Www.somuncubaba.net 2007 005 0079 Fatih Sultan Mehmedindervis

  • December 2019
  • PDF

This document was uploaded by user and they confirmed that they have the permission to share it. If you are author or own the copyright of this book, please report to us by using this DMCA report form. Report DMCA


Overview

Download & View Www.somuncubaba.net 2007 005 0079 Fatih Sultan Mehmedindervis as PDF for free.

More details

  • Words: 1,889
  • Pages: 4
Sûfi Perspektif

Miyatür: Tahirzâde Behzat - Tezhip: Rikkat KUNT

Doç.Dr. Kadir ÖZKÖSE

Fatih Sultan Mehmed’in Derviş Zümrelerle İrtibatı “Kılıç zaferleri, güce dayalı işgaller, zorbalıkla gerçekleşen istila hareketleri hiçbir zaman başarılı ve kalıcı olamamışlardır. Kalıcı olan beldelerin zabtından önce gönüllerin fethine koyulan seferlerdir. O nedenle fetih; işgal, saldırı, tahakküm, sömürü ve talan değil kuruyan topraklara inen rahmet yağmuru, çoraklaşan gönülleri yeşerten hayat iksiri, buhranlar içinde kıvranan halklara huzur ve barış ortamı getiren insanlık muştusudur.” 20

Somuncu Baba

P

eygamber Efendimizin şahsında topladığı üç ayrı otorite vardı: a. Dinî otorite b. Siyasî otorite c. Manevî otorite

Bu üç otorite İslam tarihi boyunca farklı kurum ve zümrelerle temsil edilmiştir. Birbirlerinin sınırlarına tecavüz edilmediği zaman yükseliş ve medeniyetin seyri gerçekleşmiş, huzur ve sükûn ortamı sağlanmıştır. Bu üç otorite, tarih boyunca sırasıyla ilim erbabı, siyasî yetkililer ve tasavvuf erleri tarafından varlığını sürdürmüştür. Yani medrese, saray, kışla ve tekke uyumlu oldukları, her biri kendi yükümlülüklerini yerine getirdikleri, birbirini dışlamadıkları ve birbirlerini takviye ettikleri zaman İslâm devletleri devamlı yükselip gelişmiş, siyasî, ilmî, manevî, içtimaî ve iktisadî gelişmelerin tirendi sürekli yükselmiştir. İşte bu üç otoritenin ayrı ayrı şahıslarda temsil edilişinin bir örneğini İstanbul’un fethinde görmekteyiz. Siyasî otoriteyi genç Fatih Sultan Mehmet, ilmî ve entelektüel otoriteyi Molla Gürânî, manevî ve tasavvufî otoriteyi Akşemseddin temsil etmiştir.1 Kılıç zaferleri, güce dayalı işgaller, zorbalıkla gerçekleşen istila hareketleri hiçbir zaman başarılı ve kalıcı olamamışlardır. Kalıcı olan beldelerin zabtından önce gönüllerin fethine koyulan seferlerdir. O nedenle fetih; işgal, saldırı, tahakküm, sömürü ve talan değil kuruyan topraklara inen rahmet yağmuru, çoraklaşan gönülleri yeşerten hayat iksiri, buhranlar içinde kıvranan halklara huzur ve barış ortamı getiren insanlık muştusudur. 1451 yılında 21 yaşında tahta çıkan ve 23 yaşında İstanbul’u fethederek Hz Peygamber’in: Mayıs / 2007

“Konstantiniyye elbette fetholunacaktır, onu fetheden emîr ne güzel emîrdir, onu fetheden asker ne güzel askerdir” övgüsüne mazhar olan Fatih Sultan Mehmed, 30 yıl padişahlık yapmış, 25 savaşa bizzat komuta etmiştir. Bazen yılda bir, bazen iki, bazen de üç sefer yaptığı olmuştur. Eski tarihçiler, onun mevcut Osmanlı mülküne 18 iklimi kattığını söylerler. Onun zamanında, Anadolu, baştan başa bir Müslüman toprağı haline geldiği gibi, Bosna Hersek de dahil olmak üzere Balkanlar bütünüyle Osmanlı Devletine katılmıştır.

“Ressamların Fırçasından İstanbul”

İslam kaynaklarında genellikle, Mekke’nin fethi için “feth-i mübîn”, İstanbul’un fethi için de “feth-i celîl” tabirleri kullanılır. İslam tarihinde, dini bakımdan olmasa da sembolik olarak İstanbul’un fethi, Mekke’nin fethinden sonra gelen “büyük fetih” olarak nitelendirilir. Dolayısıyla İstanbul’un fethi, maddî olduğundan çok daha fazla manevî ve sembolik yönüyle önem

ifade etmektedir. İşte bunun için İstanbul’un fethi hem maddede hem de manada kelimenin tam manasıyla bir “büyük fetih”tir.2 Fatih Sultan Mehmed, “Belde-i Tayyibe” denilen İstanbul’u fethederek, asırlardır beklenen bir rüyayı gerçekleştirmek ve Hz. Peygamber (s.a.v.)’in methine nâil olmak istiyordu. Bu yazımızda, Fatih’in aldığı güçlü eğitim, Avnî mahlası ile ortaya koyduğu seçkin şiirler, gerçekleştirdiği siyasî başarılar ve Osmanlı’yı cihan devleti hâline

Aksaray Şehzade Camisi ve Çevresi

getirmesi gibi hususiyetlerden ziyade onun derviş zümreleri ile olan ilişkisine, özellikle de her bakımdan kendisine rehberlik eden Akşemseddin’le irtibatına değinmek istiyoruz. Saltanatı boyunca siyasî kişiliği kadar ilmî ve manevî nitelikleri ile de tanınan Fatih’in çevresinde ilim ve tasavvuf önderleri yer alıyordu. O, Hacı Bayram-ı Velî

21

tarafından babasına verilen fetih müjdesini gerçekleştirmenin çabası içerisindeydi.3 Hacı Bayramı Velî’nin halifesi Akşemseddin (ö. 863/1459)’in gözetimi ve terbiyesi altında yetişti. Akşemseddin tarafından Eyyüb’de kuşatılan padişahlık kılıcı ile tahta oturdu.4 Bu nedenle Akşemseddin’in Padişah üzerindeki nüfuzu oldukça ileri düzeydeydi. Bir gün veziri Mahmud Paşa’ya: “Bu pîr’e hürmetim ihtiyarsızdır. Yanında heyecanlanırım. Ellerim titrer. Diğer şeyhlerim ise benim yanıma gelince, heyecandan elleri titrer” diyerek, ona karşı ileri düzeydeki hürmet ve tazim hislerini dile getirirdi. Saltanatın verdiği sıkıntıdan ve sürekli koşuşturma sonucu ortaya çıkan yorgunluk hislerinden Akşemseddin’e bahsederdi; “Halvete girip irşad olmak istediği”ni dile getirirdi. Bu isteğini sürekli geri çeviren Şeyh ona; “Halvette öyle bir lezzet var ki, ona dahil olanların, saltanat ve hükümdarlık arzularını silip götürür. Hâlbuki senin sâlik değil mâlik olman gerekir”5 diyerek, tasavvufî hayatın cezbeli, gaybete sevk eden, her türlü bağ ve alâkalardan kurtaran hususiyetlerine dikkat çeker. Tasavvufun ilm-i zevk olduğunu, adaletle hükmeden bir hükümdarın dergâhta huzuru yakalamış dervişlik payesinin ötesinde olduğuna işaret eder. Dervişlere özel bir ilgi ve sevgi duyan Sultan II. Mehmed, ricâlullahtan saydığı zevatın ordusunda bulunmasına ayrı bir önem verirdi. Fetih seferine çıkarken beraberinde, Akşemseddin, Akbıyık Sultan, Molla Gürani ve Şeyh Sinan gibi alim ve şeyhleri götürürdü. İstanbul fethedilmiş, ordu şehre girmiş ve şehir bir Osmanlı beldesi olmuştu. Fatih, iki tara-

22

fında Ak Şemseddin ve Akbıyık Sultan’la birlikte İstanbul’a girer, Ayasofya’ya doğru yaklaşır. Bu esnada beyaz elbiseli, aksakallı, heybetli bir şekilde duran Akşemseddin’i hükümdar sanan Bizanslı kızları, ellerindeki çiçekleri kendisine doğru uzatınca, Fatih’i gösterir, çiçeklerin padişaha verilmesini işaret eder. Sultan Fatih ise, “Veriniz, çiçekleri ona veriniz. Padişah benim, ama o benim hocamdır” diyerek iltifatta bulunur. Bu esnada Fatih’in sevincine diyecek yoktur. Ama aynı anda iki sevinci birden yaşamakta ve şu itirafta bulunmaktadır: “Asrımızda böyle bir âlimin bulunmasına mı sevineyim, yoksa şu şehrin fethine mi daha çok sevineyim, bilemiyorum.” Fetihten hemen sonra yapılan ilk divan toplantısında, komutanlarının huzurunda, bu sevincini farklı bir biçimde şöyle ifade eder: “Bu ferah ki, bende görürsüz; yalnız bu kal’a fethine değildür. Akşemseddin gibi bir aziz benim zamanımda olduğuna övünürüm.”6 Bilimsel sorunları ilmiye sınıfı arasında istişâre etmekten zevk alan Fatih, takva, vera, irfan ve hizmetleri ile temayüz eden, seçkin sûfî ve meşâyihi de etrafında toplamaktan geri kalmazdı. Devrinin aktüel tasavvufî meseleleri ile de yakından ilgilenen Padişah, özellikle “vahdet-i vücûd” konusunu gereğince anlamak istemiş ve bu meselenin açıklığa kavuşturulması için ilim ve tasavvuf önderleri arasında tevhidi konu alan uzun tartışmalar tertip etti.7 Vahdet-i vücuda hakimiyetleri ile meşhur olan İran ve Horasan bölgesi şeyhleri İstanbul’da büyük rağbete mazhar olmuş-

lardır. Örneğin, Horasan ve Semerkant bölgelerinin tanınmış iki büyük Nakşibendi şeyhi olan Molla Abdurrahman Câmî (ö. 898/1492) ile Ubeydullah Ahrâr (ö. 895/1490)’a karşı Fatih’in özel bir ilgisi vardı.8 Fatih ile Ubeydullah Ahrar arasında gizliden gizliye yazışma ve mektuplaşmalar gerçekleşmiş ve bu bağ, karşılıklı yardım ve himmet isteme derecesine kadar varmıştı.9 Ubeydullah Ahrar’ın kızından torunu Hâce Muhammed Kâsım, bir hatırasını şöyle nakletmektedir: “...Bir Perşembe günü, Dedem Ahrar Hazretleri, Semerkant’ta öğle namazını kıldıktan sonra, acele atına atlayıp şehirden çıkmış, dostları ve yakınları da, onun ardına takılıp gitmişlerdi. Şehir dışında beraberindekileri ansızın durdurup, kendisi Deşt-i Abbas denilen boş bir araziye doğru yürür. Hemen arkasından duruma muttalî olmak üzere giden müridlerinden biri: “Onun, her yöne at koşturarak kılıç salladığı ve sağasola hücum ederek savaşır gibi hareketlerde bulunduğu”nu görünce hayretler içerisinde kalır. Keyfiyeti merak edip Şeyh’in peşinden giden ve garip davranışlarını seyreden dostu, eve döndüklerinde meseleyi şeyhe arz eder. Hazret şu cevabı lutfeder: “Rûm Padişahı Sultan Mehmed Han Gazi, tam o anda küffar ile savaşmakta idi. Bizden yardım dileğinde bulundu. Biz de, onun candan istimdadına icabet ettik...” Babam Abdülhâdî, Rûm diyarına gelip II. Bayezid Han ile görüştüğünde, dedemin, giyimkuşam, kılık-kıyafetinden bahsederken, Padişah, “beyaz atları da var mıydı?” diye sormuştu. “Evet” cevabını alınca, babam Sultan Fatih Han anlatmıştı ki: “Filan gün, öğleden sonra, küffar ile savaşırken, askerde bıkkınlık emareleri sezmiş ve Hâce Hazretleri’nden Somuncu Baba

istimdad eylemiştim. Hemen o anda bu büyük üstad, beyaz bir ata binmiş ve gösterişli bir kılığa bürünmüş olarak savaş meydanında karşıma çıktı. Ve bana: “Korkma! Merak etme!” diye kuvvet verdi. Bense: Küffarın çokluğunu işaret ettim. Hâce Hazretleri, kol yenlerini bana gösterdi. İçine baktığımda, orada geniş bir meydan peyda olup, baştan aşağı İslam askeri ile dopdolu idi. Böylece üstad bize kuvvet vererek: Filan tepeye çıkıp, askere rehberlik ederek, bir hücum daha yapın dedi. Kendisi de düşman üzerine kılıç salladı. Ve fetih müyesser oldu.”10 Vahdet-i vücud düşüncesine ilgi duyan Fatih, bu konudaki ihtisası ile bilinen Molla Abdurrahman Câmî’yi görüşmek üzere, İstanbul’a davet etmiştir. Câmî, Hüseyin Baykara’yı rencide etmemek için, Hicaz dönüşü Şam’a uğradığında vâkî davetten haberdar olmuş ve gizlice Horasan’a dönerek bu talebi yerine getirememiştir.11 Davetine icabet edememekle birlikte Câmî, vahdet-i vücuda dair yazmış olduğu Risale fi’l-Vücud isimli eserini, Fatih’e göndermiş ise de, risale İstanbul’a ulaşamadan Sultan vefat etmiştir.12 Fatih’in saltanatı öncesinde gerek içtimaî gerekse dinî hayat bakımından Osmanlı Devletinin başını ağrıtan tasavvufî nitelikli Hurûfîlik cereyanı vardı. 22 Eylül 1444’te kanlı bir hurûfî ayaklanması ile gerçekleşmişti. Dolayısıyla Hurufiler, sıkı bir takibata maruz kalmıştı. Fazlullah-ı Tebrizî (ö. 796/1393)’ye nispetle, “hurûfîlik” adı ile şöhret bulan bâtınî karakterdeki bu tarikatın müntesipleri,13 Sultan Fatih’e kadar sokularak, onunla buluşmaya, fikirlerini, kesin ve sağlam gerçekler gibi takdim etmeye başladılar. MuhMayıs / 2007

telif duygu ve düşüncelere, saygılı bir eda ve terbiyenin sahibi olan Padişah, bunlara da aynı müsamahayı gösterdi. Bu menfi temayülden ve sapık fikirlerin II. Mehmed’e kabul ettirilmesinden endişe eden Vezir-i A’zam Mahmud Paşa, durumu Padişaha açamamakla birlikte, hurûfîleri, onun çevresinden uzaklaştırmanın çarelerini arıyordu. Nihayet olanları, Molla Fahruddin-i A’cemî (ö. 865/1460)’ye açarak bu konuda kendisine yardımcı olunmasını istedi. Paşa’nın anlattıkları karşısında, irkilen ve ürperen Molla Fahruddin, söylenenleri, hurûfîlerin bizzat ağızlarından duymayı arzu ettiğini bildirdi. Bunun üzerine Mahmud Paşa, onları yanına davet etti. Vezir-i A’zam’ın huzurunda bulunmanın verdiği rehavetle, fikirlerini daha da ileri götürerek anlatan hurûfîleri, Molla da, saklandığı evin gizlice bir bölümünden dinliyordu. “Hulûl ve ittihâd” fikrine sahip olduklarını ve bunları alenen izhar ettiklerini duyunca, dayanamayan Molla Fahruddin, birden gizlendiği yerden ortaya çıktı. Üzerlerine yürüyerek onları yakalamaya çalıştı. Darü’s-Saade’ye doğru kaçan ve saraya sığınan hurûfîlerin, kendisine teslim edilmesi, hususunda Padişahı da ikna eden Fahruddini A’cemî, halkı Edirne Üç Şerefeli Camii’de toplayarak, umuma açık bir tartışma tertip etti. Cemaatin huzurunda onların fikirlerini tek tek çürüterek, cezalandırılmalarına dair fetva verip gereğinin yapılmasını sağladı.14 Özetle, zihinleri ve gönülleri İslam’ın gerçeklerine açmak, bu gerçeklerin önündeki bütün engelleri kaldırarak, onların insanın aklına ve kalbine ulaşmasını sağlayacak ortamı hazırlamak arzusuyla fetih hazırlıklarına girişen Fatih Sultan Mehmet, Kur’an ile fethe-

dilen Medine örneğine İstanbul’u da katmıştır. Zafer sarhoşluğuna bürünmeyen ve İstanbul’un manevi ve gerçek fatihi olarak takdim ettiği Akşemseddin’in şahsında maneviyat önderlerine ve derviş zümrelerine yakın ilgi duymuş, onları himaye etmiş, hayır dualarını talep etmiştir. Saray, medrese ve tekke arasındaki insicamın sağlanmasına özen göstermiştir. İstanbul’un medeniyet, ilim ve ahlâk âbidesi bir diyar hâline gelmesi için ilim ve tasavvuf önderlerinin hâmisi olmuştur. Dolayısıyla barış, huzur, ahlak, ilim ve irfan yolu sayılan fetih ruhunun diri tutulması, gerek şehitler emaneti olan bu cennet vatanımızın gerekse Evlâd-ı Fâtihân olan milletimizin bekası için aslî görevimizdir.

Dipnot 12345-

67-

8910-

11-

121314-

Selçuk Eraydın, “Manevî Fetih”, Fetih, Fatih ve İstanbul Sempozyum Bildirileri, Seha Neşriyat, İstanbul 1992, s 41-42. Bekir Karlığa, “Büyük Fetih”, Bugün, 29.05.2006. Yurd, Ali İhsan, Kaçalın, Mustafa, Akşemseddin Hayatı ve Eserleri, Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Vakfı Yayınları, İstanbul 1994, s. LIII. Uzunçarşılı, İsmail Hakkı, Osmanlı Devletinin Saray Teşkilatı, Ankara 1984, s. 189. Hoca Sâdeddin Efendi, Tâcü’t-Tevârih, İstanbul 1280, c. II, s. 180; Gündüz, İrfan, Osmanlılarda Devlet - Tekke Münasebetleri, İstanbul 1983, s. 36. Mehmet Paksu, “İstanbul’un Fethi ve Elden Çıkması”, Bugün Gazetesi, 28.05.2006. İlim, edebiyat ve sanata karşı yakın alakası ile tanınan Sultan Fatih’in ilim erbabına huzurunda münazaralar yaptırdığını biliyoruz. Bu hususta altı gün süren ve tevhide dair olan en uzun münakaşa Hocazade Muslihıddin Mustafa ile Molla Mehmed Zeyrek arasında cereyan etmişti Taşköprizade, İsamüddin Ahmed, eş-Şekaiku’n-Numaniyye fi ‘Ulemai’d-Devleti’l-Osmaniyye, Dersaadet, İstanbul, trz., s.194. Hoca Sâdeddin, Tâcü’t-Tevârih, c.II, s.260. Hoca Sâdeddin, Tâcü’t-Tevârih, c.II, s.260; Gündüz, Devlet - Tekke Münasebetleri, s.43. Taşköprizade, İsamüddin Ahmed, eş-Şekaiku’nNumaniyye fi ‘Ulemai’d-Devleti’l-Osmaniyye, Dersaadet, İstanbul, trz., s. 157-158; Câmî, Abdurrahman, Nefahâtü’l-Üns –Evliyâ Menkıbeleri-, ter. ve şer. Lâmiî Çelebi, haz. .Süleyman Uludağ - Mustafa Kara, Marifet yay., İstanbul 1998, s. 566-567; Hoca Sâdeddin, Tâcü’t-Tevârih, c. II, s. 262-263. Hâce Ataullah Kirmânî’nin başkanlık ettiği davet heyetinde; Câmî’ye, İstanbul’a gelmesi halinde 100.000 eşrefî altın va’dedilmiş, hediye olarak da, 5.000 eşrefî altın gönderilmişti. Ritter, H., “Ayasofya Kütüphanesi’nde Tefsir İlmine Ait Arapça Yazmalar”, Türkiyat Mecmuası, VII-VIII, 1945, s. 65-66. İnalcık, Halil, “Mehmed II”, İslam Ansiklopedisi, c. VII, s.507. Taşköprizade, eş-Şekaiku’n-Numaniyye, s. 38; Gündüz, Devlet-Tekke Münasebetleri, s. 31-32.

23

Related Documents