Ahmet Bozkurt Kitap-lık, sayı: 101, Ocak 2007.
YAZI’N’IN YIRTILIVERDİĞİ YER “Biz hepimiz zamanın duvarcılarıyız, gölgeleri kovar ve yağmuru göbeğimizde toplarız; herkes kendi evini saatlerle inşa eder, herkes kovanını zamanla kurar ve balını zamanla toplar, ateşi canlandırmak için zamanı sidik torbalarında getiririz”. Milorad Pavic Çok uzak bir geçmişten yankısını duyduğumuz masalsı bir rüyanın izini süren bir yazar Bilge Karasu. Saf bir an’ın içerisindeki sözce‟nin (énonce) soluğunu süreğen bir arkaik geçmiş imgesine havale eder hep. Uslanmaz bir metin yontucusu, bir dil işçisi olması tüm anlatılarının çok katmanlı ve sıkı örülmüş bir dokusunun olması hep bu kırılma an‟ına, zamanın ve yazı‟n‟ın utkusunda eriyen bilince kattığı aralığın örtüsüdür bir anlamda. Örttüğü, gizlediği imgeye gerçekte bahşedilmez bir hayat sunar Karasu. Kışkırtır okurunu, onlara sunduğu dünya bu kışkırtıcılığın içerisinde hiçbir zaman göçüp gitmeyecek olan yazınsal bir simgeler ormanına sahip olmasında yatar. Dilin kipliği içerisinde imgelerle katlı ve içiçe geçmiş bir hayatiyet/aidiyet yükler. Unutulmuş bir an‟ın bellekte açtığı derin yaralarla ilgilenir çoğu zaman. Tüm eşikleri ve durakları aşan bir yazardır Bilge Karasu. O halde sormamız gerekiyor: öykü hayatın duraklarında konaklayan insan için bir geçit (póroi) olabilir mi? Hayata ilişkin tüm çelişkileri ve insani gerçekliğe içkin olan durumları tersinleyerek bir 1
forma sokan bir tür müdür yoksa? İlişkide olduğu gizliliği açık eden bir yapısı vardır. Zira bir labirent metin gibi ilerler öykü. O labirentin içerisindeki gizi, o gizin içinde gezinerek yeni bir sırlı bahçeye adım atar öykücü de. Çünkü cevabını alamadığı soruları sormak gibi bir yazgıya sahiptir öykücü. Paul Ricœur‟ün Temps et récit adlı yapıtında dillendirdiği “zamansal geçişleri daha iyi ifadelendiren zaman zarfları” olsa olsa unutuş an‟ına denk gelen arkaik bir geçmiş imgesinin öykücü tarafından kayda geçiriliyor olmasıdır. Bu edim en çok da Gılles Deleuze‟ün tek dilde dahi iki dilli olmamız gerektiğine dair yaptığı vurguyu önceler. “Kendi dilimizde bile ergin olmayan bir dilimiz olmalı, kendi dilimizden azınlık bir dil yaratmalıyız” diyen Deleuze‟ün kendi anadilinde bir yabancıymış gibi konuşan yazara yüklediği özgül bir başlangıç noktasına götürür bizi. Bilge Karasu da kendi anadilinden bir azınlık dili oluşturan, kendi anadilinde bir yabancıymış gibi konuşan, aynı zamanda kendi anadilinde tüm zamansal ve uzamsal kapanımları metnin içerisinde yerlemlendiren ender yazarlardan birisidir. Dili, imgeyi ve yaşamı yazı aracılığıyla dalgalandıran bir geçmiş zaman bilgesidir o. Uzun Sürmüş Bir Günün Akşamı‟nın avlusunda dünyaya, insana, içine bakar. Troya’da Ölüm‟ün olduğunu, Göçmüş Kediler Bahçesi‟nde ise her zaman bir Kısmet Büfesi‟ne uğrayacak, Kılavuz‟luk edecek, Altı Ay Bir Güz izini süreceği Ne Kitapsız Ne Kedisiz bir Gece‟si vardır çünkü Karasu‟nun. İstediği tek şeyin denizi yazmak olduğunu bilen bir yazarın, her şeyin bir aradalığına yenik düşeceğini bile bile böylesi bir yazgıya kendi varlığını sunması az şey midir? Kendi yazgısını kovalayan bu yazar en nihayetinde istediği o Öteki Metinler‟i nasıl olsa yazı‟nın büyüsünde kotarmasını da çok iyi bilecektir. Yazı‟n‟ın Gece‟sindeki Bilge Karasu “Kimi yazarın dilinden söyleyişin en incesini sözcüklerin birer ok gibi art arda fırlatılması sağlar; kiminkinde ise bir karasu gibi akış. Benim dilim çiçek dermek üzere eğilip kalkan bir gövdenin yumuşaklığına, dalgalanışına ulaşmalı” der. Böylece düşsel olanın sınırlarında dilin akışkanlığını “gecenin açtığı yaralar biraz daha acısın” diye yine gecenin karanlığında yaşayan, var edilen tek gerçeklik kipi hâline getirir yazar. Nesnelerin sonsuz ve akışkan imlerini de dilin görünmeyen, duyumsal akışkanlığında karşımıza çıkartır. Çünkü dili özgürleştirmek ve özgülleştirmek gibi kendiliğinden bir yazgıya bağlı kılar tüm metinlerini Karasu. Çapraşık, çetin ve girift, 2
enikonu içine nüfuz edildiğinde hep farklı sapaklara çıkma, yolunu kaybetme tehlikesiyle her zaman karşı karşıyadır okur. Labirent bir metindir onun tüm ürünleri. Gizine erdikçe okuyucusunu kendi esaretine alan bir duyumsama eşiğinin olması hiç de yadırganacak bir durum olmasa gerektir. Metni ve yazı‟yı tüm kurgul, phántasmatik ve hakikatin yüceliği ve mevcudiyeti içerisinde bir ayraca yerleştiren bir epokhe‟ye hiçbir zaman bel bağlamayarak onu palimpsest bir uzamda sürekli dokuyan ve kuran yapısıyla Bilge Karasu bildik öykü anlayışımızı da dönüştüren ve sarsan yönsemeleriyle hep yazı‟nın gece‟sinde dilin oynaklığını ve simgesel örgüsünü de bir çorap söküğü gibi önüne serer okurunun. Sorduğu bilmeceler, gizine vakıf olunamayan tüm hâller hep insana ve onun varlığına içkin olan bir şimdi de kendi mevcudiyetini onaylatan bir dünya tasavvuruna ilişkindir. Karasu‟nun yabancılaştırdığı tüm imgeler ve nesnelerin araçsal niteliği o kadar belirgindir ki tersyüz edilmiş bir dünyaya zamanın geri dönüşsüzlüğü içerisinde bir hiçliğe
dokunur
hep.
Bilincin
akışkanlığında
ilerleyen
bu
imgesel
öykü
durmamacasına göstergelerin dünyasında varlığını bulur. Tıpkı öykülerinde olduğu gibi bir yerlere gitmek için hep binmesi gereken otobüsü çoğu zaman kaçırır Karasu. O‟nun durakları dünyanın eşiğinde konaklayan bir dildir: “Duvarlar örülür hep, hastalarla sağlamlar, suçlularla suçsuzlar, azınlıktakilerle çoğunluktakiler arasında. Duvarları hep „onlar‟ örmektedir; öyle der, çıkarız işin içinden. Duvarı hangi yandakilerin ördüğü, her zaman geçerliğini koruyan bir soru; niçin ördüğü de… Ama bu duvarları da kullanarak çizdiğimiz kimi çerçevenin sürekliliğinin güvencesi nedir ki?”. Yazı‟nın aktığı duraklar kadar sözünü, sesini ve korkusunu ayrıştırdığı an da zamansal bir topós içerisinde kendi yatağına akar: “Korku, örtmeğe en yatkın olduğumuz kirimiz, gizlemeğe en çok uğraştığımız korkumuzdur. Masallar, alışılagelmiş bir düzen içinde akıp giden yaşamın bir yerinde, bu düzen, bu alışılmışlık dokusunun yırtılıvermesinden ortaya çıkmıştır hep”. Uzun Sürmüş Bir Günün Akşamı‟nda bir Ada‟da soluk alan ikona-kırıcı Andronikos gibi hep kendi yabanlığında kendi diaspora‟sını yaşayan bir bilge‟dir Karasu. Kuran ve kurduğunu yıkan biri olarak yabancılaşmış dünyayla derdi olan ender yazarlardan biridir o. Nesne-durum betimlemeleri de dahil inşa ettiği gölgemetin hiçbir zaman kadraja alınmamış bir özne‟nin sürerliğinde hayatiyet bulan bir 3
bilge-yazı deneyimine doğru yol alır. Bengi‟liğin bölünmez ve bütüne giden yol ayrımlarında hep yazı‟n‟ın soluk aralarında dinelen, dinginleşen, oradan dünyaya bakan bir yazardır Karasu. O yüzden tüm imlemleri (signification) ve anlamları (sensation) “kendi damarlarını emerek beslenen korku”nun satır aralarında soluyan ve zamanın uçuculuğuna havale ederek yazı‟n‟ın yırtılıverdiği o aralıklarda kendi zamanını yakalayan bir bengi-metin‟e doğru yol alır her daim. Dilin saf ve edilgin bir konuma yükseltildiği bu metinsel yolculukta, Karasu‟nun en belirgin özelliği, duyumsadığı tüm geçitlerden geçen tüm ara alanlar açık yaraları kapatan bir aura‟ya sahip olmasıdır. Bilge Karasu metni, suskunluğun yazı‟yla eşitlendiği bir göstergeler dünyasında ilerler. İnsan ruhunun haritasını çıkarır yazar. Adlandırmaz ve sınıflandırmaz yazdıklarını, hep birer metin olarak görür onları. Kısmet Büfesi handiyse anlam ve imlem sınırlarını en uç noktalarına götürerek ilerleyen deneysel, görsel ve çok katmanlı bir metine doğru ilerleyen ucu açık yönsemelerin ve sözceleme‟nin kitabıdır aslında. Metnine çattığı tüm çatılar bir kesiği kapatmaktan daha ziyade onu daha da kanırtan ve sözce‟nin o sonsuz dönemecinde özneyi merkezine alan bir hazzın döngüselliğini yine yazı‟nın phantasía‟sında bir düş-yazı‟ya çevirmesinden başka bir şey değildir. Çok mu yanlış düşünüyorum yoksa? Yazı‟n‟ın yırtılıverdiği yerde gerçekte bir düş bilgisi olarak yazı “ölümü geciktirmeğe çalışanların yeri”, bir düş yetiştiricisi olarak da yazarın temel yazgısı olmasın sakın?
4