Konuşan: İbrahim YARIŞ
40
Somuncu Baba
Araştırmacı- Yazar Mustafa Armağan: Urfalı bir anne-babanın çocuğu olarak Cizre’de doğdu (24 Şubat 1961). İlk ve orta öğrenimini Bursa’da tamamladı. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı bölümünden mezun olduktan sonra çeşitli yayınevlerinde editör olarak çalıştı. 1995-1996 arasında İzlenim dergisinin, 2000-2002 arasında da Da (Diyalog Avrasya) dergisinin yayın yönetmenliklerini yürüttü. Halen serbest yazar olarak çalışmaktadır. Türkiye Yazarlar Birliği tarafından 3 defa ödüle layık görüldü: Batı Düşüncesinde Dönüm Noktası (Fritjof Capra’dan, Tercüme dalında, 1989); Şehir, ey Şehir (Deneme dalında, 1997); Osmanlı: İnsanlığın Son Adası (Fikir dalında, 2003). Kitaplarından bazıları: Gelenek, Şehir Asla Unutmaz, Şehir Ey, Şehir, Bursa Şehrengizi, İstanbul Mavi Kırpar Gözlerini, Osmanlı’nın Kayıp Atlası, Abdülhamid’in Kurtlarla Dansı, Ufukların Sultanı…
Araştırmacı - Yazar Mustafa Armağan:
“İstanbul’un Fethini idrak etmek sadece tarihini bilmekle olmaz”
“Fatih 21 yaşındadır ve İstanbul’dadır, İstanbul’un fethini Üsküdar sahillerinde, özellikle de Kızkulesi’nde tasarlamaktadır. Kulenin balkonundan şöyle bir bakar surlar ardından uzanan Kostantiniyye’ye, ardından hasretle çeker içini. Birden harita üzerinde avucunun içinde kalan şehirler canlanmaya başlar. Birer kandil yanmaya başlar şehirlerin üzerinde. Arkadan peş peşe ezan sesleri duyulmaya başlar. En kuvvetli kandil ve en kuvvetli ezan sesiyse İstanbul’dan gelmektedir. Sultan Mehmed tam bu sırada kendine gelir, gözü ufka takılır. Gün batımına yaklaşan mor siluette camilerin minareleri belirmeye başlar. Gelecek adına ne büyük bir iş yapmak üzere olduğunu bir kere daha fark eder. Umutlanır ve yüzünde mutluluk çiçekleri açmaya başlar.”
A
raştırmacı - Yazar Mustafa Armağan “Ufukların Sultanı” kitabında böyle anlatıyor büyük fethin sancılarını. İstanbul’un fethinin 554. yıldönümü öncesi Mustafa Armağan ile fetih algısı, empati kurmak veya “hemahenk” olmak üzerine konuştuk. İstanbul’un fethinde Fatih’in özel dünyasına ve hayallerine mercek tutan Armağan, Fatih’i ve fethi anlamak için o frekansa girmenin zorunluluğunu ısrarla vurguluyor. Fatih Kız Kulesi’nden o zamanki İstanbul’a bakarken neler düşünüyordu?
Mayıs / 2007
Orada şöyle senaryo kurdum: Fatih fetihten önce Kızkulesi’nden İstanbul’a bakıyor; tabii Topkapı Sarayı yok, Sultanahmet yok, işte Ayasofya var, Bizans sarayının kalıntıları Ayasofya’dan aşağı doğru iniyor, surlar var, deniz surları. Elinde bir dünya haritası, bu haritanın gözleriyle oyduğu noktası da İstanbul’dur. Böyle bir anı düşleyelim. Başparmağını İstanbul’a koydu ve elini bir pergel gibi İstanbul’un etrafında 360 derece çevirdi. Kitaba koyduğum bir haritada bu sayfanın bir bakıma izdüşümünü yakalayabiliyoruz. Daireler içinde İstanbul’un mer-
kez alındığı bir haritada nereler giriyor Osmanlının perspektifinin içerisine, görebiliyoruz. Fatih İstanbul’a şimdiki bakıştan farklı mı bakıyordu? Şimdi biz İstanbul’a nasıl bakıyoruz? Boğaz, tarih, kültür vs.. Tabii ki İstanbul Boğazı çok önemli, tabii ki İstanbul’un binlerce yıla uzanan büyük ve engin bir tarihi var ama ben Fatih’in frekansına bu yolla girilemeyeceğini düşünüyorum. Nasıl radyoda veya televizyonda frekans ayarını azıcık kaçırdınız mı cızırtı başlıyor veya
41
karşınıza bir başka kanal çıkıyorsa, ayarı iyi yapmak gerekiyorsa, Fatih’i dinlemek için de onun tam frekansını yakalamamız gerekiyor. O frekansını nasıl tutturur, ona nasıl gidebiliriz? O ayrıcalıklı zaman aralığına başımızı, gönlümüzü nasıl sokabiliriz? Nasıl onunla hemahenk olabiliriz? Benim derdim bu. Fatih’le yakınlığı nasıl kurdunuz? İstanbul üzerine düşününce ister istemez Fatih merkezli bir düşünce biçimine kendimi zorlamaya çalıştım. Acaba o nasıl
algılıyordu İstanbul’u? İstanbul’u herhangi bir yeryüzü bölgesi, bir mekân parçası olarak mı görüyordu yoksa orada başka bir hedefi mi tutturmaya çalışıyor, başka bir şey mi görüyordu baktığı zaman? Konferanslarınızda bir test yapıyorsunuz… Evet, konferanslarımda bir tuzak kuruyorum dinleyenlere. İstanbul hangi tarihte fethedilmiştir? deyince hemen “29 Mayıs 1453” diye söylüyorlar. Tabii ki bu miladi tarih olarak; bu da elbette bir nirengi noktasıdır ama acaba Fa-
tih merkezli düşünürken bu tarih ne kadar işimize yarayan ve Fatih’i ne kadar ilgilendiren bir tarihtir? Diyorum ki bu, Bizans surlarının içindeki insanlar için anlamlı bir tarihtir. Ama surların dışındaki insanlar için Fatih ve o güzel askerleri için nebevî müjdeyle müjdelenmiş insanlar için 1453 hiçbir anlam ifade etmiyordu. Eğer biz 1453 üzerinden İstanbul’un fethini anlamaya çalışırsak o frekansın çok çok dışından, Bizanslı gibi, Portekizli gibi bakıyoruz demektir olaya.
857 Yıl Geciken Emir
barek yürüyüşü yapan insanların değil belki ama işte Akşemseddin, kulvarında yürüyenlerin gele gele Molla Gürani, Zağanos Paşa gibi Boyut değiştirmek mi gere- o çağın en büyük devletlerin- aynı frekansta bulunan insanlakiyor? den Roma’nın başkentine kadar rın telkinleriyle Fatih’in bir olgun meyve gibi Osmanlı toplumunun Evet, aynen öyle. Fatih’in İs- girdiklerini anlıyorsunuz. Oysa Bizans içinden baktığınız zaman ortasına düştüğünü görürüz. Tabii tanbul’a 857 yılında girdiğini “İstanbul’un düşmesi” diyorsunuz, burada kişilerden konuşuyoruz. söylemeye başladığınız anda boçünkü Bizanslılar açısından İstan- Abdülhamid Han diyoruz, Fatih yut değiştiriyorsunuz, kuantum bul hakikate düşmüştür! İngilizle- diyoruz, Osman Gazi diyoruz fiziğinde boyut değiştirdiğinizde rin “fall of Constantinople” dedik- ama bir “toplumsal Abdülhanasıl başka bir dünyaya açılıyorleri budur, yani İstanbul’un düşü- mid”, bir “toplumsal Fatih”, bir sanız burada da perde ortadan şü. Hâlbuki biz düşüş olarak mı, “toplumsal Osman Gazi”yi belirkalkıyor ve doğrudan Fatih’i Fetih olarak mı bakacağız? Fetih lemezsek, bunları bir sürpriz, bir Peygamber Efendimiz’le karşı karşıya konumlandırmış oluyor- olarak bakacaksak Fatih merkez- huda-yi nabit gibi anlatırsak bir li ve onun da içine dâhil olduğu an çakıp sönen bir şimşek gibi sunuz. Şöyle düşünüyor olmalı nebevi gelenek merkezli bir bagöstermiş oluruz. Hâlbuki bu diye kendi kendinize telkinde kışla kendimizi donatmamız la- toplumun içerisinden bu büyük bulunmaya başlıyorsunuz sonra: zım; başka türlü biz dışarıda kalır insanlar çıktıysa, toplumun arzuFatih Hicretten 857 yıl sonra İsve o zaman yarığının içine sittin larına, beklentilerine, yapamatanbul’a girmek için çırpınan bir sene giremeyiz. dıklarına tercüman olan, onları Müslüman hükümdardı. Ve bu gerçekleştiren müşterek kimlikler emir tam 857 yıl gecikmişti FaFatih’in hocaları da çok müolduklarını anlamamız lazım bu tih’in nazarında. Bu emri bir an him değil mi? şahısların. Dolayısıyla bu vasıfönce tahakkuk ettirmek amalarıyla Fatih’in hem peygamber Tabi, elbette. Öncelikle şuna cıyla kendisini bu işe vakfetmiş merkezli düşündüğünü, hem de bakmak gerek; Değil mi ki o, fetbulunuyordu. Dolayısıyla Fatih’i hi muhakkak diye vurgulamıştır, onun hadisini ahir zamanda İspeygamber-merkezli düşünce lam ümmetine nefes aldıracak ve orada onun gördüğü fakat bizim boyutuna soktuğunuz anda işte o göremediğimiz tılsımlı bir şey ol- onu yeni bir geleceğe taşıyacak 857 yılın nasıl mahrem ve sancılı bir sıçrama tahtası tabir ettiğini malıdır. Fatih’in bunların hepsini bir macera olduğunu, 8,5 asrın ve Mekke’den Medine’ye o mü- çocuk yaşta kavraması mümkün anlarız.
42
Somuncu Baba
Fatih son derece komplekssiz bir insan aynı zamanda değil mi? Yeniliğe çok açık… Kesinlikle öyle. Dolayısıyla İstanbul’a daha sonra yaptığı yatırımlar, yönlendirdiği insanlar, tabiri caizse İstanbul’u projelendirmesi böyle olduğunu gösteriyor. Bu şehirde doğu ve batıyı kucak kucağa yaşatacak bir iksir bulduğunu, bu iksiri bu şehirde gerçekleştireceğini ümit ediyordu ve bunun için sürekli çalıştı, fethettiği yerlerden âlimler gönderdi, yahut bizzat davet etti. Bir taraftan Molla Cami geliyor, öbür taraftan Mateo di Pasti, sonra Bizanslı filozoflar geliyor, onlarla ilgileniyor. İçeride Gennadius isimli din adamını Rum patriği tayin ediyor; bu sefer Hıristiyanlar neye inanıyor diye merak edip bir amentü, bir “itikadname” yaz-
Fatih’in Rol Modelliği Devam Ediyor Necip Fazıl küçük Fatih’lerin yetişmesinden söz ediyor, buradan kastedilen nedir? Necip Fazıl’ın her cümlesinin altında bir sürü ince fikir yatar. Peki bu küçük Fatihler nasıl yetişecektir? İşte Necip Fazıl’ın bahsettiği tabloda onların harekete geçmesiyle, zemini hazırlamalarıyla günün birinde bu hareketin başına bir Fatih geçecektir ama önce bu küçük Fatihlerin yetişmesi lazımdır. Küçük fetihlerin gerçekleşmesi lazım ki, o büyük fethe doğru yeniden hamle yapacak mecali kendimizde bulabilelim. Dolayısıyla Fatih’in Necip Fazıl’ın dünyasındaki rolü olmuş Mayıs / 2007
dırıyor. “İnançlarınızı yazın, Türkçeye çevirin, okumak istiyorum” diyor. Yani etrafındaki insanların neye inandıklarına vakıf olmak istiyor. Bir taraftan bakıyorsunuz Balkanlara doğru büyük bir hareket, Karadeniz’e doğru büyük bir hareket...
Bir de fethin mana boyutu var, sanki ihmal ediliyor…
Tabii bunlar strateji olarak önemli ama ben tohumun İstanbul’da patladığına inanıyorum. Yani İstanbul’u ele geçirdikten sonra artık orada bambaşka bir potansiyel gördü ve ondan sonraki büyük yönelişleri bu şehri bir bakıma pergelin ayağının bastığı nokta gibi değerlendirdi. Öbür ayağı ise etrafta gezmeye başladı. Dolayısıyla kendisinden sonra çocuklarının, torunlarının yaptığı fetihler Fatih’in bastığı noktanın çok temel ve vazgeçilmez olduğunu ortaya koymuş oldu.
Bakınız, Necip Fazıl sürekli bunu vurgulamış ve Müslüman Türk milletinin ayakta kalma macerasını Fatih’in zaman üstü varlığıyla açıklamıştır. O yazıyı kısaca bir hatırlarsak şöyle diyordu Necip Fazıl: “Bir gün Fatih dirilecektir! Evet, laf ve hayal âleminde değil, doğrudan doğruya madde ve hakikat dünyasında Fatih dirilecektir! Bir gün Fatih, sandukasının ihtiyar kapağını genç omuzlarıyla kaldırıp ufkî yatay vaziyetten şakulî hâle gelecek ve İstanbul’un Divan Yolu’nda görünecektir.”
bitmiş, tamamlanmış bir rol değil, devam ediyor. Ve yazısının sonunda şunu söylüyor: Fatih ölmedi, sandukasının içine dersini çalışmak için girdi ve beş asırdır orada dersini çalışmakta. Dersini bitirdiği ve mezun olduğu zaman sandukasını omuzlarıyla kaldırıp çıkacak ve yeniden aramıza karışacaktır.
Fatih’in yüzüne perde çekmiş oluyoruz. O aslında tarihte olmuş bitmiş bir hadise değil, olmakta olan ve daha da önemlisi, olacak olan bir sürecin geçmişte kalmış bir parçasıdır.
Şimdi bu, tarihe bakışta çok enteresan bir noktadır. Mana, mana deyişim bundan. Fethi şöyle de anlatabilirsiniz: İşte Ulubatlı Hasan..., gemiler karadan yürütüldü..., dev toplar döküldü vs. Bunların her biri elbette büyük bir mareşalin, bir siyasi ve askeri dehanın becerebileceği işler. Ama sadece bunları anlattığımız zaman farkında olmadan gerçek
Maalesef bu doğru. Ama orayı kavramadıkça sadece bir mekânın fethi gibi algılanma tehlikesi doğar ki, o da Fatih’i ve fethi yanlış ya da daha kötüsü eksik anlamak olur.
Nitekim Osmanlı’yı tarihte olmuş bitmiş bir hadise gibi görürsek bugünkü varlığımızı açıklama konusunda büyük bir çelişkiye düşeriz. 1299’da kurulmuş, 1922’de bitmiş bir macera gibi anlatamayız Osmanlı’yı. Fatih binlerce yıldır, belki insanlığın başlangıcından beri devam eden bir kervanın, “sonsuzluk kervanı”nın geçmişteki bir halkasıydı. Biz de bugün bir halkasıyız; belki onlar kadar parlak değil, onlar kadar kudretli değil ama Cenab-ı Hakkın lütfuyla o kerva-
43
nın peşinde topallayarak, sekerek, ve Ankara’dan daha yakın olduğu düşe kalka da olsa yürümeye de- bir Osmanlı haritası bize herhalde başka bir şeyler söylüyor olacaktır. vam ediyoruz. Osmanlı olunca Sofya’nın Konya’İstanbul merkezli düşünül- dan, Belgrat’ın Adana’dan, Budadüğünde bakış farklı oluyor di- peşte’nin Diyarbakır’dan, Viyanayorsunuz bu ne demek? ’nın Kars ve Van’dan daha yakın olduğu bir coğrafyaya taşınıyoruz Bakın, biz Cumhuriyet dönedemektir. Dolayısıyla biz “Taa Viminde hep Anadolu merkezli, Anyana’ya gittik” sözünün karşısında kara merkezli yetiştirildiğimiz için “Ta Van’a gittik” sözü söylenmiyor Osmanlı’nın büyüklüğünü kâfi de- dikkat ederseniz. Van sanki elde bir recede idrak edemiyoruz. Fatih’in ama Viyana çok uzak bir yer gibi frekansına girmek dedim ya, Fatih düşünülüyor. Hâlbuki bu haritaya merkezli ya da İstanbul merkezli bakıldığı zaman Fatih’in İstanbul baktığımız zaman Filibe’nin bulun- merkezli kurgusunda bizim birçok duğu çember İstanbul’a Konya’dan Anadolu şehri bugün yabancı saydaha yakındır. Filibe’nin Konya’dan dığımız birçok Balkan ve Avrupa
Fatih Tekkeye Kapanmak İstedi Kitabınıza “Ufukların Sultanı” ismini nereden ilhamla koydunuz? “Ufukların sultanı” tabiri Bursa’da, Hisar içinde Orhan Gazi’nin yaptırdığı ilk caminin kitabesinde geçiyor. Orhan Gazi ikinci Osmanlı beyi; bugün o cami yıkılmış, yıkıntısı içinden çıkarılmış ve Şehadet Camii diye bilenen caminin giriş kapısı üzerine asılmış bu kitabede merzbânü’l-âfâk tabiri geçiyor. Merzbân Farsça bir kelime, bekçi, gözcü demek; kimisi bunu efendi diye çeviriyor, İngilizce lord diye çevirenler var, Jason Goodwin’in kitabında olduğu gibi Lords of the Horizons, yani “Ufukların Efendileri” diye çeviriyorlar. Ben bu deyimi Fatih’e uyarlayarak “Ufukların sultanı” diye genişletmeyi uygun buldum. Aslında Fatih’e gelince ufuklar yetersiz kalıyor. Yani bizim gördüğümüz ufuk onun gözüne dar geliyor ve herkesin görmediği ufkun ardın-
44
şehrinden çok daha yakındır İstanbul’a. Adana’nın İstanbul’a uzaklığı 605 kilometredir; Sofya’nın ise 336 kilometre; yani Adana Sofya’dan iki katı daha uzaktır İstanbul’a. Elbette Adana Müslüman bir şehirdir şudur budur ama unutmayalım ki, Osmanlı için Balkanlar ikinci Anadolu konumundaydı. Orayı yeni bir Anadolu yapmak için uğraştılar; başardılar da. Dolayısıyla nasıl Bursa, Konya, Trabzon zamanla Müslümanlaştırılmışsa orası da aynı şekilde Müslüman toprağı olarak düşünüldü ve Cumhuriyet’in ilk yıllarına kadar hiç yabancı gözüyle bakılmadı.
daki ufku arayan ve tarayan bir şah- ğümleri keseceğini düşünüyor. siyet olarak karşımıza çıkıyor. Galiba 24 yaşındayken Mesela Sultan II. Abdülha- Akşemsettin’e tekrar dehalet edip mid hakkında tartışmalar var tacını, tahtını bırakıp tekkeye kaama Fatih’te ilginç bir şekilde panmak ve şeyhinin dizinin dibinkampların silindiğini ve onun de oturmak istediğini söylüyor. adeta zaman üstü, zaman dışı Bunu Taşköprülüzade nakledibir kimlik ve vasıf kazandığını yor. Şeyhinin yanında kendisine görüyoruz. Öyle değil mi? kara delik bulmak istiyor, kaçmak Ben bu özelliğiyle Fatih’in istiyor. Ama Akşemsettin “Hayır, doğu-batı gibi sınırları da aştığını sen bu millete lazımsın, seni yadüşünüyorum. Sadece geçmişte nımıza almaya hakkımız yok” deolan bir hadise değil, bugün ve diği anda, bütün kapıların yüzüne gelecekte olmakta olanları da fark kapandığını, milletin geleceği için ettiğini ve en azından sezgisel ola- kendisinden neler beklendiğini ve rak bu alanda kendisinin memur omzundaki yükün ne kadar ağır edildiğini düşünüyor ve bu memur olduğunu biraz daha hissettiğini edilme tarafını daha bir önemsi- görüyoruz. Sonunda şu beyti söyyorum. Tabii bu apayrı bir mesele; lediğine göre, sırtına vurulan yükü ona kitabın son kısımda bir miktar şerefle taşıdığına hükmedebiliriz; değinme fırsatı buldum. Özellikle “Bir şaha kul oldum ki cihan ana yaşadığı ne büyük bir yalnızlıktır, gedâdur/ Bir mâha tutuldum ki anlamaya çalıştım. Düşünün ki, yüzü şems-i duhâdır.” Yani öyle bir Fatih bütün bu işlere koşuluyor, şahın kuluyum ki, o kulun geldiği kendisini İstanbul’un fethiyle çok nokta cihanın efendiliğidir” diyor. büyük bir hamle yapmak üzere Bize vakit ayırıp bu söyleşiyi yönlendiren hocalar, din adamkabul ettiğiniz için çok teşekkür ları var. Biraz tarihin zoruyla da ederim. olsa böyle bir konuma geliyor. Ve İstanbul’un fethiyle bütün kördüBen teşekkür ederim. Somuncu Baba