbi!... Şirazeden çıkmadan bir çıra yak kuluna Ruhlar cadı kazanı, canlar kurban yoluna Ten toprağı öpünce, kula şefkat oluna Servilerin altında gölgelik ver ya Rabbi!... M. Nihat MALKOÇ

Fotoğraf: Serkan ÖZTÜRK

Ağustos / 2007

13

İlim ve Hayat

Prof. Dr. Ramazan ALTINTAŞ

Öfkenin Dayanılmaz Hafifliği

“Allah’ın halîm isminden insanlar hisse almalıdırlar. Yumuşaklık anlamına gelen hilm, insanların iyi hasletlerinin en güzellerinden olmalıdır. Hilm aynı zamanda akıl anlamına da gelir. Gündelik hayatta insan, pişman olacağı bir iş yaptığı zaman kendi kendine ‘ne akılsız iş yaptık?’, ‘aklımıza mukayyet olamadık’ gibi serzenişlerde bulunur.“ 14

İ

slâm öncesi dönemde cehalet, bilginin değil, hilmin zıddı olarak kullanılıyordu. Cehil bu anlamda duy-

gu ve hırslarına yenilip, öfke seline kendisini kaptırıp

giden kimsenin ruh halini yansıtır. Böyle bir duygu taşıyan kimse, öfkesini iyi yönetemez, kendisini kontrol edemez. En ufak bir kızgınlık anında iradesini kaybedip hemen parlar. Kontrolsüz bir ihtirasla öfkesine kapılır, düşünmeden ileri atılır ve neticede sorumsuzca yaptığı eylemlerden dolayı sonu pişmanlığa varan davranışlar ortaya koyar. Cehlin zıddı olan hilm sözcüğünün anlamı, öfke anında kişinin gücü yetmekle birlikte heyecanını kontrol etmek suretiyle muhatabına yönelik intikam duygusundan vazgeçmesidir. Dolayısıyla hilm, cehil patlamasını dizginleyebilen insanın ahlakıdır. Böyle bir kimse, duygularını frenlemesini, kör ihtiraslarını yenmesini, ne olursa olsun sinirlenmeyip soğukkanlı bir şekilde sakin olarak hareket etmesini bilir. Çünkü “öfkeyle kalkan zararla oturur.” Toplumsal hayatta insanın başına ne gelirse kendisini kontrol edemediği, öfkesini iyi yönetemediği için gelir. el-Halîm, aynı zamanda Allah’ın en güzel isimlerinden birisidir. İmam-ı Gazâlî’nin özgün yorumuyla; kendisine isyan edenleri ve emirlerine muhalefet edenleri gördüğü halde öfkesine kapılıp da hemen Somuncu Baba

cezalandırmayan Allah’ın bir

lisi olarak günahkârlara belki

ve kendisini Allah’a vermiş bir

ahlâkıdır. Kur’an’ı Kerim’de güç

dönerler diye süre tanımakta,

kimsedir.” (Hud 11/75). Yine:

ve kudret sahibi olan Rabbimi-

azap verme konusunda acele

“Biz de O’na hilm sahibi bir oğul

zin isyan eden kullarını hemen

etmemektedir. O’nun yasası-

müjdeledik” (es-Saffât 37/101)

cezalandırmayıp belki dönerler

nın gereği, süre geldiği zaman

buyrularak Hz. İsmail Peygam-

diye mühlet vermesiyle ilgili

herkesin iyi ya da kötü davra-

ber’e dikkatler çekilmektedir.

bir ayet şöyledir: “Allah insan-

nışlarına karşılığı eksiksiz olarak

Dolayısıyla bu ayetler, mü’minin

ları işlediklerine karşılık hemen

verilir.

ahlâki yapısına işaret etmesi ba-

yakalayıverseydi,

yeryüzünde

bir canlı bırakmaması gerekirdi.

Allah’ın halîm isminden in-

kımından çok anlamlıdır.

sanlar hisse almalıdırlar. Yumu-

Ahlâkî bir değer olan hilm,

şaklık anlamına gelen hilm, in-

sosyal ilişkilerde ortaya çıkar.

sanların iyi hasletlerinin en gü-

İnsanın kendi kendisine hilm

zellerinden olmalıdır. Hilm aynı

sahibi olması çok fazla bir an-

Anlayabildiğimiz kadarıyla bu

zamanda akıl anlamına da gelir.

lam ifade etmez. Bu sebeple

ayette Allah’ın kullarına karşı

Gündelik hayatta insan, pişman

sorumluluk

hilmi ve rahmeti açıklanmak-

olacağı bir iş yaptığı zaman ken-

insanlar, kendilerine yönelik

tadır. Eğer Allah günahlarından

di kendine ‘ne akılsız iş yaptık?’,

en olumsuz eleştirilerde tepki

dolayı hemen onları yakalayı-

‘aklımıza mukayyet olamadık’ gibi

ortaya koyarken ölçülü olmayı

verseydi yeryüzünde insan da

serzenişlerde bulunur. Kur’an’da

gözden ırak tutmamaları gere-

dâhil hiçbir canlı nesli kalmazdı.

‘halîm’, peygamberlerin bir özel-

kir. Hemen heyecana kapılıp,

İlahî rahmeti ve lütfü bağlamın-

liği olarak da anlatılır: “Doğrusu

kırıcı ve dökücü sert tepkilerde

da el-Halîm isminin bir tecel-

İbrahim çok içli, yumuşak huylu

bulunmak yerine, muhatabını

Ama onları belli bir süreye kadar erteler. Süreleri gelince gereğini yapar. Doğrusu Allah kullarını görmektedir.” (Fâtır 35/45).

Ağustos / 2007

mevkiinde

olan

15

“Cehlin zıddı olan hilm sözcüğünün anlamı, öfke anında kişinin gücü yetmekle birlikte heyecanını kontrol etmek suretiyle muhatabına yönelik intikam duygusundan vazgeçmesidir. Dolayısıyla hilm, cehil patlamasını dizginleyebilen insanın ahlakıdır. “

16

nefis muhasebesine davet etme

bile affederler”

adına yaptığına pişman edecek

öğretisi müminin ahlâkının nasıl

düzeyde yumuşak bir dil ve

olması gerektiğini beyan eder.

söylem kullanmayı tercih etme-

Zira sosyal barışın sağlanmasın-

lidirler. Çünkü hilm sahibi olan insandan, en ağır ceza vermeye muktedir olmasına rağmen, muhatabını affetme büyüklüğünü göstermek beklenir. Bu bağlamda Hz. Peygamber’in; “asıl güçlü ve kuvvetli kimsenin güreşte rakibini alt eden değil, öfke halinde, kendisini dizginleyen, affeden kimsedir” buyurması hilm sahibi kimsede bulunması gereken ahlâkî tavrı anlatır. Hele hele Müslüman şahsiyetler, gerek konuşmalarında ve gerekse davranışlarında kamu gücünü

(eş-Şûra 42/37)

ilahî

da hilm sahibi insanlara büyük görevler düşmektedir. Özellikle de sorumluluk makamında bulunan insanlar ‘hilm’ sahibi olmayı hayatlarının ayrılmaz bir parçası haline getirmelidirler. Netice olarak söylemek gerekirse, hiç öfkelenmemek ve yumuşak bir söylem sahibi olmak efendilerin adetidir. Şu da unutulmamalıdır ki, elbette hukukunu savunamayacak derecede halim olmak bir rezalettir. Nasıl

kullanarak, muhataplarına karşı

ki cehlin dış görünüşü zulüm ise,

öfke seline kapılıp teennili hare-

hilmin dış görünüşü de vakardır.

ket etmekten uzaklaşmamalıdır-

Vakarsa İslâm ahlâkında övülen

lar. “Onlar öfkelendikleri zaman

meziyetler arasındadır. Somuncu Baba

Deniz Rüzgârla öpüşürken göklere uçmak ister Doymuştur yatağında asırlardır akmaktan Sanırım her zerresi bir perde açmak ister Bıkmaz o an âşıklar denizlere bakmaktan Hangi eldir üstünde gemileri kaldıran Mehtabın nuru ile yıkanır geceleri Nedir deniz göreni hülyalara daldıran Yıldızlar denizleri kıskanır geceleri İstanbul’dan geçerken bahtiyardır denizler Kubbelerin aksini sürükler ötelere Aşıklara hep sonsuz bir diyardır denizler Neler gizler bilinmez, şahittir hem nelere Deniz yanar baharda erguvan ateşiyle Gurub vakti göklerle paylaşır kızıllığı Buluşur mu bilinmez deniz kendi eşiyle Güneşin ardı sıra kim taşır kızıllığı Deniz sonsuz hicranın gönüldeki perdesi Deniz aşkın göz yaşı açan gülün nefesi Deniz duyan ruhların Kaside-i Bürde’si Deniz şair kulların ebediyyet hevesi Ekrem KAFTAN

Ağustos / 2007

17

Tarih

İsmail ÇOLAK

‘Güle’ Hasret Ağlayan Şehir:

KUDÜS “Mübarek Miraç Kandilini idrak ettiğimiz şu kutsal zamanlarda, Kudüs ve Filistin’de süre giden elim hâdiseler, esaret ve zulüm, asırlık geçmişe sahip müzmin yaralarımızın nüksederek kanamasına ve bizi iflah olmaz dert ve kederlere yeniden giriftar ediyor. Kudüs ve Filistin, Müslümanların/ Osmanlı’nın elinden çıktığından beridir, şirretlikte her türlü insanlık dışı muameleye, kan ve gözyaşına maruz kalmaktan ne yazık ki kurtulamadı.”

Fotoğraflar: Fatih ERKOÇOĞLU

18

Somuncu Baba

Peygamberler Şehri Kutsal Kudüs

K

udüs, yeryüzünün en mukaddes şehirlerden biri; “bereketlendirilmiş”, “gökte yapılıp yere indirilmiş”, bir “Peygamberler Şehri”dir. Hz. İsa (a.s.) Kudüs yakınlarındaki Nasıra’da dünyaya gelmiştir. Topraklarına, Hz. Musa’nın (a.s.) mübarek alın teri, Hz. Yakup’un (a.s.) billurdan gözyaşı, Hz. Zekeriya’nın (a.s.) berrak kanı karışmıştır. Ve tabiî ki Miraç’ta, Kâinatın Serveri Hz. Muhammed Mustafa’nın (s.a.v.) aziz nuru ve müstesna ruhaniyâtı ile şereflenmesiyle birlikte makamların en yücesine erişmiştir. Öte yandan, Kudüs merkezli Filistin toprakları, tarih boyunca hak ile bâtılın, hilâl ile haçın/siyonun amansız mücadelesine sahne olmuştur. Hele de Müslümanların/Osmanlı’nın elinden çıktığından beridir, Batılı emperyalistlerin ve Siyonist Yahudilerin zulüm ve esaretine maruz kalmaktan ne yazık ki kurtulamamıştır. Hz. Zekeriya’nın (a.s.) pak vücudunun bir ağaç kovuğunda ikiye bölünmesinin üzerinden asırlar geçti; ancak “Çağdaş Firavun ve Nemrutların” vahşet ve barbarlıkları hâlâ dolu dizgin sürmektedir. Yaşanan yürek dağlayıcı hâdiseler, Müslümanlara dünden bugüne sürekli Asr-ı Saâdet’i, Hz. Ömer’i, Selâhaddin-i Eyyûbî’yi ve nitekim Devlet-i Âli Osman’ı hatırlatmakta ve serenatlara vesile olmaktadır. Zira bütün bu dönemler, üç ilâhî kökenli din mensuplarının barış ve istikrarı Kudüs’te doyasıya teneffüs ettikleri yegâne “altın çağlar”dı. Günümüzde Kudüs, İslâm’ın/Osmanlı’nın huzur ve mer-

Ağustos / 2007

hamet yüklü hoşgörülü iklimini büyük bir hasret ve inkisarla aramaktadır. Günümüzde Filistin meselesinin, Kudüs’te varılacak nihaî bir sulh ile nihayete ereceği artık tüm mahfillerce kabul edilmekte; barış ve adaletin sağlanabilmesi için model arayışlarının odak noktasında en fazla da ‘Osmanlı’nın bulunduğu yüksek sesle dile getirmektedir. Kudüs’ün üç dinin aynı ölçüde kutsal merkezi olduğu dikkate alınırsa; buradaki tüm mukaddes mekân ve mâbetlere hürmet ve özen gösterilirse ve her türlü inanca tam bir hürriyet bah-

şedilirse, ceddimizin dört asır boyunca hâkim kıldığı barış ve istikrar neden yeniden yakalanmasın? Osmanlı’nın ‘Kudüs Mucizesi’ ve Mutlu Asırlar 30 Aralık 1516’da Yavuz Sultan Selim’in, şehrin hâkimiyetini Memlûklulardan devralmasıyla Kudüs, Osmanlı gibi güçlü bir koruyucuya ve saadetinin üçüncü altın dilimine kavuşmuştu. Yavuz Sultan, 1517’de bir ferman yayınlayarak, Hz. Ömer ve Sultan Selâhaddin zamanından beri ge-

çerli olan geniş hoşgörü anlayışına dayanan şartların aynen devam edeceğini bildirmişti. Ancak, Yahudilerin mukaddes topraklara yerleşmesini yasaklamaktan da çekinmemişti. (Aynı tavrı oğlu Kanuni de 1520’deki fermanıyla devam ettirecekti.) Bölgenin tüm nazik dengelerini bilen Osmanlı, birbiriyle sürekli çatışma ve rekabet halindeki Müslim ve gayrimüslim unsurlara eşit mesafede hitap eden, anarşi ve karmaşaya meydan vermeyen, âdil bir arabulucu olarak tüm me-

seleleri çözen ve kendinden sonra hiçbir devletin başaramadığı “kerim devlet rüyası”nı Kudüs ve çevresinde gerçekleştirme kudretini göstermişti. Buraların idaresini ayrı bir ihtimam, hürmet ve hizmet anlayışı çerçevesinde yerine getirmiş ve “Peygamberler Şehrinin” ihtiyaç duyduğu hiçbir şeyi ondan esirgememişti. Mesela, Sultan II. Abdülhamid, Hicaz Demiryolu’nu özellikle Kudüs’ten geçirmiş ve Müslümanların burayla irtibatını kuvvetlendirmişti.

19

ve iç karışıklıklara daha fazla dayanamayan Abdülhamid, 1908’de Meşrutiyeti ikinci kez ilan etmek zorunda kalınca, buna en fazla sevinenlerin başında da Siyonistler gelecekti. Bir komplo ürünü olan “31 Mart Vak’ası” ile Abdülhamid’in hal’ edilmesi ise, Siyonistlerin sanki bayramı olacaktı. Yahudiler, İttihatçıları iş başına getirmek amacıyla sarf ettikleri desteğin semerelerini şimdi tabiî olarak devşirmek arzusundaydılar.

Kudüs’ün, üç semavî dinin mukaddes merkezi olduğunun bilinci ve titizliğiyle hareket eden Osmanlı, buradaki kutsal mekân ve mabetlerin tasarruf ve idaresini, muhtemel kargaşalara mahâl bırakmamak için ayrı bir dikkat ve hassasiyetle ele alıyordu. Misalen, taşıdığı misyon sebebiyle hassas bir konumu bulunan Kamame Kilisesi’nin kullanımını şöyle bir formüle bağlamıştı: Kuzey kapıyı Ermenilere, güney kapıyı Rumlara ve büyük kapıyı da Frenklere tahsis etmişti. Ayrıca, Kudüs’teki dinî meseleler ve anlaşmazlıklar, bizzat sultanlar ve dirayetli idareciler aracılığıyla anında çözülüyor, huzursuzluğa fırsat verilmiyordu. Böylelikle Kudüs, 19. yüzyılın ortalarına kadar Osmanlı sayesinde mutlu bir 401 yıllık dönem geçirecekti. Siyonistlere Direnen Osmanlı ve Hazin Veda Osmanlı, 19. yüzyılın sonlarında canlanmaya başlayan, Filistin’i ele geçirmeyi amaçlayan Siyonistlerin karşısına da heybetle dikilip, Kudüs ve çevresini müdafa etmesini çok iyi bilmişti. Devletin

20

bütün dış borçlarını kapatmaya karşılık, Yahudilere Filistin’de bir miktar toprak verilmesini teklif eden Siyonist lider Theodor Herzl başkanlığındaki heyete, Sultan II. Abdülhamid, Müslümanların izzet ve haysiyetini koruyan şu muazzam sözlerle cevap vermişti: “Bu konuda sakın bir adım daha atmayın. Ülkemin bir çakıl taşını bile satamam. Bu devlet onu kanı pahasına aldı, kanı pahasına yaşattı. Birilerinin gasbetmesine izin vermeksizin kanımız pahasına da koruruz. Hiçbir parçasını veremem. Ne için olursa olsun, biz ölmeden kimse bizi birbirimizden ayıramaz.” Abdülhamid, Yahudilerin Filistin’e girmesini 1882’den itibaren yasaklama yoluna gitmiş ve iktidarı boyunca Siyonistlere göz açtırmamıştı. İşte bu noktada Siyonistler öncelikle, Filistin’deki emellerinin önünde âdeta heykelleşen Sultan Abdülhamid’i devirmeyi, eğer bu yetmezse sonra da Osmanlı Devleti’ni yıkmayı planlamaya hummâlı bir şekilde girişmeye koyulacaklardı. Meydana gelen dış baskı

Nitekim, Dünya Siyonist Teşkilatı başkanı David Wolfsohn İstanbul’a gelerek, Abdülhamid’in koyduğu Filistin’e göç yasağının kaldırılması için İttihatçılar nezdinde girişimlerde bulunmuş ve Sadrazam Hüseyin Hilmi Paşa’dan göç serbestisini koparmıştı. Fakat az bir zaman sonra İttihatçılar, Siyonistlerin gerçek emellerini fark etmiş, Abdülhamid’in göç yasağını Ağustos 1909’da yeniden tatbikata koymuşlardı. Osmanlı’ya dayanarak bir millî vatan kurma fikrinin suya düşmesiyle, yeni planlar geliştirmek mecburiyetinde kalan Siyonistler, sonunda Devlet-i Ali’yi çökertme düşüncesinde karar kılacaklardı. Siyonistler, I. Dünya Harbinde Kudüs ve Filistin’i Osmanlı’dan almak için İngilizlerle büyük bir işbirliğine girişmişlerdi. Sina-Filistin Cephesinde savaşmak üzere Siyonist lider Weizman’ın emriyle Vlademir Jabodinsky’nin organizatörlüğünde, “Kral Askerleri” ismiyle 5000 kişilik 4 alay tesis ederek, İngiliz General Allenby’nin 9 Aralık 1917’de Kudüs’ü zaptında oldukça aktif bir görev üstlenmişlerdi. Nihayet, Osmanlı’nın Cihan Harb’inden mağlup ayrılıp Mondros Ateşkes Antlaşmasıyla fiilen yıkılma sürecine girmesiyle beraber Somuncu Baba

Filistin’de bir İngiliz manda idaresi ihdâs edilecek; bu da Yahudilerin işine yarayacaktı. Şurası muhakkak ki, Osmanlı Abdülhamid’in şahsında, gücünün son raddesine kadar Kudüs ve Filistin’e sahip çıkıp Siyonizm’in tahakkümünü bertaraf etmeye çalışmış; ancak bu kutsal topraklara hazin bir biçimde veda etmeye de mânî olamamıştır. Kudüs’ün düştüğü haberi İstanbul’a ulaştığında aslında devlet gerçek anlamda o vakit târumar olmuştu. Bir Osmanlı subayının aktardığı şu hissiyat, yaşanan hazin dramı anlatmaya yetmektedir: “Filistin’i kaybedecektik. Nasıl dönerdik evlerimize; nasıl bakardık bizi bekleyen analarımızın, bacılarımızın, hanımlarımızın ve çocuklarımızın yüzlerine!.. Mevzilerimizi terk etmiş, ayaklarımızdaki parçalanmış çarıklarımızla geri çekiliyorduk...” Bitmeyen Trajedi: Siyonist Zulüm ve Esaret Osmanlı hâkimiyetinin sona ermesiyle birlikte Kudüs’ün;

İsrail’in kuruluşundan bugüne uzanan süreçte İslâm Tarihi’nin en trajedik serüvenine giriftar olmasının hikayesi de başlamış oluyordu. Osmanlı’nın bıraktığı boşluğu sonuna kadar değerlendiren Siyonistler, İngilizlerin de desteğiyle Filistin’de bir Yahudi Devleti kurabilmek için ne kadar fazla Filistinli katledilirse kâr düşüncesiyle hareket ederek, şu parolayı rehber ediniyorlardı: “Vatansız bir halk için halksız bir vatan!” Avrupa’da soykırıma mâruz kalan Yahudiler, bu defa aynı yöntemle kendileri soykırımın her çeşidini denemekten çekinmemiş ve 1947-1948 arasında 500’den fazla kent, kasaba ve köye kanlı baskınlar tertipleyip haritadan silerek, 950 bin olan Filistinli sayısını 138 bine düşürmeyi becermişlerdi. İsrail’in kuruluşundan Arap-İsrail Savaşı’na değin yurtlarından sürülen Filistinli mültecilerin sayısı 5 milyona ulaşacaktı. Kısacası Filistin, barbarlıkta şirretleşen Siyonistler eliyle, kan gölleriyle dolu koca bir kabristana ve ıssızlığa gömülen talihsiz bir

diyar haline getirilmişti. Ve Filistin’i Müslümandan arındırma çabası, kesintisiz olarak toplu gösterime sunulan birbirinden kanlı katliamlarla devam etmişti: Kral Davut Katliamı, Deir Yasin Katliamı, Saf Saf Köyü Katliamı, Kibya Köyü Katliamı ve Sabra-Şatila Katliamı... İsrail’in bildik terörist taktik ve usûlleri, şiddeti ve toplu kıyım ölçeği daha da büyümüş bir vaziyette bugün de Filistin topraklarını kana ve soykırıma boğmayı son sürat sürdürmektedir. Yüz binlerce Filistinlinin hayatı ve geleceği, tüm insanlığın kahredici duyarsızlığı sayesinde, vahşet ve azgınlıkta sınır tanımayan Yahudiler eliyle, rutin bir şekilde mükerreren kararmaktadır. Hıristiyanlar bahis konusu olunca hümanizm edebiyatı adına kıyametler kopartan sözde çağdaş Batı (ABD) her zamanki alışkanlığıyla, sağır sultan kesilmeyi tercih etmektedir. İslâm Dünyası’nın göbeğindeki bu zulüm odağı ve insanlık ayıbının temizlenmemesi, medenî dünyanın ve bu arada bütün Müslümanların sırtındaki ağır bir vebaldir. Zâlimin zulmü yanına kâr kaldıkça, insanlığın bindiği dalı keserek, kendi sonunu hazırlamaya bir adım daha yaklaştığı ve dünyanın kıyametlerinden birinin de Kudüs’te saklı olduğu asla hatırdan çıkarılmamalıdır.

Kaynakça Asaf Hüseyin, Batının İslâmla Kavgası, Türkçesi: M. Karaşahan, İstanbul, 1991; Zekeriya Kurşun, Türk-Arap İlişkileri, İstanbul, 1992; Yavuz Ercan, Kudüs Ermeni Patrikhanesi, Ankara, 1988; Süleyman Kocabaş, Tarihimizde Komplolar, İstanbul, 1997; Mim Kemal Öke, Siyonizm ve Filistin Sorunu, İstanbul, 1982; İsmail Çolak, Doğu-Batı Kavşağında Osmanlı, İstanbul, 2004; Modern Zamanlarda Osmanlı’yı Aramak, İstanbul, 2005, Lamure Yay.; Abdülhamid’i Yeniden Keşfetmek, İstanbul, 2007, Akis Kitap.

Ağustos / 2007

21

Hulûsi Kalb’den

Hat: Abdülkadir Şükri Efendi SÜ-SSM Hat Koleksiyonu

Prof. Dr. Mehmet AKKUŞ

Takdire Rıza Gerekir “İnsan için sevinç de vardır hüzün de. Bolluk da vardır darlık da. Kolaylık olduğu gibi, sıkıntılar ve meşakkatler de olur insan hayatında.”

22

Somuncu Baba

Â

lemlerin Rabbi olan Cenâb-ı Hak bütün varlıklara hayat verip, onların bütün ihtiyaçlarını da takdir etmiştir. Yoktan var eden, rızık verip, besleyip büyüten, her canlıya ömür takdir eden de O’dur. Canlılar içinde “ahsen-i takvim” olarak yaratıldığı için diğer bütün varlıklar insanın emrine âmâde kılınmıştır. Her canlı, insanın bir ihtiyacını karşılamak üzere yaratılmıştır. Onların ahirette hesabı yoktur. Bu dünya hayatı bittikten sonra yaptıklarından hesaba çekilecek olanlar insanlardır. Bu bakımdan insan kendisine hizmet için, bir ihtiyacının giderilmesi için yaratılan varlıkları kullanmada, kendisini en mükemmel varlık olarak yaratan Rabbine kulluk yapmada, O’nun emir ve nehiylerini yerine getirmede sorumlulukları vardır.

İnsanın ömrü hep aynı düzeyde gitmez. Herkesin hayatta elde ettiği imkânlar aynı seviyede olmaz. Yaşadığı ortamlardaki hayat tarzı aynı rahatlıkta sürmez. Hatta bir ömür içindeki günler, haftalar, yıllar birbirine uymaz. Çocukluk, gençlik, yaşlılık yılları hep aynı huzur veya sıkıntı içinde geçmez. Bir atasözünde de ifade edildiği gibi, “insan için hayatın bir günü lehte bir günü aleyhte”’dir. İnsan için sevinç de vardır hüzün de. Bolluk da vardır darlık da. Kolaylık olduğu gibi, sıkıntılar ve meşakkatler de olur insan hayatında. İnsan elinde bol bol nimetler, vücudunda sağlık ve âfiyet, âilesinde huzur ve mutluluk varken bunlara karşı şükrünü eda edebilmelidir. Başı dara düştüğü, musibet ve belalara uğradığı; vücuduna bir hastalık bulaştığı, malını mülkünü ve hatta en yakınlarını yitirdiği zaman da sabretmesini bilmeli, bütün bunları takdir edenin Allah Teâlâ olduğunu unutmamalıdır. Böyle durumlarda şairin şu sözünü, Hoştur bana Senden gelen Ya gonca gül yahut diken Ya hil’at u yahut diken Lutfun da hoş kahrın da hoş diyebilmelidir. Ya da İbrahim Hakkî-i Erzurumî’nin, Mevlam görelim neyler Neylerse güzel eyler dediği gibi takdire rızâ göstermelidir. Hulûsî Efendi de yukarıda ifade ettiğimiz hususları bu gazelinde pek güzel dile getirmiştir. Kazâ ve kadere olan teslimiyetini gayet hoş bir şekilde beyan eylemiştir. Ona göre her şeyin sahibi Allah’tan geldiği için her türlü hükme razı olmak gerekir. Çünkü seven sevdiğinin emirlerine boyun eğmelidir. Nitekim bülbülün gülün dikenine katlanması bundandır. Bu dünyada âşıkın Ağustos / 2007

sevgilisinden gelen can yakıcı bakışlar, hattâ ok gibi olan kirpiklerinin gönülde açtığı yaralara rıza gösteriyorsa, hikmet-i ilâhîyi de öyle algılamak gerekir. Şairimiz 4. beyitte seher vaktinde yapılan ilticâlara da temas ederek, bunların Allah indinde daha makbul olduğunu ifade eder. Hayır ve şerrin hakiki dost olan Allah Teâlâ’dan olduğunu, onun Rasûlünün getirdiği bütün hükümlere tâbi olmanın gerekliliğini de son iki beyitte ifade etmiştir. Gazelin Metni: 1. Her ibtilâya dil verip dil-dârdan geldi deyü Her bir kazâya râzıyız ol yârdan geldi deyü 2. Her tîr ü hâra sînemiz bülbül gibi etdik hedef Her ne gelirse kâiliz gül-zârdan geldi deyü 3. Müjgân oku tâ-be-seher atmışdı dost cângâhına Bağrıma basdım gamzesi hûn-hârdan geldi deyü 4. Saldım sabâ ile selâm dil-dâr iline dün gece Etmiş kabûl kılmış atâ bîmârdan geldi deyü 5. Her neyler ise yârimiz eyler bize ağyâr yok Ölsek dahi gam çekmeyiz o yârdan geldi deyü 6. Zülfün senindir ey perî îmânımız ikrârımız Uyduk sana kim Ahmed-i muhtârdan geldi deyü Gazelin Açıklaması: 1. Biz gönlümüzün sahibinden geldi diye başımıza gelen her türlü belâya sabreder, kabulleniriz. Gerçek dost olduğu için de O’nun her hükmüne boyun eğeriz. 2. Nasıl bülbülün göğsü en çok sevdiği gülün dikenlerine, oklarına hedef ise, biz de o gül bahçesinin de sâhibi olan Allah’ın her türlü hükmüne rızâ gösteririz. 3. O sevgilinin nazarından gelen oklar sabaha kadar gönlümüze atılmıştı. Bütün gelen bu okları O’ndan geldi diye hepsini bağrıma bastım. 4. Ben dün gece sabâ rüzgarıyla gönlümün sahibine selam yolladım. O da bu selam benim hasta kulumdan geldi diye selamımı kabul etmiş ve bana çeşitli ikramlarda, ihsanlarda bulunmuştur. 5. Bize ne gelirse hep hakiki dostumuz olan Allah’tan gelir. Bizim O’ndan başka yârimiz yok. Bundan dolayı ölsek de gam çekmeyiz. Çünkü ölüm de O’nun emridir. 6. Ey sevgili! Bizim imanımız da ikrarımız da hep sanadır. Bize bu hakikatleri getiren Peygamberimiz öğretti. O ne hüküm getirmişse biz onların hepsine uyar, onun her istediğine tabi oluruz.

23

Gezi Günlüğü Resul KESENCELİ

Ürdün’de Türk Bayrağı “Türk Bayrağının kaldığımız otelde dalgalanmasını istedik. Şunu da biliyorduk ki daha önce Türk kafilelerinin gelmesine rağmen bayrağımız asılmamıştı. Ben o gece heyecanlandım ve sabahı zor yaptım, şafak vaktinde odamdan baktığımda Türk Bayrağı dalgalanıyordu.”

24

Somuncu Baba

İ

stanbul’dan 25.05.2007 saat bulunan 80 sandalyenin % l0’u 15.25 de Ürdün’ün başken- Hıristiyanları temsil etmektedir. ti Amman’a doğru havalandık. Nüfus oranına göre oldukça fazKafilemizde hep birlikte yapı- la bir orandır. Ürdün’ün önemli lacak olan bu seyahatten do- ekonomik kaynakları ve şirketlayı ayrı bir mutluluk ve huzur leri Hıristiyanların elindedir. Ürvardı. Gökyüzünde geçen iki dün’de çok net bir şekilde İngiliz saatlik bir zaman içerisinde Al- sömürgesinin izleri görülmekte, lah’ın kudretinin büyüklüğünü halk üzerinde çok fazla tesirlebir kez daha gördük, gökyü- rinin olduğu hissedilmektedir. zünün o muhteşem yaratılışını Amman sokaklarını gezerken seyrederken kendi acizliğimizin Arapça olarak sorduğumuz sofarkına vardık. Saat 17.45’de rulara İngilizce aldığımız cevapAmman Hava Limanına indik. Yapılan işlemlerden sonra Amman’da küçük bir tura çıktık. Ürdün Haşimi Krallığı olarak anılan bu topraklar Meşruti-Monarşi şekliyle yönetilmektedir. Yani başta bir kral ve meclis bulunmaktadır. Ürdün Meclisi 80 milletvekilinden oluşmakta Mecliste Ayan Meclisi (Kralın atadıkları) ve Mebusan Meclisi (Halkın seçtikleri) bulunmaktadır. Fakat kralın ciddi bir hakimiyetinin olduFotoğraf: Bekir AYDOĞAN ğu gözlenmektedir. Ülkenin yüzölçümü 90.740 km2 dir. Nüfusu 5.5 milyondur. Bu nüfusun ların bizi çok şaşırttığını söyleye2 milyonu Amman şehrinde ya- biliriz. İngiliz dilinin bu derece şamaktadır. Ülkenin etnik yapı- Ürdün halkının içerisine girmesi müthiş bir İngiliz emperyalizsı Arap, Çerkez ve Türklerden minin olduğunu göstermekteoluşmaktadır. Dini yapısı % 90 dir. Gelen yabancı turistlerin Sünni Müslüman % 6 Hıristiyan diğer bölüm ise Şii ve Dürzîler- ise % 90’ının İngiliz olması hâlâ burada İngiliz etkisinin çok olden oluşmaktadır. Son yıllarda Selefilik akımının çok ciddi et- duğunu göstermektedir. Ayrıca dükkânların üzerinde İngilizce kileri görülmektedir. Mecliste

Ağustos / 2007

isimlerin bulunması, gençlerin giydiği kıyafetlerin üzerinde İngiliz amblemleri ile İngilizce kelime ve deyimlerin olması hâlâ sömürge niteliğinde kaldıklarını ispatlamaktadır. Müslüman halkın ise fakir olduğu ve basit işlerde çalıştırıldığı aşikârdır. Bizim Amman’a ayak bastığımız gün İngilizlerin bu bölgeden çekildiği gündü ve Amman Kurtuluş Bayramı kutlamaları yapılıyordu. İngilizlerin 1946 yılında buradan çekilmelerine rağmen izlerinden hiçbir eksilme olmaması bizleri çok şaşırttı. Şunu gördük ki İngilizler çekilmesine rağmen bu topraklardan vazgeçmiyorlar ve tüm etkinliklerini devam ettiriyorlar. Hatta geldiğimizde havai fişek gösterileri ve kutlamalar İngilizlerin buradan gitme sevincini gösterdiği gibi aynı zamanda sanki bizim ÜRDÜN kafilemizin gelme sevinç gösterisini de yansıtmaktaydı. 25 Mayıs Cuma günü saat 18.00 ile 20.00 arası Amman Kalesini gördük. Roma Tiyatrosunu gezdik ve Ömer Cami’ne gittik. Bu tarihî camii gezip akşam namazını burada kıldıktan sonra gezimize devam ettik. Meşhur bir künefecide künefe yedikten sonra Radisson Ote-

25

Fotoğraf: İmam Usta

line gelerek yerleştik. Otelin önünde 10 kadar bayrak vardı ve bunların arasında Türk Bayrağı yoktu. Tüm kafile ve Vakıf Mütevelli Heyet Başkanımız bu duruma üzüldüler, hatta bayrakların bulunduğu bu sahayı gezdi ve hemen Yaşar Özkan’ı çağırarak bu durum niçin böyle? Niye Türk Bayrağı yok, diye sordu. Hemen arkadaşlar otel yönetimiyle görüşmeye geçerken Türk Bayrağının kaldığımız otelde dalgalanmasını istedik. Şunu da biliyorduk ki daha önce Türk kafilelerinin gelmesine rağmen bayrağımız asılmamıştı. Ben o gece heyecanlandım ve sabahı zor yaptım şafak vaktinde odamdan baktığımda Türk Bayrağı dalgalanıyordu. Bu bizlere büyük bir huzur ve güven verdi. Vakıf Mütevelli

26

Hicaz Demiryolu Tren İstasyonu

Heyet Başkanımız ise “Bayrağımızı asmışlar bayrakların asıldığı bölgeyi bir ziyaret edelim” dedi ve tüm kafile Türk Bayrağının olduğu sahayı ziyaret ederken memnun ve mesrurdu, gözlerinden mutluluklar okunuyordu. Biz otelden ayrılana kadar Türk Bayrağı dalgalanmaya devam etti. 25 Mayıs 2007 Cumartesi Erken saatlerdeki kahvaltıdan sonra Amman’daki Ashab-ı Kehf mağarasını ziyaret ettik. Ama bu mağara Kehf süresindeki tanıma uymuyordu. Vakıf Mütevelli Heyet Başkanımız Ashab-ı Kehf Afşin’de değil mi, diye sordu ve bizler de rehbere şu soruyu yönelttik: Yedi Uyurlar uyandıklarında aralarından birini ekmek almaya gönderdiler, demek ki

mağarada su vardı fakat burada yok, dediğimizde sessiz kalındı. Afşin’de hâlâ hem su vardı hem de Kehf suresindeki tanıma uymaktaydı. Fakat dünya teolojisinde Ashab-ı Kehf o kadar önemli bir yer tutar ki tüm coğrafyalar ve insanlar sahip çıkmak istediklerinden dolayı şu anda dünyanın 34 yerinde var olduğu iddia edilmekte fakat gerçeğin Afşin bölgesindeki mağara olduğu bilinmekte ve kabullenilmektedir. Buradan hareketle Katrana Osmanlı Polis karakoluna gittik. Burası daha önceleri Roma medeniyeti tarafından yapılmış yer iken İslâm medeniyetlerinin fethiyle özellikle Osmanlının gelmesiyle (1517 Yavuz Sultan Selim) yeniden restore edilmiş ve ileri karakol görevi görmüştür. Güvenlik açısından önemli bir Somuncu Baba

stratejik yerde bulunmaktadır. Hemen yan tarafında ise 40x50 m. ebatlarında genişçe bir su havuzu (2000 metre karelik) bulunmaktadır. Etrafı tel örgütlerle çevrilmiştir. Bu havuz yaklaşık 10.000 ton su almaktadır. Çevrede yaşayanların su ihtiyacını karşıladığı gibi Osmanlı Hac kafilelerinin su ihtiyacının giderildiği çok mükemmel bir havuzdur. Ayrıca Hicaz Demiryolunun buradan geçmesi sebebiyle lokomotiflerin su ihtiyacının da karşılandığı bu saha asırlarca insanlığa hizmet etmiştir. Fakat şu anda terkedilmiş, metruk, harap halde bulunmaktadır. Bu karakolun tüm odalarını adım adım gezerek ve çevresindeki su havuzunun başına giderek ziyarette bulundu. Buralara ise tekrar bir Osmanlı elinin değmesi za-

Fotoğraf: Hüsamettin ATEŞ

Ağustos / 2007

rureti ise apaçık bir şekilde görülmektedir. Hemen arkasından ise Katrana Tren istasyonunun ziyaretinde bulunduk. Burası Hicaz Demiryolunun istasyonlarından birisidir. Hicaz Demiryolu Şam Valisi İzzet Paşa tarafından projelendirilmiş II. Abdülhamit tarafından onaylanmış bir projedir. Hatta ilk ödeneği Hazine-i Hassa’dan yapılmıştır. Hiçbir şekilde dış borç alınmadan yapılan Hicaz Demiryolu 4 milyon Osmanlı altınına mal olmuştur. İstanbul’dan Hicaz’a 6 aylık olan bu mesafe, bu yolun yapılması ile 5 güne düşmüştür. Bu, tüm İslâm dünyası için müthiş bir durumdur. Yolun bu kadar kısalması, tüm sahalarla irtibatın kurulması, Osmanlının merkezî yapısının güçlenmesi Avrupa’yı akıl almaz ölçüde rahatsız et-

miştir. 1900’de başlayan inşaat 1908’de her yönüyle tamamlanmıştır. İstasyonu gezdiğimiz sırada bizleri gören çocuklar büyük sevinç gösterileriyle yanımıza geldiler. Ve orda olduğumuzdan dolayı memnuniyetlerini ifade ettiler. Vakıf Mütevelli Heyet Başkanımız rayların gömülü bulunduğu toprakları hafif kazdırarak rayları yıkattırdı. Temizlenen rayların hemen yan tarafında Osmanlıca şu ibare yazılıydı: “Hadim-i Haremeyn-i Şerefeyn Sultan Abdülhamit Han binasrihi” hemen bu bölümlerin fotoğrafları çekildi. Ecdadımızın ne müthiş hizmetler taşıdığını bir kez daha müşahede etmiş olduk. Büyüklerimiz bizlere bir kez daha ecdadımızın gerçek niteliğini göstermiş oldular. Gezdiğimiz istasyon yaklaşık 1500 m.

Hicaz Demiryolu Rayı

27

uzunluğundaydı ve istasyonun içerisinde o dönemden kalma köprü yıkıntıları istif edilmiş durumdaydı. Ecdadın bu eseri de metruk ve harap haldeydi. Buraların mutlaka restore edilmesi gereklidir ve bu coğrafyanın İngiliz emperyalizminden kurtarılması zorunludur. Çünkü şunu da biliyoruz ki müstemlekeci İngilizler ara ara bu muhteşem demiryolunu tahrip etmişler ve kullanılamaz hale getirerek bölge halkına Osmanlı’yı unutturmayı amaçlamıştır. Bizler ise bunları tekrar canlandırmalı ve İngiliz etkisini silmek için çalışmalar yapmalıyız. Bu doğrultudaki hareket ecdadımızın ruhunu rahatlatacaktır. Sonra Mute’ye doğru yola çıktık. Bu bölge İslâm ordularının Bizans İmparatorluğu ile

Fotoğraf: Bekir AYDOĞAN

28

savaştıkları ilk toprak parçasıydı. Hz. Peygamber (s.a.v) tüm dünyaya İslâm tebliğcileri gönderiyordu. Bizans İmparatoru Herakliuss’a da tebliğci olarak Umeyr bin Haris’i göndermişti. Davet mektubuyla giden bu büyük sahabe Bizans ittifakı olan Gassanilerce şehit edilmişti. Bunun üzerine Hz. Peygamber bu bölgeye bir İslâm ordusu gönderdi. Orduyu gönderirken de: “Komutanınız Zeyd bin Harise’dir şayet şehit olursa yerine Cafer bin Ebu Talib geçecektir. O da şehit olursa yerine Abdullah bin Revaha geçecektir. O da şehit olursa aranızdan birini komutan olarak seçin.” buyurdu. İşte şu anda ziyaretine gideceğimiz yer İslâm ordusunun Bizans’la savaştığı mekândır. Mute’ye ulaştığımızda ilk olarak savaşın geçtiği yere geldik,

Emeviler savaşın yapıldığı alanın kaybolmaması için bir cami inşa etmişler fakat cami harabe halde bulunmaktadır. Bu mekânda üç büyük sahabe için bir taş anıt dikilmiş ve çevresine kitabeler yazılmıştır. Bu kitabelerde savaş ve sahabeler hakkında bilgiler bulunmaktadır. Bu savaşın İslâm tarihinde çok önemli bir yeri vardır. Vakıf Mütevelli Heyet Başkanımız defalarca bu savaştan bahsetmiş bizlerin örnek almamız gerektiğini belirtmişlerdir. İnsanların bile bile Allah için ölüme gitmeleri, kendilerini feda etmeleri ne büyük, ne ulvi makamdır. Savaşı Hz. Peygamber (s.a.v) dakika dakika Medine’de sahabelere anlatmıştır. Savaş başladıktan bir müddet sonra Zeyd bin Harise şehit olmuştur. Yeri-

Mute Savaşınını Yapıldığı Yer ve Sahabe Kabirleri

Somuncu Baba

Fotoğraf: Cemalettin AKGÜL

ne Cafer bin Ebu Talib geçmiş, önce sağ, sonra sol kolunu kaybetmiştir. Peygamberimizin sancağını yere düşürmemek için vücuduyla sancağa sarılmış fakat o da şehit olmuştur. Peygamberimiz onun için “Meleklerle birlikte iki kanadıyla Cennete uçmaktadır.” ifadesini kullanmış, bundan sonra da kendisi Caferü’l Tayyar (iki kanatlı) olarak adlandırılmıştır. Ayrıca şu duayı yapmıştır. “Yarabbi Cafer en güzel şekliyle sana geldi. Onun nesebine en güzel zürriyetler ver.” Sonra yerine Abdullah bin Revaha geçmiş ve o da şehit olmuştur. Peygamberimiz bu üç sahabe için “Cennette altından tahtlara oturduklarını” söylemiştir. İslâm ordusu hemen sonrasında Halid bin Velid’i komutan seçmiştir. O ise bir savaş dâhisi olması sebebiyle hemen Bizans ordusu içerisine casuslar göndererek Hz. Peygamberden yardım geldiği haberini yaymış ve orduyu da 4 bölüme ayırarak Ağustos / 2007

Mute Savaşında Şehit Düşen Sahabelerin Kitabeleri

iki saatte bir yer değiştirilmesini istemiştir. Savaş sırasında sık sık öndekiler arkaya, arkadakiler öne, sağdakiler sola, soldakiler sağa geçmiş böylece Bizans ordusu yardım geldi zannederek geri çekilmişlerdir. Hz Peygamber (s.a.v) döneminde en çok şehit bu savaşta verilmiştir. Fakat İslâm orduları ortaçağın en güçlü devleti Bizans’a karşı yenilmeden tekrar Medine’ye dönmüştür. Bu mekânda ilk olarak Zeyd bin Harise’nin türbesini ziyaret ettik. Daha sonra hemen sağ bölümde bulunan Cafer bin Ebu Talib’in türbesini ziyaret ettik. Türbelerin yanına yapılan cami ise gerçekten çok güzel ve büyüktü. Gezdiğimiz bu bölümler Amman’ın en güzel en bakımlı en temiz bölümleriydi. Türbelerin içerisinden çok güzel kokular geliyordu. Buralarda çok ayrı bir manevî hava ayrı bir huzur ve güven ortamı vardı.

Kafiledeki pek çok arkadaşımız gözyaşlarını tutamadı. Burada yaşanan çok güzel duygular ve hissiyat çevre temizliği ve düzeni büyüklerin etki sahasının bu coğrafyada devam ettiğini gösteren çok güzel örnektir. Mimari olarak da çok güzel inşa edilmiş olan bu mekânlar için Amman’ın en güzel yerleridir dersek kesinlikle abartmış olmayız. Sonra yaklaşık 200 m. uzakta bulunan Abdullah Bin Revahâ’nın türbesini ziyaret ettik aynı manevî hava ve hissiyatları burada da yaşadık. Burada kuşların türbe camlarına konmaları ve orada kalmaları dikkatimizi çekti. Bu mânâ deryasında yaşamanın hazzını ise bizlerin ve kalemlerimizin anlatmaya gücü yetmiyor, mutlak yaşanması, görerek hissederek yaşanması gerekiyor. Tüm kafile olarak Kardak Kalesine doğru yola çıktığımızda saatler 13.40’ı gösteriyordu.

29

Gezi Günlüğü Doç.Dr. Kadir ÖZKÖSE

Cezayir’de Osmanlı İzleri “Başkent Cezayir hâlen Osmanlı kenti hüviyetinde. Barbaros Hayreddin Paşa’nın ismi ve ruhu ile sirayet ettiği bir şehir. Sahil kenarında yer alan Amirallik binası âdeta bir Osmanlı mührü. Başkent Cezayir, hilali andıran bir körfez kenti konumunda.“

30

Somuncu Baba

Oran Günleri

M

ağrib Araştırmalar Enstitüsü tarafından 02-06 Haziran 2007 tarihleri arasında Cezayir’in Oran kentinde düzenlenen “Osmanlı’nın Mağrib’e Nüfuzu” konulu sempozyum tebliğcilerinde biri olarak Cezayir’de bulundum. Sempozyum özel bir mekânda gerçekleşti. Santa Cruz Kalesi. Santa Cruz Kalesi, Mars elKebir isimli askerî limanın hemen yanı başında yükselen bir kale. Yakın zamana kadar turizme açıkmış. Şehre hâkim noktada bulunması, deniz manzarası, eski yerleşim merkezlerini eteklerinde barındırması, kale surları yanında yer alan kadim büyük kilisesi, kilisenin tepesinde büyük bir Meryem Ana heykelinin yer alması ile otantik bir merkez. Osmanlı’nın 1792 yılında İspanyollardan aldıkları son kale. Kalenin ele geçirilişi zorlu bir mücadele sonucunda olmuş. Sahil kenarındaki Mars el-Kebir’e otağını kuran Osmanlı Paşası, yoğun çaba ve ısrar sonucu hâkimiyetini gerçekleştirmiştir. Kalenin surları oldukça sağlam, içerisi karargâh hüviyetinde ve oldukça geniş bir yapıdadır. Cezayir’in önemli kentlerinden biri olan Oran’ın şehir merkezi, 1 Kasım Meydanıdır. Cezayir’in milli kahramanı Emir Abdülkadir Cezâirî’nin heykeli ile Belediye Başkanlığı ve Opera binasını barındıran bir noktadır. Şehir meydanının hemen altında Osmanlı Beylerine ait Muhammed Bey Camii ve Bey Sarayı yer almaktadır. Osmanlı mimarisini yansıtan camii ile Osmanlı idare Ağustos / 2007

merkezi işlevini gören saray asliyetini hâlen muhafaza etmektedir. Ziyaret ettiğim bir diğer Osmanlı yadigârı Mescid-i Bey Muhammed Kebir’di. Burası 1798 tarihinde inşa edilmiş bir Osmanlı camisidir. İçeride bulunan on kişilik gurupla tanışıyorum. Türk olduğumu öğrenince iştiyak duyuyor ve bana yakınlık göstermeye çalışıyorlar. İlahiyatçı kişiliğimi öğrendikten sonra camiinin imamı yatsı vaktinin yaklaştığını ve benden yatsı ezanını okumamı rica ediyor. Ezan okuyup namaz

kılarak huzura gark olduğum bir mekândı burası. Namazdan sonra detaylı bir şekilde inceleme imkânı bulduğum camii, ahşap mimarisi, orijinal tahta ve kapıları ile ziyaret edilmesi ve ülke insanımızın değer verip koruması gereken bir yer hüviyetinde. Osmanlı’nın hâkim olduğu Cezayir kentlerinde, kasaba anlamına gelen Kasbah isimli eski Osmanlı yerleşim yerleri özellikle

ziyaret edilmesi gereken merkezî bölgelerdir. Oran Kasbah’ı içerisinde Muhammed Sağir Bey Camii var. Oran’da bulunduğumuz süre içerisinde gündüz sempozyum programını takip etme zorunluluğumuzdan dolayı şehri ancak akşamleyin gezebiliyordum. Akşam ezanından sonra şehir merkezinden uzaklaşıp çukurdaki karanlık, köhne, terk edilmiş ve daracık sokakların olduğu sahaya girmiş bulunuyorum. Muhammed Bey camiini sorup yerini öğrenmeye çalışırken, her hâlinden sessiz, garip ve işsiz bir

Cezayirli şahsiyet, beni camiye kadar götürebileceğini söylüyor. Gideceği yer o istikamet olmamasına ve geri dönme pahasına da olsa beni candan bir kardeş, kendine emanet edilen bir konuk edasıyla sokakların arasından yirmi dakikalık bir yürüyüşle karanlık ve köhne yerleri geçiriyor. Camiinin önüne varınca ecdadımıza ait emanetinin gölgesinde ve ruhaniyetinde olmanın şevkini

31

Fotoğraf: Kadir ÖZKÖSE

Ebu Medyen Türbesi - Tilemsen

yaşıyorum. Camii farklı cephe-

habbetleri, sohbetleri ve huzurlu

lerden fotoğraflamaya çalışırken,

birliktelikleri ile cemaat camide bir ihtifal havasına bürünmüştü. Türk kıraatına yakın bir üslupla

meraklı takipler, ürkek tavırlar, acıyarak bakan gözlerle mahalle halkının beni adım adım takip ettiğine şahit oluyorum. Camiinin müezzini olduğunu sonradan

yatsı namazını kıldıran imamın tilaveti ile mest oluyor, camiden çıkıyorum. Müezzin bu saatte

ve ince boylu bir şahsiyet, kim

beni buradan tek başına gönderemeyeceklerini, yabancıların

olduğumu, burada ne aradığı-

buraya asla giremediklerini, zira

mı, sormaya başlıyor. Türk ve

çok sayıda yabancının kaçırılıp öldürüldüğünü söylüyor. Cema-

anladığım sakallı, esmer, uzun

Müslüman olduğumu söyleyince heyecanı artıyor, teveccühü fazlalaşıyor ve hayrola diye geliş maksadımı soruyor. Camii ziyaret etmek ve namaz kılmak istediğimi söyleyince, gecenin bu saatinde mi hem de böylesi bir mahalde tek başına mı? Bu ne

atinden iki kişiye beni otelime kadar götürmelerini tembihliyor ve sonunda özel bir araçla otele kadar geliyorum. Tilemsen Günleri

cesaret? diye endişesini hissettiri-

Programdan sonra inceleme, araştırma ve Cezayir’i yakından

yor. Ama hemen hizmetime ram

tanıma maksadıyla on gün daha

olup abdest suyu, terlik ve havlu

kaldım. Bu süre içerisinde gittiğim özel kentlerin başında Tilem-

tedarik ediyorlar, ayakkabılarıma özel poşet getirip ayakkabılarınız kaybolmasın, yanınıza alın diye koruma altına alıyorlar. Ezana daha on dakika var. Ama camii bilhassa gençlerle dopdolu. Mu-

32

sen gelmekteydi. Tilemsen’de görülmeye değer en önemli mekân Mansura. Burası 1299 yılında Tilemsen’i kuşatan Meriniler Sultanı Ebu Yakub Yusuf tarafından yapıl-

mıştır. Zikre değer bir diğer adres Ben-i Biblen mahallesi. Burasının üstü mezar altı ev. Sempozyuma katılan davetlilerle birlikte Lolla Settin denilen hâkim noktaya çıkıyoruz. Burası, havanın açık olduğu günlerde karşıdaki İspanya kıyılarının görülebildiği bir yerdi. Şeftali, kaysı ve kiraz ağaçları ile cennet görünümünü andıran Lolla Settin’de gezinirken, Tilemsen Üniversitesi Rektör Yardımcısı Şerif Zeynelabidin Bey kirazın buraya Endülüs’ten geldiğini, bu bölgenin kirazı ile meşhur olduğunu ve kiraza habbü’l-müluk adı verildiğini söylemektedir. Lolla Settin’den Tilemsen’i kuşbakışı izledikten sonra şehre iniyoruz. Program çerçevesinde Sidi Yakub Müzesini, Sidi İbrahim Camiini, Sidi Bel Hasan Camiini, Şeyh Senusi Camiini, Sidi Halevi Camiini, Ebü’l-Hasan er-Reşidî el-Berkânî türbesini, Camii Kebiri ve en önemlisi de Ebu Medyen Camii, Türbe ve Medresesini ziyareti ediyoruz. Tilemsen’den Vujda yani Fas istikametine doğru 40 km kadar gidip yüksek bir mahalle çıkıyoruz. Dağın zirvesinde yer alan ve su damlacıkları ile oluşan kriter bir mağarayı geziyoruz. Ayn Feza mağaraları denilen bu mağara 700 m. uzunluğunda 48 m derinlikte, 16 derecelik sabit ısıya sahip olan bir mağara. 1956 yılında Fransızların bombardımanına karşı mücahidlerin sığındıkları mağara olmuş. Fransızlar mücahidlerin buraya sığındıkları istihbaratı alınca mağarayı bombalamışlar, çöken mahalde felaketin boyutları rahatlıkla görülebilmekte. Somuncu Baba

Müstaganem Günleri Bir diğer Osmanlı kenti Mustaganem. Mustaganem kenti aynı zamanda Aleviyye Tarikatına ait merkez zaviyenin bulunduğu bir şehir. Aleviyye Zaviyesi, anaokulları, ilköğretimi, Kur’an eğitim merkezleri, camisi, aşevi, toplantı salonları, zikir salonu, kütüphanesi ve misafirhanesi ile modern bir dergâh işlevinde. Mustaganem dört bölgeye ayrılmış durumda. Bunlar; Berberilere, Osmanlılara, Fransızlara ve Cezayirlilere ait semtler olarak belirginleşmekte. Türklerin meskun olduğu yere Tophane ve Ayn Safa adını veriyorlar. Şehirde hâlen Türk ailelerinin mevcut olduğunu ve Kuloğullarının çok fazla bulunduğunu öğreniyorum. Mustaganem’in en kadim eserlerinin başında Cami-i Kebir gelmekte. Merînîler sultanı Ebü’l-Hasan Ali b. Ebî Said Taşfini tarafından 1340 tarihinde bina edilmiş. Oran’ın Fransız işgaline maruz kaldığında Osmanlı’nın elinde kalan son kalelerden biriydi burası. Fakat burası da daha sonra Fransızlar tarafından insafsızca saldırıya maruz kalmış. Mustaganem valisi Mustafa Beyin sarayı Fransızlar tarafından yıkılmış. Türklerden kalma bir de hamam mevcut. Mustaganem’deki Türk şehrinin yedi kapısı var. Cami-i Kebirden çıktıktan sonra büyük bir Sinagogla karşılaşıyoruz. Prof. Adda burasının İspanya’dan sürgün edilen Yahudilere ait olduğunu söylüyor ve Osmanlılar’ın kendilerine kucak açıp buraya yerleştirdiğinden bahsediyor. Ağustos / 2007

Başkent Cezayir Günleri Başkent Cezayir hâlen Osmanlı kenti hüviyetinde. Barbaros Hayreddin Paşa’nın ismi ve ruhu ile sirayet ettiği bir şehir. Sahil kenarında yer alan Amirallik binası âdeta bir Osmanlı mührü. Başkent Cezayir, hilali andıran bir körfez kenti konumunda. Amirallik binası dışında hilalin çevresinde üç ayrı Osmanlı burcu daha bulunmakta. Bunlardan birisi Burc-ı Hay İstanbul. Osmanlının önemli gözetleme kulelerinden biri. Üç kattan müteşekkil. Her katta

dır. Savunma amaçlı kurulmuş bir kale. Hilali andıran körfezin bir ucunda burası diğer ucunda Amirallik binası var. Güzel ve bakımlı yemyeşil bir bahçeye sahipti. Bir diğer burç ise, Bi’r Hadim’deki Burc el-Kiffan. Bulunduğu semt zengin, bakımlı ve seçkin kesimlerin oturduğu yer olmasına rağmen burc ve çevresi mezbelelik, terk edilmiş ve atık maddeler arasında perişan bir halde. Kale kısmen restore edilmiş ama kapalı. Etrafında ayyaş ve serkeşler şişeleri tokuşturuyorlar. Önce bizlere

yaklaşık on oda var. Mutfağın-

hitaben Portekiz misiniz? diye

dan, yatakhanesine, silah am-

seslenen ayyaşlardan biri, fo-

barından, komuta merkezine

toğraf çekemezsiniz, ne işiniz

kadar tam teşekküllü bir karar-

var burada? diyor. Kendilerine

gâh. Kalın surları, katlar arası

Türk olduğumuzu, Türkiye’den

geçişi

merdivenleri,

geldiğimizi söyleyince kendine

sahil kenarındaki özel konumu

çekidüzen veriyor, teveccüh

ile dikkate haiz bir yer ama ta-

gösteriyor ve istediğiniz kadar

mamen mezbelelik, harabeye

fotoğraf çekebilirsiniz, sizler hı-

dönmüş, terk edilmiş bir mahal.

yaru’n-nassınız/insanlığın hayır-

Bir diğer kale, Burc el-Bahrî idi.

lısısınız diyor. Kendisi ile konuş-

Kale Türk adıyla da anılmakta-

maya devam edince bana, kal-

sağlayan

Fotoğraf: Kadir ÖZKÖSE

Osmanlı Kalesi - Müstaganem

33

buke ke’z-zeheb/kalbiniz altın gibi iltifatında bulunuyor. Israrla kendilerini muhatap almamamı söyleyip onlardan uzaklaşmamı söyleyen işadamı Ahmet Beye, “Ahmet Bey, görüyorsun Cezayir’in ayyaşları bile biz Türklere sevdalı!” diyorum. Osmanlı’nın

başşehir

Ce-

zayir’deki en önemli bakiyesi Dayı Sarayıdır. Burası, Topkapı Sarayından sonra büyüklük ve benzerlik

bakımdan

Osman-

lı’nın ikinci değerdeki sarayıdır. Saray restorasyonda, iki yıl sonra açılabileceğini öğreniyor, giremiyoruz. Dayı Sarayı kapısı aynı zamanda Cezayir Kasbah’ının da giriş noktası. Kasbah baştan sona Osmanlı mirası. Ziyaret ettiğimiz Sidi Ebû Abdirrahman Türbesinde rûhânî ve manevî havayı teneffüs ediyoruz. Sey-

Fotoğraf: Kadir ÖZKÖSE

Osmanlı Hanefi Camii - Media

rimize Veli Dede Türbesi, Camii Nefise, Camii Sidi Abdillah,

duğunu gösteren kapı tokmak-

çalışmışlar. Burası, virane, pe-

Camii Sidi Muhammed Şerif ve

ları, evlerin çevresindeki avlula-

rişan ve korkulu mahaller hâli-

Camii Sefir’i ziyaret ederek de-

rı, Osmanlı işareti çınarları, yer

ne gelmiş, mahzun, kederli ve

vam ediyoruz. Amirallik binası-

yer karşımıza çıkan mavi çinileri,

mahiyetini anlayacak simalara

nın hemen yakınında ve sahil

yamaçlara uzanan yükseltileri,

muhtaç bir mahal. Gezdikçe

kenarında yer alan Yeni Camii

birbirine bakmayan, birbirine

her evin bir köşesinde mutlaka

veya Hanefi Camii adıyla da

çok yakın olmalarına rağmen

Osmanlı’ya ait özel bir damga

anılan Yeniçeri Camii, hemen

birinden diğerinin içi görüleme-

taşıyan asırlık mekân olduğunu

yanı başındaki Muvahhidler dö-

yen pencereleri, yer yer serpil-

anlıyoruz. Aşağı iniyor, tekrar

miş mescitleri, köşelerde rastla-

yukarı çıkıyor, sağdan bir soka-

nılan köşe taşları, sadaka taşları,

ğa sapıp ilerliyor, mekik doku-

sükuneti remzeden havası ve

yarak, lâbirenti andıran sokakla-

hâlen sağlamlığı ile dikkat çe-

rı dolaşıyoruz. Birilerini ürküten

Dar sokakları, ikinci katın

ken ahşap dokusu ile Kasbah,

bu sokaklar bizleri ferahlatıyor,

çıkıntısıyla sokağı üstten nere-

tipik bir Anadolu kasabası. Fa-

düşündürüyor ve bir o kadar da

deyse kapatan evleri, işlemeli

kat Fransızlar işgal dönemi ile

kederlendiriyor. Sonunda tek-

kapıları, suyu akmayan, lüleleri

birlikte bilinçli olarak burasını

rar Dayı Sarayı’na varıp Kasbah

sökülmüş çeşmeleri, bir zaman-

terk edilmişliğe maruz bırakmış,

Camii’ni ziyaretten sonra Saray

lar burada canlı bir hayatın ol-

yıkmaya ve çehresini bozmaya

kapısından yukarı çıkıyoruz.

nemi eserlerinden Camii-i Kebir ve biraz ileride yer alan Keçiova Camii huzur atmosferinin önemli adreslerinden bir kaçı.

34

Somuncu Baba

Bûse Ben öyle bir yâre tutulmuşum ki Cümle gülistânın gülünden güzel Kapılmış giderim ruzigârına Şu bâd-ı sabânın yelinden güzel Unuttum çektiğim mihneti, derdi Gelip de gizlice hâneme girdi Tenhada kalınca bir bûse verdi Vallahi ellerin balından güzel Bir hümâ kuşudur hep yüksek uçar Yed’iklim öteye nûrunu saçar Böyle bencileyin canından geçer Bir bâde içenler elinden, güzel... Bengisu misali gönle akarsın Kem nazar eylesen âlem yıkarsın Kölemdir deyince haklı çıkarsın Kemendim, zülfünün telinden, güzel... Ahmet EFE

Ağustos / 2007

35

Edebiyat

Fotoğraf: Fatih DEMİRHAN

Sadık YALSIZUÇANLAR

“Diriyiz Daim, Ölmeyiz…” “Aklı terk eden, İlahî Aşk’ın şarabından içer, onunla sarhoş olur, dolayısıyla sarhoşluktan da kurtulur, zira, o, ilahî sarhoşluğa erişmiştir. İnsanın benliğini terk etmesi halinde kendisinde tecellilerin olacağı, müşahadelere mazhar edileceği, bu durumda da, Allah’a ulaşma yollarının irade ve tedbiri dışında açılacağı söylenir. “

A

nadolu’yu mayalayan büyük bilgelerin ilahî aşk şarabıyla sermest olanı ve melametiyye ahlakının önde geleni Somuncu Baba’ya, Şeyh Hamid-i Veli’ye ait olan bu mısra bize der ki: “Aşıklar ölmez…” Bunu büyük bilge/şair Yunus Emre şöyle dile getirir: “Ölürse tenler ölür/Canlar ölesi değil…” Zira Ekberi irfanın takipçisi

36

Molla Cami’nin deyişiyle, ‘insan candan ibarettir, geri kalan kemiktir, kandır ve kıldır…” Madde çürür, dağılır, çözülür, ölür ama, ona hakikat veren büyük sır asla ölmez, o, Allah’ın Hayy sıfatıyla ebediyen dirilmiştir, bir daha ölmemek üzere canlanmıştır. Şeyh Hamid-i Veli Hazretleri, Osmanlı’ya ruh veren büyük

bilgelerdendir. Bugün Darende’de hâlâ manevî bir çekim merkezi olan kabrindeki mübarek bedeni de Allah bilir çürümemiştir. Zira, O, şiirin girişinde beyan ettiği üzere, ‘uşşak’tandır. Asıl adı Hamid Hamidüddin’dir. Somuncu Baba olarak da bilinen Şeyh Hamid-i Veli Hazretleri, Osmanlı Padişahı Yıldırım Bayezid Han zamanında yaşamıştır. Miladi 1331 tarihinde Kayseri’nin Akçakaya köyünde doğmuştur. Somuncu Baba

A

nadolu’yu manevî fetih için gelen Horasan erenlerinden Şemseddin Musa Kayseri’nin oğludur. Soyu Peygamber Efendimiz (s.a.v)’e ulaşır, 24. kuşaktan torunudur, Seyyittir. Şeyh Hamid-i Veli Hazretleri ilk tahsilini babası Şemseddin Musa Kayserî’den almıştır. Bilge kişiliği olan Şeyh Hamid-i Veli Hazretleri, ilim alanındaki çalışmalarını Şam, Tebriz ve Erdebil’de sürdürmüştür. Alaaddin Erdebili’den ve Bayezid-i Bistami’nin ruhaniyetinden manevî terbiye almıştır. Dinî ve dünyevî ilimlerle ilgili icazet alarak, irşad vazifesi için Anadolu’ya dönmüş Bursa’ya yerleşmiştir. Bursa’da çilehanesinin yanında yaptırdığı ekmek fırınında somun pişirip çarşı pazar dolaşarak “Somunlar Müminler!” nidasıyla insanlara ekmek dağıtmıştır. Bu sebeple Şeyh Hamid-i Veli Hazretleri, Somuncu Baba ve Ekmekçi Koca olarak da tanınmıştır. Zamanın Padişahı Yıldırım Beyazıd Han Niğbolu zaferini kazanınca Allah’a şükür nişanesi olarak Bursa Ulu Camiini yaptırmıştır. Ulu Cami’nin açılış hutbesini Şeyh Hamid-i Veli Hazretleri okumuş, hutbede Fatiha Suresini yedi farklı şekilde yorumlamıştır. Bu olağanüstü hutbeyi dinleyen cemaat Şeyh Hamid-i Veli Hazretlerine büyük bir teveccüh ve tazim göstermiştir. Manevî kişiliği ve bilgelik yönü ortaya çıkan Şeyh Hamid-i Veli Hazretleri şöhretten korktuğu için talebeleriyle birlikte Bursa’dan ayrılarak Aksaray’a gelmiştir. Aksaray’da Hacı Bayramı Veli Hazretlerini dünyaya ve ahirete ait ilimlerde eğiterek yetiştirmiş, irşad vazifesi için Ankara’ya görevlendirmiştir. Şeyh Hamid-i Veli Hazretleri, 1412 (h. 815) tarihinde Darende’de ebedi âleme göç etmiştir. Kabri şerifleri, kendi zamanında halvethane olarak kullanılan, misk ü anber kokulu, şimdiki Şeyh Hamid-i Veli Camii içe-

Ağustos / 2007

risinde olup, estetik yapılı cevizden oyma sanduka ile de kaplıdır. Şeyh Hamid-i Veli Hazretlerinin Yusuf Hakiki ve Halil Taybi adında iki oğlu bilinmektedir. Yusuf Hakiki Aksaray’da kalarak burada vefat etmiştir. Diğer oğlu Halil Taybi ise, hacdan döndükten sonra babası ile birlikte Darende’ye gelerek yerleşmiş ve burada vefat etmiştir. Kabr-i şerifleri Şeyh Hamid-i Veli Hazretlerinin yanındadır. Somuncu Baba, nefes’ine şöyle girer:

Biz ol uşşak-ı serbazız Akıl rüşd bize yar olmaz Mey-i aşk ile sermestiz Bize hergiz humar olmaz Burada ‘akl’ı, rasyonel yetiyi, İlahî hakikat’i bulmak bakımından eksik gören, geleneksel irfani cevhere bir gönderme buluyoruz. Akıl, İbn Arabi’nin dediği gibi, insanı ‘nihai yakine ulaştıramaz.’ Bunun için aklı aşmak, onu terk etmek, onun, bir sınırlama, bağlama, kayıt altına alma olduğunu bilmek, idrak etmek gerekir. Bu bağlam-

da Nasrettin Hoca’nın, ‘bindiği dalı kesmesi’ veya merkebe ters binmesi hatırlanabilir. Merkebe ters binmekle, Hoca, aklın ancak, geride kalanı, olup biteni görebileceğini, geleceği ve olmakta olanın ilerisine geçemeyeceğini, bunun yolunun ancak gönülden geçtiğini ima etmektedir. Keza bindiği dalı kesmek, insanın akıl bağından kurtulması, aşk iklimine kanatlanması anlamına gelmektedir. Prof. Dr. Yalçın Koç’un Anadolu Mayası adlı kitabında belirttiği üzere insan bindiği dalı kesmeden zemine, toprağa inemez. Toprağa inmeyen, ze-

min bulamaz ve toprak üzerinde gerçekleşecek olan yola giremez. Akıl, bağdır. Gerçeği bir esasa bağlamaya, onu sınırlamaya çalışır. Oysa İlahi Hakikat sınırlanamaz, o sonsuz ve mutlaktır. O halde, akıl bağını terk etmek ve kanatlanmak gerekir. Aşk, uçmaktır, hakikat semasına doğru kanatlanmaktır. Şeyh Hamid-i Veli Hazretleri, ‘akıl rüşd bize yar olmaz’ derken, Şeyh Galib’in ifadesiyle, ‘tedbirini terk et, takdir Hüda’nındır’ demek istemektedir. Aklı terk eden, İlahî

37

Aşk’ın şarabından içer, onunla sarhoş olur, dolayısıyla sarhoşluktan da kurtulur, zira, o, ilahî sarhoşluğa erişmiştir. İnsanın benliğini terk etmesi halinde kendisinde tecellilerin olacağı, müşahadelere mazhar edileceği, bu durumda da, Allah’a ulaşma yollarının irade ve tedbiri dışında açılacağı söylenir. Şeyh Hamid-i Veli, tıpkı Hz. Mevlâna gibi, ‘üzüm sarhoşluğu değil benim sarhoşluğum/benim sarhoşluğumun sonu yok’ demektedir.

diği gibi, ‘kendi derdin söyler, gayrı hikayet etmez’ler… Bu nefeste olduğu gibi, onların şiirleri, insan-ı kamil olarak kendi hikayeleridir. Kendi hakikatleri ve sırlarıdır. Zira, Şeyh Hamid-i Veli Hazretleri, ‘yapmayacağınızı ne söylersiniz’ uyarısının ne anlama geldiğini iyi bilir. Sözleri de bir nevi salih amelleridir. Bu mısrada buyurduğu gibi,

de, bizim mekânımızda, hakikatimizde ne ay vardır ne gün. Biz, daima sebat üzere dururuz. Burada yine örtük biçimde ‘sekine(t)’ hakikatine atıf vardır. ‘Sebat üzre durur daim’, aynı zamanda, ‘Göz ne şaştı, ne de başka bir yana baktı’ ayetine de atıf bulmak mümkündür. Pir Sultan Abdal’ın bir dizesi de aynı sırrı söyler : ‘Gözlerim de Şah yolundan ayrılmaz…” Sekine’nin sözlük anlamı, ‘karar, rahat, sakinlik, dinlenme, yerleşme, gönül rahatlığı, kendisine güven, düşmanlarına korku verme’dir. ‘Büyük Huzur’ anlamına gelen ıstılahî yönünü ise doğru yansıtabilmek için Guénon’un bir belirlemesine başvurmak yerinde olacaktır. İslâm Maneviyatı ve Taoculuğa Giriş adlı eserinde Guénon şöyle der:

Fotoğraf: Bekir SARI

İkinci bentte, Diriyiz daim, ölmeyiz Karanularda kalmayız Çürüyüp toprak olmayız Bize leyl ü nehar olmaz derken de, ancak tenlerin öleceğini, canların ebediyen diri kılınmış olduğunu söylemekte ve örtük olarak da, ‘ölmeden evvel ölünüz’ hadisine atıfta bulunmaktadır. Bu durumda insanın ruhunun karanlıklarda kalmayacağı, en-Nur olan Allah’ın ilahî nuruyla ışıyacağını, çevresine de ışıklar saçacağını ifade etmektedir. Böyledir, Şeyh Hamid-i Veli gibi zatlar, Eşrefoğlu Rumi’nin de-

38

Akçakaya

karanlıklarda kalmaz, çürüyüp toprak olmaz onlar. Onların katında ne gece vardır ne gündüz. Onlar ne Doğu’dandır ne de Batı’dan, onlar güneş gibidir, güneş ne Doğuludur ne Batılı. Bizim illerde ay ü gün Sebat üzre durur daim Televvün erişip ona Gehi bedr ü hilal olmaz Bu bent, önceki bendin devamı mahiyetindedir. “Bize leyl ü nehar olmaz” ifadesindeki sırlar bu bentte açılmaktadır. Bizim katımızda, bizim ilimiz-

“Kozmik çarkın merkezine yerleşmiş olan bilge kişi, bu çarkı, görülüp farkedilemez bir biçimde, onun hareketine katılmaksızın, yalnızca varlığıyla hareket ettirir. Onun mutlak ilgisizliği, kendini herşeye egemen kılar, çünkü artık hiçbir şeyle etkilenemez. ‘Mükemmel Sessizlik’e ulaşmıştır. Hayat ve ölüm onun için birdir. Evrenin çökmesi hiçbir şekilde onun telaşlanmasına neden olmaz. İnceden inceye, iç denetim yapa yapa, o değişmez gerçeğe ulaşmış, biricik evrensel ilkeyi tanımayı başarmıştır. Varlıkları alınyazılarına göre serbestçe hareket etmeleri için kendi kendilerine bırakır. Kendisi ise bütün yazgıların merkezinde hareketsiz durur. Bu iç durumun zahirî belirtisi, ‘sarsılmazlık’tır. Zafer uğruna savaş halindeki bir ordunun üzerine tek başına saldırıya geçen bir kahramanın sarsılmazlığı değil elbet, ama gökyüzünden, yeryüzünden ve bütün varlıklarSomuncu Baba

dan üstün olan, kendisinin hiç bağlı olmadığı bir bedende duran, duygularının kendisine sağladığı görüntülerden hiçbirisini gözönünde bulundurmayan, hareketsiz ünitesinde, evrensel bilgisiyle herşeyi bilen ruhun sarsılmazlığıdır bu.” Guénon’un anlattığı bu hikmet, insanlara egemen olan ruh’la ilgilidir. Nitekim, gerçek arif, kendine rağmen hareket etmeme fiili içinde bulunarak gücünü üstlenmemeye özen gösterecek olsa, hiçbir şeye karışmamaktan doğacak zamanlarını, ‘doğal’ eğilimlerini serbestçe akmaya bırakmada kullanırdı. Kuşkusuz kudret, bu bilgenin ellerine düşmüş olmaktır. Organlarını devreye sokmadan, bedeni duyularından yararlanmadan hareketsiz şekilde konumlanmışken, manevî gözle herşeyi görebilecektir. Tefekküre dalmış bir durumda gökgürültüsü gibi herşeyi sarsıp inletecektir. Fizikî gökyüzü, hava, uysalca onun ruhunun hareketlerine uyarlanacaktır. Bütün varlıklar tozun rüzgârı takip ettiği gibi, onun hiçbir şeye karışmama eğilimini izleyecektir. Bu bize örneğin şeylerin, arif ve bilgelerin fiziksel olarak da sürekli aynı konumda ve sessiz bir biçimde oturuşlarını da açıklar. Gerçi o maddî bir duruştur ama, o duruşu da manevî konum belirlemektedir. Bir şeyh veya bilge ile karşılaşan herkes bu gözleme sahip olacaktır. Martin Lings’in ünlü Şazelî şeyhi Şeyh el-Alevî’yi anlattığı Yirminci Yüzyılda Bir Veli kitabında bu hikmetle ilgili bir bahis yer alır. Şeyhin bir süre hekimliğini üstlenen Fransız agnostik Dr. Marcel Carret’in gözlemleri konuya ışık tutar niteliktedir: Ağustos / 2007

“Onu ilk gördüğümde edindiğim izlenim, karşımda alelâde bir şahsiyetin olmadığıydı. Davet edildiğim oda diğer bütün Müslüman odaları gibi mobilyasızdı. Yalnızca sonradan kitap ve elyazmalarıyla dolu olduğunu öğrendiğim iki sandık vardı. Yer boydan boya halı ve hasırla kaplıydı. Bir köşede kilimle kaplı bir şilte vardı; Şeyh, burada arkasında birkaç yastık, dimdik, elleri dizlerinin üstünde, aynı anda tamamen doğal olan hareketsiz bir şekilde bağdaş

Fotoğraf: Hulûsi GÜLSEREN

kurmuş oturuyordu. (...) Ertesi gün ve ondan sonraki birkaç gün iyileşinceye kadar onu görmeye gittim. Her seferinde onu aynı şekilde hareketsiz, aynı durumda, aynı yerde, gözlerinde uzak bir bakış, dudaklarında hafif bir tebessüm, bir gün öncesine göre sanki bir santim bile hareket etmemiş, zamanın etkileyemediği bir heykel gibi dururken buldum.” Carret’in bu gözlemi tümüyle gerçektir ve sözünü etmeye çalıştığımız hali, ‘sekine(t)’yi ifade etmektedir. Çünkü bilge kişi, kozmik çarkın merkezindedir ve İlâhî Hakikat’le arasında ya çok az perde kalmıştır

veya gözlerinden o perdeler tümüyle giderilmiştir. Her iki durumda da onu, dışsal olaylar ve formlar heyecanlandırmayacak ve etkilemeyecektir. Son olarak merhum Zahid Kotku Hazretlerinin halinden bir örnek aktaralım. Ersin Gürdoğan’dan öğrendiğimize göre, aya inişin gerçekleştiği ve televizyondan yayınlandığı akşam bir grup talebe şeyhin huzurundadır. Mutad hadis dersleri yapılıyordur. Birazdan, yani aya ilk adımın naklen yayın-

Ulucamii / BURSA

lanacağı an, Kotku hazretlerinin çevresindeki herkes üst kata, televizyonun olduğu daireye gider. Şeyh yalnız kalır. Döndüklerinde ise mübarek hiçbir şey sormaz ve söylemez, derse kaldığı yerden devam eder. Şeyh Hamid-i Veli Hazretleri, “Sebat üzre durur daim” derken bu büyük sırrın denizine dalmaktadır. Sonrasında, “Televvün erişip ona/Gehi bedr ü hilal olmaz” ifadesiyle bunu taçlandırmaktadır. Televvün, renklenmek, renkten renge girmek, halin farklılaşmasıdır. Sabit’in karşıtı olan bu hal, henüz seyr-i sülukunu tamamlamamış kişilere özgüdür.

39

Peygamber İklimi

Taha YILDIZ

Dudak ile Kalp Arasında Gidip Gelen İman

B

“Esasında sadece söylemde kalan bir yaşantıyı süren insan, tam bir riyâkârlık deryasında kulaç atmaktadır. Hem Allah’a iman ettiğini hem de O’nu çok sevdiğini dile getirirken, yaratıcısının kendisinden beklediği ibadetleri yerine getirmekte zorlanmaktadır. Oysa birini sevdiğini söyleyen ve sürekli onun hoşlanmayacağı davranışları sergileyen, onu üzen kişinin sevgisinde samimi olduğunu söylemek nasıl zorsa, Allah’a karşı sevgi tezahürlerini sadece dilinde tekerleme yapan insanın da gerçek anlamda Allah’ı sevdiğinden söz edilemez.” 40

ütün dinî olaylarda iki temel unsurun bulunduğunu görürüz. Birincisi inançlardır, başka bir ifadeyle inancın konusunu teşkil eden bilgidir. İkincisi de, dış dünyaya yansıyan, ibadet olarak ortaya çıkan ve “amel” olarak adlandırdığımız eylemlerdir. İkincisinin görülmediği yerde insandaki din duygusunun ve inancının varlığını tespit etmek imkânı yoktur. Zira eyleme yansımamış din duygusu ile kalpte hapsedilmiş inançlar bilinemez. Var olduğunun emaresi dışa yansımasıdır ki, bu olmadığında zâhire göre karar vermek durumunda olan kişi, böyle bir insan için mümin tanımlamasını yapamaz. (Bkz. N. Taylan, İlim-Din, 59). Bunun yanında insanın inandığını dile getirmesi sözlü bir eylemdir. Ve kişinin mümin olduğunu anlamak için yeterlidir. Çünkü kişi bireysel tercihini dile getirmektedir. Böyle bir durumda onun neyi söylediği önemlidir. Mümin olduğunu söylüyorsa, mümindir. İslâm açısından, bir insanın sadece inanmış olması inkar etmesinden elbette daha iyidir ancak, dinin istediği bu kadar değildir. Çünkü din yalnızca imandan ibaret değildir. Sadece şifâhî olarak varlığının kabul edilmesi için gelmemiştir. İlahî buyrukları da beraberinde getirmiştir. Allah, insanlığın ihtiyacının neler olduğunu, beşeriyeti yaratan da kendisi olduğundan daha iyi bilir. Bu nedenle din, hem iman hem de ameldir. Amel o kadar önemlidir ki, kalpteki iman fiilî eyleme dönüşmediği takdirde, imanın kendini devam ettirebilmesi neredeyse imkânsızdır. Çünkü iman desteklenmeye ve sürekli teyit edilmeye ihtiyaç duyar. Bu ise insanın çeşitli vesilelerle imanını ortaya koyan ibadet, dua ve benzeri amelleriyle gerçekleşir. İnsan amel yaptıkça ve fiilî kulluk görevlerini yerine getirdikçe imanı pekişir ve artık kendisinin ayrılmaz bir parçası olur. Hatta öyle bir duruma gelir ki, yaşantısını iman ile anlamlandırmaya başlar ve her şeye iman penceresinden bakmaya başlar. Dinin haram ve heSomuncu Baba

lal olarak belirlediği çizgilere son derece dikkat eder. Tüm yaşam karelerinde Allah’ın hoşnutluğunu aramaya başlar. İşte bu, İslâm’ın beklediği Müslümanlıktır. Hz. Peygamber ve sahabilerinin yaşadığı İslâm’dır. Hz. Muhammed ve ashabı arasında, namazların kazaya kalması diye bir durumun olmaması bunun delilidir. Çünkü onların zamanında namazın bilerek bırakılması diye bir şey tahayyül bile edilemezdi. Yoktu böyle bir şey. Çünkü namaz hayatlarının ayrılmaz bir parçasıydı. Onlar ibadetlerini Allah sevgisiyle o derece mezcetmişlerdi ki, vücutlarından bir parçanın koparılması ile namazı kılmamak aynı anlamdaydı.

Burada amel ile imanın birbirini karşılıklı olarak desteklediğini ve kuvvetlendirdiğini söyleyebiliriz. Kişi amel ettikçe imanı kuvvet bulur. İmanı kuvvet buldukça da amele yönelik iştiyak ve arzusu artar. İbadetler yerine getirilmesi görev olmaktan öteye geçerek, hayatının tabiî birer parçası haline gelirler. Mümin bir namazı ifa edemediğinde, kaldıramayacağı kadar ağır bir yük biner omuzla-

İmanı bir fidana benzetecek olursak, insan İslâm’ı kabul etmek suretiyle taptaze ve büyüme azminde olan bir fidan dikmiş olur. Fidanın güçlenip serpilmesi ve ayakta kalabilmesi için öncelikle müsait bir toprağa, bunun yanında güneş ve yağmura ihtiyacı vardır. Bunlar gerçekleşmediği takdirde fidan solar ve canlılığını kaybeder. Bu olmazsa bile bodur ve çelimsiz kalır. İsmek El Sanatları Albümü Bunun gibi, taze bir başlangıç olan İslâm’ı kabulleniş, insanın fiilî çabalarıyla rına. Haramlara bulaşmamak hudesteklenmez ve korunmak için müsait bir dost çevresi bulamazsa, susunda o kadar titizdir ki, fıtratı haramdan tiksinir hale gelir. Tersi imanın zaman içerisinde kuru bir dal mesabesinde kalması kaçınıl- söz konusu olduğunda ve iman maz sondur. Tersi olduğunda ise, kişinin gönlünde sarsılmaz bir yer edinemediğinde, ibadetler sadeiman ağacı güçlenir, olgunlaşır ve meyve verir. Kişi Hz. Peygambe- ce şekilsel görev halini alır. İnsan rin temsilciliğini üzerine almış olur. bunları yerine getirirken büyük bir yükü üzerinden atıyormuş gibi Yaşantı ve konuşmasıyla İslâm’ı hisseder. tebliğ eder hale gelir. Ağustos / 2007

Esasında zoraki ifa edilen ibadetin Allah katında hiçbir değeri olmadığını kendisi de gayet iyi bilir. Nitekim sözde eda ettiği ibadetini kabul edip etmeme yetkisini Allah kendisine vermiş olsa, bunu kendisi bile kabul etmez. Bu durumda Allah’ın baştan savarak yaptığını “hayır hanesi”ne yazmasını beklemesi haksızlık olur. Böylesi bir durum, insanın içindeki imanın zayıflamaya başladığının temel göstergesidir. Zaten bir müddet sonra zoraki yerine getirdiği ibadeti aksatmaya başlayacak ve en nihayet terk edecektir. Bu yaşam tarzı sürdükçe, dinî hassasiyetler her gün azalacak ve insan artık haram-helal çizgisine dikkat etmeyecek bir noktaya ulaşacak, dinî buyruklara ilgisizleşecektir. Gayr-i dinî yaşantıyı kanıksayacaktır. Bu tür sürüklenişe kendilerini kaptıran bazıları, sonunda öyle bir hale gelirler ki, yaşadıkları dinden uzak hayatı İslâmîleştirmeye bile çalışabilirler. Geçmişlerinde öğrendikleri kendilerini sürekli rahatsız ettiği için yeni yaşam biçimi için dinden cevaplar aramaya başlarlar. Kur’an ve sünnete göre doğru olmayan davranışlarını dinden doğrulatmaya veya dini, kendi yaşantılarının kalıplarına sokmaya çalışırlar. İslâm’ı kendilerine benzetmeye gayret ederler. Yeni bir Müslüman tipi ortaya çıkarırlar. Medyatik pek

41

çok insanın din adına konuşurken İslâm’ın temel değerlerini hafife almalarını ve dinî değerlerden uzak yaşantılarını İslâmî hayat tarzı imiş gibi sunma çabalarını başka şekilde izah edemeyiz. Bu insanların maddî bir takım beklenti içinde olmalarını veya bir koltuğa ulaşma çabalarını da unutmamak gerekir. Halbuki “bu dinde vardır ancak ben yapamıyorum, Allah beni affetsin” demek ile “bugüne kadar bilginler bunu hep yanlış anladılar, burada kastedilen esasında şudur” demek arasında çok büyük bir fark vardır. Sonuçta, yaşamla buluşmayan iman farazî ve hayalîdir. Bu yüzden, iman ile eylem arasında bütünlük sağlanamazsa, kişi iman sahibi olduğunu söylemeyi sürdürse bile, ortada derinliği olmayan kısır bir duygu ile bilgi kalır. (Bkz. A. Kasapoğlu, Kur’an’da İman Psikolojisi, 91). Esasında sadece söylem-

de kalan bir yaşantıyı süren insan, tam bir riyâkârlık deryasında kulaç atmaktadır. Hem Allah’a iman ettiğini hem de O’nu çok sevdiğini dile getirirken, yaratıcısının kendisinden beklediği ibadetleri yerine getirmekte zorlanmaktadır. Oysa birini sevdiğini söyleyen ve sürekli onun hoşlanmayacağı davranışları sergileyen, onu üzen kişinin sevgisinde samimi olduğunu söylemek nasıl zorsa, Allah’a karşı sevgi tezahürlerini sadece dilinde tekerleme yapan insanın da gerçek anlamda Allah’ı sevdiğinden söz edilemez. İspat edilememiş bir sevgi, elbette kuru lafta kalan değersiz bir söylemden başka bir şey değildir. Bir iddia varsa bunun ispatı gerekir. Gereğini yapamadığı imanını dille söyleyip duran bu insan, Allah’tan nasıl bir karşılık bekler acaba? Verdiği görevlerin çoğunu isteksiz yerine getirdiğinde veya söylediklerine aykırı davrandığında rahatsız

olan kişi, kimin karşısında bulunduğunun hâlâ şuurunda değil demektir. Bu gidişatının “Biz gökleri, yeri ve ikisinin arasındakileri oyun olsun diye yaratmadık.” (Enbiya 16) buyuran Allah karşısında ne kadar lâkayt, basit ve kıymetsiz olduğunu anlayamamış veya anlamış da gereğini yapmıyor demektir. Oysa Allah ona ne kadar değer vermiştir. Kendi sıfatlarından hisse vermiş, vekili olarak en güzel biçimde yaratmıştır. (Tîn 4). Şerefli kılmış ve bütün bir kainatı hizmetine sunmuş, karada ve denizde gezmesini sağlamış, temiz şeylerle rızıklandırmış ve en önemlisi de yaratılanların üstüne yükseltmiştir. (İsra 70). Ona öyle bir değer vermiştir ki, babası Adem’in önünde meleklerine secde etmelerini bile emretmiştir. (Bakara 34). Peki nedir Allah’ın insandan istediği? Verdiği değerin karşılığı olarak fiilî teşekkürden başka birşey değildir. Bu da, helal-harama dikkat etmek ve ibadet etmektir. (Zariyat 56). Allah’ın kuldan yaşamayı ertelemesi, dünyayı bir tarafa bırakması yönünde bir talebi yok ki! Nitekim Kur’an, dünyadaki nimetlerin kullar için olduğunu belirtir: “De ki; Allah’ın kullarının yararına sunduğu güzellikleri ve temiz yiyecekleri kim haram etti? De ki; Bunlar, dünya hayatında müminler içindir kıyamet günü ise sadece onlarındır.” (Araf 32). Bir diğer ayette de İsrailoğullarından bahisle “Verdiğimiz rızıkların iyi ve güzel olanlarından yiyin.” buyrulur. (Bakara 57). Bu genel kuralı koymak yanında bir de sınırlama getirilir. O da bu nimetlerin israf edilmemesidir: “Yiyin için fakat israf etmeyin, çünkü Allah müsrifleri sevmez.” (Araf 31). Rasûlullah’ın hayatına baktı-

42

Somuncu Baba

ğımızda da imkân bulduğunda dünya nimetlerinden istifade ettiğini, kendisine dünya lezzetlerini haram kılmadığını görüyoruz. Bir insan olarak bulabildiği nimetlerden, haram-helal ölçüsüne dikkat etmek kaydıyla, istifade etmiştir. Ete olan düşkünlüğü burada zikredilebilir. Nitekim o, “Dünyada zühd içinde olmak, helali haram saymak değildir.” buyurmuştur. Allah’ın kuldan istediği kaldıramayacağı bir sorumluluk da değildir. İnsan sorumluluğunu sınırlayan bir ayette şöyle buyrulmaktadır: “Allah’a karşı gelmekten gücünüzün yettiği kadar sakının, buyruklarını dinleyin, itaat edin.” (Tegabun 16). Burada insandan talep edilenlerin yapabileceği şeyler olduğu dile getirilmektedir. Diğer iki ayette de şöyle geçer: “Allah herkese, verdiği imkânlar ölçüsünde sorumluluklar yükler.” (Talak 7). “Biz kişiye ancak gücünün yeteceği kadar sorumluluk yükleriz.” (Enam 152). Hz. Peygamber de Allah’ın en sevdiği dinî yaşantının kolaylık üzere kurulu dinî yaşantı olduğuna dikkat çekmiş, kul ibadet yapmaktan usanmadıkça Allah’ın hiç usanmayacağını, insanın yapabileceğiyle yetinmesi gerektiğini belirtmiştir. Bir hadislerinde şöyle buyurmuştur: “Bu din kolaylık dinidir. Hiç kimse yoktur ki, dinde kendini zorlasın da din, ona baskın gelmesin. O halde doğru yolu takip edin, itidal üzere olun.” Rasûlullah’ın yaşamında dini aşırı boyutta yaşamaya çalışmayı, kulluk hazzını ölçüsüz ibadette aramayı tasvip etmeyen pek çok örnek bulunmaktadır. Onun aşırılıklara müdahale etmesi hem dinin yaşanabilirliğini göstermesi hem de insanı koruması açısından önemlidir. Nitekim gündüzlerini Ağustos / 2007

oruçla gecelerini de ibadetle geçiren Abdullah b. Amr’ı, hem kendisine hem de başkalarına zarar veren dindarlıktan sakındırmıştır. Manevî hayatın onunla ifa edildiği bedenin korunması, sorumlu olunan her şeye zaman ayrılması ve ilgilenilmesi sadedinde nasihatte bulunmuştur: “Öyle yapma! Zira bedeninin, gözlerinin, eşinin ve misafirin sende hakkı var. Bu yüzden her ay üç gün oruç tutman yeterlidir. Her iyiliğin sevabı on mislidir. Buna göre, her ay üç gün oruç tutarsan bir yıl oruç tutmuş sayılırsın.” Benzer bir olay da şudur: Ashabdan birkaç kişi Hz. Peygamber’in eşlerine onun gizli yaptığı ibadetlerini sorarlar. Durumu öğrenince, içlerinden biri “ben evlenmeyeceğim”, diğeri “ben et yemeyeceğim”, üçüncüsü “ben de döşekte uyumayacağım” der. Durumdan haberdar olan Rasûlullah mescidde şu konuşmayı yapar: “Bazılarına ne oluyor ki, şöyle şöyle demişler. Oysa ben hem namaz kılar, hem uyurum. Hem oruç tutar, hem tutmam. Bayanlarla da evlenirim. Öyleyse kim benim sünnetime yüz çevirirse benden uzaklaşır.” Rasûlullah bedenlerine din adına eziyet edenlere rastladı-

ğında da müdahele etmiş, önce kendisine sonra da çevresine olan sorumlulukları yerine getiremeyecek eylemlerde bulunanları engellemiştir. Örneğin bir yolculuk sırasında kalabalığın birinin başına toplanıp güneşten gölgelediklerini görünce, “neyi var” diye sorar. Adamın oruçlu olduğunu öğrenince “(böylesine meşakkatli bir yolculukta) oruç tutmak doğru değildir” buyurur. Aynı şekilde güneşin altında ayakta duran, hiç konuşmamaya, oturmamaya, güneşten kendini korumamaya ve oruç tutmaya yemin eden biri için de “ona konuşmasını, oturmasını, güneşten kendini korumasını, orucuna da devam etmesini söyleyin” buyurur. Yaya olarak hacca gitmeyi nezreden ve iki oğlunun arasına yaslanmış sallanmakta olan bir yaşlıyı görünce de “Allah, onun kendi kendine azap etmesinden müstağnîdir” buyurur, bir binek almasını emreder. Öyleyse insandan beklenen, hem yaşamını sürdürsün, hem de erdemli bir hayat yaşasın, kendisinin niye yaratıldığını unutmasın. Zira Allah katında, bankamatik memurları gibi, çalışmadan karşılık almak mümkün gözükmemektedir.

43

Tasavvuf Fatih ÇINAR

Hulûsî Efendi’nin Mektûbâtında

ÜSTÂDI İHRAMCIZÂDE İSMAİL HAKKI TOPRAK (k.s) Efendiye Olan Sevgisi

44

Somuncu Baba

E

s-Seyyid Osman Hulûsî Efendinin1 hayatında İhramcızâde İsmail Hakkı Toprak (k.s)2 hazretlerinin ayrı bir yeri vardır. Hulûsî Efendi her vesîle ona olan sevgi ve hürmetini dile getirmiştir. Onun mektûbâtında da buna benzer ifadelere rastlamak mümkündür. Mektûbâtta İhramcızâde İsmail Hakkı Efendiye yazılmış üç adet mektup bulunmaktadır. Hulûsî Efendi bu mektuplarında İsmail Hakkı Efendiden ayrı kalmanın ıstırabını, onu ta ezelden beridir büyük tanıdığını ve kendisine çok büyük bir sevgi ve saygı ile bağlı olduğunu belirtmiştir.3 Zikredilen mektubunda “İstersen olasın abd-ı makbûl, Can ver de kurbân-ı Garîbullâh ol” …”Zâtında ki hâsılât-ı kemâlât, Âyine-yi Hak misâl-i âyât” sözleri ile üstâdına duyduğu hayranlığı ve onun hâli ile hallenmenin ne kadar önemli olduğunu, İsmail Hakkı Efendinin şahsiyetindeki mükemmelliğin Cenâb-ı Hakk’ın bir tecellîsi olduğu gibi konuları dile getirmiştir.4 Bu mektubunda kaleme aldığı şiirinin devamında “Aşkı ile huzûruna atıp cân, Müyesser ola visâl-i cânân”… “Cânın ana ver de zinde cân ol, İç âb-ı hayâtı câvidân ol” mısraları ile de şeyhinde fâni olmayı, bu metotla esas maksat olan Mevla’ya vuslatın gerçekleşebileceğinin altını çizmiştir.5 Hulûsî Efendi başka bir mektubunda da Efendi Hazretlerinin ayrılığının acısı ile yanıp tutuştuğunu, her an İsmail Hakkı Efendinin hayali ile avunduğunu ve her vesîle ona kavuşmayı arzuladığını söyleyerek sözlerine başlamayı tercih etmiştir.6 Bu yoldaki üzüntülerinin tarifi mümkün olmayan boyutlara

Ağustos / 2007

ulaştığından, büyüğü olarak bu halinden kendisini haberdar etmek ve bu haline çözüm bulmak için bu mektubu yazdığını kendileri ifade etmişlerdir. Kendisinin daima kusurlarla dolu bir hayat yaşadığını ama büyüklerin kendilerini sevenleri hiçbir zaman unutmayıp dua etmek suretiyle hatalarını affedeceklerini umduğu için bu mektubu yazmayı amaçladığını anlatmaktadır. İsmail Hakkı Efendiden, sıhhatine dâir güzel haberler alırsa mutlu olacağını belirterek mektubuna son vermiştir.7 Mektubunu sonuna eklediği şu mısralar İsmail Hakkı Efendiye olan sevgi ve saygısını göstermesi bakımından dikkat çekicidir: Ey benim cân-ı azîzim ey garîb-i bi-nevâ Merhaba ey nûr-i Didem yâr-ı gârım merhaba Her nefs yâdınla dil gözde hayâlındır müdâm Canda hubbundur ne hâcet şâhid ister mi anâ … Gâh derd ü gâm ile dil gâhî cefâ vü cevr ile Çekmede azâde ser kalmaz bulup bir dem safâ8 Es-Seyyid Osman Hulûsî Efendi kurban bayramı münasebetiyle de İhramcızâde İsmail Hakkı Efendiye bir mektup yazmıştır. Kendileri bu mektubunda yedi aydır İsmail Hakkı Efendiden ayrı kaldıklarını, bu ayrılığın yüreğinde derin yaralar meydana getirdiğini Mevlânâ Celâleddin Rûmî (k.s)’nin şu mısralarını şeyhine ithaf ederek9 dile getirmiştir: Sîne hânem şerha şerha ez firâk Tâ be-gûyem şerh-i derd-i iştiyâk10

Bu mektubunda da Hulûsî Efendi, İsmail Hakkı Efendinin hayali ile avunduğunu, “el-murâseletü nısfu’l-muvâsele” yani “mektuplaşmak kavuşmanın yarısıdır” fikrinden hareketle, yedi aylık bir hasretin neticesi olarak bu mektubu kaleme aldığını, mutsuz olan gönlüne teveccüh suretiyle bir sükunetin gelmesini ricâ, hayır dualarını talep ederek ve büyük bir hürmetle ellerinden öptüğünü söyleyerek sözlerini sona erdirmiştir. Bütün bu ifadelerden anlaşılmaktadır ki, Hulûsî Efendi kendisinin yetişmesinde büyük emeği olan üstâdına karşı son derece büyük bir sevgi ve saygı beslemektedir. Tasavvufta Allah’a ulaşmanın yolu, üstâdına son derece bağlı, sevgi ve hürmetle bir eğitim döneminden geçer. Hulûsî Efendinin hayatında biz bu bağlılığı ve sevgiyi çok etkili olarak görmekteyiz. Hulûsî Efendi, bu manevî sürecin etkisini bizlere, sevgi ve saygısı ile gösteren bir örnektir.

Dipnot 1- Hayatı hakkında geniş bilgi için bkz. İsmail Palakoğlu, Gönüller Sultanı: Es-Seyyid Osman Hulûsî Efendi, Somuncu Baba Araştırma ve Kültür Merkezi Yayınları, Ankara 2004. 2- Hayatı hakkında geniş bilgi için bkz. İsmail Hakkı Altuntaş, Nakşibendi Şeyhi İhramcızade İsmail Hakkı Toprak’ın hayatı, Eserleri ve Tasavvuf Anlayışı, AÜİF(Yayınlanmamış Lisans Tezi), Ankara 1992. 3- Es-Seyyid Osman Hulûsî Ateş, Mektûbât-ı Hulûsî Darendevî, Yayına Hazırlayan: Mehmet Akkuş, EsSeyyid Osman Hulûsî Efendi Vakfı Yayınları, Ankara 1996, s.17.(8. Mektup) 4- Osman Hulûsî Ateş, Mektûbât, s.19. 5- Osman Hulûsî Ateş, Mektûbât, s.20. 6- Osman Hulûsî Ateş, Mektûbât, s.131.(47. Mektup) 7- Osman Hulûsî Ateş, Mektûbât, s.131. 8- Osman Hulûsî Ateş, Mektûbât, s.132-133. 9- Osman Hulûsî Ateş, Mektûbât, s.147.(52. Mektup) 10- “Sana olan iştiyâkımın derdini şerh edebilmem için ayrılıktan parça parça olmuş bir gönül istiyorum”

45

Edebiyat

Musa TEKTAŞ

Bakanlar ve Görenlerin Gözüyle Hulûsi Efendi (k.s)

“Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi, sosyal yönü çok gelişmiş bir insandı; yapmış olduğu hizmetler gerek millet tarafından gerekse devlet tarafından takdirle karşılanmıştır. Eğitime katkılarından dolayı Malatya’yı temsilen 30 Ekim 1984 tarihinde Ankara’da düzenlenen Eğitim Hayırseverleri toplantısına iştirak etmiştir. Zamanın Millî Eğitim Bakanı M. Vehbi Dinçerler tarafından kendisine şükran plaketi takdim edilmiştir. Ayrıca Cumhurbaşkanlığı Köşkünde zamanın Cumhurbaşkanı Kenan Evren ile de görüşmüştür.“ 46

“Bakmak” ve “görmek” aynı şey değildir. Bakmak; insanların ve gözü olan diğer canlıların ortak özelliğidir. Ama görmek; sadece insanlara özgü bir erdemdir. Bakmak için göz lazımdır ama görmek için de akıl ve gönül gereklidir. Gözü olan herkes bakabilir, ama bunların, belki de yüzde biri görebilmektedir. Baktığı halde göremeyenler nasipsizler, eşyadaki hakikatin sırrına eremezler. Hakiki görmenin sırrı, hakikati görmekten geçer. Hakkı göremeyene‘gör’meyi bilenler gönül gözünün açılmasının yolunu gösterirler. Hakiki görmeyi bilenler iki göz ile yetinmezler. Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi Dîvân’ındaki bir beytinde şöyle buyurur: Başka yerden bir göz aç ki göresin sevdiğini Bakıp ol sâf cemâle mest ü hayrân olagör ‘Bilinen iki gözden başka, gönül gözünü aç ki sevgilinin yüzünü görebilesin. O nazarla bakışın seni hayranlık içerisinde o saf güzelliği mest bir şekilde seyretmeye müyesser kılacaktır.’ Bütün sırlara vakıf olmanın yolunu tarif eden Hazretin sözlerine kulak verip yine Dîvân’dan iki beyit okuyalım: Bu Hulûsî’nin dinle sözünü Cehd eyleyip gör dîdâr yüzünü Görmeğe anı aç cân gözünü Vâkıf ol cümle esrâra gönlüm Somuncu Baba

Göz İse Ancak Sevgiliyi Görene Denir Mevlânâ Celaleddin Rûmi bakalım bu konuda ne diyor, görmeyi nasıl tarif ediyor: ‘‘İki parmağının ucunu iki gözüne koy, bir şey görebilir misin dünyadan... Görememek ayıbı, gösterememek kusuru uğursuz nefsin parmağına ait işte... Parmağını gözünden kaldır ilkin, sonra gör dilediğini böyle...Göz ise ancak Sevgiliyi görene denir...’’ Ne güzel söyletmiş Hakkı bilen gözlere görmeyi.... Sevgiliyi görmek, kat kat perdeleri açmak, her şeyi hakiki veçhesiyle temaşa eylemek. Ve gözdeki ‘yük’ü kaldırıp gönlü agâh eylemek... Zulmü ve karanlığı nura çevirirken kendinden

öte yolculukta ‘öte’leri izlemek... Bir çiçeğin nazenin yaprağından nûrani parlaklığı seyretmektir bakarken görmek. Yüreğimizdeki ilahi sevginin tezahüründen hakiki sevgiliyi sezer görebilenler bakınca. O’nun sırrı inceden inceye güzelliği fısıldar duyan kulaklara, şah damarından da yakınca.

Bir Hikâye Eski zamanların birinde bir adam hayatın anlamının ne olduğunu kendi kendine sormaya başlar. Bulduğu hiçbir cevap ona yeterli gelmez ve başkalarına sormaya karar verir... Ama aldığı cevaplar da ona yetmez. Fakat mutlaka bir cevabı olmalı der.. Ve dolaşıp herkese bunu sormaya karar verir... Köy, kasaba, ülke dolaştığı bu arada zaman da durmaz tabi ki. Tam umudunu yitirmişken bir köyde konuştuğu insanlar ona:

- “Şu karşıki dağları görüyor musun, orada yaşlı bir bilge yaşar istersen ona git, belki o sana aradığın cevabı verebilir. “ derler. Çok zorlu bir yolculuk sonunda Bilgenin yaşadığı eve ulaşır adam. Kapıdan içeri girer ve bilgeye “Hayatın anlamının ne olduğunu” sorar... Bilge; sana bunun cevabını söylerim ama önce bir imtihandan geçmen gerekiyor, der... Adam kabul eder... Bilge bir kaşık verir adamın eline ve içine de silme bir şekilde zeytinyağı doldurur. “Şimdi çık ve bahçede bir tur at tekrar buraya gel... Yalnız dikkat et kaşıktaki zeytinyağı eksilmesin, eğer bir damla eksilirse kaybedersin.”der. Adam gözü kaşıkta bahçeyi turlayıp gelir. Bilge bakar: “Evet der kaşıkta yağ eksilmemiş, peki bahçe nasıldı?” Adam şaşkındır... Ama der, ben kaşıktan başka bir yere bakmadım ki... “Şimdi tekrar bahçeyi

Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi Temel Atarken

Ağustos / 2007

47

Osman Hulûsi Efendi Malatya’yı temsilen Eğitim Gönüllüleri Ödül Töreninde Cumhurbaşkanlığı Köşkünde 1984-Ankara

dolaşıyorsun yağ dolu kaşık yine elinde olacak ama bahçeyi inceleyip gel,” der Bilge... Adam tekrar bahçeye çıkar, muhteşem bir bahçede gördüğü güzellikler karşısında hayran hayran etrafı seyreder. Geri geldiğinde bilge, adama “Bahçe nasıldı” diye sorar... Adam gördüğü güzellikler karşısında çok etkilendiğini anlatır. Bilge gülümser, ama kaşıkta hiç yağ kalmadığını görünce şunları söyler: -Hayat senin bakışınla anlam kazanır. Ya sadece bir noktayı görürsün hayatın akıp gider, sen farkına varmazsın... Ya da görebileceğin tüm güzelliklerin tam ortasında hayatı yaşarsın, akıp giden zamanın anlam kazanır. Kaşıktaki yağı dökmeden etrafındaki güzellikleri fark edebilirsen en güzelidir... Kaşıktaki yağı dök-

48

meyeyim diye etraftaki güzelliğe bakmamak ise körlüktür… “Hayatının anlamı senin bakışlarında gizli” Yani nasıl bakarsak, nasıl görürsek ya da nasıl görmek istersek hayat öyle anlam kazanıyor. Bakmak değil ama belki görmek istediğimizle. Sevgiyi, sevdayı, dostluğu, anlayışı ve daha çoğunu sayamadığımız belki de fark etmediğimiz güzellikleri gördüğümüzde anlam kazanıyor hayat. Oysa görmek istememek, ya da hayata at gözlükleriyle bakmak kaşıktaki zeytinyağını dökmemek gibi bir şey. Biz bu yazımızın başlığına “Bakanların ve Görenlerin Gözüyle Hulûsi Efendi” dedik. Aslında “Bakan”dan kastımız; Türk siyasi hayatında bakanlık yapmış önemli ve mümtaz şahsiyetlerin Efendi Hazretlerini evinde ziya-

ret ettikten sonra kütüphanesindeki “Ziyaretçi Özel Defterine” yazdıkları gördüklerini ve yaşadıklarını anlatan ifadelere yer vermek içindi. Söz döndü dolaştı iki ayrı kavramı açıklayarak buraya geldi. Bakanlık koltuğunda oturan irfanî pencereden bakmayı bilenler görebilen bir istidadın da sahibidirler. Onların bakmanın ilerisindeki gördükleri ve ziyaretçi defterine yazdıkları bizim için önemlidir. Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi, sosyal yönü çok gelişmiş bir insandı; yapmış olduğu hizmetler gerek millet tarafından gerekse devlet tarafından takdirle karşılanmıştır. Eğitime katkılarından dolayı Malatya’yı temsilen 30 Ekim 1984 tarihinde Ankara’da düzenlenen EğiSomuncu Baba

tim Hayırseverleri toplantısına iştirak etmiştir. Zamanın Millî Eğitim Bakanı M. Vehbi Dinçerler tarafından kendisine şükran plaketi takdim edilmiştir. Ayrıca Cumhurbaşkanlığı Köşkünde zamanın Cumhurbaşkanı Kenan Evren ile de görüşmüştür. Bir sevgi ve hoşgörü sembolü olan Hulûsi Efendi herkes tarafından sevilen ve hürmet edilen mümtaz şahsiyetlerdendir. Partiler üstü bir görüş sahibi olması bakımından kapısı ve gönlü herkese açık olmuştur. Onun içindir ki devlet ricalinden ve siyasî parti başkanlarından, bakanlardan, milletvekillerinden birçok insan çeşitli tarihlerde ziyaretine gelmiş sohbet ve tavsiyelerinden istifade etmişlerdir.

Şeyhzadeoğlu Özel Kitaplığı Ziyaretçi Özel Defterinden Rahmet-i rahmana kavuşanları rahmetle, hayatta bulunanları saygıyla andıktan sonra, şimdi “Bakanların” “Görüşlerini” arz edelim: “Muhterem Hoca Hulûsi Ateş Beyefendiyi tanımaktan son derece memnun ve mutlu oldum. Bizlere olan fevkalade misafirperverliğini ve geleneklerimize göre kurulan sofralarda yediğimiz yemek bizler için unutulmaz bir hatıra olarak kalacaktır. Kendilerinin örnek hayatlarından, milletimize dinimize ve kültürümüze olan hizmetlerinden dolayı şükranlarımı arz ederim. Saygılarımla. 15 Şubat 1986” Ağustos / 2007

Veysel ATASOY / Ulaştırma Bakanı “Muhterem Hulûsi Efendi Hocamızın bu güzel kütüphanesi, Türk İslâm kültürünün eşsiz eserleri ile dolu, Türk milli eğitimine çok büyük yardımlarda bulunan Hulûsi Hocamıza teşekkür borçluyuz. Nasıl yardımlarıyla Endüstri Meslek Lisesi, İmam Hatip Lisesi ve diğer birçok müesseseler yapıldıysa, inşallah İlahiyat Fakültesi de kurulacaktır. Muhterem Hocamıza tekrar şükranlarımı sunar, dualarını esirgememesi dileğiyle uzun ömürler niyaz ederim. Hürmetlerimle. 19 Kasım 1988” Hasan Celal GÜZEL / Milli Eğitim Gençlik ve Spor Bakanı “Muhterem Gönül Dostumuz, Hulûsi Efendi, sevgi, hoşgörü ve yardımseverliğin, edebin ve maneviyatın asrımızda sönmez bir meşalesi ve sembolüdür. Kendisine uzun ömürler, sağlıklar diliyorum. Yardım ve hizmetlerinin daim olmasını yüce Allah’tan niyaz ediyorum. Sevgi ve Saygılar.” Mehmet YAZAR /Devlet Bakanı “Muhterem Hulûsi Efendi Hocamızın bu güzel kütüphanesi, eşsiz eserlerle dolu. İnsana büyük huzur veriyor. Somuncu Baba Hazretleri Külliyesini ziyaret etmekten büyük mutluluk duydum. Hacı Hulûsi Beyi ziyaret edip, sohbet etmekten büyük bir memnuniyet duyduk.

Yirminci asrın filozofu olarak tanınan Sayın Hulûsi Beye uzun ömürler diler, sevgiler sunarım.” Işın ÇELEBİ / Devlet Bakanı “Şahsiyetine, ilmine vukufiyetine saygı duyduğum değerli hocamız Hacı Osman Hulûsi Ateş’in kaybından duyduğumuz acı ve üzüntü sonsuzdur. Kendisi, Milletine, Devletine ve Yüce İslâm’a örnek olacak büyük hizmetlerde bulunmuştur. Tek tesellimiz yerini doldurmaya aday olan değerli bir evlat yetiştirmiş bulunmasıdır. Ateş Hocanın (hatırası) daima kalplerimizde yaşayacaktır. Cenabı Allah’ın rahmeti üzerine olsun. 4.7.1990” Metin EMİROĞLU / Milli Eğitim e. Bakanı “Bugün bir odada bu satırları yazarken bir an için kendimi daha önce yine bu odada merhum Hacı Hulûsi Hocamızı ziyaret eder gibi hissettim. Hacı Hulûsi Hocanın kaybı telafi edilemez ama bu mekanda kendisini tanıyanlar onun varlığını geride bıraktığı eserlerden kuvvetle hissetmektedirler. Değerli insan bu dünyada bulunduğu sürede boş durmadı. Çok sayıda eser verdi ve günümüzün değerli kişilerini yetiştirdi ve irşad etti. Onun hayat tarzı, insanlara karşı muamelesi fazilet sahibi kişiler için bir kılavuz olmakta devam edecektir. Rahmetliye Yüce Allah’tan rahim sıfatıyla ahirette ve ebedî hayatta mevki vermesini diler, bizlerin de bir nebze bu büyük insanın hayatından örnek alarak bu dünyada gidişimizi düzenle-

49

Turgut ÖZAL’ın Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi’yi Ziyareti

memiz gerektiğini hisseder, geride kalanlara sabır tavsiye ederiz. 20 Temmuz 1990” Yusuf Bozkurt ÖZAL - Galip DEMİREL Aslen Malatyalı olan, 1983 yılında yeni bir parti kuran Turgut Özal Bey, ilk ziyaretini Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi’ye yapmıştır. Görüşlerini ve hayır duaların talep etmiştir. Zaman zaman bu görüşmeler hizmete yönelik olarak karşılıklı ziyaretler halinde devam etmiştir. 1989 yılında Hulûsi Efendi ile bir telefon görüşmesi yapan Turgut Özal’a Hulûsi Efendi şöyle bir müjde verir: “İnşallah memleketimizin Reis-i Cumhuru (Cumhurbaşkanı) siz olacaksınız.” Cumhurbaşkanı seçildikten sonra da devamlı irtibat hâlinde bulunur. Hatta Osman Hulûsi Efendi’nin 1990 yılında İstanbul

50

İnternational Hospital’da tedavi gördüğü zamanlarda, bizzat telefon eder veya kendi özel doktoru Cengiz Beyi belli aralıklarla muayene ve kontrol için Efendi’ye gönderir, sağlık durumu hakkında bilgiler alır. 14 Haziran 1990’da Osman Hulûsi Efendi’nin vefatında Cumhurbaşkanı Turgut Özal, Osman Hulûsi Efendi’nin mahdumu H. Hamideddin Ateş’e taziye telgrafı göndermiştir. Darende’ye olan yakın alakası hiç eksilmeyen Turgut Özal 28 Haziran 1992 tarihinde düzenlenen sempozyuma davetine binaen yine bir telgraf göndermiştir. Telgraf metnini vererek yazımızı bitirelim: 28 Haziran 1992 Sayın H. Hamideddin Ateş Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi Vakfı Mütevelli Heyeti Başkanı

Büyük mutasavvıf, Allah ve insan sevgisinin mümtaz simalarından Somuncu Baba ve Osman Hulûsi Efendi adına düzenlenen sempozyuma vaki davetinize teşekkür ederim. Aydın

kişilikleriyle

Anado-

lu insanını birlik, beraberlik ve dostluğa çağıran ve fazilet olgusunun ustalarını bu vesileyle bir kez daha rahmetle anıyorum. İnsanların birbirlerine hoşgörü ile bakıp, Allah ve insan sevgisini temel alan Somuncu Baba ve Osman Hulusi Efendi’nin dost ve sıcak seslerinin duyulmasına aracı olan vakfınız mensuplarına, seçkin konuklarınız ile değerli konuşmacılara, Darendeli hemşehrilerime en iyi dileklerimi ve sevgilerimi iletirim. Turgut ÖZAL / Cumhurbaşkanı Somuncu Baba

Doç. Dr. Bünyamin ERUL

Savaşları:

Adı : Abdullah Künyesi : Ebû Huzâfe Doğum yılı : Tespit edilemedi Doğum yeri : Mekke Baba adı : Huzâfe b. Kays b. Adiyy Anne adı : Haris Oğulları’ndan Temime bint Hursân (veya Dubey’a bint Cudeym es-Sehmiyye) Eş(ler)i : Tespit edilemedi Akrabaları : Kays, Huneys, Ebu’l-Ahnes ile kardeştir. Oğulları : Yezid (?), künyesinden hareketle Huzâfe Kızları : Tespit edilemedi Kabilesi : Kureyş’in Sehm boyundan İslâm’a girişi : İslâmiyet’in ilk günlerinde Sohbet süresi : 23 yıl Rivayeti : 2-3 tane. Yaşadığı yer : Mekke, Habeşistan, Medine, Suriye, Mısır. Mesleği : Elçilik, askerlik Hicreti : Habeşistan’a giden ikinci kafilede kardeşiyle birlikte yer aldı. Medine’ye hicret etti. Görevleri : Hz. Peygamber, İran Kisrası’na yazdığı davet mektubunu onun başkanlığındaki altı kişilik bir heyetle gönderdi. Fiziki yapı : Tespit edilemedi Ayrıcalığı : Güzel konuşması ve ikna kabiliyeti sebebiyle elçi olarak seçilmiştir. Ömrü : Tahminen yetmiş dolaylarında Ölüm yılı : H. 35 Ölüm yeri : Mısır Ölüm sebebi : Mısır seferindeyken Sözleri : Suriye’deki esareti sırasında onu içinde içki ve domuz eti olan bir eve hapsetmişlerdi. Üç gün geçmesine rağmen neden yemeyip içmediğini soran krala: “Aslında zaruret bana bunu helal kılmakta, fakat bunu yapmam halinde senin İslâm’a karşı şamata yapmanı istemedim!” dedi. Kaynaklar: Tabakat, IV. 189-190; İstiab, II. 283-6; Üsd, III. 211-213; Nubela, II. 11-16; İsabe, II. 296-7; DİA, I. 108; Sahabiler Ansiklopedisi, s.

Bedir savaşına katılıp katılmadığı ihtilaflıdır. Sonraki savaşların hepsine katılmıştır. Hz. Ömer devrinde Suriye’nin fethinde görev aldı ve esir düştü. Sonra Mısır’ın fethinde bulundu.

Mizacı: Mekke’deki işkencelere tahammülü, iman gücü ve kahramanlıklarıyla bilinmektedir. Aynı zamanda şakacı birisi. Komutasındaki askerlere, ateşe girmelerini emredip itaat etmelerini istemiş, gireceklerini görünce, şaka yaptığını söylemişti. Bu olay anlatıldığında Hz. Peygamber, “İtaat ancak, iyilikte olur!” buyurmuştur.

Hakkında: Suriye’de esir düşünce, Hz. Peygamber’in ashabından olduğunu öğrenen düşman askerleri, onu kralın huzuruna çıkardılar. Kral, Hıristiyanlığı kabul ettiği takdirde kendisine önemli mevkilerle birlikte pek çok servet vermeyi vaat etti. Teklifine önem vermediğini görünce bu defa onu ölümle tehdit etti. Buna da aldırmayınca başından öperse hayatını bağışlayacağını bildirdi. Yine bir sonuç alamayınca bu defa, kendi hayatıyla birlikte esir Müslümanların hayatını da bağışlayacağını söyledi. Bunun üzerine Abdullah, kralın alnından öperek seksen veya yüz arkadaşının hayatını kurtardı. Medine’ye döndüklerinde olayı haber alan Hz. Ömer, Abdullah’ı öpmenin her Müslümanın görevi olduğunu söyledi ve ilk olarak kendisi öptü.

Hadisleri: Mina’da Hz. Peygamber, kendisine teşrik (tekbirlerinin getirildiği Kurban) günlerinin, (oruç günleri değil) yeme-içme ve Allah’ı zikretme günleri olduğunu insanlara duyurmasını emretti.

31-2; Ahmed, Müsned, III 450-1.

Haziran / 2007

51

Konuşan: İbrahim YARIŞ

Prof. Dr. Mahmud Erol Kılıç:

“Tasavvuf İslâm Dini’nin Arkeolojisidir” Tasavvuf nedir, neyi hedefler?

“Prof. Dr. Mahmud Erol KILIÇ: İstanbul’da doğdu. Vefa Lisesi ve İstanbul Üniversitesi’nde öğrenim gördü. Bu eğitimiyle beraber, bir yandan bazı âlimlerden klasik tarzda dersler okurken diğer yandan da bazı sufi üstadların özel derslerine devam ederek kendini geliştirdi. Siyasal Bilgiler Fakültesi’nden mezun olduktan sonra bir müddet yurtdışında araştırmalarda bulundu. Lisans sonrası çalışmalarını genel olarak İslâm Tasavvufu alanında yoğunlaştırdı. Tasavvuf düşüncesi merkezli uluslararası konferanslarda tebliğler sundu, radyo ve televizyon programlarına katıldı. Türkiye Yazarlar Birliği 2004 yılında Sufi ve Şiir isimli kitabını inceleme-araştırma dalında yılın kitabı seçti. Halen Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Tasavvuf Anabilim Dalı Sistematik Tasavvuf Bilim Dalı Başkanı olan Prof. KILIÇ ayrıca İstanbul Türk ve İslâm Eserleri Müzesi’nin başkanıdır. Bunun yanı sıra merkezi Oxford’ta bulunan Muhyiddin Ibn Arabi Societynin şeref üyesi, Islamic Manuscript Association (TIMA)’nın da yönetim kurulu başkanıdır.”

52

İslâm dini dediğimiz şey de onun müntesiplerinin zannettiği gibi tek blok halinde sadece hukuki yaptırımlardan ibaret bir yapı değildir. Hukukî tarafı da vardır, ama iç katları, ruhanî tarafları da vardır. Bunu bizim sufiler, şeriat, tarikat, hakikat, marifet diye en az dört mertebe halinde ele almışlardır. Kur’anı Kerim’deki ayetlere baktığımız zaman altı bin küsur ayette ahkâm içeren ayetlerin yüzde onlar civarında olduğunu görürüz. Kur’an’da daha çok hangi konu ön plandadır? Tefekkür ve düşünce dünyası daha öndedir. Buradan yola çıktığımız zaman tasavvuf için birçok tarif yapmak mümkündür. “Tasavvuf bir din felsefesidir denilebilir, İslâm dininin arkeolojisidir, dinin hakikat ve marifet boyutudur, dinin bir eğitim sürecine tabi kılınmış programının adıdır” denilebilir. Çok muhtelif tarifler ve tanımlar geliştirilebilir. Geçmişte de yapıldı günümüzde de bunlar yapılabilir. Peki, tasavvuf neye dayandırılır? Meşhur Cibril hadisine dayandırılır. Cibril’in Peygamber Efendimize bir genç adam suretinde gelerek sanki bilmiyormuşçasına ona bazı sorular sorması yöntemiyle yanındaki insanlara bazı şeyleri öğretmeye çalışmasıdır. Tasavvuf eğitimi ihsan kavramından mı ilham alır? Evet, ihsanla ilgili konularda daha sonra tasavvuf adını alacak bir disiplinin konusu olmuştur. Dini ilimler Asrı Saadette Peygamberin hayatında isimleriyle oluşmuş değillerdir, malzemeleriyle oluşmuşlardır. Yani Somuncu Baba

bir fıkıh mezhepleri yoktur Peygamberimizin zamanında. Ama hukukî umdeler esaslar ve muamelat yoktur anlamına gelmez. Mutasavvıflar Kendine İsim Vermemiştir Tasavvuf kelimesinin lügat anlamı nedir?

hac ile sanma zahit biter işin/ İnsanı kâmil olmaya lazım olan irfan imiş” demişlerdir şiirlerinde. İslâm sadece namaz ve diğer ibadetlerden ibaret mi sanılıyor? İslâm dininde şüphesiz namaz önemli ritüellerden biridir ama sadece ondan ibaret değildir.

miştir. Oysaki medresenin içeriği de boşaltılmıştır. Ondan dolayı da sıkıntılar doğmuştur. Selçuklu, Osmanlı özellikle Osmanlı’nın on yedinci yüzyılına kadar medrese hocaları hepsi ehli tarik kimselerdir. Bir Mevlâna, Molla Hüdavendigardı, bir medrese alimiydi, medresede ders veren hocaydı. Bunları unutmamak gerekiyor.

“İslâm dini nedir” diye tek bir Tasavvefe kökünden gelir. Sufcümleyle çocuklara soracak olsak lanan suflanmak demektir. Suf Tekkelerde manevî ilimlerde mi günümüzde hiçbir çocuk “Allah’yündür yünlenmiş okutulurdu? kimseye mutasavvıf Evet, ilk Osmanlı denir. Görüleceği gibi medresesi İznik’te kutasavvufun aslında çok rulmuştur. Baş müderteknik bir terim olmaris aynı zamanda şeydığını görürüz. Yani hülislamlık makamının felsefe akımlarında orfonksiyonunu ifa eden taya çıkan isimler gibi kişiydi, Davut el Kayseolmadığını görüyoruz. ri idi. Davut el Kayseri Buradan aslında tasavkim? Şeyhi Ekber İbn-i vufi hayatı yaşayanların Arabî’nin Füsüf el Hiisimlerle çok ilgilenmekem’ine şerh yazmış diğini “Şöyle bir ekol bir insandır. Füsüfül kurduk, ayrı bir ekolüz Hikem gibi bir metin biz, adı da şu olsun” medresede okutulurdiyerek böyle bir isimdu İznik medreselerinlendirme yapmadığını de. Bakınız size tekke görmekteyiz. Buradan şeyhlerini saymıyorum. da şu sonuç çıkıyor ki; Ondan sonra gelen en mutasavvıflar başlangıçbüyük âlim Molla Fetan itibaren kendilerine nari’dir. Şeyhülislamdır. isim vermemişlerdir. Aynı zamanda Sadrettin İsimler daha çok sonraKonevi’nin en zor kitadan bazı araştırmacılar bı olan Miftahül Gayb tarafından verilmiştir. Fotoğraf: Hasan KUVVET Prof. Dr. Mahmud Erol KILIÇ üzerine şerh yazmış bir Tasavvuf çok ibadet insandır. Zeyniyye tarietmeyi mi salık verir? katının şeyhlerindendir. ımızın nasıl sevileceğini PeygamTasavvufta züht ve ibadet Medrese ve tekke ilimleri ayrıberimizin nasıl sevileceğini öğrearaçlardan bir araçtır, önemli bir dır diyemeyiz o halde? ten bir okul” demez. rükündür ama tasavvuf zühtten Bunların hepsi 18. yüzyıldan 17. Yüzyıla Kadar Medreseler ibaret değildir. Hatta zaman zasonra ortaya çıkan medresenin iç Hocaları Maneviyat Ehli idi man sadece zühd esaslı olmanın müfredatından manevî ilimlerin doğurduğu sıkıntılardan da bahseO zaman daha ziyade medrese kovulmasıyla ortaya çıkan bir şeydilir. İrfansız ve aşksız züht, perde- ekolü mü belirliyor dinin çerçevelerdir. Oysaki medresenin aslınlerden bir perdedir. Niyazi Mısri sini? da kökeninde manevî ilimler de gibi büyük abitler “Savmu salatu Son zamanlarda bu hale gelAğustos / 2007

53

vardır. Arapça, Farsça, Fıkıh alet ilimlerdir. Onlar okutulur, ondan sonra istikmalünnefs, nefs nasıl kemale erdirilir? Bir medrese ehlinin de en önemli meşgalesi nefsini nasıl kemale erdireceğidir. Ama sonra bunlar, unutulur, kovulur medrese müfredatından, o zaman alet ilimler başat ilimler haline gelir. Günümüzde Sosyolojik Bir İslâm Çıktı Ortaya Tasavvuf insanı eğitirken neyi önceler?

Sloganvari şeylere sahip olanlar Müslüman olarak tanımlanmıştır. Öyle bir Müslüman genç profili çıkmıştır ki ortaya, çok radikal söylemlere sahiptir, fakat ne ibadeti vardır, ne riyazeti vardır, ama İslâm onda politik bir teoridir. Özle çelişen bir şey var sanki… İslâmiyet’in kökeninde öncelikle maneviyat esastır. Asaletünnefs der buna felsefeciler. Kişinin asaletini ele alır. Birey önceliklidir. Tasavvufun dinde öne aldığı şey insandır. İnsan eğitilmezse, insandaki hakikatler ortaya çıkarılmazsa o toplum da kaliteli bir toplum

Ben tek bir İslâm yorumu olduğunu düşünmüyorum. Bir din peygamberine indirilir, bu indirilen ahkâm her zaman o peygambere tabi kişiler tarafından tarihi süreç içerisinde yorumlanır, işlenir. Din odur aslında. Din yorumlandıktan sonra bizim önümüze gelir. Bu gün biz bir Müslüman olarak Cebrail (a.s) ile Hz. Muhammed (s.a.v) arasına giremedik. Orada tam neler olduğunu bilemiyoruz. Biz bize yansıdığı kadarıyla bilebiliyoruz. Tarihi süreç içerisinde Hanefilik, Şafilik v.s. gibi ekoller ve mezheplerce yorumlanarak gelmiş Kur’an’a sahibiz biz. Hadisler de aynı şekilde bir takım âlimler tarafından yorumlanarak gelmiştir bize. Kökeni ilahîdir, fakat insan eli de değmiştir demek sanıyorum yanlış olmaz. Kimilerinin iddia ettiği gibi ütopik bir İslâm yok yani… Mektepten geçmiş, yorumlanmış İslâm var. Tasavvufi İslâm var, Selefi İslâm var, Vahhabi İslâm var, Şii İslâm var, Sünni İslâm var, El Kaide İslâm’ı var. Kabul etsen de etmesen de var. Siz hangisini benimsiyorsunuz?

Bir kere tasavvuf, kişinin eğitimini esas alır. İslâm dinini bir kişisel gelişim programı haline getirme sanatıdır. Günümüzde Müslümanların terminolojisinin fazla politize olması ortaya sosyolojik bir İslâm çıkardı. Tabi ki İslâm dininin sosyal, politik hiçbir görüşü yoktur demiyorum. Ancak öncelikleri bunlar değildir. Din her şeyden önce bir şahsî tekâmül dersidir. Fakat günümüzde maneviyat, manevî tekâmül unutulmuş.

54

haline gelmez. Buradan “İnnallahe la yüğayyiru ma bigavmin hatta yüğayyiru ma bienfüsihim” ayetine telmihte bulunur sufiler. Bu ayet der ki, “Siz kendinizi değiştirmedikçe Allah sizi değiştirmez. Demek ki, toplumsal değişimi Allah önce kişisel değişime bağlıyor. Sen kendini dönüştürmemişsin nasıl daha toplumu dönüştüreceksin? Tasavvuf teolojisi, kişinin önce kendini tanımasını ister. Tasavvufi İslâm nedir?

Bütün diğer yorumlara saygı duymakla birlikte ben tasavvufi yorumu benimsiyorum. Hocam parçaladın şimdi diyeceksin, hayır ben parçalamadım, zaten var. Bir mahsur görmüyorum, zenginliktir. Hepsine saygı duyuyorum. Şeytan ile Aristo Mantığı Aynıdır Tasavvufi eğitime dönersek? Evet, burada önce insanı tanımak vardır. Tasavvuf kişideki tekâmülü gerçekleştirdikten sonra kişideki hakikatler açığa çıkar. Ve Somuncu Baba

hakikatler şahsidir Allah’ın tanınması bile insanın tanınmasından geçer. “Kişi kendini bildiği zaman ancak Rabbini bilir”. Çünkü Allah insanı mükemmel bir şekilde yaratmış ve ona ruhundan üflemiştir. Allah’ı aramak için uzaklara bir yere gitmeye gerek yoktur. Allah “Biz insana bütün isimleri öğrettik” diyor. Dağlar, taşlar, yani cisimler alemi emaneti yüklenmek istedi, içtinap ettiler, kapasiteleri yetmedi. Ancak insan bunu yüklenebildi. Dolayısıyla Allah o zaman “Ben insanla konuşurum” dedi. Bakınız, yeryüzünde Allah hiçbir zaman zatı olarak konuşmamıştır.

niçin böyle birisini yarattın” demesinden kaynaklanır. Bugün şeytanlık yapmak nebileri, velileri, insanı kâmilleri kabul etmemekle özdeştir. Bazıları der ki, “Ben insanı kâmili kabul etmiyorum, Allah’ı kabul ediyorum ya, yeter” Şeytan da aynı mantıkla hareket eder. Şeytanın mantığı ile Aristo mantığı aynıdır. Yani kıyas yapar. “Ben 104 kitabı ezbere biliyorum, ben âlimim” der. Türk insanı niçin İslâm’ın tasavvufi yolunu çok benimsemiştir?

çanızın çok iyi olması gerekir. Siz halksınız, köylüsünüz, çiftçisiniz, siz medrese ehli değilsiniz fıkıh okuyamazsınız hadis okuyamazsınız, o zaman siz dinle irtibatınızı nasıl kuracaksınız? Bir duygusal ilişki oluşması lazım ki, bağ kurulabilsin. Bir bilge insan gelecek size ilahiler söyleyecek kendi dilinizden, diyelim ki çiftçiyseniz çiftçi dilinden, köylüyseniz köylü dilinden böylece siz yeni bir dil, dinde yeni bir dil oluşturmaya başlayacaksınız.

Burada doğal bir süreç vardır. Sadece Türk insanı için söylemi-

Din halkın anlayacağı hale mi geliyor?

Siz “Allah’ı kimse soyut olarak aramasın” diyorsunuz… Evet, bunu hep söylüyorum. Hiç kimse boşuna Allah’ı Allah olarak aramasın, bulamaz. Çünkü yapı müsait değildir. Zatıyla tecelli edecek olsa bütün gezegen paramparçaolur.HazretiMusa’yaTur Dağı’nda “Bana tecelli et yarabbi” dediğinde “Len terani” “Sen beni göremezsin, paramparça olursun” demiştir. Bazı hocalar, ilahiyatçılar öyle bir Allah tanımlıyorlar ki, sanki Allah bu haliyle bulunur, bilinir gibi. Yeryüzünde Allah her zaman insan üzerinden konuştu. Bu bir Nebi’dir, bir Veli’dir. Allah bütün mesajını insan olarak anlattı. Şeytanı şeytan yapan Allah’a secde etmemesi değildir. Şeytan ateist değildir, yanlış tanıyor bizim ilahiyatçılar. Şeytan Allah’ın varlığını kabul ediyor. Onu şeytan yapan insanı kabul etmemesidir. Adem’e secde etmemesi mi? Oradaki Hazreti Adem değildir, insanı kamildir, Hakikati Muhammediyye’nin kaynağıdır. Şeytan olması, “Ben biliyorum, Ağustos / 2007

yorum bunu. Acem dediğimiz, (Acem, Arap olmayan herkes demektir.) Turan, İran, Pakistan, Afrika, Avrupa, Hindistan, Endonezya, v. d. Arapça bilmedikleri için daha çok duygusal bazda yaşayarak girerler İslâm’a. Duygu da tasavvufun ilgi alanına giriyor tabi… Elbette. Fıkıh kitaplarında duygusal bağ kuramazsınız, Fıkıh kitabı ile İslâm’a girecekseniz, Arap-

Bakın, “Derman arardım derdime/ derdim bana derman imiş/ burhan arardım aslıma/ aslım bana burhan imiş/ Ben taşrada sanırdım /ol can içinde can imiş” derken Niyazı Mısri aslında bir ayeti tercüme ediyor, aslında bir hadisi tercüme ediyor. Böylece bakınız tasavvuf bir ara bölge olarak Arap’tan Arap olmayana geçişte çok güzel bir adaptasyon yapıyor.

55

Orta Asya, İran, Hindistan halklarına yapmıştır bunu. Endonezya’nın Java Adası’ndaki köylü ne anlar Arapçadan? Müslüman olacaklar, hançereleri de müsait değil. Fatiha’yı okurken kırk tane yanlışı çıkıyor. Bir ayın harfini çıkaramıyor o zaman müslüman olamayacak mı? Bir ara bölge transformatöre ihtiyaç vardı. Tasavvuf bu ara bölgeyi çok iyi görmüştür. Tasavvuf dini sadece medresenin uğraşı olmaktan çıkardı mı? Evet, dini mesleklere adapte ederken de çok iyi bir fonksiyon ifa etmiştir. Esnaf ve zanaatkâr kesimine adapte etmiştir İslâm dinini. Aksi takdirde sadece medreselilerin bir uğraş alanı olacak. Siz oğlunuzu demirci esnafının yanına veriyorsunuz. Diyorsunuz ki “Buna zanaat öğret. Usta diyor ki, “Oğlum bak, bizim mesleğimiz demircilik. Şu gördüğün ham demir kütlesi var ya, onu önce bir potada eritiriz, sonra bunu erittikten sonra, bıçak, mızrak ucu, piyasanın metal olarak neye ihtiyacı varsa, onu yaparız” diyor. Önce çıraktır, yavaş yavaş kalfalaşmaya doğru gider. Ustası bu arada sanatı zahiren öğretir. Ondan sonra usta yavaş yavaş o çocuğun kulağına der ki, “Oğlum aferin, istediğim gibi yapıyorsun, sende istidat var, şimdi sana bazı şeyler daha söyleyeyim, bizim nefsimiz de tıpkı o ilk baştaki kütük gibidir. Bu kütükten bir şey olur mu olmaz…” Onun bir usta elinde işlenmesi mi lazım?

56

Elbette. Sonra usta der ki; “Biz de eğer bir kâmil insana denk gelirsek bizi alır, bizi kelime-i tevhit potasında bizi eritir, vurulan esma darbeleri ile üzerindeki, pıhtılar gider. Sonra cezbe ateşi ile eritilir, bu ancak cezbe ile mümkündür. İlahi aşk ancak insan nefsini eritebilir. Yoksa kütük olarak gelir, kütük olarak gideriz. Ondan sonra bizden, mızrak ucu, bıçak olur. Bunu da “Anladın mı” diye sorar. Anlamışsa, o zaman ustalık beratını verir. Fütüvvet Teşkilatı’nda şed kuşatılır. Şed kuşatma töreni aynı zamanda sen şeyh oldun anlamına gelir. Zahiren bir dış meslek öğ-

retilirken batınen de seyrü sülük öğretilir. Atölyeniz tekkedir. Nedir seyrü süluk? İnsanın kaynağına doğru yapacağı yolculuk demektir. Dikey bir yolculuktur. İnsanın cismanî bedeninden ruhanî bedenine doğru yapacağı yolculuğun adıdır. Bu yolculuğa bazen miraç adı verilir. Miraç yükselmek demektir. Mevcut halden daha üst bir mertebeye yükselmek… Peygamber Efendimiz ve bütün peygamberler miraçlarını gerçekleştirmiştir. Miracı Peygamberimiz birkaç kere yapmıştır. Bilineni bizim kutladığı-

mızdır. Ancak bizde şöyle bir yanlış anlama da vardır. Peygamber miracını gerçekleştirdi ve artık o kapı kapandı. “Hayır, ben miraç yaptım siz de miraç yapın” demektir. Örneğin namaz müminin miracıdır diye bir pratik yapma imkânı da sunuluyor. Dini ilimlerin zahiri tarafları ilmel yakindir o halde… Aynen öyledir. Allah yemez, içmez, doğurmaz, öğretirsin. Fakat ben bunu içimde hissetmiyorsam? “Oysaki şah damarından daha yakınım” diyor Allah. Hissetmiyorsan, burada problem var demektir. Problemi düzeltmek lazımdır. Âşık olunacak tek şey Hak Teala’dır. “Ben sana senden daha yakınım diyor. Nereye gidersen, ben seninleyim” diyor. Onun mülkündeyiz, başka bir yere gitmiş değiliz. O zaman bunu hissetme derslerine ihtiyacımız var. “Çünkü ben ruhumdan üfledim” diyor. Beni dünyaya getiren ebeveynlerimi hissediyorum, “Anam, babam” diyorum da “Benim Allah’ım” niye diyemiyorum. İşte tasavvuf, bize yakın olan Allah’ı tanıttırma, hissettirme sanatıdır. Okçulara “Sen Atmadın Allah Attı” Sırrı Öğretilirdi Başka meslek yoğun tekkeler de var mı? Olmaz mı? Pehlivanlar Tekkesi vardır. Şeyh efendi güreş tutar. Hiç mürit şeyh ile güreş tutar mı? Ama orada tutar. Salto nasıl atılır, el ense nasıl çekilir, bunu öğretirken bunların manevi spirütüel karşılıklarını da öğretir. Nefisle nasıl güreş yapılır onu öğretir. Somuncu Baba

Bir metafordur tüm bu etkinlikler öyle mi? Kesinlikle hayatın tümü metafordur. Medreseye gitsen öğretmezler sana bunu. Ama gitsen bir pehlivanlar tekkesine, hem pehlivan çıkarsın orada, hem de maneviyat ehli çıkarsın. Okçular semtine gidersin, ok meydanı semtine adını veren yer. Orada sana ok talimi yaptırılır. Görünürde sana ok sporu yaptırılıyordur, fakat özünde “vema remayte iz rameyte velakinnallahe rama” öğretiliyordur. Yani “Attığın zaman sen atmadın Allah attı” ayetinin sırları açıklanır kulağına.

da olabilirsiniz. Zani, hırsız da olabilirsiniz. Çünkü doktorluk sizde bir hâl ilmi değildir, kâl ilmidir. İyi bir insan olsanız daha iyi olur, fakat doktor olmak için şart değildir. Hâl ilmi asla öyle değildir. Ancak sizden açığa çıkabilir. İçinizden açığa çıkabilir. Sizin haliniz ne ise sizden açığa çıkabilir. Ondan dolayı tasavvuf, hâl ilimidir. Hâl’i düzgün olandan çıkar. Hâl’i yamuk olandan kâl çıkar. Ayeti kerimede “lime tegulune mâ lâ tefalun” “Yapmadığınız şeyleri niçin söyleyip durursunuz” deniyor. Yapmakta olduğun şeyleri söyle.

İlim duyguyu öldürüyor mu? Hadis ilmini okuyanların Aşkı Muhammediyye’ye gelerek bir sanat icra etmeleri vaki değildir. Şiirleri yoktur. Onun için kuruturlar. Ama bu hadisleri tekkeye getirdiğin zaman “Anam babam sana feda olsun Ya resullallah” sözü ilahilere girmiş şekillerini görürsün. Peygamber methiyelerinin şiirlerde yer aldığını görürsünüz. Tasavvuf bazı problemleriyle birlikte günümüze kadar, İslâm dinini temsilde en önemli yöntemdir. Bu hakkı kendisine vermek zorundayız. Hâl ilmi ile kâl ilmine bir örnek verir misiniz? Hâl ilmi kişinin varoluşsal hâlidir. Ontolojik hâlidir. Kâl ilmi ise onunu laftaki halidir. Her kal ilmi sizde olmayabilir. Siz çok iyi bir tıp doktoru olabilirsiniz. Ancak aynı oranda çok ileri bir sahtekar

Ağustos / 2007

Tasavvufi Eğitim İnsan Ömrünü Yedişer Yaşa Göre Düzenler Tasavvufun eğitim süreci nasıldır, örneğin yaş baremi nedir? Farklı anlayışlar vardır. Fakat yedili yaş esasına göre eğitim vardır. İnsan ömrünü yedişer yıla bölerek bir eğitim planı yaparlar. Çünkü her yedi senede bir insan değişir. İnsan vücudu yeri senede bir kendini değiştirir. Manevî ilimler maddî ilimlerden zordur. Maddî ilimlerde zekânız ve fiziksel özellikleriniz yerindeyse rahatlıkla ilerleyebilirsiniz. Ancak manevî ilimler özel yetenek ister, incelik ister. Bunlar başlangıçta hemen

herkeste olmayabilir. Kaba saba bir ortamdan gelen insanın ince zevkleri anlaması başlangıçta beklenemeyebilir. Bir insan tasavvuf düşmanı ise özellikle bazı hocalar, kendi özel hayatlarında da ne kadar görgüsüz olduklarını görürsünüz. Bir paralellik vardır arasında yani… Zevk-i Selim sahibi olup ince şeylerden hoşlanıp, güzeli seven insandan tasavvuf karşıtı pek çıkmaz. Yaşa dönersek, kırktan sonra daha çok ortaya çıktığına dair bir genel yaklaşım vardır. Elbette erken yaşta girenler de vardır. Fakat kırktan sonra artık bir sürü yaşamış ve hazır hale gelmiştir. Artık hava atmalar filan kalmaz. Elliden sonra ise bedeni engeller çıkar ortaya. Artık Allah biraz burunları sürtmeye başlar. “Ben ne yakışlıyım, güzelim” de desen, gençleşme çalışmaları yapsan da bazı sinyaller gelmeye başlar. Fiziksel kabiliyetlerde biraz gerilemeye başlayınca o zaman ruh ön plana çıkabiliyor. İyi kâmil bir insana da denk gelirse, kırk kırkbeşten sonra elliden sonra eğitimi daha düzgün olabiliyor. Bir de hayat var. Kişi yemiştir içmiştir, sevmiştir, sevilmiştir, feleğin çemberinden geçmiştir. Bunlar da tasavvuf yolunu açabilir. Değerli hocam verdiğiniz bilgilerden dolayı çok teşekkür ederiz. Sizin şahsınızda Somuncu Baba Dergisi okuyucularına ben teşekkür ederim.

57

Hz. Ömer der ki: “Hesaba çekilmeden önce kendi kendinizi hesaba çekin. Amelleriniz tartılmadan önce yaptıklarınızı ölçüp tartın. Bugün kendinizi hesaba çekmeniz, yarın mahşerde hesaba çekilmenizden daha kolaydır. O büyük mahkeme için hazırlık yapın. Çünkü o gün İlâhî huzura çıkarılacak ve hiçbir şeyiniz gizli kalmayacaktır.”

Düşünce Doç. Dr. Abdulaziz HATİP

Nefis Muhasebesi Hesaba Çekilmeden, Kendimizi Hesaba Çekelim

N

efis muhasebesi yapıyor muyuz? Zaman zaman şöyle kendimizle baş başa kalıp da, bilerek veya bilmeyerek ettiğimiz günah ve yanlışlıklardan dolayı kendimizi sorguladığımız oluyor mu? Hatta iyilik ve ibadet diye işlediklerimizin bile dinî standartlara uygun ve sırf Allah için olup olmadığını yokladık mı hiç?

Bunu yapmayan kimse bilsin ki, hesabını bilmeyen, kâr ve zararını gözden geçirmeyen tüccara benzer. Böyle bir tüccarın iflası kaçınılmazdır. Dünya da bir ticarethânedir. Burada ömür dakikalarıyla ebedî bir hayatın saadetini kazanmak için bulunuyoruz. Hesabımızı iyi yapmalı, kâr ve zararımızı güzelce ölçüp tartmalıyız. Hayat sınavı ancak böyle başarıyla verilebilir. Yüce Allah kullarını şu âyetle muhasebeye davet ediyor: “Ey iman edenler! Allah’ın azabına hedef olmaktan korunun. Herkes yarın ahireti için ne gönderdiğine dikkat etsin. Allah’ın azabına dûçar olmaktan sakının. Şüphesiz Allah, yaptığınız her şeyden haberdardır.. Sakın şunlar gibi olmayın ki, onlar Allah’ı unuttukları için, Allah da kendi öz canlarını kendilerine unutturdu. Fayda ve zararlarını dahi bilemezler. İşte yoldan çıkanlar onlardır” (Haşr,18-19). Hz. Ömer der ki: “Hesaba çekilmeden önce kendi kendinizi hesaba çekin. Amelleriniz tartılmadan önce yaptıklarınızı ölçüp tartın. Bugün kendinizi hesaba çekmeniz, yarın mahşerde hesaba çekilmenizden daha ko-

58

Somuncu Baba

laydır. O büyük mahkeme için hazırlık yapın. Çünkü o gün İlâhî huzura çıkarılacak ve hiçbir şeyiniz gizli kalmayacaktır”. Yüce Allah, günah işlerken şöyle dursun, iyilik ve taatte bulunurken bile titizlik ve endişeyi elden bırakmayan kullarını över: “Rablerine duydukları saygıdan dolayı çekinenler, Rablerinin ayetlerini tasdik edenler, Rablerine hiç ortak tanımayanlar, Rablerine döneceklerine inandıklarından kalpleri titreyenler, O’nun yolunda mallarını harcayanlar, evet işte onlardır hayırlara koşanlar ve o işlerde öne geçenler!” (Mü’minun, 5761).

kadar ağlarmış. Oranın dünya menzillerinin sonu, ahiret menzillerinin ilki olduğunu, kurtuluş ve hüsranın oradaki sorguda belli olacağını söylermiş. Hz. Ali de, Allah’tan çok korkan, sık sık ağlayan, nefsini hesaba çeken bir zattı. Özellikle iki şeyden çok çekindiğini söylerdi: Ölümsüzlük hayali, nefsin çocuksu heveslerine kapılmak. Ona göre, birincisi ahireti unutturur. İkincisi de haktan saptırır. Hz. Ömer valilerinden birine şunları yazmış: “O çetin hesap

Şu uyarı da ona aittir: “Kıyamet günü bazı kimseler için hesabın kolay geçmesi, dünyada iken kendi kendilerini hesaba çekmelerinden; bazıları için hesabın ağır geçmesi ise, sadece ‘müslümanım’ deyip de kendi kendilerini hesaba çekmemelerindendir”. Denilmiştir ki: “Nefis, hain ortak gibidir. Ona hesap sormazsan varını yoğunu götürür”. Hz. Davud’un şu hikmetli sözü nakledilir: “Kulun vakti şu dört şeyden başkasıyla geçme-

Hz. Ömer geceleyin kalkıp âdeti olan ayetleri okurken Cehennem ve azaptan bahseden âyetlere geldiğinde korkar, ağlar, bazen hastalanıp günlerce evinden çıkmaz, insanlar kendisini ziyarete gelirlermiş. Hatta ağlamaktan iki yanağında siyah birer çizgi oluşmuş. Bu durumunu gören, İbn Abbas bir gün teselli için, “Allah sizinle şehirler ma’mur eyledi, İslâm’a fetihler nasip etti, daha neler nelere vesile oldunuz” demiş. O ise, “Başa baş kurtulsam sevinirim” cevabını vermiştir. Hz. Ebu Bekir de, Allah korkusundan sık sık ağlar ve şöyle derdi: “Vallahi, yenilen bir ot ve kemirilen bir ağaç olmak isterdim”. Hz. Osman bir kabrin başına vardığı zaman sakalı ıslanıncaya Ağustos / 2007

günü gelmeden ve henüz rahatlık içindeyken kendi kendini hesaba çek. Çünkü, bu durumda kendini hesaba çekenin akibeti hoşnutluk ve mutluluktur. Kimi de hayatı oyalar, nefsâni arzuları kendisini asıl yolundan alıkoyarsa akıbeti pişmanlık ve hüsran olur”. Hasan-ı Basrî der ki: “Kişi, içindeki sağduyusunun sesine kulak verdikçe ve en önemli işi nefis muhasebesi oldukça hayırda kalmaya devam eder”.

melidir: Rabbiyle başbaşa kalıp dua etmek; kendi kendisini hesaba çekmek; kusurlarını kendisine hatırlatan, eğriliklerini düzelten dostlarla beraber olmak; nefsini meşru lezzetlerden istifade ettirmek için çalışıp helalinden kazanmak”. Nefsini hesaba çekenler Yüce Allah’ın rahmet ve keremini anlar, kendini beğenmişlik hastalığından kurtulur, hak sahiplerinin haklarını iade eder, gönüllerini alır, nezaket, zarafet ve güzel ahlak sahibi olurlar.

59

Bilim ve Hikmet Doç. Dr. Bayram Ali ÇETİNKAYA

Osmanlı İmparatorluğu’nun “Saray Okulu”

Enderun

E

vrensel ve Küresel bir güç olan Osmanlı İmparatorluğu, bu özelliğini donanımlı devlet adamı ve ordu mensuplarıyla elde etmiştir. Yetkin mülkiye, kalemiye, askeriye ve ilmiye için en önemli şart, ancak vasıflı bir eğitim ve öğretim ortamının teşekkülüyle mümkündür. Yükselme ve gelişme dönemi Osmanlısı, tüm sektörlerde olduğu gibi bilgi ve bilim seviyesinde en üst sınırlara ulaşmış bir yapıya sahiptir. Cihan devleti olmayı hazırlayan niteliklerin başında; ilim, bilgi, yetenek, liyakât ve disiplinin mükemmel bir şekilde harmanlandığı İmparatorluk “Saray Okulu” Enderun gelmektedir.

“Türk devletini, Osmanlı Türkleri’nin devletini, imparatorluğunu liyakat sahibi, zengin, güzel insanlar, çalışarak, yükselerek, gayretle elde ettikleri rütbelerle yönetirler. Bizdeki gibi irsî bir aristokrasi yoktur. Bu yüzden kabiliyetsiz insanların elinden değil, kabiliyetlilerin elinden yayılan ve yükselen, istikbali fetheden bir imparatorluk söz konusudur.” (Avusturya-Alman İmparatorunun Büyükelçisi Ogier Ghiselin von Busbeck)

60

Yeni Bir Kültür Çevresinin Mensubu: Devşirme Osmanlı devlet geleneğinin oluşmasındaki en köklü kurum, şüphesiz Enderun’dur. Farsça bir kelime olan Enderun, “iç kısım” anlamına gelmektedir. Enderun’un kadınlara yönelik olan muadil eğitim alanı ise Harem’dir. Slav dillerinden başlayıp da Yunanca ve Arnavutça konuşulan bölgelerden gelen insanların, bir sarayın dili, üslubu ve icraatı çevresinde kenetlendiği ve bir araya geldiği merkez Enderun’dur. Burada yetişen kişinin, eski dili, dini ve kabilesi ile olan bağlantısı zamanla mesafelenir. Çünkü o, artık yeni bir kültür çevresinin mensubu olma yolundadır. Enderun’a alınan çocuklar, Osmanlı’ya özgü bir sistem olan “devşirme” denilen bir yöntem ile seçilir ve istihdam edilir. Ancak bu ergenlik dönemi gençler, Enderun’a kabul edilmeden önce alt bir eğitim safhasından geçmeleri gerekirdi. Hıristiyan aile çocukları içinden seçilen bu çocuklar, saray okuluna girmeden önce, Müslüman Türk ailelerinin hiSomuncu Baba

mayesinde Türkçe’yi, İslâm inanç ilkeleriyle âdâp ve muaşerete yönelik uygulamaları öğrenirler. Akabinde Edirne, Galatasaray, İbrahim Paşa saraylarında bedenî ve ruhî yeteneklerini ilerletecek dersler ve usulleri ikmâl ederlerdi. Acemi oğlanları, eğitim ve öğretim sonucunda “çıkma” ismiyle ayrılarak değişik yerlerdeki askerî birliklere gönderilirler; üstün kabiliyetli gençler ise yüksek derecede bir eğitimi alması amacıyla Enderun’a kabul edilirlerdi.

bir sözleşmenin dumura uğramaması için bir zorunluluktur. Devşirmenin gerçekleştirildiği bazı bölgeler, son derece fakir ve gelecekleri için çok iyi fırsatların gözükmediği köyler olabiliyordu. Kafkasya, Arnavutluk veya İşkodra’nın dağlık coğrafyasından gelen çocukların yeterli beslenme, eğitim ve iş bulma imkânları çok güç bir durumdu. Böyle bölgelerde yaşayan aileler, çocuklarının istikbalinin kurtulması için devşirme eminini beklerlerdi.

Ulema ve özellikle çok yetenekli olan devşirme eminleri, devşirme için izin istedikleri aileleri “Çocuğunuzu verin. Müslüman olsun, bu sizin için de iyidir, bizim için de iyidir” diyerek ikna ederler. Meselâ devşirilmeden önce, Sokullu Mehmet Paşa, çok meşhur ve bilgili Hıristiyan bir ruhbanın çocuğudur, ancak sonraları çok iyi bir Müslüman olmuştur. Sistemin en dikkat çeken yönü de buradadır.

Gravürlerle Türkiye İstanbul 3

Osmanlı yönetim anlayışında, devşirme denilen usul, sistemli bir geleneğin işaretlerini verir. Devşirmeyi gerçekleştiren en önemli şahıs devşirme emini, bu seçimi yaparken, tek çocuklu ailelerin ve tek oğlan çocuğu olan ailelerin mensuplarını devşirmez. Hatta devşirme için, köy ahâlisinin rızasının alınması toplumsal

Ağustos / 2007

Gönüllülük esasına dayanan devşirme, ailelerin onayı ve rızasıyla gerçekleşir. Asla çocuklar ailelerinden zorla kopartılma yoluna gidilmezdi. Devşirilen çocukların bir kısmı yeniçeri neferi olabildiği gibi, bazıları da Sokullu Mehmet Paşa ve Mahmut Paşa gibi devletin yönetiminde söz sahibi olan başvezir olabilmekteydi.

Her Türlü Eğitimin Verildiği Mektep İçinde sınıf bulunan bir mektep gibi olmayan Enderun’da, çocuklar, bir tür hizmet içi eğitim alırlar, koğuştan koğuşa konumlarından terfi ederek mertebe kaydederler. Vasıf ve kabiliyetleri geliştikçe, padişaha daha yakın hizmetlere yükselirler. Sözlü ve

61

nusunda yetkin ve donanımlı hocalar tarafından yetiştirilirlerdi. Enderun’da Eğitim Enderun, 15. yüzyılda Osmanlı’da medrese dışındaki en ciddi resmî eğitim müessesesidir. Mülkî ve askerî yöneticilerin yetiştirildiği bu okul, Osmanlı bürokrasi için bir kaynaktır. Bu özelliğiyle Enderun, Osmanlı ideoloji ve zihniyetinin öğretilip geliştirildiği bir merkez niteliğini taşımaktadır. I. Murad’ın Edirne’yi almasından hemen sonra 1363’te kurduğu, I. Murat, Fatih ve II. Bayezıd’in geliştirip mükemmel bir saray üniversitesi haline getirdiği Enderun, 1833’te II. Mahmut tarafından kapatılmıştır. Enderun’da, I. Murat zamanındaki din derslerine, II. Murat şiir, mûsiki, hukuk, mantık, felsefe, coğrafya ve astronomi; Fatih, hat, tezhip ve resim; II. Bayezid de silahşörlük ve okçuluk gibi askerî spor derslerini ilave ettiler.

Arts in the age of Sinan sf. 221

yüz yüze bir eğitim alınan Enderun’da, spor, resim, hüsn-i hat ve edebiyat gibi yetenek geliştirici sahalarda nitelikli dersler verilirdi.

gelirlerdi. Yeniçeri adayı da olan bu çocuklar için, Türkçe öğrenmek ve din bilgisi almak önemlidir.

Bir hayat tarzı olan devşirme usûlü sayesinde, alınan çocuklar Türkçe öğrenirler. Enderun’a kabul edilmeyenler bile, İstanbul civarındaki köylerdeki köylülerin yanına geçici bir süre için verilirlerdi. Balkan dil ve kültürüyle belirli yaşlara gelen çocuklar, bir müddet sonra, Osmanlı lisanına ve yaşam biçimine aşina bir hale

Devşirildikten sonra beden ve zeka bakımından kabiliyet ve yeteneklerinde gelişme olan çocuklar, yüksek derecedeki bir eğitim için Enderun’a gönderilirler. Diğerleri ise, çeşitli askerî sahalara dağıtılırdı. Endurun’a alınan devşirme çocuklar, çetin bir hayatın yaşandığı bu saray okulun’da, Osmanlı kültürü ve İslâmiyet ko-

62

Bu saray mektebinin teşekkülündeki ana gaye: “Osmanlı Devleti’ne yetenekli kumandan yetiştirmek ve devamlı büyüyen ülkenin farklı din, dil ve kültürlere mensup kitlelerini idare edecek sağlam yönetici kadroları temin etmekti.” Yüksek seviyede idareci yetiştiren Enderun’a katılmak için, ırk veya kan bağı önemli değildir. Buranın en önemli vasfı olan kültür ve disiplin, temel ilkeler olarak kabul edilmiş ve kadrolar bu anlayış çerçevesinde oluşturulmuştur. Enderun’daki eğitim sistemi, Büyük ve Küçük Odalar, Doğancı Somuncu Baba

Koğuşu, Seferli Koğuşu, Kiler Koğuşu, Hazine Koğuşu ve Has Oda olmak üzere yedi kademeli bir usûl üzerine bina edilmişti. Enderun’un ilk iki kademesindeki Küçük ve Büyük Odalara, acemi oğlanları mektebinden başarı gösterenler alınırdı. Bu gençlere İslâm dini ile kültürü, Türkçe, Arapça ve Farsça dersleri verilir; güreş, atlama, koşu, ok çekme gibi sporlar öğretilirdi. Bu odalarda okuyan on beş yaşlarındaki gençler, “dolama” denilen bir çeşit cübbe giydikleri için “dolamalı” ismiyle anılırlardı. Disiplin içerisinde gençleri yetiştirmek için lalalar bulunurdu. 1675 yılında, bu odalar kaldırılmıştır.

Buranın idarecisi olan hazinedarbaşı ve hazinekethüdâsı, sarayın en itibarlı görevlilerinin başında gelmekteydi. Barış ve savaş zamanlarında padişahın yanında bulunan bu saray bürokratı, yaklaşık iki bin civarındaki saray sanatkârlarının başı, hazine ve padişaha ait mücevherat ve değerli eşyanın muhafazasından mesuldü. Bu koğuşun sayısı, 150 kişiye kadar ulaşmaktadır. Aynı dönemlere ait bir başka

ler mevcuttu. Hünkâr müezzini, sır kâtibi, sarıkçıbaşı, kahvecibaşı, başçavuş gibi padişah hizmetinde olanlar, Has Oda’daki kimselerden tercih edilirlerdi. Enderun’da öğrenci olmak, İslâm coğrafyasının farklı bölgelerinden gelenler için büyük bir ayrıcalık olarak kabul edilmiştir. Bununla birlikte saraya yakın çevrelerden de küçük yaşta kabiliyet ve yetenekleri belirginleşmiş çocuklardan Enderun’a kabul

Enderun’un üçüncü kademesi olan Doğancı Koğuşu, kırk kadar gencin talim ve eğitiminin yapıldığı bir koğuş olup, IV. Mehmet döneminde varlığı sona ermiştir. Enderun’daki Seferli Koğuşu, 1635’te IV. Murat tarafından oluşturulmuştur. Önceleri Enderun mensuplarının çamaşırlarının yıkanıp düzenlenmesi vazifelerini yerine getirirken, daha sonraları bu koğuştakilerin çalışmaları, sanat alanına yönlendirilmiştir. Buradaki gençlere, musikîşinas, hânende, kemankeş, pehlivan ve berber gibi yetenekler kazandırılmıştır. Seferli Koğuşu’nda yüz civarında genç eğitim görürdü. Fatih döneminde teşkil edilen Kilerci Koğuşu’nun görevi, padişaha yemek servisi yapmaktı. Yine saray odaları ve mescitlerinin mumlarıyla meşgul olan kimseler, bu koğuşun mensuplarıydı. Fatih’in kurduğu diğer bir koğuş ise, Hazine Koğuşu’ydu. Ağustos / 2007

koğuş da, Has Oda’dır. Enderun kademelerinin son halkası olan Has Oda’nın dört meşhur zabiti; has odabaşı, silâhdar, çuhadar ve rikâbdar idi. Padişahın huzuruna, yalnızca has odabaşı çıkabilmekteydi. Sayıları kırkı bulan Has Oda mensupları arasında Hırka-i Saâdet Dairesi’ni temizlemek, eşyasının bakımını yapmak, kandil gecelerinde öd ağacı yakmak, gülsuyu dökmek ve mukaddes emanetleri korumak gibi vazife-

edilmiş büyük Osmanlı bestekârları bulunmaktadır. Enderun’da önemli müzik adamlarıyla birlikte, minyatür, nakş, cilt ve hat sanatlarında üstat şahsiyetler de yetişmiştir. Enderun’daki Hayat Saray okulunda, gerekli bilgiler vermenin ve maharetler kazandırmanın yanında, padişah hizmetinde bulunmanın anlamı

63

Arts in the age of Sinan sf. 209

çerçevesinde mutlak bağlılık duyguları öğrencilerde geliştirilmekteydi. Odalardaki disiplin, yatma, kalkma, yemek ve istirahat saatlerinin düzenli uygulanmasıyla kendisini hissettirirdi. Bununla birlikte öğrenciler, boş konuşmalar içerisinde bulunmazlar; aynı zamanda onların dışarı ve aileleriyle ilişkileri sınırlı kalmazdı. Saraydan ayrılıncaya kadar Enderunlular, deyim yerindeyse bir tekke hayatı yaşarlar, kadın yüzü görmezlerdi. Onların yanında gece gündüz hâl-hareketleri gözetleyen ve disiplini sağlayan hadımlar bulunurdu. Odalardaki erkek çocuklar onar kişilik gruplara ayrılmış olup, her grup yetişkin bir oğlan lala unvanıyla orada bulunanların disiplinini sağlamakla mesuldü. Nitekim oğlanlar, birbirlerine laladaş olarak hitap ederlerdi. Enderun’daki hayat sabah ezanıyla başlar, gerekiyorsa hamama

64

gidilir. Sabah namazı mutlaka kılınırdı. Yemek sofrasındaki aşırı davranışlar, tekdir veya ele kepçe vurmak şeklinde karşılık bulurdu. Kaba ve kötü konuşmalar, edepsiz hareketler ve sıkı giyim kurallarına aykırı tutum ve davranışlar cezalandırılırdı. Edep, terbiye ve disiplinin öne çıktığı Enderun’da, bu unsurlar belirli ve önemli amaçları gerçekleştirmeye yönelik olarak belirginleşmiştir. Bununla dindar, kibar ve düzgün konuşan, edebiyata âşina, namuslu, nefsine hâkim, şeref ve onurlu centilmen Osmanlı devlet adamı yetiştirmek hedeflenmiştir. Sistemin En Önemli Özelliği: Disiplin Medreselerdeki eğitimle farklı yöntemler uygulanmasına karşın Enderun’daki eğitim, belirlenen hedeflere ulaşma bakımından daha başarılı kabul edilir. Zira son dönemlerde medreselere alı-

nan öğrencilerde, ilim erbabının çocuklarına yönelik olarak ortaya çıkan ayrıcalıklı hususlar, Enderun’undaki disiplini, başarı ve yeteneği yücelten hususlara mağlup olmaktadır. Nitekim bu vasfıyla Enderun, imparatorluğun en başarılı kadîm bir kurumu olarak varlığını yüzyıllarca sürdürmüştür. Yüksek seviyede verilen eğitimiyle Enderun, çok sayıdaki Batılı gözlemci ve elçi için büyük takdir ve övgüye konu olmuştur. Enderunlular kendi aralarındaki sosyal ilişkilerde, asla saygı, edep ve disiplinli olma hallerinden uzak tavır içerisinde bulunmazlar. İkili ilişkilerde öğrenciler birbiriyle “siz” hitabıyla konuşurlar; koğuş zabitleriyle, koğuşun başlarıyla büyük bir saygı ve nezaket içerisinde bulunurlardı. Disiplin, Enderun için, sistemin en önemli parçasından birisidir. Öğrencinin okula devam ettiği müddetçe her hareketini Somuncu Baba

kontrol etmesi, yani ölçülü olması gerekir. Kusur ve suçlar karşısında, falaka, uykusuz bırakma, yemeği kesme gibi sert cezalar bulunurdu. Böyle bir eğitim sonucunda, oğlanlara sabırlı, meşakkatlere dayanıklı, saygılı, alçak gönüllü gibi erdemler kazandırılırdı. Gençlerin yeteneklerine göre her türlü makama ulaşabileceklerini bilmeleri, onların kurallara olan bağlılıklarını ve çalışma azimlerini güçlendirirdi. Pirinç ve etin en temel gıda maddeleri olduğu Enderun’da, öğrencilerin aşırı yemek yemelerine fırsat verilmediği gibi, gıdasız kalmamaları için her türlü itina gösterilirdi. Kan ve Irk Bağı Yerine Liyakat Enderunlu bir öğrenci olmanın imtiyazına, ırkî ve ırsî bağlar gölge düşürmez. Buradaki her genç bilir ki, eğitimde liyakat esastır; başka türlü hiçbir ayrıcalık terfilerde söz konusu değildir. İmparatorluğun dışındaki yabancılar için hep bir merak ve araştırma konusu olan Enderun, Osmanlı yönetim felsefesinin temellerini kavramak açısından bunu hak etmektedir. Nitekim bu özelliği, eğitim tarihinde Enderun’un özgün bir eğitim müessesesi olduğunu göstermektedir. Enderun Öğrencisi İmparatorluğun en uzak ve mahrumiyet içindeki bölgelerinden gelip de Enderun’da ciddi bir eğitim sonucunda üstün bir sınıf mensubu olan öğrenciler, çevrelerine tesir eden bir devlet imajı haline dönüşmüşlerdir. Resmi törenlerdeki katılımcıları, heybetli fizikleri ve kıyafetleri ile hayran Ağustos / 2007

bırakan Enderunlular, kılıç alayı ve Cuma selamlığı gibi merasimlerde hazır bulunurlardı. Osmanlı sarayının yapısı, Enderun (iç) ve Bîrun (taşra) olarak iki kısımda teşekkül etmiştir. Sarayda, Enderunlular, bir takım imtiyazlara sahip idiler. Örneğin sefer zamanlarında, Enderun mensupları, padişahla beraber olurlar; kendilerine at ve silah verilirdi. Ayrıca Enderunda, padişahın şahsî hizmetlerine de yer verilmiştir. Bu anlamda Enderun, hem padişahın özel hayatının geçtiği bir mekân hem de bir okuldur. Mesleklere Vasıflı İnsan Yetiştiren Okul Yöneticilik ve askerlikten güzel sanatlara kadar çeşitli eğitimlerin yüksek bir düzeyde verildiği Enderun’da bir de hastane bulunmaktadır. Bununla Birlikte Ali Ufkî Bey gibi önemli müzisyenlerin çıktığı Enderun, rekorlarıyla tarihe geçen sporcuları, edebiyat ve felsefe sahasında önemli düşünürleri ve Osmanlı’nın en az üç asrında etkili olan mareşalleri, bünyesinden çıkarmıştır. Enderun’da yetişen gençlerin, Osmanlı İmparatorluğu’nun idarî, siyasî ve diplomatik faaliyetlerine şahit olmaları, onların bilgi, görgü ve tecrübelerini arttırıcı bir unsur olarak kabul ediliyordu. Zira Topkapı Sarayı, yüzyıllarca bu icraatların merkezi olmuştur. Hâsılı, Enderun, imparatorluğun yönetici elit kadrolarını yetiştiren ve hayata hazırlayan bir mektep görevini üstlenmiştir.

Enderun’un Bozulması ve Kaldırılması 17. yüzyılda, Enderun’dan yıllar önce icazet alan devletin idari mensuplarının, kendi çocuklarını saray okuluna dahil etmeye çalışmaları, liyakat ve disipline dayalı sistemde boşlukların oluşmasına sebep oldu. Ayrıca bu hususa, eğitim sisteminin kendini zamanın ihtiyaçlarına ve gerçeklerine karşı yenileyememesi de eklenince, Enderun’un eğitim kalitesi iyice geriledi. Devlet kurumlarının zayıflamasına paralel olarak Enderun da güç kaybetmesine rağmen, 19. yüzyıla kadar varlığını sürdürdü. Sonraları, Batı tarzındaki eğitim okullarıyla birlikte Enderun, nitelikli bir Osmanlı müessesesi olarak zamanını tamamladı. Şu halde, Enderun, tarihimizde erdemi ve yüksek değerleri bilen, uygulayan ve uygulatan ideal bir yönetici modelini inşâ etmiştir. Zamanımızın erdemli, birikimli, tecrübeli, ufku geniş, toplumuyla barışık vasıflı idarecilerini yetiştirmek için yeni Enderun’lara olan ihtiyaç, her daim hissedilmektedir.

Kaynakça Adnan Adıvar, Osmanlı Türklerinde İlim, V. baskı, İstanbul 1991, İ. Baykal, Enderun Mektebi Tarihi, 1953. Ekmeleddin İhsanoğlu, “Osmanlı Eğitim ve Bilim Müesseseleri”, Osmanlı Medeniyeti Tarihi, ed: E. İhsanoğlu, İstanbul 1999, I. Halil İnalcık, Osmanlı İmparatorluğu Klâsik Çağ (1300-1600), çev: Ruşen Sezer, IV. baskı, İstanbul 2004. Mehmet İpşirli, “Enderun” mad. TDV İslâm Ansiklopedisi, İstanbul 1995, XI. İlber Ortaylı, Osmanlı Yeniden Keşfetmek, XV. baskı, İstanbul 20006. Cinuçen Tanrıkorur, “Osmanlı Mûsikîsi”, Osmanlı Medeniyeti Tarihi, ed: E. İhsanoğlu, İstanbul 1999, II.

65

Kültür

Prof. Dr. Nesimi YAZICI

Bir Yabancı Gözüyle XVI. Yüzyılda Türk Zaferlerinin Sebepleri “Türklerin zaferden zafere koşmalarının diğer bir sebebi de, onların dinlerine karşı büyük bağlılıklarıdır. Bu dinî kudret ve heyecanın biz Hıristiyanlarda da olması lâzımdır. Hıristiyanlar tarafından öldürülen bütün Türkler şehit addedilirler, bu inanç onlara kudret verir.”

S

on günlerde sıkça Nejat Göyünç (ö. 1 Temmuz 2001) hocanın yazdıklarından bazılarını okumaktayım. Bilindiği gibi Prof. Dr. Nejat Göyünç, Osmanlı Tarihi’yle ilgili 10 kitap, millî milletlerarası kongrelerde sunulmuş, çeşitli ilmî dergilerde yayınlanmış 146 makale ve tebliğ, 15 ansiklopedi maddesi, 47 kitap tanıtımı... vb. çok sayıda çalışması bulunan, ülkemiz üniversitelerinde sayısız öğrencinin yetişmesine katkıda bulunmuş pek değerli bir araştırmacıydı. Peygamber Efendimizin bir hadisinde, ölen kişilerin amel defterinin kapanacağı, ancak insanlara devamlı olarak fayda sağlayan bir tesis kuranın, kendisine duâ edecek hayırlı bir evlat yetiştirenin ve bir de kendisinden faydalanılacak bir ilim bırakanın amel defterine, buradan gelecek sevapların yazılmaya devam

Ağustos / 2007

edeceği bildirilmektedir. İşte bu hadiste ortaya konan esaslardır ki, Müslümanları evlatlarını iyi yetiştirmeye, vakıflar benzeri hayatın her yönünü içeren kalıcı hayırlar yapmaya ve ilim adamlarını da, her hangi bir yükselme arzusu duymadıkları zamanlarda bile, araştırmalarına devam ederek eserler ortaya koymaya yöneltmiş bulunmaktadır. Nejat Göyünç Hocamız da Peygamberimizin faydalı ilim bırakan âlimlerle ilgili müjdesine ulaşmış olan ilim adamlarımızdan biriydi. Bu küçük yazımızda biz, tanınmaya ve tanıtılmaya gerçekten lâyık olan Hocamızı anlatacak değiliz. Bizim arzumuz, kendisini bu kadarlık da olsa andıktan sonra, günümüzden otuz beş, kırk sene önce yapmış olduğu iki çalışmasına atıfta bulunmak ve bu vesileyle geçmişte sahip olduğumuz de-

ğerlerlerden, hiç değilse bazılarını, bir defa daha gözler önüne sermektir. Umulur ki bizim hissettiklerimizi başkaları da hissederler. Böylece kötü yönlerimizi düzeltme ve iyi örnekleri bilerek arttırma istikametinde çabalar içerisine gireriz. Sözünü etmek istediğimiz Salamon Schweigger isimli bir Alman’ın XVI. yüzyılın ikinci yarısı başlarında ülkemize yaptığı seyahat sırasında bizleri nasıl tanıdığı ve tanıttığıdır. Bilindiği gibi Osmanlı Türkleri, XIV. yüzyılın ikinci yarısı başlarında Rumeli’ye geçmişler ve kısa süre içerisinde Balkanlardaki Hıristiyan milletler karşısında büyük zaferler kazanmışlar, kesin bir üstünlük kurmuşlardı. Bu müthiş ilerleme, bir başka Türk ve Müslüman sultan olan Timur’un Anadolu seferi sonrasındaki karışıklıklar dolayısıyla, elli senelik bir duraksamaya uğ-

67

radıysa da, 1453’te İstanbul’un fethinden sonra daha da hızlı biçimde devam etmiştir. İşte bu durum dönemi Avrupa’sında Türklere karşı çok büyük bir alaka uyandırmış, onlarla ilgili yayınların büyük çapta artmasına neden olmuştu. Öyle ki bu devirde Avrupalılar arasında Türkler hakkında bilgi veren yayınlar, Yunan ve Lâtin klasikleriyle dinî metinlerden daha da fazla bir okuyucu kitlesine sahip olmuş, hattâ İngiltere’de, komşuları Fransızlar ve Hollandalılardan sonra, hakkında en fazla yayın yapılan millet Türkler olmuştur. Şüphesiz bu yayınların önemli bir kısmında Türklerle ilgili akla gelmez iftiralar, yalan ve yanlış değerlendirmeler yer almaktaydı. Bununla birlikte peşin fikirli bir kısım yazarlar bile, şu veya bu sebeple veyahut da şekilde, bize ait bazı değerleri ortaya koymaktan geri duramamışlardır. Nitekim önceliğin askerî ilerlemelere verilmiş olması dolayısıyla ordumuzun disiplini yanında, ülkedeki asayişin düzgünlüğü, sınırlar içinde kalan her din ve etnik kökenden tebaaya tanınan geniş din ve vicdan hürriyeti, halkımızın yardım severliği, misafirperverliği ... vb. güzel niteliklerimiz de bu eserlerde yer bulmuş bulunmaktadır. Burada sözünü edeceğimiz Salamon Schweigger 1551’de Almanya’da küçük bir kasaba olan Haigerloch’ta dünyaya gelmişti. Babasının, sonradan yerleştiği ve vatandaşlığa kabul edildiği Wüttemberg Prensliği’ne ait küçük bir şehir olan Sulz’da hayatının son yıllarını noterlik yaparak geçirmiş olan Sala-

68

mon Schweigger, çocukluğunda önce Lâtince okumuş, Protestan manastır okullarına devam etmiştir. 1572-1576 arasında ise Tübingen Üniversitesi’inde İlâhiyat öğrenimi görmüş, fakat o buradaki eğitimini, küçük yaşlardan beri içindeki; “uzak ülkeleri görmek, bir şeyler öğrenmek, biraz tecrübe sahibi olmak hususundaki büyük arzusu” dolayısıyla yarım bırakarak ve birçok macera, teşebbüs, bazı nüfûzlu tanıdıklarını araya koymasının sonucunda 1577’de Viyana’dan İstanbul’a gönderilen Avusturya elçileri Joachim von Sinzendof ve Gogitsch’ın heyetine elçilik vaizi olarak dahil olmuştur. Nehir yoluyla Belgrat’a, oradan da kara yoluyla 1 Ocak 1578’de karlı ve soğuk bir günde Osmanlı başkenti İstanbul’a ulaşan Salamon Schweigger, burada üç yıldan fazla kalmıştır. Salamon Schweigger gerek Viyana’dan İstanbul’a kadarki ve gerekse İstanbul sonrasında sırasıyla uğradığı Rodos, İskenderiye, Filistin, Kudüs, Şam, Trablus, Girit, Venedik ve Augsburg hakkındaki notlarını daha sonra derleyerek, Ein newe Reyssbeschreibung auss Teutschland nach Constantinopel und Jerusalem (Almanya’dan İstanbul’a ve Kudüs’e Yeni Bir Seyahatin Hâtıraları) adıyla 1608’de Nürnberg’de yayınlamıştır ki, onun bu eseri yüze yakın gravürü de ihtiva etmesi dolayısıyla kültür tarihimiz açısından son derece de değerlidir. Çünkü Salamon Schweigger, her ne kadar koyu Hıristiyan terbiyesiyle yetişmiş bir vaiz, yani ayrı bir dine mensupsa ve dolayısıyla,

bu devirde kudret, ihtişam ve askerî gücünün azametiyle Avrupa’yı titreten Osmanlı Devleti’nin ana unsuru olan Türklere karşı bir takım peşin ve olumsuz yargılara sahipse de, eserinin muhtelif kısımlarında dönemin Türkleriyle ilgili, günümüzde dahi ibretle okunacak değerlendirmeler yapmaktan da geri kalmamıştır. Şimdi Salamon Schweigger’in eserinin Türklerin Hıristiyanlara Karşı Zaferlerinin Sebepleri ve Harp Donanımları başlığını taşıyan 48. Bölüm’ünden, hocamız Nejat Göyünç’ün özet olarak aktardığı bilgilere yer verebiliriz; ”Hıristiyanların Türklere niçin karşı koyamadıkları ve Türklerin neden devamlı olarak zafer kazandıkları eski ve umumî olarak sorulan bir sualdir. Eski bâtıl inanışları bir tarafa bırakarak, Türklerin ve Hıristiyanların harp usullerini mukayese edeceğim. Yalnız şunu peşinen göstermeliyim, bunun sebebi her şeye kâdir Allah’tır, ihtilaf halinde olduğu Hıristiyanlara karşı Türklere zaferi ihsan etmektedir. Hıristiyan âleminin içinde bulunduğu ihtilaflar da, kardeşin kardeşe, arkadaşın arkadaşa, bir şehrin bir diğerine silah çekmesi de Türklere yardım etmektedir. Türklerin zaferden zafere koşmalarının diğer bir sebebi de, onların dinlerine karşı büyük bağlılıklarıdır. Bu dinî kudret ve heyecanın biz Hıristiyanlarda da olması lâzımdır. Hıristiyanlar tarafından öldürülen bütün Türkler şehit addedilirler, bu inanç onlara kudret verir. Somuncu Baba

yardım edilir. Bu usuller Alman askerleri için meçhuldür. Mukaddes Roma Germen İmparatorluğu’nda ordu mensuplarının toplanması, birliklere ayrılması büyük gayretlere ihtiyaç gösterir. Reichtag’ın toplantısı, düşmana karşı harekete geçebilmesi uzun zaman ister. Bu meyanda işitilmemiş masraflardan, ziyafetlerden, yeme içmelerden bahsetmek istemiyorum. Bunlar için beyhûde yere büyük paralar ve servetler sarf olunur. Reichtag’ın toplantısı bitene kadar da, düşman memleketlerin derinliklerine girer, kılıç ve ateşle her tarafta büyük hasarlara sebep olur”.

Türklerde fazilet ve cesaretin mükâfatı olarak hasıl olan büyük bir itaat mevcuttur. Bu cesaretin menşei herkesin bir diğerinden daha üstün olmak arzusudur. Muharebe günü herkesin erkekliğini göstereceği gündür. Türklerde insanlar da eşit tutulmaktadır. Paşa, beylerbeyi ve sâire gibi bütün ileri gelen devlet ricâli, asil bir soydan gelmedikleri için övünürler. Babam bir çiftçidir, yevmiyelidir, çobandır, fakat ben çalışkanlığım, cesâretim ve tecrübem ile bu mevkie geldim, diye övünürler. Asâlet doğuştan olmaz, fazilete dayanır, derler. Ovidius da bir asilin isim ve serveti onun asilzâde hayatı sürebilmesi için yeterli değildir. Ağustos / 2007

Esas asâlet, anlayış ve hak bilirlikten doğar derdi. Hıristiyanlarda bu böyle değildir. Daha ziyade şahsın görünüşüne itibar edilir. Bir kimse asil bir aileye mensupsa, hiç harp tecrübesi olmasa da, kendisine emir salâhiyeti verilir. Buna mukabil, fakir olup harp sanatından az çok anlayan, bu hususta tecrübe sahibi olan biri, bu işten hiç anlamayan asilin emri altına girer. Türk askerleri sulh zamanında da, harp zamanında imiş gibi, daima sefere hazır bulundurulurlar ve üç aylıklarını (maaş, ulûfe) alırlar. Onlara devlet de yardım eder. Sefere veya sahraya çıkıldığı zaman yiyecek, içecek ve erzak hususlarında kendilerine

Sözün özü her şeyin sahibi Yüce Allah’tır. Bizler iyi kullar olmayı istiyorsak O’nun elçisinin rehberliğinden asla sapmayacağız. Dünyada da ahirette de başarı ve mutluluğun Cenabı Allah’ın rızasından geçtiğini bileceğiz. Çok çalışacağız. İşte o zaman kimse bize örnekler gösteremeyecek, örnekler bizler olacağız. Geçmişte bunu bir defa yaptı isek, bir defa daha başaramamamız için ne eksiğimiz var ki?...

Kaynaklar Nejat Göyünç, “Salamon Schweigger ve Seyahat-nâmesi”, Tarih Dergisi, c. XIII, S. 1718 (İstanbul 1963), s. 119-140; Nejat Göyünç, “Yabıncı Gözü ile XVI. Yüzyılda Türk Zaferlerinin Sebepleri”, Türk Kültürü, Yıl VIII, S. 94 (Ankara Ağustos 1970), s. 636639; Nejat Göyünç’ün kısa hayat öyküsü, çalışmaları vefakâr dostlarının makaleleri ile birlikte adına çıkarılan Pax Ottomana Studies in Memoriom Prof. Dr. Nejat Göyünç, Ed. Kemal Çiçek, Ankara, 2001 adlı eserde görülebilir; Gülgün Üçel-Aybet, Avrupalı Seyyahların Gözünden Osmanlı Dünyası ve İnsanları (1530-1699), İstanbul, 2003; Dünyada Türk İmgesi, Yay. Haz. Özlem Kumrular, İstanbul, 2005 içinde yer alan muhtelif tebliğler.

69

Psikoloji

Yrd. Doç. Dr. M. Doğan KARACOŞKUN

Öfke Duygusu ve İslâm

Ö

fke, engellenme, incinme, tehdit vb. karşısında ortaya çıkan kızgınlık veya saldırganlık tepkisi1 dir. Öfke, insanlarda küçük yaşlardan itibaren görülür. Çocuklar, engellendikleri zaman öfkelenirler. Ergenlik döneminde, fazla eleştirilmek, öfkeye yol açar. Yetişkinlikte ise, birçok nedenle insanlar öfkelenebilmektedir.

“Öfkeyi yenme konusunda Hz. Muhammed (s.a.v), sürekli örnek davranışlarda bulunmuştur. Kötülük gördüğü pek çok yerde bile öfkelenip kızmak bir yana, af, güler yüz ve iyilikle karşılık vermiştir.”

Yüce dinimiz de, insandaki bu duyguyu yok saymamanın yanında, onun nasıl eğitileceği konusunda müminlere ışık tutar. Nitekim Kur’anı Kerim, öfke duygusunu tanımlarken, her şeyden önce onu önemli ve gerekli görür. İnsanın yaratılıştan bu duyguya sahip olduğunu ve bu duygunun tümden yok edilmesinin imkânsız ve faydasız olduğunu açıklar. Nitekim Yüce Allah, Kur’an’da müminleri tanımlarken “öfkelerini kontrol ederler” şeklinde ifade kullanır. Buradaki ifadeye dikkat edersek, “onlarda öfke olmaz” yahut “hiç öfkelenmezler” denmemektedir. Hatta Kur’an’ı Kerim’in başka bazı yerlerinde öfke duygusu, yeri geldiğinde kullanmaya teşvik bile edilmiştir: “Muhammed Allah’ın elçisidir. Onun yanında bulunanlar, kâfirlere karşı katı (şiddetli), birbirlerine karşı merhametlidir.” (Fetih,48/29)

“Ey inananlar! Yakınınızda bulunan kâfirlerle savaşın, (onlar, sizde bir katılık bulsunlar. Bilin ki Allah korunanlarla beraberdir.” (Tevbe,9/123)

70

Somuncu Baba

Bütün bu ayetler, öfke duygusunun gerektiğinde kullanılması bağlamındadır. Bununla birlikte dinimizde genel olarak, öfkelenmemek, mülayim ve sakin olmak önerilir. Nitekim Kur’an-ı Kerim’i şahsında en iyi yaşayan müminlerin örneği Hz. Muhammed (s.a.v)’in en önemli özelliklerinden biri, bu mülayim, nazik ve sevecen yönüdür. Hatta bunu sadece yaşamakla kalmamış, müminlere tavsiyeleri de bu çerçevede olmuştur. Bizzat hayattayken ashabını, öfke duygularına hâkim olmaya teşvik etmiştir. Nitekim bir gün, ashabına, “pehlivan kimdir, siz bilir misiniz?” diye sormuş, ashabının: “Kimsenin yenemediği kişi” cevabına karşılık Allah Rasulü şöyle demiştir: “Hayır, pehlivan kızgınlık anında kendine hâkim olandır.” (Müslim, Ebu Davud, Şeybani, 111/246 ) Öfkeyi yenme konusunda Hz. Muhammed (s.a.v), sürekli örnek davranışlarda bulunmuştur. Kötülük gördüğü pek çok yerde bile öfkelenip kızmak bir yana, af, güler yüz ve iyilikle karşılık vermiştir. Onun bu özelliğine en çok şahit olanlardan biri olan Enes (r.a)’ın anlattığına göre, bir gün Rasulullah (s.a.v) ile birlikte yürürlerken, arkalarından bir bedevi yaklaşmıştır. O sırada Rasulullah (s.a.v)’ın sırtında Necran kumaşından yapılmış sert kenarlı bir hırka vardır. Bedevi yani çöl arabı, Rasulullah (s.a.v)’ın hırkasını hızla çekmiştir. Enes (r.a.) o anı, “Rasulullah’ın omzuna baktım çekişin şiddetinden boynunda iz kalmıştı.” ifadeleriyle anlatmıştır. Bedevi: “Ya Muhammed! Ağustos / 2007

Yanındakilere Allah’ın malından bana vermelerini emret!” demiş ve buna karşılık Allah Rasulu (s.a.v), kızmak bir yana, adamın yüzüne bakıp gülmüş, sonra yanındakilere ona bir şeyler vermelerini söylemiştir. (Buhari,1/537) Allah Rasulü (s.a.v) da bir insandır ve onda da öfke duygusu vardır. Ama o, görüldüğü gibi olur olmaz yerde öfkelenmemektedir. Çünkü olur olmaz yerde ve ani öfkelenme durumlarında, insan sağlıklı düşünme yetisini kaybeder. Bu durumda da daha sonra pişman olabileceği davranışlar yapabilir. Bu yüzden insanı olgunlaştırmayı ve güzel davranışlara yönlendirmeyi hedefleyen dinimiz, insanın öfke duygusunu sükûnetle atlatabilmesine ve onun akla egemen olmasını engellemeye çalışır. Çünkü atalarımızın dediği gibi “öfke baldan tatlıdır”. İnsanlar, kızdıkları anlarda, öfke duyguları öylesine baskıcı olur ki, bu duygusallıkla o anda en doğru düşündüklerine inanırlar. Ama pişman olduğumuz pek çok olay, hep öfke anlarında ortaya çıkar. Üstelik öfke, insanı söz ve davranışla şiddete yöneltebilir. Şiddet ise, İslâm’ın hedeflediği birey ve toplum yapısında, asla yeri olmayan bir davranış biçimidir. İslâm dininin ortaya koyduğu bütün bu yaklaşımların yanında, ülkemizde yapılan kimi araştırmalar, öfkeyi yenme konusundaki kontrolün yeterince gerçekleşmediğini göstermektedir.2 Bu durumda, her ne kadar mümin olduğumuzu ifade etsek de, kendimizi yeterince değerli

ve güvenli hissetmediğimiz anlaşılmaktadır. Bu nedenle de bazılarımız, çevremizden gelecek eleştirilere katlanamamaktayız. Bu da sık sık öfke nöbeti doğurabilmektedir. Sonuç olarak, İslâm dini müminlerde öfke duygusunu kontrol etmeyi emretmiştir. Rasulullah (s.a.v), yukarıda açıklandığı gibi, bunu sadece tavsiye etmekle kalmamış, öfkeye nasıl hâkim olunacağını bizzat davranışlarıyla da göstermiştir. Çünkü öfkeyi yenmeyi becerebilen insan güçlü bir iradeye sahip kimse demektir. Bu iradeyi gösterebilen kimse ise, arzu ve isteklerinin kölesi değil, nefsini yenerek ona hâkim olmayı başarabilmiş gerçek müminden başkası değildir. Nitekim gerçek anlamda mümin, gönül insanıdır. En önemli işi ise, insanlara öflenmek değil, gönüller kazanmaktır. O halde, öfkelerimizle hareket edip, gönüller kıracağımıza; Hz. Muhammed (s.a.v)’in örnekliğinde olduğu gibi yumuşaklıkla hareket edip gönüller kazanalım. Bazen kin ve nefrete yol açan öfkelerimizi terk ederek, güler yüz ve yumuşak tavırlarımızı artıralım. Sevelim, sevilelim kardeş olalım.

Dipnot 1- Hüseyin Peker, Din ve Ahlak Eğitimi, Psikolojik ve Metodik Esaslar, 2. Baskı, Samsun, 1998, s. 201. 2- Bkz. M. Doğan Karacoşkun, İnanç-Davranış İlişkisi, Samsun, 2000, s. 196

71

Kitap Vedat Ali TOK

Bir Psikoloji Kitabı:

B

“Çocuk Psikolojisi (0-7 Yaş)”

ir milletin geleceği bugünün çocuklarının nasıl yetiştirildiği ile doğrudan orantılıdır. Çocuk büyüklerin ellerinde bir hamur gibidir, ona istenilen şekli vermek büyüklerin iradesindedir. Bu bakımdan ebeveynlere düşen sorumluluk saymakla tükenmez. Filozof diyor ki, bana iki bebek verin; birini hırsız, diğerini âlim yapayım. Belki iddialı, ama yine de büyüklerin küçükler üzerindeki etkisini ifade etme açısından son derece çarpıcı bir cümle.

“Sağlıklı bir toplum ve sağlam karakterli bir nesil yetiştirmek istiyorsak çocuklarımızı kontrol etmek, onlara iyi huy ve davranışlar kazandırmak için elimizden geleni yapmak mecburiyetindeyiz. Unutmamalıyız ki çocuklar sadece küçük insanlardır. ”

72

Çocukları iyi yetiştirmek için onların dilinden anlamak gerekiyor. Belirli bir yaştan sonra onlarla konuşabiliriz, yani onlar kendilerini ifade edebilirler, ama ya bebeklerle nasıl anlaşacağız? Onların ağlamaları yahut susmaları, gülümsemeleri neyi ifade eder? Nasıl anlarız onların dilini? Ya 4-5 yaşına geldikleri, yani kendilerini ifade etmeye başladıkları zaman iş bitiyor mu? Çocuk kendini, derdini, isteklerini anlatabildiği zaman her şey yolunda mı gider artık? Çocuğumuz yalan söylüyorsa, kendince hayâlî kahramanlar uyduruyorsa, tırnağını kemiriyorsa, sürekli ağlıyorsa, vurdumduymazsa, çok hareketli yahut çok yavaşsa… Şüphesiz bütün bunların çaresini ebeveynler bilemez. Tıkandıkları noktalarda yardım edecek birilerini aramak zorundadır. 0-7 yaş grubundaki bebek ve çocukların davranışları ile ilgili Doç. Dr. Sefa Saygılı’nın yazdığı Çocuk Psikolojisi (0-7 Yaş) adlı kitabı okudum. Kitabı bitirdiğim zaman şunu anladım. Aslında çocuklardaki hemen bütün davranış şekilleri, çocuğun yetiştiği ortamdan kaynaklanıyor. Yani çocuklar ebeveynlerine göre gelişim gösteriyor. Bir başka deyişle bizler bir Somuncu Baba

aynayız, çocuklar o aynaya bakarak kendilerini gördükleri o surete benzetmek için uğraşırlar. Bebek ve çocuk için model, anne-baba başta olmak üzere etrafında gördüğü diğer insanlardır. Bizde özellikle çoğu psikolojik menşeli kitaplar maalesef tercüme eserler olduğu için Türk ve Müslüman aile tipine uymayan tavsiye ve tekliflerle doludur, fakat Saygılı’nın Çocuk Psikolojisi (0-7 Yaş) kitabı benliğimize, inancımıza, geleneklerimize uygun bir özellik arz ediyor; bu bakımdan kitap, çocuklarından yana problemi olan ya da olmayan bütün anne ve babaların okuması gereken bir eser. Çocuk Psikolojisi (0-7 Yaş) kitabının arka kapağında muhteva ile ilgili şu açıklamalarda bulunuluyor: “• Çocuklarınızla anlaşmakta zorlanıyor musunuz? • Çok mu şımarıklar, çok mu sinirliler, çok mu ağlıyorlar? • Yoksa çok mu sessiz ve içe kapanıklar? • Paylaşmayı bilmiyorlar mı? Arkadaşlarıyla sürekli kavga mı ediyorlar? • Televizyonun başından kalkmıyorlar mı? Gece yatmıyor, yemeklerini yemiyorlar mı? • Çocuklarınızla başkalarına anlatmaktan çekindiğiniz sorunlar mı yaşıyorsunuz? • Problemleriniz karşısında her yolu denediniz ve başarısız mı oldunuz? • Sorunlarınızı çözememekten dolayı mutsuz musunuz? Ağustos / 2007

• Onlara manevî değerleri nasıl vereceğinizi bilmiyor musunuz? • Ölümü nasıl mı anlatacaksınız?” Psikiyatrist Doç. Dr. Sefa Saygılı, kitabının giriş bölümünde çocuk gelişiminde 0-7 yaş grubundaki çocuklarla ilgili bilinmesi gereken genel konulara değiniyor. Saygılı, ilerleyen sayfalarda aylara ve yaşlara göre bedensel gelişim ve çocukların hareketleri, davranışları üzerinde duruyor. Kitabın önemli özelliklerinden biri de problemli çocukların davranışları ve bu davranışların sebepleri üzerinde durulmasıdır. Son bölümde Doç. Dr. Saygılı, hekimlik hayatında en çok karşılaştığı sorulara cevaplar veriyor. Bugün bilinen bir gerçek var o da televizyonların çocukların üzerindeki psikolojik tahakkümü. Öyle ki birçok ailede televizyon, çocuklar için ücretsiz bir lala rolünde. Hâlbuki bu âlet aslında çocuklar için büyük bir tehlike olabilmekte. Güncel olması açısından yazardan da af dileyerek kitaptaki çocuk ve televizyonla alakalı birkaç tavsiyeyi okuyucular ve kitapseverler için iktibas etmek istiyorum. Şöyle diyor Doç. Dr. Saygılı kitabının 82 ve 83’üncü sayfalarında: “Akşam eve gelir gelmez televizyonu açmayalım. Aksine onunla seviyesine göre oyunlar oynayalım. Evde tek televizyon olmalı. Özellikle yatak odasında bulunmamalıdır.

Yemek esnasında sofra başında TV kapalı tutulmalıdır. Onu oyun oynamaya teşvik edelim. Böylelikle TV’den uzak tutmaya gayret edelim. Tek başına televizyon açmasına ve kanal değiştirmesine izin vermeyelim. Ürktüğü olaylar hakkında rahatlatıcı yorumlar yapalım. TV seyrederken yanında kalmaya çalışalım. Ona reklâmların bizi etkilemek ve satın almaya teşvik için hazırlandığını açıklayalım. Gerektiğinde hayır demesini bilelim ve izleyeceği programı gözden geçirelim …” Sağlıklı bir toplum ve sağlam karakterli bir nesil yetiştirmek istiyorsak çocuklarımızı kontrol etmek, onlara iyi huy ve davranışlar kazandırmak için elimizden geleni yapmak mecburiyetindeyiz. Unutmamalıyız ki çocuklar sadece küçük insanlardır. Diyor ya şair Abdülhak Hamid “Kim demiş ki çocuk küçük bir şeydir/ Bir çocuk belki de en büyük şeydir” Onlar bugün olmasa bile yarın bizi mutlaka anlayacaklar ve ona göre değerlendireceklerdir. Çocuk Psikolojisi (0-7 Yaş) her anne babanın öğrenmesi gereken hususları ihtiva eden ve herkesin rahatlıkla anlayabileceği sade bir dille yazılmış bir başucu kitabı. (Nesil Yayınları, 144 s., Haziran – 2007)

73

Örnek Hayat

Yusuf HALICI

Abdullah İbn-i Mübarek

İ

smi Abdullah ibn-i Mübarek künyesi, Ebu Abdurrahman’dır. Hicrî 118 -milâdî 736- yılında Horasan bölgesinde Merv şehrinde dünyaya geldi. Hicrî 181-milâdî 797- yılında bir gaza dönüşü Bağdat yakınlarında Hit denilen yerde vefat etti; oraya defnedildi. Kendisi tebe-i tabiinin büyüklerinden olup devrinin en büyük hadis ve fıkıh âlimlerindendir. Türk asıllı bir köle olan babası da günahtan sakınan muttaki bir kimseydi.

“Her işinin sünnete uygun olmasına dikkat ederdi. Peygamberimiz (s.a.v)’in ilmine tam vâristi. Bid’atten ve bid’at ehlinden nefret ederdi. Böyle kimselerle oturmadığı gibi, oturanları da men ederdi. Zararını anlatır ve münafıklık alâmetlerinden olduğunu söylerdi.” 74

Gençliğinde içkiye mübtelâ idi. Günlerini içkiyle, eğlenceyle ve çalgı çalmayla geçirirdi. Rivayete göre yine bir gün eğlence dönüşünde ustası olduğu çalgı aletini çalmaya uğraşır fakat aletten nameler yerine ilâhî kudretin eseri Hadid suresinin şu ayeti ses olarak yankılanır: “İman edenlerin Allah’ı zikretmekten ve inen haktan dolayı kalplerinin saygı ile ürpermesinin zamanı gelmedi mi? Daha önce kendilerine kitap verilip de, üzerinden uzun zaman geçen, böylece kalpleri katılaşanlar gibi olmasınlar. Onlardan birçoğu fasık kimselerdir.” Bunun üzerine Abdullah ibn-i Mübarek derhal sazını yere vurup kırar. İçkiyi bırakır. Kendisini ilim talebine ve Allah’a kulluğa verir. İlk tahsiline, Merv’de başlayan Abdullah ibn-i Mübarek daha sonra ilim tahsili için Bağdat, Basra, Hicaz, Yemen, Mısır, Şam gibi ilim merkezlerine gitti. Kıraat ilmini yedi kurradan biri olan Ebû Amir Zabân bin Ala’dan aldı. Kûfe’de Ebû Hanife’den fıkıh, Süfyân-ı Sevrî’den fıkıh ve hadis öğrendi. Mekke’de, İbn-i Cüreyc’den tefsir ve hadis öğrendi. Medine’de İmam Mâlik’den hadis ve fıkıh dersleri alan Abdullah ibn-i Mübarek ayrıca İmam Cafer-i Sadık rahmetullahi aleyh’den hadis rivayet etti. Fudayl b. İyad, Süfyan b. Uyeyne gibi tabiinden olan büyük kimselerle görüştü. Bunların dışında 1500’ün üzerinde âlimden istifade etti, hadis-i şerif dinledi. İlim tahsilinden sonra tekrar Merv’e döndü. Somuncu Baba

Geçimini ticaretle temin ederdi. Allah için söz söyleyecek kimsenin bir mesleği olması gerektiğini ve ihtiyacını kendinin kazanması gerektiğini söylerdi. İlim sahiplerinin devlet dâhil hiç kimsenin hükmü altına girmelerini istemezdi. Mâlî durumu iyiydi.

hâlâ kötü huyları kendinden ayrılmadı. Onun haline üzülüyorum. Bizim yanımızda bir müddet daha kalsaydı ahlâkı düzelebilirdi.” dedi. Yine bir gün kötü huylu biriyle yolculuk yapmıştı. Yolculukları bitip ayrıldıklarında Abdullah ibn-i Mübarek ağlamaya başladı.

Abbasi Halifesi Harun Reşit zamanında Anadolu’ya, Misis’e, Tarsus’a kadar Bizans’a karşı yapılan gazalara katıldı. İyi bir savaşçıydı. Cephedeyken, cihaddan boş kalan zamanlarında hadis tasnif eder ve kendisiyle beraber gazada bulunanlara öğretirdi. Ayrıca onlara türlü bahanelerle tasaddukta bulunur; onları incitmeden yol ihtiyaçlarını kendisi vermeye çalışırdı.

- Neden mahzunsun? diyenlere:

Abdullah ibn-i Mübarek çok mütevazıydı. Doğru ve güzel söze, bir çobandan bile duysa kıymet verirdi. Feraset sahibiydi. Söylenen sözlerin inceliğine hemen vâkıf olurdu. Gördüklerinden ibret alırdı. Soğuk bir kış günü, sırtında yalnız bir gömleği olduğu için üşüyüp titreyen bir köleye rastladı. Ona; “Efendine söylesen de üşümemen için sana bir elbise alsa olmaz mı?” dedi. Köle; “Efendime ne söyleyebilirim ki, o hâlimi görüyor ve biliyor.” deyince, Abdullah bin Mübarek feryat edip yere düştü. Kendine geldiğinde; “Sabrı ve kanaati bu köleden öğreniniz.” buyurdu. İnsanların daima iyiliğini isterdi. Yanına sık sık gelen kötü huylu bir kimsenin artık gelmediğini, ayrıldığını öğrenince çok üzüldü. Üzüntüsünün sebebi sorulunca: “O zavallı gitti. Ama Ağustos / 2007

- Maalesef, o biçarenin halini hiç değiştiremedim. Ona hiç faydalı olamadım. Demek ki noksanlık bana aitmiş!... cevabını verdi. Misafirperverdi. Canının istediği bir şeyi misafirsiz yemezdi. Sebebini sorduklarında; “Kıyamet günü misafir ile yenenden sual olunmayacağını duydum da ondan.” diye cevap verirdi. Onun çok ikramda bulunduğunu gören birisi; “Malınız azalıyor, misafire ikram işini biraz azaltsanız?” dediğinde; “Mal azalıyorsa, ömür de bitiyor.” buyurdu. Her işinin sünnete uygun olmasına dikkat ederdi. Peygamberimiz (s.a.v)’in ilmine tam vâristi. Bid’atten ve bid’at ehlinden nefret ederdi. Böyle kimselerle oturmadığı gibi, oturanları da men ederdi. Zararını anlatır ve münafıklık alâmetlerinden olduğunu söylerdi. Başkasında gördüğü bir kusuru uygun bir dille anlatmaya çalışırdı. Bir gün huzurunda birisi aksırdı ve “Elhamdülillah” demeyi unuttu. O kimseye, sanki bir soru sorar bir eda ile “Aksıranın ne demesi icap eder efendim?” dedi. O da cevaben;

“Elhamdülillah.” deyince, Abdullah bin Mübarek de; “Yerhamükellah.” dedi. Vefatı yaklaşıp sekerat hâli belirince, kölesi Nadr’a, başını toprağa koymasını söyledi. Nadr ağlamağa başladı. Abdullah ibn-i Mübarek: “Niçin ağlıyorsun?” deyince Nadr; “-Size verilen nimetleri ve servetinizi düşündüm. Bir de şu misafir ve garip halinize bakıp üzüldüm.” deyince Abdullah ibn-i Mübarek; “Ağlama. Zira Allah u Teala’dan hayatımı zenginlerinki gibi, vefatımı da toprakta yatan fakirler gibi eylemesini istedim” buyurdu. Buyurdu ki; “Biz çok ilimden ziyade az da olsa edebe muhtacız.” “Âlimler edeb hakkında çok şeyler söylediler. Bize göre edeb, insanın kendini tanımasıdır.” “İlimde cimrilik yapan kişiye Allah u Teala üç bela verir: Ya ölür, ya ilmi gider yahut unutur veya kendine ilmi unutturacak kimse ile arkadaşlık kurar öylece ilmi gider.” “Nefsini bilen Rabbini bilir.” hâdis-i şerifinin sırrına eren, nefsini sokakta gördüğü köpekten aşağı bilir.” “Nice küçük amel, niyetle büyür, nice büyük amel ise niyetle küçülür.” “Din kardeşimin bir ihtiyacını görmem, bir sene nafile ibadet etmemden daha önemlidir.”

75

Aile

Kevser BAKİ

Çocuk Eğitiminde Ailenin Önemi

E

ğitimin en iyi gerçekleştirildiği yer kuşkusuz ailedir. Çocuk; ilk dinî ve ahlakî bilgilerini, tutum ve davranışlarını ailesinden öğrenir. Temel değerler yeni nesillere aile aracılığıyla aktarılır. Çocuk için ailenin görevi, sadece onun maddî ihtiyaçlarını karşılamak değildir. Çocuğun maddî ihtiyaçları şu veya bu şekilde karşılanabilir. Öncelikle çocuğun temel ruhî ihtiyaçları karşılanmalıdır. Bunlar sevgi, disiplin ve özgürlüktür. Bebeklikte sevgi ihtiyacı daha yoğundur. İleriki yaşlarda ise, sevgi ihtiyacının yanında özgürlüğünü sağlama ve disiplin verme gereği ortaya çıkar.

“Çocuk eğitmek ve yetiştirmek için, öncelikle annebabaların çocukluktan kurtulmaları ve kendilerini eğitmeleri gerekir. Çocuk evdeki yetişkinleri kendisine model alır. İyi bir model olunması için davranışlarla, söylenilenlerin tutarlı olması gerekir.” 76

Ailenin önemi, çocuğun gelişimine yardımcı olması ve eğitiminin kaynağı olan temel kurum olmasından kaynaklanmaktadır. İnsan ve toplum arasındaki ilişkiler aile aracılığıyla kurulabilmektedir. Çocuk, sosyal hayata uyum sağlayacak davranışları, kişiliğini oluşturacak karakterleri küçük yaşlarda öğrenir. “Yedisinde ne ise yetmişinde o” misali, bu davranış ve karakter değiştirilemeyecek şekilde yerleşir. Günlük hayatta “huy” dediğimiz bu davranışların temeli çocuklukta aile tarafından atılmaktadır. Çocuk, eşya ve diğer canlılarla olan ilişkilerinin temelini, nasıl olması gerektiğini de burada öğrenir. Cömertlik, cimrilik, temizlik, düzenlik, dağınıklık, çekingenlik, sosyallik, uyumlu olmak, saldırgan olmak v.b. alışkanlıkların kazanılması çocukluktaki aile eğitimine dayanmaktadır. Şımarık, bencil, bağımlı, kindar, hırçın güvensiz, ”mutsuz” veya kendisi ve çevresiyle barışık, uyumlu, paylaşımcı, sevgi dolu, kendine ve çevresine güvenen “mutlu” çocuklar... Çiçekler kadar çeşitli ve rengârenk çocukları aileler yetiştiriyor. Bu çocuklar bizim çocuklarımız. Hepsinin sevgiye ihtiyacı var. Hepsinin duygusal, fiziksel ve zihinsel gelişimlerine yardımcı olunmaya ihtiyacı var. Somuncu Baba

Hepsinin iyi bir şekilde yetiştirilmeye ve iyi bir eğitim almaya ihtiyacı var. Çocuklarımız, Rabbimizin bizlere bahşettiği birer emanettir. Emanete ihanet etme duygu ve düşüncesi Müslümanın semtine dahi uğramamalı. İyi bir insan ve gerçek Müslüman olma yolunda çocukların üzerinde hassasiyetle durulmalı. En az, bağ ve bahçenin bakımıyla ilgilenildiği kadar ilgilenilmeli. Başkalarını irşad edebilmek için gece gündüz koşturmaktan, üç kuruş fazla para alabilmenin yollarını ve düzenbazlığını düşünmekten çocuklara da zaman ayrılmalı. Bir baba, “ben çalışıyorum, geçimlerini sağlıyorum, ailemi mutlu etmek için geceleri bile çalışıyorum, onlar için yetmez mi?” diyerek sorumluluktan kurtulamaz. Evet, çocukların maddî ihtiyaçları önemlidir, iş yoğunluğu belki fedakârlıktır ama baba olmasa da bir erkeğin çalıştığı işte aktif olması gerekir zaten. Çocuklarının manevî ihtiyacını, psikolojik ihtiyaçlarını, sosyal ihtiyaçlarını, sağlık durumlarını, kendisine duyulan ihtiyacı önemsemeyen hatta hissetmeyen bir baba ne kadar çalışırsa çalışsın, çocuklarının dünyasında birtakım boşluklar oluşacaktır. Bir baba çocuk için özgüven demektir. “Cennet annelerin ayakları altındadır.” müjdesiyle birlikte, anneye düşen sorumluluk da vurgulanmaktadır. Kadının birinci görevi, çocuklarını yetiştirmek ve onların ilk öğretmeni olmaktır. Değerli anneler lütfen, yerleri silip-süpürmekten, koltukların, vitrinlerin her gün Ağustos / 2007

tozunu almaktan, camları silipavizeleri parlatmaktan, örtüleri silkeleyip-eşyaların yerini değiştirmekten, abonesi olduğunuz dizileri seyretmekten, pasta –börek ikindi çayları derken çocuklara zaman kalıyor mu? Onun karnını doyurmak, elbise giydirmek ve üç kuruş harçlık vermek çocuk yetiştirmek değildir. Çocuklarımızın kalbi, ruhu ve manevî hayatıyla ilgilenmeliyiz. Küçük yaşlardan itibaren Allah ve peygamber sevgisini, Kur’an’a bağlılığı, dinimize sahip çıkma sorumluluğunu ço-

cuklarımızın zihnine yerleştirmeli, kalplerinde bu duygu ve heyecanı yaşatmalıyız. Aile; toplumun temel taşıdır. Ailenin sağlam olması, devletin ve milletin sağlam ve güçlü olması demektir. Çocuklarımıza vereceğimiz temel eğitim konusundaki ihmal, topyekûn millet adına ihmal sayılır. Onların çağdaş bilgilerle donatılması, güzel ahlak sahibi olmaları, salih ve saliha insan olmaları bizim elimizdedir. Çünkü onların terte-

miz kalplerine sevgi ve saygıyı yerleştirmek, gönüllerini din, millet, vatan sevgisi ile doldurmak ve ilim-irfan sahibi olmalarını sağlamak bizim elimizdedir. Anne-baba çocuklara yaşantılarıyla örnek olmak zorundadır. Çocuklarına sınır koymayan anne-babaların evlerinde zaman zaman küçük tartışma ve çatışmaların cereyan ettiği görülür. Çocuğa sınır koyma ile baskı altına almayı karıştırmamak gerekir. Hâl, hareket, davranış, konuşma v.s. sınırlarını bilen çocuk hayata daha iyi hazırlanır.

Çocuk eğitmek ve yetiştirmek için, öncelikle anne-babaların çocukluktan kurtulmaları ve kendilerini eğitmeleri gerekir. Çocuk evdeki yetişkinleri kendisine model alır. İyi bir model olunması için davranışlarla, söylenilenlerin tutarlı olması gerekir. Çocuğa konulan sınırların yanında belli kurallar olmalı. Ebeveynler bugün kızdıklarını, yarın hoş görüp; evde izin vermediği davranışa dışarıda izin veriyorsa zaten model tutarsız-

77

dolayı sevmeyi, hak-hukuk kavramını ve helal kazancın önemini öğretmeliyiz. 9- Her istediklerine kontrolsüz bir şekilde izin vermemeli, baskıcı tutum izlemeden yakından takip etmeliyiz. 10- Onları küçük yaşta cadı, öcü, hayalet, hortlak gibi gerçek olmayan şeylerle korkutmamalı, güven içerisinde ve kendinden emin bir şekilde büyümesine yardımcı olmalıyız.

dır. Çocuk ne zaman nasıl davranacağı konusunda bocalar. Çocuklarımızı dengeli, tutarlı, mutlu ve huzurlu bir aile ortamında yetiştirmek, temel eğitimlerini, temelden almalarını sağlamak ve topluma verimli bir insan olarak katılmalarına destek olabilmek için ailede uyulması gereken birkaç temel kuralı sıralayalım. 1- Aile fertleri çocukların hissedebileceği şekilde birbirlerine sevgi ve saygı duymalıdır. 2- Aile büyükleri çocukların gözü önünde birbirlerine hoş olmayan sözler söylemekten ve hakaret etmekten çekinmeli. Kavga ve tartışma ortamı oluşturmamalı. 3- Tertipli, düzenli ve temiz olmada çocuklara örnek olmalıyız. Temizlik hem dinimizin gereğidir, hem de böyle bir ortam huzurun parçasıdır. 4- Onlara büyük muamelesi yapılmalı fakat büyüklerden

78

beklenen istenmemeli. Bazı yanlışları karşısında alay ve hakaret edilmemeli. Onların da onurlarının olduğu unutulmamalı. Çocuğun yaptığı hatayı sürekli hatırlatmak ve onu aşağılayıp, suçlamak yerine sorumluluklarını hatırlatmak daha iyi olacaktır. 5- Çocuklarında duyguları vardır. Onlarda birbirlerine hakaret edip kavga edebilirler. Ortada suç veya suçlu varsa araştırılıp, adil bir şekilde cezalandırılmalıdır. 6- Çocuklara öncelikle kendimiz örnek olmalıyız. Ayrıca doğruluk, kahramanlık, cesaret, mertlik timsali kişileri örnek göstermeliyiz. 7- Yaşına uygun sosyal faaliyetlerde bulunmasına izin verip, yetenekli olduğu alanlarda desteklemeliyiz. 8- Çocuklarımıza Allah’ı sevmeyi, yaratılmışları Yaratan’dan

11- Merakları gereği, uluorta sorular sorsalar dahi, sabırlı olmalıyız. Öğrenme meraklarını kırmadan anlayabilecekleri şekilde cevaplamalıyız. 12- Çocuklarımızın, sorunlarına arkadaşça yaklaşabilmeliyiz. Fakat her zaman onlarla çocuk olmamalıyız. Tutarsız bir ebeveyn asla. Çünkü baba babadır; anne annedir, çocuk da; çocuktur. 13- İyi bir iş yaptığında övülmeli, takdir edilmeli ve hediye verilmeli. 14- Çocukların, çocukluğunu yaşamasına müsaade etmeliyiz. Unutmayalım onlar birer çocuk ve bizim her hareketimizi izleyip model olarak davranışlarımızı kaydediyorlar. Gençlerimiz, küçük yaştan itibaren en temel dinamiklerimiz olan, güneşler kadar aydınlık, dinî ve ahlakî değerlerimiz açısından sağlam bir şekilde yetiştirilir ve problemler dinî prensiplerimiz göz önünde tutularak halledilmeye çalışılırsa, daha güzel bir geleceğe yürünmüş olacaktır. Somuncu Baba

Hikâye

Ümit Fehmi SORGUNLU

Güneşi Çaldılar

E

“Birden bulunduğumuz odayı Kenan’ın gömleğinin rengine boyamak geliyor içimden. Sonra pırıl pırıl uçsuz bucaksız bir gök mavisine boyamalı. Sonra kocaman bir pencere açmalı diyorum tavandan. Kenan’ın hilali, yıldızları ve güneşi seyretmesi için.”

Temmuz / 2007

skimeye yüz tutmuş, gıcırdayan kapılardan içeri giriyoruz. Pis bir rutubet kokusu genzimize doluyor. Yarı karanlık odada onu arıyorum. Köşede beton zeminin üzerinde tahta bir sedir var. Boylu boyunca uzanmış, gözleri tavanda bir şeyler arar gibi bomboş bakıyor. Üzerindeki açık yeşil renkli gömlek terden yer yer ıslanmış. Ne de çok sever olmuş açık yeşili. İçeri girdiğimizi duyunca doğrulup kalktı. Karmakarışık saçlarına, uzamış sakalına, çatılmış kaşlarına ve insanın yüreğine işleyen gözlerine baktım uzun uzun. Belleğimi yoklayarak, “O mu, değil mi?” diye sordum kendi kendime. İnsan bu kadar değişebilir mi? Gözlerimi gözlerinden kaçırıp, dar odanın içinde gezdirdim amaçsız. Yağmur mu yağdı, diye düşünüyorum birden. Yoksa duvarlar mı ağlıyor, karar veremiyorum. Sıcaktan gömleğimin üst düğmesini çözerek, serinlemeye çalışıyorum. “Çok değişmişsin” diyecekken, “hep aynısın değişmemişsin” diyorum. Gülüyor bu sözlerime. Katıla katıla, kahkaha ile gülüyor. Utanıyor, sıkılıyorum bu pervasız gülüşünden. Yüzümü eğip, gözlerimi yere indiriyorum. Ona verecek bir şeyler aranıyorum cebimden, Buruşuk bir sigara paketi çıkarıyor, titreyen ellerle ona uzatıyorum. — Yakar mısın? Gülmesi birden durdu. İnsanın yüreğini delen gözlerle baktı yeniden. Kısaca ‘Hayır” dedi. — Öyle bakma bana, dedim. Keşke demeseydim. Tekrar gülmeye başladı. Anlamsız tuhaf bir gülüştü bu. Bilmeyen biri olsa deli olduğuna hükmederdi. Yoksa söylenilenler gibi gerçekten delirmiş miydi? Zaten onu

79

buraya deli raporu vererek tıkmışlardı. 12 Eylül’ün hemen akabinde tutuklandıktan sonra gördüğü işkencelere dayanamayıp kafayı bozdu diyorlardı onun için. Anadolu’dan kalkıp onu görmek için akraba olduğumuzu ispatlayan belgelerle Bakırköy Ruh ve Sinir hastanesine gelmiştik. Ama benim bildiğim Kenan eskiden de tuhaftı, melankoli hareketleri vardı. Ne yaptığı, ne söylediği pek belli olmazdı. Yeniden gülmeye başladı. — Gülme öyle, dedim. Yoksa beni kahretmek mi istiyorsun? Gülmesi birden durdu. Yüzü bulutlandı, kaşları çatıldı. — Kahrolan kim? diye sordu. Amcaoğlu Tahir’le göz göze geldik. O huzursuz, tedirgin ve kuşkuluydu. — Niye geldik sanki diye sordu yavaşça Kenan’a duyurmadan. Dudaklarımla sus işareti yaptım. Sinirden uzun parmaklarını çekiştirip duruyordu. Sanki aramızda konuştuğumuzu duymuş gibi sinirle bağırdı. — Hadi gidin ve uyumaya devam edin, dedi. Herkes uyuyor, bir onlar uyanık. Biliyor musun onlar hiç uyumuyorlar, ama bütün Türkiye’yi uyutuyorlar. Sustum, cevap vermekten korktum. O, etkileyici tok sesiyle devam etti. — Demek değişmemişim. Hâlbuki değiştirmek istediğim için buradayım. Ne söyleyeceğimi şaşırdım, en iyisi hiç cevap vermemek,

80

diye düşündüm. Tahir sabredemeyip söze girdi: — Bu değişmez, dedi. Düzelmez artık hep aynı kalır. — Neden? diye sordum Tahir’e — Sen, ben. Biz, istemedik burada olmasını, dedi. Sonra yansız bir öfke ile küfretti. — Evet diye bağırdı Kenan, delici bakışlarını gözlerimizde gezdirerek. — Doğru siz istemediniz, ama onlar istedi. Onlar bizi uydudan izliyorlar. Onlar kokuşmuş balçıklar, onlar güneşe çamur attılar, onlar güneşi ve hilâli çaldılar. Oysa karanlıkların bitmesi, güneşin doğması yakındı. Yeniden her şeye meydan okur gibi bir kahkaha savurdu. Gözlerimle nereye bakacağımı şaşırmış, paslı duvarlardan sıcağın etkisiyle boncuk boncuk inen su damlacıklarını inceliyorum. Birden bulunduğumuz odayı Kenan’ın gömleğinin rengine boyamak geliyor içimden. Sonra pırıl pırıl uçsuz bucaksız bir gök mavisine boyamalı. Sonra kocaman bir pencere açmalı diyorum tavandan. Kenan’ın hilali, yıldızları ve güneşi seyretmesi için. Aklımdan geçenleri mi okudu ne? — Nerede benim yıldızlarım? diye bağırdı. Gözleri kısılmış, bir noktaya bakıyordu. Birden öfke doldu bakışları, sonra tek tek gözlerimizde dolaştı. — Kim çaldı güneşi? Karanlık gecelerin hışmından bizi kim koruyacak?

Bir süre sustu. Sonra küçük odasını yırtarcasına kahkaha ile güldü Tahir’le tekrar göz göze bakıştık. — Çıldırmış bu, dedi. Boşuna kapatmamışlar buraya. Şahadet parmağımı kaldırıp dudaklarıma götürerek susmasını işaret ettim, aldırmadı. — Hiç bir şeyi değiştiremeyiz, gidelim, dedi. Gülmesi birden durdu Kenan’ın — Gidin, hadi gidin! Hiç bir şeyi değiştiremezsiniz artık. Sakın değiştirmeye de kalkmayın yoksa ebediyen benim yanımda olursunuz. Delici bakışlarıyla gözlerimize baktı. — Hilâli sevmek suç mu? diye sordu. — Hayır dedim. Neden suç olsun? — Öyleyse ben neden buradayım. Hilali sevdim diye mi, güneşi sevdim diye mi? Bir şey söyleyemedim yutkundum. Başımı yere eğdim. O devam etti konuşmaya. — Haa sahi Hilâl hâlâ aynı yerinde duruyor mu? Yoksa taşındılar mı? Bana adresini verir misin? Yine gözleri mavi mi? Görürsen ne olur onu çok sevdiğimi söyle. Onun uğrunda ölmek şereftir de. Ama siz Hilâl’i sevdiğinizi bile söyleyemezsiniz, yapamazsınız, değiştiremezsiniz, değiştittirmezler… Onlar için Hilâl’i sevmek suçtur. Hilâl’i bana yar etmediler, etmediler… Delici gözlerle tekrar bize baktı ve yansız bir kahkaha savurdu. Somuncu Baba

Evet, hiç bir şeyi değiştiremezsek, şu paslı duvarları da mı Hilal’in göz rengine boyayamazdık. Bir pencere de mi açamazdık tavandan? Hiç bir şey

Ömer’in Yüzünde Ölümü Gördüm

yapamazsak, onun anısına evimin tüm duvarlarını ve bütün elbiselerimi de mi gök mavisi ve açık yeşille değiştiremezdim? Onu da yapamazsam gönlümce

Ömer’in yüzünde ölümü gördüm Her şeyi hiçleyen derin bir kuyu Ankebut sabrıyla bir kefen ördüm Yenmek için içimdeki korkuyu

uçsuz bucaksız bir gök mavisini sevemez, Hilâl’e âşık olamaz mıydım? Sustu, odanın içine bir ölüm sessizliği doldu. Yumruklarını sıkıp kaldırdı. Bilinmeyen bir öfke doluydu yumrukları. Olanca hızıyla haykırdı: — Acılar ne zaman dinecek? Hilâl ne zaman bana yâr olacak? Tahir yalvarırcasına koluma girdi.

Ömer’in hasreti sâkin bir mekân Ürkütmeyen bir diyârın arzusu Nasıl sükûn bulmuş o delişmen kan Yorulup durulmuş, kök söktüren su Ömer Ömer değil, Ömer ben oldu Kendimi seyrettim o uçurumda Ne olduysa eşya uyurken oldu Artık şebnem açmaz bu kızgın kumda Ömer bir mağara, Ömer bir çığlık Yankısı dolanır körpe yüzlerde Büyük endişeyi gizleyen sığlık Hikâyemiz mahzun kalır cüzlerde

— Gidelim artık ne olur, gidelim, dayanamayacağım. — Ama o buradayken... Tahir diretiyordu. Anlaşılan

Ömer kalbi kırık bir yılkı atı Hülyâsını, rüyâsını yel almış Ömer ki, sırtında taşır sıratı Yaşamaktan, var olmaktan usanmış

sinirleri çok bozulmuştu. — Ama hiç bir şeyi değiştiremeyiz ki... diye ısrar etti. Çaresiz onun dediklerine uyarak

Kenan’ı

hayalindeki

Hilal’le baş başa bırakıp dışarı çıktık. Akşam balkondan yeni doğmuş Hilâl’i seyrettim doya doya.

Ömer’in ışığı söndü sönecek Hüzünlü bir ilticâdır son satır Ömer bir kuşlukta yine dönecek “Güneş yalnız dirileri ısıtır!” Ömer’in elinde sırlı bir ayna Aynada yılların puslu sûreti Esenlik ol âteş, su artık kayna Ömer şimdi terke hazır gurbeti! Olcay YAZICI

Ağustos / 2007

81

Sağlık Akın DİNDAR

Yaz Meyve ve Sebzelerinin Vücuda Yararları

Ü

züm: Vücudu zararlı madde etkilerine karşı koruyan, fitokimyasallardan flavonoidleri içerir. Kalp hastalıklarına ve kansere karşı vücudu koruyan üzümü bol bol tüketmelisiniz.

Karpuz: Karpuzun içerdiği laykopen maddesinin, kansere karşı koruyucu özelliği olduğu bilinen A ve E vitaminlerinden daha etkili olduğu saptanmıştır.

“Serinlemek için çok tükettiğimiz gazlı, şekerli, kafein içeren içecekler yerine taze sıkılmış meyve suyu, soda ve bol su tüketiniz. Fazla tüketilen kafein kalp çarpıntısı, uykusuzluk, huzursuzluk gibi sağlık problemlerine neden olur.”

82

Kayısı: İçindeki beta karoten adlı madde hücrelere saldıran molekülleri kontrol altına alarak, kanseri önler. Bağırsakların çalışmasına yardımcı olur. Bir kayısı ne kadar parlaksa, içindeki beta karoten oranı da o kadar yüksektir. Domates: Domates özellikle laykopen yönünden zengindir. Laykopenin antioksidan etkisi nedeniyle göğüs, sindirim sistemi, mesane ve deri kanseri riskini azalttığı bilinmektedir. Biber: Bol miktarda A ve C vitamini içerir. Çilek: Bol miktarda A, B1, B2, C ve K vitamini, protein, şeker, meyve asidi, demir, fosfor, sodyum, kalsiyum ve potasyum içerir. Şeftali: Bol miktarda A ve C vitaminlerini içerir. Yazın Ne Kadar Sıvı Almalıyız Yaz aylarında sıcaklığın artması ile birlikte vücuttan ter ile öncelikle sıvı, potasyum ve sodyum gibi birçok minerallin kaybedildiğine dikkat çeken Dyt. Seçil Kenar şunları söylüyor: Somuncu Baba

“Yazın sıcakların da etkisiyle vücutta fazla su kaybı meydana gelmesi sonucunda bayılma hissi, bulantı, baş dönmesi gibi sağlık problemleri baş gösterebilir. Özellikle yaz aylarında terleme ile artan sıvı kaybını karşılamak amacıyla günde 2.5-3 lt. su içilmelidir. Yine yaz aylarında egzersiz ve spor yapılırken kış aylarına göre daha fazla sıvı kaybı yaşanacağı için egzersize başlamadan 15 dk. önce 1-1.5 bardak, egzersiz sırasında ise 10-15 dakikada bir yarım bardak su içilmesini tavsiye ediyoruz. Ancak unutulmaması gereken bir diğer önemli nokta ise aşırı su tüketiminin getireceği zararlardır. Vücudun ihtiyacından fazla su tüketmesi böbreklerin zarar görmesine ve vücutta ödem oluşmasına neden olabilir.” Yazın Beslenirken Dikkat Edilmesi Gerekenler Kızartmalar, aşırı yağlı gıdalar, sakatatlar yerine ızgara, buğulama, haşlama olarak hazırlanmış, yağı alınmış etleri tercih ediniz. Zararlı maddeleri vücuttan uzaklaştırmada görevli Omega-3 yağ asitlerini içeren balığı haftada 2 kez tüketiniz. Kışa göre tabaklarınızdaki yemek porsiyonlarını daha küçük tutunuz. Kan şekerinin hızla yükselip, hızla düşmesine sebep olan yağlı, şekerli, ağır tatlılar yerine protein, karbonhidrat ve yağın yanı sıra A, B, C, D ve E grubu vitaminlerle birlikte kalsiyum, fosfor, magnezyum, sodyum, potasyum, demir ve çinko gibi minerallerde zengin olan dondurma veya sütlü tatlıları tüketiniz. Karbonhidrat (şeker) kaynağı olarak yağlı, kızartılmış, ağır olan hamur işleri yerine kan şekerinizi daha iyi düzenleyen kepek ekmek, bulgur, kepekli makarna gibi gıdaları tüketiniz. Yağ oranı yüksek gıdalar yerine bağırsakların çalışmasını kolaylaştıran, doygunluk veren salata, tam buğday ekmeği, sebze yemekleri, meyve gibi posalı gıdaları tercih ediniz. Serinlemek için çok tükettiğimiz gazlı, şekerli, kafein içeren içecekler yerine taze sıkılmış meyve suyu, soda ve bol su tüketiniz. Fazla tüketilen kafein kalp çarpıntısı, uykusuzluk, huzursuzluk gibi sağlık problemlerine neden olur. Alkol ve sigara kullanmayın. Asitli içeceklerden (cola, gazoz vs. ) uzak durun. Meyve suyu yerine meyvenin kendisini yiyin. Ağustos / 2007

83

Sultan Baklavası Hamur İçin Malzemeler

Gönülden İkramlar Mesude SARI

.1 su bardağı süt .1 su bardağı yoğurt .1 su bardağı sıvı yağ .4 yumurta .Yarım çay bardağı sirke .2 paket kabartma tozu .Bir tutam tuz .Bir tutam tozşeker .Aldığı kadar unla yoğrulur Muhallebi İçin Malzemeler

“Misafire tam manasıyla ikram etmek; geldiğinde, sofra başında ve giderken kendisine güler yüz göstermek ve hoş sohbette bulunmaktır. Misafirin asıl arzu ettiği güler yüz, tatlı dil ve hüsnü kabuldür. Ariflerden birisi şöyle demiştir: Ben davete icabet etmek istemem. Fakat icabetimin sebebi, cennetin yemeklerini hatırlamak içindir. Cennetin yemekleri nefis, zahmetsiz ve herhangi bir şekilde hesabı sorulmayacaktır.”

.4 su bardağı süt .1 su bardağı şeker .2 yemek kaşığı un .2 yemek kaşığı nişasta .2 paket vanilya Yapılışı

Muhallebi halinde pişirilir. Ayrıca bir miktar ceviz veya fındık muhallebinin üzerine serpilmek için hazırlanır. Yoğrulan hamur dörde bölünür. Her bölümden 10 yumak yapılır. Yumaklar açılıp içine nişasta serpilerek 40 yumak açılmış olur. Tepsiye araları yağlanarak serilir. Orta katta (20. sırada)muhallebi serilerek üzerine ceviz veya fındık serpiştirilir. 10 kat daha üzerine konulup, yağlanır son 10 kat serildikten sonra tekrar üzeri yağlanır. Kare şeklinde kesilir ve fırında pişirilir. Üzerine pudra şekeri serpilerek ikram edilir. Afiyet Olsun

84

Somuncu Baba

“So

Ayl

ık Som

unc

u Bab

cuk a Ço

mun

De

cu Bab

rgis

a Bah

çesin

in

“Somun

zira i - Ha

n 200

A y l ı k

İ l i m

-

K ü l t ü r

v e

E d e b i y a t

a Bah

çesin

in Taz

e Çiçe

ği”

7

Aylık

A y l ı k

cu Bab

İ l i m

-

K ü l t ü r

v e

Som

unc

u Bab

a Ço

E d e b i y a t

cuk

Dergis

i - Ağu

stos

200

7

D e r g i s i

A y l ı k

Somuncu Baba 80

D e r g i s i

Somuncu Baba 82

Haziran

2007 Fiyatı: 6 YTL

İ l i m

-

K ü l t ü r

v e

E d e b i y a t

D e r g i s i

Somuncu Baba 78

Fiyatı: 6 YTL

www.somuncubaba.net

A y l ı k

İ l i m

-

K ü l t ü r

v e

E d e b i y a t

D e r g i s i

A y l ı k

Somuncu Baba 77

Mart

2007 Fiyatı: 6 YTL

İ l i m

www.somuncubaba.net

Hizmete Adanmış Bir Ömür

Peygamberimizin Huzurunda

Şefkat ve Merhamet Pınarı

Dergisi Hediyesi...

-

K ü l t ü r

v e

E d e b i y a t

D e r g i s i

Somuncu Baba 76

Şubat

2007 Fiyatı: 6 YTL

www.somuncubaba.net

Ürdün’de Türk Bayrağı www.somuncubaba.net

Tarihi İbretle Okumak Dergisi Hediyesi...

www.somuncubaba.net

Çanakkale ve Mehmet Akif

Ehl-i Beyt Sevgisi

O’nun Âline Selam Olsun

Dergisi Hediyesi...

Aylık İlim - Kültür ve Edebiyat Dergisi

Ağustos / 2007

Fiyatı: 6 YTL

2007

Gönüller Sultanı Hulûsi Efendi

Tasavvuf İslâm Dini’nin Arkeolojisidir

2007

Ağustos

Dergisi Hediyesi...

Dergisi Hediyesi...

Nisan

85

86

Somuncu Baba

Ağustos / 2007

87

88

Somuncu Baba

Related Documents