Gezgingezer Sinema Notları - Sanarist.blogspot.com

  • Uploaded by: simurg-istanbul
  • 0
  • 0
  • December 2019
  • PDF

This document was uploaded by user and they confirmed that they have the permission to share it. If you are author or own the copyright of this book, please report to us by using this DMCA report form. Report DMCA


Overview

Download & View Gezgingezer Sinema Notları - Sanarist.blogspot.com as PDF for free.

More details

  • Words: 177,057
  • Pages: 334
SANARİST v. 1.0

Gezgin Gezer

2004 - 2007

1

Yazarın Notu

Bu kitaptaki yazılar Ağustos 2004 - Temmuz 2007 tarihleri arasında, http://sanarist.blogspot.com adresinde, gezgin gezer tarafından yayınlanmıştır. Yazıların bazıları orijinal, bazıları alıntı, bazıları da ikisinin karışımıdır. Bu kitap ücretsiz dağıtılmak üzere hazırlanmıştır, internet üzerinden ya da başka yöntemlerle paylaşılmasında hiçbir sakınca yoktur. Kitabın tamamını ya da bir bölümünü satmak, kaynak göstermeden kullanmak, ya da üzerinde değişiklik yapmak kesinlikle yasaktır. Bu kitapta yazılanlar sadece tavsiye niteliğindedir. Yazar, yazılanların uygulanmasından kaynaklanabilecek sorunlardan mesul tutulamaz, ama elde edilecek başarılarda kendini küçük de olsa bir pay sahibi addedecektir :). Kitaptaki yazılar, en yeniden en eskiye doğru sıralandığı için, yazıları ilk kez okuyanların sondan başa doğru ilerlemesi tavsiye olunur. Kitabın en sonunda yer alan “İçindekiler” bölümüne bakarak, istediğiniz yazıyı kolayca bulabilirsiniz.

g.g.

[email protected]

2

3

SANARİST Artık Hiçbir Senaryo Yorumsuz Kalmayacak Perşembe, Ağustos 23, 2007 Sanatçılık: Zor Zenaat Her türlü gerçek sanatsal yaratış, insanın ruhundan kopup gelen itkilerle (impuls) gerçekleşir. Ruhtan gelen bu itkiler, sanatçının kendine özgü yorumlayıcı programları (i.e. yetenekleri) tarafından yorumlanarak eser halini alır, kitap olur, müzik olur, resim olur, heykel olur. Ruhtan gelen bu itkileri duyabilmek, onları canlandırıp coşturabilmek, yöntemini, sanatçıların kendi başlarına öğrenmek zorunda olduğu birşeydir. Bir sanatçı için geçerli olan bir yöntem, diğeri için geçerli olmayabilir. Bu yüzden sanatçılık, insanın, kendi ruhuyla temasa geçmeyi ve temasta kalmayı öğrenmesini de gerektirir. Bunun bedene ve ruha zarar verilmeden yapılması en iyisidir. Aksi takdirde bir süre sonra sanatı icra edecek bir beden, ya da ona kaynaklık edecek bir ruh kalmayabilir. Yıpranmış bir bedenden ve tükenmiş ve/veya sağlığı bozulmuş bir ruhtan ancak kalitesiz ürünler çıkar. posted by gezgin @ 5:55 AM

0 comments

Perşembe, Temmuz 05, 2007 Bu sizin umrunuzda bile değil! “Yeşil Test” başlıklı yazımda, bir insanın gerçek düşünsel derinliğini ölçmenin en kestirme yolunun, o kişinin görüşlerinde ve davranışlarında “çevre” (“environment”) ile ilgili unsurların ne kadar var olduğuna bakmak olduğunu söylemiştim. Bu aralar gündemimizi çokça meşgul eden siyasilere bir bakın. Çevreden ne kadar bahsediyorlar. Programlarında çevrenin payı ne. (Aslında bunların programı baştan sona çevre olsa ne yazar. Uygulamıyorlar zaten) Haziranın son haftasında, gelmiş geçmiş en sıcak günlerden birini yaşadık. Ve yazın ilerleyen günlerinde böyle günler yaşayacak gibiyiz. Klima satışlarında patlama olmuş, fiyatlar da yüzde 40 artmış. (Yani, bir şekilde KIYAMET GÜNÜ’nün tarihi ve içeriği belli olsa, bundan bile para kazanmanın bir yolu bulunacağından eminim!) *** Bu konudaki yazıma gelen en iyi eleştirilerden biri, “İyi de, sıradan önerilerin dışında ne söylüyorsunuz?” diyor özetle. Haklı. Hemen anlatayım: (Aşağıdaki bölümü ekonomik-siyasi kıstaslara göre değil de, bir bilim kurgu romanının geriplan araştırması gibi okuyun, durup dururken sinirlerinizi oynatmayın!) * Bütün dünyadaki ekonomik düzenin, temel kıstaslarını derhal değiştirmesi gerekiyor. İhtiyaç dışı üretim ve tüketimin derhal durdurulması gerekiyor. Zira ekolojik sistemin bozulmasının temel nedeni, gereksiz üretim ve gereksiz tüketimin yarattığı kirlilik. * Bütün ülkelerde "doğal" olarak kabul edilen mülkiyet anlayışı temelden değişmeli. Kapitalist sistemlerdeki sınırsız mülkiyet hakkı ortadan kaldırılmalı, ama komünist sistemlerdeki gibi, insanların çalışma motivasyonunu sıfırlayan bir kollektivizme de gidilmemeli. İnsanların, ihtiyaç duymadıkları şeyler edinmeleri çok zorlaştırılmalı. Zira üstün yetenekli ya da ortalamadan daha çok çalışan insanları cezalandırmaya gerek yok. Ama onların da durmalarını sağlayacak bir tavan olmalı. *Nüfusun bu hızda büyümesi kesinlikle durdurulmalı - bu kesin. İnsanlar çocuk sahibi olmadan önce kesinlikle çok sıkı bir sağlık kontrolünden (bedensel ve zihinsel) geçirilmeli. Ve her anne-baba adayı, çocuk sahibi olmadan önce İKİ YIL boyunca ZORUNLU ANNE-BABALIK OKULU’na gitmeli ve okuldan mezun olamayanlar, çocuk sahibi olamamalı. Bu kadar bencil psikopat bize yüz yıl yeter! * İşler yoluna girene kadar, yani nüfus doğal yollarla (i.e. kimseyi öldürmeden!) makul bir seviyeye çekilene kadar, belki 100 yıl kadar, temel ihtiyaç maddeleri karne (ya da benzeri bir sistemle) ile dağıtılmalı. Ama bu temel ihtiyaç maddeleri arasında bilgisayarlar, kitaplar, müzik kayıtları, vb. de olmalı. Mevcut üretim teknikleri herkese bunları sağlayacak kadar gelişmiş durumda. 4

* Ama bütün bunlara rağmen, ekonomiden elde edilen artı değerin bir bölümü pragmatik bilimsel çalışmalara aktarılmaya devam edilmeli. Teknolojiden tamamen vazgeçilmemeli, yani örn. evinizde bir bilgisayar ve bir internet olabilmeli, ama herkes her iki yılda bir bilgisayar, her 6 ayda bir cep telefonu değiştirememeli. * En büyük şehirlerin nüfusu 1 milyon ile sınırlandırılmalı. Ortalama şehir büyüklüğü ise 100 bin - 500 bin arasında olmalı. (Büyük şehirlerde yaşamaktan “Uyaran Bağımlılığı” çeken arkadaşlara - bkz. Eski bir yazı - biraz zor gelecek ama, ne yapalım.) * Eğitim, insan beyninin neredeyse sınırsız kapasitesini geliştirmeye odaklanmalı. Müfredatın en az yarısı uygulamalı ve işe yarar konulara odaklanmalı: psikoloji, gündelik ekonomi, temel teknoloji, ilk yardım, doğru beslenme, dans, kadın erkek ilişkileri, vb. * Politika kurumu tamamen ortadan kaldırılmalı (en azından düze çıkana kadar). Devlet yöneticiliği, sadece çok zeki ve çok yetenekli olanların yapabileceği bir kuruma dönüştürülmeli. Kulağı olmayan insanların konservatuara girememesi gibi, aptallar ve yeteneksizler (idari yetenek, empati duygusu, iletişim becerileri, plan yapma ve proje uygulama, vizyon geliştirme, vb.) de devlet yönetimine girememeli. * 20. yüzyılın kanseri olan şirketlerden elde edilen yöneticilik deneyimi (kriz yönetimi, motivasyon sağlama, iş bölümü, vb.) devlet ve diğer kurumlara aktarılmalı. Tabii içine bolca insaniyet katılarak. (Greenpeace'in kurucusu olan ve gezegenin kurtulması için 5 milyar kişi ölmeli diyen adamdan daha insaflıyım değil mi?) Bütün bunların, tek bir ülkede ya da bir grup ülkede (örn Soğuk Savaş döneminde Doğu Bloku’ndaki gibi) olması değil, bütün dünyada aynı anda uygulanması gerekiyor. Aksi takdirde, 20. yüzyılın büyük bir bölümünde olduğu gibi, çok gereksiz bir kamplaşmaya neden olunur. Ama küresel ısınma hepimizi, toptan yok eder. “Peki”, diyeceksiniz “bunu kim sağlayacak?” Bence insanlar bunların gerekli olduğunu kendi kendilerine anlayacaklar. Doğa koşulları o kadar bozulacak ki, politikacıların gündeminin birinci, ikinci, ve üçüncü maddesini bu konular oluşturacak. Ama mesele, insanlar (çoğunluk) bunu anladığında, “geri dönüşü olmayan nokta”yı geçmiş olur muyuz, olmaz mıyız? *** Ha, "zenginler" mi? Onlar her zaman hayatta kalmanın bir yolunu bulurlar. Siz kendinizi ve daha da çok çocuklarınızı düşünün. *** Böyle bir sistemin bütün dünyaya kabul ettirilmesini anlatan bir bilimkurgu kitabı var. Arthur C. Clarke’ın “Childhood’s End”i (Türkçe'ye "Son Nesil" diye çevrilmiş). 50’lerde yazılmış. Ursula ablanın “Mülksüzler”i de bir yan okuma olarak düşünülebilir. posted by gezgin @ 4:33 AM

3 comments

Salı, Temmuz 03, 2007 2007 YAZ NOTLARI - 1 * "Beynelmilel" fena bir film değil, finali hariç. Final kötü ve filmin geri kalanıyla tamamen (TA-MA-MEN) alakasız. Yani, hangi aşçı yaptığı kazandibi tatlısının en dibine bir parça kızarmış, kanlı bir et koyar ki? "Beynelmilel" böyle birşey yapmış. Ama amaç bir biçimde sisteme/12 Eylüle/askerlere giydirmek olunca, seyircinin seyir zevki ve eserin içsel bütünlüğü gibi kaygılar kolaylıkla bir kenara atılıyor demek ki. Demek ki BKM filmleri artık hep böyle bitecek. Yani! * Casino Royal. Güzel film. Ders gibi film. Senaryodan müziğe, oyunculuktan kurguya kadar. Klişelerin nasıl taze bir biçimde yeniden kullanılabileceğini gösteriyor. Anında klasik olan bir film. * "Dark City". Tek kelime ile "pretentious" - özenti, sahicilikten uzak, tatmin edici değil. Kahramanı aşırı 5

pasif. Uzaylılar komik. Dr. Bilmem kim (K. Sutherland) vasat ve komik, hele o suni konuşma biçimiyle... Hafızayı değiştirmek için koca koca iğneler, filan. (Matrix'teki dev gibi jaklar bile komikti, ama bu daha komik). Alex Proyas (ki "Ben Robot"tan dolayı kendisine ayrı bir muhabbetim vardır, ama "The Crow"dan dolayı değil), bir sene sonra Matrix'i seyrettiği zaman şöyle demiştir herhalde: "Ama... ama... ama... Ühüüüü!" * "Entourage" hoş ama boş bir dizi. Dizi boş olmayı kendine hedef koymuş ve bunu başarıyor. Truby'nin "Karakter Ağı" dediği şeyin çok güzel bir uygulaması. (Sürpriz: 3. sezon, 2. bölüm 6. dakika 28. saniyede başlayan şarkıyı dikkatli dinleyin. Burak Kut'un "Komple"sinin aynısı değil mi? Vay canına, adamlar bizden çalmışlar!) * "Lost" Birinci sezon gayet iyi. Hikaye tamamen "E, peki şimdi ne olacak?" sorusu üzerine ilerliyor. Lakin tatmin edici değil. Bir türlü, başka dizileri seyrederken hissettiğiniz tamamlanmışlık hissini yaşamıyorsunuz. Hep muallaktasınız. Dizinin başarısının buna bağlı olması kötü. Birinci sezonda güncel olaylara paralel olarak insanların geçmişleri hakkında verilmesi güzeldi. Ama 2. sezonda işin tadı kaçtı. Ben ikinci sezon ilk 5 bölümde seyretmeyi bıraktım. Daha fazla Mualla'ya tahammülüm yok... * "Six Feet Under", sonradan açılanlardan. İlk sezonlardaki karanlık, sonraki sezonlarda açılınca benim için izlenebilir oldu. Ama Nate'in ölümü kötüydü - duygusal olarak. Eh "American Beauty" yazarından da böyle birşey beklenir zaten. Önce birilerini sevdirip sonra onu öldürürler. Ama bittiğine sevindim. * "ROME", müthiş. Tek kelimeyle. İkinci sezonunu heyecanla bekliyoruz. (Osmanlı ile ilgili bir dizi ya da film çekilirse, bu kalitede çekilmeli ya da hiç çekilmemeli. Neticede Roma İmparatorluğu ile aynı ligde bir imparatorluktu bizimkisi.) posted by gezgin @ 2:54 PM

2 comments

Perşembe, Haziran 07, 2007 GELECEĞİN SİNEMASI James Cameron yine yapacağını yaptı. Geleceğin sinemasını yarattı. İleride filmler nasıl mı izlenecek? Dijital projeksiyon makinalarıyla ve 3 boyutlu olarak. Bunun nasıl olduğunu görmek için şu linke bakınız (İngilizce ama sadece görüntüler bile çok şey anlatıyor, sonuna kadar sabredin derim): http://video.google.com/videoplay?docid=-241532803911842846 posted by gezgin @ 4:08 PM

1 comments

Çarşamba, Mayıs 30, 2007 AHESTE VİTES! SANARİST yazıları 300'ü aşmış. Hepsinin arşivlik olduğunu düşünmüyorum. Ama yaklaşık yarısında, senaryo yazımıyla ilgili bazı faydalı bilgiler var. Ve şimdiye kadar bu ülkede kullanılmamış bir yaklaşımla yazılmış yazılar. Zira şimdiye kadar senaryo dendiğinde herkes ya Aristo'dan söze başlıyordu, ya da M.T. Öngören'den. O açıdan, SANARİST yazıları bir ilk teşkil ediyorlar. Size Michael Hauge'u, John Truby'yi, ve Robert McKee'yi tanıttılar en azından. Daha çok ve daha kaliteli yazabilmeyi isterdim. Ama herşeyde olduğu gibi bu da bir motivasyon meselesi. Tıpkı senaryolarda olduğu gibi "Kahramanın bir şeyi yapmak için yeterince motive olması" gerekiyor. Motivasyon olmadan yapılan işler, McKee'nin deyimiyle, melodrama yol açar. Ben ise daha çok trajik ve komedik bir tipim, melodramla çok işim olmaz. Bu nedenle ya bir şeylere çok sinirlendiğimde (belirli bir konudaki aşırı bilgisizliğe), ya da birşeyi çok eğlenceli bulduğumda (belirli bir konudaki bilginin öğrenilmesinin çok eğlenceli olacağına inandığımda) yazı yazıyorum. Bu nedenle bazen uzun süreler yazı yazamıyorum. Dikkat edin, yazmıyorum değil, yazamıyorum. Zira içimde bir öfke ya da arzu yok. Bir çok konuda denmesi gerekenleri söylemişim gibi geliyor. Aynı konuları tekrar tekrar yazmaya gerek yok. (Örneğin geçen gece "İki Süper Film Birden"i tekrar seyrettim. Film baştan sona hata. Ama ben bu hatalarla ilgili bir sürü yazı yazmıştım, onun için tekrar yazmaya gerek yok. Ya da "Örümcek Adam 3". Bilenler bilir, "Örümcek Adam 3 daha mı kötü olacak?" diye bir yazım vardır, iki sene önce yazılmış. O zaman bir öngörüde bulunmuştum, ama filmin bu kadar kötü olacağını ben bile tahmin etmiyordum.)

6

Senaryo dışındaki yazılarımın ise yeterince anlaşılmadığı kanaatindeyim. En azından büyük bir kesim tarafından. Zira çıkış noktalarımız, referans sistemlerimiz farklı. Ben hayata temelde BİYOLOJİ PSİKOLOJİ - SOSYOLOJİ açısından bakıyorum. Yani temelde bilimsel bir yaklaşımım var. Geçerliliği, doğruluğu kanıtlanamayan şeyler beni pek ilgilendirmiyor. Ama bir çok insan, Türk milletinin çok sevdiği ve kahvehane muhabbetinden biraz daha hallice bir şey olan SİYASET açısından bakıyor olaylara. Bu bakış açısı ise, bilimsel kesinlikten tamamen uzak, sonsuza dek sürebilecek tartışmalara gebedir. Bu ise bana mizaç olarak hiç uymuyor. Bununla kaybedecek zamanım yok benim. Artık o kadar genç değilim. *** Arada sırada dönüp eski yazılarımı okuyorum. Üzerinden yaklaşık 3 sene geçmiş yazılarım var! Yani tamamen unutmuşum yazıyı. Hoşuma gitmiyor dersem yalan olur. Zira bu yazıların çok az bölümü, ilk yazıldıkları gibi yayınlanıyorlar. Bir çok yazı, bir iki hafta dinlendirilip, büyük revizyonlardan sonra karşınıza çıkıyor. Bu nedenle okunmaları o kadar kolay ve eğlenceli. Bu işin de tekniği var yani :) *** Demem o ki, bir süre burada yeni yazı bulamazsanız, eski yazılara takılınız. En az yenileri kadar bilgilendirici ve eğlendiriciler. Hatta daha da iyisi, kendiniz bir blog oluşturun ve izlediğiniz filmler hakkında yazmaya başlayın. Yazmak çok ilginç bir uğraştır. İnsanı, zihnini disipline etmeye sevk ediyor. Eğer "ben yazdım oldu" gibi bir kolaycılığa kaçmazsanız, söylediklerinizi somut şeylerle destekleme zarureti hissediyorsunuz. Bu da yazılarınızın değerini artırıyor. Eğer böyle bir blogunuz olursa, seve seve burada tanıtırım. (Bu ülkede bu kadar sinemacı var, senarist var, sinema-TV hocası var... nerede bu insanların blogları yahu? Sinema blogu denince sadece Tarkovski vb. sever teenager'ların blogları çıkıyor karşımıza. Biraz daha "hafif" birşeyler yazmaya utanıyor mu insanlar? Nedir?) Özetle söylemek gerekirse, bir süre için yazı sıklığında azalma olabilir. Bu arada kendinize iyi bakınız. Bol bol senaryo yazınız. Cesareti elden kaybetmeyiniz. "Adaptation"daki ürkek ama derin kardeş gibi değil, sığ ama cesur kardeş gibi olunuz. Bu dünya, utana sıkıla yaşanmayacak kadar kısa ömürlü zira. posted by gezgin @ 11:53 AM

16 comments

Cuma, Mayıs 25, 2007 YORUM ADABI SANARİST'teki yazılara yorum yazabilirsiniz, ama efendiliğinizi elden bırakmamak kaydıyla. Bir insanın fikirlerine katılmamanız, hatta o insanın fikirlerine taban tabana zıt fikirlere sahip olmanız, size kabalaşma hakkı vermez. Entellektüel olarak farklı mecralarda bulunmamız, bize gayri-insani davranma hakkını tanımaz. Bunun ayırdına varamayacak kadar kaba bir ruh hali içindeyseniz, yorum yazarken gözünüz kararıyor ise, insaniyetinizi kaybediyorsanız, hakaretamiz bir yorum yazmaktan kendinizi alıkoyamıyorsanız, yorum yazmayın. Ya da yazın ve ben de sileyim. Üzerinize alınmalı mısınız? Kesinlikle! posted by gezgin @ 11:25 AM

4 comments

Çarşamba, Mayıs 23, 2007 RÜYA BİLMECESİ ("The Science of Sleep") Dikkat: Eğer henüz bu filmi seyretmediyseniz, bu yazıyı okumamanız tavsiye olunur. *** "Rüya Bilmecesi"nin ait olduğu bir film kategorisi var. Güçlü bir karaktere sahip olmayan, istediğini elde etmek için yeterli iradeyi ve zekayı gösteremeyen, sonunda da genelde mağlup olan (bu sonuncusu şart değil) kahramanların bulunduğu filmler kategorisi. Bunlar hafif (komik) bir tarzda da çekilmiş olabilirler 7

(çeşitli Woody Allen filmleri, örneğin), ağır bir tarzda da (milyonlarca Avrupa filmi). Eylemden çok diyalog içeren bu filmleri daha çok festivallerde seyredersiniz, zira ortalama seyirci bu tür filmleri pek tutmaz. Neden? "Kazananlar"dan çok "kaybedenler"i anlattığı için (bkz. 4 Ocak 2006 tarihli yazım). Büyük insan kitlelerinin çoğunlukla kaybedenlerden oluştuğu göz önünde bulundurulursa (biraz iddialı bir sav oldu ama, durum kanaatimce böyledir), bu kadar az seyirci çekmeleri ilk bakışta şaşırtıcı gelebilir. Ama kaybedenlerin, kendileri gibi insanların sefil hayatlarını seyredip sinema dışında olduğu gibi sinema salonunda da bunalmak yerine, kendilerinde bulunmayan cesaret ve yeteneklere sahip insanları seyrederek, 2 saatliğine de olsa bu sefaletten kurtulmak istemeleri aslında son derece anlaşılır bir durumdur. *** "Rüya Bilmecesi" de kaybeden birini anlatan bir film. Sevimliliği, yaratıcılığı, zekası, onun, kişiliği yeterince gelişmemiş bir kaybeden olduğu gerçeğini gizleyemiyor. Gizlemek ne kelime, film aslında onun bu az gelişmişliği üzerine kurulmuş. Belirli bir süre sevimli gelen bu az gelişmişlik ("arrested development"?), bir süre sonra insana, "Eh, büyü be artık!" dedirtiyor. Ama öyle olmuyor. Az gelişmiş kahramanımız, filme başladığı zamankinden daha da az gelişmiş bir halde filmi bitiriyor. (Ne "karakter değişimi" ama!). Filmin güzel yanları yok değil. Kahramanın rüyalar ile gerçek yaşam arasında bir denge kuramaması son derece hoş. Gördüğü rüyaların perdede yansıtılma şekli de öyle (Stop motion, mavi ekran kullanımı, kartondan maketler, vb.). Hatta anlaşılan yönetmen daha çok bu rüyaların yaratıcılığına odaklanmış gibi. Senaryonun geri kalan bölümündeki zayıflığın nedeni bu olabilir. Yine de filmin en sonunda, bu rüyaların verdiği hoş duygu değil de, kahramanın zayıf karakterinin ve pısırıklığının bizde yarattığı "sinir olma" duygusu ile kalıyoruz (en azından ben öyle kaldım). Ne büyük bir aşk, ne de benzer bir duygu var. Sadece cesaretten yoksun bir kahramanın duygularını açmadan önce oyalanırken kurduğu hayaller. *** Benzer bir duyguyu "Dolls"u seyrederken de hissetmiştim. Orada da yeterince güçlü olmayan bir nedenden (arkadaşın ölümü) dolayı bir araya gelemeyen iki tip anlatıyordu. Filmin bir noktasında, "Bunlara altı aylık Prozac tedavisi, artı psikoterapi uygulayacaksın, bak birşeyleri kalıyor mu!" diye düşündüğümü hatırlıyorum. Ama yönetmen (ve yazar) kahramanlarından bu tedaviyi esirgemiş, onları divaneler gibi dağ bayır gezdirmişti, zira bu ona daha ilginç -sinematik- gelmişti. Bazılarının (gerçek ve büyük bir aşkla karıştırdıkları için sanırım) ayıla bayıla seyrettiği bu film de beni sinir ettiği ile kalmıştı. Ne kadar iyi çekilirse çekilsin, karakterlerin önündeki engeller gerçek ve aşılmaz olmadıkça, ve onlar da bu engelleri aşmak için canlarını dişlerine takarak çabalamadıkça, onların bu engeller önünde acı içinde kıvranmaları bende bir sempati ya da empati uyandırmıyor. *** "Rüya Bilmecesi"ni bir daha seyreder miyim? Rüya sahneleri için belki ama senaryo için, kesinlikle hayır. posted by gezgin @ 10:28 AM

2 comments

Pazartesi, Mayıs 21, 2007 SANATIN KAYNAĞI Peşimizi bırakmayan o tuhaf düşüncedir, en sonunda sanata dönüşen. Aklımızdan atamadığımız o tek imgedir, en sonunda sanata dönüşen. Aklımızdan çıkaramadığımız o tekil/acayip/hususi/istisnai düşünce, sanata dönüşür. *** Orijinali:

8

"It's the singular image that haunts us that becomes art." Julia Cameron *** Bir çok kereler başıma gelmiş bir hadisedir. Bir görüntü, bir imge çakar beynimde, ve bu imgenin bir hikayenin kilit nitelikli bir anı olduğunu bilirim hemen. Artık bana düşen, bunun geri kalan bölümünü bulmaktır. Ne zaman akıl yolu ile bu imgeye eklemeler yapmaya çalışsam, başarısız olurum. İçimi sıkıntı basar. O imge, kendisini doğal/organik olarak tamamlayan diğer bölümlerin de bilinçaltından çekilip çıkartılmasını ister. İşte yaratıcılık budur. Orijinal eserler böyle yaratılır. Bunun dışındaki her yöntem (formüller, vb.), tek başlarına kullanıldıklarında, yapay ya da güçsüz olurlar. Sanat eserleri, güçlerini, bu peşimizi bırakmayan imgelerin (ki onları aysberglerin görünen ucuna benzetebiliriz) görünmeyen, bilinçaltında kalan bölümlerinden alırlar. İşte bu kaynağa ulaşabilmek, oradan yazabilmek, orayı besleyebilmek, gerçek sanatçılığın uğraş alanlarıdır. posted by gezgin @ 1:04 PM

1 comments

Perşembe, Mayıs 17, 2007 Düzeltme, ve Ne Özrü?! Arada sırada yazdığım yazıların sonucunda, benim bir "ulusalcı", hatta ve hatta "milliyetçi" olduğum izlenimi doğuyor olabilir. Ne yazık ki hayatta, kendini şöyle bir kampa atıp, sonra da o köşeden bütün dünyaya atıp tutma lüksüm olmadı. Hiçbir kampa ait ya da bağlı değilim. Olamam da... Bunun birinci nedeni insanların toplu olarak hareket ettiklerinde IQ'larında meydana geldiğini gözlemlediğim "dramatik" (anlayan, kelime oyununu anladı) düşüş. Bu tür ortamları pek sevmem, onlar da beni sevmez. İkinci nedeni, girdiğim kampın savunduğu görüşlerdeki çelişkileri görmezden gelecek kadar vicdansız olamamam. Sevmemek ve sevilmemek için bir sebep daha! Üçüncü neden, mevcut kamplardan hiçbirinin, bu ülkede yaşayan olabildiğince çok sayıda insan için doğru düzgün bir plan ve projeye sahip olduğunu düşünmemem. Buna merkezdeki görüşler kadar radikal görüşler de dahil. *** Benim daha çok eklektik bir bakış açım var. Ve bu eklektizm, bu kampların her biri tarafından çelişik olarak nitelenebilir. Olsun. Ben bu dünyaya yüzde yüz tutarlı bir yaşam sürmek üzere gelmedim. Zaten yaşamın kendisi yüzde yüz tutarlı değil. Hatta bu yaşam, bir senaryo olarak önüme gelse, "Ne kadar çelişik" deyip reddederdim :) Ama bırakın reddetmeyi, bu çelişik kuralları bir santim bile yerinden oynatmak mümkün değil. Ben sadece gerçeği, işe yarayanı, ve bu esnada da olabildiğince ahlaki olanı arıyorum. Yani hem idealistim, hem pragmatist. Hem tutucuyum, hem özgürlükçü. Şimdilik bir şikayetim de yok bu durumdan. posted by gezgin @ 2:27 PM

6 comments

BİRİ BİZİMLE KAFA BULUYOR! Bazen insanın karşısına öyle haberler çıkar ki, "durumu" tam anlamıyla özetlediği için kesip bir yerde saklamak gerekir. Bugün Milliyet'te çıkan bir haber da bu kategoride: "Avrupalı aydınlardan TSK'ya tepki Genelkurmay Başkanlığı'nın internet sitesinden yaptığı açıklamaya Avrupa'dan sert tepki geldi. Aralarında siyasetçi, sivil toplum örgütü temsilcileri ve düşünürlerin olduğu 50'ye yakın isim, açıklamayı protesto 9

etti... "Avrupalı dostlarından Türk halkına" başlıklı açıklamada, "Türkiye'nin ilerlemesini ve Avrupa Birliği ile ilişkilerini zedeleyecek bu girişimi şiddetle reddediyoruz" denildi. Açıklamadaki diğer ifadeler şöyle: "Türk ordusu yaptığı açıklamayı Türkiye'nin laikliğini korumak olarak savunmaktadır. Halbuki laikliğin tehdit altında olduğu abartılmıştır. Çünkü , Türkiye, kadın haklarından eğitime kadar pek çok alanda önemli reformlar gerçekleştirmiş, bu reformlar laik değerlere hukuk çerçevesinde koruma getirmiştir." "Türk Ceza Yasası ve kanunları hiçbir dönemde şu anda olduğu kadar AB standartlarına yakın olmamıştır ve bu değişikliklerin çoğu şu anda görev başında olan hükümet döneminde yapılmıştır. Biz Türk halkının tercihlerinin, Türk siyasetçileri ve Türkiye'nin sivil toplumu tarafından ifade edilmesi gereketiğini düşünüyoruz." Avrupalı aydınların açıklaması AB'ye mesajla noktalanıyor: "Avrupa hükümetlerine Avrupa Birliği'nin verdiği sözlere sadık kalması yönünde çağrıda bulunuyoruz. Türkiye'de Demokratlara verilecek destek AB yönündeki süreci güçlendirecektir." *** İnsan düşünmeden edemiyor: Bu adamlar bu kadar mı kör? Bu kadar mı Türkiye'de olan bitenden ve mevcut hükümetin art niyetlerinden habersiz? Bu kadar tanımadığın bir ülke hakkında nasıl böyle bir açıklamada bulunabilirsiniz? Nasıl "aydın"sınız siz? Neymiş: Demek ki, okumuş cahillere, ya da daha da kötüsü, okumuş kötü niyetlilere sadece bizde rastlanmıyormuş. Yine de kafası karışıklar için "durumu" kısaca netleştirmekte fayda var: 1) Mevcut iktidar kesinlikle demokrat filan değildir. Halkın inançlarını manipule ederek iktidar olmayı akıl edebilmiş / başarabilmiş bir gerikafalı insanlar güruhudur. Demokrasi, onlar için sadece kendi seslerini daha fazla duyurabilmeleri için gerekli bir şeydir. Başkalarının sesini duymaya tahammülleri bile yoktur. 2) Mevcut iktidarın amacı Türkiye'yi ileri değil geri götürmek, ama bu arada ticari kazançlarını da maksimize etmektir.Bu amaçlarını gerçekleştirmek için buldukları "dahiyane" yöntem ise, ülkeyi geri götürme niyetlerini, "ülkeyi ileriye götürür gibi yapmak" şeklinde maskelemektir. 3) Avrupa Birliği'ne girmek, onların bu niyetlerini maskelemek için kullandıkları en etkili silahtır. Avrupa Birliğine katılım için gereken ön şartlar ile, mevcut iktidarın ülkeyi geri götürmesinin önündeki engellerin kaldırılması, kaderin bir cilvesi sayesinde örtüşünce, onlar da "biz geri gitmek istemiyoruz, AB'ye girmek istiyoruz" diyebilme şansını yakalamışlardır. 4) Mevcut iktidar, kendi gerici planlarıyla çatışan her noktada AB kriterlerini terk ve inkar etmekte, "Avrupa"yı yetersiz bulmaktadır. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'nin "türban" ile ilgili kararları bunun en bariz örneğidir. 5) Bu ülkede Askerler de, Bürokrat Elit de bu ülkenin çocuğudur ve bu ülkenin çıkarlarını savunmaktan başka bir şey düşünmemektir. Son tahlilde her iki grup da memur maaşı alan iyi okumuş insanlardan oluşmaktadır. Kendi çıkarını düşünen bir kast, ya da aristokrat bir sınıf değildir. Öz be öz vatan evladıdır. (E. Ardıç'ın ıskaladığı basit bir kaç gerçekten biri). 6) Son olarak da şunu tekrar hatırlamak gerek: Bu ülke, Avrupalı ülkeler gibi yavaş yavaş, doğal bir evrim sonucunda kurulmamıştır. Bir imparatorluğun çökmesinin ardından, ASKERLER tarafından (bunu açıklamaya gerek var mı?), Avrupalılarla ve Gericilerle ve Bölücülerle savaşılarak kurulmuştur. Kuruluşunun üzerinden 80 yıldan fazla bir zaman geçmesine karşın hâlâ aynı düşmanlarla uğraşmaktadır. İşin ilginç ve insanları en çok aldatan tarafı, bu düşmanların, "demokrasi" "özgürlük" vb. adı altında birleşmiş, farklı bir imaj yaratmış ve Türkiye Cumhuriyeti ile hala mücadele ediyor olmalarıdır. posted by gezgin @ 11:18 AM

5 comments

Çarşamba, Mayıs 16, 2007 HÜRRİYET'TEN BİR HABER Hürriyet'in bugünkü sayısında yayınlanan şu haberi atlamayın. ASELSAN'ın olayı ele alış tarzı ve davanın örtbas edilmesi, çok ilginç. 10

Birileri gerçekten bizim fazla bilgilenmemizi istemiyor galiba. posted by gezgin @ 12:21 PM

4 comments

Pazartesi, Mayıs 14, 2007 That's The Way I Wanna Rock n Roll Önümüzdeki 5-10 yılı meşgul edecek olan teknolojik hadise, HD (High Definition - Yüksek Çözünürlüklü) TV ve sinemadır. Örneğin Amerika'da yanlış hatırlamıyorsam 2008'den itibaren bütün yayınlar HD olmak zorunda. Japonya ve Avrupa da bu yönde hızla ilerliyor. Bizde ise benim bildiğim tek girişim Kanal D'den geldi. Bunda, gerçek HD televizyon setlerinin pek satılmaması da rol oynuyor. Zira adam ne yapsın HD televizyonu, evinde HD oynatıcı ya da kamera yokken. Ayrıca gerçek (full) HD televizyonların fiyatı biraz tuzlu. HD oynatıcıların da iki ayrı standardının bulunması (HD-DVD ve Blu-Ray), tüketicileri erken bir hamle yapmaktan alıkoyuyor da olabilir. Ama işin ilginci, teknolojik gelişmeler, bizim bu tedirginliğimizi umursamadan aynen devam ediyor. Sony'nin HC1 ile tüketici (consumer) düzeyine indirdiği HD (aslında HDV), Canon'un el kadar kameralarıyla iyice ulaşılabilir oldu. Yakında, HD (ya da başka bir formatta) çekim yapan cep telefonları çıkarsa şaşmayın. *** Amma, işin asıl heyecan verici noktası bu değil. Bu noktayı anlatabilmek için de azıcık teknik bilgi vermek gerekiyor (Korkmanıza gerek yok, son derece basitleştireceğim): Normal bir TV görüntüsünü oluşturan dikey satır sayısı 576'dır (PAL). Bir DVD görüntüsünü oluşturan dikey satır sayısı 720'dir. Bir HD (Yüksek Çözünürlük) görüntüsünü oluşturan dikey satır sayısı 1920'dir. Normal bir film kamerasının çektiği tek bir karede ise 4000 (4K) satır olduğu varsayılır. Bu nedenle 35mm ya da 16mm çalışmış insanlar, video görüntülerine genelde burun kıvırırlar. *** Ama işte öyle bir kamera piyasaya çıkıyor ki, hem sinema kalitesinde (4K) görüntü sağlayacak, hem dijital olacak, hem de post production'ı çok daha kolay olacak. İşte o kamera RED ONE. Fiyatı da (inanılmaz gelebilir ama) 17.000 dolar civarında (olacak). "The sensor will have a 12 Megapixel CMOS (brand name: Mysterium) that is 24.4mm x 13.7mm, with 4520x2540 active pixels, 4900x2580 full pixels, and a 66dB dynamic range. The Mysterium sensor has the same active area as a Super 35 film frame (masked to a 16:9 aspect ratio), allowing the same shallow depth of field to be produced in conjunction with lenses designed to cover the 35mm format." "The recording formats include 2540p, 4K, 2K, 1080p,1080i, and 720p." "The Redcode RAW codec will allow 4K sensor data to be recorded at 24 frames per second with a data rate of around 27.5 MB/s (220 megabits per second). This data rate is low enough that on-camera recording" (Wikipedia'dan) Şu anda sadece siparişleri alınan bu kamera eminim sinema okullarının, yapım şirketlerinin ve cebi biraz paralı heveslilerin en yakın dostu olacak. Zaman içerisinde mutlaka onun (ve aksesuarlarının) da fiyatı düşecektir. İşte o zaman, gerçek "in-digi" (independent-digital) sinema atağa geçecek ve bizi cebi para dolu kifayetsizlerin elinden kurtaracaktır. *** Şurada, RED ONE ile ilgili bir yetkilinin NAB 2007'deki konuşması var (İngilizce). Şurada da ayrıntılı bir RED ONE değerlendirmesi (İngilizce). posted by gezgin @ 2:19 PM

4 comments

11

DERİN İLETİŞİM Hayattaki en zevkli dördüncü şey, biri ile derinden iletişim kurmaktır. Derinden iletişim ile kastım, size karşı hiçbir önyargısı olmayan ve söylediklerinizi anlama kapasitesine sahip olan biri ile yapılan iletişimdir. Bu tür iletişimler sürekli olmaz, belki bir kaç ayda bir, belirli bir konuda başlayıp sonra çok farklı alanlara yönelen sohbetler şeklinde gerçekleşir. Ama bu sohbet bittiği zaman, kendinizi çok güzel bir yemek yemiş gibi, ya da çok güzel bir konserden çıkmış gibi ruhen doymuş, tatmin olmuş hissedersiniz. Ve aslında gerçekten de ruhunuz doymuştur, zira bir başka insan evladı ile bu kadar derin bir iletişim kurmak, her ruhun en temel ihtiyaçlarından biridir. Böyle bir iletişimin etkisi aylar sürer. Bu ihtiyaç karşılanmadığında, kendinizi koskoca evrende yapayalnız ve amaçsız hissedersiniz. Yalnız olmadığınızı anlamak ve hayatınızın aktığı yönü kestirebilmek için, sizinle aynı frekansta bir başka ruh ile iletişime geçmeniz gerekmektedir. *** Dramatik çatışma türlerinden biri olan "insanlar arası çatışma", işte bu tür derin iletişimlerin kurulamamasından kaynaklanır. Böyle bir iletişimin herkesle kurulamayacağı açıktır, ve bu da gündelik çatışmalara yol açar. Ama bizi etkileyen şey, birbirine son derece yakın olan insanlar arasında da bu derin iletişimin kurulamamasıdır. Hikayenin başından beri özdeşleştiğimiz karakterler arasında yaşanan iletişimsel sorunlar, bizi kahreder. Her iki tarafın da iyi niyetli olduğunu biliriz, ama gururlarından ya da kötü şanslarından dolayı yaşanan iletişimsizlik, onları birbiriyle çatışmaya iter, ya da bir araya gelmelerine engel olur. (Bunun en iyi örneğini, mesajın zamanında Romeo'ya ulaşmamasında görürüz). *** Böyle bir iletişimin önündeki engeller nelerdir? Tarafların birbirleriyle aynı karakter kalitesinde olduğunu ve birbirleri ile önemli sayılabilecek bir ilişki içinde bulunduklarını varsayarsak, şunları söyleyebiliriz: 1) Gurur: Gurur, insanın içindeki şeytandır. "Aslında" önemli olmayan bir sürü şeyi kafaya takıp, bunlar yüzünden üzülüp ya da öfkelenip, abuk subuk eylemlerde bulunmamıza neden olan duygudur. Derin bir iletişimin önündeki en büyük engel de odur aynı zamanda. 2) Geçmişteki İncinmişlikler: Bir kişiyle ne kadar aynı ruhsal karakterde olsanız da, geçmişte o kişiyle yaşadığınız can yakıcı deneyimler, sizi, ruhunuzu o kişiye tamamen açmaktan alıkoyar. Artık dersinizi almışsınızdır. Her ne kadar, bu acı verici deneyimden önce bu kişiyle çok derin bir iletişim halinde olsanız da, artık cennetten kovulmuş, ya da çıkmışsınızdır. 3) Yargılama Eğilimi: Bu eğilimin evrimsel bir şey mi, yoksa öğrenilmiş bir davranış mı olduğunu çıkartamadım. Her ikisi de olabilir. Her birimiz, karşımıza çıkan herşeyi ve herkesi, "iyi, kötü, doğru, çirkin" şeklinde yargılama eğilimindeyizdir. Gündelik hayatımızı olabildiğince kazasız belasız yaşamamızı sağlayan bu eğilim, derin iletişimin en büyük düşmanlarından biridir. Zira bu tür derin bir iletişim anında tarafların en son istediği şey, birisi tarafından yargılanmaktır. İstediği ilk şey ise "anlaşılmak"tır, sadece anlaşılmak. Kendisi hakkında "iyi" ya da "kötü", "doğru" ya da "yanlış" şeklinde hüküm verilmeden, sadece anlaşılmak. Kökeni ister genetik olsun, ister kültürel, bu eğilim engellenmediği sürece, bir başkası ile derin iletişime geçmek mümkün değildir. Buradaki "engelleme"den kastım, karşındakini dinlerken içte yaşanan yargılama sürecinin söz ile dışa vurulmaması değil. O kişiyi gerçekten yargılamamak, olduğu gibi kabul etmek, olabildiğince çok yönüyle ve sevecen bir tavırla anlamaya çalışmak. 4) Kader: Bazen, insanlar arasında derin bir iletişimin kurulması için diğer bütün koşullar yerinde iken, yine de böyle bir iletişim kurulamaz. Zaman uygun olmaz, mekan uygun olmaz, ruh hali uygun olmaz, bir şeyler uygun olmaz işte... Buna karşı ise yapılabilecek bir şey yoktur. *** Bir çok insan, kendisini gururdan arınmış, kin tutmayan, ve yargılama eğilimi olmayan kişiler olarak tanımlar. Ama bahsettiğim derinlikte ilişkiler kuramamalarını ve (gündelik hayatın yüzeysel boyutunda ne yapıyor ya da ne kadar başarılı olurlarsa olsunlar) neden büyük bir yalnızlık hissi içinde boğulduklarını açıklayamazlar. Çok sayıda insan, bu yalnızlık hissini ortadan kaldırmak için kendisini eğlenceye ve zihin dağıtma faaliyetlerine vurur. *** Bir yazar olarak, derinlikli karakterler yaratabilmeniz için, önce kendi ruhunuzun derinliklerine 12

inebilmeli, orada bütün iyi ve kötü yönlerinizle yüzleşebilmeli ve hesaplaşabilmeli, sonra başka insanlarla da yukarıda anlattığım tarzda bir derin iletişim kurabilmelisiniz. Ancak ve ancak bu sayede, insan ruhunu bütün çıplaklığı ile tanıyabilir ve izleyicilerde/okuyucularda, kalıcı bir etki yaratan eserler verebilirsiniz. posted by gezgin @ 11:08 AM

0 comments

Cuma, Mayıs 11, 2007 KISA FİLMCİLERE NEDEN GICIK OLUYORUM! (Güncelleme: Bu yazıda anlatılanların ne kadar doğru olduğunu anlamak için, bu aralar S'NEK'te Digiturk, Kanal 99- NYFA'ya gönderilmek üzere çekilmiş kısa filmleri -en azından bazılarını- izlemenizi tavsiye ederim. Kaç tanesini izleyeceğiniz size kalmış, zira daha sonra "Sizin tavsiyenize uydum ve ömrümün üç güzel saati gitti" derseniz, sorumluluk üstlenmem :) Çok uzun bir süredir iyi bir kısa film seyretmediğim için. İnsanlar bir kaç kısa film çektikten sonra kapağı doğrudan TV'ye ve reklam sektörüne attıkları, kısa filmleri sadece bu doğrultuda bir basamak olarak kullandıkları için. Kısa filmciler, o kadar materyali (kamera, ışık, oyuncu, ses, post) bir araya getirdikten sonra, dişlerini biraz daha sıkıp uzun metraja zahmet etmedikleri için. Karikatürlerdeki espriler gibi, küçük ama ilginç bir fikir bulduktan sonra, bunu hiç geliştirmeyip hemen film yapıp, sonra bunun için de yere göğe konulmamayı bekledikleri için. Bazı gerizekalı kurumlar, sanata katkı adına çeşitli kısa film yarışmaları yoluyla, aslında yeteneksizlik ve üşengeçliği ödüllendirdiği için. (Ben, bu kadar ödüllendirilen kısa film dünyasından, uzun metraj dünyasına gerçekleşen büyük katkı örnekleri göremiyorum. Ya siz?) *** Daha saymama gerek var mı? Benim film çekme konusundaki fikirlerim, biraz katolik rahiplerin evlilik konusundaki fikirlerine benziyor. Ya bu işi "tam" yapmalı, ya da "hiç" yapmamalı. İnsan, ara ya da geçici yollara başvurup, enerjisini boşa harcamamalı bence. Gençlerin bu konuya eğilmemelerinin temelinde yine bilgisizlik yatıyor bence. "Aslında" neler yapabileceklerini bilseler, bir çoğu uzun metraj çekerdi. Bir "Clerks" bir "El Mariachi" bu gençlere örnek olmalı, cesaret vermeli. Ki bu filmler çekildiğinde ne internet gibi dev bir bilgi kaynağı var, ne şimdiki kadar kaliteli ve ucuz video kameralar var, ne de neredeyse ev bilgisayarında kurgu yapmayı sağlayan programlar var. Ama, görüldüğü üzere: "Reklam dünyasına giden gelmiyor, Acep nedendir..." *** YORUMLARA YORUM… Benim gibi bir insanın derdinin anlatamamış olması, tek başına bir depresyon nedenidir, zira ben kendini iyi ifade ettiğini düşünen biriyim. Bu nedenle kendi yazılarıma bir de açıklama yapmak ayrı bir dert. Yine de yapayım: Türkiye’nin gerçeklerini değerlendirirken, bize referans (karşılaştırma) noktası teşkil etmeyecek ülkeleri anmamaya çalışın. Yüzyıldır büyüyen bir Hollywood ile Türk sinemasını karşılaştırmayın. Özellikle de bir dönem ayakta kalabilmek için en büyük oyuncularının ve yönetmenlerinin bile erotik filmler çekmek zorunda kalan bir ülke olduğunu unutmayın buranın. Şu aralar Türk sinemasında yaşandığı iddia edilen “patlama” ise bir kalite patlaması olmayıp sayısal bir patlamadır sadece. Çeşitli nedenlerle yabancı filmlere tepki duymaya başlayan seyircinin gösterdiği eğilime, Türk sinemacılarının verdiği kalitesiz bir cevaplar topluluğundan ibarettir. Her yıl çekilen 30-40 13

filmde sadece bir ya da ikisinin “iyi” (mükemmel ya da çok iyi demiyorum, bakın) olması (ya da onun bile olmaması), buna dalalet eder. İşte bu ahval ve şerait içerisindeyken, kısa filmcilerin bol ve anlamsız/yetersiz ürünlerinin ödüllendirilmesine duyduğum bir tepkiyi ifade ettim bu yazıda. Şu aşamada, bize kısa film yapıp sonra hepsi reklama ya da TV’ye kayacak yönetmenlere ihtiyacımız yok. Adam gibi uzun metrajlı film yapıp kendi çağını yakalayacak, onunla halleşecek, ona hesap soracak yönetmenlere ihtiyacımız var (Bu bağlamda Ç. Irmak ne kadar geri kafalı kalıyor, farkında mısınız?). “Kısa film uzun metraja giden yolda bir basamak…” demişsiniz. Ben ise bunun kuramsal olarak doğru, ama günümüz Türkiye’sinin gerçeğinde kesinlikle yanlış olduğunu söylüyorum. Yani kısada uzuna geçen insan sayısı o kadar az ki… Yazının başında da belirttiğim gibi kısa filmler sadece reklam sektörüne geçiş aracı olarak, bir CV DOLGUSU niyetine kullanılıyor., Bunun ne kadar doğru olduğunu görmek için, Canon XL1’in çıktığı 1997 yılından günümüze geçen 10 senede (daha öncesinin mazereti var diyelim) Türkiye’deki sinema okullarından ve sinema eğitimi veren kurumlardan mezun olanlardan kaçının uzun metrajlı filme yöneldiğini bir araştırın derim ben. Binlerle ifade edilen bu sayının ne kadarı sinemada şimdi? Lütfen döne döne Ç. Irmak ve Mustafa Altıoklar örneğini de vermeyin. Bence bunun altında yanlış ödüllendirme yer alıyor. Sinemacı olmak aşkıyla bu okullara giden insanların önce kısa filmle yetinmeye, sonra da reklam ve TV sektörüne girmeye cezp edilmeleriyle, bu genç insanların içindeki yetenek, yanlış yönlendiriliyor. Bunun en iyi örneği belki de Ezel Akay. Reklam sektörüne girdikten sonra sinema yapmayı hep ertelediğini, çeşitli röportajlarında hep dile getirir. *** İkinci yorumun cevabına gelince: “Kısa filmle uzun metraj arasındaki mesafe o kadar "kısa" mı sahiden?” denmiş. Daha güzel bir soru olmuş. Tabii ki 5-6 oyuncu arkadaşınızla çekebileceğiniz bir film ile “Gladyatör”ü aynı kefeye koymuyorum. Ama diyorum ki, 5-6 arkadaşınız, 2-3 mekanınız varsa, bunlarla uzun metrajlı film çekin. Örneğin Richard Linklater “Tape” adlı filmi bir otel odasında çekti. Ve elinde sadece 3 oyuncusu vardı. Geçen sene CNBCe’nin yayınladığı film, beni gece yarılarına kadar ayakta tutacak kadar da iyiydi. Ve Clerks’ün ve El Mariachi’nin nasıl ve hangi koşullarda çekildiğine bakın diyorum. Clerks, yazaryönetmenin çalıştığı bir markette ve geceleri çekildi. (Bu markette çalışan Kevin Smith, ancak geceleri çekim yapmak için izin alabilmişti. Bu nedenle marketin pancurları kapalı ve bunu açıklamak için de çok güzel bir yol bulmuşlar. Filmi izleyin, ne demek istediğimi anlarsınız). Ama bizde genelde genç yönetmenler yaratıcı çözüm üretme değil ağlama eğilimindedir (hence the title). Hatta bu yaratıcılıktan uzaklık, genel olarak senaryolarına da yansır. posted by gezgin @ 7:29 PM

7 comments

Robert McKee Türkiye'de! www.kapital.com.tr'den bana gelen bir duyuru. İlginizi çekebilir diye düşündüm: "Senaryo yazarlarının hocası Robert McKee, Türk pazarlama dünyasını pek çok ilkle tanıştıran MediaCat dergisinin düzenlediği, Digitürk’ün desteklediği, Alametifarika, Hürriyet ve Ünite İletişim’in iletişim sponsorluğunu üstlendiği üç günlük bir seminer için haziran ayında Türkiye’ye geliyor. McKee’nin semineri 4-5-6 Haziran tarihlerinde Ceylan Intercontinental Bosphorus Salonu’nda gerçekleşecek." Başvuru: 0212 282 26 40 0212 282 26 99 / 211 / 232 / 233 [email protected] Not: Bu tür seminerlerin genelde çok yüksek bir giriş ücreti olur. Bu paranın üçte birine, seminerdekinden otuz kat daha fazla bilgi içeren kitabı alabilirsiniz. Ama seminerin ve kitabın ingilizce olduğunu unutmayın. 14

Seminerde tabii ki simultane çeviri olacaktır... posted by gezgin @ 6:12 PM

0 comments

Salı, Mayıs 08, 2007 AĞLAMA YAR, AĞLAMA! Bağımsız sinemanın ("Independent filmmaking") önündeki engeller teker teker kalkıyor. Hem film çekmek, hem bu filmi kurgulamak, hem de seyirciyle buluşturmak, sinema tarihinde hiç olmadığı kadar ucuz ve kolay artık. Geriye biraz heves, bir miktar tanıdık bağlantısı, biraz da yüzsüzlük gerekiyor (yüzsüzlüğün neden gerektiğini birazdan göreceğiz :). *** KAMERALAR En başta kameradan başlayalım. Video kameralar uzun bir süredir piyasada, ama ilk kez, sinemada gösterilebilecek kalitede film çeken kameralar bu kadar ucuzlamış durumda. Ucuzdan kastım 5 bin dolar civarı. Bugüne kadarki kameralarda hep bir sorun, eksiklik oluyordu: Ya kameranın çözünürlüğü yeterli olmuyordu, ya progressive çekmiyorlardı, ya da bu özelliklere sahip olanlar çok pahalı olabiliyordu. Ama bu bile bir çok yönetmeni bunlarla başarılı filmler çekmekten alıkoymadı: Soderbergh 2001'de "Full Frontal"ı bir Canon XL1 ile çekti (2 milyon dolar maliyet, 3 milyon dolar gişe). Danny Boyle (Trainspotting, The Beach) bir sene sonra "28 GÜn Sonra"yı aynı kamera ile çekti (8 milyon dolar maliyet, 82 milyon dolar gişe!). Ama artık sinemalarda rahatlıkla gösterilebilecek kalitede görüntüler veren kameralar 5 bin dolar civarında. Bu kameralar hem HD ya da HDV çekiyorlar, hem progressiveler, hem XLR girişleri sayesinde çok iyi ses kaydedebiliyorlar. (Eğer sadece senaryo yazımıyla ilgileniyorsanız ve bu terimlerin ne olduğundan haberiniz yoksa paniğe kapılmayın. İleride bunları daha detaylı bir biçimde öğreneceğiz. Şimdilik hiçbirşey olmamış gibi devam edin.) Peki hangi kamera bunlar. Şu anda bu fiyat aralığında piyasada iki adet müthiş kamera var: SOny HVR V1 ve Panasonic AG-HVX200. İşte bu isimleri iyi öğrenin. Aradığınız kameralar bunlar. Her kim bunların dışında bir şey sizi öneriyorsa, bir şeyleri eksik biliyor demektir. Pek kulak asmayın. Eğer bir okulda iseniz (bu özel bir üniversite de olabilir, devlet üniversitesi de), bölüm başkanlarınıza, dekanlarınıza, rektörlerinize, bu kameraları almaları için baskı yapabilirsiniz. "Kariyerimize engel olmayın" sloganı da benden size hediye... şimdi bu kameralarla ilgili iki ufak mesele var. Bu kameralardan Sony olanı MiniDV kasetlere kayıt yapıyor. Kasetin tanesini 5-10 YTL'ye bulabilirsiniz. Normal "film" (ve onun baskı masrafları) ile karşılaştırıldığında o kadar komik bir rakam ki bu, inanılmazlık derecesinde. Ama sette bu kayıt yapılan kaseti çok oynatmamak (izlememek) gerekiyor. Görüntülerin en kısa sürede bilgisayara atılmasında fayda var. Panasonic ise HD kaydı P2 denilen kartlara yapıyor. Bunlar, cep telefonlarındaki ya da fotoğraf makinalarındaki kartlar gibi, kameraya takılıyor, sonra oradan doğrudan bilgisayara aktarılıyor. Çok dayanıklı, ama düşük kapasiteli ve pahalılar. Ama bunun da çaresi var: Bu kartlara değil de harici harddisklere kayıt yapabiliyorsunuz. Bir walkman büyüklüğündeki bu harici harddiskler (Firestore sözcüğünü google'da aratın), sizi bayağı bir külfetten kurtarıyor. Aynı harici harddisk desteği sony için de geçerli. Rakamlarla konuşacak olursak, bir kamera ve onun harici harddiskini yaklaşık 6 bin dolara halledebilirsiniz. *** KAMERA AKSESUARLARI Sadece bir kamera, kaliteli bir film çekmek için yeterli değil tabii. Bir iki aksesuara daha ihtiyaç var. Aslında bir çok aksesuar olsa iyi olur ama ben en elzemlerini yazıyorum: 1) Redrock Micro M2 Adapter: Bu ne demeyin. Bu alet sayesinde, 35 mm'lik objektifleri, video kameranızın objektifine takabileceksiniz. Yani bu adaptör, 35 mm objektif ile kameranızın objektifini buluşturan, bir araya getiren bir nevi çöpçatan. Bir yumruktan biraz daha büyük, siyah bir kutu. Bu neden lazım? Detaya girmeden şöyle anlatayım: Sinema filmlerinde, bir görüntüde odaklandığınız 15

nesne net iken, zemin bulanıktır. Bu sayede önplandaki nesne ile arka plandaki nesne birbirinden ayrılır. Bu, sinemanın en belirgin özelliklerinden biridir. Video görüntülerde ise önplandaki nesne de nettir, arkaplandaki nesne de. Bu nedenle bu iki nesne birbirine karışmış gibi görünür. Bu, video kameraların chip büyüklüğünden kaynaklanan kaçınılmaz bir durumdur. Ama eloğlu bu sorunu aşmak için bir adaptör icat etmiş. Şu anda bu adaptörün en kalitelisini şu adresten bulabiliyorsunuz: http://www.redrockmicro.com/micro35.html 2) Follow Focus: Amatör video kamera görüntülerini hatırlayın. Özellikle hareketli sahnelerde, nesneler bir net, bir bulanık çıkar. Bunun nedeni kameranın otomatik zumunun nesneye hemen odaklanamamasıdır. Eğer sinema için bir şeyler çekecekseniz, görüntülerinizin çok net olması gerekiyor. Bunun için de kameranızın focus'unun manuelde olması gerekiyor. Ama bu da kafi değil. Zira bir sahnede zumu, halkasından yapmaya çalışmak büyük bir eziyettir. Eloğlu bunun için de "Follow Focus" denen bir nane üretmiş. Bunu kameranızın önüne takıyorsunuz ve zum olayı dert olmaktan çıkıyor. İnternette "follow focus" terimi aratın, bir çok adres bulacaksınız. Ama yine redrock'unki en ideali bence: http://www.redrockmicro.com/mff_product.htm 3) Filtreler: Görüntülerinizin biraz daha sinematik olması için, biraz daha doygun (saturated) olması gerekiyor. Bunu post-production'da da sağlayabilirsiniz, ama yine de el altında en azında bir ND filtre olması iyi olur. Genel olarak filtre konusunu bir araştırın, fotoğrafçı arkadaşlarınızdan bilgi alın, kitaplarını çalın, bir şeyler yapın işte. 4) Ucuz steadicam: Hani filmlerde kamera yürüyen bir insanı takip eder ya. Ama sanki kamera havada uçar gibi, ya da pürüzsüz bir zeminde ilerler gibi hareket etmektedir. İşte bunu sağlayan meretin adı steadicamdir (stedikem). Orijinali son derece hantal ve pahalı bir şeydir. Ama bunun da üstesinden gelmenin yolu bulunmuş. Glidecam Pro 2000 denen bir cihaz, profesyonele yakın sonuçlar veriyor. Daha fazla bilgiyi adamların sitesinden bulabilirsiniz: www.glidecam.com. 5) Tripod ve tripod kafası: İşte bu meretin ucuzu ve kalitelisi yok. Paranıza kıymanız gereken nesnelerden biri bu. www.zoomithalat.com'a gidiyorsunuz, tripodlar sayfasına bakıyorsunuz, sizi öldürmeyecek ama işinizi de görecek bir şey alıp çıkıyorsunuz. Tripodu olan arkadaşınız varsa, ya da okulunuzda böyle bir şey bulunuyorsa, hiç üzülmenize gerek yok. Ama unutmayın, kaliteli birşeyden bahsediyorum. 20-30 milyonluk uyduruk ayaklardan değil. 6) Şaryo (Dolly): Bu maddeyi yazıp yazmama konusunda tereddüt ettim. Bu kadar gerekli mi diye. Sonra gerekli olduğuna karar verdim. Dolly, biliyorsunuz, yerlere döşenen raylar üzerinde sallantısız bir biçimde giden ufak bir araç. Bunu buraya yazmamın nedeni ise, dolly kullanımının artık sinema dilinin bir parçası olduğuna inanmam. Aksi takdirde bütün çekimleriniz omuz kamerası ya da tripodla yapılır ki, seyirciyi en kısa süre baymanın garantili bir yoludur. Peki nereden bulacağız bu dolly'yi? Eğer kamera ekipmanı kiralayan arkadaşlarınız varsa, onlardan elde edebilirsiniz. Ya da kendiniz de yapabilirsiniz. Ama bu, biraz torna-tesviye bilgisi gerektiren bir hadisedir. Bu yeteneklerden ve olanaklardan yoksunsanız, bunlara sahip olan birilerini devreye sokmanın zamanı gelmiştir. İnternette "home-made dolly" ya da benzeri terimleri araştırın, çok ilginç sonuçlarla karşılaşacağınızdan eminim. 7) Her ne kadar artık bu video kameraların içerinde bir sürü otomatik ayar olsa da, elinizin altında bir pozometre ("lightmeter") olması iyi olur. Paranız varsa satın alın, okulunuzda varsa ödün alın, arkadaşınızda varsa, yalvarın! Ve bu mereti kullanmayı iyi öğrenin. Ya da bilen biri ile çalışmaya çalışın. *** SES KAYIT Bunlar, kemara departmanının alet edevatıydı. Şimdi gelelim ses departmanına. 1) "Kameramın üzerinde hazır bir mikrofon var, daha ne!" demeyin. "Ses, bir filmi olduran ya da öldüren şeydir" denecek kadar önemlidir. Ve kamera üzerindeki uyduruk bir mikrofonla olacak gibi değildir. Bir kere ya kameranızın XLR (Canon) jak girişi olmalıdır. Bunun ne olduğunu bilen arkadaşlarınıza da sorabilirsiniz, internetten de araştırabilirsiniz. Ama şurası kesin: sinemayı hedefleyen bir film, mutlaka XLR girişle kaydedilmiş sese sahip olmalıdır. 2) İkincisi, kullandığınız mikrofonun da çok kaliteli olması gerekiyor. Burası da, kaliteyi ucuza alamayacağınız yerlerden biri. En iyi markalar: Sennheiser, Shure, Rode. Sennheiser ME66, işinizi 16

görecektir. Ama daha iyisine paranız yetiyorsa neden almayın? Bu alanda da eğer stüdyosu olan arkadaşlarınız varsa, onlara sırnaşabilirsiniz. (Demiştim size bu iş biraz yüzsüzlük gerektiriyor diye :) 3) Yukarıdaki mikrofonun "shotgun" mikrofon olduğunu söylemiş miydim? Hani şu oyuncuların tepesinden sarkıtılan. Bir de yaka mikrofonlarına ihtiyacınız var. Bunların da kalitelisine ihtiyacınız var. Burada yine Sennheiser markasına bakmanız tavsiye olunur. En az iki tane olması lazım, takdir edersiniz ki! 4) Sıralama biraz kaydı ama olsun: Bir yukarıdaki shotgun mikrofonu tutturabileceğiniz bir "sopaya" ihtiyaç var. Bunun profesyonellerini de bulabilirsiniz, ama pahalıdır. "Vileda sopası" işe yarayacaktır. Unutmayın, siz bağımsız sinema yapıyorsunuz, yani henüz "Spielberg" karizmasından söz etmem mümkün değil. 5) Ee, bu sesi nereye kaydedeceğiz? İki olasılık mümkün. Kameraya da kaydedebiliriz, harici bir kayıt cihazına da. Kameranız, XLR girişi olduğu için, sizin için yeterli bir kayıt olanağı sağlayacaktır. Ama "yeterli"nin "çok iyi" olmadığına dikkat edin. En iyisi, kameranızla ve yukarıda anılan ses ekipmanıyla denemeler yapın, tatmin olmazsanız harici kayıt olanaklarını araştırın. 6) Artık kayıt cihazları da nispeten ucuzlamış durumda. Sadece ucuzlamakla kalmadılar, aynı zamanda video kameralarla çalışmaya da uyumlu hale geldiler. Yani hem bit oranları ve frekansları yükseldi, hem de timecode gibi özellikler kazandılar (Örn. Tascam HD-P2). Bunların ne olduğunu bilmiyorsanız, bilen birinden öğrenmeye çalışın. Ya da internette araştırın. İngilizce'niz varsa ne ala, yoksa "www.benimsinemalarım.com" sitesinin "forum" bölümünde "ses ve ışık" kısmına bakın). Alternatif bir kayıt yöntemi olarak, iyi bir ses kartı ile desteklenmiş bir laptop da kullanabilirsiniz. Ama bunun için bu işleri anlayan birilerinden destek almanız tavsiye olunur. Bu arada en azından bir ses işleme programını (Adobe Audition, mesela) da asgari düzeyde öğrenmeniz lazım. *** IŞIK Gelelim ışık departmanına... (Sona yaklaşıyoruz, sabırsızlanmayın) Tabii ki bir şeyin profesyonelini almak ve kullanmak her zaman daha iyidir. Ama genelde onlar da çılgınlar gibi pahalı olur. Elektrikten anlayan birilerinin yardımıyla kendinize 6-7 kilowatt'lık bir ışık seti oluşturabilirsiniz. 250watt'tan başlayıp 2kw'a kadar uzanan bir yelpazede çeşitli ışıklar yapabilirsiniz. Tek yapmanız gereken, ne yaptığını bilen bir arkadaşınızla birlikte, bu tür ışıkların satıldığı bir mağazaya gitmek. Japon lambalarını da unutmayın (Bunların İngilizcesinin "chinese lantern" olması ilginçtir). Bir kaç tanesinin elinizin altında bulunması hiç kötü olmaz. Çok işe yararlar. Lambalar tek başına işe yaramaz tabii. Onların üzerinde duracağı ayaklar da bulmanız gerekiyor. Bunları nasıl halledeceğinizi sizin yaratıcılığınıza bırakıyorum. Herşeyi devletten beklemeyin. Bir de kablo meselesi var. Bol bol uzatma kablosuna ihtiyacınız olacak. Ve yedek ampule. Ayrıca ışıkların rengini değiştirmek için kullanacağınız jelatinleri unutmamak gerek. Ve bu jelatinleri tutturmak için gereken tahta mandalları da. Bir de ışıkların şiddetini artırıp azaltmak için gereken "dimmer" hadisesini çözdünüz mü, ışık departmanında malzeme açısından herşeyi çözdünüz sayılır. İyi de, o sinema filmlerinde gördüğümüz ışıklandırmayı nasıl yapacağız? Bunun için çeşitli kaynaklara başvurabilirsiniz. İnternette tonlarca belge ve "tutorial" var. Ben Kodak'ınkini tavsiye ederim. İngilizce'nin olmasa bile bir çok şeyi kolayca anlayabilirsiniz. Ama "Üç noktadan aydınlatma"yı (three-point lighting) mutlaka öğrenin. Bunun için güzel bir kaynak: http://www.jamesarnett.com/lighting.html *** OYUNCULAR, MEKAN, ULAŞIM, YEMEK İşte burası yüzsüzlüğünüzün had safhaya vuracağı alanlar :). Filminizde oynayacak oyunculara olabildiğince az para vermek zorundasınız. "Film satıldıktan sonra ödeme yapılmak kaydıyla" diye anlaşma da yapabilirsiniz. İnsanları kandırmaya çalışmayın ama. Ne diyorsanız yapın. Mevcut durumunuz hakkında gerçekçi olun. Kabul eden eder, etmeyen etmez. Filmin yarısında durumunuzu keşfederlerse, çekip gitmeleri işten bile değildir. Mekanlar da önemli. Zira artık bir çok mekan sahibi film çekimi için para istiyor. Bunu by-pass etmenin 17

bir yolunu bulun. Mekan eğer ticari bir yer ise "ürün yerleştirme" yaparak o yerin filminizde belirgin bir biçimde görünmesini sağlayın. Ya da kimsenin kullanmadığı zamanlarda o mekanları kullanın (Clerks'ün, Kevin Smith'in çalıştığı yerde gece çekildiğini biliyor muydunuz?). Ama en önemlisi, daha en başta, senaryonuzu yazarken mekanları minimum sayıda tutmaya çalışın. Ulaşım meselesini de en başta açıklığa kavuşturun. Oyuncular ve ekip kendi olanakları ile mi gelecek, yoksa onları birisi arabasıyla/minibüsüyle toplayacak mı? Kendileri gelecekse, en azından yol/benzin paralarını vermeniz büyük bir incelik olur. Yemek konusu da ulaşım gibi. Önceden düşünülmeli. Uygun miktarda yiyecek ve içecek sağlanmalı. Gece çekimleri için bolca kahve. Ya da başka sıcak içecekler. Filminize sponsor olarak bunları sağlayacak birilerini de bulabilirsiniz. *** POST-PRODUCTION (Yapım-sonrası) Diyelim ki filminizi kazasız belasız bitirdiniz - pek mümkün değil ya! Elinizde onlarca kasetlik görüntü var. Sıra bunları kesip biçim, aylardır kafanızda canlandırdığınız filme dönüştürmeye geldi. Bunun için postprodüksiyona başlamanız lazım artık. Bunu yapabilmek için iyi bir bilgisayara, bu bilgisayarda çalışacak bazı programlara ve bu programları kullanacak elemana ihtiyacınız var. Herşeyi kendiniz yapmaya kalkmayın, ama birlikte çalıştığınız insanlardan neler talep edebileceğinizi bilmek için biraz da olsa herşeyden haberdar olun. Bilgisayarınızın Dual Core olması gerekiyor, hem de en iyilerinden. RAM'inizin en az 2 GB, RAID'li hard disklerinizin de en az 500GB olması gerekiyor. Ses ve ekran kartlarınız da çok iyi olmalı. Boru değil, sinema filmi işliyoruz. Program olarak Adobe Production Studio'yu tavsiye edeceğim. Premiere-After Effects-Audition-Photoshop dörtlüsü, bir çok ihtiyacınızı görecek kapasitededir. Başka programlar da olabilir, bilenlere sorun. Ama herkesin, kendi iyi bildiği programı övme ve diğerlerini fena halde küçümseme, hatta aşağılama eğiliminde olduğunu da unutmayın... *** MÜZİK Gelelim müzik konusuna. Müzik, sanılandan çok daha önemli bir konudur. Sinemanın görsel tarafı insan zihninin daha çok bilinçli tarafında etki ederken müzik, doğrudan bilinçaltında açılan bir yolu kullanır. Bu nedenle çok güçlüdür. Yakın çevrenizde bir "John Williams" ya da "James Horner" olma ihtimali çok düşük olacaktır. Ama yine biraz araştırmayla, kendi sesini duyurmak isteyen müzisyenlere ulaşabilirsiniz. Ama burada da ne istediğinizi bilin, müzisyenin kafasına göre uçmasına izin vermeyin. *** PAZARLAMA Filminizi çektiniz, kurguladınız, müziğini döşediğiniz, jeneriğini yazdınız ve son haliyle çıktısını aldınız. Dertleriniz bitti zannediyorsun değil mi? Hayır. Asıl dert şimdi başlıyor: PAZARLAMA. Filminiz bildik dağıtımcılara götürebilirsiniz: Warner Bros, ÖZEN Film, vb. Adreslerini webden bulun, beni uğraştırmayın. Eğer beğenirlerse, filminizi uygun bir zamanda, uygun bir kopya sayısıyla ve uygun bir tanıtım bütçesiyle vizyona sokabilirler. Ama bunun için filminizin az-çok ticari bir niteliğinin olması gerekiyor. Bu da taa, senaryo yazarken düşünmeniz gereken bir konu: Bu hikaye satar mı? Filminizi sinema dağıtımcılarına satamadınız. Üzülmeyin. DVD/VCD piyasasını düşünebilirsiniz. Tiglon ve Kanal D Home Video'ya filminizi gösterebilirsiniz. Ya da başka şirketlere. Onların da adresleri webde var. Ya da piyasadaki filmlerin arka kapaklarından bakın. Onlar da olmazsa, artık TV kanalları ile görüşmeye başlayacaksınız. Türkmax, ilk başvuracağınız yerlerden biri olmalı. Zira onlar yerli filmleri eski yeni demeden alıyorlar, ve iyi de ediyorlar. Sonra diğer kanallar var. 18

Bu arada çeşitli festivallere ve yarışmalara filminizi göndermeyi unutmayın. Zira ödül almış bir filmin, dağıtımcılar tarafından satın alınma ihtimali daha fazladır her zaman. Hatta dağıtımcılarla görüşmeyi en sona bırakmamanız daha hayırlı olabilir, filminiz çekmeye başladıktan sonra, ilginç görüntülerden oluşan bir DVD ile görüşmeye giderseniz, "Benim bir projem var" diyen birinden daha fazla ciddiye alınırsınız. Hatta senaryoyu ve götürdüğünüz görüntüleri beğenirlerse, filminize maddi destekte bile bulunabilirler. Diyelim ki bunlardan hiçbirinda başarılı olamadınız, ama yine de insanlar eserinizi seyretsin, namınız yürüsün istiyorsunuz. Bu durumda 1) Kendinize bir web sitesi açıp burada filminizi parça parça gösterebilirsiniz, bir Flash oynatıcı ile 2) Ya da filminizin tamamını Rapidshare gibi paylaşım sitelerine bırakabilir, sonra da çeşitli forumlarda insanları bundan haberdar edebilirsiniz. Hiçkimse bedava filme hayır demeyecektir. Hele biraz da güzelse... *** VEEE... SENARYO! Ama bütün bu sürecin en başında, filminizin kaderini belirleyecek olan faktör, dört unsurdan oluşmaktadır: 1) Bir adet tükenmez kalem (kırtasiyelerde var) 2) Bir top kağıt (bu da kırtasiyelerde var) 3) Dramatik yazarlık yeteneği (Bu Allah vergisi bir şey. Eğer yoksa, zaten bu alanda da işiniz yok demektir) 4) Senaryo bilgisi (Sanarist diye bir site varmış, böyle bilgiler veriyormuş, onu bulun derim ben). *** NOT: Bu yazıdaki bilgilere dayanarak film çekmeye kalkarsanız ve batarsanız karışmam. Akıllı ve ihtiyatlı davranın. Ama önünüz, daha önceki kuşaklardakinden çok daha açık, bunu bilin istedim... posted by gezgin @ 5:19 PM

3 comments

Pazartesi, Mayıs 07, 2007 HAZIR MECLİSİN ELİ DEĞMİŞKEN... Son meclis hazır yangından mal kaçırır gibi yeni seçim yasasını çıkartırken, elleri bir değse de Türk TV'lerindeki yerli dizilerle ilgili bir iki yasa çıkarsa. Benim bazı önerilerim olacak bu konuda, nacizane: 1) Yerli bir dizi 50 bölümden fazla olamaz, olmamalıdır. Zira yerli diziler 50 bölümden sonra kısır döngüye giriyor, enerjilerini, yaratıcılıklarını, sevimliliklerini kaybediyorlar. Bundan sonrası artık keyifli bir seyir değil, bir biçimde dizi bağımlısı olmuş insanların istmeye yerine getirdikleri tatsız bir vazife halini alıyor. Bkz. Çocuklar Duymasın, Beyaz Gelincik, Gümüş, Avrupa Yakası, vesaire... 2) Dizilerde Mehmet Ali Erbil kesinlikle oynatılmamalıdır. Hatta bu MAE yasağı, sinema filmlerini de kapsayacak şekilde genişletilmelidir. Hatta ve hatta, bu konularda ona teklif götürülmesi bile engellenmelidir. Zira kendisinin "Tatlı Kaçıklar" dışında ekranda ve perdede bir adet "dramatik" başarısı dahi hatırlanmamaktadır. Kendisinin sadece gösteri dünyasında kalması için gerekirse lazer parmaklıklı hapishaneler düzenlenmelidir. 3) Kıraç'a artık müzik yaptırılmamalı. Detaya girmeye gerek yok herhalde. 4) En kısa sürede, "yayından kaldırılan diziler müzesi" kurulmalıdır. Ciddiyim. Gülmeyin. Bu bir web sitesi de olabilir. Sitede yayından kaldırılan dizilerin künyesi, hangi kanalda, saat kaçta, kaç bölüm oynadığı, hatta senaryoları yer almalı; YOUTUBE tarzı küçük bir ekranla da bu diziler izleyicilere seyrettirilmelidir. Hatta bu blogda olduğu gibi, dizinin yapımına katkıda bulunan insanların ANONİM olarak diziyle ilgili yorumlarını ifade etmesine izin verilmelidir. Ki gelecek kuşaklar aynı hataları tekrarlamasın. 5) Dizilerin, insanlık onuruna ters düşen mesajlar vermesi yasaklanmalıdır. Yani "Binbir Gece", "Sıla", "Kurtlar Vadisi" gibi dizilerin üretilmesi engellenmelidir. Senaryoları bu açıdan değerlendirecek bir etik kurul oluşturulmalıdır. Ve bu kurulun kararları bağlayıcı olmalıdır. (RTÜK böyle bir işlev görmeye çalışıyor, ama çok zayıf kalıyor. Sadece KV üzerinde etkili olması, Binbir Gece ve Sıla'yı ıskalaması, yetersizliğinin bir kanıtı.) Bu kararla ilgili olarak, senaristlerin "Biz sadece dizimizi yazıyoruz, insanların bu diziden etkilenerek suç işlemesi bizi bağlamaz" demesi yasaklanmalı, ceza olarak da "TV'deki şiddetin izleyici üzerindeki etkileri" ile ilgili mevcut yüzlerce sosyopsikoloji doktora tezi ve 19

kitap okutulmalıdır. (Bu tez ve kitapların bazılarının yabancı dilde olması engel teşkil etmemeli, senariste önce bir ya da birkaç yabancı dil öğretilmeli, sonra da bu eserler zorla okutulmaya devam edilmelidir. Cehalet suça mazeret teşkil edemez zira.) 6) Yapımcı ve kanal yöneticilerinin dizilerin oluşturulması safhasındaki müdahaleleri en fazla yüzde 10 ile kısıtlanmalıdır. Herkes kendi işini yapsa, yayından kaldırılan diziler çöplüğü bu kadar hızlı büyümezdi, tahminim. posted by gezgin @ 10:35 AM

5 comments

DONDURMAM GAYMAK "Dondurmam Gaymak" başarılı bir film. Neden? Çünkü kendisi için koyduğu hedefe ulaşıyor. Peki güzel bir film mi? Eh. Tekrar seyreder miyim? Belki... Sıcak bir yaz gecesinde... El alında daha iyi bir film olmazsa... *** "Dondurmam Gaymak", tipik bir "mini hikaye" (mini-plot) filmi. Yani ortada büyük kahramanlar, onların peşinden koştuğu büyük amaçlar, onları bu amaçlardan alıkoymaya çalışan şeytani düşmanlar yok. İlginç bir karakter diyebileceğimiz Ali Usta'nın önce motorsikletini kaybetmesi, sonra da bulması var. O kadar. Bu arada da, Ali Usta'nın yaşadığı bölgedeki sevimli insanlarla tanışıyoruz, yaşlısıyla genciyle. Ve aslında filmi götüren de bu insanlar. Hemen hepsi bir biçimde komik olan bu insanlar, çeşitli aralıklarla perdede görünerek bizi güldürüyor ya da gülümsetiyorlar. Ali Usta'nın hikayesi, aslında onların resm-i geçidi için bir vesile neredeyse. Yönetmen sanki bu sevimli insanları göstermek için bir mazeret olarak Ali Usta'nın motorunun kaybolması hadisesini bulmuş. Bunda bir sakınca var mı? Hem var, hem yok. Yok, zira bu güldürmeyi amaçlayan bir film. Merkezine bir ölüm-kalım meselesini koyacak hali yok ya! Var, zira filmi tekrar tekrar izleme şansımızı elimizden alıyor bu zayıf çatı. Bu sevimli tipleri bir kere gördükten sonra, tekrar tekrar görmemize pek gerek olmayacak. Bir "Mediterrano" ya da "Cinema Paradiso" gibi, hikayenin merkezinde daha sağlam bir olay olsaydı, bu filmi de izlemekten bıkmazdık. Ne yazık ki yazar-yönetmen Yüksel Aksu bize böyle bir hikaye vermiyor. *** Ama en başta da belirttiğim gibi, "Dondurmam Gaymak", kendisine koyduğu bu mütevazı hedefi (Muğla Köylülerini göstermek) hakkıyla yerine getiriyor. Seyirci de bu nedenle kendini tatmin olmuş hissediyor, filmi izledikten sonra. Eh, alan razı, satan razı. Bana da fazla söz düşmüyor bu durumda. posted by gezgin @ 10:31 AM

3 comments

Pazar, Nisan 29, 2007 DEMOKRASİ v.2.0 Yazılarımdan ve yazılarımın tonundan, serde öğretmenliğin de bulunduğunu anlamışsınızdır. Öğretmenlik mesleği, inanılmaz bir meslektir. İnsan psikolojisi hakkında yüzlerce kitaptan öğrenemeyeceğiniz şeyi size 45 dakikada uygulamalı olarak öğretirler. İnsan ruhunun zayıf ve güçlü yanlarını bu meslekte bire bir görür, yaşarsınız, hem kendinizde, hem de karşınızdakilerde. Bu mesleği icra etmiş biri olarak, "okulda demokrasi" "öğrencilere söz hakkı" gibi kavramların bana ne kadar acayip geldiğini belirtmek isterim. Bir insanın belirli bir konuda seçim yetkesini kullanabilmesi için, o konuda ehil olması, hadi bırakın ehliyeti, en azından asgari bir bilgiye sahip olması gerekir. Oysa öğrenciler, adları itibariyle, öğrenen kişilerdir. Ne kendilerine ne öğretileceği hakkında bilgileri vardır, ne de öğretme teknikleri hakkında. Yani bu konuların onlara sorulması abesle iştigaldir, hatta zaman, enerji ve kaynak kaybıdır. Ama hayır, özellikle üniversitelerde, öğrencilerin bu gibi konularda söz sahibi olması gerektiği tekrar tekrar gündeme getirilir. Ciddiye alınması mümkün olmayan bir şeyin bu kadar çok savunucusunun 20

olması beni hep hayrete düşürmüştür. Daha önce de söylediğim gibi, bazı kavramlar o kadar parlaktır ki insanın gözünü (mantığını) alır, doğruluğu tartışılmaz, özellikle de büyük ve düşünmeyi külfet sayıp sloganlarla hayatını sürdürmekten memnun olan kitleler için geçerlidir bu. *** Bu ufak örnekten, bugünlerde gündemi meşgul eden bir başka konuya geçeceğim. Biliyorsunuz son birkaç günümüz Cumhurbaşkanı seçimiyle doldu taştı. En sonunda medya hesabı Askerlere kesti. Onları darbecilikle suçladı. AKP bu krizden de mağduru oynayarak kazançlı çıktı, çıkacak. Kendileri için zaten "win-win" olan bir durumu "win-win-win"e çevirdiler. Askerleri AB vasıtasıyla köşeye sıkıştırdıkları yetmiyormuş gibi artık DARBECİLİK suçlaması ile de sıkıştırabilecekler. Askerler ise, yapmak zorunda oldukları bir hamle yaptılar. Satranç oynayanlar iyi bilir, bazen karşınızdaki sizi aslında aklınızdan hiç geçmeyen hamlelerde bulunmaya iter. Durup dururken kendinizi vezirinizi feda ederken bulabilirsiniz. Askerlerin yaptığı da böyle bir şeydi aslında. Darbecilik filan değil. Ama "tehlikenin" farkında olmayan, olmak istemeyen, ya da bizzat tehlikenin bir parçası olan ya da ondan çıkar sağlayanlar, bu fırsatı kaçırmadılar. Areneyı kendileri için biraz daha güvenli bir hale getirmek için bağırmaya başladılar hemen: Tek Yol Demokrasi! Önce şunu belirtmek gerekir, demokrasi bir kaptır, bir araçtır, bir yöntemdir. Bu kabın içerisine ilaç da koyabilirsiniz zehir de. Bu aracı iyi amaçla da kullanabilirsiniz, kötü amaçla da. Bu yöntemle insanları mutlu da edebilirsiniz, mutsuz da. Yani bir şeyin demokratik olması, o şeyin iyi, yararlı, meşru olduğu anlamına gelmez. HİTLER'in iktidara demokratik yöntemlerle geldiğini hepiniz çok iyi biliyorsunuz, George W. BUSH'un da. Mevcut iktidarın, kendi kötü niyetlerini bu Demokratik yöntemi kullanarak uyguladığını bilmeyen yok. Ama işin kötü tarafı, mevcut sistem, yönetilenlere bu konuda hiçbir itiraz şansı bırakmıyor. Halkın yüzde 70'ini oluştursalar bile, yüzde 30'un dediklerine uymak zorundalar. Oyunun kuralı bu. Bu akıllı azınlığın oyununa karşı çıkabilen tek ciddi kurumu da darbecilikle suçluyorlar. Ve bütün dünyda da onları destekliyor. Burada sorun sistemden kalkıyor. Sistemin iyi ile kötüyü ayırt edememesi, her ne şekilde olursa olsun oy çoğunluğunu kazanan küçük bir gruba bütün ülkeyi yönetme yetkisi vermesi, sistemin en büyük zaafları. Her ne kadar Danıştay, Yargıtay ve Anayasa Mahkemesi gibi üç kurum, sistemin emniyet sübapları gibi iş görse de, elinde yasama ve yürütme gücünü bulunduran bir iktidar önünde pek fazla seçenekleri yok. Üstelik belden aşağı vurmaktan da çekinmeyen bir iktidar bu. Başbakanı meclis kürsüsünden Danıştay üyelerini hedef gösterince ve bu üyeler birileri tarafından vurulunca başbakana birşey diyen yok, ama benzer olayların ilerde artmasını engellemek isteyen Genelkurmay bir uyarıda bulununca tükaka sayılıyor. *** Mevcut iktidarın ve benzerlerinin en hoşuna giden insan tipolojisi, düşünmeyen, inanan; bilgili değil cahil; birey değil sürü üyesi insandır. Bütün amaçları bu tarz insanların çoğalmasını sağlamaktır. Ellerindeki maddi gücün önemli bir bölümünü bu tür insanların yetiştirilmesini sağlayacak kurumların kurulmasına ve yaşatılmasına harcarlar. Bilgili, sorgulayan, modern düşünen insan onlar için makbul değildir. Ve Cumhurbaşkanlığı ile ilgili sevdaları da temelde bu amaçla bağlantılıdır. Cumhurbaşkanı kendilerinden olduğu zaman istedikleri yasaları daha kolay geçireceklerdir. Sıra zamanla Danıştay, Yargıtay, ve Anayasa Mahkemesine gelecek, imam hatip mezunlarını Ordu'ya soktukları zaman da muratlarına ereceklerdir. Ve bunu da, yine oyunun kuralı gereği, küçük bir azınlık olmalarına rağmen gerçekleştirebilirler. Peki bu durum sizde de, oyunu sorgulama isteği doğurmuyor mu? Bende doğuruyor. Demokrasinin erdemlerini sorgulamaya başlıyorum ister istemez. İnsanları etkilmeyi başaran üç beş lafazanı başımıza getiren bir sistemi sorgulamak, aklı başındaki her ademoğlunun kaçınamayacağı bir görevdir. Hayır, dikta taraftarı değilim. Ama bu demokrasinin bir üst versiyonunu oluşturup işletmeyi başarmamız lazım. Demokrasi v. 2.0 gibi bir şey lazım bize. Zırt pırt çökmeyen, kendi kendine virüs üretmeyen, kendisini oluşturanlara zarar verici bir eğilime girmesi engellenen bir demokrasi lazım. Her "mavi ekran"da demokrasiyi resetlemek de çare değil çünkü. posted by gezgin @ 3:45 PM

5 comments

21

Cuma, Nisan 27, 2007 ÖLÜM NEDENİ: CEHALET İnsanın paranoyak olması işten bile değil. Sanki gizli bazı güçler bazı bilgilerin bu ülke topraklarında öğrenilmesini istemiyormuş gibi bu bilgi kaynaklarını bizden esirgiyorlar. Konu tabii ki "senaryo kitapları"... Bizdeki kitapların bu kadar az ve bu kadar kalitesiz olması şaşırtıcı. Ama kaliteli olanların ("Screenplay", "Story", "Writing Screenplays That Sell", etc.) bile hala basılmamış olması, artık insanda paranoya tarzı düşüncelerin doğmasına neden oluyor. Neden bu kitaplar basılmıyor? *** Ama işin ilginç tarafı, sadece senaryo yazarlığı alanında değil bu durum. Üniversitelerin çeşitli bölümlerine gidin, belirli dallarda uzmanlaşmış olan hocalarla konuşun. Hemen hepsi, çok temel bir çok kitabın henüz Türkçe'de bulunmadığını söyleyecektir. İşin ilginci, adamlar dışarıda çatır çatır yeni temel eserler veriyorlar, yani biz gün geçtikçe bir adım daha geride kalıyoruz. Burada yayınevlerinin sosyal sorumluluk görevi devreye giriyor. Daha doğrusu, girmeli. Tıpkı kamu yararına çalışan bazı şirketlerin, zarar ettikleri zaman, devlet tarafından sübvanse edilmesi gerektiği gibi, yayınevleri de, kendi alanının köşetaşı olduğu belirlenen eserlerin basımı, dağıtılması, tutundurulması konusunda devlet tarafından desteklenmeli. (Devlet'in bu kitapları kendisinin basmasını önermeyeceğim, çünkü bu konuda çok kötü bir performansları var. İnanmayan Kültür Bakanlığının ya da Milli Eğitim Bakanlığının kitaplarına baksın). Hangi kitapların temel eser olduğunu belirlemek de o kadar zor değil. 6 ayda bir ülkenin önde gelen üniversitelerinden ve hocalarından, kendi branşlarıyla ilgili bir "Top 10" listesi alınır. Ayrıca yabancı üniversitelerdeki hocalardan da mütalaa alınır. Ve hangi kitapların Türkçeleştirileceği belirlenir. *** Bu konu gerçekten de çok önemli. Herkese yabancı dil öğretmeye çalışmak yerine, önemli eserleri seri bir şekilde ve düzenli olarak Türkçeleştirmek çok daha verimli bir yöntem olacaktır. Okullarımızda verilen yabancı dil derslerinin ne kadar işe yaramaz olduğu meydanda. O hocalar, kitaplar, ders saatleri için harcanan paranın 10'da biri ile bu bahsettiğim proje en mükemmel bir şekilde uygulanabilir. Tabii tepelerdeki birileri bizim cahil kalıp koyun gibi güdülmemizi istemiyorsa. Eğer istiyorsa, şu anki uygulamaya (daha doğrusu "uygulamamaya") devam edilmesi yerinde olacaktır. posted by gezgin @ 11:59 AM

1 comments

Salı, Nisan 24, 2007 "28 GÜN SONRA" - DİJİTAL İLE NE YAPILABİLİR DİKKAT: "28 GÜN SONRA" filmini seyretmediyseniz ve seyretme niyetiniz varsa, bu yazıyı okumayı ertelemeniz tavsiye olunur. "28 Gün Sonra" konu itibariyle basit bir film: İnsanlığın kökünü kurutacak bir virüs serbest kalır. Virüse yakalananlar acayip vahşileşmektedir. Yakalanmayan bir avuç insan hayatta kalmak için ellerinden geleni yaparlar. Film temelde 3 bölümden oluşuyor - 3 modülden de diyebiliriz. 1. Bölümde kahramanımızı tanıyoruz. Onun bomboş Londra sokaklarında gezintisini. Sonra bu canavarlaşmış tipler kahramanımızı kovalıyor ve virüse yakalanmayanlar tarafından kurtarılıyor. 2. Bölümde Kahramanımız ve genç kadın, virüse yakalanmamış bir baba-kıza rastlıyor ve onlarla birlikte, aldıkları bir radyo mesajını takip etmeye karar veriyorlar. Bu mesaja göre Manchester civarında virüse yakalanmamış bir grup asker vardır ve virüsün çaresine sahip olduklarını iddia etmektedirler. Oraya giderken yolda başlarına çeşitli olaylar gelir. Bu bölüm, sayısı üçe çıkan kahramanlarımızın askeri üsse ulaşması ile bitiyor. 3. Bölümde ise kahramanlarımız, bu kez askerlerle mücadele etmek zorunda kalıyorlar. Zira askerler kızlara tecavüz etmek, baş kahramanımızı da öldürmek istiyorlar. Bunun üzerine baş kahraman, zombileri askerlerin üzerine salarak kızları kurtarıyor. ***

22

Çok akıllıca yazılmış bir senaryo değil. Orta karar bir şey. İlginç bazı sahneler var. Londra sokaklarını bomboş görmek hoş. Ama gerilim dozu yerinde. Belirli aralıklarla insanı heyecanlandıracak olaylar oluyor. Ve 3. Perde'nin sonunda da en büyük çatışma meydana geliyor. Yani bir akşamınızı dolduracak kalitede bir film. Ama fazlası değil. Bir "Alien" beklemeyin yani. Felsefi olarak o kadar dolu değil. *** 28 Gün Sonra'nın ilginç bir özelliği daha var: Film, bir Canon XL1S ile çekilmiş. Yani bir DV kamerayla. Sadece senaryo yazımı ile ilgilenenler, "Bunda ne var?" diyebilir. Ama sinema olayına, özellikle de dijital sinemaya biraz daha ilgi duyanlar, ne demek istediğimi anlamışlardır hemen. Bu, fiyatı yaklaşık 1500 dolar olan bir kamera! Üstelik HD de değil. En büyük avantajı "progressive" çekim yapması. Yani normal filmli kameralar gibi saniyede 24 kare çekim yapabiliyor. Ayrıca 3 CCD'si var. Tabii ki filmin yapım tasarımı için bayağı bir para harcamış. Filmin toplam bütçesi 8 milyon dolar. Ama hiçbir yıldız oyuncu yok. Filmin getirisi ise şaşırtıcı: $82,719,885. Yani yapımcılarına 1'e 10 kazandırmış. Filmin bu kadar başarılı olmasının ardında, Danny Boyle'ın (filmin yönetmeni), orta karar bir malzemeyi çok iyi cilalayabilmesi yatıyor bence. Hızlı kamera hareketleri, yine çok hızlı bir kurgu, bazı güzel müzik parçaları... Aynı zamanda gerilim ve korkunun, son 10 yılın yükselen trendi olması da filmin başarısına katkıda bulunuyor. *** Dijital kameralar, sinemanın geleceğini belirleyecek en önemli etkenlerden biri (diğer bir faktör de İnternet). Genç sinemacıları ham filmcilerin, laboratuvarların ve kurgucuların zulmünden kurtaracak yegane vasıta. Çektiğiniz sahneyi anında sette seyredebilmenin ne büyük bir nimet olduğunu, filmlerin banyodan gelmesini bekleyen yönetmenler bilir. *** Yine de, iyi senaryonun yerini hiçbir şey tutmuyor, tutmayacak. Senaryo yazımı ile ilgili teknolojik bir gelişme yok çünkü. En iyi senaryolar hala bir kalem ve bir kağıtla yazılıyor. Senaryo programları sadece yazma eylemini hızlandırıyor, o kadar. *** Eğer iyi bir senaryonuz varsa, elinize bir dijital kamera (ve ışık ve ses gereçleri) geçirebiliyorsanız, oyuncu arkadaşlarınız da bulunuyorsa, Türk Sineması'na katkıda bulunmanız işten bile değil. *** Uyarı Notu: Bu, tabii ki, yapımcılarla, dağıtımcılarla, ve bilumum insanla boğuşmayacağınız anlamına gelmiyor. Bu alanlardaki mücadele bâki, ve hatta film çekme sürecinden biraz daha zor ve yıpratıcı. Bunu unutmamak ve bu nedenle, hemen "tarlayı davarı satıp" sinema işine girmeden önce herşeyi iyice bir tartmak gerekiyor. posted by gezgin @ 4:20 PM

0 comments

Cuma, Nisan 20, 2007 NE PARS, NE KİRAZ, NE OPERASYON Dikkat: Eğer henüz Osman Sınav'ın PARS filmini seyretmediyseniz, bu yazıyı okumak seyir zevkinize zarar verebilir. (Böyle bir uyarıdan sonra kaç kişi yazıyı okumayı bırakıyor, merak ediyorum doğrusu) *** "PARS - Kiraz Operasyonu" da bir sürü senaryosal hatadan mustarip bir film. En başta, filmin merkezini oluşturacak bir olay örgüsü hattı yok, ya da varla yok arası şeklinde var. Kahramanlar tam olarak ne istediklerini bilmiyorlar, bunları yeterince istemiyorlar, istedikleri şeyleri elde etmek için de doğru davranışları göstermiyorlar. Bunlar, filmin temelini oyan kusurlar. Bunun dışında sahnelerin önemli bir bölümü çok uzun. Ve bir çoğu kötü yazılmış. Diyaloglar da öyle. Bazı diyaloglar var ki, yüksek sesle gülmeden edemedim - ki ortada 23

komik bir durum ya da bir espri yoktu. O kadar kötü yazılmıştı. (Örn. ilk yarıdaki "Sen şimdi benimle gelmiyor musun?"lu diyaloğa bakınız.) Karakterler çok tutarsız - "ortada karakter namına bir şey yok" demenin kibarcası oluyor bu. Kardeşinin ölümünü hemen hiç takmayan biriyle karşı karşıyayız. Filmin çok geç bir bölümünde "inciting incident" (tetikleyici olay) olarak devreye giren kardeşin ölümü, kahramanımızı bir süre sonra hiç etkilemez oluyor. Kötü adamımız da yeterince kötü değil. Osman Sınav, bu kötü adamın devletle bağlantılarının olduğunu öğrenmemizin bizi dehşete düşürmesini bekliyor. Ama biz zaten bunu biliyoruz ki. Halihazırda cumhurbaşkanı olmaya çalışan başbakanı hakkında muazzam suç dosyaları olan bir ülke burası Osman Bey! Öyle, milletvekili, bakan kesmez bizi! "Şaka" bir yana (ne şakası yahu!), kötü adamın sadece bir iki kötülüğünü görmek bizi ondan soğutmaya yetmiyor. Kötü adamların kötülüğünü göstermeniz gerekiyor. Bizzat birilerinin canını hem de sebepsiz yere ya da çıkar için yaktığını görmeliyiz. (Çatır çatır adam öldüren Darth Vader'ı ya da Schindler'in Listesi'nde balkonundan yahudileri vuran yüzbaşıyı hatırlayınız). E, bunu görmeyince de onun kötülüğünden yeterince etkilenmiyoruz. İyi adamımızın, filmin büyük bir bölümün boyunca yapmak istediği net birşey yok. Genel olarak narkotik ile ilgileniyor. Hatta arada sırada saçmalıyor - çok önemli bir izleme esnasında izlemeyi bırakıp küçük bir uyuşturucu satıcısına sarması ve operasyonu tehlikeye atması, bir örnek. Hikayede ucu açık bırakılan ya da çok önemli olduğu halde sadece bir iki sözle geçiştirilen hikaye uçları var. Bankamatik'teki uyuşturucu haplara ne olduğu konusu, mesela. Ya da kahramanın kardeşinin cinayeti. Bir narkotik polisi, kardeşinin cinayetini bu kadar incelemeden mi bırakır? O gece ne yaptığını, nerede ve kimlerle olduğunu hemen araştırmaz mı? Bizimkisi bunu çok geç yapıyor. Ölen çocuğun kolyesi bile çok geç açılıyor. Neden? Yeterince açıklama yok, yazar öyle görmüş. Ama film bayağı aksıyor böyle şeylerden dolayı. Bu tür filmlerde seyirciyi etkileyen şeylerin başında, suçluların ve onları takip edenlerin kullandığı ileri teknolojidir. Zekice tasarlanmış aygıtlar, seyir zevkimize çeşni olur. Ama PARS'ta koskoca otel odasına tek bir dinleyici konuyor. Ya da Hollandalı kötü adamımız, filmin finaline doğru kahramanın evini ziyaret ederken, bastonunun içinden bir bıçak çıkartıyor. Ah ne yaratıcı, ne yaratıcı! Bir de, aksiyon filmlerinde genelde aksiyon olur. Filmin en başında bir tır sahnesi var, o kadar. Onun dışında ciddi bir aksiyon hatırlamıyorum. Filmin finali bile, anlaşılır nedenlerle kapalı bir mekanda, bir dağ evinde çekilmiş. Ama burada olan tek şey, bir araç patlaması ve kısa bir silahlı çatışma. Kötü adamlardan birinin cebinden (!) çıkardığı roketatar ise çok şık olmuş. *** Yazılacak çok şey daha var PARS hakkında. Ve hepsi de olumsuz şeyler. Senaryo yeterince işlenmemiş, üzerinde çalışılmamış, (çalışıldıktan sonra bu çıkıyorsa, daha da kötü), fazla uzun olmuş, yeterince ilginç değil, sahneleri çok uzun, karakterler yüzeysel, diyaloglar cidden kötü, sona doğru gittikçe artan bir heyecan yok. Osman Sınav bu haliyle Holywood'da nasıl çekecekti, ben anlamadım. PARS, B filmi bile olamayacak bir eser zira. posted by gezgin @ 10:57 PM

1 comments

FARKLI BİR ŞEY YAPIN! Bir çoğumuz "içimizden bir yerlerden" farklı bir şeyler yapmamız gerektiğini, özel bir şeylerin kendimizi farklı bir yerlerde beklediğini, ancak tam olarak adını henüz koyamadığımızı söylüyoruz. Biz, hemen hepimiz, kendimiz için doğru olan şeyin ne olduğunu bulmak ve onun peşinden gitmek istiyoruz. Bizim yaşam amacımız ne acaba? Hayatımızı ne yaparak kazanırsak, ne ile uğraşırsak daha mutlu oluruz, daha yararlı oluruz, daha güvenli oluruz, daha zengin oluruz, daha sevilen oluruz? Yeteneklerimiz, potansiyelimiz ne yana düşüyor? Diyorsunuz ki, "eğer ben radikal bir eylem yapacaksam, yani eğer iç sesimi dinleyeceksem, eğer teslim olacaksam yaşama, bunun bir karşılığı olmalı. Başarı garanti olmalı! Yolda zorluklar olmamalı. Acı artık ortadan kaybolmalı. Çabalamamalıyım! Her şey sadece benim isteğime göre gelişmeli." Peki, eğer gökten tam olarak ne yapmanız, nereye gitmeniz gerektiğinin talimatları zembille inse ve bu 24

talimatların arasında sadece parasız kalmayacağınızın değil, şimdiye kadar hayal ettiğinizden bile fazla kazanacağınızın garantisi olsa, kabul eder miydiniz? İşte bizim istediğimiz de böyle bir şey tutkumuzun peşinden gitmek denildiğinde. Duyun beni: KİMSE SİZE GARANTİLER VERMEYECEK! SEÇTİĞİNİZ YOLUN İSTEDİĞİNİZ YERE GİDİP GİTMEDİĞİNİ BİLEMEYECEKSİNİZ VE BU KÖTÜ BİR ŞEY DEĞİL! Garanti olan tek şey şu: Şu ana kadar yaptıklarınızı yaparsanız, şu ana kadar elde ettiklerinize ulaşacaksınız. Eğer farklı bir şey istiyorsanız, farklı bir şey yapın. neyi seçiyorsanız, ne olursa! İnsan ancak iki şekilde amaçlarına ulaşamaz. Ya öldüğünde, ya da vazgeçtiğinde. (Kaynak: "Cesur Sorular"; Dost Can Deniz; Hayat Yayınları; s: 260-2; fena halde kısaltan: gezgin) posted by gezgin @ 6:56 PM

1 comments

Perşembe, Nisan 19, 2007 SINAV'DA ÇAKMAK Dikkat: "Sınav" filmini henüz seyretmeyenlerin bu yazıyı okuması tavsiye olunmaz. Sınav'ın neden kötü bir film olduğu ile ilgili çok şey söylenebilir. Bunların başında tabii ki senaryosunun yetersizliği gelecektir. Sınav, uzun süresine rağmen "malzemesi" az bir film, tıpkı malzemesi az bir çorba gibi. Bunu gizlemek için de bir sürü gereksiz senaryo dolgu malzemesi ve görsel-kurgusalmüzikal yöntem kullanıyor. Sınav'ın en temel sorunu bu değil ama. En temel sorunu yapısal: "Sınav sorularını çalma fikri"nin hikayeye çok geç girmesi. Bu fikir, onu uygulamaya koyabilecek asıl kahraman olan Mert'e filmin 45. dakikasında açılıyor! Yani biz kırk beş dakika boyunca, serim ya da dolgu malzemesi seyrediyoruz. Filmde, filmin asıl konusu olması gereken ÖSS soygunu, çok geç karşımıza çıkıyor. Filmin ilk bir saati boyunca, gerçekten dişe dokunmayan iki soygun girişimi görüyoruz. (Michael Mann'ın "HEAT"inde de böyle bir sorun vardı, hatırlarsanız). Bu soygunlar yaratıcılıktan o kadar uzak ki, herhangi bir lisenin öğrencileri size bundan çok daha gelişmiş soygun deneyimlerini anlatabilir. Bu tür "aksiyon" sahnelerinde heyecanı yaratan temel unsur, kötü adamın yenilmez gibi görünen gücü ve yetenekleridir. Biz seyirciler olarak, (bilinçaltı düzeyimizde, hayatımızdaki aşılması imkansız sorunları temsil eden) bu yenilmez kötü adamın, kahramanımız tarafından (zeki ve yaratıcı bir biçimde) alt edilişini görmek isteriz. Ama Sınav'da ilk iki aşama (yani matematikçiden soruları çalmak ve soru bankasının sorularını çalmak) aslında hiç de zor işler değil. Öğrencilerin bu ikisinden sınav sorularını çalma gerekçeleri de inandırıcılıktan uzak. Gelelim ÖSS sorularının çalınmasına. İşte bu noktada gerçekten heyecanlanıyoruz. Her ne kadar filmin artık 2. saati içerisinde bayağı ilerlemiş olsak da, gösterilen hedef gerçekten de anlamlı, ilginç ve uğraşmaya değer bir şey. Ama burada da, kendisiyle az çok özdeşleşmiş olduğumuz kahramanlarımız, kahramanlıklarını bir başkasına ihale ediyorlar! Hem de kime: Jan Claude VAN DAMME. Hem de nasıl: Okul dışında çalışarak ve kendileri için önemli olan bazı eşyaları satarak biriktirdikleri parayla. 4 bin YTL'ye tuttukları hırsız, özel jeti ile geliyor. (Her ne kadar bu durum daha sonra Levent Lemi faktörü ile açıklanabilse de, filmin o aşamasında çok komik ve inandırıcılıktan uzak duruyor). "Çok ince planlanmış" bir soygunu gerçekleştirip (!) gidiyor. Senaryonun inandırıcılıktan en uzak noktalarından biriyle de burada karşılaşıyoruz: Meğersem Van Damme'ın öğrencilere verdiği sorular, geçen senenin sorularıymış. Bizden de buna inanmamız bekleniyor. Yahu, ÖSS'ye girecek her Allah'ın kulunun yaptığı ilk işlerden biri, önceki senenin sorularını çözmek, ve hatta hatmetmektir. Koskoca bir soygun planlayan bu zeki çocukların bunu fark etmemesi, akıl almaz geliyor tabii. Senaryonun sakat taraflarından biri de Okan Bayülgen tarafından canlandırılan Levent Lemi. Kendisi kopya çekerek okuldan mezun olmuş birinin daha sonra doğru yolu bularak - nasıl? belli değil öğrencilere doğru yolu öğretmeye kalkması, komik ("funny" değil de "ridiculous") olmuş. Başkalarına ahlak dersi veren birinin önce kendisinin ders verecek konumda olması beklenir değil mi? (Okan Bayülgen'in yetersiz oyunculuğunu, TV'deki performansına da sirayet etmiş olan "Ben bu ülkede ne yapsam tutar!" düşüncesi ile açıklayabiliyorum ancak.) Senaryoda, öğrenci-izleyicileri tavlayacak yan karakterler de yok değil. Güven Kıraç ve Hümeyra bu 25

konuda iyi iş çıkartıyorlar. Müzik öğretmeni ve rehberlik öğretmeni de öyle. Ama hikayenin temeli sağlam olmayınca, bu karakterler de havada kalıyor tabii. Filmin iki yerinde, iki tam şarkıyı video klip gibi izliyoruz. Hadi bunlardan biri filmin nispeten başlarında olduğu için kabul edilebilir bir şey. Ama ikincisi, filmin tam finalinde. Filmin en heyecanlı olması gereken yerinde. E, elinizde heyecan verici bir final olmazsa, olacağı da budur. Filmde sınava hazırlanan öğrenciler ile yarış atları arasında kurulan paralellik, ilk defasında hoş olmakla birlikte ikinci defasında (finale doğru) boş kalıyor. Aynı sahneleri tekrar izlettiriyorlar bize. Hatırlarsanız, McKee'nin bir sözü vardır: Senaryonuzun başı ve ortası ne kadar vasat olursa olsun, SONUNU İYİ BİTİRİN! Seyirci bir filmi değerlendirirken en çok finale bakar çünkü. Zira en çok finali hatırlar - "recency effect". Ama Sınav bunu yapamıyor. Mert'in annesinin ölümü ve çalınan soruların geçen seneye ait olduğunun fark edilmesi, bizde yeterince güçlü bir etki bırakmıyor. Sonuç olarak içeriği yeterince güçlü olmayan, sadece bazı anlarda eğlenceli olabilen, bunun dışında bir sürü mantık hatası ya da özensizlikten dolayı inandırıcılığını kaybeden bir film SINAV. Yani Sınav, seyirci sınavında çakıyor. Şunu da ekleyeyim: Filmin en sevdiğim yeri, başlangıçtaki rüya sahneleri oldu. Belli ki çok çalışılmış, iyi de uygulanmış. Ama filmin geri kalan bölümünde böyle bir özen ve yoğun çalışma görmek mümkün değil. İnşallah bir gün, "tamamı" çok çalışılmış ve iyi uygulanmış filmler de izleriz Sorak'tan. *** Yalnız, Sorak'ın affedilmez bir hatası var. O da, gerçekten kökten yanlış olan bir sistemi (ÖSS ve öğrencileri ona hazırlayan okul - dershane - aile üçgeni) eleştirme şansı var iken, son tahlilde SİSTEM'den yana tavır koyması ve ÖSS'yi savunması. Türk insanının bireysel potansiyelini tamamen hiçe sayan (bkz. Türk eğitim sisteminde aslında var olmayan Rehberlik uygulaması), sadece tek bir zekayı ölçen (bkz. Çoklu Zekalar - Howard Gardner), ve bunu da insanlık dışı bir süre içerisinde (3 saat) ve son derece yanlış bir biçimde (çoktan seçmeli sınav) yapan ÖSS, eleştirilmesi son derece doğru bir konu iken, Sorak bu "tehlikeli sularda" gezinmeyi tercih etmiyor. Ve çok yüzeysel bir ahlak anlayışına bağlı kalmak adına, yanlış bir sistemin savunusunu yapmış oluyor. Burada derin ahlaki tartışmalara girmeyeceğim. Sadece şu ipucunu vermekle yetineyim: İzlediğiniz soygun filmlerinin bir çoğu, örneğin "Ocean's Eleven", "Köpeklerin Günü", vb. gayri ahlaki bir tavrın yüceltilmesi değil, haksız zenginleşmenin ve gelir dağılımındaki adaletsizliğin eleştirilmesi amacını güder. Evet, soygun yapmak ahlaken yanlış bir şeydir, ama insanları sömürerek onların haklarını gaspetmek, daha yanlış bir şeydir. Sorak, eğer bu gerçeği kavramış olsaydı, "ne olursa olsun ahlaki davranış" deme yanlışına düşmez, yanlış bir sistemi değil, ruhları harap edilen gençleri savunurdu. *** Sonuç olarak da Sınav, bence, Türk sinema tarihinin kaçırımış fırsatlar "hall of fame"inde pek de nadide olmayan bir yere girip, araya karışacaktır. posted by gezgin @ 6:13 PM

4 comments

Pazar, Nisan 15, 2007 ŞERİATÇILAR NEDEN KAZANACAK? Çünkü şeriatçılar oyunun kuralını öğrendiler. Çünkü bu kuralları uygulamak için daha fazla çaba harcıyorlar. Ve arkalarında, 1400 yıllık bir geleneğin desteği var. Şimdi bu maddeleri teker teker inceleyelim: 1) Çünkü oyunun kuralını öğrendiler. Oyun nedir? Demokrasi. Demokrasi nedir? Vatandaşların oy vererek kendilerini yönetecek insanları seçmesi. Öyleyse bir partinin (yani belirli bir düşünce etrafında toplanmış bir grubun) iktidara gelebilmek için yapması gereken tek şey, olabildiğince çok sayıda insanı kendilerine oy vermeye ikna etmektir. Oyunun kuralı budur. Demokraside önemli olan, partinizin savunduğu inancın ne kadar doğru, faydalı, modern, vb. olduğu değildir. Demokraside önemli olan, sizi destekleyen insanların sayısının çok olmasıdır, ideolojiniz ne olursa olsun.

26

Bunun için, insanları sizi desteklemeye ikna etmeniz gerekir. Peki insanlar nasıl ikna olur. Konunun ayrıntılarını Mediacat'ten çıkan "İknanın Psikolojisi" adlı kitapta bulabilirsiniz - eğer hala okumadıysanız! Ama burada şunu söyleyeyim: nasıl iyi senaryo yazmanın, yaratıcılık kadar önemli olan ve denenip sınanmış teknikleri varsa, iknanın da bu tür teknikleri var. Ve bunları doğru kullananlar, eninde sonunda kitlelere ulaşıp onlara istediklerini yaptırabiliyorlar. Bu tekniklerin hepsini burada yazacak değilim. Sadece bir tanesinin üzerinde durmak istiyorum: KARŞILIK VERME PRENSİBİ. Bu prensibe göre insanlar, kendilerine bir iyilikte bulunan kişilere karşılık verme zorunluluğu hissederler. Bu çok ama çok güçlü bir sosyo-psikolojik dürtüdür. Biri size bir iyilik yaptığı zaman hissettiğiniz borçluluk duygusu, size yapılan iyiliğin maddi bedelini kat be kat aşan karşılıklar vermeye zorlar sizi. İşte Şeriatçılar, bu ilkeyi kullanıyorlar seçime hazırlanırken, seçmenlerini kendilerine bağlarken, yeni seçmenler kazanırken. Dikkat edin, Türkiye'nin her yerinde dinci partinin seçim hazırlıklarının ilk maddelerinden birini, insanlara dağıtılacak olan yiyecek, giysi, yakacak, vb.ler oluşturur. Hatta bu eylemleri seçim daha ufukta yokken yaparlar, ki seçim günü geldiğinde -ki elbet bir gün gelecektir o günellerinin altında çok sağlam bir seçmen kitlesi bulunsun. (Seçim alanlarında bedava döner dağıtan bir politikacının, bu kadar kısa sürede bu kadar çok oy toplaması, bu nedenle beni şaşırtmıyor). Bu teknik, özellikle ekonomik olarak sıkıntı içindeki büyük gruplarda çok etkili olur. Maslow'un ihtiyaçlar piramidinin daha birinci basamağında kalmış insanlara bir çuval patates verirsen, adamın hayır duası ile birlikte oyunu da alırsın. Hele bir de diğer partiler, kuru vaatten başka hiçbir şey vermiyorsa. Toplumun daha eğitimli ve zengin kesimleri bu tekniğe karşı biraz daha bağışıklık sahibidir, ama tamamen değil. Zira onlar, ihtiyaçlar piramidinin daha üst düzeyinden şeyler aldıklarında karşılık verirler. Yani karşılık prensibi, her düzeyde geçerlidir. Şeriatçılar, bir başka davranışsal tekniği de kullanıyorlar. Bu da ödül yoluyla insanların davranışlarını değiştirme tekniği. Davranışçı psikolojiyi biliyorsanız, ödül (ve ceza) yöntemiyle, hemen bütün canlıların davranışlarını şekillendirebildiğinizi öğrenmişsinizdir. Uygun şekilde ödül verildiğinde güvercinlere bile pin pon öğretebilirsiniz. Ödül beklentisi de (burada bilişsel psikoloji devreye girer) insanları belirli şekilde davranmaya iter. Yani bir yerden bir ödül geleceğini düşünün insanlar, belirli eylemlerde bulunmaya ikna edilebilirler. Ülkemizde her gün loto vb. oynayan milyonlarca insan, bu ikna mekanizmasının kurbanı olmaktadır. Siyasi partiler de, kendilerine oy vereceklere iş, vb. bulma gibi somut ödüller dağıtma vaadiyle seçmenleri etkilemeye çalışırlar. Ama bir kere iktidara geldikten sonra bu sözü yerine getirmeleri gerekir. Aksi takdirde bir sonraki seçimde avuçlarını yalayabilirler. Mevcut iktidar da bu yönde vaatlerde bulunmuş, ve özellikle de belediyeler vasıtasıyla kendi yandaşlarını ihya etmiştir. Yeni seçimde de daha fazla iş, ve hatta ev vaat etmektedirler. Oyunun (Demokrasinin) seçmenle ilgili kuralının dışında, bir de makroekonomik oyuncularla ilgili bir kuralı da var: Sırtını her zaman zenginlere (ve medyaya) dayayacaksın. Sen onları ihya edersen, onlar da seni ihya eder. Sevgili zenginlerimizin alenen TV'lere çıkıp "Şeriatçıları destekliyoruz, zira bize deli gibi para kazandırıyorlar" demeleri, bunun en güzel kanıtıdır. Güler Sabancı tabii ki tam bu kelimeleri söylemiyor, ama söylediği tam olarak bu anlama geliyor: "Ülkemiz psikolojik olarak, kültürel olarak, kimlik olarak tam bir yok oluş içerisinde, ama biz bu arada deli gibi para kazanıyoruz. Bu nedenle de Şeriatçıları destekliyoruz" diyor. Kendisine (ve benzerlerine) sorarsanız, "Ne yok oluşu canım!" derler, "Herşey güllük gülistanlık." "Kendini Kandırmanın Psikolojisi" yazısında yazdığım, "İnsan zihni mutlu olmak ile gerçekleri öğrenmek arasında seçim yapmak zorunda kaldığında mutlu olmayı tercih eder ve gerçekleri çarpıtır" kuralını şıppadanak uygularlar. Oyunun bir başka kuralı da, Amerika'nın desteğini almaktır. Amerika'nın desteği olmadan, Türkiye'de iktidara gelmek ya da uzun süre iktidarda kalmak mümkün değildir. Bu kadar büyük dış borçla, bu kadar büyük askeri bağlantılarla, böyle bir iktidara geliş hayal dahi edilemez. Şeriatçılar da gittiler, Amerikadan icazet aldılar ve iktidar oldular. Özetlemek gerekirse, şeriatçılar bu ülkede iktidar olmanın kurallarını iyi öğrenmişler, ve bunları da çatır çatır uyguluyorlar. Darısı, kendilerine oy verdiğimiz ama iktidar olmayı bir türlü başaramayan, zira işin kurallarını bilmeyen diğer partilerin başına... 2) Şeriatçıların kazanacak olmasının temel nedenlerinden biri de, politika ile dini inançlarını örtüştürerek, politikayı hayatın bir parçası haline getirmeleridir. Daha doğrusu, gündelik hayatlarının bir parçası olan din ile politikayı özdeşleştirmeyi başarıp, politikayı gündelik bir uğraşa dönüştürmeleridir. Şeriatçılar için politik eylemlerde bulunmak, seçimden seçime yapılan bir şey değildir. Her gün yapılan bir 27

şeydir. İbadetlerinin, ve sevap kazanma süreçlerini bir parçasıdır artık. Ödül ve ceza yöntemi, binlerce yıldır kullanılan bir davranış değiştirme yöntemidir. Dini inançların (özellikle de İslam'ın) merkezinde, çok yalın bir ödül - ceza sistemi vardır. İyi şeyler yaparsan cennete gidersin (ödüllendirilirsin), kötü şeyler yaparsan da cehennemi boylarsın (cezalandırılırsın). Şeriatçı politikacıların başarısının bir bölümü, politikayı "dini bir misyon olarak" yaptıklarını ileri sürmelerinden ileri gelir. Yani, aslında paraya ve güce hakim olma çabasından başka bir şey olmayan politikayı, "Allah rızası" için yaptıklarını söylemeleri ve büyük kitleleri de buna inandırmalarıdır. Bunun sonucunda da bir çok insan, "Şeriatçı politikacılar için çalışmak = Allah için çalışmak" gibi bir denklik kurmakta ve ister istemez bu politikacıların neferleri haline gelmektedir. Peki bunun sonucu ne olmuştur? Şeriatçı parti şubelerinin gece yarılarına, hatta sabahlara kadar çalışması, kendi üye tabanlarını genişletmek için bıkıp usanmadan uğraşmaları, kendi üyelerinden oy verme çağına gelmişlerin çok iyi organize edilmesi, sandık başlarında çok iyi örgütlenmeleri... Siz sayın artık. Şurası matematik bir gerçektir. Şeriatçı partinin üyeleri, iktidara talip olan diğer partilerden iki üç kat daha fazla çalışmaktadır. Ne demişler: Çalışan kazanır, elması ... 3) Şeriatçı partinin insanlara ulaşmak için kullandığı söylem, insanların günlük hayatlarında hali hazırda çok yoğun olarak kullandığı bir söylemdir: Din söylemi. Yani şeriatçılar, insanlarla iletişim kurarken, onların zihinlerinde yeni zihinsel kavramlar oluşturmaya çalışmıyorlar. Yaklaşık bin yıldır var olan (ve çoğu duygu kökenli) kavramları kullanıyorlar. Bu da kendilerini çok iyi iletişimciler yapıyor. Dertlerini olabildiğince az kayıpla anlatıyorlar ve insanlardan da istedikleri tepkiyi almayı başarıyorlar. Hele bizim milletimizin duygusal bir kültüre sahip olduğu düşünülürse, yerleşik ve duygusal kavramları kullanmanın ne kadar etkili olacağı kolaylıkla tahmin edilebilir. Diğer partiler (özellikle de solcular) ise, insanların büyük bir bölümüne (i.e asıl oy kaynağına) yabancı (laiklik, çağdaşlık, vb.) ve çoğu zihinsel olan kavramlar kullanarak insanlara dertlerini anlatmaya, onları etkilemeye, kendilerine oy verdirmeye çalışıyorlar. Ve genelde de başarısız oluyorlar. Onların derdini anlayanların sayısı ise onları tek başına iktidara taşımaya yetecek kadar değil. *** Yukarıda anlattıklarım, Şeriatçıların neden iktidar olduğunu ve neden iktidar kaldığını açıklayan temel nedenler. Bunların dışında başka nedenler de var tabii: Diğer partilerin yaptığı hatalar (kendi aralarında bölünmek gibi), gösterdikleri zayıflıklar (karizmasız liderler seçme eğilimi gibi), tembellikler (sadece seçimden seçime kımıldanmak gibi)... Bunlar tabii ki şeriatçıların ekmeğine yağ sürüyor. Şeriatçıların kararsızları etkilemek için yürüttükleri gri propaganda (Mustafa Kemal'le ilgili, laiklikle ilgili, vb.) etkili oluyor. Ekonomik olarak sıkıntıda olan gençleri alıp onları yetiştirmeleri de kendilerine yeni seçmenler kazandırıyor (Karşılık Prensibi burada da geçerli: Ben seni yetirştirdim, sen benim istediğim partiye oy vereceksin). Şeriatçılar aynı zamanda mazlum psikolojisini de çok iyi kullanıyor. Başörtüsü yasağı (neden hala bu yasak kalkmadı zannediyorsunuz. Bu yasağı kaldırmak, altın yumurtlayan tavuğu kesmekten farksız olurdu onlar için), mevcut başbakanın bir şiirden dolayı hapis yatmış olması ve Halkçı Parti'nin geçmişteki bazı uygulamalarının zulüm olarak cahil kitlelere yutturulması, bu insanların daha da militanlaşmasına neden oluyor. Şeriatçılar, özellikle yerel yönetimlerden aldıkları maddi güçleri, dini pratiklerle birleştirerek kendi seçmen tabanlarını sağlamlaştırıyorlar: İftar çadırları, özel bayram uygulamaları (sirkler, bedava otobüsler, vb) hep kendilerine oy olarak geri dönen şeyler (CHP'den Mustafa Sarıgül de benzer uygulamalar sayesinde, CHP'nin rüyasında bile göremeyeceği oranlarda oylar kazanıyor). Dernekler vasıtasıyla yürüttükleri faaliyetler de öyle. "Deniz Feneri" programı bile, yayınlandığı kanal itibariyle, aynı cephenin lehine çalışıyor. *** İşin ilginç (belki de hiç ilginç olmayan) yani ise, diğer partilerin kurallara bu kadar hakim olmayıp, bu kadar çalışmayıp, ve içinden çıktıkları topluma bu kadar yabancı kalıp hala iktidar olacaklarını iddia edebilmeleri. Koskoca profesörlerin, bakanlık yapmış karakterlerin TV'lere çıkıp, yukarıda anlattığım nedenleri hiçe sayan propaganda faaliyetlerini görünce, içim acıyor. Toplumlar, galiba gerçekten de hak ettikleri yöneticiler tarafından yönetiliyorlar.

28

*** Bu yazının amacı, okuyucuların moralini bozmak değil. Sadece, şeriatçıların neden ve nasıl başımıza geldiğini, ve neden bir süre daha orada kalacaklarını göstermek. Ne zamana kadar mı başımızdalar? Diğer partilerden biri (umalım ki aklı başında bir parti olsun bu), bu teknikleri keşfedip uygulayana kadar. posted by gezgin @ 6:37 PM

12 comments

Cuma, Nisan 13, 2007 MERAKLILARA... Kim olduğum, anladığım kadarıyla okurlarımın en merak ettiği konulardan biri. Sebebini de çok iyi anlayabiliyorum. İnsan zihninin "tamamlama" ("closure") eğiliminden kaynaklanan bir şey. Tamam. Ama ben bu kadar yazı ile (1 milyon karakteri devirmişiz arkadaşlar, az değil, yaklaşık 2-3 kitap eder), sanırım kim olduğum konusunun o kadar önemli olmadığını gösterdiğimi düşünüyorum. Eğer bir aksilik olmazsa, kim olduğumu asla ama asla öğrenmeyeceksiniz. Hatta öğrenmemeniz gerekiyor. Bu yazıların var olabilmesi ile benim kim olduğumu öğrenmeniz, birbiriyle çelişen şeyler. Yani ben varsam yazılar yok, yazılar varsa ben yokum. Kural bu. İşin kötüsü, bu konuda bir seçme hakkınız da yok. Yazıları okumayı tercih edip etmemekten başka. Ama seçme şansınız olsaydı, herhalde yazıları okumaya devam etmeyi tercih ederdiniz. Değil mi? posted by gezgin @ 12:05 PM

6 comments

PIXAR TARZI HİKAYE ANLATMAK PIXAR'ın kim olduğunu söylemeye gerek var mı? Olabilir: Oyuncak Hikayesi 1 - 2, Sevimli Canavarlar, Bir Böceğin Yaşamı, İnanılmaz Aile, Kayıp Balık Nemo, ve Arabalar filmlerini yaratan animasyon stüdyosu. Ama PIXAR sadece bir animasyon stüdyosu değil. Aynı zamanda son derece kendilerine has bir hikaye anlatma tarzları da var. "Bana ne, ben animasyon sevmem zaten" diyebilirsiniz (ki büyük bir kayıp olur), ama bu filmlerin hepsinin, tüm zamanların en çok iş yapan filmleri arasında yer aldığını söylemek biraz dikkatinizi çekebilir. İnanmayan IMDB'nin "All-Time Worldwide Boxoffice" sayfasını incelesin. Neyse, bu adamlar (PIXAR'ın başındakiler) geçtiğimiz sonbaharda (Ekim 2006) Los Angeles'taki Screenwriting EXPO 5'te (yaa, duy da inanma, Senaristler Fuarı gibi birşey!) bir gün boyunca ard arda konferanslar verdiler. En sonuncusunda da bütün PIXAR ağır topları birlikte çıktı sahneye. İşte aşağıda bu konuşmalardan derlenmiş bazı notlar: * Tıpkı bir fıkra anlatırken olduğu gibi, hikaye anlatıcılığı da hikayenizin nereye gittiğini bilmenizi gerektirir. Fıkranın en vurucu cümlesini bilmeniz gerektiği gibi, hikayenizin de sonucunu, amacını bilmeniz gerekir. Ama bu noktaya giderken önemli olan, ne söylediğinizden çok bunu nasıl söylediğinizdir. * Hikaye yazma süreci, karman çorman birşeydir. Burada oyunlar oynamanız ve keşfe çıkmanız gerekir. İlk müsvedde sadece bir başlangıçtır ve genelde de kötüdür. Kendinizi emniyette hissetmeniz ve hatalar yapma konusunda istekli olmanız - sonra da bunları düzeltmeniz - gerekir. İyi hikaye yazmanın yolu, yeniden yazmaktan geçer. Andrew Stanton: "Olabildiğince kısa sürede hata yapın" diyor. Fikirlerinizi sayfalara taşıyın. Gerçek altın daha sonra ortaya çıkacaktır. * Hikaye yazmak, karakter yaratmaktan ibarettir. Karakter yaratırken, çeşitli karmaşık yönleri olan tam bir insan yanılsaması yaratıyorsunuz. Bir keresinde Mr. Roberts şöyle demişti: Kişisel hikayesini duyduğunuzda sevemeyeceğiniz insan yoktur. Drama, beklentinin belirsizlikle birleşmesinden doğar. İyi hikayeler her zaman seyircinin, hikayedeki karakterleri önemsemesini ve onlar için endişelenmesini sağlar. Bu nedenle bir sanatçı olarak dışarı çıkıp bir sürü farklı insanla tanışmanız elzemdir. Brad Bird'in de söylediği gibi "Eğer kendiniz bir hayat yaşamadıysanız, bir yaşam yanılsaması (yani hikaye) yaratamazsınız." * PIXAR liderlerinin bazı prensipleri var. Öncelikle kendilerinin de seyretmek istedikleri filmler yapıyorlar. Önce sinema seyircisi, sonra sinemacılar. Hikaye formüllerinden uzak duruyorlar. Yazma süreci esnasında bir formül ortaya çıkarsa onu terk ediyorlar. PIXARcılara göre animasyon bir ortamdır 29

(medium), bir tür değil. Orijinal olmaya çalışıyorlar. Yazarların hikayelerini keşfederken, kendilerinin yaratıcı açıdan güvenli bir ortamda olmak zoruda olduklarını biliyorlar. * Andrew Stanton'dan bir kaç öneri: Kahramanınızla duygudaşlık (empati) kurun, onun bütün motivasyonlarını sevmeseniz bile (Örneğin "Oyuncak Hikayesi"nde Woody bencilce niyetlerini yardımseverlik maskesi altında saklıyordu). / Her kahramanın çok net amaçları olmalıdır ve bunlar birbirleriyle çelişmelidir. / Söyleyecek birşeyiniz olsun. Bu ille de bir mesaj olmak zorunda değil. Ama bir perspektif, tecrübi bir gerçek sunun. / Hikayenizin özünü özet olarak içeren anahtar nitelikli bir imgeniz olsun. Örneğin Kayıp Balık Nemo'da bu, baba Marlin'in, köpekbalığı saldırısından sonra yuvada kalmış tek yumurtaya baktığı görüntüdür. / Hikayenizi ve onun kurallarını bilin (Sevimli Canavarlarda olduğu gibi) / Hikayenizin özü, dış değil iç çatışmalar üzerinde olmalıdır. / Flashback'lere hayır deyin! * Bir hikayeyi geliştirmek, arkeolojik bir kazı yapmak gibidir. Hikayenizin gömülü olduğunu düşündüğünüz bir yer seçin ve onu bulana kadar kazmaya devam edin. *** PIXAR'ın en büyük özelliklerinin başında, gerçek bir ekip olarak çalışmaları geliyor. Yani yazar toplantısında insanlar kendi egolarını bir kenara bırakıp ortadaki fikri geliştirmek için ellerinden geleni yapıyorlar. Birbirlerini besleyerek hikayelerini geliştiriyorlar. Yaratıcı süreç esnasında komik ya da aptalca denebilecek hatalar yapmaktan çekinmiyorlar. Zira yaratıcı fikir, genelde en aptalca ya da komik fikrin bir santim daha düzgün duranıdır genelde. Bunu bildiklerinden o alanlarda gezinmekten çekinmiyorlar. posted by gezgin @ 11:59 AM

2 comments

Salı, Nisan 03, 2007 PARS FRAGMANI Geçen akşam PARS filminin (O. Sınav'ın yeni aksiyon filmi) fragmanını izledim. Ve fragman bittiğinde filme gitmemeye karar verdim. Genelde fragmanların, bunun tersi bir etki yaratması beklenir değil mi? PARS ise bende filme gitmeme isteği uyandırdı. Niye? Çünkü neredeyse filmin tamamından bölümler gösterdiler! Azıcık akıllı bir seyirci, bu fragmana bakarak filmin neye benzediğini, sonunun ne olduğunu tahmin edebilir. O kadar çok çekim ("cut") var ki fragmanda... Üşenmeyen otursun saysın. Bir fragmanda bu kadar çok bilgi verilmez. Fragmanın amacı filmin bazı (HER değil) önemli sahnelerinden, merak uyandırıcı bir kolaj sunmaktır. Burada "az aslında daha çoktur" ("less is more") felsefesi geçerlidir. Bizde ise filmdeki BÜTÜN ÖNEMLİ SAHNELER'den bir şeyler konulur fragmana. Ve filmi izlemenize neredeyse gerek kalmaz. Fragman hazırlamak, ayrı bir eğitim işi. Film çekmekten ve kurgulamaktan çok farklı bir mantığı var. Burada az bilgi ile çok merak uyandırma çabası söz konusu. Yani insanlar filmin en başında bir iki dakikalık bir şey izleyecekler, sonra film bittikten sonra bile o fragmanı hatırlayacaklar. Yani o kadar etkili olmalı fragman. Ama işte bu etki, ne kadar çok ilginç görüntü koyarsan o kadar büyük olmuyor. Böyle bir tavır fena halde geri tepiyor. Aşırı makyaj yapmış, bulduğu her takıyı takmış, fazla dekolteli kadınlara benziyor bu fragmanlar: Güzelden çok komik, hatta itici, hiç merak uyandırmayan şeyler... *** Nacizane tavsiyem, internette eski filmlerin fragmanlarını bulun. Olmadı APPLE - Quicktime'ın web sitesine gidip izleyin. Ya da bilgisayar dergilerindeki fragmanları (artık HD formatında veriyorlar) seyredin. Hem de tekrar tekrar. Bu işi öğrenmenin ilk adımı, bunları çok seyretmek, nasıl yapıldıklarını çok iyi analiz etmek. Unutmayın, her türlü öğrenme, önce TAKLİT ile başlar. İnsan, oradan yola çıkarak zaman içinde kendi sesini bulur. İyiyi taklit etmekte bir sakınca da yoktur... *** Gülmek isteyenlere: Fragmanlardaki o derin, davudi sesle nasıl dalga geçildiğini görmek için ŞU LİNKE bakınız. posted by gezgin @ 4:48 PM 0 comments 30

Perşembe, Mart 29, 2007 KENDİNİ KANDIRMANIN PSİKOLOJİSİ İnsan zihninin iki temel eğilimi vardır. Bu iki temel eğilim, zihne giren ya da zihinde var olan verilerin yorumlanış şeklini büyük oranda etkiler. Bu eğilimler, 1) Kendini iyi hissetmek, 2) Gerçeği öğrenmektir. Herkes kendini iyi hissetmek, mutlu olmak ister. Bu, hayattaki en temel güdümüzdür. Vaktimizin ve enerjimizin büyük bir bölümünü, mutlu olma arayışı için harcarız. En büyük mutluluklar, temel ihtiyaçlarımız karşılandığında yaşanır. Uzun süre aç kaldıktan sonra yenen yemek, susuzluktan dilimiz damağımıza yapıştığında içilen su, soğuk ve karlı bir kış günü uzun süre dışarıda kaldıktan sonra girilen sobalı bir ev, sıcak bir yaz günün yenen buz gibi bir dondurma... Bize hep mutluluk verir. Temel ihtiyaçlarımız karşılandıktan sonra, daha üst düzeydeki ihtiyaçlarımızın - sevgi, saygı, ait olma, entellektüel, estetik, dinsel ihtiyaçlar - karşılanması arayışına gireriz (bkz. Maslow'un İhtiyaçlar Piramidi). Bunlar bedensel ihtiyaçların karşılanması ile gelen mutluluklar. Bir de zihinsel ihtiyaçlar var. Nedir bunlar? Kendimizin iyi birer insan olduğunu, yetenekli, zeki, irade sahibi, dürüst, çalışkan, vb. olduğunu görmek, düşünmektir. Bu nedenle bir sorunu çözdüğümüz zaman kendimizle gurur duyarız. Bir irade gösterdiğimiz zaman, kendimize olan güvenimiz artar. Kısacası, çeşitli zihinsel (ruhsal) olumlu özelliklere sahip olmak, ve sahip olduğumuzu görmek/hissetmek/duymak isteriz. Adeta, mutlu olmaya programlanmış robotlar gibiyizdir. (Bu nedenle "Hayatın anlamı ne?" diyen insanlara şaşıyorum: "Hayatın anlamı yaşamak ve genlerinin -ve eğer inanıyorsan, ruhunun- sana emrettiği şeyleri yapmaktır, a be şaşkın!") *** İnsan zihninin bir diğer eğilimi de, çevremiz ve kendimiz hakkındaki gerçekleri öğrenmektir. Bu da büyük bir ihtimalle, öğrenen organizmaların hayatta kalma olasılığının daha fazla olmasından kaynaklanan, evrimsel bir durumdur. Yani evrim, öğrenen organizmaların hayatta kalmasına izin vermiş, öğrenemeyenleri elemiş, ya da köşe bucağa itmiştir. Anlaşılacağı üzere çevreleri hakkında bilgi toplayan ve bu bilgileri saklayan organizmalar, bunu yapamayan organizmalar karşısında evrimsel avantajlar yakalamıştır. Birinci grup yaşamayı (ve genlerini aktarmayı) sürdürürken ikinci grup yeryüzünden silinip gitmiş, ya da bu üst grubun avı haline gelmiştir. İnsan sadece çevresi hakkında değil, kendisi hakkında da gerçekleri öğrenmek ister. Bu bilgi de hayatta kalmamız/başarılı olmamız için son derece elzemdir. Eğer kendimizi iyi tanırsak, yeteneklerimizi, avantajlarımızı, üstünlüklerimizi iyi bilirsek, hayatta başarılı olma, istediklerimizi elde etme olasılığımız artar. Ayrıca zayıflıklarımızı öğrenmek de bizim için bir artıdır. Zayıflığının farkında olmayan bir insan, hayatın zor koşulları tarafından eninde sonunda alt edilecek bir insandır. Yine de insanın kendisindeki kusurları, eksiklikleri, zayıflıkları bulması, görmesi, kabul etmesi dünyanın belki de en zor işlerinden biridir. Hiçkimse kendisinin yeterince zeki olmadığını, yeterince yetenekli olmadığını, çeşitli karakter kusurlarının bulunduğunu duymak istemez. Zira insan benliği (egosu) çok kırılgandır. Bu nedenle bir çok insan, kendi iç dünyasındaki bu kırılganlığı ve kusurları örtmek için dışarıya karşı son derece güçlü/zeki/yetenekli bir görünüm (maske) yansıtır. *** Peki, bu iki eğilim, yani mutlu olma ve gerçekleri öğrenme isteği, birbiri ile çelişirse / çatışırsa ne yaparız? Yani, kendini iyi hissetme eğilimi ile gerçekleri öğrenme eğilimi çelişirse ne olur? Burada, bağlanma ("commitment") kavramından biraz bahsetmek gerekiyor. Şu örneğe bir bakalım: Bir hipodromda, bahisçiler arasında bir araştırma yapılmış. Bahisçiler, paralarını henüz belirli bir ata yatırmadan önce ve sonra incelenmiş. Bulgular son derece ilginç: insanların, parayı yatırdıktan sonra o atın kazanacağına karşı duydukları inanç, yatırmadan önceki inançlarından çok daha fazlaymış. Bu iki durum arasındaki tek fark, parayı yatırmış olmaları, yani bahisçilerin o ata artık bağlanmaları ("commitment"). Yani bahisçiler bu arada o atın kazanacağına dair fazladan bir bilgi vb. almış değiller. Sadece parayı yatırma, yani kendilerinden bir şeyi (para) o ata bağlama eylemi, o ata olan inançlarını 31

artırmış. Ne var bunda? diyebilirsiniz. Demeyin. Bu (ve benzeri yüzlerce) deneyin ortaya koyduğu ilginç bir durum söz konusu insan zihnine dair: Bir insan, bir şeye bağlandığı zaman, o şey için belirli bir zaman/para/emek harcadığı zaman, o şeyin değeri o kişinin gözünde daha da büyür. Yani elde etmesi zor olan şeylerin bizim için değeri büyüktür, bir anlamda. O şeyin asli/gerçek değeri fazla olmasa bile, bize yine de çok değerliymiş gibi gelir. Bir başka örnek daha: Bir grup üniversite öğrencisine, cinsellikle ilgili bir konferans verileceği ve bu konferansa katılmaları söylenmiş. Birinci gruptaki öğrencilerden, bu konferansa katılabilmek için çok zor bazı ön koşulları yerine getirmeleri istenmiş. Bu öğrenciler uzun mülakatlara, testlere, vb. tabi tutulmuşlar. İkinci grup öğrenciden de bazı ön koşulları yerine getirmeleri istenmiş ama bu ön koşullar ilk grubunkiler kadar ağır değilmiş. Üçüncü grup öğrenciden ise hiçbir şey yapmaları istenmemiş. Araştırmacılar daha sonra bu öğrencileri, son derece sıkıcı bir cinsellik konferansına sokmuşlar. Yani konferansın sıkıcı olması için ellerinden gelen herşeyi yapmışlar. Konferans çıkışında da bu öğrencilere, konferansı nasıl buldukları sorulmuş. Sonuçlar çok ilginç. Konferansa hiçbir koşulu yerini getirmeden, elini kolunu sallaya sallaya girenler (üçüncü grup), konferansı çok sıkıcı bulmuşlar. İkinci grup, konferansı biraz ilginç bulurken, birici gruptakiler konferansın son derece güzel ve aydınlatıcı olduğunu söylemişler! Bu ilginç durumu da bağlanma kuramıyla açıklayabiliriz. Burada birinci gruptaki öğrenciler, konferansa girebilmek için çok büyük emek ve zaman harcamışlardır. Bu nedenle, girdikleri konferansın çok değerli olduğunu düşünmüşleridir. *** Peki ama neden? Yani bir insan, neden zaman/para/emek harcadığı şeyleri, olduğundan daha değerli görme eğilimi gösterir? Bunu da "bilişsel uyumsuzluk" ("cognitive dissonance") kuramı ile açıklıyor psikologlar, ve iyi ediyorlar. Bilişsel uyumsuzluk kısaca şöyle diyor: Zihinde, birbiriyle çelişen iki düşünce, iki bilgi varsa, zihin bunlardan, kendisini iyi hissetmesini sağlayacak olana ağırlık verir, onu kayırır; ve diğerini de görmezden gelir, ya da görmezden gelinemeyecek kadar büyük ve bariz bir şey ise, kendisini iyi hisstemesini sağlayacak şekilde bu bilgiyi çarpıtır. Cinsellikle ilgili konferansa katılan öğrenciler örneğine dönelim. Bu deneyde, birinci gruptaki (yani konferansa katılmak için bin bir türlü zahmete katlanan) öğrenciler şöyle bir durumla karşı karşıyadırlar: Bu konferansa katılmak için o kadar zahmete girmişlerdir ama konferans son derece sıkıcıdır/önemsizdir/değersizdir. Burada bir çelişki var. Yani bu gruptaki öğrenciler, zihinsel bir uyumsuzluk yaşıyorlar: "Ben bu konferansa katılmak için o kadar ter döktüm, ama konferans berbat çıktı. Ben aptal mıyım?" İşte bu durumda insan zihni, yazının en başında bahsettiğimiz iki eğilimden (gerçeği öğrenmek ve kendini iyi hissetmek) "kendini iyi hissetmek"i tercih ediyor ve "Hayır, benim gibi akıllı birisi aptalca bir şey yapmaz. Öyleyse bu konferans son derece önemlidir" şeklinde, gerçeği çarpıtmak pahasına bir yorum yapıyor. Hiç kimse kendisinin aptal olduğunu kabul edemeyeceğine göre, yaptığı tercihin doğru olduğu sonucuna varıyor. (Bu değerlendirmelerin bilinçaltı düzeyde gerçekleştiğini, yani bu sürecin farkında olmadığımızı söylememe bilmem gerek var mı? Yok.) Bahisçilere de bir göz atalım. Bahisçi de, belirli bir ata parasını yatırdıktan sonra, o atın kazanacağına daha fazla inanmaktadır. Neden? Hiçkimsenin (özellikle de bahisçilerin) "Ben kaybedecek ata oynayacak kadar aptalım" diyeceğini düşünmüyorsunuz herhalde. "Ben, kazanacak ata paramı yatıracak kadar akıllıyım" düşüncesi, insanları o atla ilgili değerlendirmelerini değiştirmektedir. Sanırım ne demek istediğimi anladınız. Yine de özetleyeyim: İnsanlar, belirli bir emek/para/zaman harcadıkları şeyleri değerli bulma eğilimindedirler. Bu şey ASLINDA ne kadar boş, anlamsız, değersiz, olsa bile. Bunun nedeni de, kendilerinin bu şeyi yapacak kadar aptal (ya da ....; sıfatı siz koyun) olduklarını kabul edemeyecek olmalarıdır. İnsan zihni, gerçek arayışı ile kendini iyi hissetme eğilimleri arasındaki bir çatışmada, kendini iyi hissetmeyi tercih eder ve hiç farkında olmadan gerçekleri çarpıtma eğilimindedir.

32

*** Diyelim ki belirli bir siyasi görüşe sahipsiniz. Örneğin, kronik solcusunuz diyelim. Ya da fanatik - ama harbi fanatik - bir dincisiniz. Ya da sıkı bir liberal. Sahip olduğunuz bu siyasi / dini / ekonomik görüş sizi tanımlıyor, kendinizi değerli, anlamlı, işe yarar biri gibi hissetmenizi sağlıyor. Sizi mutlu ediyor. Dünyadaki yerinizi belli ediyor. (Bu, yani insanlara dünya üzerinde belirli bir duruş, belirli koordinatlar vermek, sanıldığından çok daha güçlü ve değerli bir şeydir, ha. Sakın küçümsemeyin.) Ve yine diyelim ki çevrenizde, sizin siyasi / dini / ekonomik görüşlerinizin "yanlış" olabileceğine dair bazı verilerle karşılaşıyorsunuz. Örneğin solcu söylemlerin çağı yakalayamadığına dair sözler duyuyorsunuz. Kendinizi 30 yıl önceki sloganları tekrarlarken buluyorsunuz hep. Ya da (Türkiye'den örnek verelim) 12 Eylül öncesinde, sizin tuttuğunuz tarafın, yaşanan kargaşada en az karşı taraf kadar sorumluluk sahibi olduğunu birileri söylüyor. Yani o kadar eleştirdiğiniz darbenin en has davetçilerinden birisiniz aslında. Ya da samimi bir biçimde bağlandığınız dini görüşe sahip ülkeler, dünya üzerindeki en sefil, en barbar ülkeler gibi görünüyor. Hayatınızı kolaylaştıran icatlar ya da hukuksal uygulamalar hep "kafir" insanların ülkelerinden geliyor. Ve bu durumu da bir türlü açıklayamıyorsunuz, çünkü en doğru inanç sizinkiyse, nasıl olur da "yanlış şeylere inanan insanlar" teknolojik olarak bu kadar ileri, ekonomik olarak bu kadar güçlü olabilir? Ya da liberalizme gönülden inanıyorsunuz diyelim. Ama ülkeniz ve hatta dünya gittikçe liberalleşirken, etrafınızda sürekli artan bir sefalet görüyorsunuz. Liberalizmi en katı haliyle uygulayan ülkelerin çevreyi en çok kirleten, iklimleri en çok bozan, kısacası dünyayı yok oluşa sürükleyen ülkeler olduğunu da görüyorsunuz. İklimler her geçen sene biraz daha bozuluyor, sosyal adaletsizlik ve suç oranları, dehşetengiz boyutlara ulaşıyor. Liberalizm bütün bunlara nasıl çare olamaz? Ya da aşırı sayılabilecek milliyetçi görüşleriniz var (yine 12 Eylül öncesindeyiz). Bu uğurda ölmeyi ve öldürmeyi göze almışsınız. Ama bir sorun var: size düşman olarak gösterilen insanlar, yani solcular, yine sizin ülkenizin evlatları. İşin kötüsü, onlar da vatanları için mücadele verdiklerini söylüyorlar. Ve peşinde koştukları idealler (eşitlik, özgürlük, sömürüye direniş) de aslında akla ve vicdana hiç ters gelmiyor. Ve hatta bu insanlar sizinle aynı mahalleden, aynı sokaktan, belki de çocukken birlikte oyun oynadığınız, özünde kötü olmadıklarını bildiğiniz insanlar. Ama bu insanlarla mücadele etmek zorundasınız, size böyle söyleniyor, inançlarınız size bunu emrediyor, çevrenizdeki insanlar da böyle yapıyor. Alın size, zihinsel uyumsuzluk ("cognitive dissonace") yaşayan dört kişinin zihin halleri... Sizce bu uyumsuzluk durumundan nasıl çıkılır dersiniz? Bir yanda kendini iyi hissetmenizi sağlayan bir düşünce veya inanç, diğer yanda da bu düşünce ya da inancın kısmen ya da tamamen yanlış olabileceğine dair gerçekler. Zihniniz bu çelişkileri nasıl çözer? Ben söyleyeyim: Böyle bir durumda zihin, sizi rahatsız eden gerçekleri, kendinizi iyi hissetme lehine "bozar, saptırır, yanlış yorumlar, ya da yok sayar". Yani zihin, "kendi mutluluğum mu, yoksa gerçekler mi?" ikileminde kaldığında, kendi mutluluğunu seçer ve bu durumu devam ettirmek için gerçekleri saptırmayı tercih eder. Açarsak: Solcu şahıs, ömrünün en güzel günlerini işlevsiz, hatta belki de darbeye yol açan bir ideolojinin peşinde harcadığını kabul edemeyeceği için, gerçekleri görmezden gelecek, ve hatta onları çarpıtacaktır. 12 Eylül öncesinde, kendileri o şekilde davranmaya itilmişlerdir. Kendi davranışları tamamen doğru ve haklıdır. Onlar sadece kendilerine yapılanlara tepki vermişlerdir. Olanlarda hiçbir sorumlulukları yoktur. Fanatik dinci de yukarıda bahsettiğim çelişkiyi çözemeyecek, suçu başkalarına atmakta bulacaktır. Bazı gizli örgütlenmelerin (örn. Siyonistler) kendilerinin gelişmesine engel olmak için ellerinden geleni yaptığını iddia eder. Diğer tarikatlar da yollarına taş koymaktadır. Yoksa, kendi inancında (daha doğru söylemek gerekirse "inanç yorumunda") hiçbir hata yoktur. Suç hep başkalarındadır. Ve bir gün elbette herkes "doğru"yu bulacak, kendileri gibi inanmaya başlayacak, işte o zaman Altın Çağ (i.e. Asr-ı Saadet) yeniden başlayacaktır. Aynı şekilde liberal de, dünyanın mahvolmasında payının bulunduğu gerçeği ile yüzleşemeyecektir. Aksine "dünyanın yeterince liberalleşmediğinden" yakınır. O en liberal ülkelerde bile yeterince uygulanmamaktadır liberalizm, ona göre. Liberalizmin kökten yanlış olabileceği ihtimali aklına dahi gelmez... 33

Aşırı milliyetçi de, kendi inançlarında bir sorgulamaya gitmeyecek, onun uğruna gerçekleri görmezden gelmeyi tercih edecektir. Kendininin onca sene, hatalı bir inancın peşinden koşmuş olabileceğini kabul edemez. Bu nedenle, inançsal tutarlılığını sürdürmek için, bu inancın buyurduğu şeyleri gözü kapalı yapacaktır - zira gözünü açarsa, çelişkiyi =kendisi gibi bir vatanseverle mücadele ettiğini= görebilir. *** Daha iyi anlaşılması için bir kez tekrarlayalım: Zihin, mutlu olmak ile gerçekleri öğrenmek arasında ikileme düştüğünde , mutlu olmak için gerçekleri bozma / saptırma / yok sayma eğilimine girer. *** (Bu psikolojik eğilimin, para verip seyrettiğiniz filmleri daha çok beğenme şeklinde kendini gösterdiğini söylememe gerek var mı? Ya da aylarca uğraşıp yazdığınız senaryoların ne kadar kötü olduğunu görememenize neden olduğunu? Ya da bazı yönetmenlerin onca zaman/emek/para harcadığı filmini şaheser zannetmesine neden olduğunu? Gerek olmasa yazar mıydım? Bilmem?) *** Bu ilginç psikolojik durumların günlük hayattaki yansımalarını sık sık gözlemleyebilirsiniz. İnsanların, "doğru"yu yapmamak için mazeret ürettiği hemen her durumda, ikileme düşmüş zihnin mutluluğu / kolayı tercih edişine ve gerçeği "harcayışına" tanık olabilirsiniz. Çok az, ama çok az insan, kendi mutluluğu pahasına gerçeğin peşine gider. Çok az insan. Yürek sızlatacak kadar az hem de... posted by gezgin @ 1:30 PM

0 comments

Pazartesi, Mart 26, 2007 PIRATES OF THE CADDIKOYH KORSAN'ın sadece bizim sorunumuz olduğunu düşünüyorsanız, dünyadan pek haberiniz yok demektir. Haberiniz olsun diye şu (İngilizce) linki okuyabilirsiniz. posted by gezgin @ 6:10 PM

0 comments

Salı, Mart 06, 2007 BARDA Dikkat: Barda filmini henüz izlememişlerin ve bu film hakkında olmulu beklentileri olanların bu yazıyı okuması tavsiye edilmez. *** Hani öyle filmler vardır ya, seyrettikten sonra içinizde kötü bir his kalır, ama bu his filmin kalitesizliğinden değildir -aksine son derece becerikli bir biçimde çekilmiştir- ama ele aldığı konunun iğrençliğinden, daha doğrusu iğrenç bir konunun gereksiz yere film yapılmış olmasındandır. İşte "Barda" öyle bir film. ("Closer" gibi.) Seyrettikten sonra sizde, insan ruhunun derinliklerine bir yolculuk yapmış olmanın verdiği hazzı vermiyor. Sadece ruhun kötü bir tarafını büyüteçle -sinemaylabüyüterek ve nedenleri açıklamayarak midenizi bulandırıyor. Barda'nın senaryosunda sakat olan bir kaç şey var. Bunlardan birincisi, filmin yaklaşık ilk 30 dakikasında, filmin sonraki bölümleriyle ilgili hiçbir olayın olmaması. Barda, bu açından çok kusurlu bir film. Yani Serdar Akar'ın ilk 30 dakika boyunca anlattığı bilgilerden hiçbiri -genç kadınlardan birinin hamile olması bile- senaryonun ilerleyen bölümlerinde önemli bir rol oynamıyor. Bu bölüm sadece serim, ama serilen şey dramatik olarak filmin geri kalan bölümüyle hemen hiç alakalı değil. Özellikle bu bölümde dönen TGG (Tekrar Gözden Geçirme) geyiğinin tekrarı tam bayacak raddeye 34

ulaşmışken, filmin, ilk yarım saatiyle hiç alakasız olan ikinci bölümü başlıyor. Bu TGG geyiğinin, gençler arasında kullanılamayacak kadar yüzeysel olması ve bunu dile getiren karakterin bitmek tükenmek bilmeyen feylozofi konuşmaları, senaryoda ilk sırıtan noktalar. Hele TGG'nin, hikayenin çok ileri bir bölümünde -şiddetin tam göbeğinde- tekrar dile getirilmesi ise, o anın gerçekliğini tamamen bozan bir şey. Hayatları tehlikeye girmiş insanlar, hayatı açıklamaya çalışmazlar. Hayatta kalmaya çalışırlar. Yalvarırlar, ağlarlar, sosyal ortamlardaki maskelerinin tamamının düşürüp gerçek benliklerine dönerler. Her nedense Barda'daki "iyi çocuklar", ölümle burun buruna geldiklerinde bile, normal insan tepkileri vermeyip acayip felsefe yapıyorlar ya da duruma ters davranıyorlar. Bu ters davranış filmin finalinde de var. Biri arkadaşları olan iki insanın ölümüne, kendilerinin fena halde dayak yemesine ve kız arkadaşlarının -ki bunlardan bir hamile- tecavüze uğramasına karşın bu gençler, olayları TGG edince (yani tekrar gözden geçirince), suçlulardan intikam almamaya, bu olayı bir sınav gibi değerlendirmeye karar veriyorlar (ÖSS'nin yan etkileri olsa gerek!). O kadar genç insanlardan, özellikle de film boyunca bayağı yüzeysel davranan genç insanlardan, hiç de beklenmeyecek olgunlukta bir davranış. (Hatta bunun "oldunca" bir davranış olduğu bile şüpheli!) Bütün bunlar, senaristin "psikoloji bilgisi" hanesine yazılması gereken bir eksi olarak sırıtıyor. Daha önce de dediğim gibi, ilk 30 dakika kayda değer hiçbir şey olmuyor. Eh, hepimiz filmin konusunu medyadan öğrendiğimiz için, "Artık psikopatlar gelse de, şunları bir dövse" diye düşünmeye başladığımız anda psikopatlar geliyor. Ve çok kısa bir sürede dayak başlıyor. Şimdi, Serdar Akar'ın çeşitli röportajlarında söylediği gibi, ortada sebepsiz bir şiddet yok. Maço kültürünün hakiki taşıyıcısı koyu gri Türkler ile, bu kültürü taşımak zorunda olduğunu zanneden açık gri Türkler arasında bir çatışma vuku buluyor. Yani kavga, bir tarafın diğerini haksız yere dövmesi şeklinde gerçekleşmiyor. Her iki taraf da kavgaya bile isteye giriyor. Bu nedenle koyu gri Türkleri suçlamak, bu aşamada imkansız. Zira açık gri Türkler efendi efendi bardan çekip gitseler, başlarına hiçbir şey gelmeyecek. Her hallerinden sakat oldukları bildikleri tiplere saldırarak, Darwin'in doğal seleksiyonuna (zayıfın elenmesi) aday olduklarını gösteriyorlar - yani dayağı biraz hak ediyorlar. Kavganın başlamasından hemen sonra eksiltileme yöntemi kullanılarak, çok hızlı bir biçimde kavganın çok ileri bir aşamasına sıçrama yapılıyor. Bu sahnede artık olay kavga olmaktan çıkmış ve bir işkence seansına dönüşmüştür. Neden? Nasıl? Ne zaman? Serdar Akar bu hayati bilgileri bize vermiyor. Peki, bilgiyi bu şekilde esirgeyiş, ne anlama geliyor? Hemen söyleyeyim: uygulanan şiddetin sebepsizliği, keyfiliği, amaçsızlığı. Serdar Akar ister istemez bize, "Bakın bazı insanlar sebepsiz yere bu kadar abartılı şiddet uygular. Aramızda ne gibi canavarlar var değil mi?" demiş oluyor. Şimdi biz seyirci olarak, sebepsiz yere birilerine işkence uygulayan bir grup insanı seyretmek durumunda kalıyoruz. Mağdurlar öyle bağlanmış durumda ki, inlemekten başka yapabilecekleri hiçbir şey yok. Serdar Akar'ın senaryosundaki en temel boşluklardan biri de işte bu: Çatışma yok. Çatma var. Birileri pat küt diğerlerine çatıyor. İşkence görenlere bir miktar üzülüyoruz, ama hiçbir şey yapamayacak durumda olmaları da sinirimize dokunuyor. Bizi böyle bir işkenceye maruz bıraktığı için yönetmene de kızıyoruz. Oysa güçleri birbirine nispeten genç taraflar arasındaki bir çatışmanın, her iyi hikayenin sahip olması gereken bir özellik olduğunu hepimiz biliyoruz. Bu açıdan Barda, dramatik bir eser olmaktan çıkıp bir S&M revüsüne dönüşüyor. Bu işkence aşamasına gelindikten sonra, zaten zayıf olan dramatik yapı, biraz daha zayıflıyor, bir monotonluk başlıyor. Hep üst düzey şiddet izlemeye başlıyoruz: Çeşitli tecavüzler, ağır yaralamalar, adam öldürmeler, vb. McKee bu durumu anlatmak için ekonomi biliminden bir terim alır: "Azalan verimler yasası" ("Law of Diminishing Returns"). Bu terimin senaryo yazımındaki anlamı şu: Hikaye ilerledikçe, olayların, duyguların, vb. şiddeti artmalıdır. Bir şey, aynı düzeyde tekrar tekrar sunulursa, ilk seferde verdiği etkiyi veremez. İkinci seferde uyandırdığı tepki biraz daha az olur, üçüncüsünde ve sonrakilerde ise gittikçe azalır. Serdar Akar bu hatayı yapıyor. Karşımıza hep ağır şiddet, tecavüz ve adam öldürme çıkarıyor. Biz de bir noktadan sonra, şiddete ilk defasında olduğu gibi tepki vermemeye başlıyoruz. Duyarsız insanlar olduğumuzdan değil, beynin "alışma" ("habituation") özelliğinden dolayı. Şimdi burada, hikayeleme tekniklerinden birine dikkat çekmek gerekiyor. Filmin başından beri yönetmen, sürekli olarak zaman sıçraması yapıyor. Bir geri, bir ileri, bir çok ileri (Hep bu Tarantino özentisi yüzünden bunlar. Ah, AH!). Filmin ilk 30 dakikasındaki bu zıplamalar, çok önemli ve fonksiyonel ya da yanlış değil. Seyrediyoruz işte. Ama ağır şiddet faslı başladıktan sonra gerçekleşen bir ileri sıçrama, hikaye anlatımına büyük bir darbe vuruyor. Hangi sahne dersiniz? Çok daralmayın, ben söyleyeyim: suçluları mahkemede gördüğümüz sahne. Bu sahnenin nesi var? diyebilirsiniz. Hemen açıklayayım: Bu sahneyi gördüğümüz an, hikaye anlatma sanatının en önemli unsurlarından biri olan "Şimdi ne olacak?" sorusunu sormaz oluyoruz, zira filmin sonunu öğrenmiş oluyoruz: Adamlar tutuklanacaklar ve büyük bir ihtimalle de ağır bir ceza alacaklar. Gıcık arkadaşların ve densiz film eleştirmenlerinin yaptığı bir şeyi (filmin sonunu söylemeyi) yönetmen bizzat yapıyor. Ee? Biz neyi merak edeceğiz şimdi? Mahkemenin sonucunu mu? 35

Bu kadar ağır suçlardan yakalanmış olduklarına göre hafif bir şeylerle yırtamayacakları belli. Bunu kendimiz anlayabiliyoruz. Bu da, filmin geri kalanını seyretmek için motivasyonumuzu -ki abartılı şiddet teşhiri ile zaten zayıflamıştı- iyice zayıflatıyor. Film, bu ileri sıçramayla aniden tür ("genre") da değiştirmeye çalışıyor. Aniden karşımıza bir "mahkeme draması"ndan ("courtroom drama") sahneler çıkıyor. Şimdi: Mahkeme filmlerinin kendine özgü özellikleri vardır. Mahkeme süreci, sanıkları, tanıkları, mağdurları, ve avukatları kilim gibi silkeler. Bütün kirli çamaşırlarını, zaaflarını ortaya döker. Başlangıçta bir takım olarak hareket eden taraflar aralarında anlaşmazlığa düşer ve birbirlerini satmaya başlarlar." JFK" böyledir, "Sanık" ("The Accused") böyledir, "Bir Kaç İyi Adam" böyledir, vb. Barda ise filmin çok ileri bir aşamasında başladığı bu işe, yeterince vakit ayıramıyor. Sanıklar arasındaki uzlaşmazlık ise yeterince ikna edici değil. Sıradan lümpen kaypaklığı düzeyinde kalıyor. Ama bu da bir anlamda kaçınılmaz. Zira o gece Barda yaşanan işkence seansı o kadar nedensiz, o kadar spontane ki, tarafların birbirlerini savunmaları, birbirlerine arka çıkmaları için hiçbir neden yok. Ee? O zaman neden "Mahkeme draması"na geçtik? Bence seyirciyi, şiddet sahneleri ile daha fazla baymamak için. Gelelim filmin (senaryoculuk dışındaki anlamıyla) teması olan "şiddet"e. Hatırlarsanız, filmlerde şiddete değil, yanlış kişiler tarafından kullanılan ve yüceltilen şiddete (ki hatırlarsanız, bunun örneklerini Serdar Akar "Kurtlar Vadisi"nde mebzul miktarda vermiştir) karşı olduğumu söylemiştim. Bu filmde şiddet yüceltilmiyor. Ama buradaki sorun "şiddetin nedeni". Serdar Akar, filmin son sahnesine kadar, şiddetin nedeni ile ilgili hemen hiç açıklama yapmıyor. Sadece baş şiddetçi Selim (N. İşler), dövdükleri çocuklara karşı hissetikleri aşağılık kompleksini dışa vuran bazı şeyler söylüyor, o kadar (futbol sahasındaki sahne). Bir de son sahnede, gençlerin bara girmeden önce, istemeden N. İşler karakterini provoke etmelerini görüyoruz. "Haa" diyoruz o noktada, "Adam buna kızdığı için şiddet uygulamış". Ama bu da çok tatmin edici olmuyor. Bu kadar şiddetin bu kadar zayıf nedenlerle gerekçelendirilmesi yetersiz, hatta komik kalıyor. Bu açıdan bakıldığında Barda, fena halde "Şiddet için şiddet" filmi gibi duruyor. Şiddet pornografisi bile denebilir Barda için. Şimdi hemen "Ama gerçek hayatta da bunun gibi olaylar oluyor" diye atlamayın. Sinema (ve tiyatro ve benzeri performans sanatları) gerçek hayatı bire bir yansıtmazlar. Yansıtamazlar. Hatta yansıtmamalıdırlar. Zira sinema perdesine konan herşey bir kaç kat büyür. Bir şeyin perdeye (ya da ekrana) konması -sadece bu koyma eylemi- o şeyle ilgili bazı alt mesajlar doğurur: "Herkes böyle yapıyor", "Herkes böyle yapmalı", "Doğru olan budur", vb. Sinemanın büyüteçlik, megafonluk, amflikatörlük, iddiacılık işlevi vardır yani (İşte bu sebepten dolayı "Medium is the message"). Bu nedenle perdeye neyi koyduğunuza çok ama çok dikkat edersiniz. Çekilen bir acı, toplumun geneliyle ilgili bir mesaj veriyorsa, ancak o zaman gösterilmeye ve izlenmeye değer olur. Ama Barda'da böyle bir mesaj da yok. Serdar Akar'ın yaptığı, şiddeti eleştirmek de değil. Eğer eleştiriyor olsaydı, film süresi içerisinde, şiddeti uygulayanlara uygun bir ceza keserdi. Ama filmde şiddeti uygulayanlar ağır hapis cezalarına çarptırılsalar bile seyirci bundan manevi bir tatmin alamıyor. Çünkü insan gördüğüne inanır, deneyimlediğini hisseder. (Şiddet uygulayan tayfanın hapiste tek tek öldürülmelerinin de gerçek olmadığını anlıyoruz.). Şiddete maruz kalanların yaşadıkları acıları görüyoruz, ama bunu uygulayanların uzun süre hapiste yatacağını bilmekten başka hiçbir şey verilmiyor bize. Bu da ne yazık ki seyircinin adalet duygusunu tatmin edecek kadar güçlü bir anlatım değil. Yani yönetmen biz seyircilerin ruh halinin içine ederek bizi dışarı gönderiyor. "Şiddet kötüdür" "şiddet uygulayanlar cezalandırılmalıdır" vb. gibi bir tema var mı? Yok. Söylediği sadece "Aramızdaki insanlardan bazıları psikopat, sebepsiz yere şiddet uygulayabiliyorlar". O kadar. E, ama ben bunu her gün gazetenin üçüncü sayfasında okuyorum zaten?! Burada Mel Gibson filmlerinde görülen şiddet aklıma geliyor hemen. Ve tabii ki de "Passion". "Passion"da Hz. İsa'nın gördüğü şiddete tanık oluyoruz. Ama öyle böyle değil. En iğrenç detaylarına kadar. Her aklı başında seyirci, belirli bir miktardan sonra "Evet, anladık. Hz. İsa çok acı çekmiş" der ve ekler "peki sonra ne oldu, sen onu anlat." Ama Gibson öyle yapmıyor, bize şiddeti verdikçe veriyor. Yani insan bir noktadan sonra "Acaba işin içerisinde biraz SADİZM mi var?" diye şüphelenmeden duramıyor. Ama bu şüpheleri boşa çıkartacak bir şey var. Hristiyanlık dini GERÇEKTEN de İsa'nın çektiği acılar üzerine kuruludur. "Bakın, isa sizin için ne acılar çekti. Siz de onu bu fedakarlığına karşılık vermelisiniz" der. Barda ise, böyle yetersiz bir temelde de sahip değil. Şiddet'in nedenleri, şiddeti uygulayan karakterler yeterince incelenmediği için, örtük bir sadizm havası var. Eğer, üst sınıftan çocukların ağzı bağlanmamış olsaydı ve kendilerini dövenlerle az da olsa diyalogları olsaydı, şiddetin ardında yatan bu sosyal-ekonomik-kültürel-psikolojik nedenler daha net bir biçimde ortaya çıkardı. Sadece Nejat İşler'in söylediği bir iki cümle ile sınırlı kalmazdı. Biz de şiddeti uygulayanları onaylamaz ama az da olsa anlardık ve filmden bir şeyler kazanmış olarak çıkardık. 36

Bir not: Filmdeki "iyi" çocuklar, ağızlarını açtıklarında neredeyse her defasından saçmalıyorlar. En başından itibaren. Zaten şiddet de, erkek kültürüne dayalı bir çatışma olarak başlıyor. Şiddet tırmandıktan sonra TGG'cinin ağzı açıldığında -futbol sahasındaki sahne- bile o erkek söylemi devam ediyor. Nejat İşler'e gol atan ve böylece kendisini bacağından vurduran çocuğun davranışı da aynı erkek kültüründen besleniyor. İnsan bir noktada "Ee, bu kadar aptal olursan, ölmeyi hak edersin" bile diyor. (Eğer filmden çıkartılacak bir ders varsa -ki Serdar Akar'ın bunu hedeflediğini sanmıyorum- o da "Maço kültürü başa beladır" olabilir.). Filmin kötü karakterleri ne kadar abartılı bir hastalıklılık içindeyse, "iyi" karakterleri de o kadar büyük bir aptallık içinde ne yazık ki. Akar, karakter yaratımını da yeterince iyi (hatta hiç iyi) gerçekleştiremiyor. *** Neticetül kelam: Seyrettikten sonra insanın aklında sadece "Vay canına, böyle cani insanlar da varmış" cümlesinin kaldığı, ama insan ruhu hakkında pek bir şey söyleyemeyen bir filmle karşı karşıyayız. Ne diyelim. Türk sinemasına hayırlı uğurlu olsun. posted by gezgin @ 11:32 AM

1 comments

Cuma, Mart 02, 2007 DUYGU İMPARATORLUĞU Yazıya Michael Hauge'un bir sözünü hatırlatarak başlayayım: "Bütün senaryoların (ve filmlerin) asıl amacı, izleyicide duygu uyandırmaktır." Aslında bütün sanat eserlerinin amacı budur. Bir ressam, kompozisyonunu ve renkleri bu uğurda kullanır. Müzisyenin notları bu amaçla bir araya getirir. Heykeltraş taşa bu niyetle çekicini vurur. (Tabii 20. yüzyılın, insan hayatının bir çok yönüne yaptığı gibi, sanatın bu değişmez özünü de piç ettiğini, bilerek yanlış yorumladığını söylememe gerek yok. Bu nedenle, yirminci yüzyılda çıkan asılsız zibidilikleri kavramsal sanat, absürd tiyatro, vb.-, bu tanımların dışında tutuyorum.) Senaristler de, senaryolarındaki olayları, izleyicide duygu uyandıracak şekilde kurgularlar, kurgulamalıdırlar. Bu nedenle, hangi olayların izleyicide nasıl bir tepki yaratacığını bilmelidirler. Bir ressam, hangi renkleri yan yana koyunca nasıl bir duygu uyandıracağını biliyorsa -ki bu da büyük ölçüde renk kuramı bilgisi sayesinde olur-, bir senarist de hangi olayları hangi sırayla dizdiğinde nasıl bir duygu uyandıracağını bilmelidir. Yani senarist, insanların duygularını, yaratıcı bir biçimde manipule etmelidir, edebilmelidir. Bunun için senaristin insan duygularının doğasını da bilmesi gerekiyor. İnsan duyguları, insan düşüncelerinden farklı bir biçimde işler. Beynin korteks (kabuk) tabakasında meydana gelen bir hadise olan düşünce, çok hızlıdır. Çok çabuk değişebilir. İnanmıyorsanız, herhangi bir anınızda zihninize girip çıkan düşünceleri takip etmeye çalışın. Hele serbest çağrışım esnasında zihinde dolaşan düşüncelerin, haddi hesabı yoktur. Ama duygular öyle değildir. Duygular, beyindeki nöronlar arasında meydana gelen hızlı akışlardan çok, çeşitli hormonların bütün vücudu etkisi altına almasıyla meydana gelir. Ve bu hormonların etki süresi, düşüncelerinkinden çok daha uzundur. Yani bir insanın duyguları, düşüncelerinden çok ama çok daha yavaş ortaya çıkar, çok daha uzun sürer, ve çok daha yavaş değişir. *** Bu bilginin bize ne faydası var? diyebilirsiniz. Çeşitli faydaları var. Bir kere, senaryonuzdaki olayları yaratırken, bu bilgiden çokça yararlanabilirsiniz, hatta yararlanmalısınız da. Mesela, seyirciyi etkileyeceğini bildiğiniz önemli olaylardan sonra, seyircinin bu duyguyu iyice yaşaması için ona bir "soluklanma -duygulanma- süresi" vermeniz gerekir. Bu esnada senaryonuzun uyandırdığı duyguları yaratmaktan sorumlu hormonlar üretilerek ve vücuda yayılarak, istenilen etkiyi meydana getirebilirler. Eğer bu ilkeye uymazsanız, senaryonuzdaki olaylar ne kadar çarpıcı olursa olsun, seyircide istenilen tepki istediğiniz şiddette meydana gelmez. Bu gerçeği atlayan yakın bir örnek olarak "Sihirbaz"ı ("The Illusionist") verebiliriz. Filmdeki olaylar kendi başlarına son derece güçlü. Ama bu kadar güçlü olaylar o kadar arka arkaya veriliyor ki, seyircinin duygulanmasına zaman kalmıyor. 37

Buna bir de bizim millet olarak nispeten fazla duygusal ve az zihinsel karakterimizi eklerseniz, TV dizilerinin neden bu kadar ağdalı bir yapısının olduğunu da anlarsınız. Bir çok Amerikan dizisinin bizde tutmamasının nedenini de. Onlarda sitcom en fazla 25 dk. Bizde ise 60 dakikadan fazla. Jack Bauer 45 dakikada üç operasyon düzenlerken bir Kurtlar Vadisi'nde Polat Alemdar bir bardak suyu zor içiyordu. (Hatırlarsanız, ilk yayınlandığında Kurtlar Vadisi'ni seyretmediğimi söylemiştim. Arada sırada gerçekleştirdiğim seyretme girişimlerinin başarısız olmasının nedenlerinden biri de "Allahım, neden bu dizide herkes çok yavaş konuşuyor ve hareket ediyor?" sorusunu tatminkar bir biçimde yanıtlayamamamdı.) Duyguların dünyasını iyi inceleyin. Kendinizinkini olduğu kadar, başkalarınınkini de. Çeşitlerini, şiddetlerini, sürelerini, aralarındaki geçişleri, ve en önemlisi de kaynaklarını öğrenmeye çalışın. Sadece bu bilgi bile, bir sürü senaryo kuramı bilgisinden çok daha değerli, çok daha üst seviyededir. posted by gezgin @ 2:40 PM

0 comments

SENARYO YAZARININ BAŞARISI NEYE BAĞLIDIR Steve Moffat'i hatırlarsınız. "Coupling"in yazarı. Bu aralar "Dr Who" ile İngiliz TVlerinin tozunu attırıyor - bir Hugo bile aldı. Yakın zamanda da "Dr Jykell and Mr Hyde"ın yeni bir versiyonuna başlayacak. Aşağıda, yakın zamanda verdiği bir röportajdan, ilginizi çekebilecek bir alıntı var. Dikkatle okuyun derim. "Genç yazarlar vakitlerinin önemli bir bölümünü endişelenerek geçiriyorlar. "Doğru insanlarla nasıl karşılaşırım?" "Doğru partilere nasıl giderim?" "Keşke birisi senaryomu okusa!" Unutun bunları. Bütün bunların hepsi kolaydır ve eninde sonunda gerçekleşir. Senaryonuzu doğru insanlara ulaştırmanızın yolu, onu bir zarfa koyup göndermektir. Bu da son derece kolaydır. İşin zor yanı, insanların yeni bir yazar için riske girmek istemesini sağlayacak kadar iyi bir senaryo yazmaktır. Olay budur - gerçekten harika bir senaryo yazmak zorundasınız. Sanırım Robert McKee söylemişti: Üstün nitelikte bir senaryo yazdığınız zaman başarılı olur ve saygı görürsünüz. Öğrenilecek başka bir şey yok. Sosyal becerileriniz önemli değil. Bana bir bakın: iğrenç bir adamım. Kimi tanıdığınızın önemi yoktur. Bir gün herkesi tanıyacaksınız. En başlarda ben de hiçkimseyi tanımıyordum. Bu önemli değil. Önemli olan yazdıklarınızın kalitesi. En başta herkes ama herkes aptalca şeyler yazar. İleride başarılı olacak olanlar, yazdıkları şeyin aptalca olduğunu fark eden ama yazmaya devam edenlerdir. Başarısız olacaklar ise, yazdıkları saçmalıkları harika zannedenler ve bunun ötesine geçemeyenlerdir. Öz-eleştiri herşeydir." posted by gezgin @ 2:36 PM

0 comments

JOHN TRUBY KİMDİR? Arada sırada bu sitede John Truby adlı bir zatın yazılarını görüyorsunuz. Eminim "Bu adam da kim?" diye bir kez sormuşsunuzdur. Aşağıda, hazretin kendi sitesinden alınan tanıtım bilgilerini bulabilirsiniz: John Truby, Houston Uluslararası Film Festivali'nde En İyi Drama ödülünü almış ve Hollywood Film Festivali'nde En İyi Film dalında aday olmuş "All-American Boy" adlı filmin yazarı ve yönetmenidir. Truby, dünyanın çeşitli yerlerinde 22 000 öğrenciye "22 Adımda Harika Senaryo Yazmak" ve "Tür" ("Genre") derslerini vermiştir Aynı zamanda Disney Stüdyoları, Sony Pictures, FOX, HBO, Alliance Atlantis ve Cannell Stüdyoları için hikaye danışmanlığı ve senaryo doktoru olarak hizmet vermiştir. Avrupa'da ise BBC, RAI, LUX, TV4 ve İsveç MTV'si için danışmanlık yapmıştır. Öğrencileri arasında, aşağıdaki filmlerin yazarları/yönetmenleri/yapımcıları yer almaktadır. * * * * * * * * * * * *

Shrek Pirates of the Caribbean The Mask of Zorro Nightmare on Elm Street Outbreak Scream Sleepless in Seattle Back to School The Addams Family Kiss of the Spider Woman Beetlejuice Valley Girl 38

* The Negotiator * Star Wars posted by gezgin @ 2:32 PM

0 comments

Perşembe, Mart 01, 2007 POLİİİİİS! Bu sezon şöyle bir karar aldım: Yerli filmleri sinemada izlemeyecektim. "Hepsinin DVD'si çıksın, o zaman seyrederim. Böylece kötü bir filmle karşılaşırsam, olumsuz eleştiri yazıp filmin gişesine zarar vermek durumunda kalmam (kendime atfettiğim ehemmiyete bakınız!)" diye düşünmüştüm. Lakin bu sözümü bozdum. Ve her bozulan söz gibi, hata etmiş oldum. Dün "POLİS"i seyrettim. Hakkında yazılabilecek tek iyi şey, Özgü Namal'ın inandırıcı oyunculuğu ve Haluk Bilginer'in, elindeki kıt malzemeyle bir şeyler yapmaya çalıştığını gösteren performansıydı. Olumsuz yönlerinden en belirginleri ise, en başta tabii ki paramparça dağılmış bir senaryo, şaşırtıcı derecede yanlış müzik kullanımı (bir sahnenin ortasında müzik başlayıp, o sahne bitmeden müzik biter ve sonra tekrar diyaloglara dönülür mü yahu?!), düşüncesiz kamera kullanımı, vesaire... Korkmayın detaya girmeyeceğim. Filme sadece, en başta bahsettiğim sözü bana tekrar hatırlattığı için olumlu bir özellik atfedebilirim: Neymiş? Sözler tutulmak içinmiş. posted by gezgin @ 1:06 PM

0 comments

"POST IT"LİK BASİT HİKAYE TANIMI Hikâye Nedir: "Bir hikaye genelde şu unsurlardan oluşur: (a) bir kişinin (b) bir fırsatı, bir sorunu ya da bir amacı vardır (c) bu kişi çeşitli engellerle ve/veya bir düşmanla karşılaşır, ve (d) bu kişinin kaybedecek bir şeyleri (tehlike) ve (e) kazanacağı bir şeyler (ödül) vardır." "A story is generally: (a) a person with (b) an opportunity, problem or goal (c) who faces obstacles and/or an antagonist, and (d) has something to lose (jeopardy) and (e) something to gain (stakes)." Kaynak: Complications Ensue'dan Alex Epstein posted by gezgin @ 11:49 AM

0 comments

Salı, Şubat 27, 2007 YANLIŞ FORM YÜZÜNDEN SOYKIRIM! Aşağıda "Referans Gazetesi"nin bugünkü nüshasından bir haber var. İnsanlık adına yanlış olan o kadar çok şey var ki, tek tek belirtemiyorum bile. Okuyun ve Avrupalı olmanın ne olduğunu bir kez daha görün: "Sırbistan'ın saldırıları nedeniyle Bosna'nın kuzeydoğusundan kaçan Müslüman mülteciler için 1993 yılında Srebrenitza yakınlarında bir Birleşmiş Milletler (BM) Güvenli Bölgesi oluşturuldu. Bölge, Bosnalı Sırp güçler tarafından 1995 temmuzunda kuşatma altına alındı. Bölge, 600 hafif silahlı Hollandalı piyadenin koruması altındaydı. Sırp güçler, Srebrenitza'ya önce havan topuyla saldırdılar. Saldırılar üzerine, Müslüman savaşçıların silahlarının iade edilmesi talebi BM barışgücü askerlerince geri çevrildi. Sırp saldırılarının atması üzerine, binlerce mülteci güneydeki kamptan Srebrenitza köyünün merkezine gittiler. Sırplar, Hollanda askerlerinin bulunduğu izleme noktalarına saldırarak yaklaşık 30 askeri rehin aldılar. 10 Temmuz gecesi, Hollandalı komutan Albay Karremans, Müslümanların liderlerine sabah saatlerinde NATO'nun geri çekilmemeleri durumunda Sırplara yönelik bir hava saldırısı düzenleneceğini açıkladı. Ancak, Sırpların geri çekilmemesine karşın hava operasyonu düzenlenmedi. Karremans'a Saraybosna'daki BM karargahından, hava desteği talebini yanlış formla ilettiği ve bu nedenle de operasyonun iptal edildiği bilgisi verildi. Karremans'ın talebini yinelemesine karşın NATO uçaklarının yakıt ikmali için İtalya'daki üsse geri döndükleri bildirildi. 39

11 Temmuz günü öğle saatlerinde köye ulaşan mülteci sayısı 20 bini geçmişti. Sırp komutan Ratko Mladiç önderliğindeki güçler, köye girdi. Ertesi gün Sırplar, BM ile varılan anlaşma uyarınca kadın ve çocukları Müslüman bölgelere götürecek otobüslere yerleştirilirken, yaşları 12 ile 77 arasında olan erkekleri "savaş suçu şüphesi nedeniyle sorgulamak" üzere ayırdı. 13 Temmuz itibariyle yakınlardaki Kraviça kasabasında bir depoda ilk katliam başladı. Diğer yandan da Sırplar, ellerindeki 14 Hollandalı barışgücü askeri karşılığında Potocari'deki Hollanda üssüne sığınan yaklaşık 5 bin Müslümanı teslim aldılar. Katliamla ilgili ilk haberler, kaçanların Müslüman bölgelere ulaşmalarıyla duyulmaya başlandı. Olaylarda 7 binden fazla kişinin öldürüldüğü sanılıyor." posted by gezgin @ 2:18 PM

0 comments

Pazartesi, Şubat 19, 2007 OLAY ÖRGÜSÜ: 22 ADIM Olay örgüsü ("plot"), farklı eylem hatlarının hikaye içinde bir kilim gibi dokunmasından meydana gelir. İyi olay örgüleri 22 adım üzerine kuruludur. Bu adımlar her hikayenin temel taşlarını oluşturur. Bu 22 adım, dramatik akışın 22 adımıdır. Bunlar hikayenizde ne olması gerektiğini söylemezler. Size olayları, seyirci için olası en dramatik biçimde nasıl sıralayacağınızı gösterirler. Eğer bu 22 adımı incelerseniz bunların, kahramanımız amacına ulaşmak ve hayati bir meseleyi çözmeye uğraşırken, kahraman ile düşman arasında yaşanan mücadelenin ayrıntılı bir koreografisini sunduğunu görürsünüz. Bir hikayede 22'den daha fazla ya da daha az adım bulunabilir. Bu da hikayenin türüne ve uzunluğuna bağlıdır. Örneğin kısa bir hikaye ya da bir durum komedisi, hikayenin kısa süresi içerisinde sadece 7 büyük adımı gösterebilir. Uzun metrajlı bir film, kısa bir roman, ya da bir saatlik bir TV draması ise bu 22 adımın hepsini kapsar. Daha uzun bir roman, fazladan sürprizler içerir, ve 22'den daha fazla adım içerebilir. 22 adım, her türlü kurgu ("fiction") yazımında büyük bir yardımcıdır. Ama bunları uygularken esnek olun. Her iki hikaye bu 22 adımı biraz farklı bir biçimde işler. Sizin olay örgünüz ve karakterleriniz için en uygun sıralamayı siz bulacaksınız. 22 YAPITAŞI 1. KENDİYLE İLGİLİ BİR GERÇEĞİ KEŞFETME, İHTİYAÇ, ARZU Kendiyle ilgili bir gerçeği keşfetme ("self-revelation"), ihtiyaç ve arzu, karakterinizin hikaye boyunca geçireceği değişimin tamamını ifade etmektedir. Bunlar, kahramanınızın yapacağı yapısal "yolculuk"tur. Bu nedenle, ilk önce bunları belirlemek gerekir ki hikayenizdeki diğer bütün adımlar sizi gitmek istediğiniz bir yere götürsün. 2. HAYALET ve BAĞLAM Hayalet, kahramanınızın geçmişte yaşadığı ve onu hala rahatsız eden / etkileyen olaydır. Bu olay, kahramanınızın psikolojik ve ahlaki ("moral") ihtiyacının kaynağını meydana getiren açık bir yaradır. Hayalet, kahramanın içinde bulunan bir düşman, bir karşı-arzu, kahramanı eyleme geçmekten alıkoyan bir korku olarak da görülebilir. Çok nadiren de olsa bir hikayede hayaletin bulunması imkansız olabilir çünkü kahraman hikayenin en başında cennet gibi bir dünyada yaşamaktadır. Bağlam, kahramanınızın içinde yaşadığı dünyadır. Arenadan, doğal ortamdan, havadan (iklimden), sosyal aşamadan, aletlerden, binalardan, sokaklardan, odalardan, yerlerden, ve değerlerden meydana gelen bağlam, hem kahramanınızı etkiler hem de onun kişiliğinin bir dışavurumudur. 3. PROBLEM / İHTİYAÇ Problem, kahramanın hikayenin başından beri karşı karşıya olduğu güçlüktür. Kahraman sorunun ne olduğunun farkındadır, ama bunu nasıl çözeceğini bilememektedir.

40

İhtiyaç, kahramanın, daha iyi bir hayat sürmek için yerine getirmesi gereken şeydir. Genel olarak kahramanın, bu ihtiyacı karşılayabilmesi için büyük bir zayıflığın üstesinden gelmesi gerekir. Psikolojik bir ihtiyaç son derece kişiseldir. Kahramanın bir zayıflığı vardır, ya da onda birşey eksiktir. Ama bunun kahraman dışında kimse üzerinde olumsuz bir etkisi bulunmaz. Ahlaki bir ihtiyaç, kişinin başkalarına karşı doğru bir biçimde davranmayı öğrenmesini gerektirir. Bir başka deyişle kahramanımız hikayenin başında diğerlerini incitmektedir. Ahlaki bir ihtiyacı olan bir karakterin her zaman başkası üzerinde doğrudan olumsuz bir etkisi vardır. Hayaleti, bağlamı, sorunu ve ihtiyacı hep birlikte düşündüğünüz zaman, hikaye anlatım sanatında üç tür açılış olduğunu görürsünüz: TOPLULUK (CEMAAT) AÇILIŞI: Burada karakter, arazinin, insanların ve teknolojinin mükemmel bir uyum içinde olduğu bir cennet içinde yaşamaktadır. Bunun sonucu olarak kahraman mutludur - hiçbir sorunu yoktur, varsa bile bu sorun son derece önemsizdir - ama aynı zamanda saldırıya da açıktır. Saldırı kısa bir süre sonra, ya içeriden ya da dışarıdan gelecektir. "Meet Me in St. Louis" bu sıcak, cemaat açılışının bir örneğidir. HIZLI AÇILIŞ: Okuyucuyu ilk 10 sayfada yakalamayı amaçlayan bu klasik açılış aslında bir çok unsurdan meydana gelir. Kahramanın güçlü bir hayaleti vardır, bir kölelik dünyasında yaşamaktadır, bir ya da daha fazla sorunu vardır, ve hem kişisel hem de ahlaki bir ihtiyacı vardır. Bir çok iyi hikaye bu açılışı kullanır. YAVAŞ AÇILIŞ: Yavaş açılış, yazarın hiçbir açılış yapısını koymadığı bir açılış değildir. Bu tür açılışlar daha çok bir amacı olmayan kahramanlara odaklanan hikaye türlerinde görülür. Bu gibi insanlar var olmakla birlikte, onlarla ilgili hikayeler son derece yavaştır. Kahramanın "kendiyle ilgilili olarak keşfedeceği gerçek", gerçek arzusunu öğrenmek olduğu için, bu tür hikayelerin ilk üç çeyreği ilginçlikten ve momentumdan yoksundur. Sadece "Rıhtımlar üzerinde" (On the Waterfront) ve "Asi Gençlik" (Rebel Without A Cause) gibi az sayıda film bu tür hikayeleri başarıyla anlatabilmiştir. 4. TETİKLEYİCİ OLAY Tetikleyici olay, dışarıdan gelen ve kahramanın bir amaç edinmesini ve harekete geçmesini sağlayan bir olaydır. Tetikleyici olay, ihtiyaçtan arzuya geçiştir. Hikayenin en başında - ihtiyaç/sorun aşamasında kahraman bir şekilde paralize (felç) olmuştur. Kahramanı bu felç halinden çıkartıp harekete zorlayacak bir olay gereklidir. Anahtar Kural: Hikayeniz için gerekli olan ideal ya da gerekli tetikleyici olayı bulmak için, "yağmurdan kaçarken doluya tutulmak" deyimini aklınızda bulundurun. Bir başka deyişle en iyi tetikleyici olay, kahramana, hikayenin başından beri yaşamakta olduğu sorunları aştığı hissini vermelidir. Oysa kahraman, bu olay nedeniyle hayatının en büyük güçlüğünün içine düşmüştür. Örneğin "Sunset Boulevard" filminde Joe, arabasını ele geçirmek isteyen iki kişi tarafından kovalanırken, arabanın lastiği patlar. Joe arabasını Norma Desmond'un bulunduğu yola sapar ve adamlardan kurtulduğunu düşünür. Oysa içinde asla çıkamayacağı bir tuzağa düşmüştür. 5. ARZU Arzu, kahramanın hikayedeki özel amacıdır. Amaç hikayenin başında düşük düzeyde olmalıdır ki hikaye ilerledikçe gittikçe artsın. Bu da ortalarda hikayenin yavan olmasına ve kendini tekrarlıyor hissi vermesine engel olur. Şunu aklınızdan çıkarmayın: yeni bir arzu hattı yaratmak istemiyorsunuz, asıl istediğini arzunun şiddetini ve onu elde etmek için ortaya konanların değerini artırmak. 6. MÜTTEFİK(LER) Kahraman belirli bir arzu elde edince, düşmanı (rakibi) yenip amacına ulaşmasında kendisine yardımcı olacak müttefikler bulur. Bir müttefik, kahramanın fikirlerini paylaştığı sığ bir insan değildir. Müttefik, kahramanınızı tanımlamanın (özelliklerini belirgin bir hale getirmenin) en önemli yollarından biridir. 41

Püf Noktaları: Müttefike de bir arzu hattı vermeye çalışın. Bu da, onu geliştirmek için nispeten az bir zaman olmasına karşın, müttefikin tam bir insan gibi görünmesini sağlar. Örneğin "Oz Büyücüsü"nde Korkuluk bir beyin istemektedir. Müttefiki asla kahramandan daha ilginç bir insan yapmayın. "Her zaman en ilginç karakterle ilgili hikayeyi yazın" kuralı, eski ama güzel bir kuraldır. 7. DÜŞMAN / GİZLİ Büyük hikayeler iki bacak üzerinde yürür: kahraman ve düşman. Bu her hikayedeki en önemli ilişkidir. Eğer düşmanı doğru bir biçimde yaratırsanız, hikaye güzel bir biçimde ilerleyecektir. Eğer kahramanı doğru bir biçimde yaratmazsanız, hikayeyi ne kadar çok tekrar yazarsanız yazın, hiçbir şey değişmeyecektir. Doğru düşman, kahramanınızın en büyük zayıflığına en iyi şekilde saldırabilecek düşmandır. Kahramanınız ya o zayıflığı yenip gelişecektir (büyüyecektir), ya da yok olacaktır. Gizemin (gizliliğin) düşmanla iki şekilde bağlantısı vardır: Gizli bir düşmanı yenmek çok daha zordur. Ortalama hikayelerde kahramanın görevi düşmanı yenmektir. Ama iyi hikayelerde kahramanın, iki bölümden oluşan bir görevi vardır: önce düşmanın kim olduğunu bulmalı, onu sonra yenmelidir. Bu da kahramanın işini çok daha zorlaştırır ve başarısını bçok daha büyük bir hale getirir. Örneğin Hamlet, kralın gerçekten de babasını öldürüp öldürmediğini bilmemektedir. Othello da Iago'nun kendisinin peşinde olduğunu bilmez. Kral Lear, hangi kızının kendisini gerçekten sevdiğini bilmemektedir. Gizem ve dedektif hikayeleri, eksik bir unsurun yerini doldurmak için gizeme ihtiyac duyarlar. Dedektif hikayeleri, hikayenin sonuna kadar düşmanı kasten gizledikleri için izleyicinin, kahraman ile düşman arasında süregitmesi gereken çatışmanın yerine bir şey koyması gerekmektedir. Bu tür hikayelerde gizem, normal hikayelerde düşmanın hikayeye girdiği ana denk gelen bir zamanda hikayeye sokulur. 8. DÜŞMAN-MÜTTEFİK Düşman-müttefik, kahramanın dostu gibi görünen ama aslında düşmanı olan ya da düşmanı için çalışan bir karakterdir. Düşman-müttefik her hikayede bulunmaz, ama hikaye anlatıcı için son derece faydalı bir araçtır. Bir çok hikayedeki olayların sırası, kahramanın, düşmanın gerçek gücünü keşfederken attığı adımlar tarafından belirlenir. Düşman-müttefik, düşmanın gücüne derinlik katmanın mükemmel bir yöntemidir, ve hem kahramanı hem de seyirciği buzdağının su altında kalan bölümünü de görmeye ve hikayenin sonunda kahramanı gerçekte neyin beklediğini keşfetmeye zorlar. Düşman-müttefik aslında doğası itibariyle karmaşık bir karakterdir. Bu karakter her zaman hikaye sırasında büyüleyici bir değişim gösterir. Kahramanın müttefikiymiş gibi davranarak, kendisini öyle (müttefikmiş gibi) hissetmeye başlar. Böylece düşman-müttefik bir ikilem ile karşı karşıya kalır: düşman için çalışmaktadır ama kahramanın kazanmasını ister. (En güzel örneklerinden birini "Buz Devri 1"deki Diego'da görüyoruz - gg). 9. KENDİYLE İLGİLİ 1. GERÇEĞİ KEŞFEDİŞ VE KARAR: ARZUNUN VE MOTİVİN DEĞİŞMESİ Hikayenin bu aşamasında kahraman, onu bir karar almaya ve yeni bir yönde hareket etmeye zorlayan büyük bir bilgi edinir. Bu bilgi aynı zamanda kahramanı, arzusunu ve motivini ya da eyleme geçme nedenini değiştirmeye iter. 10. PLAN Plan, kahramanın düşmanını yenmek ve amacına ulaşmak için kullanacağı yönergeler bütünüdür. Dikkat: Kahramanınızın bu planı baştan sona aynen uygulamasına imkan vermeyin. Düşmanın hareketleri kahramanı, planını değiştirmeye ve seyirciyi şaşırtmaya itmelidir. 11. DÜŞMANIN PLANI VE ESAS KARŞI-SALDIRI Kahramanın nasıl bir planı varsa ve kazanmak için çeşitli girişimlerde bulunuyorsa, düşmanın da bir planı vardır. Güçlü bir düşman bir plan yapmalı ve kahramana saldırmaya başlamalıdır. 42

12. EYLEMLER Eylemler, kahramanın düşmanı yenmek ve kazanmak için giriştiği faaliyetlerdir. Her hikayenin en büyük bölümü olan eylemler, kahramanın planı le başlar ve görünüşteki (zahiri) yenilgiye kadar devam eder. Eylemler sırasında kahraman genelde düşman karşısında yenilgilere uğrar. Bunun sonucunda kahraman umutsuzluğa kapılır ve sık sık gayri ahlaki eylemlerde bulunmaya başlar. Püf Noktası: Eylemler sırasında hikaye kendini tekrarlamamalı, gelişmelidir. Bir başka deyişle hikayede hep aynı vuruşu ("beat") yapacağınıza eylemi değiştirin. Örneğin bir aşk hikayesinde, önce plaja giden, sonra sinemaya giden, sonra da parka giden aşık karakterler hep aynı vuruşu yapmaktadır. 13. MÜTTEFİKİN SALDIRISI Eylemler sırasında kahraman umutsuzluğa kapılır. Başarılı olmak için gayriahlaki hareketlerde bulunmaya başlar. Bu da müttefikin kahramana karşı çıkmasına neden olur. Müttefik kahramanın vicdanı haline gelir, ona "Ben, hedefine ulaşmanda sana yardımcı olmaya çalışıyorum, ama şu anda yaptığın şey yanlış" der gibidir. Genelde kahraman kendi eylemlerini savunmaya çalışır ve müttefikin eleştirilerini kabul etmez. Müttefikin saldırısı hikayeye ikinci bir çatışma düzlemi katar (birinci çatışma düzlemi kahraman ile düşman arasındakidir). Bu da kahramanın sorununu daha da artırır ve onu, değerlerini ve yaşam biçimini sorgulamaya iter. 14. GÖRÜNÜŞTEKİ (ZAHİRİ) YENİLGİ Eylemler sırasında kahraman düşman karşısında yenilmektedir. Hikayenin üçte ikisi ila dörtte üçü civarında kahraman görünüşte bir yenilgi yaşar. Kahraman amaca ulaşamayacağını ve düşmanın kazandığını düşünür. Bu kahraman için hikayedeki en kötü andır. Görünüşteki yenilgi, her türlü hikayenin genel yapısında önemli bir vurgu anını teşkil eder. Aynı zamanda kahramanı yenildikten sonra ayağa kalkara hikayenin sonunda kazanmaya zorlar. Görünüşteki yenilgi kahraman açısından büyük ve mahvedici bir an olmalıdır. Seyirci kahramanın gerçekten de işinin bittiğini düşünmelidir. Hikayede sadece tek bir görünüşte yenilgi olmalıdır. Kahraman hikaye boyunca çeşitli gerilemeler yaşayabilir ve yaşamalıdır da; ama herşeyin açıkça bitmiş gibi göründüğü tek bir an olmalıdır. Aksi takdirde hikaye şekilden ve dramatik güçten mahrum olur. Bu olayı, bir fıçının içinde tepeden aşağı yuvarlanması gibi düşünün. Bu yuvarlanma sırasında bir kaç defa bazı tümseklere çarpılacak, en sonunda da bir tuvara toslanıp fıçı parçalanacaktır. 15. İKİNCİ GERÇEĞİ KEŞFEDİŞ ve KARAR: TAKINTILI GÜDÜ, DEĞİŞEN ARZU ve MOTİV Görünüşteki yenilgiden sonra kahraman hemen her zaman ikinci bir gizli bilgi öğrenir, bir ifşaat yaşar. Kahramanın, yaşadığı şeyin sadece görünüşte bir yenilgi olduğunu ve zafere hala ulaşabileceğini anlaması için böyle önemli bir bilgi alması gerektiği açıktır. Bu olay üzerine kahraman tekrar oyuna girmeye ve tekrar amacın peşinden gitmeye karar verir. Bu ikinci ifşaatın kahraman üzerinde ateşleyici bir etkisi vardır. Daha önce hedefe ulaşmak için bir cazibe hissetmekteyse de şimdi hedefe ulaşmak onun için bir takıntı haline gelmiştir. Kahraman kazanmak için gerçekten de herşeyi yapmaya hazırdır. Kısacası kahraman, kazanma arayışı içinde zalimleşir. Böylece bu bilgi sayesinde güç kazanmışsa da, eylemler sırasında yaşamaya başladığı ahlaki inişinde devam etmektedir. İkinci ifşaat kahramanı, arzu ve motivini değiştirmeye de sevk eder. Burada da hikaye yeni bir yön kazanır. 16. SEYİRCİYE YAPILAN AÇIKLAMA Seyirciye yapılan açıklama, kahramanın değil ama seyircinin çok önemli bir bilgiyi öğrendiği andır. Genelde -ama her zaman değil- seyirci, kahramanın müttefiki gibi görünen bir karakterin aslında 43

düşman olduğunu ya da esas düşman için çalıştığını öğrenir. Hikayenizde düşman-müttefik yoksa bile, seyirciye yapılan açıklama, birkaç nedenden dolayı son derece değerli bir andır. Genelde hikayenin yavaş bir bölümünde heyecan verici bir duygu patlaması sağlar. Seyirciye, kahramanın mücadele etmekte olduğu kişilerin gerçek gücünü gösterir. Seyirciye, gizli olarak yapılan bazı eylemleri dramatik ya da görsel bir biçimde gösterir. En önemlisi de seyirciye yapılan açıklama seyirciyi kahramandan ayırır. Bir çok hikayede seyirciler bilgileri kahramanla aynı anda öğrenir (Fars türü komediler bir istisna teşkil eder). Seyirciye yapılan açıklama sırasında seyirci ilk kez kahramandan önce bir şey öğrenir. Bu da seyircinin kahramandan uzaklaştırılmasına (koparılmasına) yarar, böylece seyirci kahramanın geçirmekte olduğu değişim sürecinin tamamını görmeye başlar. (Matrix 1 filminde bu an, seyircinin Cypher'ın hain olduğunu öğrendiği andır.) 17. 3. GERÇEĞİ KEŞFEDİŞ ve KARAR Üçüncü gerçeği keşfediş, gerçeği keşfedişlerin en büyüğüdür; bu anda kahraman, düşmanı yenmek için ihtiyaç duyduğu herşeyi öğrenir. Eğer hikayenizde bir düşman-müttefik varsa, kahraman bu anda seyircinin düşman-müttefik hakkında zaten bildiği şeyi öğrenir. Eğer düşman-müttefik yoksa, kahraman düşmanla ilgili nihai gerçeği öğrenir. Kahraman, gerçek düşmanının ne kadar güçlü olduğunu öğrendiğinde, çatışmadan kaçınmak isteyebilir diye düşünebilirsiniz. Tam aksine, bu bilgi kahramanı daha güçlü kılar, çünkü artık düşmanla açık bir biçimde savaşabilecektir. 18. KAPI, GEÇİT, ÖLÜMÜ ZİYARET Hikayenin sonlarına doğru kahraman ile düşman arasındaki çatışmanın şiddeti artarken, kahraman üzerindeki baskı neredeyse dayanılmaz bir hal alır. Kahramanın seçenekleri azalır, kahramanın geçmek zorunda olduğu yer daralır. Son olarak kahraman dar bir kapıdan geçmek ya da uzun bir geçit (koridor) boyunca ilerlemek zorunda kalır. Dahası, kahraman "ölüm"ü ziyaret eder. Efsanelerde kahraman gerçekten de yeraltı dünyasına gider ve ölüler ülkesinde kendi geleceğini görür. Modern hikayelerde ise kahraman kendi ölümlülüğünü farkeder (hisseder), hayatın sonlu olduğunu görür. Bu fark ediş kahramanı çatışmadan alıkoymak yerine, onu savaşa girmeye sevk eder. Kahraman şöyle düşünür: "Eğer hayatımın bir amacı olacaksa, inandığım şeyleri savunmak için mücadele vermeliyim." Kapı, geçit, ve ölümü ziyaret sık sık hikayenin diğer bölümlerinde de bulunabilir. Örneğin kahraman, görünüşteki yenilgi sırasında ölümü ziyaret edebilir. Kahraman son savaş sırasında geçit boyunca ilerleyebilir, tıpkı Yıldız Savaşları'nın finalindeki siper savaşı gibi. Ya da kahraman savaştan sonra geçitten geçebilir, "On the Waterfront"un sonunda Terry Molloy'un yaptığı gibi. 19. SAVAŞ Savaş, kimin amacına ulaşacağını belirleyen nihai çatışmadır. En az ilginç olan savaş şekli, büyük, şiddetli bir çatışmadır. Bu savaş, tarafların uğruna savaştığı değerlerin en açık ifadesi olmalıdır. Bizi asıl, hangi gücün daha üstün olduğu değil, hangi düşüncelerin, hangi değerlerin daha üstün olduğu ilgilendirmelidir. Bu an sırasında: Bütün karakterler ve bütün eylem hatları bir arada toplanır (bir araya gelir, birleşir); Savaş, mümkün olan en dar alanda gerçekleşir; 44

Kahraman genelde ihtiyacını giderir ve arzusunu yerine getirir; Kahraman düşmana çok benzemektedir. Ama bu benzerlik içerisinde kahraman ile düşman arasındaki farklılık da en belirgin haldedir; Hikayenin teması, izleyicinin zihninde en açık haliyle tezahür eder. Bu değerler çatışmasında seyirci, hangi eylem ya da yaşama tarzının daha üstün olduğunu açıkça görmeye başlar. 20. KENDİYLE İLGİLİ GERÇEĞİ ÖĞRENME Savaş sınamasını yaşayan kahraman değişime uğrar. İlk kez kendisinin kim olduğunu çok derin bir biçimde öğrenir. Aldatıcı dış görünüş şok edici bir şekilde ortadan kalkmıştır ve gerçek benlik açığa çıkmıştır. Kendisi hakkındaki gerçek ile karşılaşmak kahramanı ya yok eder - "Oedipus Rex" ve "The Conversation"da olduğu gibi - ya da onu daha güçlü kılar. Eğer kendiyle ilgili gerçeği öğrenmek psikolojik olduğu kadar ahlaki de olacaksa, o zaman kahraman bu anda başkalarına karşı doğru davranma biçimini de öğrenmelidir. Harika bir "kendiyle ilgili gerçeği öğrenme" şöyle olmalıdır: Daha fazla dramatik etki yaratabilmesi için ani olmalıdır. Olumlu ya da olumsuz bir şekilde, kahraman için sarsıcı (tahrip edici, yok edici) olmalıdır. Kahramanın o ana kadar sahip olmadığı yeni bir bilgi içermelidir. Kahraman, başkalarıyla olan ilişkilerinde hangi hataları yaptığını fark etmelidir. Dikkat: Kahramanın kendisi hakkında öğrendiği şeylerin gerçekten anlamlı olmasına, sadece kulağa hoş gelen sözcükler ya da yaşamla ilgili basmakalıp sözler olmamasına dikkat edin. 21. AHLAKİ KARAR Kahraman, kendisi hakkında bir gerçeği öğrenip doğru davranma yöntemini öğrendikten sonra bir karar almalı ve ahlaki bir biçimde hareket etmelidir. Ahlaki karar, iyi eylem biçiminden biri arasında seçim yaptığı andır. Bu eylem biçimlerinden her biri belirli bir değer ve yaşam tarzını temsil etmektedir. Ahlaki karar kahramanın, kendisi hakkında öğrendiği gerçeğin bir kanıtıdır. Kahramanın bu eyleminde, kahramanın dönüştüğü yeni kişiyi görürüz. 22. YENİ DENGE Arzu yerine getirildikten ve ihtiyaç karşılandıktan sonra (ya da trajik bir biçimde karşılanmadan bırakıldığında) herşey normale dönüşür. Ama arada büyük bir fark vardır. Kahraman, kendisi hakkında öğrendiği yeni şey ile artık daha üst ya da daha aşağı bir pozisyondadır. (Kaynak: John Truby'nin "Blockbuster" adlı senaryo yazma programının "HELP" bölümü.) posted by gezgin @ 12:47 PM

3 comments

Salı, Şubat 06, 2007 GELECEK PROGRAM: JOHN TRUBY Daha önce Truby'nin senaryo kuramından bazı bölümler aktarmıştım. Ama asıl önemli bölümü sona sakladım. Zira bayağı uzundu. Ama ne kadar faydalı olduğunu görünce inanamayacaksınız. Biraz sabredin. Beklediğinize değecek. posted by gezgin @ 12:47 PM

2 comments

45

Cuma, Şubat 02, 2007 KOMPLE KOMPLO Komplo teorilerini severim. Çoğuna inanmam, ama bana açık bir zihne sahip olma olanağı verdiklerini düşünürüm. Hafızayı güçlü tutmak için bulmaca çözenler gibi, ben de düşüncelerimin çok katılaşmasına mahal vermemek için komplo teorilerinin gerçeklik olasılığı üzerinde zaman zaman kafa patlatırım. Bu mesainin sonunda ben de kendi kendime komplo teorisi geliştirmeye başladım doğal olarak. Etrafımda gördüğüm ve başkalarının fark etmediği ipuçlarını değerlendirerek, olası motivleri bulmaya çalışıyorum. İşte size öz be öz şahsıma ait bir komplo teorisi: Türk medyasının gizli amaçlarından biri, Türk milletinin moralini bozmak, onu kendisine (medyaya değil, milletin kendisine) yabancılaştırmak, ne zaman iyi bir şeyler yapacak olsa hemen keyfini bozacak bir şeyler ortaya çıkartıp "biz adam olmayız" duygusunu uyandırmak ve böylece ilerlemesini engellemektir. Bunu kim yapmak isteyebilir? Batılı sermayeden tutun, petrolden başka hiçbir zenginliği olmayan Araplara kadar herkes olabilir bu. Paranın kaynağı çok da önemli değil aslında. Önemli olan, birilerinin medyayı bu şekilde manipule etmesi ve toplumsal özgüvenimizi düzenli aralıklarla yerle bir etmesi. *** Neden böyle bir sonuca vardım? Bir miktar medyayı takip eden, yabancı dili sayesinde sadece kendi ülkesinde değil bütün dünyada olup bitenlerden biraz haberdar olan, ve aşağılık komplekslerinden kurtulmuş her insan, kesinlikle böyle bir komplo olduğunu görebilir. Ben, batılı ülkelerin hiçbirinde, genelde medyasının, özelde de gazete yazarlarının kendi halkını, kendi kültürünü, kendi yaşam biçimini bu kadar aşağıladığını, bu kadar küçük gördüğünü görmedim. Herhangi bir gün, önünüze Türkiye'de çıkan gazeteleri koyun ve haberler ile köşe yazılarını okuyun. 15-20 tane öz-aşağılayıcı habere mutlaka rastlarsınız. Çeşitli kazalar, felaketler, ya da cinayetler döneminde bu öz aşağılama had safhaya ulaşır. Bu insanlar, tıpkı bir hastalık nöbetine kapılmışlar gibi, "Biz adam olmayız, biz adam olmayız" diye sayıklarlar. Hem de en güvendiğiniz, en beğendiğiniz, adlarının önünde prof. mrof. yazan insanlar bile. (Kendi inanç sisteminizi inceleyin. Siz bile ister istemez bu negatif inanç akımına kapılmış olabilirsiniz!) Oysa dünyayı takip eden, kendisine ve kendi milletine karşı sağlıklı bir sevginin getirdiği pozitif yaklaşım dışında objektifliğini koruyan her insan, bu sözlerin ne kadar yanlış olduğunu bilir, görebilir. Size bugünden bir örnek: NTVMSNBC'sitesinden bir haber: Sera gazı salınımında birinciyiz "Birleşmiş Milletler’in iklim değişikliği konusunda yayımladığı bir rapor, küresel ısınmaya karşı harcanan çabalara karşın, sera gazlarının salınımının yükselişe geçtiğini ortaya koydu. Rapora göre, sera gazı salınımının en hızlı arttığı ülke ise Türkiye." Haberin geri kalanını okuduğunuz zaman, aslında Türkiye'nin sera gazı üretiminin, kendine gelişmiş diyen barbarların ülkelerinden fersah fersah geride olduğunu görüyorsunuz. Yani Türkiye'nin teknolojik geriliğinin nimetlerinden biri, dünyamızın katledilmesindeki katkısının çok küçük olmasıdır, büyük abileriyle karşılaştırıldığında. Peki NTVMSNBC'de bu başlığı atan %&*?!, bunu bilmiyor mu? Biliyor. Peki neden koskoca haber içerisinde, kendi ülkesini en fazla yaralayacak bilgiyi cımbızla çekip çıkartıyor bu %&*?!? İşte bu noktada benim komplo teorim devreye giriyor. Birileri kesinlikle moralimizi çökertmeye çalışıyor. Ya da (bu daha kötü), medya sektöründe çalışan herkes, müzmin kötümser! Hani, sizin çevrenizde de öyle insanlar vardır: siz iyi bir şey yapmışsınızdır, ya da çevrenizde gözlemlediğiniz iyi birşeye işaret edersiniz. Bu kişiler hemen "Ama..." diye söze başlarlar ve o şeydeki olumsuz nitelikleri sıralarlar. Siz bilirsiniz ki bu olumsuz nitelik, olumluların yanında devede kulak bile değildir, ama bu insanlar sadece bu kulağı görürler. Sanki gözlerinde, olumlu şeyleri süzen, sadece olumsuz şeyleri görmelerini sağlayan bir filtre vardır. Acaba bütün medyamız bu tür insanlardan oluşuyor olabilir mi? Ya da medya sektörüne girenler 46

zamanla böyle mi oluyor? Her iki ihtimal de korkunç bence. Bunun çaresi ise, medyamızdaki bu fıtri olumsuzluğun farkında olmak ve bahsettikleri olumsuzlukları ya da olumsuz yorumları süzerek haberleri değerlendirmek. İşin en komiği, medyadaki bu tiplerin, kendilerini dünyanın en akıllı, en bilgili, ve en gerçekçi insanları zannetmeleri! posted by gezgin @ 12:52 PM

1 comments

Pazar, Ocak 28, 2007 Değişen Görüş Açıları (Dikkat: Aşağıda, Michael Hauge'un sahne yazma konusundaki tavsiyelerinden sonra, en faydalı bir yazı bulacaksınız. Aman iyi okuyun ve anlayın!) Bir hikayede, senaryoda, romanda, vb.'de iki insan arasında geçen her sahne, şuna indirgenebilir: Karakter A: "Ben bir şey istiyorum." Karakter B: "O şeyi elde edemezsin." Çözüm Evet, fazla bir basite indirgenme oldu. Ama boğazınıza kadar bir metne daldığınız sırada, sizin canınıza okuyan şey de budur aslında. Şimdi, yazarların genel eğilimi, bir sahneyi yazarken, "ben bir şey istiyorum" diyen kişinin zihniyetini benimseyerek (o kişinin zihnine bürünerek) yazmaktır. Bu da çok doğaldır. Sizin bu hikayeyi yazmanızı sağlayan şey genelde, o bir şey isteyen karakterin hikayesini anlatmak için duyduğunuz istektir. Olsun. Ama bunun sonucunda, B Karakteri ya pasif bir engel olarak kendini gösterir, ya da, bizim (yani yazarın), Karakter A'nın önüne çıkabilecek en ilginç engel olduğunu düşündüğümüz şeye göre seçimler yapar (yani çatışma ilginç olsun diye abuk subuk seçimler yapabilir - gg). Çatışmaya şu yönden bakmak daha yararlı olacaktır: Karakter A: "Ben bir şey istiyorum." Karakter B: "Ben başka bir şey istiyorum." Çözüm Bir sahneye, bu zihniyetle (bu zihniyete bürünerek) girmek, benim senaryo yazarken en çok kullandığım yöntemlerden birini kullanmanızı çok daha kolaylaştırır: bakış açılarını değiştirmek (yani, farklı bakış açılarına bürünmek - gg) ve ikincil karakter, o sahnenin ana karakteriymiş gibi sahneyi yazmak. Vites değiştirin. Oturun ve, örneğin, o sahnedeki DİĞER kahramanı oynaması için çok büyük bir aktörün tutulduğunu varsayın (hayal edin). Sizin göreviniz de o rolün oynanmasını daha ilginç hale getirmek olsun. Ya da kendinizi B Karakterinin yerine koyun. Karakter A'yı, sizi elde etmek istediğiniz şeyden alıkoyan hıyarın teki yapın. Şimdi, Karakter B'nin belirli bir niyeti, belirli bir güdüsü var. Ve bu nedenle Karakter A'nın hayatını çok ama çok zorlaştıracaktır. İşte şimdi bir çatışmanız var. Bir SAHNE'niz var artık. Şimdi Karakter A'nın biraz daha fazla uğraşması, biraz daha ilginç olması gerekiyor sizi alt edebilek için. Belki bu sayede hikayenizde yeni bir "karakter" (tip'in karşıtı olarak - gg) yaratmış, yeni bir ses bulmuş oldunuz. Çok nadiren de olsa, aslında yanlış karakterin hikayesini anlattığınızı fark edebilirsiniz! (Kaynak: Kung Fu Monkey - http://kfmonkey.blogspot.com; Thursday, January 06, 2005'ten alıntı) posted by gezgin @ 5:29 PM

0 comments

Cuma, Ocak 26, 2007 KARAKTER DEĞİŞİMİ ve YAPI Sinema-TV dünyasında sık sık duyacağınız üzere, senaryo demek, YAPI ("structure") demektir. Bu nedenle, doğal olarak, karakterler de yapının bir parçasıdır. Karakter değişimi ("character arc"), karakterinizin, yazdığınız hikayede rol alarak deneyimlediği değişim yolculuğudur. 47

Karakterinizin geçireceği değişime karar vermek için önce hikayenizin sonucuna karar vermeniz gerekir. Hikayenizin sonucu, iki kriter grubuna göre değerlendirilebilir: 1) başarı / başarısızlık 2) istenen / istenmeyen. Her iki kategoriden birini seçerseniz, dört olası sonuç elde edersiniz. 1) İstenen başarı - Temel mutlu son. Burada ana karakter ödüllendirilir, kötü adamlar cezalandırılır ve gün kurtarılır ("Oz Büyücüsü", "Casablanca" "Sleepless In Seattle") 2) İstenmeyen başarısızlık - Trajedi. Bir keder, mutsuzluk ya da ölüm hikayesi. Burada kahraman ya iyi bir durumdayken bunu kaybeder, ya da daha en baştan ölümcül bir kusura sahiptir. ("Titanic", "Amadeus", "An American Werewolf in London") 3) İstenen başarısızlık - Burada kahramanlar istediklerini elde etmezler, ama bu süreçte önemli bir ders öğrenmiş ya da istemeden daha iyi bir ödüle kavuşmuş olurlar ("Risky Business", "Clockwork Orange", "Thelma & Louise") 4) İstenmeyen başarı - Burada kahraman istediğini elde etmiştir, ama bu süreç içinde varlıklarının önemli bir bölümünü - ruhlarını, sevdiği birilerini, kendi yaşamlarını - kaybetmişlerdir. ("Baba", "Affedilmeyen", "Bulworth") Eğer karaktere ve yapıya eşzamanlı olarak yaklaşırsanız, bu iki sorunu aynı anda çözebilirsiniz. Ayrıca bu ikisini daha en baştan birleştirmiş olursunuz. (Kaynak: Hatırlamıyorum) posted by gezgin @ 2:36 AM

0 comments

Pazar, Ocak 21, 2007 YEŞİL YORUM TV haberlerinde, belgesellerde, çevre ile, iklimlerdeki değişikliklerle, vb. ile ilgili başlıklardaki artışın farkındasınız değil mi? Neredeyse çevreyle ilgili ciddi bir haberin olmadığı bir gün geçmiyor artık. Bunda, anormal derecede sıcak geçen kışın da etkisi var sanırım. Sıcak kış, ayılarla birlikte habercileri de uyandırdı anlaşılan! (Bu cümlede haberci=ayı diye bir eşitlik yok, dikkat ederseniz.) Lakin işin içinde bir gariplik var. İnsanlar, çevreyle ilgili bu haberleri yaparken ya da tüketirken (i.e. okurken, izlerken, dinlerken), işin sadece sonuç bölümüne odaklanıyorlar: Şu kadar sene sonra iklimler şöyle olacakmış, turizmimiz bu kadar yara alacakmış (en çok buna sinir olduğumu tahmin edebilirsiniz), vesaire. Bir anlamda haberciler, her zaman yaptıklarını yapıyorlar. İnsanlardan tepki (i.e. reyting, tiraj) alabilecekleri bir konu buldular ya, onu tekrar tekrar pişirip önümüze koyuyorlar. Bu da onları, çok sevimli olmayan bazı hayvanlarla aynı kategoriye koyuyor. Ne zaman bir felaket, bir ölüm, bir musibet olsa, haberciler bundan ekmek çıkarmaya çalışırlar. Onların çevreye tek yaklaşımı budur. Bir de sonrada "Biz bilgilendirme görevimizi yaptık, ama toplum tınmadı!" şeklinde savunmaya geçerler. Oysa, işin çok ilginç bir boyutu var. Bu haberleri izlediğimiz ya da dinlediğimiz ortamlar (i.e. media), bizzat bu haberleri doğuran koşulların da promosyoncusu, tanıtımcısı, destekçisi. Bu koşullar nedir? derseniz, cevap aslında bariz: gereksiz tüketime dayalı yaşam tarzı. Ve medya, reklamlar (ve bazı programlar) aracılığıyla bu yaşam tarzını bizzat -bizzat!- destekler, önerir, korumaya çalışır. Hangi medya mensubuna sorarsanız sorun, size şunu kesinlikle ve rahatlıkla söyleyecektir: "Reklam, medyanın can damarıdır!" Bunu, belirli bir sav ile de desteklerler: "Eğer reklam geliri olmazsa, medya politik odakların etkisi altına girer!" Ama şimdi, bu uygulama sayesinde, o politik odakların da hayatta kalma şansını etkileyen bir çevresel felakete araç olmuş durumdasınız, buna ne diyeceksiniz? Diyecekleri bir şey yok tabii. Belirli bir hatası açıkça ortaya konan herkesin yaptığı son savunmayı yaparlar: "Ama herkes böyle yapıyor. Bütün dünyada bu böyle!" Ama anneciğim, işte bu yüzden şu anda küresel bir felaketten bahsedebiliyoruz ya! Bütün dünya medyası, tüketim pezevenkliği (afedersiniz) yaptığı için, bütün dünyanın dengesi bozulmuş durumda ya?! Ayrıca, bir başkasının hata yapması, senin hatanın vehametini azaltmıyor ki?! ("Kötü örnek, emsal teşkil etmez" ilkesi, hukukta da geçerlidir). Herhalde ironinin sözlükteki karşılığında, örnek olarak şu yazıyordur: "Çevre felaketleri ile ilgili belgeselin arasına, tüketimi artırmayı hedefleyen reklam alınması!" *** 48

Aslında amacım sadece bir medya eleştirisi yapmak değil. Çevremizdeki herşeyin, sıradan bir günü yaşarken yaptığımız her eylemin çevreye ne kadar zarar verdiğine dikkatinizi çekmek. Mesela, en basitinden, ben bu yazıyı bir bilgisayarda yazıyorum. Oh ne güzel! Şimdi bu basit olaya bir de "Yeşil Yorum" yapalım: 1) Acaba bu bilgisayar üretilirken, çevreye ne kadar zarar verilmiştir? 2)Bu bilgisayarın ekranı, tuşları, faresi üretilirken, çevre ne kadar zarar görmüştür. 3)Bizi internete bağlayan kablolar, ya da internet diye bir şeyin varolmasını sağlayan sunucular üretilirken çevre ne kadar zarara uğramıştır? 4)Dahası, bu donanımsal malzeme tüketildikten sonra, yani kullanılıp atıldığında, çevre ne kadar zarar görecektir? (Zarar göreceği kesin!) Başka bir şey alalım. Bir kağıt mesela. Kullanıdığınız kağıdın yapımında, çevreye ne kadar zarar verildi biliyor musunuz? Kaç ağaç kesildi, o kağıdı beyaza boyamak için ne kadar kimyasal madde doğaya bırakıldı? O kağıt size ulaştırılana kadar, ne kadar karbonmonoksit atmosfere salındı? Ne demek istediğimi anladınız, değil mi? Bu paragrafın sonunda bir süre için okumayı bırakın ve çevrenize bakın. Artık her neredeyseniz: ev, okul, işyeri, internet cafe... Bakın ve gördüğünüz eşyaların üretimi ve size ulaştırılması esnasında çevreye ne kadar zarar verilmiş olabileceğini hayal edin. (Siz senaristsiniz/senarist adayısınız, hayal gücünüzün ortalamanın üzerinde olması gerek). Tek tek. Oturduğunuz koltuktan duvarın boyasına kadar, herşeyin üretim sürecini, bu esnada kullanılan hammadeleri, enerji kaynaklarını, atıkları, herşeyi düşünün. Tek tek. İnsanın tüyleri ürperiyor değil mi?! Çevre felaketlerinden bahsediyoruz ve kendimiz, üretim süreçleri ile bizzat bu felaketi oluşturan eşyaların tam göbeğinde yaşıyoruz. Onlara muhtacız. Onlarsız bir hayat hayâl dahi edemiyoruz. Onları kullanarak, üreterek ve satarak hayatta kalabiliyoruz. Hepimiz, farkında olarak ya da olmayarak, bir cinayete, doğanın öldürülmesine yardım ve yataklık yapıyoruz. İğneyi kendimize batırmaya devam edelim: Sinemada ve TV'de kullanılan aletlerin üretimini düşünelim. Sinema filmlerinin üretiminde doğaya zarar veren neler kullanılıyor acaba? TV kameralarının çipleri üretilirken neler oluyor, bilen var mı? Ya da bizzat TV'ler üretilirken, hangi petrol ürünleri kullanılıyor? Ve kullanmakta olduğunuz bu petrol ürününün hammadesinin (i.e. petrol!), Amerika'nın işgalinden sonra Irak'tan gelmiş olma ihtimali var mı? (Bu çevreden çok politikayla ilgili oldu, ama "Büyük Resmi" görmemize yardımcı olması açısından faydalı.) *** Belki siz de "Ama ben bunları bilmek istemiyorum. Ben sadece senaryo yazmak, sonra meşhur olmak, deli gibi para kazanmak istiyorum" diye düşünüyorsunuz. Rahat bir uyuşukluk içinde hayatınızı sürmek, ılık çamur banyosu içinde devrile devrile keyif yapan bir manda gibi yaşamak ("gibi"ye dikkat) istiyor olabilirsiniz. Ama size kötü haberlerim var! Çanlar sizin için çalıyor! Doğa ana, o ılık çamur banyosunu tamamen kurutup, derinize binlerce iğne gibi batacak kuru topraktan bir örtüye çevirmeye kararlı. Sizi o rahat uyuşukluktan uyandıracak. Eğer yirmili ve otuzlu yaşlardaysanız, korkunç bir yaşlılık dönemi yaşayacaksınız. Daha ileri yaştaysanız, biraz "şanslısınız" demektir, "Mad Max" ya da "Su Dünyası" tarzı bir geleceği görmeme ihtimaliniz var. Ama çocuklarınız? Onların nasıl bir gezegende yaşayacaklarını hayal edebiliyor musunuz? Ve dehşete kapılmıyor musunuz? *** Bu yazıyı "Yazdım ve insanları uyardım, ben görevimi yerine getirdim" duygusuyla yazmadığımı söylemeliyim. Bu yazıyı, mütemadiyen yaşadığım bir duyguyu paylaşmak için yazdım. Göz göre göre gelen bir felaketi (örneğini 5-6 ay sonra hep beraber bu topraklarda göreceğimiz bir aşırı sıcak felaketini) siz de görün, öngörün ve biraz korkun diye yazdım. Korkunun ecele faydası yoktur, ama tedbir alınmasını sağlayarak eceli geciktirebilir. 49

Hiç korkmayan, ya aptaldır, ya cahildir, ya da deli! posted by gezgin @ 1:11 AM

0 comments

Cuma, Ocak 19, 2007 HRANT DİNK CİNAYETİ Genç bir adamın hayatının, daha büyük güçlerin politikaları doğrultusunda uluorta sona erdirilebildiği bir dünyada yaşıyoruz. Dünya diyorum, zira yeryüzündeki hiçbir ülke -buna kendine "gelişmiş" diyen barbarlar da dahil- bu saptamanın dışında kalmıyor ne yazık ki. Hatta belki en çok o ülkelerde harcanabiliyorsunuz, bazı ırksal, dinsel, milli niteliklerinizle ortalamanın dışına çıkıyorsanız... Bundan sonraki bir kaç gün, Hrant Dink'in politik duruşu, hakkında açılan davalar, Ermeni sorununa yaklaşımı, öldürülmesinin bunlarla bağlantısı hakkında bir sürü şey okuyacaksınız. Neo-milliyetçiliğin nasıl azdığını, toplumun geleceği için nasıl bir tehlike oluşturduğunu vs. duyacaksınız. Bir süre sonra, bütün bu olanlar unutulacak. Yaklaşık 3 hafta sonra. Tekrar Hülya Avşar ve Bülent Ersoy'u konuşmaya başlayacak insanlar. Bu, insanlarımızın duyarsızlığından değil, insan doğasının sıkıntılar, dertler üzerinde çok durmak istememesinden kaynaklanacak. Hrant Dink de sadece öldüğü ile kalacak. Bu tür cinayetlerde iki yaklaşım vardır: Bir, bu cinayeti en büyük olasılıkla kim işlemiş olabilir, buna bakılır. Hrant Dink en çok kime rahatsızlık verdiyse, en çok kimde nefret uyandırdıysa, o grup cinayetle ya da cinayete azmettirmekle suçlanacak. İkinci yaklaşımda da, bu cinayetten son tahlilde en çok kimin faydalandığına bakılır. Bu Agatha Christie yöntemidir. Hrant'ın ölümünde ilk şüpheli milliyetçiler olmakla birlikte, bu cinayetten en fazla milliyetçileri köşeye sıkıştırmak isteyenler faydalanacak gibi görünüyor. Geçtiğimiz bahar gerçekleşen Danıştay saldırısında, hükümet 2. yöntemi kullandı ve işlenen cinayet ile kendilerinin karalanmaya çalıştığını iddia etti. Ama yapılan araştırma cinayetin arkasında derin devletin olmadığı, bir meczubun, itikatları (ve "çok yetkili birilerinin" yaptığı dolduruşlar) nedeniyle bu cinayeti işlediği ortaya çıktı. Ama Türkiye, ikinci tür yaklaşımlarla açıklanabilecek cinayetlerle de doludur. Çeşitli güç odakları, ülkenin gidişatı ile ilgili bir rüzgar estirmek istediklerinde, herhangi birini kolaylıkla ortadan kaldırırlar. Ve bu tür cinayetler de çözümsüz kalır. *** Bu cinayet sonrasında herkes bilinçaltında sakladığı korkularını bir süre dillendirecek, sonra eski hayatına geri dönecek. Gerçekten üzülenler sadece Dink'in yakınları, akrabaları olacak. Ateş düştüğü yeri yakar çünkü. posted by gezgin @ 4:17 PM

2 comments

Çarşamba, Ocak 17, 2007 KURTLAR VADİSİ: TEKRARLANAN YANLIŞLAR! (Bu yazıyı, aşağıdaki Jack vs Polat'ın devamı olarak da okuyabilirsiniz) İyi adamlar ile kötü adamlar arasındaki farklardan burada biraz bahsetmek gerekiyor. Bir insanın devlet memuru olması, ya da devlet adına çalışıyor olması, tek başına onu iyi adam yapmaz. Devlet’in, çeşitli sorunlarla -burada suçlarla- mücadele yöntemlerini de benimsemiş olması gerekir. Devlet, kötü adamlardan -mayfa, uyuşturucu satıcıları, hırsızlar vb.- farklı olarak, bu insanlarla mücadele ederken asgari da olsa bir insaniyet gösterir. Yani amacı, kötü olarak nitelenen bu işleri yapanları öldürerek ortadan kaldırmak değil, hapse atarak topluma zarar vermekten alıkoymaktır. İyiyi iyi yapan budur. Yoksa, kötü ile kötünün yöntemlerini kullanarak mücadele etmek, onu kötü ile aynı düzeye indirir. Devlet, bir ülke içerisindeki en büyük silahlı kuvvet olduğu için, böyle bir şeye tenezzül etmez, etmemelidir. O devletin vatantaşlarının da devletlerinden beklediği, bu büyük gücün, bu küçük güç odaklarını, asgari düzeyde şiddet uygulayarak etkisiz hale getirmesidir. Yani devlet, belirli bir insaniyet, belirli bir ahlak sahibi bir kurumdur. Peki Polat ve Kurtlar Vadisi ekibi öyle mi? Hayır! Yüz bin kere hayır! (Kaptırdık galiba :). Burada KGT 50

adlı bir örgüt, devlet adına, millet adına cinayetler işliyor. Bu, devletin iyi, ahlaklı, büyük olma vasfına aykırı bir davranış. Uyuşturucu tacirlerinin çocuklarını uyuşturucuya alıştırmak, fuhuş simsarlarının kızlarını devlete ait genelevlerde çalıştırmaktan farksız bir yaklaşım bu. Devlet böyle bir şey yapmaz. Devlet demek prosedür demektir. Ve suçlarla mücadele prosedürü de suçu işleyenleri gerekmedikçe -yani devlet güçlerine öldürme amaçlı olarak saldırmadıkça- öldürmemek, sadece hareket alanlarını kısıtlamak, yani tutuklayıp hapse atmaktır. Kurtlar Vadisi (KV) ekibi bu gerçeği tamamen göz ardı ediyor. Geçmişte yapılmış bazı hatalı uygulamaları (bkz. Çatlı'nın ve diğerlerinin devlet tarafından istihdam edilmesi) baz alıyor, bunları "doğru" ve "iyi" bir hareket gibi kabul ediyor, ve bunu, dramatik etki yaratmak için abartarak halka sunuyor. Peki sonuç ne oluyor? Muazzam bir reyting, Türk TV tarihinde görülmeyen miktarlarda oyunculara yapılan ödemeler, dehşet bir reklam geliri... Ve mafya tipi davranışı norm olarak kabul eden ve çatır çatır şiddet uygulamaya başlayan binlerce genç! Kurtlar Vadisinin senaryosunun özündeki bu sakatlık, dizinin özellikle gençler üzerindeki bu etkisine bakılarak da anlaşılabilir. Diziyi izleyen insanlar, daha ahlaklı, daha doğru davranma eğilimi mi gösteriyorlar, yoksa insaniyet dışı davranarak şiddet uygulamaya mı yöneliyorlar? Tabii ki ikincisi. Demek ki dizi, yazanlar ne derse desin, olumsuz bir mesaj veriyor. (NLP'nin ilginç bir saptamasıdır bu: mesaj, senin ne demek istediğin değil, karşındakinin ne anladığıdır!) Açık bir biçimde söylersek: KV, insanların Jack Bauer gibi ahlaklı devlet memurları gibi davranmasını değil, ahlaksız mafya babaları gibi davranmalarını özendiriyor. Ve izleyiciler de bu mesajı çok net alıyor. Ama yazarlar/yapımcılar mesajın bu olduğunu farkında değiller, ya da görmek işlerine gelmiyor. Dizinin en sonunda Polat’ın 300 küsür adamı öldürmekten beraat ettirilmesi ise, senaristlerin kendi hatalarını örtme çabasının zirvesini oluşturuyor. Kendilerini bir biçimde, gerçek dışı bir mahkeme sürecinin sonunda, aklamaya çalışıyorlar. Hiç kimse onlara, “Oğlum, devlet cinayet işlemez, en fazla suçla mücadele sırasında nefs-i müdafaa kabilinden adam öldürür. Sen kasaplık yapmışsın! Yürü kodese!” demiyor. Zira dese, senaristler dizi boyunca işledikleri hatayı itiraf etmiş olacaklar. (Allah'ın bir savcısı da kalkıp "Kardeşim siz böyle bir mahkeme ile, Türk yargı sistemini yerin dibine sokuyorsunuz, insanlara yanlış bilgiler veriyorsunuz, onlarda yanlış kanaatler uyandırıyorsunuz, halkın yargıya olan güvenini ve inancını yaralıyorsunuz" deyip dava açmıyor!) *** Şimdi dizinin 2. sezonunun reklamları ("teaser"ları) dönüyor. Ve ben her o spotu gördüğümde “Eyvah!” diyorum, "Bu kez de şehit kanları üzerinden deli gibi para kazanacaklar!" Batılıların en gıcık olduğum özelliklerinden biri, bir felaket yaşandıktan sonra (örn. Katrina Fırtınası), o felakette hayatını kaybedenleri kısaca zikredip, ardından parasal kaybın ayrıntılı bir muhasebesini yapmasıdır. Kurtlar Vadisi de aynen bunu yapıyor: Terörle mücadelede şu kadar insan öldü. Şu kadar para harcandı. Bu parayla şu, şu, şu yapılırdı. Bu süreçte yakınlarını kaybedenlerin, bu rakamları gördükçe herhalde ciğerleri yanıyordur, “Kaç baraj bana sevdiğimi geri getirir?!” diye. Lakin KV ekibinin odağı, amacı belli: Yirmi senedir insanlarda terörden dolayı oluşan tepkiyi sömürmek. Tıpkı “KV Irak” filminde, gururu -gereksiz yere- incinen halkımızın bu duygusunu sömürdükleri gibi. Ne diyelim? Hayırlı sömürüler! posted by gezgin @ 7:39 PM

3 comments

Salı, Ocak 16, 2007 "TEPKİ" - MCKEE NOTLARI - 08 Kahraman, hayatının dengesindeki olumlu ya da olumsuz değişikliğe, karakterine ve dünyasına uygun bir biçimde tepki verir. Tepki vermeyi reddetmesi ise, minimalist NONPLOT'ların en pasif kahramanlarında bile, çok uzun süremez. Çünkü hepimiz hayatımız üzerinde makul düzeyde bir denetim sahibi olmak isteriz ve eğer bir olay bu denge ve kontrol duygumuzu kökten bozarsa, ne isteriz? Kahramanımız da dahil, herhangi bir insan ne ister? Bu dengeyi yeniden kurmak ister. Bu nedenle Tetikleyici Olay önce kahramanın hayatının dengesini bozar, sonra da onda bu dengeyi yeniden kurma isteğini uyandırır. Bu ihtiyaçtan mütevellit - genelde hemen, bazen bir düşünce süreci sonunda - kahraman bir Arzu Nesnesi düşünüp bulur. Bu Arzu Nesnesi, "fiziksel", "durumsal" ya da "davranışsal" bir şeydir ve kahraman hayatını tekrar dengeye sokabilmek için bu şeyden mahrum olduğunu ya da bu şeye ihtiyaç duyduğunu hissetmektedir. Son olarak Tetikleyici olay kahramanı bu nesne ya da hedefi ele geçirmek için aktif bir arayışa 51

sevkeder. Ve bir çok hikaye ya da tür için bu yeterlidir: Bir olay kahramanın hayatının dengesini altüst eder; kahramanda, hayatını düzeltmesi için gereken bir şeye karşı bir arzu uyandırır ve kahraman da bu şeyin peşine düşer. Ama en çok hayranlık duyduğumuz kahramanlarda, Tetikleyici Olay sadece bilinçli bir arzu uyandırmaz, bilinçsiz bir arzu da uyandırır. Bu iki arzu birbiriyle çok şiddetli bir biçimde çatıştığı için bu karmaşık karakterler son derece büyük acılar da çekerler. Kahraman bilinçli olarak ne istediğini zannederse zannetsin, seyirciler kahramanın aslında bunun tam zıddını istediğini hissederler ya da fark ederler. posted by gezgin @ 5:33 PM

0 comments

TETİKLEYİCİ OLAY - MCKEE NOTLARI - 7 Bir hikaye başladığında kahramanımız az çok dengeli bir hayat yaşamaktadır. Hayatında başarıları da başarısızlıkları, olumlu ve olumsuz şeyler vardır. Ama kimin yoktur ki? Yine de hayatı nispeten onun kontrolü altındadır. Sonra aniden ya da kat'i bir biçimde, hayatının bu dengesini kökünden sarsan bir olay meydana gelir. Kahramanının gerçekliğinin değer-yükünü olumluya ya da olumsuza doğru fırlatan bir olay meydana gelir. *** Bir çok durumda Tetikleyici Olay ("Inciting Incident") doğrudan kahramanın başına gelen ya da kahramanın yarattığı tek bir olaydır. Bunun sonucunda kahramanımız hayatının artık iyi ya da kötü yönde dengesiz bir duruma geçtiğini görür. *** Çoğunlukla, Tetikleyici Olay'ın bir temel atması ("setup") ve sonuç alması ("payoff") vardır. KAHRAMAN TETİKLEYİCİ OLAYA BİR TEPKİ VERMELİDİR posted by gezgin @ 5:26 PM

0 comments

JACK vs. POLAT Şiddet tek başına eleştirilecek bir şey değildir. Zira şiddet insanın doğasında vardır (bkz. Erich Fromm "Sevgi ve Şiddetin Kaynağı"). Sorun, şiddetin ne amaçla, hangi motivle kullanıldığıdır. 24 dizisinde Jack Bauer tamamen iyi adamlar adına ve nefsi müdafaa olarak şiddeti kullanır. Polat ise büyük oranda yanlış bir ahlaki öncüle dayanarak (düşmanın arasına sızmak ve onları, onların yöntemlerini kullanarak yok etmek) keyfi denebilecek bir tarzda şiddet uyguluyor. Aradaki fark şiddetten değil, şiddetin gerekçesinden kaynaklanıyor.Yoksa "Terminator" filmleri de deli gibi şiddet içeriyor, ama iyiler sadece kendilerini savunuyorlar, kötüler de çıkarları için şiddet uyguluyor. Seyirci bunları ayıramayacak kadar aptal değil. Hatta kötüyü kötü yapan temel niteliklerden biri haline geliyor keyfi olarak şiddet uygulaması. Polat da bir çok durumda bu tarafa kayıyor, Jack Bauer'dan farklı olarak. Bu tür ayırımlara dikkat edin. ("24'ü Neden Seviyoruz" yazısına gelen bir eleştiriye yazdığım yanıt) posted by gezgin @ 5:22 PM

0 comments

Cumartesi, Ocak 13, 2007 ALAN SOKAL VE TUNA ERDEM: "SALLAMANIN" DAYANILMAZ HAFİFLİĞİ 1996 yılında Alan Sokal adlı bir kuramsal fizikçi (New York Üniversitesi'nde prof.) "Social Text" dergisine bir yazı gönderir. Yazı, "kuantum fiziğinin politika alanında da geçerli anlamları olduğu" gibi aslında bilimsel hiçbir geçerliliği olmayan tezlerle doludur. Sokal'ın amacı derginin editörleri ile kafa bulmak ve postmodernistlerin "herşey dilsel ve sosyal bir kurgudur" savıyla dalga geçmektir. Kuantum fiziği hakkında hiçbir bilgisi olmayan zavallı dergi editörleri ise yazıyı büyük bir şevkle basarlar, "Ne güzel, fizikçiler de bizim gibi düşünüyor" diyerek. Ne yazık ki yazının çıktığı gün, başka bir 52

dergide ("Lingua Franca") Sokal, "Social Text"e oynadığı oyunu anlatmaktadır! Bu olay zamanında entellektüel dünyada büyük gürültü koparmıştı. Zaman zaman hâlâ bu olaya göndermede bulunulur. (Olayla ilgili genel bir bilgiyi burada bulabilirsiniz). *** Bu olayı neden hatırladım: Yeni sinema dergimiz "Empire"ın (bu arada hayırlı olsun diyeyim; bu derginin orijinali benim en sevdiğim yabancı sinema dergisidir) Ocak 2007 sayısında Tuna Erdem'in "Ne Evet, Ne Hayır!" adlı bir yazısı yayınlandı. Yazıyı okuyunca, bir noktada (hangi noktada olduğunu birazdan anlatacağım) bu Sokal olayı hiç üşenmeden zihnimin 10 yıl öncesine ait arşivinden gün ışığına fırladı! Sokal'ın "Social Text" ile kafa bulmak için yaptığı şeyi Tuna Erdem ciddi ciddi Empire'da yapıyordu, ve yazar - ve editörler - bunun farkında bile değildi! Belki bir çok okur da ne denildiğini tam anlamadan, "Evet ya, böyle olabilir" diye düşünmüştü. Yoksa gerçeğin farkında olan sadece ben mi vardım?! (En korkunç ve iyi senaryo kalıplarından biri budur: gerçeği sadece kahraman(lar)ımız bilmektedir ve başka kimse olayın farkında değildir / ona inanmaz. Örn: "Fakülte", "X-Files"). Tuna Erdem'in yazısında (sayfa 42-43) yaptığını özetle anlatayım: Tuna Erdem, hem "Takva" hem de "Kader" filmlerinde kahramanların iki büyük değişim geçirdiğini, ve her iki filmin yönetmeninin de bu değişim süreçlerini göstermek yerine "elipsis" (ki kelimenin Türkçe'si "eksiltileme"dir, dilbiliminde de kullanılır, ve SANARİST okurları daha önceden duymuşlardır) denen bir yöntem kullanarak eski halden yeni hale ani bir geçiş yaptığını söylüyor. Sonra da, bizim toplumsal hayatımızda da bu tür kopuşların olduğunu söyleyerek, filmlerin bu anlarıyla toplumsal değişim tarzımız arasında bir paralellik kuruyor. Aynen aktarıyorum: "... Hal böyle olunca, sürecin atlanıp sonuca ışınlanmamıza neden olan, bir kopuşa, bir boşluğa denk dürüşülen büyük değişimler de, sadece karakterleri değil, bu karakterlerin içinde yaşadıkları kültürü yansıtır hale geliyor. Peki nedir bu coğrafyada nefes alan kültürün, aniden bir kopuş gibi gelen, süreci atlanan, öncelikle ve aslen görüntüde meydana gelen büyük dönüşüm ve değişimlerle ilişkisi? Bu sorunun cevabını vermek zor olmasa gerek. İmparatorluktan Cumhuriyete, Doğu'dan Batı'ya, Arap harflerinden Latin alfabesine, festen şapkaya, şeriattan laikliğe geçişlerimizle başlayan, demokrasiden darbeye, atlaya sıçraya ilerleyen yakın tarihimizin tümünü "elipsis" kavramı etrafında yeniden yazmak mümkün zira." (Kusura bakmayın, daha fazlasını yazamayacağım, dergiyi okuyun, sinirden mideme ağrılar girdi!) *** Tuna Erdem burada iki büyük hata yapıyor. Birincisi, adı geçen iki filmde de yönetmenlerin kullandığı eksiltileme yönteminin, "arada bir geçiş süreci olmadığı" anlamına geldiğini zannetmesi. Hayır, yönetmenler elipsisi, arada geçiş süreci olmadığını anlatmak için değil, geçişi anlatarak vakit kaybetmemek için ya da değişiklikteki tezatı vurgulamak için kullanırlar. Ki bu son amacı kendisi de yazının ilk bölümünde yakalıyor, ama daha sonra - belli ki çok hoşuna giden "tarihsel/sosyolojik dönüşüm tarzımız" savının desteklemek için görmezden geliyor. "Aslında geçiş süreci diye bir şey vardır ve yönetmen bunu göstermemeyi tercih etmiştir" bilgisine bağlı kalsa, bizim "İmparatorluk'tan Cumhuriyet'e sıçradığımız, vb." savları ile paralellik kuramayacak. Bu nedenle, kendi bildiği ve biraz önce yazdığı şeyi terk edip, kurguda elipsisin, kişisel/toplumsal olaylarda geçiş sürecinin olmaması (ya da çok kısa olması) ile benzerlik taşıdığını iddia ediyor ve yazısını bu harika "edebi ve sosyolojik buluş" üzerine kuruyor. Yani özetlersek, sinemada elipsis, "geçiş süreci var ama ben göstermiyorum" demektir. Tuna Erdem ise bunu, "aniden, kopuş gibi gelen, süreci atlanan ... değişimler" olarak yorumluyor ve hiç üşenmeden toplumumuzda böyle bir durum olduğunu ileri sürüp, sinemadaki olayla bu toplumsal özelliğimiz arasında benzerlik kuruyor! *** Ama bence daha vahim bir hatası daha var Tuna Hanımın: o da toplumsal dönüşüm ve değişimlerin sıçramalı olduğu savı. Herhangi -herhangi!- bir tarih ya da sosyoloji öğrencisine bu savın doğru olup olmadığına sorun. Kesinlikle "hayır" diyecektir! Toplumsal olaylar öyle pat diye olmaz. Her toplumsal dönüşüm ve değişimin bir öncülü, bir hazırlık dönemi vardır. Tuna Erdem'in kendi örneklerinin üzerinden gidelim:

53

* İmparatorluktan Cumhuriyet'e geçiş, 3. Selim ile başlayan yaklaşık yüz yıllık bir sürecin sonunda gerçekleşmiştir. Sadece 1. ve 2. Meşrutiyet bile bunu kanıtlamaya yeter. * Doğu'dan Batı'ya geçişimiz ise (yanlış hatırlamıyorsam İlber Ortaylı'nın savıydı) Selçuklu Türkleri'nin 1072'de Anadolu'ya girmesi ile başlamış bir süreçtir. Bu eğilimlerini ifade etmek isteyen Anadolu Türkleri uzun süre Anadolu'ya "Rum" demişlerdir - kendilerini Roma'nın mirasçısı olarak gördüklerinden. (Ek bilgi: "Mevlana Celaleddin Rumi"nin Rumi'si de buradan gelir. "Anadolulu Mevlana Celaleddin" demektir aslında). * Arap harflerinden Latin harflerine geçiş de, daha TC tarafından uygulamaya konmadan önce, 1910'larda Osmanlı aydınları arasında uzun uzadıya tartışılmış bir meseledir. İsteyen araştırsın. * Demokrasiden darbeye geçişlerimiz de 5-10 yıllık "hazırlık" dönemleri sonucunda gerçekleşmiştir. 12 Eylül'ün bir "sıçrama" olduğunu iddia etmek, 70'lerin ikinci yarısında politik cinayetlerde ölen insanlarımızı tamamen görmezden gelmektir. *** Peki bu ne anlama geliyor? Yazıyı, bütün entellektüel camiamızı "cehaletle" suçlamak için kullanmayacağım; neticede bilimsel bir iddiası olmayan ticari bir dergide yayınlanmış, iddiasız bir yazı bu. Asıl şuna dikkatinizi çekmek istiyorum: Size söylenen herşeye hemen inanmayın - hangi dergide/kitapta yayınlanırsa yayınlansın, ya da söyleyen kim olursa olsun. Ölçün, biçin, tartın, karşılaştırın, araştırın, hemen hüküm vermeyin, biraz bekletin, soğutun... Sonra bir karara varın. Bu gibi konularda doğru bir sonuca varmak için bilgili olmak ve bilimsel düşünce yöntemlerini kullanabiliyor olmak gerekiyor. Mümkünse bu ikisini de edinin. Bunların birincisi ("bilgilenmek"), kasmadan yapılması gereken, sonu olmayan ve aslında çok zevkli bir uğraştır. İkincisi ("bilimsel düşünme yöntemi") ise bisiklete binmek gibi bir beceridir. Kısa sürede öğrenilen bir şeydir. Atla deve değildir yani. Ama biraz fen bilimlerine girmeniz gerekebilir. *** Bu sitedeki bilgileri de "kesin kural" olarak algılamayın. "Hımm, burada ilginç bir şeyler var, bir deneyelim bakalım, olmazsa değiştiririz ya da başka bir yaklaşım deneriz" şeklinde kullanın. Burada cahilane bir ukalalığı teşvik ediyor değilim. Sadece size sunulanları bir de kendi düşünce eleklerinizden geçirin, ne çıkacak ona bakın, diyorum. posted by gezgin @ 5:42 PM

1 comments

800 richest people - 800 millions of poor people İngilizcesi olanlar için (bir ara Türkçesini de koyarım) "I don't feel so proud as a human being today, as an adult. Me, I'm not proud of the [rest of the world] either, it's not just me, it's not my fault. Idon't feel so good, I don't feel proud, to leave the world the way we're leaving it to the 800 richest people in the world who have all the money to the 800 millions of poor people. Something is wrong. I mean, c'mon. I'm not part of the 800 guys; I'm not part of the 800 million, but we cannot live like this. We're going through a catastrophe if we live like this. There's billions of people who live with one dollar a day, and global warming and pollution. You feel responsible, so you turn to who? You can talk to adults -- and there's better people than me who can talk about it, because I'm not a specialist, I'm just a citizen -- or you can tell a story to a younger audience to at least try to give them some feeling so that they can be better than us. " – Luc Besson, on his motivations for making his new film Arthur and the Invisibles posted by gezgin @ 5:34 PM

0 comments

54

Pazartesi, Ocak 08, 2007 "SEARCHING FOR LEVENT KIRCA" Yazının başlığı, yakın zamanda çekilen bir başka filmden alıntı: "Searching For Debra Winger". Yanlış hatırlamıyorsam Rosanne Arquette çekmişti, ve genel olarak, belirli bir yaşın üzerine çıkan kadınların (örn. Debra Winger) Holywood'dan film teklifi almamasını eleştiriyordu. Holywood'da genel bir gençlik faşizmi olduğunu vurguluyordu, özellikle de kadın oyuncular söz konusu olduğunda. Türkiye'de böyle bir şeyin olduğunu söylemek pek mümkün değil. "Türkan Sultan"ın hâlâ film çektiği ve başrol oynadığı bir ülkede böyle bir iddia asılsız olur. Bizde sürekli olarak "gençlerin önünün açılmasından" bahsedilir, ki bu da sinemamızdaki "büyüğe hürmet" eğiliminin dışavurumlarından biridir. *** Aslında yazının konusu oyuncular değil. Komedyenler (komedi oyuncuları ve yazarlar). Özellikle de siyasi taşlama yapan komedyenler: örneğin Levent Kırca ve arkadaşları. Şimdi neredeler? Neden ortalıkta yoklar? Daha önceleri ne yapıyorlardı, şimdi ne yapıyorlar? 80'lerde politik komedi olarak adlandırabileceğimiz bir eğilim vardı. O dönemde tek bir TV kanalı olduğu ve bu kanal da devletin elinde olduğu için, bu tür komedi özel tiyatrolar eliyle yapılabiliyordu. Metin Akpınar-Zeki Alasya ikilisinin başını çektiği bir tiyatroydu bu. Seksenlerin ikinci yarısında Ferhan Şensoy bayrağı devraldı. Oyunları seyredenler ya da dinleyenler (şimdiki Cem Yılmaz CD'leri gibi o zaman ZekiMetin ya da Ferhan Şensoy kasetleri vardı), iktidara tiyatro yoluyla yapılan bu eleştiriler sayesinde biraz rahatlıyordu. Neticede bir darbeden yeni çıkılmıştı ve insanlar üzerlerindeki baskıdan bir nebze olsun kurtulabilmek için mizaha sarılıyordu. (Bu yıllar aynı zamanda Gırgır'ın en başarılı olduğu dönemdi). Bu dönemin rengini, yetmişlerden artakalan politik bilincin oluşturduğunu düşünüyorum. Politika hâlâ insanlar için çok önemliydi, herhangi bir eylemde bulunamasalar bile en azından zihinsel olarak bu konuda hâlâ faaldiler. Sonra? Özal dönemi amacına ulaştı. Özal'ın yapmak istediği şey gerçekleşti, millete yaptığı aşı tuttu. İnsanları politik doğrular peşinde koşmaktan vazgeçirip ortak bir amaç etrafında birleştirdi. Bu ortak amaç, "daha fazla bireysel refah" idi. Artık hiçkimse toplumun geneli için belirli bir ideolojinin doğruluğunu savunmaz oldu. Herkesin bir derdi vardı: Zengin olmak! Yetmişlerin sıkı politiklerinin apolitikliği seçip şirket sahibi oldukları dönem bu dönemdir. Zeki Alaysa-Metin Akpınar ve Ferhan Şensoy döneminin kapanıp "Mesaj kaygısız beyin fırtınası" Cem Yılmaz'ın döneminin başladığı zaman bu zamandır. Artık insanlar için politika gündelik uğraşlarının önemli bir parçası olmaktan çıkmıştı. Sendikaların ve sivil toplum kuruluşlarının kapatılması zaten ellerini kollarını bağlamıştı. Onlar da doğal olarak işlerine güçlerine döndüler (buradaki "Öğrenilmiş Çaresizlik" hadisesini başka bir yazıda ele alacağım). Ve etki edemeyeceği alanlar (yani politika) ile ilgili mizahı bırakıp, gevşeten, eğlendiren, deli gibi güldüren ama sonuçta hemen hiçbir iz bırakmayan mizaha yöneldiler. (Cem Yılmaz'ın aynı oyunu 10 sene oynaması nasıl açıklanabilir başka?). İşte bu iki dönem arasındaki geçişte, Levent Kırca TV'de uzun soluklu bir program yaptı: "Olacak O Kadar Televizyonu" (OOKT). (Aynı dönemde TV'de Ahmet Uğurlu da "Karşı Şov"u yapıyordu, ama Levent Kırca kadar tuttuğu ya da etkili olduğu söylenemez). OOKT, gündelik olayları hicvediyor, hem siyasetçileri, hem de günlük yaşamdaki sorunları işliyordu. "Ne sappladın lan kaffana!", "Atoteytıt pret" ve "Jet ski" gibi klasikleri üretti. Bütün siyasetçilerle kıyasıya dalga geçti, onları eleştirdi. Her ne kadar skeçlerinin sonunda mutlaka ders vermek istemesi, özellikle de son dönemde iyice kabak tadı verdi ise de, mizahın toplumdaki en önemli görevlerinden birini -"farkındalık yaratmak"- yerine getirmeyi başarıyordu Levent Kırca. Sonra? Levent Kırca ve OOKT ortadan kayboldu. Onun yerini (tam yerini denemez aslında ama, güldürme fonksiyonunu diyelim) TV'de "Mükrimin Çıtır", tiyatroda da Cem Yılmaz aldı (bu ikisinin daha sonra "iş" olarak da çok yakınlaşması ilginçtir). Artık insanlar politik eleştirilere değil, laf esprilerine gülmeye başladılar sadece. Gülmece konusunda geldiğimiz son nokta, şu an itibariyle "Gaffur". Şu anda hiçbir TV kanalında OOKT tarzında bir şey yapılmıyor. Hiçkimse iktidarı sert bir biçimde eleştirmiyor. (Bu aynı zamanda Gırgır'ın satıldıktan sonra Avni olup, sonra Hıbır'a bölünüp, ardından önce Limon'u, sonra Leman'ı doğurduğu, Leman'dan kaçan apolitiklerin de Penguen'i yarattığı, politik mizahın da bu dergilerin sadece ilk üç sayfasına sıkıştığı dönemdir.) 55

Neden acaba? • • • • • •

TV kanalları (ve genelde medya) iktidar ile çok sıkı bir ekonomik ilişki içinde olduğu için mi? İnsanlar politikadan bıkıp (ya da soğutulup) toplumun değil sadece kendilerinin hayat standartlarını yükseltmeye yöneldiği için mi? Reyting sistemi, en sıradan seyircinin en bayağı zevkini yücelten bir sisteme dönüştüğü için mi? 80 ve sonrası doğumlular (darbe sonrası dönemde doğanlar) neredeyse tamamen apolitik ve tam bir tüketici ruhunda insanlar oldukları ve artık tüketimin ana motoru haline geldikleri için mi? (Çoğu artık evli ve iş sahibi). "San'atçılarımız" da (burada komedi oyuncuları ve yazarları kastediliyor) "sanat sanat içindir" mi yoksa "sanat toplum içindir" mi tartışmasını "sanat para içindir" şeklinde çözdükleri için mi? Yoksa bunları hepsi mi?

Sebep her ne ise, şu anda toplum olarak çok önemli bir ruhsal besinin eksikliğini yaşıyoruz. Nasıl uzun süre C vitamini almayanlarda iskorpit hastalığı ortaya çıkıyorsa, bizim de toplum olarak asgari bir politikmizaha ihtiyacımız var. Yeterli dozu almazsak, bazı toplumsal hastalıklar çıkabilir. Hatta belki çoktan çıktı bile. *** Not: Sakın bu yazıdan yola çıkarak, Levent Kırca'nın yaptığı gibi mesaj kaygısı ağır şeyler yazmaya kalkmayın. O dönem sona erdi. Seyircinin bu tür programları istemediği OOKT'nin yayından kalkmasından belli. Artık ne mesaj verecekseniz, bunu çok sıkı bir dramatik yapıya yedirerek vermek zorundasınız, aksi takdirde zamanınıza ve enerjinize yazık olur, benden söylemesi. posted by gezgin @ 6:04 PM

1 comments

YEŞİL TEST Hayatta karşımıza çıkan insanları sürekli olarak ölçüp biçeriz. Kim olduklarını, neyi bilip neyi bilmediklerini, yeteneklerini, karakter özelliklerini, aziz tuttukları değerleri öğrenmeye çalışır, bunlara göre o kişileri kafamızda bir yere yerleştiririz, onların söylediklerini önemser ya da kaale almayız. Bu büyük ölçüde bilinçdışı bir biçimde işleyen bir süreçtir. Yani bunun farkında değilizdir genelde. Ne zaman ki vardığımız sonuçlarda bir çelişki, bir yanlışlık görürüz, o zaman "Aaa!" deriz "Ben onu hiç de öyle biri olarak düşünmemiştim!" *** Zaman içerisinde, insanların düşünce derinliklerini değerlendirirken kullanabileceğim çok basit bir kıstas olduğunu fark ettim. Yani profesöründen çaycısına, kitap yazarından ev kadınına kadar herkesi değerlendirirken kullanabileceğim bir kıstas olduğunu gördüm. Bu kıstas her defasında işe yarıyordu. Çok sayıda denemeden sonra doğruluğundan emin oldum ve onu sizinle paylaşmaya karar verdim. Lafı uzatmadan söyleyeyim: Bir kişinin düşüncelerinin gerçek değeri, gerçek derinliği ile ilgili en doğru ve kestirme kıstas, o kişinin doğayla, çevreyle ilgili farkındalığıdır. Yani karşılaştığınız, görüştüğünüz, tanıştığınız bir insanın derinliği, o kişinin çevre ("environment", doğa) ile ilgili farkındalığı ile doğru orantılıdır. Bir insan, ne kadar çok şey bildiğini iddia ederse etsin, eğitimi ne olursa olsun, toplum içerisinde ne kadar yüksek bir pozisyonda olursa olsun, eğer genel düşünce sisteminde doğa ve çevre meseleleri önemli bir yer tutmuyorsa, o kişinin düşüncelerini çok da önemsemeyebilirsiniz. Kendisi en iyi ihtimalle, lokal bir aydındır, sadece belirli bir konuda bilgi ve görgü sahibidir, ve bu yüzden de sadece belirli bir çevreden saygı görüyordur. Diğer alanlarda, hayatın nasıl işlediği, hayatı oluşturan unsurlar arasındaki görülür ve görülmez ilişkiler hakkındaki bilgisi ya çok azdır, ya da hiç yoktur. Çevre hakkındaki farkındalık eksikliği, bu yargıya varmamıza olanak tanır. O kişinin ağzından "Tabi canım, doğa ve çevre meseleleri çok önemlidir" gibi yavan bir lakırdının dökülmesi kâfi değildir. O kişinin genel olarak doğanın işleyişinin farkında olması ve şu anda sürmekte olduğumuz yaşam tarzının doğanın çanına ot tıkamakta olduğunu bilmesi ve bu yüzden yüreğinin sızlaması ve çocuklarının ve torunlarının kesinlikle cehennemî bir gelecekte yaşayacak olmasından dolayı gerçek bir korku ve dehşet hissetmesi, ve mümkünse bunu engelleyecek bir biçimde hareket etmesi gerekmektedir. Bu nitelikleri taşımayan bir insanın bilgisi ve becerisi, hangi alanda olursa olsun, topaldır, eksiktir, ve hatta büyük bir ihtimalle bir şeylere zararlıdır.

56

*** Bu düşünce en çok ne zaman aklıma geliyor biliyor musunuz? Hani şu NTV'de bir ekonomi programı var, şehir şehir dolaşıp o şehrin insanlarının önünde şaklabanlık yapan üç ahbap çavuş profesörler. Onları her görüşümde ve ağızlarından damlayan ekonomik balları duyduğumda (bu ilginç bir ifade oldu), tüylerim diken diken oluyor. "Acaba" diyorum kendi kendime "bu insanlar, savunuculuğunu yaptıkları ekonomik sistemin -liberalizm- çevreye verdiği geri döndürülemez zararın farkındalar mı? Bu insanları çocukları ya da torunları, onların şimdi savunduğu ekonominin ve üretim biçiminin çevreye verdiği zararlardan dolayı çeşitli kanserlerin ve adı konulmamış hastalıkların pençesinde kıvranırken, bu beyfendiler ne hissedecekler, ne yapacaklar?" ("Büyük bir ihtimalle göçmüş olurlar", diyeceksiniz. İşte, "reenkarnasyon" inancı, böyle zamanlarda imdada yetişiyor. Bu tipler, o günlerde de tekrar doğmuş olurlarsa, görürler Hanya'yı Konya'yı!). *** "Bu konu neden bu kadar önemli?" diye sorabilirsiniz, "Ne alaka şimdi doğa?" İçinde oturduğu ev yanarken yerdeki karıncaları seyreden ve bunlara bakarak düşüncelere dalan bir filozof ya da bilim adamı düşünün. Böyle bir insandan kimseye hayır gelmez. Söyledikleri ne kadar cafcaflı, ve karıncılarla ilgili ne kadar doğru gözlemler içerse de. Aklı başında bir insandan önce o evdeki yangınla ilgili bir düşünce, hatta ve hatta acil bir eylem bekleriz. Eğer böyle bir düşünce ya da hareket göstermiyorsa, onun için söyleyebileceğimiz tek şey "Vah zavallı!"dır. Ne yazık ki üniversiteler, medya, politika bu tür adı konulmamış zavallılarla doludur. Herkes kendi çıkarının peşinde koşmakla o kadar meşgul ki (neden aklıma hızla Orhan Pamuk geliyor?), bindikleri geminin hem yanmakta hem de batmakta olduğunun farkında değiller (bkz. Titanik). Genç beyinlerin de, saçları sakalları ağarmış, alkol-sigara eşliğinde memleket meselelerini düşünmekten beti benzi solmuş (!) bu insanların sözlerini ciddiye alması, hatta bu insanları bir "değer" zannedip kendi davranışları için örnek kabul etmesi ise tek kelimeyle üzülünecek bir durum. *** Bu kıstası kullanarak, çeşitli ideolojileri de, doğa ve çevre ile ilgili olarak geçmişte ya da şimdi yaptıkları ile ölçebilirsiniz. Kapitalizmin (Amerika, İngiltere, Japonya, Avustralya, Kanada, Avrupa) bu konuda karnesinin sıfırlarla dolu olduğu malum. Sosyalizmin de öyle. Sovyetler döneminde Rusya'nın çevreye ne kadar önem verdiğini öğrenmek istiyorsanız, Karadeniz'deki kirlilik hakkında küçük bir araştırma yapın yeter Çernobil'i saymaya gerek duymuyorum. Çin'in şu aralar çevreye verdiği zararın da haddi hesabı yok (bkz. "National Geographic Türkiye" - Mart 2004). Bugün Referans gibi gazetelerde, CNBC-E gibi televizyon kanallarında ekonomik başarısı yere göğe konulamayan ülkelerin hepsinin elleri, doğa katliamlarından dolayı kıpkırmızı kanla kaplı ve hiçbir su bu kanı temizleyecek gibi durmuyor. Peki bu gazetelerin editörleri, bu TV kanallarının sahipleri, bunu görmüyorlar mı? Görmüyor olmalılar. Aksi takdirde hem görüp hem bu yönde yayın yapmaları, düpedüz sahtekarlık, iki yüzlülük, suçortaklığı olurdu, değil mi? (Allahım, ne kadar iyi niyetliyim!). *** Bu konunun senaryo yazımıyla doğrudan bir ilgisi yok. Genel olarak hayata bakış açısının genişliği ile, doğru perspektife sahip olmakla ilgisi var. Eh, bu bile yeterli bir sebep bence, bu yazının burada olması için. posted by gezgin @ 5:51 PM

1 comments

Perşembe, Ocak 04, 2007 GEZGİN ONLINE - EN AZINDAN BAZEN Dikkat: Aşağıdaki yazıda "Tatil" adlı film hakkında biraz bilgi bulunmaktadır. Tatilde yapılabilecek en makul şeylerden birini yaptım ve sinemaya gittim: "The Holiday". Yönetmen Nancy Meyers, daha önce "Kadınlar Ne İster" ve "Something's Gotta Give"i (şu Jack Nicholson'lu film) yönetmiş. Eh, oyuncular da sağlam olduğuna göre (Kate Winslet ve Jack Black oyunuyor, daha ne isteyeyim), riski azdır, dedim.

57

Yanılmışım. Çatışmanın olmadığı bir filmin ne kadar sıkıcı olabileceğine dair çok güzel bir örnek. Filmdeki karakterlerin birlikte olmasının önünde hemen hiçbir engel yok. Biz de iki saat boyunca bu tipler neden bir araya gelmiyor diye merak ediyoruz. Film bitince de nedenini anlıyoruz: senaristin ve yönetmenin beceriksizliğinden dolayı! *** Filmi seyrederken bir anda aklıma bir fikir geldi: neden arada sırada Messenger'da online olup yazarlar ve olası yazarlar ile yazarlık hakkında konuşmayayım, çözüm yöntemlerini paylaşmayayım, fikir teatisinde bulunmayayım? Bu fikir hoşuma gitti. Bir süre sonra bazı olası negatif sonuçlar aklıma geldi, ama hiçbiri önlenemeyecek ya da bertaraf edilemeyecek şeyler değildi. Sadece senaryo yazımı hakkında konuşulacaktı, kişisel bilgiler kesinlikle sorulmayacaktı, "Elimdeki senaryoyu X'e iletir misiniz?" tarzı talepler ışık hızıyla reddedilecekti, laf fazla uzatılmayacaktı, ukalalık yapanlarla iletişimi sürdürmeye ne gerek vardı... Neden olmasındı? Bu nedenle aşağıdaki adresi aldım. Listeme eklenmek isteyen herkesi, kim olduklarına bakmadan ya da bunu sormadan, istisnasız ekleyeceğim(Rahatsızlık verici olduğunu kanıtlayanları listeden silme hakkımı elimden bulundurarak tabii). Umarım sonu iyi olur. [email protected] Çok fazla online olan bir tip değilim. Genelde de mesai saatlerinden sonra internetteyimdir. Ama hiç belli olmaz, bir bakın, belki oradayımdır m :) (Bu hotmail adresini maillerim için kullanmadığımı hatırlatayım.) (Bir anda en fazla üç kişi ile yazışabileceğimi biliyorum. Bu sayıyı aştığımız takdirde bazılarıyla sonra online - görüşmek üzere sözleşebiliriz. Messenger 7.5'un, karşı taraf online değilken de mesaj gönderebildiğini unutmayın. Bu nedenle eğer hala o sürümü kullanmıyorsanız, indirin, yükleyin) posted by gezgin @ 6:42 PM

3 comments

Perşembe, Aralık 28, 2006 SENELERRR! SENELERRR! İyi sene nedir? Mutlu sene nedir? Nasıl olur? Mutlu bir sene geçirmek elimizde midir? Yoksa tamamen kaderin kuklaları mıyız biz? Eğer öyleyse birine iyi bir sene dilemenin bir anlamı var mı? Bir sene tamamen mutlu geçebilir mi? Hiç mi acı ya da sıkıntılı günümüz olmayacak? Olmayacaksa mutlulukların anlamı kalır mı? Öyleyse birine mutlu sene dilerken aynı zamanda bazı sıkıntı ve acılar da dilemek gerekir mi? Böyle bir dilek o kişiyle ilişkimizi nasıl etkiler? "Allah belanı versin!" aslında bir iyi dilek olarak da yorumlanabilir mi bu bağlamda? Sıkıntılar ile mutluluklar arasında optimum bir orantı var mıdır? Yüzde 30'a yüzde 70 mesela? Yoksa tersi mi? Bir mutluluğun büyük olabilmesi için onun önünde ve sonunda bir sürü sıkıntı mı olması gerekiyor? Rembrandt'ın resimlerindeki ışığın, ancak çok miktarda karanlık sayesinde belirgin bir hale gelebilmesi gibi? Çikolatanın sağladığı mutluluk da mutluluk sayılır mı? Yoksa beyindeki zevk hormonlarının ancak bazı yollardan salgılanması mı gerçek mutluluk olarak değerlendirilebilir? Herkese mutlu seneler... Bu sene de ölmemeye çalışın... Yapılacak daha çok şey var :) ... Yılbaşında alkoholu çok kaçırmayın... Böyle anlamsız koşullanmaların dışına çıkın... Akol ve eğlence sektörünün dolduruşuna gelip bir kaç milyon beyin hücrenize kıymayın... Kendinize iyi bakın... İyi yıllar... İyi bayramlar... İyi tatiller... posted by gezgin @ 5:46 PM

1 comments

58

Çarşamba, Aralık 20, 2006 HİKAYENİN GEÇTİĞİ DÜNYA - McKee Notları - 6 Hikayenin geçtiği "ortam"ı dönem, süre, mekan ve çatışma düzeyi açısından tanımladık. Bu dört boyut, hikayenin dünyasının çerçevesini oluşturur. Ama orijinal, klişelerden uzak bir hikaye anlatmak için çok sayıda yaratıcı seçenek bulabilmeniz (ilham alabilmeniz) gerekmektedir. Bunun için de bu çerçeveye derinlik ve çok sayıda ayrıntı katmanız şarttır. Aşağıda, bütün hikayeler ile ilgili olarak sorduğumuz genel sorular yer almaktadır. Bu soruların ötesinde her hikaye, yazarın içgörü (kavrayış, "insight") arayışının doğurduğu kendi benzersiz soru listesini oluşturur. *** KARAKTERLERİM HAYATLARINI NASIL KAZANIYOR? Hayatımızın üçte birini ya da daha fazlasını çalışarak geçiririz, ama çok az senaryoda insanları işlerini yaparken görürüz. Bunun nedeni çok basittir: işlerin büyük bir bölümü sıkıcıdır. Belki o işi yapan kişi sıkılmamaktadır, ama işi seyretmek sıkıcıdır. Her avukat, polis ya da doktorun bildiği gibi, zamanlarının önemli bir bölümü, hemen hiçbir şeyi değiştirmeyen rutin işler, raporlar ve toplantılar ile geçer. Bu da beklentinin sonuç ile bire bir eşleşmesinin zirvesini oluşturur (yani beklenen her zaman meydana gelir ve bu da çok sıkıcıdır - gg). İşte bu nedenle çeşitli mesleklerle bağlantılı film türlerinde ("janr") - mahkeme, suç, tıp - sadece işin (çalışmanın) çözdüğünden daha fazla soruna neden olduğu anlara odaklanırız. Bununla beraber bir karakterin dünyasına girebilmek için onun bir gününün 24 saatinin bütün yönlerini sorgulamalıyız. Sadece işlerini değil nasıl eğlendiklerini, nasıl dua ettiklerini, nasıl seviştiklerini de. DÜNYAMIN POLİTİKASI (GÜÇ DAĞILIMI) NEDİR? Burada "politika" ile kastedilen ille de sağcı/solcu, Muhafazakar/Demokrat değildir. Kelimenin tam karşılığıdır: güç. Politika, herhangi bir toplumdaki güç dağılımına verilen isimdir. İnsanlar ne zaman bir şey yapmak için bir araya gelseler, her zaman güç dağılımında bir dengesizlik oluşur. Şirketlerde, hastanelerde, dinlerde, devlet kurumlarında ve benzeri yerlerde, zirvede bulunan kişinin çok büyük bir gücü vardır, en alttakilerin ise çok az gücü bulunur ya da hiç bulunmaz. Bu ikisinin arasındakilerin ise biraz gücü vardır. Bir işçi nasıl güç kazanır ya da kaybeder? Eşitsizlikleri ortadan kaldırmak için ne kadar uğraşırsak uğraşalım, eşitlikçi kuramları ne kadar uygularsak uygulayalı, insan toplulukları güç dağılımı açısından inatçı bir biçimde ve doğalarından gelen bir dürtü ile hiyerarşik olarak yapılanırlar. Bir başka deyişle "politik" bir yapılanmaya girerler. Sıradan bir aile hakkında yazarken bile o ailedeki güç dağılımını sorgulayın çünkü diğer bütün toplumsal yapılar gibi aileler de politiktir (yani güç eşit olmayan bir biçimde dağılmıştır - gg). Bu aile acaba Baba'nın çok daha etkili olduğu ataerkil bir aile midir? Baba evden ayrılınca güç anneye mi geçer? Peki o da dışarı çıkınca, güç en büyük çocuğa mı transfer olur? Yoksa aileniz, annenin herşeyi yönettiği anaerkil bir aile mi? Ya da aileniz çocuğun anne-babasına istediği herşeyi yaptırdığı modern bir aile mi? Gönül ilişkileri de politiktir (yani güç dağılımı eşit değildir -gg). Eski bir çingene deyişi vardır: "Aşkını ilk itiraf eden gücünü kaybeder." Yani "Seni seviyorum" diyen ilk kişi kaybetmiştir çünkü bunu duyan diğeri bilmiş bir biçimde gülümser, kendisinin sevildiğini bilir, artık ilişkiyi o idare edecektir. Eğer şansınız varsa bu iki sözcük mum ışığında, her iki kişi tarafından aynı anda söylenir. Eğer daha da şanslıysanız bunlar hiç söylenmez ... yapılırlar! DÜNYAMIN TÖRENLERİ (RİTÜELLERİ) NELERDİR? Dünyanın her yerinde yaşam törenlerle (ritüel) doludur. Bu da bir tören değil mi? Ben bir kitap yazdım (ben de bir site yazdım - gg:) ve siz de onu okuyorsunuz. Başka bir zaman ve yerde, bir ağacın altında oturabilir ya da Sokrat ve öğrencileri gibi yürüyüşe çıkabiliriz. Hemen her faaliyet için bir ritüel oluştururuz, bunlar sadece toplumsal törenler (seremoniler) değil, kendi özel özel törenlerimiz de olabilir. Banyomdaki aynanın önünde yer alan sabun, tarak vb. banyo eşyalarımın yerini değiştirenin vay haline! Karakterleriniz nasıl yemek yer? Yemek yemek dünyanın her yerinde çok farklı bir ritüeldir. Örneğin yakın zamanda yapılan bir araştırmaya göre Amerikalıların yüzde 75 yemeklerini restoranda yemektedir. Eğer aileniz evde yemek yiyorsa, bu belirli bir saatte yenen yemek için özel olarak giysilerini değiştiren bir aile mi yoksa açık buzdolabından herkesin kendi yemeğini hazırladığı modern bir aile mi? 59

DÜNYAMDAKİ DEĞERLER NEDİR? Karakterlerim neyi "iyi" (hayırlı), neyi "kötü" (şer) olarak kabul ediyorlar? Neyi "doğru" neyi "yanlış" görüyorlar? Benim toplumumun (yani hikayenin geçtiği toplumun - gg) kanunları nelerdir? İyi/kötü, doğru/yanlış ve yasal/yasadışı kavramlarının ille de birbirleri ile bağlantılı olması gerekmediğine dikkat edin. Karakterlerim ne uğruna yaşamayı doğru buluyor? Neyin peşinden gidilmesini aptalca bir şey olarak kabul ediyor? Hayatlarını ne için verirler? HİKAYEMİN TÜRÜ (JANR) YA DA TÜRLER KARIŞIMI NEDİR? Hikayemin tür (janr) gelenekleri nelerdir? Tıpkı ortamların yaptığı gibi türler de yazarı yaratıcı bir biçimde sınırlarlar. Ama yazar bu sınırlamalara uyabilir de, onları zeki bir biçimde değiştirebilir de. KARAKTERLERİMİN BİYOGRAFİSİ NEDİR? Yaşam, doğdukları günden filmin açılış sahnesine kadar karakterleri nasıl şekillendirmiş? HİKAYENİN ARDÖYKÜSÜ ("BACKSTORY") NEDİR? Bu genelde yanlış anlaşılan bir deyimdir. Bu genelde yaşam öyküsü ya da biyografi demektir. Ardöykü (terimi ben uydurdum - gg), karakterlerin hayatlarında meydana gelmiş ve yazarın hikayenin ileriki bölümlerini üzerine kurabileceği önemli olaylar toplamıdır. (Yani ardöykü de aslında yaşam öyküsünün bir parçasıdır, ama sadece filmde anlatılacak hikaye ile ilgili ÖNEMLİ olaylardır - gg). KARAKTER DAĞILIMIM ("CAST DESIGN") NEDİR? Bir sanat eserinde hiçbir şey kazara orada durmaz. Fikirler aklınıza bir anda gelebilir ama onları hikayenin bütünü içine bilinçli ve yaratıcı bir biçimde örmeliyiz. Aklımıza gelen her karakterin hikayeye dalıp bir rol oynamasına izin veremeyiz. Her karakter belirli bir amaç için hikayede bulunmalıdır, ve karakter dağılımının birinci kuralı kutuplaşmadır ("polarization"). Hikayedeki çeşitli roller arasında, birbiriyle çatışan ya da çelişen tavırlar ağı (şebekesi) öreriz. Eğer ideal karakter dağılımımız oturup beraber akşam yemeği yeseydi ve bir şey olsaydı - bu şarabın masaya dökülmesi ya da içlerinden birinin boşanacağını açıklaması olabilir - her karakter ayrı ve farklı bir tepki verirdi. Karakterlerden hiçbiri aynı şekilde tepki vermezdi çünkü hiçbiri olaylara karşı aynı tavra sahip olmazdı. Her karakterin kendine özgü bir yaşam görüşü olurdu ve onun tamamen farklı tepkisi onu diğerlerinden ayırırdı. Eğer hikayenizdeki iki karakter aynı tavra sahipse ve bir olaya aynı şekilde tepki veriyorsa, ya bu iki karakteri birleştirip tek bir karakter haline getirmelisiniz ya da ikisinden birini hikayeden atmalısınız. Karakterler aynı şekilde tepki verdiklerinde çatışma olasılığınızı en aza indirmiş olursunuz. Oysa yazarın stratejisi, bu fırsatları en üst düzeye çıkarmak olmalıdır. (McKee, STORY, sayfa 181-4) posted by gezgin @ 7:04 PM

2 comments

İYİ SENARYOLAR TEPKİLERE ODAKLANIR - McKee Notları 5 Herhangi bir hikayedeki olayların çoğu aşağı yukarı beklenen şeylerdir. Tür gelenekleri itibariyle, "Aşk Hikayesi"ndeki sevgililer tanışacaktır; "Gerilim" ("thriller") filmindeki dedektif bir suç ile karşılaşacaktır; bir "Egitim hikayesi"nde ("Education Plot") kahramanın hayatı dibe vuracaktır. Bu ve benzer eylemler dünyanın her yerindeki izleyiciler tarafından bilinir ve hatta beklenir. Bunun sonucunda iyi hikayeler "ne" olduğundan çok bunun "kime" olduğuna, "neden" olduğuna ve "nasıl" olduğuna odaklanır. Gerçekten de en zengin ve en tatmin edici hikayeler, bu olayların insanlarda neden olduğu "tepkiler"e ve bu olaylar sonunda "öğrenilenlere" ("kazanılan içgörülere"/"insights) odaklananlardır. posted by gezgin @ 7:01 PM

0 comments

RİSK HAKKINDA - McKee Notları - 4 Hepimiz bir taraftan pastamızı yemek, diğer taraftan da pastamız eksilmesin isteriz. Diğer yandan, bir tehlike anında, elde etmeyi ya da korumayı istediğimiz bir şey için, istediğimiz ya da sahip olduğumuz bir şeyi tehlikeye atmak zorunda kalırız. Bu, hepimizin uzak durmak istediği bir ikilemdir. 60

İşte size bütün hikayelere uygulayabileceğiniz basit bir test. Hikaye ile ilgili olarak şunu sorun: Tehlikede olan nedir? Eğer kahraman istediğini elde etmezse neyi kaybetme riski ile karşı karşıyadır? Daha açık bir biçimde söylersek, eğer kahraman elde etmek istediği şeyi elde edemezse, başına gelecek en kötü şey nedir? Eğer bu soru cazip ("compelling") bir biçimde cevaplandırılamazsa, hikaye daha en temelinde yanlış kurulmuş demektir. Örneğin, eğer bu sorunun cevabı "Eğer kahraman başarısız olursa, yaşam eski haline döner" ise, bu hikayeyi anlatmaya değmez. Burada kahramanın istediği şeyin aslında hiçbir kıymet-i harbiyesi yoktur, ve hiçbir kıymet-i harbiyesi olmayan ya da çok az olan bir şeyi isteyen bir kahramanın hikayesi, "sıkıntı" kelimesinin bire bir karşılığıdır. (Örneğin "Yıldız Savaşları" - Episod 4- filminde kahramanımız başarısız olursa bütün galaksi İmparatorluğun egemenliğine girecektir. "Matrix"te Neo başarısız olursa makinalar kazanacak ve bütün insanları köleleştirecektir. "Örümcek Adam 2"de Peter başarısız olursa Doktor Ahtapot bütün şehri yok edecek bir deney daha yapacaktır, vb. Nacizane tavsiyem IMDB'nin tüm zamanların en çok iş yapan filmler listesini (http://www.imdb.com/boxoffice/alltimegross?region=world-wide) bu açıdan incelemeniz gg) Hayat bize, herhangi bir insani isteğin değerinin, onu elde etme çabası sırasında girilen risk ile doğru orantılı olduğunu öğretir. Bir şeyin değeri ne kadar yüksek ise, riski de o kadar yüksek olur. En yüksek riski - hayatımızı, yaşamlarımızı, ruhlarımızı - gerektiren şeylere en yüksek değerleri atfederiz. (McKee, STORY, sayfa 149) posted by gezgin @ 6:57 PM

0 comments

BOŞLUK - McKee Notları - 3 Hikaye, öznel ve nesnel dünyaların birbirine dokunduğu yerde doğar. Kahraman, kendisinin ulaşamayacağı bir arzu nesnesini ister. Bilinçli ya da bilinçsiz olarak belirli bir eylemde bulunmayı tercih eder. Onu motive eden şey, bu eyleminin sonucunda dünyanın ona, arzu ettiği şeyi elde etmesini sağlayacak biçimde tepki vereceğini düşünmesi ya da hissetmesidir. (Yani dünya ona istediğini verecek diye düşündüğü için o eylemi tercih eder - gg). Kahramanın öznel bakış açısına göre o, asgari, tutucu (durumu koruyucu) ama istediğini elde etmesini de sağlayacak bir eylemde bulunmuştur. Ama kahraman bu eylemde bulunur bulunmaz, kahramanın nesnel iç dünyası, kişisel ilişkileri ve dış dünya veya bunların bir kombinasyonu, kahramanın tahmin ettiğinden daha güçlü ya da farklı bir biçimde tepki verir. Dünyadan gelen bu güçlü ya da farklı tepki kahramanı istediği şeyi elde etmekten alıkoyar, onu arzuladığı şeyden daha da uzaklaştırır. *** Gereklilik ("necessity") mutlak gerçektir. Gereklilik, biz eyleme geçtiğimizde aslında olan şeydir. Bu gerçek de ancak ve ancak biz bir eyleme geçtiğimizde bilinebilir. Dünyanın bize vereceği tepki, o anda bizim varoluşumuzun yegane gerçeğidir. Biz bu andan önce ne olacağını düşünmüş (sanmış, inanmış) olursak olalım bizim gerçeğimiz dünyanın verdiği o tepkidir. Gereklilik olması gereken ve aslında olan şeydir. Bizim olmasını umduğumuz şeyden farklıdır. *** Gerçek hayatta karşımıza çıkan bu durum, kurguda da geçerlidir. Nesnel bir gerçeklik (yani, dünyanın gerçekliği) kahramanın olasılık duygusu (yani "bu olabilir" dediği şey) ile çeliştiğinde, kurgusal gerçeklikte aniden bir "boşluk" oluşur. Bu boşluk, öznel dünyalar ile nesnel dünyaların, beklentiler ile sonuçların, kahramanın eylemden önce tasarladığı dünya ile eylemden sonra karşılaştığı gerçek dünyanın çarpıştığı yerdir. Gerçeklikteki boşluk meydana geldiğinde, hala istekli ve bir şeyler yapma yeteneği olan kahraman, 61

asgari ve tutucu (mevcut durumu koruyucu) bir çaba ile istediğini elde edemeyeceğini fark eder. Kendisini toparlamalı ve bu boşluğu geçmek için ikinci bir eylemde bulunmalıdır. Bu ikinci eylem, kahramanın en başta yapmak istemeyeceği türden bir eylemdir çünkü bu eylem daha fazla irade gücü gerektirmektedir ve onu kendi yeteneklerinin (kapasitesinin) daha derinlerine inmeye (yani, daha fazla güç kullanmaya) zorlamaktadır. Ama en önemlisi, bu ikinci eylem onu RİSK'e atmaktadır. Şimdi, bir şeyler kazanmak için, bir şeyler kaybetmeyi göze almalıdır. (McKee, STORY, sayfa 147-9, bazı bölümleri tarafımdan kırpılmış veya yorumlanmıştır - gg) (Adam senaryo kuramı mı anlatıyor, derin felsefe mi yapıyor, belli değil yav!) posted by gezgin @ 6:52 PM

0 comments

Pazar, Aralık 17, 2006 SAHİLİ TARAMAK İyi film fikirlerinin sevdiğim yönü, çok bariz olmalarıdır - geriye dönülüp bakıldıklarında tabii ki. Örneğin APOLLO 13'ü ele alalım. Hangi oyuncu o uzay giysilerinden birini giymek istemez ki? Kesin satar. AHLAKSIZ TEKLİF - evlilik yemininizi bir milyon dolar için bozar mısınız? İlginç. Hey, ya bir AŞK PERİSİ (CUPID) perisi, avlarından birine aşık olduğu için görevini yapamaz hale gelirse? Güzeel. Bu filmlerin kendi değerlerinden bağımsız olarak baktığımızda, önermelerinin ("premise") bariz bir cazibesi olduğunu görürüz. Sanki Hollywood'daki binlerce insan, ellerinde büyüteçler, bir sonraki harika film fikrini bulmak için sahili taramakta, karşılarına çıkan her kum taneciğini alıp evire çevire incelemekte. Sonra birisi güneşin altında burunlarının dibinde duran parlak deniz kabuğuna işaret eder ve "Hey, bunu film yapalım" diye bağırır. Siz de o muhteşem pembe ve beyaz burgulu deniz kabuğuna bakarsınız ve onu ıskalamış olduğunuza inanamazsınız. "İlginç Cazibe Unsuru" yazısında, film fikirleri hakkında düşünmenin farklı bir yönünü önermiştim. İnsanları "cezbeden" bir fikir seçmenin önemini vurgulamıştım. Peki ama bunu nasıl yapacaksınız? Bu yazıda size elimden geldiğince yardımcı olacağım. Bence bu tür fikirlerin bazı ortak nitelikleri bulunuyor. Ve bu ortak nitelikleri bilmek de onları bulmayı biraz daha kolaylaştırabilir. Tıpkı o deniz kabuklarının yerini bulmak gibi. İşte benim iyi, sağlam, Hollywood-tarzı satılabilir film düşüncesi ile ilgili son listem: A. DAHA BÜYÜK BİR DÜNYANIN GÖZLER ÖNÜNE SERİLMESİ Tematik olarak en iyi film fikirleri dünyayı, genelde düşünüldüğünden daha büyük, daha büyülü, daha karmaşık bir yer olarak gösterir. Ya da hikaye, insan ruhunun genelde düşünüldüğünden daha büyük, daha büyülü ve daha karmaşık olduğunu ortaya koyar (benim en sevdiğim tema - gg) B. EVRENSELLİK Birçok sağlam fikir bir biçimde hepimizin paylaştığı deneyimlerle - hatta yakından bildiğimiz deyimlerle - ilgilidir. Örneğin yatağın altındaki canavar korkusu. Gençken hissettiğimiz BÜYÜK olma arzusu. Şimdi bunları bulmak genelde zordur çünkü a) o kadar ortalıktadırlar ki, görülemezler; ya da b) o kadar barizdirler ki cılkı çıkana kadar yapılmışlardır. C. KLASİK YANSIMALAR Bir çok popüler film, Klasik Drama'nın temalarını kullanabilir, ya da bunlardan geliştirilebilirler. Hikayenizde klasik temaların yansımalarını bulduğunuzda doğru iz üzerinde olduğunuz anlarsınız. Örneğin BABE'e bakın - hem izleyiciler, hem de eleştirmenler beğendi. Bu filmde "Watership Down", "Hayvan Çiftliği" "Grimm'in Peri Masalları", hatta "Rocky"den esintiler vardır. Bu film kimlik, kişinin kendine verdiği değer, sınıf yapısı ve kader gibi konuları ele alıyor. Başrolünde konuşan bir domuzun bulunduğu bir aile filmi için hiç de az şey değil.

62

D. BİR DURUMUN İMA EDİLMESİ Genelde parlak film fikri bir durumu (hâli) anlatır, ve siz de o durumu çözerken II. ve III. Perdedeki sekanslarınızı çözersiniz. Örneğin New Yorklu bir polis kendisini Los Angeles'ta, otuz kişinin teröristler tarafından rehin tutulduğu bir gökdelende sıkışıp kalmış halde bulur. Bu durumun çözülmesi de filmin sekanslarını meydana getirir. Bir başka örnek: kendisini EVDE TEK BAŞINA bulan bir çocuğun durumu; çocuk kendisini soygunculara karşı savunmak zorundadır. Filmin sekansları daha fikir düzeyinde bile bellidir: çocuğun unutulması, evdeki komik savunma, anne-babanın çocuğu kurtarmaya gelmesi. E. SAHNE ARKASI İzleyiciler az kişi tarafından bilinen şeyleri öğrenmekten hoşlanırlar. Bir filme gidip, çıkışta özel bilgilerle donanmış olmak hoş bir deneyimdir. O filme gitmemiş insanlar o filme sahip değildir. Örneğin "CANDIDATE" (ADAY) bize bir seçimi kazanmanın ardındaki hikayeyi gösterir. "BULL DURHAM" da ikinci beyzbol liginin dünyasını anlatmaktadır. TOP GUN jet plotlarının eğitim merkezinde geçer. Benzersiz ortamları ve konuları etkili bir biçimde kullanan diğer filmler de şunlardır: DOWNHILL RACER; DELIVERANCE; ALIENS; WHO FRAMED ROGER RABBIT? Bir çok iyi film bizi, normalde gidemeyeceğimiz yerlere (ve durumlara) götürmektedir. Eğer film fikriniz sizi son derece güzel, ilginç bir yere götürüyorsa... ve daha sonra size o yerin perde arkasını, gerçeğini gösteriyorsa... o film fikri muhtemelen çok iyidir. F. İYİ ROLLER (İYİ ADLAR) Çoğu zaman iyi bir film fikri, bir oyuncu için güzel bir rol anlamına gelir. Eğer Tom Hanks hikayenizi okursa, ve balığa aşık olan adam rolünü oynamak istese, çok iyi durumdasınız demektir. Aynı zamanda güçlü fikirler genelde basittirler, öyle ki sadece isimleri bile onları anlatmaya yeter: HAYALET AVCILARI, BÜYÜK, GELECEĞE DÖNÜŞ, vb. Filminizin iyi bir adının olması son derece önemlidir - bu konuyu başka bir yazıda uzunlamasına ele almak istiyorum. Bazen film fikriniz, yerleşik bir türün belirli bir yönünü alıp tersine çevirmek olabilir ("...ama bu kez hayaletler insanlardan şeytan çıkarıyorlar!"). Bazen bir türün (janr) tamamı, yeni film izleyicileri kuşağı için, yeni fikirlerle baştan aşağı değişikliğe uğratılır. KUTSAL HAZİNE AVCILARI, BODY HEAT ve STAR WARS bu kategoriye girmektedir. Dikkat: Bu şekilde ilgi çekici bir fikir bulmak çok zordur, çok miktarda ihlamlı çalışma ve muazzam bir yetenek gerektirir. H. PARLAK FİKİR TEKRARLANAMAZ Bilimkurgu yazarı Harlan Ellison iyi bir "parlak fikrin" en belirleyici özelliklerinden birinin, bir kere yapıldıktan sonra, bu fikrin tamamen tanımlanmış ve araştırılmış olması, ve bu nedenle de bir daha başkasının ele alınamaması olduğunu söylemişti. SPLASH daha gelişim aşamasındayken bile başka yazarların uzun bir süre için denizkızı romansı yapmasına engel olmuştu. Jan De Bont'un "TWISTER"ı bu yaz yapıma girdiğinde, Hollywood'da yapım aşamasında olan 30 kadar hortum filmi kendini çöp kutusunda buldu. (Aslında aynı temel fikre dayanan farklı filmler yapılabilir: "BIG", "VICE-VERSA", "LIKE FATHER, LIKE SON", ve "EIGHTEEN AGAIN", örneğin -- ama anlaşılan bunun için hepsinin aynı anda yapılması gerekiyor!). I. BİLİNEN UNSURLAR İyi film fikirleri genelde seyircinin bilgisi dahilinde olan unsurları kullanırlar. Örneğin, kısa bir süre önce bir yazar bana bir fikrini anlatıyordu: "Büyülü baca perileri bir çocuğun en sevdiği önlüğünü çalarlara ve kayıp Maypole ülkesine götürürler. Çocuk da bir bisiklete ters binerek bu büyülü ülkeye gider ve önlüğünü geri alır." Bu fikirde neyin yolunda gitmediğini anlamaya çalıştım. Ne de olsa Winnie the Pooh'da aynı derecede fantastik unsurlar bulunuyordu; MARY POPPINS ve STAR WARS'da da öyle. Sonra olayı anladım: bu unsurlardan hiçbiri benim zihnimde daha önce bulunmuyordu, bu da her bir unsur ile bağlantı kurmayı güçleştiriyordu. Perileri daha önce duymuştum, ama bacalarda yaşayanları değil. Ne zamandan beri çocuklar önlüklerine aşık oluyorlar? Bu da benim deneyim sahamın dışında kalıyordu. Benzer bir biçimde "Kayıp Maypole Ülkesi" ve "Ters Binilen Bisiklet" de bilinmeyen unsurlardı. 63

Buna karşılık, "YALANCI YALANCI" ("LIAR, LIAR") filmindeki unsurları tek tek ele alalım: bir çocuk (bunu anlıyorum) doğumgününde bir dilekte bulunur (tamam): yalancı ve güvenilmez bir avukat olan babası (bu da son derece inanılır bir şey) bir gün boyunca sadece doğruları söyleyecektir (hı-hı). Bu unsurlardan herbiri son derece tanıdık, hepsi halihazırda zihnimde bulunuyorlar, film yapımcısı bunları kolaylıkla kullanabilir. Bu nedenle bu fikir çok kolay bir biçimde pazarlanabilir, çünkü seyircide halihazırda ulaşılabilecek bir fikir zaten bulunmaktadır. (Yöneticiler, hem yeni ve farklı, hem de denemiş ve kanıtlanmış bir şey istediklerini söylerken bunu kastediyor olabilirler). Bu nitelikleri bilmek umarım sizin bir sonraki büyük film fikrini bulmanıza yardımcı olur. Eğer yukarıdaki kriterlerin çoğuna ya da hepsine uyan bir fikriniz varsa, doğru yoldasınız demektir. Eğer biraz çabalamanıza rağmen hala memnun olduğunuz bir fikir bulamadıysanız, şu numaraları da deneyebilirsiniz: 1. Okuyun. Cidden. Hem de çok, ama çok okuyun. Okumak bir tür (janr) hakkında çok miktarda bilgi edinmenizi sağlar. Ve sizin belirli bir türde çeşitlemelere - daha önce yapılmamış çeşitlemelere - gitmenizi sağlayacak olan şey, bu bilgilerdir. Okumak sizin şunu da yapmanıza neden olabilir: 2. Hikayelerin yayın hakkını satın alın. Bu son derece bariz görünüyor ama genelde göz ardı edilen bir yöntem. Eğer bir filme dönüştürülebilecek bir kitap ya da makaleye rastlarsanız, kendinizi dünyadaki hevesli senaristlerin %95'inden ayırdınız demektir. Sadece bunu yapmak için bile değer. Eğer fikriniz kendisini bir kitap olarak kanıtladıysa, stüdyoların kendilerini daha rahat hissettiğini unutmayın. 3. Farklı türleri (janr) karıştırın. Çok başarılı bir drama olan "X-Files"ı alın ve bunu bir komedi olarak düşünün, ortaya, Barry Sonnenfeld tarafından yönetinen "Men In Black" tarzında bir şey çıkar. 4. Ortamları değiştirin/güncelleştirin. "OUTLAND", uzayda geçen bir "Kahraman Şerif"ti ("HIGH NOON" - tavsiye ederim, bulun, seyredin - gg). Steve Martin'in "Roxanne"ı da "Cyrano" hikayesinin harika bir yeniden anlatımıydı. Eğer o yapabiliyorsa, siz de yapabilirsiniz. 5. Fikrinizi son sınırına kadar zorlayın. Bir çok senarist yarım bir fikir bulur ve sonra orada durur. 110. sayfada biten bir çok senaryonun aslında 35. sayfada bitmesi gerekmektedir. Çünkü senaryoda var olan hikaye miktarı aslında orada bitmektedir, sadece geri kalan sayfaları doldurmak için uzatılmıştır. 110 sayfada anlattığınız hikayeyi 35 sayfada anlatmayı deneyin. Ama bu muhteşem bir 35 sayfa olacaktır! Daha sonra aynı hızda yazmaya devam edin. Görünürdeki bitişin ötesine geçmek bazen inanılmaz bir "sürpriz dönüş"e ("twist") neden olur. 6. Bebeklerinizi Öldürün. Bütün yazarların özellikle hoşlandıkları bazı fikirler vardır. Önemli olan bu fikirlerden birine takılıp kalmamaktır. O lanet şeyi yazın ve sisteminizden atıp kurtulun. Eğer harikaysa, hikaye satılacaktır, eğer değilse, bir sonrakine geçin. Eğer aynı sevgili fikri beş yıldır düzeltip durursanız, o "kariyerinizi kurtaracak" fikri bulamazsınız. 7. Aşkla ve tutkuyla yazın. Ticari olduğunu düşündüğünüz şeyleri unutun. Neden hoşlanıyorsunuz? Ne yapmayı, incelemeyi, düşünmeyi, konuşmayı seviyorsunuz? Bu ister mağara dalışı, model trenler, travestilik ya da parçacık fiziği olsun, tutku duyduğunuz şey büyük bir olasılıkla en benzersiz ve güçlü eserinize giden rehber olacaktır. İlginç bir biçimde bir projenin benzersiz, ticari olmayan yönleri genelde o projeyi ticari açıdan başarılı yapan şey haline gelir. Tamam. Sanırım bu kadarı başlangıç için yeter. Şimdi. Gerçekten o büyük fikre sahip olduğunuzu, doğru yolu izlediğinizi nasıl bileceksiniz? İşte size bir ipucu: diğer yazarlar sizin fikrinizi duyduklarınıda suratları asılıyorsa, ya da başka yazarlar size bu hikayeyi birlikte yazmayı teklif ediyorsa, doğru yoldasınız demektir. Bir başka ipucu: yapımcılar telefonlarınıza cevap verir. Ve fikrinizin gerçekten iyi olduğunu bilmenizin en kesin yöntemi: Senaryonuz satın alınır! Kaynak: http://www.wordplayer.com yazan: Terry Rossio (Terry Rossio'nun "Karayip Korsanları" filmlerinin - 3'ünün de - yazarlarından biri olduğunu söylemiş miydim? Ayrıca "Define Gezegeni" "Shrek" "El Dorado Yolu" "Zorro'nun Maskesi" "Küçük Askerler" "Godzilla" ve "Aladdin"i de yazmış kendisi. Boş adam değil yani ;) - gg) posted by gezgin @ 3:40 AM 0 comments 64

Perşembe, Aralık 14, 2006 İLGİNÇ CAZİBE UNSURU ("STRANGE ATTACTOR") Evet, işe koyulalım artık. Bir senaryo yazarı ve acemi bir film yapımcısı olarak (bu yazının 1997'de yazıldığını hatırlatayım - gg) insanlar bana senaryolar gönderir. Şehirdeki herkes gibi ben de bir sonraki harika senaryoyu bulmak, bir sonraki büyük yeteneği keşfetmek isterim. Yüzlerce senaryo okumuş ve bunlar hakkında yorum yazmış biri olarak, karşılaştığım en büyük sorunu söyleyeyim: İyi bir fikrin ("concept") olmaması. Çoğu zaman senarist, en iyi haliyle bile Hollywood'da satın alınmayan bir fikri seçmiş olur, daha en başta. Hayal kırıklığım gittikçe artar. Oturmuş, hem yapısı, hem karakterleri, hem diyaloğu, hem de tasvirleri kabul edilebilir, hatta çok iyi olan bir senaryo okuyor olurum. Yine de içten içe, bu senaryonun, bırakın çekilmeyi, hayatta satın alınmayacağını bilirim. Hayal kırıklığım genelde ikiye katlanır, zira bunun neden satın alınmayacağını açıklamak son derece zordur. Tüm diyebildiğim, filmin çıkış noktasını oluşturan fikirde bir şeylerin eksik olduğu olur. Ne gibi şeyler? Eskiden bunu açıklayacak bir sözcük yoktu. Ama artık var. Bir sözcük uydurdum. Aslında fraktal geometriden bir sözcük grubu arakladım. Bu, sipariş üzerine yazılmayan senaryoların çoğunun mahrum olduğu şey... İLGİNÇ CAZİBE UNSURU'ydu ("STRANGE ATTRACTOR"). İlginç cazibe unsuru nedir, ve buna neden ihtiyaç duyarsınız? Bu anlattıklarım kulağa aptalca geliyor, ama lütfen sabredin. "İlginç" ("benzersiz" anlamında) ile "cazibe" ("çekici" anlamında) sözcüklerini yan yana koyarsanız, "ilginç cazibe unsuru"nu ya da "hem benzersiz hem de çekici olan şey"i elde edersiniz. Bu da şu anlama gelmektedir: filminizin temelini oluşturan fikir benzersiz - daha önce yapılmamış - bir şey olmalıdır, aynı zamanda insanları kendisine "cezbetmelidir" (çekmelidir). Fikrinizde çekici, heyecanlandırıcı, ve merak uyandırıcı bir yön olmalıdır. Bu şey öyle yenilikçi, o kadar cazip olmalıdır ki Hollywood'daki insanları "neden bunu önce ben düşünmedim" diye başlarını taşlara vurdurmalıdır. Başlarını o kadar sert vurmalıdırlar ki, bu fikri ilk önce siz bulduğunuz için size çuvalla para vermeyi istemelidirler. Buna bir "kanca" diyebilirsiniz, ya da bir numara, ya da beklenmedik hikaye dönüşü ("twist"). Hollywood buna bazen parlak fikir ("high concept") de demektedir. Bu da bir ya da iki cümlede ifade edilebilen film fikri anlamına gelir. İlginç cazibenin yerine parlak fikir de diyebilirsiniz, ama bence ilginç cazibe unsuru daha iyi bir tanım. Kısa, basit bir film fikri, eğer insanları cezbetmiyorsa, neye yarar ki? Örneğin: Haksız yere hapse atılmış bir adam davasıyla ilgili soruşturmayı hapishane hücresinden yürütür. Tamam, bu biraz ilgi çekici. Bu "parlak fikri" bir senaryo yazmak için kullanabilirsiniz. Bu senaryo da iyi bir film için bir çıkış noktası oluşturabilir - ama burada çok sayıda şey, filmin nasıl çekildiğine bağlıdır. Film en sonunda çekilse bile bu fikri seyirciye satmak zor olacaktır. Bu yüzden stüdyo (yapımcı) bakış açısıyla bu "parlak fikir"in çok büyük bir heyecan oluşturması pek muhtemel değildir... ya da yeni bir senaristi hemen film dünyasına sokmaz. Bundan biraz daha iyi (tamamen ticari açıdan, yani Hollywood'a satış açısından iyi) olan bir başka fikir de şu olabilirdi: Haksız yere hapse düşen bir adam, astral projeksiyon (ruhun ölmeden, bilinçli olarak bedenden ayrılması) yaparak hapishane hücresinden çıkmayı öğrenir; adını temize çıkarmak için gerçek katilin yerini bulması gerekmektedir. (Hey, en iyi senaryo fikirlerimi burada yayınlayacağımı düşünmediniz, değil mi?)

65

Ne kadar uyduruk gibi görünse de bu fikirde belirgin bir ilginç cazibe unsuru bulunmaktadır - bu da astral projeksiyon yoluyla hapishaneyi terketme numarasıdır. Belki de bu film bir komedi olarak işlenebilir, özgürlük ve sınırların üstesinden gelmekle ilgili hoş tematik ifadelere yer verilebilir. Sanırım ne demek istediğimi anladınız, hem de yukarıdaki nispeten kötü örneğe rağmen. İşte size bazı daha iyi örnekler: * Genç bir adam kazara geçmişe gönderilir, burada annesiyle babasının birbirine aşık olmasını sağlamak zorundadır, daha sonra da geleceğe dönmelidir. * Eski medyumlardan oluşan bir grup araştırmacı, New York şehrinde hayalet avlama şirketi kurarlar. * Bir savunma avukatı, müvekkiline aşık olur. Dava ilerledikçe, birlikte olduğu adamın masum mu yoksa katil mi olduğundan emin olamaz. * Kötü bir çocuk, yatağının altında bir canavar yakalar. Sonra karanlık bir dünyaya girer, burada kendisi de neredeyse bir canavara dönüşür. * Genç bir adam sevgilisine bir ayrılık mektubu yazar ve bunu expres kargo ile gönderir. Ama daha sonra fikrini değiştirir ve mektubu bütün ülke boyunca takip eder, ve bu yolculuk sırasında birine aşık olur. Bu fikirlerde bize "aha!" dedirten bir şeyler var. Bu fikirleri geliştirmenin ilginç durumlara yol açacağını ve çekici dramalara neden olacağını hissediyoruz. İyi bir cazibe unsuru tam da bunu yapmalıdır: insanları meraklandırmalı, onları kendisine çekmelidir. En iyi ilginç cazibeler, insanlık hallerinin spesifik (kendine özgü), evrensel, ve (mümkünse) daha önce hiç yapılmamış yönlerine eğilir. Peki. Sanırım şimdi "bu gerçekten de gerekli mi?" diye düşünüyorsunuz? Bu adam ne zaman senaryo yazmaktan bahsetmeye başlayacak. Şunun altını hemen çizmeliyim: EVET BU ÇOK GEREKLİ. Özellikle de ilk kez senaryo yazanlar için. Yapmak istediklerinizi bir düşünün. Şunları yapmak istiyorsunuz: - Bir yapımcının, ömrünün belki de üç yılını sizin projenizi gerçekleştirmek için harcamasını sağlamaya, - Yapım sürecindeki diğer insanların fikrinizi beğenmesini, ve her yıl aldıkları binlerce senaryo arasından sizin senaryonuzu seçmesini sağlamaya, - Bir yönetmenin, senaryonuzu, kariyeri boyunca yöneteceği az sayıdaki filmden biri olmaya değer olduğunu düşünmesini sağlamaya, - Bir stüdyo yöneticisinin bu filmi yaparak milyonlarca doları riske atmasını, sonra da bu filmi tanıtmak için milyonlarca dolar harcamasını sağlamaya, - Eleştirmenlerin, bu filmin, o sene yapılan diğer filmlerden daha iyi olduğunu düşünmesini sağlamaya, - Dünyanın dört bir tarafındaki insanların filminizi, belki de bir kaç defa, görmek için para harcamasını, belki de bu filmi arkadaşlarına tavsiye etmelerini, hatta DVD'sini kiralamalarını sağlamaya çalışıyorsunuz. Bütün bunları yapabilmek için filminizin içinde bir cazibe unsuru bulunmasını sağlamanız iyi olur. Bunun ne olduğunu tam olarak biliyorsunuz. Gördüğünüz zaman bunu hemen tanıyabilmeli ve ondan bahsedebilmelisiniz, tıpkı karakterlerden, temadan ve olay örgüsünden hemen bahsedebildiğiniz gibi. İlginç cazibe unsuru. Size sipariş edilmeyen senaryonuzu ("spec script") bu unsur olmadan yazmaya başlamayın. Bir sonraki yazıda, ilginç cazibe unsurunun nasıl bulunacağını göreceğiz. Copyright 1997 Terry Rossio http://www.wordplayer.com/

66

posted by gezgin @ 7:04 PM

0 comments

Cuma, Aralık 08, 2006 "BİNBİR GECE" ve "MÜKRİMİN" Bir haber (UçanKuş'tan): “Binbir Gece” adlı dizi RTÜK'e yapılan şikayetler arasında liste başına yerleşti. 444 1 178 RTÜK İletişim Merkezi'ni arayan izleyiciler, dizinin toplumun manevi değerlerini yıprattığı görüşünü dile getirdiler. Yoğun şikayetler üzerine diziyi incelemeye alan İzleme ve Değerlendirme Dairesi 'Binbir Gece'nin toplumun milli ve manevi değerlerine aykırı olduğuna dair bir rapor hazırlayarak Üst Kurul'a sundu. Raporun Üst Kurul üyeleri tarafından da onaylanması halinde diziye uyarı cezası verilecek. " *** Bir başka haber: Bir Demet Tiyatro 1. Haftasında genelde 5., AB grubunda 2. sırada reytinglerde. Bu (2.) hafta ise genelde 11., AB'de 6. olmuş. Vaka incelemesi olarak dikkatinizi çekiyorum, "Ben demiştim" demek için değil (ki demiştim de hani!). Ben bu kadar sessiz seyredilen bir komedi dizisi hatırlamıyorum. Şu anda Mükrimin abi eski bölümlerin hafızalarda bıraktığı olumlu izlenimle alıyor bu reytingleri. Ama hatır(a) için bir dizi çok fazla seyredilmez. Aşağıda bahsettiğim değişiklikleri yapmazsa TV kapısı Yılmaz Erdoğan'a bir süre için kapanabilir. Yazık da olur. posted by gezgin @ 7:44 PM

0 comments

BAKALIM NE OLACAK?! Aşağıda "Kanca" ("Hook") konusunda iki önemli yazı var, dış kaynaklı. Bence çok önemli yazılar. Çünkü dikkati, yazarların pek üzerinde durmadığı bir konuya çekiyor: senaryonun/hikayenin çıkış noktasına. Truby amca da "Yazarların yüzde doksanı daha önerme ("premise") aşamasında çuvallıyor" diyerek konunun önemine işaret ediyor. Bu konuda iki makale daha geliyor. Sonra başka bir konuya geçeceğiz. *** Sinemamız, üretim açısından bu sene bir patlama yapacak: Kırk küsür yerli film gösterime girecekmiş. Ama filmler gişede başarılı mı olacak, yoksa patlayacak mı göreceğiz. Benim tahminim (bir iki şaşırtıcı sonuç dışında) filmlerin genelinin başarısız olacağı yönünde - ve bunun nedeni de yüzde seksen senaryo kaynaklı olacak. Ama Türk seyircisi yerli filme o kadar susamış durumda ki bu kötü filmlere bile giderek sezon sonunda yerli filmlerin çok büyük gişe yaptığı zannını yaratacak. Sonuçları anlamak için bu sitedeki yazıların yardımcı olacağını düşünüyorum. Sitenin sağ tarafında "Archives" başlığının altında gördüğünüz linklerde çok önemli yazılar olduğunu bir kez daha hatırlatayım. posted by gezgin @ 7:23 PM

0 comments

KANCA AVI Genelde yapımcılardan, menejerlerde ve yazarların uğraşmak zorunda olduğu diğer insanlardan, hikaye sunumlarında ya da senaryolarda daha fazla "kanca" olmasını istediklerini duyarsınız. Bir kancanın tam olarak ne olduğu nadiren dile getirilir; sadece ondan bir tane istemektedirler, o kadar. Albert Brooks'un "The Muse" filmindeki yazarın karşılaştığı türden bir sorundur bu: herkes ona "ışıltısını kaybettiğini" söyler, ama adamcağız bunun ne olduğunu hiçbir şekilde anlayamaz. Ama açıklansın ya da açıklanmasın, "kanca" kavramı kaçınılmaz bir şeye dönüşmektedir, tıpkı "Karakter Dönüşümü" ya da "Dönüş Noktası" ("Plot Point") ya da "Parlak Fikir" gibi. Biz de bu nedenle bu kavramı açıklayıp açıklayamayacağımıza bir bakalım dedik. Kanca'ya bakmanın bir yolu da onu, hikayenizi harekete geçiren ve temel çatışmayı, eğlenceyi, ve ilginçliği yaratan bir paradoks (ikilem), bir sürpriz, ya da atılan temeldeki ("set-up") beklentilerin 67

tersyüz edilmesi olarak görmektir. Bu uyumsuzluk ("discrepancy"), zıtlık, ya da farklılık karakterinizin içinde olabilir, dışında olabilir, ya da bunların her ikisi de olabilir. Eğer içsel bir zıtlık varsa, bunun nedeni karakterin, kendisiyle çatışmalı bir ilişki içinde olmasıdır, bu çatışma onun muhakemesini (karar verme yeteneğini) de etkiler ve onun kişiliğinde, düzeltilmesi gereken bir kusura dönüşür. Bir çok iyi karakterin kusurları bulunur çünkü onların varsayımlarını çarpıtan geçmiş yaşamları vardır ve sınırlı bir yaşam ve kendini değerlendirme görüşü içinde saplanıp kalmışlardır. Bu da, karakterin ayağına takılan ve hedefine ulaşmasına engel olan bir ahlaksızlığa (vice"), karakter bozukluğuna ya da yanlış algılamalara neden olur. Bir çok film, kendisini yeterince tanımayan karakterler hakkındadır. Neden? Çünkü bu durum gerçek hayatta da geçerlidir. Bu yüzden bu karakterlerin mücadelelerine ve başarılarına gönülden katılırız çünkü onlar bizi, umutlarımızı, korkularımızı, ya da hayallerimizi yansıtırlar. İçsel çatışması olmayan karakterler (yan karakterler ve "gezgin melekler" - westernlerdeki ve savaş filmlerindeki iyi adam kahramanlar gibi - hariç) ya ızdırap verecek ölçüde sıkıcıdır, ya da inanılmayacak raddede tam, duygusal açıdan sağlam insanlardır. Bir çok hikaye, kendi başarılarının önünde duran kusurlu insanlar hakkındadır. Bu insanların kusurları en azından kısmen elde etmek istedikleri ya da ihtiyaç duydukları şeyi elde etmelerine mani olur. Peki bu bilginin, "Kanca" ile ne ilgisi var? Kısa süre önce çok başarılı olan "Kadınlar Ne İster" (Mel Gibson) filmini ele alalım. Bu filmde, yetenekli ama bencil ve duygusal olarak sağır olan kadın düşkünü bir adam, kadınların ne düşündüğünü gerçekten duyabildiğini fark eder, ve bu düşünceleri dinleme süreci içinde daha iyi bir insana dönüşür. Bu, zamanında son derece başarılı olan bir başka hit filmin, "TOOTSIE"nin kancasına yapılan yeni bir yorumdur. "Tootsie"de de yetenekli ama bencil bir adam aynı şeyi, bir kadın gibi giyinerek yapar. "Aşık Shakespeare"deki kanca/sürpriz, dünyanın en büyük yazarını "yazar tıkanması" yaşarken görmemizdir: görmeyi umduğumuz hafif kel bilge adam yerine, bize genç ve deneyimsiz bir Şekspir gösterilir. Bu Şekspir ancak olgunlaştıkça ve aşkın ne olduğunu öğrendikçe yazabilecektir. Birbiriyle taban tabana zıt iki karakteri zorunlu bir ilişki içine sokarak da bir KANCA yaratabilirsiniz: "Tuhaf Çift"te ("The Odd Couple"), dünyanın en titiz insanı dünyanın en pasaklı insanı ile birlikte yaşamak zorunda bırakılır. Her ikisi de kendi şeytanlarının (sorunları) yanı sıra bir de ev arkadaşının şeytanları ile uğraşmak zorunda kalır. Temel "Uyumsuz arkadaş" hikayesi diyebileceğimiz "Cehennem Silahı"nda Danny Glover'ın karakteri yaşamayı seven bir aile adamıdır, ortağı Mel Gibson'ın karakteri ise intihar eğilimi olan dul kalmış bir polistir. Bu zıtların çatışmasının sonucu genelde uzlaşma ve kendini bulma olur: biz, olduğumuzu sandığımız kişi değilizdir; ihtiyaç duyduğumuzu sandığımız şeye ihtiyaç duymamaktayızdır aslında; sevdiğimizi sandığımız kişiyi aslında sevmemekteyizdir; nefret ettiğimizi sandığımız kişiyi aslında sevmekteyizdir; asıl ihtiyacımız özgüven iken dışarıdan birilerinin bize yardımcı olmasını istemekteyizdir, vesaire... Dışsal olarak da çatışma, karakterin içine düştüğü durumla da ilgili olmalıdır. İşin ilginç yanı "Kanca", en çok bilinen hikaye yapılarından biri olan "sudan çıkmış balık"ta kendini çok bariz bir biçimde gösterir. Bu hikaye yapısında bir karakter, onun aşina olduğu ortamlarla taban tabana zıt bir ortamın/durumun içine konur. Eğer bu zıtlık ve çatışma potansiyeli yeterince komik, korkutucu ya da merak uyandırıcı ise, "Kanca"nızı buldunuz demektir. Karakterinizi farklı bir yere götürebilirsiniz: "Coming to America"da Afrikalı bir prens New York şehrine uyum göstermek zorundadır. Ama bu yolu denemek zorunda değilsiniz. "Yalancı, Yalancı"nın kusurlu karakteri, bütün gün doğruyu söylemek zorunda olan yalancı bir avukattır. Buradaki karakter fiziksel olarak farklı bir yerde olduğu için "sudan çıkmış balık" gibi değildir; onun "balık"lığı, aynı mekan içinde farklı bir biçimde davranmak zorunda olmasından kaynaklanır - bu şekilde de bildik olan şey bilinmeyene dönüşmüş olur. Başka bazı örneklere bakalım. Yakın zamanlarda gösterilen "See Spot Run" filminin de güçlü bir kancası var: öksüz ve yetim olarak büyümüş ve köpeklerden nefret eden bir postacı, çeşitli olaylar sonucu, çok sevdiği kadının çocuğuna ve mafya tarafından ölüm listesine alınmış bir FBI köpeğine bakmak zorunda kalır. Kahramanımız, hakkında hiç bilgi sahibi olmadığı iki şeyle uğraşmak zorundadır: çocuk ve köpek. İşin içinde bir de artık kendisinin de peşine düşen mafya vardır. "Big Daddy"nin önermesi de buna benzer bir şeydir: beceriksiz ve kaba bir bekar adam, kendisinin ahlaklı biri olduğunu kanıtlamak ve rüyalarının kadınının kalbini kazanmak için bir çocuk evlat edinir. "Billy Elliot"ta bir çocuk dans etmenin zevkine varır - ama ne yazık ki herkesin, dansın aptalca ve sadece kızlar için olduğunu düşündüğü bir fabrika kasabasında yaşamaktadır. Bir süre sonra vizyona girecek olan "Courier" filmi de, bulunmak istemeyen insanları bulup onlara paketlerini ulaştıran bir kurye hakkındadır. Öyleyse "Kanca"nın önemli bir bölümünün, zıtların çatışmasından kaynaklandığını söyleyebiliriz. Burada, bildik olan bir şey, bilinmeyenle, kendi aslına ters düşen bir şeyle karşılaşır. Böylece hikâye yeni ve ilginç bir hâl alır. İşin sırrı tam doğru karakteri ve ve o karakter için en doğru çeşilkiyi, sürprizli durumu ya da 68

ters yüz oluşu bulmaktır. Burada dikkat etmeniz gereken bir şey var: eğer bu çelişkiyi hikayeniz içinde çok geç ortaya koyarsanız, ki burada geç ile 10. sayfayı kastediyorum, okuyucunun ilgisini kaybetme riskiniz vardır. Ana karakterle duygudaşlığı sağlamak için bu çelişkiyi - Kanca'yı - erkenden hikayenize sokmalısınız ve hikayeniz ilerlemeye başlamalıdır, çünkü bu çelişki izleyiciye ya da okuyucuya şu soruyu sorduracaktır: "Bu kahraman, elinde B yokken, A'dan C'ye nasıl gidecek acaba?" Örneğin, eğer Rocky bu kadar baltaya sap olamamış bir tip ("loser") iken ve hocası onu spor salonundan kovarken, Apollo'yu nasıl dövecektir? Yazar, bu durumu daha hikayenin ilk bir kaç sayfasında ortaya koyarak, erkenden bir saldırı noktası oluşturuyor. Saldırı noktası, hikayenin merkezi çatışmasının ortaya çıktığı ve hikayenin temel eyleminin kendisini açıkça belli ettiği yerdir. Bazı formüller bu saldırı noktasının senaryonun yaklaşık olarak %10'unda gerçekleşmesi gerektiğini söyler - buna %10 kuralı denir. Ama %10 bile hikayeye çok geç bir giriştir. İçinde zengin olasılıklar barındıran benzersiz bir çelişki ya da "yanlış-mekan" ("dislocation") durumu eğer ilk bir kaç sayfada yer alırsa, senaryoyu okuyan kişi şöyle yerinde bir doğrulur, dikkatini toparlar, ve onu senaryonuzun devamını okumaya sevk eden sorular sorar. Şu konuda çok net olmamız gerek: Bazı çok iyi filmlerin hiç Kanca'sı yoktur. "Amerikan Güzeli" "Kaplan ve Ejderha" "Children of Paradise" "Cesuryürek" ve "Fanny ve Alexander" kancasız klasiklerdir. Ayrıca Kanca'nın, senaryonun yazım kalitesi ya da filmin kalitesiyle de bir ilgisi yoktur. Eğer kancaları yeterince güçlü ise, çok berbat filmler bile gişede başarılı olabilir; bu tür filmler sanki icranın (çekimin) kötülüğüne ya da oyuncu seçimi, yönetmenlik, hikaye değişikliği talepleri gibi. felaketlere karşı bir bağışıklığa sahiptir. Bu fikirler "kendilerini sattırırlar". Sizin göreviniz de, eğer kabul ederseniz, böyle bir kanca bulmak, ve daha sonra da klişelerden olabildiğince bağımsız bir biçimde, bütün insaniyet ve özgürlüğünüzü kullanarak bu kanca etrafında bir hikaye oluşturmaktır. İşte bundan sonra senaryonuzu satabilir ve filminizin çekilmesini beklemeye başlayabilirsiniz. Yazanlar: William Missouri Downs ve Robin U. Russin posted by gezgin @ 6:42 PM

0 comments

PARLAK FİKRİ FETHETMEK Hollywood'da (sinema) ve New York'ta (edebiyat - tiyatro), "fikir" kraldır. Bir yazar ya da senarist olarak başarılı olmak için, başarılı bir biçimde kurgulanmış bir romandan ya da güzel bir biçimde yönetilmiş bir filmden daha fazlasına ihtiyacınız vardır. Hakkında konuşulacak, heyecan yaratacak, ve doğru insanların kendisiyle ilgilenmesini sağlayacak bir fikre ihtiyaç duyarsınız. Çok iyi bir fikrin belirli bir anatomisi ve yapısı vardır. Bir konuyu harika, bir başlığı ilgi çekici, bir fikri de heyecan verici yapan şey de tanımlanabilir ve öğrenilebilir. Parlak Fikri ("High Concept" - bazı yazarlar "Hook" diyorlar buna gg) anlamak, bunu başarmanın anahtarıdır. Peki PARLAK FİKİR nedir? Basit bir biçimde ifade edersek parlak fikir, bir kaç sözcükle ifade edilebilen ve herkes tarafından kolayca anlaşılabilen, merak uyandırıcı bir fikirdir. Texas eyaleti büyüklüğünde bir astroid dünyaya doğru hızla yaklaşmaktadır. İşte bu parlak bir fikirdir. Herkes bunun tam olarak ne anlama geldiğini bilir. Bu fikir insanda bir duygusal tepki uyandırır ve sadece dokuz kelimeyle ifade edilen bu fikir ile izleyiciler filmin ne hakkında olduğunu bilirler: Kıyamet. Parlak bir fikir yaratmak için fikrinizi en güçlü ve öz (kısa, "concise") şeklinde formüle edebilme yeteneğini gerektirir - fikrinizi olabildiğince kısa ve harika ("marvelous") yapabilmelisiniz. Ne kadar az sözcük kullanırsanız, fikriniz o kadar parlak olur. Jack Nicholson Kurt Adam'dır (eski filmleri bilmeyenlere hatırlatalım, J. Nicholson'ın böyle bir filmi var, tipi de cuk oturuyor. - gg). Film pek iyi olmadı, ama fikir harikaydı - çok etkili bir parlak fikirdi. Şimdi, bu parlak fikir düşüncesi, büyük film stüdyolarının sanatı boğmak ve kârlarını artırmak için uydurdukları bir şey mi? Anlaşılan öyle. Peki bir kıymet-i harbiyesi var mı? Bence var. Jerry Bruckheimer, James Cameron ve Steven Spielberg gibi son derece tantanalı, ticari filmler çekmek istiyor olabilirsiniz, ya da "Altıncı His", "Ordinary People", ya da "Harry Potter" gibi ünlü hikayeleri filme dönüştürmek istiyor olabilirsiniz. Bence her iki durumda da parlak fikir önemlidir. Önce şunu söyleyeyim: fikrinizi, bir kaç kelimeyle ifade edilebilecek güçlü bir şeye indirgeyebilmek için, hikayenizin ne olduğunu çok iyi bilmeniz gerekiyor. Bir başka deyişle, gerçek bir parlak fikir yaratabilmek için, hikayenizin bütün yapısal unsurlarını çok iyi öğrenmekle kalmayıp, aynı zamanda hikayenizin tam özüne de ulaşmanız gerekiyor.

69

İkinci olarak "parlak fikir", başkalarıyla kurduğunuz iletişimi son derece kolaylaştıran bir kestirme çözümdür. Eğer projeniz büyük bir stüdyo ya da yayıncı tarafından satın alınacaksa ya da finanse edilecekse, fikrinizin sadece merak uyandırıcı değil, aynı zamanda kısa da olması gerekir. Bu fikir, stüdyonun emir-komuta zinciri içerisinde kolayca ilerleyebilmeli ve kendisini duyan herkesi, sizin sunuşunuzu dinlemeye, senaryonuzu okumaya, ya da filminizi izlemeye istekli hale getirmelidir (Ama fikrinizi bu mekanizmaya sokmadan önce noterden adınıza tasdik ettirmeyi sakın unutmayın - gg) . Böylece bu insanlarlar fikrinizi dinleyip, senaryonuzu okuyup, filminizi seyrettikten sonra, bunu emir komuta zincirindeki başkalarına anlatabilir ve onların merakını uyandırabilirler. Eğer bir fikrin anlatılması ya da anlaşılması zor ise, bu emir-komuta zincirinde asla yukarılara doğru ilerleyemeyecektir. Tepedeki insanlar bunu asla duyamayabilirler. Aradaki kademelerde (tercüme esnasında) kaybolup gidebilir. Parlak fikir, sürecin hem başlangıcının hem de sonunun önemli bir bölümünü teşkil eder. Sürecin başlangıcında fikir, hikayenizi yaratmanıza ve (yapımcıya/yayıncıya) satmanıza yardımcı olan güçlü bir tohumdur. Sürecin sonunda ise hikayenizi pazarlamanız için kullanacağınız yüz haline gelir. Halkın, kitabınızın kapağında ya da filminizin afişinde göreceği şey bu parlak fikirdir. Ve burada da görevinizi çok az sayıda sözcükle gerçekleştirmek zorundasınızdır. Bu nedenle burada bahsettiğimiz şey, bu sürecin her iki ucunda da işe yarayacaktır. Ve daha en başta, pazarlanabilir bir fikriniz olduğunu bilmek son derece iyi bir şeydir. Bu hedefinizi gerçekleştirmenizde size yardımcı olabilecek dört unsur vardır. * * * *

BÜYÜLEYİCİ BİR KONU HARİKA BİR BAŞLIK/AD TETİKLEYİCİ OLAY, ki bu hikayenizin sorununu teşkil eder, ve OLTA, ki bu da hikayenizin benzersiz özelliğini ya da özel koşullarını ortaya koyar.

(DİKKAT: Burada, Hollywood'un "HOOK" -kanca- konusunda yaşadığı terminolojik bir karmaşaya tanık oluyoruz. Bir çok yazar "kanca"yı "parlak fikir" - "high concept" - ile aynı anlamda kullanırken -ben de bunlardanım- bazı yazarlar kancayı, hikayenin sadece en başında, seyircinin dikkatini hikayeye vermesini sağlayan ilginç/çarpıcı olay olarak kullanmaktadır -bu makalenin yazarı da kancayı bu anlamda kullanıyor. Bu nedenle siz bu makaleyi okurken "parlak fikir" ifadesinin yerine "kanca"yı koymalı, "hook/kanca" yerine de "olta"yı koymalısınız. Hiçkimse size hayatın çok kolay olduğunu söylemedi, değil mi :) - gg) BÜYÜLEYİCİ KONU nedir? Büyüleyici konu, adı üstünde, kendi başına bile merak uyandırıcı olan bir konudur. Hikaye sadece konusuyle bile ilgilimizi çeker. Bu son derece önemlidir. Kısa bir süre önce bir kitapçıya gitmiştim. İlk masanın önünden geçtim ve gözüme bir kitap takıldı. Sonra yirmi adım yürüdüm, durdum, ve geri döndüm. Gözüme takılan kitabın başlığı şuydu: "Kleopatra'nın Gizli Günlükleri." Dünyanın en ünlü aşıklarından birinin sırlarını öğrenme düşüncesi bana çok cazip gelmişti. Geçmişte işe yaramış diğer konulardan bazıları nelerdir? İnsanın içine şeytan girmesi, para, cinsellik, iktidar (güç), dinozorlar, UFOlar, skandal nitelikli aşk hikayeleri, seri katiller, uzaylılar, klonlama, bir kazadan sonra hayatta kalanlar, sonsuz gençlik - böyle başka bir sürü konu bulabileceğinizden eminim. Benim en hoşuma gidenlerden bazıları şunlar: adalet, ölümsüzlük, gizem, ve mumyalar. Bana bir piramidin içinde geçen gizemli bir hikaye verin, ister İndiana Jones olsun, ister Brendon Fraser ("Mumya"daki çocuk - gg), ya da Donald Duck (çizgifilm), hemen tüm dikkatimi veririm. Karşı koyamam bile. Bu nedenle sizi ve ulaşmak istediğini seyircileri gerçektenden büyüleyecek konular bulmanız son derece önemlidir. Her hal ve kârda, hikayenizin, kendi başına bile merak uyandırıcı olan bir konuda olması işinizi çok kolaylaştırır. Büyüleyici konuyu bulmak, sizi, hikayenizin aslında ne hakkında olduğunu keşfetmeye iten şeylerden biridir. HARİKA BAŞLIK nedir? Harika bir başlık size hikayenin ne hakkında olduğunu - büyüleyici konuyu söylemekle kalmaz, aynı zamanda eserinizin türünü (janr) de belirtir, yani o türle bağlantılı olarak iştahınızı kabartır. Bir gerilim, gizem, aşk hikayesi, macera vb. ile bağlantılı duyguları uyandırır. Bu farklı türlerin her biri, farklı bir duygusal macera başlatır. Büyü iyi bir konudur. Konusu büyü olan bir eser için "Merlin" iyi bir başlıktır (isimdir) çünkü Merlin bu olayla bağlantılıdır. Kıyamet de bir başka popüler konudur. "Armageddon" da bu konu için iyi bir başlıktır (Armageddon, İncil'de kıyameti anlatmak için kullanılan bir sözcüktür - gg). Bu sözcüğü duyar duymaz eserin dünyanın sonu ve bu olayla bağlantılı olaylar ve duygular ile ilgili olduğunu anlarız. Felaketler. "Titanik"ten daha iyi bir isim mi olur? Kayıp medeniyetler. "Atlantis" herşeyi anlatıyor. Cinayet. İşte bu benim favorilerimden biri: "Kara Dul". Harika bir film değil ama harika bir isim. Başka bazı güzel film adları: "Aşık Şekspir". Derhal ilgilenmeye başladım. "Mükemmel Cinayet" ("The Perfect Murder"). Gördüm. "Altıncı His", "Roswell", "Acil Servis" ("ER"), "Kızları Öp", "Yıldız Savaşları", "Gladyatör", "Jurassic Park", "Mumya", "Harry Potter ve Ateş Kadehi". Sanın aldım.

70

"Titanik", "Roswell", "Altıncı His" gibi sözcükler, belirli bir konudaki önemli olaylarla ilişkilendirilmiş sözcüklerdir. Ve seyirciye, bu filmde hissetmeyi bekleyecekleri duyguları teşhis etmelerinde yardımcı olur. (Bizden bir örnek "Çanakkale" olabilir - gg). Harika bir başlık (isim) bulmak sizi konuyu ve türü (janr) - seyircier tarafından deneyimlenen duyguların kaynağını - keşfetmeye zorlar. Eğer bir başlık (isim), önceden bilinmek istenen herşeyi söylüyorsa, o zaman çok iyidir. Harika bir başlık bulduğunuzda, sizi bir keşif (REVELATION) gibi çarpar. Çok heyecanlanırsınız. Çok iyi bir başlığınız ve büyüleyici bir konunuz varsa, yolun yarısını katettiniz demektir. Üçüncü unsur, TETİKLEYİCİ OLAY'dır. Tetikleyici olay, sorunun başlangıcı ya da nedenidir. Eylemin (aksiyonun) nedenidir. Hikayede, bu olay nedeniyle aksiyona geçilmesi gerekir. • • • • • • • •

Teksas eyaleti büyüklüğündeki bir astroid dünyaya çarpmak üzeredir. Harekete geçilmelidir. Astroidin yok edilmesi ya da yönünün değiştirilmesi gerekmektedir. Mahallede bir seri katil vardır. Harekete geçmek gerekmektedir. Adam yakalanmalıdır. Evin kapısının önüne bir bebek bırakılmıştır. Bebeğe bakılması gerekmektedir. İstilacı bir orduyla savaşılmalı ve ordu yenilmelidir. Patlayan bir volkandan kaçılması gerekmektedir. İnsan yiyen bir köpek balığının öldürülmesi gerekmektedir. Büyük bir yangının söndürülmesi gerekmektedir. Korkunç bir hastalık tedavi edilmelidir, vs.

Eğer bir konuda ŞİMDİ harekete geçilmesi gerekiyorsa, bunun tetikleyici bir olay olduğunu bilirsiniz yani bir sorun varsa ve bununla ilgili olarak yapılacak bir şey söz konusuysa. Tetikleyici olayın ne olduğunu bulmak sizi, hikayenizin sunduğu sorun ile yüzleşmeye zorlar. Hikayeler sorunlar hakkındadır. Bu bütün hikayelerin ön koşuludur. Elinizde bir sorun vardır ve bu sorun çözülür. Bu durum (sorun) hikayenin olmazsa olmazlarındandır - o olmadan bir hikaye de olmaz. Hikaye ne kadar büyük ya da küçük olursa olsun, bir soruna odaklanır. O hikayedeki herkes de bir biçimde bu olayla ilgili (bağlantılı) olur. Ve hikayedeki herkesin yaptığı herşey bir biçimde bu olayın sonucunu etkiler. Bu sorunun ortaya nasıl çıktığını ve nasıl çözülebileceğini göstermek, hikayenin ruhunu oluşturur. OLTA, sorunun benzersiz bir yönüdür ve ilginç olasıklara işaret eder. Sorunu çevreleyen özel bir koşuldur ve kaybedilecek şeyleri (ÖDÜL; "STAKES") ve ilgimizi artıran bir şeydir. • • • • • •

Susan bir süpermarkette değil de Bermuda Şeytan Üçgeni'nde kaybolur. Yanardağın teki çölün ortasında değil şehrin göbeğinde patlar. Bir bebek sevecen bir bakıcının değil de üç bekar erkeğin kapısının önüne bırakılır. Bahtsız aşıklar bir kilisede değil de Titanik'te karşılaşırlar. Bir kadın kaçırıır ve kocası fidyeyi ödemeyi reddeder. Şeytan, ergenlik çağındaki bir kızın bedenine girer.

Kanca, tehtidi daha tehlikeli ve merak uyandırıcı yapan bir güçlüğe işaret eder. Öldüren Cazibe'de (Fatal Attraction) başarılı bir avukat, sıradan bir "öteki kadın"la değil de güzel bir psikopatla evlilik dışı bir ilişki yaşar. Olta'yı bulmak sizi, hikayenizin benzersiz olan tarafıyla yüzleşmeye iter. Bu, hikayenizi taze yapan benzersiz bir özelliktir. Sorunu saptar ve güçlüğü iyice vurgularsınız. İşte o meşhur dört unsur bunlar: Büyüleyici bir konu, harika bir isim, tetikleyici olay ve olta. Bunların hepsi bir kaç kelime ile ifade edilebilir. Eğer bir parlak bir fikir yaratacaksanız, bu dört unsurun işinize çok yaradığını göreceksiniz. Bu yazının ana fikri, bu unsurlardan faydalanarak son derece güçlü bir tohum üretebileceğinizdir. Bu tohum sadece harika bir hikaye yaratmanıza yardımcı olmakla kalmayacak, aynı zamanda sürecin en başında (yapımcıya) ve en sonunda (seyirciye) hikayenizi satmanızı da sağlayacaktır. yazan: James Bonnet posted by gezgin @ 6:37 PM

0 comments

71

Cuma, Aralık 01, 2006 "İYİLİK MERKEZİ" Aşağıda, McKee'nin "Story" adlı kitabından bir bölümün çevirisi yer alıyor. Hikayenizin merkezine kimi ve nasıl yerleştireceğinizi anlatan bir bölüm bu. Uzun süredir siteye koymak istiyordum. Kısmet bugüneymiş. *** Hikaye başladığı zaman izleyici, bilinçli ya da içgüdüsel olarak, hikaye dünyasının ve karakterlerinin değer-yüklü (iyilik, kötülük, güzellik, çirkinlik, yanlışlık, doğruluk vb. gibi değerler - gg) manzarasını inceler. İyiyi kötüden, doğruyu yanlıştan, değerli olan şeyleri değersiz şeylerden ayırmaya çalışır. Seyirci "İyilik Merkezi"ni arar. Bunu bir kere bulduktan sonra duygular ona doğru akar. İyilik Merkezi'ni aramamızın nedeni, herbirimizin kendimizin iyi ve doğru (haklı) olduğunu düşünmesi ve pozitif olanla özdeşleşmek istememizdir. Ruhumuzun ta derinliklerinde kendimizin kusurlu, belki de çok kusurlu olduğunu biliriz, ama buna rağmen, bir biçimde, en azından kalbimizin iyi (doğru yerde) olduğunu düşünürüz. En kötü insanlar bile kendilerinin iyi olduğuna inanırlar. Hitler kendisinin Avrupa'nın kurtarıcısı olduğunu düşünüyordu. İyilik Merkezine mutlaka kahraman ("protagonist") yerleştirilmelidir. Diğerleri de bunu paylaşabilir, çünkü biz birden fazla karakter ile özdeşleşebiliriz, ama kahraman ile mutlaka özdeşleşmeliyizdir/duygudaşlık kurmalıyızdır. Bununla birlikte İyilik Merkezi ille de "hoşluk" ("niceness") anlamına gelmez. "İyi", ne olduğu kadar ne olmadığı ile de tanımlanır. Seyircinin bakış açısına göre "iyi", olumsuzlukla ilişkili olarak ya da olumsuz bir artzemine ("bacground") bakılarak belirlenen bir şeydir. "İyi olmadığı" düşünülen ya da hissedilen bir evrene nazaran belirlenir. BABA ("THE GODFATHER"): Bu filmde sadece Corleone ailesi kokuşmuş değildir, diğer mafya aileleri de öyledir. Hatta polis ve hakimler bile rüşvete ve yolsuzluğa boğazlarına kadar batmıştır. Bu filmdeki herkes ya bir canidir ya da bir cani ile akrabalığı vardır. Ama Corleonelerin olumlu bir özelliği vardır: sadakat. Diğer mafya klanlarında herkes birbirini sırtından bıçaklamaktadır. BU da onları çok ama çok kötü insanlar yapmaktadır. Baba'nın ailesinin sadakati ise onları "iyi" kötü insanlar yapmaktadır. Bu olumlu özelliği fark ettiğimiz zaman, duygularımız ona doğru yönelir, ve kendimizi gangsterlerle bir duygudaşlık içerisinde buluruz. KUZULARIN SESSİZLİĞİ ("SILENCE OF THE LAMBS"): Romanın ve senaryonun yazarları Clarice'i (Jodie Foster) olumlu odak noktasına yerleştirirler, ama Hannibal Lecter (Anthony Hopkins) etrafında da ikinci bir İyilik Merkezi oluştururlar ve seyircinin duygularını ikisine doğru çekerler. İlk olarak Dr. Lecter'a hayranlık uyandırıcı ve arzu edilen özellikler atfederler: çok büyük bir zeka, acı bir mizah duygusu, centilmence bir cazibe, ve en önemlisi sakin bir kişilik. Bu kadar cehennemî bir dünyada yaşayan bir insan nasıl bu kadar sakin ve nazik kalabilir diye merak ederiz. Daha sonra yazarlar, bu nitelikleri başka zıt niteliklerle vurgulamak ("counterpoint") için Lecter'ın etrafında zalim, sinik ("cynical") bir dünya kurarlar. Lecter'ın hapishane psikiatristi bir sadist ve şöhret düşkünüdür. Gardiyanları gerizekalıdır. Hatta kafa karıştırıcı bir davada Lecter'ın yardımını isteyen FBI bile ona yalan söyler, onu Carolina adasındaki açık cezaevine göndereceklerini söyleyerek kandırırlar. Bir süre sonra şöyle düşünmeye başlarız: "Ne yapalım insan yiyorsa? Bundan daha kötü şeyler de var. Şimdi aklıma gelmiyor ama..." Artık Lecter ile bir duygudaşlığa ("empathy") girmiş durumdayız. Şöyle düşünürüz: "Eğer ben de yamyam bir psikopat olsaydım, tıpkı Lecter gibi olmak isterdim." (Robert McKee, STORY, 347-9) *** "Kurtlar Vadisi"nde neyin yanlış olduğunu anladınız mı? Eğer Polat'ı ve onun etrafındakileri "kahraman" olarak sunarsanız, kendisine rol model (davranışları örnek alınacak kişi) arayan gençler de kaçınılmaz olarak onun şiddet dolu davranışlarını taklit ederler. Bu, kaynattığınız zaman suyun buharlaşması, attığınız taşın düşmesi kadar kaçınılmaz, doğal, inkar edilemez bir sosyo-psikolojik gerçektir. Bu da sizi, eserin etkilerinden sorumlu kılar. "Ben diziyi yayınlarım, isteyen seyreder, isteyen seyretmez" deyip bu bu sorumluluktan paçayı kurtaramazsınız. Hasta ruhlu ve kötü davranışlarda bulunan birilerini cilalayıp beğenilir haline getirmek, gençleri önce bedava uyuşturucu ile bağımlı yapıp sonra onları suça itmek kadar sizi sorumluluk altına sokar. Polat'ı "doğru" bir biçimde sunmanın belki de tek yolu, onu hafif dengesiz biri olarak betimlemekti. Yani 72

Polat'ın kullandığı şiddet, ruhsal dengesizliğinin bir parçası olarak sunulsaydı ve devlet tarafından da bu özelliği için seçilmiş olsaydı, o zaman seyirciler Polat'tan bu kadar etkilenmezdi. Bu ruhsal dengesizliği sonucunda bazı masum insanları öldürse, ve bunlar için de cezalandırılsa, seyirci Polat'a bu kadar tapmazdı. Ama öyle olmadı. Cilalana cilalana kahraman statüsüne yükseltilen Polat ve adamları bilinçli olarak katliamlar yaptılar ve dizinin en sonunda da bütün bu yaptıkları yanlarına kaldı. Sonuçta çıkan anlam da şu oldu: "İyi bir dava için kötü davranışlarda bulunabilirsiniz." ("Sonuca giden her yol mübahtır"ın bir versiyonu). "İyi" olmanın, "hiçbir koşul altında kötü davranış sergilememek" olduğunu düşünmeyen geniş kitleler de bu göz alıcı önermeye balıklama atladılar. Herkesin "iyi"si kendine göre olduğu için, ortalık aniden "iyilerin savaşı"na döndü. Tıpkı bir yazımda (Bkz. "KORSAN: MÜYAP, BSA VE NOTTINGHAM ŞERİFİ") belirttiğim gibi, ürünlerinizi sunduğunuz toplumun ruhundaki bazı zaafları kaşıyorsanız, bazı iştahları ahlaksızca kabartıyorsanız, ve bunu para için yapıyorsanız, bunun sonuçlarındaki (hırsızlık, şiddet, yaralama, ölüm) sorumluluk payınızı göz ardı edemezsiniz. posted by gezgin @ 7:10 PM

0 comments

Perşembe, Kasım 30, 2006 DEDİN Mİ, DEMEDİN Mİ? Yazdığınız senaryonun son tahlilde "ne dediğine" dikkat edin. Kendinizi güzel bir hikayenin sarhoşluğu içinde kaybederseniz, alt metin olarak çok zararlı ve tehlikeli mesajlar verdiğinizi fark edemeyebilirsiniz. Hele yaptığınız iş bir biçimde yüksek reyting alıyorsa, ve görünürdeki (düz okumada ortaya çıkan) anlam da hoş ise, bu hatanızı fark etmeyebilirsiniz, ya da önemsiz zannedebilirsiniz. Ama yanlış mesaj Bağdat'tan döner, ve fatura eninde sonunda önünüze konur. Ne demek istediğimi örneklerle anlatayım: KURTLAR VADİSİ: Sahte bir kimlikle mafyaya sızan bir gizli servis elemanının mafyayı, yine mafya yöntemlerini kullanarak çökertir. GÖRÜNÜRDEKİ ANLAM: Genç bir gizli servis elemanı, kahramanca bir davranış sergileyerek, mafyaya sızar ve yine onların yöntemlerini kullanarak büyük zararlar verir. Büyük başarı! ALKIŞ! GİZLİ ANLAM: Kötülüğe kötülükle karşılık vereceksin. Şiddet kullanmak mübahtır, hatta sorunların çözümünde en etkili ve İYİ yoldur. Düşmanlarınla, onların kullandığı yöntemlerle mücadele edeceksin. Bu yöntemler ne kadar ahlaksız olursa olsun, fark etmez. Ne pahasına olursa olsun GÜÇLÜ olmak gerekir. GÜÇ, en önemli erdemdir. Yasaldışı yollarla elde edilmesi ise sorun değildir. SILA: Çocukluğunda ailesi tarafından şehirli bir aileye evlatlık verilen genç bir kız, Berdel edilerek zorla evlendirildiği, hatta kendisine tecavüz eden ağaya aşık olur. GÖRÜNÜRDEKİ ANLAM: Hayatta böyle şeyler oluyor. GİZLİ ANLAM: Berdel (yani kayınbiraderler arası kızkardeş alışverişi) kötü bir şey değildir, hatta kabul edilebilir bir şeydir. Onun için sesinizi kesin, dizinizi kırıp oturun, ey Türk kadınları! BİNBİR GECE: Genç bir kadın, oğlunu ağır bir hastalıktan kurtarmak için, kendisine bir gecelik 150 bin dolar teklif eden patronunun teklifini kabul eder. GÖRÜNÜRDEKİ ANLAM: Ne yapsın kadıncağız?! Oğlu için büyük bir fedakarlık yapıyor. Analar evlatları için herşeyi yaparlar, yapmalıdırlar! GİZLİ ANLAM: Para karşılığı cinsellik meşrudur. Hele de güçlü bir gerekçeniz varsa. *** Bir de ne dediğini bilen, düz okumaların yanı sıra alt metin okumalarına da dikkat eden bir başka örnek verelim: TERMINATOR 2: Çocuk John Connor, kendisini korumak için gelecekten gönderilen robota (Arnold) insan öldürmeyi yasaklar. Hatta filmin en komik sahnelerinden biri bu konuşmanın geçtiği sahnedir. John Connor ve Arnold bir otoparkta konuşmaktadır. Vakit gecedir. John: Öyle kafana estiği gibi adam öldüremezsin. 73

Arnold: Neden? Ben Terminatör'üm. John: Öldüremezsin dedim. Arnold: Neden? John: Öldüremezsin işte! Bu konuda bana güvenmelisin. Başka bir sahnede, John ve Arnold akıl hastanesine girmeden hemen önce John robotu durdurur ve insan öldüremeyeceğine dair yemin de ettirir! Ve bundan sonra hiçbir sahnede, filmin kahramanı (yani özdeşleşilen şahsı) olan Arnold, tek kişiyi dahi öldürmez, bunun için özel bir çaba gösterir. Oysa "Kurtlar Vadisi"nde, dizinin kahramanı (yani özdeşleşilen şahsı, yani davranışları örnek alınan kişisi) çatır çatır adam öldürür. Ne de olsa kötü adam ya ölenler, öyleyse tetiğe asılmakta bir mahzur yoktur. Henüz kişiliği yerleşmemiş, ahlaki değerleri oturmamış bir genç kuşak da, Polat kadar güçlü ve karizmatik olmanın yolunun, insanlara sorumsuzca şiddet uygulamak olduğunu düşünür ve ona göre hareket eder. Okullar genç Polatlarla dolar. Liselerde şiddet patlaması yaşanır. "Sıla"da da dizinin kahramanı olan genç kız, zorla evlendirildiği, sonra kendisini döven ve ona tecavüz eden zengin ve yakışıklı ağadan hoşlanıyor. Böylece "demek ki başlangıçta kötü gibi görünen olaylar ileride düzelebilir. Sabretmek lazım. Genç bir kadının özgür seçiminin, karakterinin bir önemi yoktur. İleride nasılsa evlendiği adamı sever" deniliyor. "Binbir Gece"de de acil bir maddi sıkıntı karşısında genç bir annenin para karşılığında cinsel birlikteliğe evet demesi anlatılıyor. Burada, izleyicilerin gözlerini kamaştıran ve gerçeği görmelerini engelleyen bir unsur var: annelik! Anneler çocukları için herşeyi yaparlar. Peki, soralım öyleyse: kaç paraya kadar bir başkasıyla yatmak mübahtır. Alt limit 150 bin dolar mı? 100 bin dolar olsaydı, yatması yanlış (kabul edilmez) mı olacaktı? Ya 50 bin? Ya 10 bin? Ya 100 dolar. Çok acil olsa, kadının 100 dolar için yatması mübah mı? Peki anne bir şekilde işsiz kalsa ve bu kez evine ekmek götüremeyecek duruma düşse, bu durumda da bedenini cinsel araç olarak sunması kabul edilebilir bir şey midir? Neden olmasın? Ekmek de hastalık tedavisi kadar elzem bir şey değil mi? Ya da okul gereçleri, oyuncaklar? (Herhalde bütün hayat kadınları bu diziyi seyrederken çok gülüyorlardır, bizim her gün yaptığımız şeyi bu kadar büyük bir ahlaki ikilem gibi sunuyorlar diye). Çocukları hastanelerin kanser koğuşlarında yatan, geceleri gündüzlerine karışmış genç anneler diziyi seyrederken ne düşünüyordur acaba? "Tüh ulan! Bu niye bizim aklımıza gelmedi?!" mi? Hiç sanmam. Yine de onlara bir sormak lazım... *** "Hey dostum, sen bu dizilerin reytingi kaç biliyor musun?!" diyebilirsiniz. Ben de size "biliyorum" derim. Ama doğruyu yapıp yapmamanın, doğru sözü söyleyip söylememenin reytinge bağlanmasının, özelde Türk televizyonculuğu, genelde de ahlaki hayatımız açısından çok vahim olduğunu da eklerim. Bazı reytingler yapılmamalıdır, bazı paralar kazanılmamalıdır, bazı "başarılar" elde edilmemelidir. Doğru olanı yapmak, bazen kaybetmeyi gerektirir. Ve tıpkı senaryo yazımında olduğu gibi gerçek hayatta da karakterinizi, ne dediğiniz değil, zor koşullar altında yaptığınız seçimler belirler. posted by gezgin @ 10:25 PM

4 comments

Çarşamba, Kasım 29, 2006 ANAKRONİSTİK BİR KAHRAMAN: MÜKREMİN ÇITIR Açıkçası dizinin ilk bölümü, tanıtımlarının bende uyandırdığı beklentiden daha kötü çıktı: hemen hemen sıfır dramatik olay, artı, bol bol eski usül ve artık güldürmeyen laf esprisi. TV dünyası, Yılmaz Erdoğan'ın onu son bıraktığı yerde kalmadı, ilerledi, hem de bayağı ilerledi. Bu da, ister inanın ister inanmayın, büyük ölçüde reyting canavarı sayesinde oldu. Diziler bu canavar sayesinde kendilerini belirli bir disipline sokmak zorunda kaldılar, kendilerine nispeten yüksek bir çıta belirlediler. Bu disipline uyamayanlar, TV tarihlerindeki yerlerini aldılar: "Çocuklar Duymasın"lar, Hamdi Alkanlar, Levent Kırcalar, Şahan Gökbakarlar, Beyazıt Öztürkler, Cem Davranlar, Haluk Bilginerler... Artık konserve kahkaha her türlü sitkomun ayrılmaz bir parçası (bkz. "Avrupa Yakası"). Batıda bile bunu kullanmayan dizi sayısı çok az. (Ben bir tek "Scrubs"ı hatırlıyorum. Her repliği GERÇEKTEN komik olan "Coupling"de bile kullanılıyordu) Yılmaz Erdoğan bu konuda kendine aşırı güvenmiş. Ya da seyircinin, onun yokluğunda, yayınlanan diziler vasıtasıyla nasıl eğitildiğini görememiş. Avrupa Yakası gibi diziler sayesinde seyirci artık - komik olsun, olmasın - her diyalogdan sonra kahkaha duymazsa, rahat edemiyor. Eğer Yılmaz Erdoğan, dizisini reyting canavarına yem yapmak istemiyorsa, mutlaka konserve kahkaha kullanmaya başlamak zorunda. Ayrıca, ilk bölümün konusu da, ilk bölüme yakışmayacak kadar yavan: "Mükremin Çıtır nerede?" 74

Yani hiçbir çatışma yok, hiçbir dramatik durum yok, bu nedenle hiçbir hikaye (ilerleme) hissi yok. Sadece "bu arada Mükrimin neler yaptı?"nın açıklanması. Onun dışında varsa yoksa insanların acayip buna komik değil acayip denir artık - konuşmaları. Oysa bir ilk bölümün, hele bir dönüş bölümünün bomba gibi olmasını beklersiniz değil mi? Ama öyle değil. İnanın, dizi arasındaki 1 dakikalık Avrupa Yakası tanıtımları, dizinin tamamından daha fazla kahkaha aldı benden. *** Bir itiraf: Dizinin ilk reklam arasından sonra kanallarda gezerken, NTV'de İlber Ortaylı'ya takıldım (Papa'nın ziyareti hakkında konuşuyordu), ve bir süre Mükremin'e geri dönemedim! Reklamlar bittikten sonra bile! Anlayın artık! *** Dizinin kaderini bence önümüzdeki 2-3 bölümü belirler. Eğer Yılmaz Erdoğan senaryoyu toparlamayı başarır ve konserve kahkahaya başlarsa, şansı olur. Seyircinin sadakati diziyi bu haliyle 5 - 6 bölüm kadar belki sürükleyebilir. Ama dizi bu şekilde güldürMEmeye devam ederse, Yılmaz Erdoğan'ın dizisi düşük reytingden dolayı yayından kaldırılır. Bu da çok ayıp olur ama Mükrimin Abi! Şşş! posted by gezgin @ 2:07 AM

1 comments

Salı, Kasım 21, 2006 ROMANTİK KOMEDİNİN SIRLARI Aşağıdaki yazıyı, Hollis Gillespie'nin "Modern Romantic Comedy" başlıklı yazısından esinlenerek/alıntılayarak yazdım. Onda olmayan iki maddeyi ben ekledim. Ve film örneklerini de geliştirdim. 1) MÜSTAKBEL AŞIKLAR EN BAŞTA BİRBİRLERİNE KARŞI DUYARSIZDIR / BİRBİRİNDEN NEFRET EDER: Romantik komedi filmlerinde, genelde iki ana karakter vardır: bir kadın ve bir erkek ("Love Actually" gibi çok karakterli filmler istisna teşkil eder). Bu ikisi arasında, kendileri dışında herkesin fark ettiği bir cazibe bulunur. Bazı dış (ya da iç) sebeplerden dolayı bu ikisi, en başta romantik açıdan birbirleriyle ilgilenmezler. Film başladığı anda mutsuz oldukları (ya da nedenin bilmedikleri bir şeyden dolayı tam olarak mutlu olmadıkları) birer ilişkileri olabilir (örn. "Sleepless in Seattle", "You've Got Mail"). Hatta bazen birbirlerinden nefret bile edebilirler. "You've Got Mail" buna iyi bir örnektir: Meg Ryan ve Tom Hanks birbirlerinin ticari rakipleridir. Birbilerine diş bilemektedirler. Meg, Tom'un işini baltalamak için yürüyüşler düzenler, TV'de konuşmalar yapar, vs. Tom da açtığı büyük ve cazip kitap mağazası ile Meg'in işini fena halde baltalar. Birbirinden nefret eden aşıklara en iyi örnek "When Harry Met Sally"dir (1989). Hikayenin en başında Meg Ryan ile Billy Crystal beraber seyahat etmek zorunda kalırlar. Ve bu seyahat sırasında Meg, kadın ve erkek hakkındaki görüşlerinden ve bazı itici davranışlarından dolayı Billy'den nefret eder. Duyarsızlık ya da farkında olmama durumuna örnek olarak "Notting Hill" verilebilir: Julia Roberts Hugh Grant'ten tamamen habersizdir, Hugh ise Julia'nın bambaşka bir alemde yaşadığını düşünmektedir. 2) İLGİNÇ BİR ARAYA GELİŞ: Daha sonra hikayenin baş karakterleri ilginç bir biçimde bir araya gelirler. Zaten aslında filmin en başından beri romantik bir arayış ya da açlık (bunun farkında olabilirler de olmayabilirler de) içinde oldukları için bu son derece kolay olur. Ama yazar bu birleşmeyi ne kadar benzersiz ve ilginç bir biçimde yaparsa, hikaye izleyiciyi o kadar derinden etkiler Örneğin "Notting Hill"de önce Julia, Hugh'ın dükkanına girer ve bir kitap alır. Aralarında bir hoşlaşma olur ama bu bir ilişki başlatmaya yetmez. Daha sonra aynı gün Hugh, elindeki portakal suyu dolu bardağı, kazara Julia'nın üzerine döker. Julia başta çok kızar ama Hugh'un, üstünü değiştirmek için kendi evini kullanma teklifini kabul eder. Hugh'un evinde üzerini değiştiren Julia evden çıkar, ama bir çantasını unuttuğu için tekrar döner. İşte bu ikinci gelişte Julia kendine hakim olamaz ve bu yakışıklı genci öper. Bir ilişkinin başladığı artık kesindir. "Pretty Woman"da da kahramanlarımız, bir adres sorma bahanesiyle bir araya gelirler. Son derece zengin bir işadamı olan Richard Gere, bir sokak fahişesi olan Julia Roberts'a adres sorar. Julia, adresi göstermek için adamın arabasına biner. Gösterdikten sonra parasını alır ve mekanına dönmek üzere yola çıkar. Tam bu sırada Richard Julia'dan geceyi kendisiyle birlikte geçirmesini ister. Ertesi sabah da o 75

haftayı kendisiyle geçirmesini teklif eder. Eğer romantik karakterler birbilerinden en başta nefret etmeseler bile, hikayenin bir noktasında eninde sonunda nefret edeceklerdir (bkz. "MAHZUN AYRILIK" maddesi). 3) EĞLENCELİ BİRLİKTELİK: Kahramanlarımız ilginç bir biçimde bir araya geldikten sonra bir süre son derece eğlenceli zamanlar geçirirler. Bu eğlenceli zamanlar son derece önemlidir çünkü daha sonra meydana gelecek olan "Mahzun Ayrılık"ın yaratacağı hüzün, bu eğlenceli zamanların şiddetine bağlıdır. Bu dönemde çiftler çok farklı mekanlarda ve çok farklı aktiviteler halinde görülürler. Örneğin "Notting Hill"de Julia ile Hugh arkadaşlarının doğumgününe giderler, bir parka geceleyin gizlice girerler, sonra da sinemada beraber film izlerler - ama Hugh'un gözlerinde normal gözlüğü değil, dalgıç gözlüğü vardır! Bir keresinde de evin çatısında Julia'nın rolüne birlikte çalışırlar. "Pretty Woman"da Julia ile Richard beraber alışveriş yaparlar, yemek yerler, sonra jet uçağıyla başka bir şehre gidip opera seyrederler. "Shakespeare In Love"da Şekspir ve sevgilisi hem gizli gizli buluşup sevişirler, hem de herkesin gözü önünde yapılan oyun provaları sırasında flört ederler, ama kız erkek kılığında olduğu için bundan kimse şüphelenmez - hemen hiçkimse! 4) BÜYÜK YANLIŞ ANLAŞILMA ("THE BIG MISUNDERSTANDING"): "Must Love Dogs" (2005) filminde John Cusack ve Diane Lane parkta tanışırlar, hikaye ilerler, ilerler, ilerler, tam kritik bir anda John, Diane'in ikinci bir erkek tarafından öpülüşüne tanık olur ve kadının, kendisini öpen erkekten hoşlandığı sonucuna varır: BÜYÜK YANLIŞ ANLAŞILMA! Benzer bir durum "Pretty Woman"da da yaşanır. Bu yanlış anlaşılmasın sonunda Julia Roberts parasını alır ve Richard'ın hayatından çıkar. "Notting Hill"de William, film setinde Julia Roberts'ın kendisi William - hakkında söylediği şeyleri kulaklıklardan duyar. Bu yanlış anlaşılma sonucunda yaşanan da: 5) MAHZUN AYRILIK ("FORLORN SEPARATION"): "When Harry Met Sally"de, Meg ile Billy ilk kez birlikte olduktan sonra aralarına bir soğukluk girer ve ayrılırlar. "Notting Hill"de Julia ile Hugh, önce gazetecilerin Julia'nın William'ın evinde kaldığını öğrendikten sonra, sonra da dükkanda Julia'nın resim verdiği sahneden sonra (yani iki kez) ayrılırlar. Diğer romantik komedilerde bu ayrılık dönemi genelde bir montaj olarak gösterilir ("Notting Hill" bunu çok başarılı bir biçimde yapar: William'ın semt pazarının bir ucundan diğerine kadarki yürüyüşü kesintisiz tek bir çekimde yapılır ama 4 mevsim de bu tek çekimde verilir. Prodüksiyon ekibine helal olsun!). Her iki taraf da, yanlarında ruh-eşleri yokken, mahzun mahzun hayatlarına devam ederler. Bizim de içimiz yanıp tutuşur, "Noolur bir araya gelsinler!" diye dua ederiz. 6) İNANILMAZ RASTLANTI ("INCREDIBLE COINCIDENCE"): Romantik kahramanlarımız birbirlerinden ayrılmış, ama birbirlerini özlemektedirler. Ama öyle bir biçimde ayrılmışlardır ki artık birbirlerini tekrar görmek için girişimde bulunmaları - genelde gururlarından ya da fiziksel engellerden dolayı - neredeyse imkansızdır. Ya da girişimleri başarısız olur ("Sleepless In Seattle"da Meg Ryan, Tom Hanks'le gökdelenin tepesindeki buluşmaya geç gider). İşte bu noktada inanılmaz bir rastlantı, bu iki kahramanı bir araya getirir. Dualarımız kabul olunmuştur! "Pretty Woman"da bu, Richard'ın, kiraladığı kolyeyi, iade etmesi için otel müdürüne teslim ederken, ondan, kendisini - Richard'ı - götürecek şoförün Julia'nın nerede yaşadığını bildiğini öğrenmesidir. "Must Love Dogs"ta bu, Diane Lane'in babasının, kim olduğunu bilmediği John Cusack ile, onun inşa ettiği kayık ve daha sonra da hayat hakkında konuşması, sonra da bu konuşmadan bazı sözleri kızına aktarmasıdır. "Sleepless In Seattle"da bu rastlantı, Tom Hanks'in çocuğunun çantasını çatıda unutması ve Tom'un da çantayı almak için tekrar çatıya çıkması ve orada (kendisini bir daha asla görmeyeceğini zanneden) Meg'i görmesidir. "Shakespeare In Love"da bu, Romeo ve Juliet'in prömiyerinde Juliet'i oynayacak çocuğun sesinin kısılması ve tam da Gwyneth'in o oyunu izlemek üzere orada olmasıdır. 7) BÜYÜK JEST ("GRAND GESTURE"): İnanılmaz rastlantı sonucunda, sevgilisini ne kadar çok sevdiğini fark eden kahramanımız, normal hayatın akışını son derece bozan bir harekette bulunarak aşığına kavuşmaya çalışır. "Must Love Dogs"ta bu, Diane Lane'in John Cusack'a ulaşmak için nehre atlamasıdır. "As Good As It Gets"te bu, Jack Nicholson'ın - aslında hiç sevmediği halde - evden çıkma cesaretini göstemesidir. "Notting Hill"de bu, Hugh Grant'in bin bir güçlükle Julia Roberts'ın olduğu otele gitmesi ve kendisini bütün bir medya ekibi önünde rezil edip ondan özür dilemesidir. "Kadınlar Ne İster"de bu, Mel Gibson'un Helen Hunt'ın evine gidip, kadınların aklından geçenleri okuma yeteneği ile elde ettiği bütün kazanımları kaybetme pahasına gerçekleri ona anlatmasıdır. "Shakespeare In Love"da bu, Romeo ve Juliet'in prömiyerinde Shakespeare ile Gwyneth'in sahnede Romeo ve Juliet'i 76

canlandırmasıdır. Bu büyük bir jesttir zira o dönemde kadınların sahneye çıkması yasaktır! "Pretty Woman"da bu, Richard'ın Julia'nın apartmanının önüne gidip, bir "şovalye" gibi onun bulunduğu kata yangın merdiveninden çıkmasıdır. Bu hareketi "büyük jest" yapan şey Richard'ın aslında yükseklerden çok korkmasıdır. *** İşte böyle. Romantik Komedi (İngilizce'de artık bunlara ROMCOM deniyor, fena fikir değil, Türkçe'ye de uygun: romkom) hikayelerinin kaçınılmaz yapısal özellikleri bunlar. Siz de yazdığınız romkomlara bu öğelerden bazılarını - ama mutlaka yaratıcı bir biçimde - eklerseniz, seyircinin beğenisini mutlaka kazanırsınız. Demedi demeyin... *** ÖDEV Aşağıdaki filmleri, yukarıda anlatılan bilgiler ışığında inceleyiniz. Bu yazıda belirtilmeyen noktaları da siz bulun - bana da haber verirseniz, burada yayınlayabilirim. (Birincil ve ikincil listedeki filmlerin DVD arşivinizde bulunması şiddetle tavsiye olunur). Birinci(l) Liste 1) You've Got Mail. 2) Notting Hill. 3) Sleepless in Seattle 4) Pretty Woman 5) When Harry Met Sally 6) What Women Want 7) As Good As It Gets 8) My Best Friend's Wedding 9) Shakespeare in Love 10) How To Lose A Guy in Ten Days İkinci(l) Liste 11) 12) 13) 14) 15) 16) 17) 18) 19) 20)

My Big Fat Greek Wedding There's Something About Mary Runaway Bride Maid in Manhattan Two Weeks Notice Wedding Crashers Bridget Jones' Diary Jerry Maguire Four Weddings and a Funeral Love Actually

Üçüncü(l) Liste 21) 22) 23) 24) 25) 26) 27) 28) 29) 30)

Forces of Nature Kate and Leopold Nine Months Liar Liar Moonstruck The Wedding Singer Bruce Almighty Green Card Shallow Hal While You Were Sleeping

*** Yerli bir liste sanırım Emel Sayın, Metin Akpınar-Zeki Alasya, Gülşen Bubikoğlu-Tarık Akan, vs.li filmleri içerirdi. Ama bunların DVD'lerini bulmanız pek zor. TV'de rast gelirse kaçırmayın, izleyin, derim. *** 77

BAYANLAR DİKKAT: LÜTFEN BUNLARI EVDE DENEMEYİN! Romantik Komedi filmleri ne yazık ki, bayanlar tarafından, bilinçli ya da biliçsiz (i.e. bilinçaltı düzeyde) olarak, gerçek ilişkilerinin seyrini tespit etmekte bir ölçüt olarak kullanılabilmektedir. Gerçek bir ilişkide neyin nasıl olması gerektiğini, bu filmlere bakarak belirledikleri defalarca gözlemlenmiştir. Bayanlar! Bu filmlerde anlatılanlar çok hoş olmakla birlikte büyük oranda "gerçek dışıdır"! Bu filmlerdeki erkekler de hayal mahsulüdür. Gerçek erkeklerle karşılaştırıldıklarında, bu filmlerdeki karakterler romantik açıdan neredeyse insan-üstüdürler. Yani, bu filmlerde Tom Hanks, John Cusack, ya da Mel Gibson'ın canlandırdığı karakterleri biz sıradan ölümlülerle karşılaştırıp erkekler hakkında hüküm vermeyin. Bu kadar yüksek beklentileri, gerçek erkeklerin karşılaması im-kan-sız-dır! Bu filmleri izleyin, bu filmlerde eğlenin, ağlayın, sevinin. Ama bu filmlerde gördüklerinizi gerçek hayattaki erkeklerden pek fazla beklemeyin. Sonra çok üzülürsünüz! :) *** Bir arşivlik yazı daha... Buna bir ara ara vermem lazım ;) posted by gezgin @ 12:54 AM

0 comments

Pazar, Kasım 19, 2006 "24"Ü NEDEN SEVİYORUZ CNBC-E'de yayınlanan "24" dizisini biliyorsunuzdur... Hani şu ünlü "Anti-Terörism Birimi"nin (CTU) sıradışı elemanı Jack Bauer'in maceralarının anlatıldığı dizi. Dizi, ilk sezonundan beri bütün dünyada en çok beğenilen dizilerden biri haline geldi. Türkiye'de İngilizce bilen "mutlu azınlık"ın (!) seyrettiği CNBCE'de yayınlanıyor birkaç yıldır. Bir ara birinci sezonu ATV'de de yayınlandı. Ama genelde gece yarılarından sonra. Peki bu dizi neden bu kadar tutuluyor? Bu sorunun tek bir cevabı yok. Bir çok unsurdan oluşan bir cevabı var. Bir kere dizi, aksiyonu garanti olan bir konuyu seçmiş: Anti-Terörizm. Bu da izleyicilerin merakla beklediği patlamalar, kovalamacalar, silahlı çatışmalar, ve kritik zamanlarda verilen kritik kararlar için bulunmaz bir kaynak anlamına geliyor. Yani dizi en başta kendisine seçtiği genel alanla (Anti-terörizm) turnayı gözünden vuruyor. Dizinin merkezindeki karakter de, sinema ve TV izleyicilerinin bayılacağı biri: Vatanını seven, ailesine sadık, insanların iyiliğinden başka bir şey düşünmeyen, yakışıklı, yetenekli, bilgili, güçlü, alçak gönüllü, kafasına koyduğunu yapan, doğru bildiği şeyi uygulamak için gerekirse bütün kuralları çiğneyebilen biri: Jack Bauer. Bu karakterin etrafındakiler de Jack kadar olmasalar da yine vatansever, yetenekli, bilgili insanlar. Zaman zaman fikir ayrılıklarına düşseler de aynı amaç için varlarını yoklarını ortaya koyuyorlar ("Attractive Fantasy"). Bu insanların, teröristleri zamanında engellemek için ellerinden gelen herşeyi yapışlarını seyretmek ayrı bir zevk. Dizideki kötü adamlar da asla sıradan insanlar değil. Genelde tehdit yüzbinlerce insanın hayatını ilgilendiriyor. Nükleer bombalardan biyolojik silahlara kadar herşeyi kullanacak kadar gözü dönmüş insanlar oluyor. Amaçlarına ulaşmak için arada insanları çerez gibi harcıyorlar, acıma, merhamet duyguları yok. Ama genelde hepsinin kendine özgü ve güçlü nedenleri de var. Yani "Biz manyağız, bunun için insanları öldüreceğiz" (Bkz. GORA) gibi bir tavır içinde değiller. Bir davaları var. Sadece bu davaları yüzbinlerce insanın ölümünü gerektiriyor, o kadar (!). Ama jack Bauer'ın ve CTU'nun buna izin vermesi mümkün değil. Dizide mütemadiyen hainler var. Bazen CTU'nun içinden birileri, bazen Başkan'ın en yakın danışmanı 78

olabiliyor bu hain. Ve kimliği ortaya çıkana kadar büyük zararlara yol açabiliyor. Hikayede kimin kime güveneceğini şaşırtmanın ve işleri zorlaştırmanın en iyi araçlarından biri bu hainler. Zaman zaman dizideki iyi insanlar da büyük baskılar altında arkadaşlarına ihanet etmek zorunda bırakılıyorlar. Bir de hain olmadığı halde, sırf işini kuralına uygun yapmak istediği için, Jack Bauer'a engel olan tipler var. Burada "trajedi" sözcüğünün tam karşılığını görüyoruz: İyi bir sonucu elde etmek için mücadele eden iki iyi insan ("İki olumlu değerin çatışması"). Genelde doğruyu hep Jack yapıyor oluyor, ama ona engel olmaya çalışanı da çok iyi anlıyoruz. Bu insanlar yüzünden Jack hem gerçek düşmanları ile, hem de kendi meslektaşları ile mücadele etmek zorunda kalıyor. Büyük kararlar ise, bu dizinin en hoşuma giden yönlerinden birini oluşturuyor. Dizinin önemli karakterleri sürekli olarak çok önemli konularda kararlar almak zorunda kalıyorlar. Ve bu kararlar bir çok insanın hayatını etkileyecek nitelikte oluyor: Bin kişi mi ölsün, yüz binlerce kişi mi? Sadece karın mı ölsün, yoksa onlarca yabancı mı? Jack bazen ne yardan ne serden geçerek bizi şaşırtıyor. Yazarların köşeye sıkıştırdığı izleyiciyi, yeni seçenekler bularak mest ediyor. Bize siyah-beyaz diye sunulan seçeneklerin dışında başka seçenekler de olabileceğini hatırlatıyor. Dizide kullanılan teknoloji de çok etkileyici. Dizinin sıkı takipçileri olayı o kadar özümsemiş durumda ki, örneğin, Jack'in bir çipte saklı bilgiye ihtiyacı olması durumunda, "Şimdi Chloe'yi arar, o da bu çipteki bilgileri çözer" diye düşünüyor artık otomatik olarak. İnsanların yerlerinin cep telefonları sayesinde noktasal olarak tespiti, vakayı âdiye artık. Dizinin sürekli omuz kamerası ile (SONY HDR - FX1 kullanılıyormuş çekimlerde, biliyor muydunuz? HD çekiliyor yani...) çekilmesi, dizinin içeriği ile örtüşüyor. (Ama çoğu aile dramaları olan Türk dizilerinin de sürekli omuz kamerası ile çekilmesini bir türlü anlayamıyorum. Tripodu taşımak zor mu geliyor? Yoksa senaryodaki düşük ritmi aktüel kamera ile telafi etmeye mi çalışıyorlar?). Müzikleri de gerçekten çok iyi. Ekranın bir kaç parçaya bölünüp aynı anda gerçekleşen olayları vermesi de dizinin temel konsepti ile son derece uyumlu bir uygulama. "Color correction" da çok hoş. Artık tıpkı "Matrix"de olduğu gibi bir "24" tarzından kesinlikle bahsedebiliriz. Dizinin en hoş taraflarından biri, yaratıcı fikirleri. Bir örnek vereyim: Jack'in yardımcısının koluna, biraz sonra havaya ölümcül bir virüs salacak ufak bir alet bağlıdır. Bu aletin o koldan çıkarılması imkansızdır. Jack ne yapar? Yardımcısının kolunu keser! Ve aleti etkisiz hale getirir... Ya da teröristlerin son isteklerinden biri, dizi boyunca Jack'e engel olarak bizi gıcık eden Ryan Chapell'in, bizzat Jack tarafından öldürülmesi olur! Ve Jack de, kendi istediği için değil, teröristleri engellemek için amirini, kafasına sıktığı bir kurşunla vurur. İzleyicinin bu kadar yaratıcı bir şekilde rahatlatıldığını ve aynı zamanda rahatsız edildiğini hiç hatırlamıyorum. Dizinin başarılı olma nedenlerinden biri de, hiç ummadığınız insanları dan diye öldürülmesi. "Bu adam/kadın dizinin temel karakteridir, buna bir şey olmaz" diyebileceğiniz bir kimse yok bu dizide - Jack Bauer hariç. Herkes gidebilir. Herkes. Bu da dizinin sürekli olarak kan tazelemesi ve diziye yeni ve ilginç karakterlerin katılması anlamına geliyor doğal olarak. *** Dizinin en temelde Amerikan iç pazarına hitap ettiğini, bu nedenle Amerikalıların (özellikle de 11 Eylül'den sonra kabaran) korkularını kaşıdığını, ve büyük ölçüde bu sayede prim yaptığını söylemeye gerek yok. Bu doğrultuda Amerika'nın dünyadaki yeni düşmanları dizide sık sık arz-ı endam ediyorlar. Dizinin 24 saatlik bir zaman kısıtlamasının olması, en önemli karakterlerin derinlemesine bir şekilde işlenmesine olanak tanımıyor. Jack hariç kimsenin özel hayatı hakkında detaylı bilgi edinemiyoruz. Bu nedenle kötü adamlar da genelde birer karikatürden öteye gidemiyor. Dizinin amacı da kötü adam analizi değil zaten. Dizi, elinde büyük bir koz olan zeki bir kötü adamın alt edilişini anlatmak üzere yola çıkıyor, derin siyasi tahliller yapmak için değil. Ve amacına da ulaşıyor. "Amerikalılar yabancıları/doğuluları/vb'yi hep böyle görüyorlar işte!" diye sinirlenmenin alemi yok. Bir Amerikan dizisi izliyoruz zaten! Ama eğer ortalama Amerikan zevzekliklerini devre dışı bırakan zihinsel filtrelerinizi (zihinsel "pop-up blocker"larınızı) çalıştırabilirseniz, "24" son derece keyifle izlenen bir dizi. Her hafta şaşırtmayı başarıyor. Bu da az iş olmasa gerek. posted by gezgin @ 1:05 AM

5 comments

79

TIKANIK BEYİNLERE AÇILIŞ ÇARELERİ Tıkanmış lavobonuza ne yapacağınızı biliyorsunuz. Peki tıkanmış beyninize ne yapacaksınız? Aşağıda, yabancı bir blogger'ın çok itibar gören bir yazısını kısaltarak ve biraz dönüştürerek veriyorum. Umarım işe yarar. 1) Sizin yazmakta olduğunuz şeyle aynı türde (janr) olmayan ve sevdiğiniz bir şeyi seyredin/okuyun. Böylece kendinizi o şeyle rekabet içinde de hissetmezsiniz. Bu gerçekten de çok ama çok sevdiğiniz bir şey olsun... O şeyin muhteşemliğini yaşayın sadece... Burada amaç, içinizdeki eleştirmeni kapatmak ve sevgiyi harekete geçirmektir. Şoför koltuğunda "içinizdeki eleştirmen" otururken hikaye yazamazsınız. 2) Çok uyuyun. Bu herkes için geçerli olmayabilir, ama uykunun güzel olduğu kesindir. 3) Bir dağa tırmanın, ya da tamamen fiziksel olan bir şey yapın. Bu da beyninizdeki eleştirmeni kapatır ve sizi bilgisayarın başına oturMAmaya zorlar. Böylece içinizdeki hikayeci serbest kalır ve hemen yazmak zorunda olmadığı bir sürü yaratıcı şey bulur. 4) Deponuz boşalmış. Onu yeni ve heyecan verici şeylerle doldurun. Çılgın sanat eserleriyle ilgilenin. Bir müzik dükkanında acayip enstrümanlar deneyin. Arabanızın kullanma kılavuzunu okuyun. Kütüphaneye ya da kitapçıya gidin ve hayatta almayacağınız, hatta yüzüne bile bakmayacağınız kitaplar alın. Aman Tanrım, sizin bu konuda benden çok daha fazla fikriniz vardır, gidip onları yapın. 5) Arkadaşlarınızı arayın! Onlarla dışarı çıkıp sohbet edin. 6) Trene binin. Sizin hareket etmenizi (yani, araba sürmenizi) gerektirmeyen bir yolla başka bir yerlere gidin. 7) Şu yöntem çok "kötü" ("evil") ama aynı zamanda harikadır: Yeni bir dosya açın ve yazmakta olduğunuz şeyi tekrar, son müsveddenize bakmadan yazın!... O hikaye üzerinde o kadar çok uğraşıyorsunuz ki, artık onu yazmaya hazırsınız. O şeyi yazma konusunda bir profesyonel olmuşsunuz, ama artık onu yazmanıza izin vermiyorsunuz, sadece sürekli olarak o ilk müsveddeyi düzeltiyorsunuz. Hikayeyi tekrar yazın. Karakterlerinizin konuşmasına izin verin. Aynı sohbeti yapmaktan bıkmış usanmışlar zaten. Eğer aynı sahneyi tekrar yaşama şansları olsaydı ne yaparlardı acaba? 8) Harika birşeyi inceleyin... Parçalayın, şemasını çıkartın, yapısını anlamak için onu tekrar tekrar izleyin/okuyun. Sonra o hikayeyi hafızadan tekrar yazın. 9) Sevdiğiniz şeylerin bir listesini yapın. Bu çok basittir ama gerçekten de çok işe yarar. 10) Başka bir şey yazın. Bu da çok işe yarar. Ne olursa olsun yazın. Örneğin, "yazabiliyor olsaydınız ne yazardınız"ı ve "bunun ne kadar harika olacağını, çünkü şunu, şunu, şunu ve şunu yapacağınızı" yazın... Bir yazar olduğunuz için, kısa bir süre sonra bu düğümü çözmüş olursunuz. 11) Kendinize, karşı nazik davranın. Tıpkı çok önemli ve zor bir şey yapmaya çalışan endişeli ve üzgün bir arkadaşınıza davranacağınız gibi. "Bugünkü Yazı Ödevini Yerine Getirmediği" için, "İşini Salladığı" için, ve "Yazdıkları Yeterince İyi Olmadığı" için kırbaçla dövülmesi gereken ve cehennemin dibindeki bir köşede yaşayan bir zebani dölü gibi değil. Geber cehennem dölü, geber! Acı içinde kıvranıp ölmelisiiiiinnn!!! Aaaarrrggggh! Hayır, hayır, hayıııır... nazik olun. Sevgili arkadaşınıza bir fincan çay (ya da bir içki) verin, yemekten hoşlandığı şeyler sunun ona, işlerin iyi ve kötü giden tarafları hakkında söyleyeceklerini dinleyin, sık sık ona kendisinin ne kadar HARİKA biri olduğunu hatırlatın, o da kendine gelecek, kendine şöyle bir çeki düzen verecek, ve bir kahraman gibi yazı işinin başına dönecektir. İşte tıkanma olayıyla böyle başa çıkılır. Kaynak: http://bootstrap-productions.blogspot.com/2006/11/youre-up-at-bat.html KEN LEVINE'in eki: 12) Duş alın. Fikirler, gevşediğinizde daha kolay bulunur, duş almak da zihninizi özgür bırakmanın harika bir yoludur. posted by gezgin @ 1:01 AM

1 comments 80

Pazartesi, Ekim 30, 2006 "BU DA GEÇER" DEMEYİN! İyi filmlerin bir özelliği de, başlamaları ile bitmelerinin bir olmasıdır. Yani filmin başına bir oturursunuz, bir bakmışsınız yazılar akmaya başlamış. Bu tür filmler yağ gibi kayar gider. Oysa o kadar çok olay görmüş, o kadar çok insan tanımış, bir o kadar da farklı mekana gitmişsinizdir ki film boyunca! Ama film size bunları son derece doğal, organik bir biçimde sunmuştur, öyle ki hiç yadırgamamışsınızdır. Bunu sağlamanın en birinci yolu, hikayenizin sağlam bir "neden-sonuç" ilişkisi içermesidir. Yani hikayenizde ortaya çıkan kişi ve olayların çok mantıklı nedenlerle orada olması, ve yaşanan sonuçların da kaçınılmaz (ama ilginç) olması gerekmektedir. Yaşanan sonuçlar açısından, eğer seyirci "Ama bu çok mantıksız, normal insan öyle değil de böyle yapar" diyorsa, hikayeniz inandırıcılık açısından bir zaafiyet içerisinde demektir. Ya da filminizde olan her olay son derece mantıklı ama ilginçlikten uzaksa (bazı yarım akıllılar bu konudaki beceriksizliklerine "sinemada gerçeklik" savunmasını getiriyorlar) o zaman da sıkıcı bir senaryo yazdınız demektir. Karakterlerin olaylar karşısındaki tepkileri, sinema salonunun kapısının dışındaki hayattan bayağı farklı olmalıdır. Eğer olmazsa, seyircileri o kapıdan içeri sokamazsınız. Dışarıda bedavası var çünkü! Ama sağlam bir neden-sonuç ilişkisi de tek başına, "yağ gibi kayan" hikayeler oluşturmaya yetmez. Filmin temel birimi olan sahneler arasında da nedensel, yumuşak, ve en önemlisi anlamlı geçişler olmalıdır. Bir sahne bitince, ekranda görünen en son şey ile, yeni sahnede ekranda görünen ilk şey arasında anlamsal bir bağlantı varsa, seyirci filmden çok daha büyük bir zevk alır. Ben bile "vay be, adamlar geçişler için bile kafa yormuş, helal olsun" diyorum böyle geçişler görünce ve daha da keyifleniyorum. Peki bunu nasıl yapıyorlar? Yani bu anlamsal bağlantıları nasıl buluyorlar? "Yaratıcılıkla" diyeceksiniz. Eh, kısmen doğru. Ama her yaratıcılığın temelinde, yaratıcılıkla hiç ilgisi olmayan (daha doğrusu, eski kuşakların yaratıcılıklarının yerleşmiş ve kanıksanmış hali olan) TEKNİK BİLGİNİN bulunduğunu unutmayın. Evet, sahneler arası geçişte de böyle bir teknik bilgi birikimi var. Aşağıda bu bilgilerin anlatıldığı bir liste veriyorum. Bu liste Robert McKee'nin "STORY" adlı kitabında anlatılan (s: 301) bir bölümden ("Principle of Transition") alınmıştır. GEÇİŞLER 1) Bir Karakter Özelliği Benzer: Şımarık bir çocuktan, çocuksu bir yetişkine geçiş. Zıt: Acayip görünümlü bir kahramandan şık görünümlü bir düşmana geçiş. 2) Bir Eylem Benzer: Ön sevişmeden, sevişme sonrasına geçiş. Zıt: Gevezelikten soğuk bir sessizliğe geçiş. 3) Bir Nesne Benzer: Bir seranın içinden ormana geçiş. Zıt: Kongo'dan Antartikaya geçiş. 4) Bir Sözcük Benzer: Bir sözcüğün ya da cümlenin bir sahneden diğerine tekrarlanması. Zıt: İltifattan lanetlemeye geçiş. 5) Bir Işık Özelliği Benzer: Gün doğumundaki gölgelerden, gün batımındaki gölgelere geçiş. Zıt: Maviden kırmızıya geçiş. 6) Bir Ses Benzer: Bir sahile vuran dalgalardan, uyuyan birinin nefes alıp verişine geçiş. Zıt: İnsanın derisini okşayan bir ipekten, dişlilerin gıcırtısına geçiş. 7) Bir Fikir Benzer: Bir çocuğun doğumundan, uvertüre (klasik müzik parçalarının giriş bölümü) geçiş. Zıt: Bir ressamın boş bir tuvalinden, ölmekte olan bir adama geçiş. *** 81

Bir de bu geçişlerin melezleri vardır. (McKee amcamız unutmuş, ben tamamlayayım): Bazen bir önceki sahnede sözlü olarak bahsedilen bir şeyin görüntüsü ya da sesi (ya da benzeri) bir sonraki sahnede görülür. Örneğin ilk sahnede bir karakter bir kişiden bahseder, ikinci sahnenin ilk görüntüsü o kişi olur. Ya da aynı karakter bir olaydan ya da halde bahseder, ikinci sahnenin ilk görüntüsü ise o olayı andıran bir şeydir. Buna Titanik filminden bir örnek verelim: Rose Titanik'e binerken şöyle bir söz söyler "Dışarıdan bakıldığında iyi bir kızın isteyebileceği herşeye sahiptim. İçimden ise çığlık atmak geçiyordu" Bir sonraki görüntü, geminin - insan çığlığını andıran bir ses çıkaran - düdüğüdür. Ama Cameron bununla yetinmez, bu düdükten geriye doğru çekilerek - zoom out - Jack'in (Leo Di Caprio) poker oynadığı kahvehaneye ulaşırız. Cameron bu geçişlerle bir taşla iki kuş vurur: Önce Rose'un çığlığını gemi düdüğü ile somutlaştırır, sonra da bu düdükten hikayenin diğer kahramanına organik bir geçiş yapar. *** Bundan sonra film izlerken, senaristin ve yönetmenin sahneler arası geçişi nasıl sağladığına dikkat edin. Ve siz de senaryolarınızda (abartıya kaçmamak şartıyla) bu tür geçişler bulmaya ve kullanmaya çalışın. (Geçen sene Oscar alan "Crash" filminde bu tür geçişlerin bolca kullanıldığını hatırlıyorum. Bir ara bu geçişlerle ilgili bir örnek liste de hazırlamak iyi olacak.). Kolay gelsin. posted by gezgin @ 4:09 PM

0 comments

Perşembe, Ekim 12, 2006 GÜLÜNECEK BİR ŞEY Mİ VAR? Komik nedir? Neye güleriz, neye gülmeyiz? Bunlar çok kritik sorular. Bunun cevabını bilenler ve uygulayanlar çok para kazanıyor, bildiğini sananlar ise iki seksen uzanıyor (Bu iki seksen lafının bir mezarın boyutları olduğunu yeni keşfetmiş durumdayım. Eskiden 280 cm zannediyordum. Meğersem 200cm x 80 cm'ymiş). Nelerin komik olduğuyla, daha doğrusu ne gibi durumlarının komik hikayelere yol açtığı ile ilgili aşağıda deneme nitelikli bir liste var. Daha ileride bu listeyi geliştirebiliriz: 1) YANLIŞ ANLAMALAR: Hikayede A kişisi X'ten bahsederken, B kişisi onun Y'den bahsettiğini zanneder. Bunun en yaygın kullanılan versiyonu, Y = Cinsellik olduğu durumdur. Yani A kişisi diyelim ki araba tamirinden bahsetmektedir, ama B kişisi onun bir cinsel ilişkiyi ya da cinsellikle ilgili birşeyi anlattığını düşünür. Bunun en komik örneklerinden birini "Coupling"de görmüştüm. Susan'ın anne ve babası akşam yemeği için ziyarete geldiğinde, konu "ıslık" çalmaya geliyordu bir şekilde. İşin kötü tarafı Steve, ıslık çalmayı "mastürbasyon" yerine kullanılan bir metafor zannediyordu. Tahmin edeceğiniz üzere bu yanlış anlama, çok komik diyalog ve sahnelere yol açıyordu (Yanlış hatırlamıyorsam "My Dinner In Hell" bölümünde). Yanlış anlamaların bir türü de, sıradan birini çok önemli biri zannetmek, çok ünlü birini de sıradan biriyle karıştırmaktır. Birincisine örnek olarak Charlie Chaplin'in "Büyük Diktatör"ü örnek verilebilir. İkincisine örnek de "Notting Hill" filminde var. Bu filmin bir sahnesinde, ünlü sinema yıldızı Anna Scott (J. Roberts) William'ın (H. Grant) evinde bir yemeğe katılıyordu. Oradaki insanlardan biri de (borsacı genç) Anna Scott'u tanımıyor ve ona sıradan bir oyuncu muamelesi yapıyordu. Yemeğin ilerleyen saatlerine kadar da dünyaca ünlü bu oyuncuyu tanımıyordu. 2) YALANI SÜRDÜRME: Hepimiz günlük hayatta yalan söyleriz. "Aa, saçın ne güzel olmuş!" "O kravat sana çok yakışmış." vb. Sosyal ilişkilerimizin sürtüşmesiz bir biçimde devam etmesi için bu tür beyaz yalanlar kaçınılmaz, hatta zorunludur. Bir de insanların, hatalarını ve zayıflıklarını örtmek için söyledikleri yalanlar vardır. Bu durumda daha yaratıcı olmak zorunda kalırız. Çünkü yalan ile kurtarılmak istenen durum, çok daha ciddidir. Büyük bir ihtimalle gururumuzu kurtarmak için söylenir bu yalanlar. Ama bu yalanları, beyaz yalanlardan ayıran bir başka özellik daha vardır. Bunlar zamana yayılırlar. Yani bu tür yalanları bir kere söyleyip sonra unutamazsınız. Gelecekte de bu yalana sadık kalmalı, onu gerçekmiş gibi gösterecek yeni açıklamalar yapmalısınız. 82

İşte komik olan, söylenen bir yalanın ortaya çıkmasını engellemek için üretilen yeni yalanlardır. Genelde zaman geçtikçe ve yalanlar üst üste biriktikçe, açık verme ve yakalanma ihtimali de artar. Bu, yalan söyleyen kişiyi paniğe sokar ve daha fazla ve daha az gerçekçi yalan söylemeye iter. En büyük komedi kaynaklarından biri budur. "En Son Babalar Duyar" neredeyse tamamen bu öncüle dayanır: Kadir'in yalanları ve bunları korumak için ürettiği yeni yalanlar. Örneğin kadir Zühtü beyin yanında işe girerken İngilizce ve bilgisayar bildiğini söyler ama aslında bilmemektedir. Senaristler, onun bu yalanlarını sınamak için hep, İngilizce ya da bilgisayar kullanmasının zorunlu olduğu durumlar yaratır. Örneğin Amerika'dan bir müşteri arar ve Zühtü Bey onunla Kadir'in konuşmasını ister. Ama ortamda başka İngilizce bilen olmadığı için Kadir adama "The number you have dialed cannot be reached at the moment" der sürekli. Etrafındakiler ise durumu anlamaz. Ya da Kadir'in ailesi, yalıya taşınabilmek için kendilerinin köklü bir İstanbul ailesi oldukları yalanını söyler. Zühtü bey de bunu kanıtlamaları için Kadir'in babasından ud çalmasını ister. Çözüm olarak babaya playback yapılır! Bir başka örnek: Kadir, yeni işine girebilmek için bekar olduğunu söylemiştir. Ama kaldığı eve girebilmek için de Zühtü bey'e, Hülya'nın kocasının ikiz kardeşi olduğu yalanını söyler. Hülya'nın bu noktadaki isyanı çok manidardır: "Artık hangi yalanın neresindeyiz hatırlamıyorum Kadir!" "Coupling"'de bu durum genelde Jeff'in başına gelir. Örneğin işe gelirken bindiği trende tanıştığı güzel bir kadına bir bacağının takma olduğunu söyler her nedense! Sonra bu kadınla ilişkisi gelişir ve birlikte olma aşamasına gelinir. Ama Jeff pantolonunu çıkaramamaktadır zira çıkarırsa bacağının takma olmadığı ortaya çıkacaktır. ("The Man With Two Legs") Benzer durumların Seinfeld'de en çok kimin başına geldiğini tahmin edin bakalım: GEORGE COSTANZA! Zaten Costanza'nın en belirgin özelliği kronik bir yalancı olmasıdır. Ve bu özelliği hemen her bölümde komik durumlara yol açar. Bunların en komiklerinden biri, kendisini bir mimar olarak tanıttığı bölümdür. Bir başka bölümde de kendisinin Vandaley Şirketi'nde çalıştığını söyler. Oysa böyle bir şirket bile yoktur. Ama durumu kurtarmak için arkadaşlarını da bu yalana katılmaya zorlar. (Bu da ilginç bir yöntemdir. Arkadaş hatrına bir yalana katılan insanlar, ilginç dramatik olaylara neden olurlar. Ama bir yerde açık vererek yalanın ortaya çıkmasına de onlar yol açar.) Bu yöntemin çok sık kullanılan bir alt dalı, aynı anda iki kişiyi (genelde iki sevgiliyi) idare etmeye çalışmaktır. Bu durum istisnasız çok komik sonuçlar doğurur. Çünkü idare edilen iki kişi genelde aynı anda aynı yere gelme eğilimindedir ve idare eden kişi buna engel olmak için akla karayı seçer. 3) ZIT KONUMA GEÇME: Üst sınıftan ya da üstün nitelikleri olan birini sıradan koşullara koymak ("İnanılmaz Aile"de süper kahramanlar sıradan insanlar gibi yaşamaya zorlanıyordu) ya da sıradan nitelikleri olan birini üstün koşullar içine koymak ("Gerçek Yalanlar"da sıradan bir memur olan Jamie Lee Curtis'in teröristlerle mücadeleye karışıyor, "GORA"da sıradan bir halı satıcısı olan Arif'in uzaylılar tarafından kaçırılıyor ve Komutan Logar ile mücadele ediyordu) da garantili bir gülmece kaynağıdır. Hızla zengin olan ya da hızla fakirleşen insanlar da buna örnek verilebilir (Birincisi, komedi açısından daha makbuldur ve toplumda bile bu insanları anlatmak için özel bir terim üretilmiştir: sonradan görme). Sıradan bir hayat kadınını, çok zengin bir işadamının yanına koyarsanız, bir çok komik sahne elde edeceğiniz kesindir ("Özel Bir Kadın" / "Pretty Woman"). "Avrupa Yakası"ndaki Burhan, alt ekonomik sınıftan gelmiş biridir ve bu sınıfın davranış özelliklerini aynen koruyarak üst ekonomik sınıfta varlığını sürdürmeye çalışmakta ve herkesi hem güldürmekte hem de sinir etmektedir. İşin ilginç yanı, görev icabı çevresindeki insanlardan daha üst konumda olmasıdır, böylece çevresinde ona gülen insanlar ona bir şey yapamaz. 4) DAVRANIŞ AŞIRILIKLARI: Her türlü davranış aşırılığı komiktir. Aşırı korkaklar, aşırı cimriler, aşırı gururlular, aşırı özgüvenliler, aşırı maddiyatçılar, aşırı maneviyatçılar, aşırı untukanlar, aşırı oburlar... Tabii ki senarist, gülmeceyi yaratmak için bu insanların aşırılıklarını test edecek, yani onları aşırı davranışlarının tam aksi biçimde davranmaya itecek durumlar yaratmalıdır. Aşırı korkakları cesur olmak zorunda kalacakları durumlara sokmalı, aşırı cimrilere paralarını savurtmalı, aşırı gururluları da gururlarını ayaklar altına alıp eylemde bulunmaya itmelidir. Ama bunu, gerçekçi bir biçimde yapmalıdır. Bir insan nasıl korkusunun üzerine gitmeye karar verir? Ya daha büyük bir korku kaynağı ile karşılaşmıştır, ya da ancak korkusunun üzerine gittiğinde elde edebileceği bir ödül (para, sevgi, ün, vb.) vardır. Örneğin "Benden Bu Kadar" ("As Good As It Gets") filminde Jack Nicholson obsesif bir yazar iken, sevdiği kadınla ilişkisini sürdürebilmek için obsesyonları ile mücadele ediyor ve bu mücadele filmin temel komedi kaynağı haline geliyordu.

83

TV dizilerinde ise, karakterlerin ille de bu özelliklerinin üstesinden gelmeleri gerekmez. Hatta onları bu özellikleri ile severiz. "Ekmek Teknesi" böyle davranış aşırılıklarına sahip insanlarla doluydu. O mahalledeki hemen herkes az ya da çok çıldırmış gibi davranıyordu. Bir tek fırıncı Nusrettin ve karısı Ayhan hariç. "Coupling"de Sally'nin yaşlanma korkusu da bir davranış aşırılığı özelliğidir. Bu davranışı özellikle bir cenaze töreninde çok komik durumlara yol açıyordu. "Çocuklar Duymasın"da Haluk, modern bir çağda modern olmayan bir davranış biçimini (i.e. "Taş Fırın Erkekliğini") devam ettirmeye çalıştığı için abartılı kalıyordu. Dizinin en komik bölümleri, Haluk'un anakronistik (bu tür afili kelimeleri öğrenmenizde fayda mülahaza ediyorum, "zamana uymayan" demek) davranış kalıbının modernlik tarafından tehdit edildiği bölümlerdir. Filmlerde de bazı aşırı davranışlı insanlar değişmez. Bunlar genelde başrolde değil de, yan rollerde bulunan insanlardır. Örneğin Wayans kardeşlerin "White Chicks" ("İki Fıstık") filmindeki sosyetik sarışınlar, film boyunca aptal, kendini beğenmiş, bencil insanlardır. Ve filmin sonuna kadar böyle kalırlar. İşin komikliği, onların yerini alan iki zenci polisin onlar gibi davranmak zorunda kalmasından kaynaklanıyordu. 5) DELİLER VE APTALLAR: Dördüncü maddenin bir alt dalı olarak, delilerin ve aşırı aptalların da çok komik olduğu söylenebilir. Bu tipler, çok içten gelen bir tavırla, çevrelerindeki sosyal düzeni bozacak davranışta bulunur ya da sözler söylerler (Örn. "Hababam Sınıfı"nda İnek Şaban). Yanlış anlamalardan, gerçek dışı çatışmalara kadar bir sürü şey olur. Senaristin istediği de budur zaten. Eğer senaryonuzun biraz fazla kuru olduğunu düşünüyorsanız, içine biraz deli, aptal ama sevimli birini (örn. "Vizontele"de Deli Emin, "Coupling"de Jane - özellikle "Jane and the Truth Snake" bölümü - ve Jeff - her bölüm - , "Seinfeld"de Kramer, "Notting Hill" de Spike) yerleştirin, yeter. 6) KILIK ve ROL DEĞİŞTİRME: Bir kadının erkek gibi davranması (TRT'deki "Ters Köşe" Dizisi, bir ara yayınlanan ve Şevval Sam'ın başrolünü oynadığı "Müjgan Bey", "Shakespeare In Love" filminin başlarında Gwyneth Paltrow'un erkek kılığına girip tiyatroda oyunculuk yapması), bir erkeğin kadın gibi davranması ("Tootsie", "White Chicks", "Bazıları Sıcak Sever" / "Some Like It Hot", "Mrs. Doubtfire"), bir yoksulun zengin gibi davranması, bir zenginin yoksul gibi davranması ("Yalancı Yarim"de aslında bir bankacı olan Tarık'ın şoförlük yapması) bir cahilin bilgili gibi davranması (Ekmek Teknesi'nde Ayhan'ın kardeşi), bir alimin cahil gibi davranması, evli birinin bekar gibi davranması ("Kadın İsterse" Dizisinde Cihan Ünal'ın çapkın arkadaşı Cavit), bekar insanların zorunluluktan evli gibi davranması ("Greencard" Depardieu ve McDowell), bir sahtekarın dindar biri gibi davranması ("Yırtık Rahibe" W. Goldberg), bir rokçunun ("School of Rock") ya da bir polisin ("Kindergarten Cop"/"Anaokulu Polisi") öğretmen gibi davranması, sıradan bir insana Tanrı'nın güçlerinin verilmesi ("Bruce Almighty"/"Aman Tanrım") vb. her zaman çok komik sonuçlar verir. Burada dikkat edilmesi gereken şey, bu insanların yeni rolleri ya da kılıkları içerisinde yakalanmalarının bir tehlike yaratması ve buna rağmen bir çok hata yapmalarıdır. Eğer o rolü mükemmel bir biçimde yerine getirirlerse, ortada gülünecek hiçbir şey olmaz. Süper kahramanların çoğunun gizli bir kimliği vardır: Örümcek Adam, Superman, Batman... Bu kimliğin ortaya çıkma olasılığı, hem komik hem de gerilimli sahnelere sebep olur. 7) ACİL İSTEKLERİN ENGELLENMESİ ve BU ENGELLERİN YARATICI BİR BİÇİMDE KALDIRILMASI: Hepimiz günlük hayatta zaman zaman bazı işleri acilen halletmek zorunda kalırız. Ama biz bu işlere yüklendikçe sanki hayat da bize engel olmak için aynı derecede yüklenir (Newton'un etkitepki yasası). Biz o işin ne kadar acil olduğunu tekrar tekrar vurgulasak da karşımıza sanki daha saçma engeller çıkar. Bu gibi durumların yaşanması zor, seyredilmesi keyiflidir. Eğer kahraman, bu saçma engelleri aşmak için yaratıcı yöntemler kullanırsa, komedi daha güçlü olur (aklıma hemen "Rainman"den bir sahne geliyor. Tom Cruise, otistik kardeşi Dustin Hoffman'ın 8 köfte istediğini fark eder. Bulundukları yer ve saatte bunu gerçekleştirmek zordur. Bunun üzerine Tom eline çatalı alır ve 4 köfteyi bir hamlede ikiye böler. Sorun hallolmuştur.) . Bu yöntem genelde komedi filmlerinin 3. perdesindeki doruk noktasında kullanılır. (Örn. "Notting Hill"in finalinde William'ın - Hugh Grant - , sevgilisi Anna - J. Roberts - Londra'dan ayrılmadan önce onu son bir kez görmek için yaptıkları.) 8) ÇELİŞİK DAVRANIŞLAR: Kendisinin çok cesur olduğunu söyleyen bir insanın bir saniye sonra bir fareden korkup masanın üzerine fırlaması, ya da iki üç askeri kovalayan Han Solo'nun iki saniye sonra on beş asker tarafından geri kovalanması, dürüst olduğunu söyleyen birinin hemen bir sonraki sahnede yalan söylerken görülmesi (özellikle bu davranışı "Scrubs"ta J.D.de çok görürüz)... Bu maddenin 4. maddeden farkı, arada geçen zamanın çok kısa olmasıdır. Güldürme gücünü de bu kısa süreden alır. 9) HAREKET KOMİĞİ: Düşen insanlara hemen herkes güler (ben istisnalardan biriyim). Sosyal düzeni hareketleriyle bozan insanlar, eğer davranışlarının sonuçları trajik değilse, her zaman gülümsemeyle karşılanırlar. Çok ciddi ve sessiz bir ortamda, yüksek sesle hapşıran kişi (HAAAPPPŞUUUEEAAA!), istisnasız kahkahalara yol açar. Kapıdan çıkıyorum diye cama girenler, otobüsten inerken başını donk diye 84

çarpanlar... Hareket komiğinin babası Charlie Chaplin'dir. Onu Buster Keaton izler. (TRT'nin tek kanal olduğu dönemi yaşamayan gençler Buster Keaton'ın gelmiş geçmiş en iyi komiklerden biri olduğunu nereden bilecek? Bilemeyecek!). Günümüzde Jim Carrey oldukça fazla hareket komiği yapmaktadır ("Yalancı Yalancı" / "Liar, Liar" filminin tuvalet sahnesinde kendini dövüşü, klasikleşmiş bir hareket komiği sahnesidir). Mr Bean (Rowan Atkinson) de öyle. "Avrupa Yakası"ndan Burhan, 3. Komiklik yönteminin yanı sıra, bu yöntemi de kullanmaktadır. Adamın tek başına beden dili (ve konuşması) bile komiktir. Benzer bir hareket komiği, "Seinfeld"deki Kramer'dan gelir. Adamın Jerry'nin dairesine girişi her defasında izleyiciyi güldürür. 10) ZORUNLU ORTAKLIKLAR: Bir işi başarmak için birbirini kollamak zorunda olan düşmanlar ya da zıt karakterli insanlar da komiktir. Örneğin "48 Saat"teki Eddie Murphy ile Nick Nolte böyle bir ikilidir. 90'larda "Cehennem Silahı" ("Lethal Weapon") da böyle başlamıştı - serseri polis ve aile babası polis yan yana. Bu hikayenin 2000'lerdeki versiyonu olan "Rush Hour"da Chris Tucker ile Jackie Chan, bu sayede milleti gülmekten kırmaktadır. "Ben Robot"ta ("I Robot") Del Spooner (Will Smith) ile robot psikoloğu da başlangıçta birbirine gıcık oluyorlardı. (O filmin en hoş repliklerinden ikisi şudur: Adam (kadına): "Hayatta tanıdığım en akıllı aptal kişi sensin" Kadın (adama): "Sen de benim hayatta tanıdığım en aptal aptal kişisin."). TV'den örnek verirsek, "İmkansız Aşk" dizisinin sanırım ikini bölümünde Ebru Gündeş ve sevgilisinin elleri birbirine tutkal ile yapışıyordu. Ve uzun bir süreyi birlikte geçirmek zorunda kalıyorlardı. Bu kuralın en ilginç uygulamalarından biri "Stuck On You" ("Takıldım Sana") filminde görülür. Burada, zıt karakterli yapışık kardeşler vardır. (Bu filmle ilgili eleştirim, Sanarist'in ilk yazısını teşkil eder. Hey gidi günler...). Aynı mekana tıkılan zıt karakterler de bu kategoriye girer. Aklıma bizden gelen ilk örnek "İki Aile". 11) UTANDIRICI DURUMLAR: Birisi komedi hakkında şöyle demişti: "Komedi, kaynananızın başına geldiğinde güldüğünüz şeydir." Bir başka söz de şuydu: "Mizah acıtır." Başkasının (hikaye kahramanlarının) başına gelen utandırıcı olaylar, bu iki tanımı da kapsayan, son derece güçlü komedi kaynaklarıdır. Perdede ya da ekranda birini utanç verici bir durumda gördüğümüz zaman bilinçaltı düzeyde hemen o kişiyle özdeşleşiriz ve çok sanki o durumdaki kişi bizmişiz gibi yoğun duygular yaşamaya başlarız. Ama bir yandan da o kişi olmadığımız için rahatlarız ve duruma gülmeye başlarız. Kahramanın o utanç verici durumdan kurtulmak için çaresizce kalkıştığı işler, daha fazla gülmemize neden olur. Bunun bir örneği, "Coupling" dizisinin bir bölümünde ("My Best Friend's Bottom") görüyoruz. Burada Steve, arkadaşı Sally'yi istemeden çıplak olarak görüyor. Bunu takip eden olayları (Jeff'in yorumlarını örneğin) tahmin edebilirsiniz. Utanmanın çok komik bir duruma yol açtığı bir sekansı "Ah Mary, Vah Mary"de ("There's Something About Mary") filminde görüyoruz. Ben Stiller'in canlandırdığı kahraman tuvalette bir "fermuar kazası" yaşıyordu. Eğer bu kaza sadece aile içinde ve tıbbi personel arasında kalsaydı hiç sorun (ve komik) olmazdı, ama olayı neredeyse bütün mahalle ve hatta itfaiyeciler bile öğreniyordu. Sahnenin çok komik olduğunu tahmin edebilirsiniz. ("Fermuar kazası"ndan neyi kastettiğimi anlamıyorsanız bir zahmet filmi bulunuz) Tek başına yapıldığında son derece normal olan davranışlar, tamamen yabancı birinin yanında aniden çok komik bir hale bürünebilir. Alakasız bir seyirci, sahneye aniden çok farklı bir boyut katar. Üstelik bu yabancı konuya tamamen yabancı da olacağı için, utanmanın yanına 1. yöntemde anlatılan yanlış anlaşılma durumu da ortaya çıkar. 12) SAÇMALIKLAR: Şimdiye kadar anlattığımız maddelerin hepsi, gerçek hayattaki koşulların zorlanması ile oluyordu. Durumlar ya da davranışlar komik olsa da olasıydılar. Bir de insanları güldürmek için tamamen saçma davranış ya da sözlerin kullanıldığını görüyoruz. Bu tür komiklikler genelde parodi niteliğindeki filmlerde görülür: "Arabesk", "Kahpe Bizans", "GORA", "Top Secret", "Uçak", "Hot Shots", "Scary Movie", vb. Sözlü mizahta da bu duruma çok rastlıyoruz. Cem Yılmaz'ın esprilerinin bir bölümü bu yönteme dayanır mesela. Aslında bütün mizahçılar yer yer saçmaya başvurur. Bunda da bir zarar yoktur. Tadında olduğu sürece tabii. Bütün bir dramatik eseri saçmaya dayandırmak ise yanlıştır. Zira, gülmeye en hasret izleyici bile, esprilerin belirli bir hikaye eksenine oturtulmasını bekler. (Ülkemizde özel televizyonlar ilk çıktığında çekilen dizilerden bazıları bu hataya düşmüştür. Bunları tekrar izlemek mümkün değildir zira sağlam bir dramatik yapıları yoktur. Yakın zamanda bu absürdlük hatasına düşen dizi hangisiydi bilin bakalım: Kadir Çöpdemirli "Deli Duran"). 13) CİNSELLİKLE İLGİLİ / TABU KONULAR: Cinsellik, yeryüzündeki "medeni" toplumların hemen hepsinde "tabu" bir konudur. (Medeni olmayan "ilkel" kavimler ise bu konuda gününü gün etmekle meşguldür ;). Bu nedenle, cinsellikle ilgili konular, topluluklar içerisinde açık bir biçimde konuşulmaz. Hayatın bu kadar önemli bir alanının tabu olmasının komikliğini bir yana bırakırsak, topluluk içerisinde cinsellikle ilgili konuların konuşulması ya da ima edilmesi, genelde kahkahaya yol açar. Söylenen şey 85

komik olmasa bile! Bu nedenle, akıllı bir senarist, cinselliğin bu tabu olma özelliğini kullanarak, ima yoluyla, insanları güldüren sahneler yazabilir... De, bunları yayınlatabilir mi? Pek değil. Türk "anadamar" televizyonculuğu cinsellik konusunda tamamen sterildir denebilir. TV'lere bakılırsa, Türklerin hayatında cinsellik diye bir şey neredeyse yok gibidir. (Eğer bir gün dünya üzerinde insan soyu yok olsa, ve geriye sadece Türk TV dizileri kalsa, ve bu diziler uzaylıların eline geçse, insanların nasıl olup da ürediği konusu, kafalarını yüzyıllar boyunca meşgul eden bir konu olarak kalacaktır!). Bu nedenle cinsel konuların işlenmesi sadece sinema filmlerine bırakılmalıdır kanaatimce. TV'de en fazla bir iki uzak imaya yer vardır - henüz. İleride ne olur bilmem. Ama yerli bir "Coupling" için en az 10-15 sene var diyorum ben - o da şifreli kanallarda. Diğer tabu konular da, cinsellik kadar olmasa da, seyirciden kahkaha almayı başarır. "Bizde cinsellikten başka tabu olan şeyler nedir?" diye sorarsanız, ben de size "ayıp" kelimesinin size çağrıştırdığı durumlardır derim. Araştırın, bulun! Eski yazılardan birinde, ekranda ya da perdede küfredilmesinin seyirciyi neden güldürdüğünü anlamadığımı söylemiştim. (Retorik bir anlamamaydı o tabii ki.) Bu gülmenin nedeni, normal toplumsal ortamlarda küfrün tabu sayılmasıdır. Ve bu tür ortamlarda edilen küfür, seyircide otomatikman tabunun ihlaline dayalı gülme refleksini ortaya çıkartır. Gülme eylemini gerçekleştirmek açısından işe yarar, ama gülmenin diğer boyutlarından biri olan zeka'dan yoksundur ve uzun süre etkili olmaz. Burada dikkat edilmesi gereken şey, "bayağılaşma tehlikesi"dir. Sürekli olarak tabuları işleyerek yapılan komedi, bir süre sonra seyircide bıkkınlık yaratır. 14) GİZLİ (YAKALANMA KORKUSUYLA) YAPILAN İŞLER: Aslında bu madde, "Yalanı Sürdürme" maddesinin bir versiyonudur denilebilir. Zira burada da bir durum (orada olma durumu) gizlenmeye çalışılmakta, orada olan kişiye davranış yoluyla yalan söylenmektedir. Yine de ayrı bir madde olarak ele alınacak kadar kendine özgü özellikleri vardır. Bir kişi kendisini, ya da bir başkasını, o mekandaki diğer insanlardan gizlemeye çalışırken genelde çok komik durumlar ortaya çıkar. Saklanan ya da saklayan kişiyle hemen özdeşleşen seyirci, yakalanma olasılığı ortaya çıkınca heyecanlanır, ve saklanan kişinin yakalanmamak için çarnaçar başvurduğu yöntemlere güler. Böyle bir durumda o mekandaki kişi, hiçbirşeyden habersiz de olabilir, o mekanda birinin saklandığını biliyor da olabilir. Her iki durum da kendine özgü komiklikler yaratır. Haberli olan kişinin bir kaç defa kıl payı saklanan kişiyi kaçırması makbuldür. Habersiz kişi de ise durum biraz daha ilginçtir: bu kişi, günlük hayatının eylemlerini yaparken "her nedense" saklanan kişinin bulunduğu yerlere gitme eğilimindedir. Saklanan kişi de buna uygun olarak harekete geçer ve kendine yeni saklanacak yerler bulur. Daha ilginç bir olasılık, saklanan kişinin, o mekanda önemli bir iş yapmak zorunda olmasıdır. Yani kahramanımız, hem yakalanmamak, hem de önemli bir görev yerine getirmek durumundadır. Eğer bu işin ne olduğu ve önemi, daha önce yeterince iyi anlatılmışsa, sahnenin komedi potansiyeli çok daha fazla olur. Kural: Mekandaki kişinin saklanan kişiyi bulması durumunda ortaya çıkacak olan hadise ne kadar büyükse, bu saklanma hadisesi o kadar komik olur! Mekandaki kişi ile saklanan kişi arasında hiçbir husumet yoksa, komiklik son derece azalır. Bu nedenle "sevgilisini kocasından saklayan kadın", "erkek arkadaşını abisinden saklayan genç kız" "polisten / dükkan sahibinden saklanan hırsız" gibi durumlar daha fazla komedi potansiyeli içerir. Saklanan kişi paçayı kurtarabilir de, yakalanabilir de. Hangisini kullanacağınız, hikayenizin gidişine bağlı tabii. Ama bir iki dakika süren gerilimli bir arama sürecinin sonunda saklanan kişi yakalanırsa, sahnenin dramatik değeri yükselir. Özellikle de saklanan kişinin o an verdiği tepki, o sahnedeki en komik an olma potansiyelini taşır. *** Şimdilik aklıma gelenler bu kadar. Ama bu listenin daha da gelişeceğini tahmin ediyorum. Benim aklıma gelmeyen şeyler olursa yazın, gerekirse yeni kategoriler oluşturalım. Şimdi bazılarınız "İşte en sonunda komikliğin sırrını öğrendik, hemen bir sitcom yazalım ve köşeyi dönelim" diye düşünüyor olabilir. O kadar acele etmeyin. Zira yukarıdaki yöntemler, hikaye anlatma becerileriyle birlikte kullanılmadıkları takdirde çok az işe yararlar. Bir başka deyişle bu yöntemler, ancak ve ancak sağlam bir hikayenin üzerinde kullanıldığında etkilidir. Aksi takdirde hızla yayından kaldırılan bir diziniz, ya da kimsenin gülmediği bir komedi filminiz olur.

86

Kimin lafıydı hatırlamıyorum: "Hikaye, odanın ortasında, komedi ise odanın kenarlarında olan şeydir. Eğer bu sözü anlamıyorsanız, yazarlık işine hiç girmeyin." Yani önce hikaye anlatmayı öğrenin. Güldürmeyi bunun üzerine ekleyebilirsiniz. Bu yazıda ele aldıklarım, genel olarak hikaye bazlı komikliği ele alıyor. Başka bir yazıda, sahne içinde ve diyaloglardaki komikliği ele alacağım. *** Güzel bir yazı oldu galiba... Tam arşivlik... Ben bile beğendim... posted by gezgin @ 2:08 AM

7 comments

Salı, Eylül 26, 2006 Wait Till Xmas! Faster!... Furiouser!... Cleverer!... Funner!... Wait!... And you shall see!... posted by gezgin @ 6:57 PM

3 comments

Cumartesi, Mayıs 20, 2006 SON BİR KAÇ SÖZ SANARİST / SENARYORUM.TK yazılarına son vermeye karar verdim. Bu sitede bazı şeyleri başardığımı umuyorum. 1) Türk filmlerinin çoğunun neden kötü olduğunu "nedenlerini göstererek" anlatmayı, 2) İyi filmleri iyi yapan şeyin senaryo olduğunu ve bu senaryoların da rastlantı eseri iyi olmadığını göstermeyi, 3) Michael Hauge, Syd Field, Robert McKee ve John Truby'nin ("Mahşerin Dört Atlısı") ne dediğini bilmeden iyi bir senaryo yazmanın çok zor olduğunu anlatabilmeyi, 4) Senaryo yazarken formüller kullanmanın yanlış olmadığını gösterebilmeyi, 5) Geleceğin sinemasının "hikaye anlatmasını bilen", filmlerini ucuza mal eden, iyi bir dijital kamerası (yakında çok ucuzlayacaklar), hızlı bir bilgisayarı, ve cesur bir yüreği olan gerilla tipi sinemacıların ellerinde olduğunu göstermeyi başardığımı düşünüyorum. Ha, bir de, "herşeyin parayla olmadığını"... *** "Neden yazmayı bırakıyorsun?" diye soracaksınız. Aslında kesin bir cevabım yok. Herhalde yapmak istediğimi yaptım. Hatırlarsanız siteyi hazırlamaya "sinir olduğum" için başladığımı belirtmiştim. Sinirim geçmiş olabilir. Senaryo yazımı hakkında yeterince bilgi verdiğime kâni olmuş olabilirim. Belki ileride, başka bir sitede, başka bir isimle tekrar - ve yine ücretsiz! - karşınıza çıkarım. Ama yakın bir zamanda değil. Bunu derken de bir iki seneyi kastediyorum. 87

*** Bu siteyi izleyenlerden tek isteğim, buradaki bilgileri kullanmanın ve paylaşmanın "ücretsiz" olduğunu unutmamaları. Ve kimsenin, bu bilgileri satmaya kalkışmaması... *** Kendinize iyi bakın. Ancak böyle kim olduğunuzu anlayabilir ve içinizden gelen, orijinal senaryolar yazabilirsiniz! g.g. posted by gezgin @ 11:14 PM Çarşamba, Mayıs 17, 2006 DANIŞTAY'A SALDIRI Önümüzdeki bir kaç gün, Danıştay'a yapılan bu saldırı ile ilgili yazılar okuyacak, beyanlar dinleyeceksiniz. Muhalefet iktidarı suçlayacak, iktidar kerhen lanetleyecek, birileri "şeriat geliyor" paranoyasını sonuna kadar kaşıyacak, vesaire. Bir haftalık gündemimiz belli oldu yani. *** Benim burada değinmek istediğim ise olayın bambaşka bir yönü. Aralarında Danıştay'ın da bulunduğu, Cumhuriyet'in temel kurumlarının işlevi ve bunların halk tarafından algılanışı. Bildiğiniz üzere, bir ülkede (ki bunlara Türkiye de dahildir), iktidara oy çokluğu ile gelmeniz size bazı yetkiler verir, ama bu yetkiler sınırsız değildir. Ülkenin kurucuları, bu yetkileri sınırlandıracak önlemler almıştır. Hükümetlerin yetkileri, başka - ve politikaya pek bulaşmayan - kurumlar vasıtasıyla sınırlanır. Bu durum sadece bize özgü değildir. Dünyanın ileri sayılabilecek bütün ülkelerinde söz konusudur. Bizde ise mevcut iktidar, hükümet olduğundan beri, hemen her ülkede bulunan bu sınırlayıcı kurumlardan şikayet ediyor. Bu kurumların başında da Danıştay geliyor. Eminim, Danıştay, Anayasa Mahkemesi, hatta Cumhurbaşkanlığı kurumları olmasaydı, çok daha mutlu olurlardı. Ama ne yazı ki varlar. İyi ama, neden varlar? Bu kurumların amacı, "demokrasi" (yani yöneticilerin halk tarafında seçilmesi) sayesinde iktidara geleceklerin, ülkenin varlığını sağlayan unsurlara zarar vermesini engellemektir. Ülkenin varlığını sağlayan kuralları ve ilkeleri, bir binanın duvarlarına, bu ilkeleri koruyanları da bu binanın görevlilerine benzetebiliriz. Binada yaşayanlar, - herhangi bir sebepten dolayı - binanın duvarlarına vb. zarara vermeye kalktıklarında, binanın görevlileri, bina sakinlerini uyarıyor ya da engelliyor. Günümüzde Türkiye'de olan durum ise, binada yaşayanların, "biz çoğunluğuz" diyerek binada kafalarına estiği gibi değişiklik yapmaya kalkmaları, ve bunu da kendilerine hak görmeleri. Oysa yapmaya çalıştıkları değişikliklerin, binanın planına uygun olmadığını görmüyorlar, ya da görmek istiyorlar. Ya da söylemedikleri bir niyet var: binayı yıkıp yeniden inşa etmek. ("Demokrasi bizim için bir amaç değil araçtır" diye bir cümle hatırlıyor musunuz?) Bugün olan olay (Danıştay'a saldırı) ise, binayı koruyanlara yapılan bir saldırı olması açısından çok önemli. Bu anlamda, Van Savcısı'nın Kara Kuvvetleri Komutanı Org. Yaşar Büyükanıt hakkında da suç duyurusunda bulunması da aynı kategoride değerlendirilmesi gereken bir olay. "Birileri", bu binanın planından da memnun değil, binayı koruyanlardan da. *** İşin en ilginç yanı, binadan ya da koruyuculardan memnun olmayanların hissettikleri "zulmün" "haksızlığın" "ezilmişliğin" sanal olması. Yani bu ülkede çok büyük bir çoğunluk dini olaraz zulme uğradığını düşünmüyor. Herkes kendi evinde, mahallesinde istediği gibi giyinip ibadet edebiliyor. Yöneticiler ve yargı bu konuda çok müsamahalı. Eğer yürürlükteki devrim yasaları uygulansa, ortada tek bir çarşaflı ya da sarıklı adam göremezsiniz. Ama yöneticilerin sağduyusu ile bunlara karışılmıyor ve hayat nispeten çatışmasız bir biçimde akıp gidiyor.

88

Lakin oy oranını, "türban meselesi"ni kaşımaya endekslemiş olan hükümet, ne yazık ki yangına benzin döktüğünün farkında değil. Daha kötü bir olasılık ise farkında olması ama sonuçlarını umursamaması. En kötüsü ise bu sonuçları bizzat istemesi. *** Danıştay ve benzeri kurumlar, kendi halkına düşman kurumlar değildir. Aksine onların iyiliği, refahı, mutluluğu için çalışırlar. Arada bir gücü eline geçiren yarım akıllı iktidarların bunu fark edip etmemesi, onların amacını değiştirmez. *** Yönetim biçimleri arasında, en ehven-i şer (yani kötünün iyisi) demokrasidir. En ideali değildir. Zira herhangi bir sebeple çok da akıllı ve sağduyulu olmayan insanlar iktidara gelirse, ortalık aniden cehenneme dönebilir. Demokrasi, çoğunluğun diktası da değildir. İşte bu nedenle, çoğunluğu eline geçirecek yarım akıllıların akılsızca eylemlerine karşı eminyet sübabı olarak bazı başka kurumlar da vardır. Bu kurumlara sahip çıkmak, farkında olsanız da olmasanız da, önce biyolojik varlığımız, sonra da huzurumuz için vazgeçilemez bir görevdir. posted by gezgin @ 1:02 PM AKSİYON FİLMLERİNDEN ÖRNEKLER Şimdi, aşağıda anlatılan bilgiler ışığında bazı aksiyon filmlerini şöyle bir değerlendirelim ve neyin nerede nasıl kullanıldığına bir bakalım. KAÇAK (The Fugitive) Eski bir TV dizisinin sinema için yeniden yapımı (1993). Yaşı 30 ve üzeri olan herkes "Doktor Kimble"ı hatırlar. Film de, dizi de aynı önerme üzerine kurulmuş: Haksız yere cinayetle suçlanan Dr. Richard Kimble, masum olduğunu kanıtlamak ve karısının katilini bulmak için uğraşır. Filmin konusu aslında o kadar parlak gibi durmuyor. Yani, bir adamın masumiyetini kanıtlamak istemesinde sıradışı bir şey yok gibi görünüyor. Ama hikayeyi sıradışı yapan, filmin kahramanı, Dr. Kimble. Kendisi son derece iyi bir doktor, toplum tarafından da sevilip sayılan biri. Bu adam bir gün aniden karısını öldürüyor (!) ve hapse mahkum oluyor. Adam masum olduğunu iddia etmesine karşın bütün deliller onun aleyhine, o da paşa paşa cezasını çekmeyi kabul ediyor. Ama bir gün, başka bir cezaevine nakledilirken, nakil aracındaki diğer tutuklular kaçma girişiminde bulunuyorlar. Bu girişim nedeniyle araç tren yolunun ortasında kalınca ve (doğal olarak) bir tren son hızla araca doğru gelmeye başlayınca Dr. Kimble kaçmayı tercih ediyor. Ve kendi masumiyetini kanıtlayıp karısının katilini bulmaya karar veriyor. Filmin konusu esas olarak bu. Burada bizi filmi izlemeye teşvik eden şey, bir doktorun, yani toplumun ortalamasından zeki olan ama kovalamacalara pek yatkın olmayan bir adamın, normalde polislerin yapması gereken bir işi yapmaya kalkışmasından kaynaklanan ilginç durum. Richard Kimble'ın masum olduğunu ve haksızlığa uğradığını biliyoruz. Bu nedenle filmin en başında onunla hemen özdeşleşiyoruz. Adamın iyi özellikleri olduğunu da görüyoruz: Kendi canını tehlikeye atarak, bir polisi tren yolunda duran otobüsten çıkarıyor. Hatta filmin daha ileri bir sahnesinde (Julianne Moore'un kısaca göründüğü bölüm), kaçak olarak girdiği bir hastanede bir çocuğun hayatını da kurtarıyor. Filmin adı ("Kaçak") zaten bize çok miktarda aksiyon vaadediyor. Bu aksiyonu da Dr. Kimble'ın peşindeki polisler ve onu öldürmek isteyen ama karısını öldüren adamlar sağlıyor (düşman - nemesis). Kimball'ın bir değil de iki düşmanla mücadele etmek zorunda kalması (Truby'nin dört uçlu çatışmasını hatırlayın) filmi monotonluktan kurtarıyor. Bu tür filmlerde yönetmenler, sadece hikayenin merkezindeki aksiyon ile değil, çok ilginç mekanlar da bularak seyirciyi tavlamaya çalışırlar. Kaçaktaki bu mekanlardan biri, Dr. Kimble'ın atladığı baraj. Burada insanın gerçekten de nefesi kesiliyor. (Yazarlara not: Aksiyon senaryosu yazarken, bu tür ilginç ve tehlikeli mekanlar bulmaya çalışın. Örnek olarak yüksek binalar, araçların çok hızlı hareket ettiği yerler örn. otobanlar -, asansör boşlukları, vb. Hikayenizin bir bölümünü, mantıklı bir nedenden dolayı, burada geçirin.) 89

Film 44 milyon dolara yapılmış, bütün dünyada 1993'te 368 milyon dolar kazanmış. Filmin DVD'sini bulmanız mümkün. Piyasada olmasa bile DVD kiralayan yerlerde mutlaka vardır. *** HIZ TUZAĞI (Speed) Eski görüntü yönetmeni Jean de Bont'un ilk yönetmenlik denemesi (1994). Keanu Reeves'in de "Pointbreak"ten sonraki ilk büyük aksiyon filmi. Bu film de, konusunu çok açık eden ve aslında çok cazip olan bir ada sahip: HIZ (Speed). Film aslında 3 büyük aksiyon sekansından meydana geliyor. 1) Filmin girişindeki bombalı asansör sahnesi 2) Filmin ortasındaki bombalı otobüs sahnesi 3) Filmin sonundaki bombalı metro sahnesi. Görüldüğü üzere üç sekansta da hız'la ilgili bir araç var ve bu araçlara bomba yüklenmiş. Alın size aksiyon garantisi. Ama film sadece bundan ibaret değil. Akıllıca bir plan üzerine kurulu (Aksiyon filmlerindeki en önemli unsurun, kötü adamın planı olduğu sözünü hatırlayın). Kötü adamımız, içinde yolcular bulunan otobüs 50 mil'in (yaklaşık saatte 75 km) altına düştüğü takdirde patlayacak bir bomba mekanizması kurmuştur. Ve bu otobüsün şehrin içinden geçmesi gerekmektedir. Böylece kahramanımız Jack Travern (Keanu Reeves) hem bombacı ile hem de yol koşulları ile mücadele etmek zorunda kalır. Hatta zaman zaman yolcular bile güçlük çıkarır (yine Truby'yi hatırlatayım). Ve, bütün bu hikaye aslında kof bir aksiyondan ibaret değildir. Bombacımızı bu çılgınca eyleme iten çok makul bir motiv de vardır. Adamımız çok uzun süre devlete hizmet etmiş, ama karşılığını alamamıştır. O da bu karşılığı hızlı bir biçimde tahsil etmek için bu yöntemi bulmuştur. Bu filmin cazip tarafını, durdurulamayan taşıma araçları oluşturuyor. Önce otobüs (ki şehir içinde 75 kilometre/saat hiç de az bir hız değil) sonra da metro, gerçekten de çok hoş aksiyon sahnelerine olanak tanıyor. Kahramanımızın hareket halindeki otobüse binme çabası, otobüs yolcularının otobüsten indirilmeleri, Keanu ve Sandra Bullock'un otobüsten inme girişimi, ve son olarak bu ikilinin hareket halindeki bir metroda mahsur kalmaları, aksiyon severleri ihya edecek nitelikte görüntüler sunuyor. Film 1994'te yaklaşık olarak 30 milyon dolara mal olmuş ve 350 milyon dolar getirmişti. *** DEVLET DÜŞMANI (Enemy of the State) Koskoca bir devletin elindeki bütün olanaklarla tek bir adamın peşine düştüğünü düşünün. Üstelik bu kovalamacada haklı olan adam, haksız olan da devlet olsun. Heyecan verici değil mi? "Devlet Düşmanı" da öyle bir film. Ulusal Güvenlik Teşkilatı (NSA), kendileri için gerekli olan bir yasanın çıkmasına engel olan bir senatörü öldürür. Bu cinayetin kanıtı olan görüntüler de, olayla hiçbir bağlantısı olmayan bir işçi avukatının eline geçer. Güvenlik Teşkilatı, bu görüntüleri avukattan almak için her türlü olanağını kullanır (Bu filmi izlemekten aldığımız zevkin büyük bir bölümü, devletin elinde vatandaşlarını dinlemek/izlemek için ne kadar çok araç olduğunu görmekten kaynaklanıyor). Ama avukat uzun bir süre bu görüntülerin kendisinde olduğundan haberdar bile değildir. Bu nedenle de neden peşinde birilerinin olduğunu anlamaz. Anladığında ise karısı kendisini terk etmiş, mesleği elinden alınmış, kendi evine bile giremez hale gelmiştir. Bu filmde de (izlediğinizi ya da izleyeceğinizi varsayıyorum), başarılı aksiyon filmlerinin bazı ortak özelliklerini görüyoruz. Filmin merkezinde yer alan hikaye, kötü adamın (Güvenlik Teşkilatı'ndaki üst düzey bir yönetici) planından kaynaklanıyor. Kahramanımız bir kaç düzeyde çatışmaya giriyor. Hem güvenlik güçleri ile, hem de çevresindekilerle (özellikle de eşiyle), sonra da Brill ile (Gene Hackman). Film ayrıca çok önemli bir konuyu işliyor: Bir ülke, ülkenin güvenliğini tehdit eden iç düşmanlar için (bu yüzden "Devlet Düşmanı"), insanların iletişim özgürlüğünü ve özel hayatını ne kadar ihlal edebilir? Bu, yaklaşık 20 yıldır terörle iç içe yaşayan bizler için de çok can alıcı bir soru. Film bu soruyu soruyor ve çok güzel bir biçimde de cevaplıyor: Güvenlik için özgürlüklerin kısıtlanması söz konusu olabilir, ama ya bu yetkiyi elinde bulunduran insanlar, kendi dokunulmazlıklarına güvenerek yasadışı işler yapmaya kalkarlarsa? Filmde çok güzel bir karakter değişimi ("character arc") de var. Başlangıçta özgürlüklerin kısıtlanmasını pek umursamayan Robert Clayton Dean (Will Smith), olay başına, gelince bu özgürlüklerin ne kadar 90

değerli olduğunu anlıyor. Hala seyretmediyseniz mutlaka seyredin. 1998 yılı yapımı bu film 90 milyon dolara (+20 milyon tanıtım) mal olmuş, yapımcısına 250 milyon dolar kazandırmış. posted by gezgin @ 9:03 AM

0 comments

Pazar, Mayıs 14, 2006 HALET-İ RUHİYE Ruhbilimcilerin en gıcık olduğu sözcük "ruh"tur herhalde. Bilim-öncesi dönemden kalan bu sözcüğü kullanmak istemediklerine eminim, ama ne yapsınlar, elleri mahkum, o kadar yaygınlaşmış ve yerleşmiş ki! Onlar da intikamlarını, bu sözcüğün yanına daha bilimsel, daha maddi görünen başka sözcükler ekleyerek alıyorlar: "ruhsal aygıt" "ruh çözümlemesi" gibi. Günümüz biliminin, bizzat dokunamadığı, sadece çeşitli belirtiler üzerinden yorumda bulunduğu belli başlı bir kaç alan var. Bunların başında kuantum fiziği geliyor. Kuarklar düzeyinde ne olup bittiğini bilen yok. Zira o düzeyi algılama gücümüz yok. Sadece belirtilere bakarak bir şeyler söylüyor fizikçiler. Konuya hakim insanlar, bir kuantum fizikçisinin sözlerindeki kesinlik ile falcı bir çingenenin sözlerindeki kesinlik arasında pek bir fark olmadığını iyi bilirler. Bu kadar belirsizlikle dolu bir başka alan da astronomi. Evrenin öbür ucunda ne olup bittiği, evrenin nasıl başladığı ve nasıl biteceği ile ilgili kuramlar, her ne kadar rakamlarla süslense de, büyük ölçüde spekülasyondan ibaret. Günümüz fizikçileri evren filmini izlemeye o kadar geç başlamış durumdalar ki başını tahmin etmeleri neredeyse mümkün değil. Sonunu göreceğimiz de meçhul. Aslında ... o kadar da meçhul değil! Belirsizliğin tavan yaptığı ama bunun itina ile saklandığı bir başka alan ise "ruh bilimi". Psikoloji ve psikiatri. Şimdi, alanı bilenler, bu ikisinin olaya farklı yaklaştığından da haberdardırlar. 6 senelik tıp eğitiminin üstüne bir de 4 senelik uzmanlık koyan psikiatrlara göre herşey beyindeki hormonlar ve nörotransmitterlerin faaliyetlerinden ibaret. ("Öyle değil mi ama!" diye atlamayın hemen!). Edebiyat fakültesi mezunu psikologlar ise olaya daha "edebi" yaklaşmakla ve ilaç yazamama komplekslerini, terapinin ilaç kadar etkili olduğunu iddia ederek hafifletmekle meşguller. Yine de, bu iki alandaki insanların hakkında en ufak bilgiye sahip olmadıkları şey, alanlarının adında bizzat yer alan "ruh"tur. Onlar da ruhun belirtileri üzerinde durup bunları incelemekle meşguller. Ruh hastalıkları, beynin ve vucüdun kimyasal durumundaki değişikliklerin bilinçteki yansımaları, terapi yoluyla bazı hastalıkların iyileştirilebilmesi... Ama, bizzat ruhun ne olduğuna dair size bir şey söyleyemezler. Büyük bir olasılıkla "yok öyle bir şey" deyip geçiştiriler. *** Oysa ruh, insan varlığının en değerli parçasıdır. Bunu hepimiz biliriz. Ama açıklayamayız. Ama açıklayamamamız bu gerçeği değiştirmez. "Ruhumuzun hali" (bkz. başlık) biyolojik varlığımızı devam ettirmeden sonraki en önemli uğraşımızdır. İyi hissetmek, mutlu olmak, eğlenmek, sıkılmamak, macera yaşamak, öğrenmek, ruhen zenginleşmek... hayatta kalma çabalarımızı hemen takip eden en önemli uğraşlardır. Ortalama bir insanın yaşayakalma süreci garantiye alındığı için (iş, ev, yemek, giysi, vb.) geri kalan bütün enerjisi "ruh halini düzeltmek" için harcanır. İçinde yaşadığımız ekonomik sistem de bunun farkındadır ve bize bu konuda "yardımcı olacak" ürünler verir. Kitaplar, filmler, TV dizileri, müzik CD'leri hep bu amaca yönelik eserlerdir. Bu konuda bilinen insanlık tarihindeki en verimli dönemde yaşıyoruz kanımca. Bundan sadece 100 yıl önce bile ortalama bir insan bu kadar çok müzik, bu kadar çok yazı, bu kadar çok görüntü tüketmiyordu. Şimdi ise sadece ülkemizde 15-20 milyon internet kullanıcısı var. Hemen her evde bir televizyon bulunuyor. Gazeteler toplam 3-4 milyon satıyor. Artık kitaplar da öyle. Peki bu kadar çok ürün, bizi mutlu ediyor mu? "Halet-i ruhiye"mizi istediğimiz şekle sokabiliyor mu? Bu soruya "hayır" cevabını vereceğim, ama açıklamasını, beklenenden farklı olarak, evrimsel biyoloji ile yapacağım. İnsan beyninin, milyonlarca yıl (yaklaşık 6 milyon yıl) süren gelişim süreci boyunca, belirli miktarda enformasyonu işlemek üzere evrimleştiği kanaatindeyim. Başka bir yazıda, bu gelişimin, olması 91

gerekenden daha fazla olduğunu belirtmiştim. Hala aynı fikirdeyim. Burada da aynı şeyi söylüyorum zaten. Eklemek istediğim, her ne kadar beklenenden fazla gelişmiş olursa olsun, beynin limitleri olduğu. Beynimizin bilgi depolama konusunda limitleri olduğunu düşünüyorum. Duygulanma konusunda da öyle. İşlem ("çekirdek") hızında da! Kaçınız ortaokul ya da lisede öğrendiklerinizi hatırlıyorsunuz? Kaçta kaçını? Peki üniversitede öğrendiklerinizden ne kadarı düşünce süreçlerinizin bir parçası? Daha sonra okuduğunuz yüzlerce kitabın onbinlerce sayfası nerede? Uçup gitti mi? Sıradan bir günde, akşam 3-4 saat TV izledikten sonra kendinizi tükenmiş hissetmiyor musunuz? Bu üçdört saatte bir komedi, bir dram, bir polisiye ve aralarında da yüzlerce reklam izledikten sonra bunda şaşılacak pek bir şey yok herhalde. Vaktiniz olursa, böyle bir akşamı, TV karşısında elinizin altında kalemkağıt ile geçirin ve size kaç çeşit duygu iletilmeye çalıştığına bakın. Reklamlar dahil. (Eskiden elektrikler sık kesilirdi. Ve o zamanlar ışıldaklar da olmadığı için herkes aynı odada, mum ışığı altında, gece yarısına kadar SADECE sohbet ederdi. O geceler çok daha iyi uyuduğumu hatırlıyorum. Nedenini ise uzun yıllar sonra fark ettim. ) Eskiden müzik de bu kadar çok değildi. Artık müziksiz adımınıza atmanıza imkan yok. Alışveriş merkezlerinde müşterinin zihnini bulandırarak daha fazla alış veriş sağlayan şey müzik. Fast foodçularda insanlara yemeklerini hemen yediren, yine müzik. Size belirli bir yaşam tarzında yaşamayı (doğrudan ya da dolaylı) telkin eden ve o yaşam tarzı için gerekli eşyaları (dolaylı olarak) satan yine müzik! Yani müzik artık sadece ruhun gıdası değil. Aksine ruhta sağlıklı olmayan açlıklar doğuran bir manipulasyon aleti. *** Halet-i ruhiyenizi korumanız için, önce onun sürekli bir saldırı altında olduğunu fark etmeniz gerekiyor. Bu bir. Sonra bu saldırının nereden geldiğini görebilmelisiniz. Bu biraz eğitim istiyor. Bu iki. Sonra da bu saldırıyı nasıl bertaraf edeceğinizi bulmalı ya da öğrenmelisiniz. Bu da üç. "Normal", "doğal", "sağlıklı" bir insan olmak büyük ölçüde bunları yapmakla mümkün olacaktır. posted by gezgin @ 4:58 PM

0 comments

Perşembe, Mayıs 11, 2006 AKSİYON FİLMLERİ HAKKINDA ... En sevdiğim türlerden biri aksiyon filmleridir demiştim sanırım. Bunun bazı nedenleri var tabii. Bence en önemlisi, bu filmlerin temel olarak bir kaçma ve kovalamacaya dayanması. Ve genelde de kaçanın, birileri tarafından zulüm gören birisi olması. Tipik bir "birey - toplum" analojisi yani. Toplum sizi kendi istediği kalıba dökene kadar peşinizdedir. Peşinizi bıraktığında, yani artık kovalandığınızı hissetmediğinizde, onun istediği kalıba girmişsinizdir zaten. Geçmiş olsun! Burada "toplum karşıtlığı" yaptığım düşünülmesin. Şahsen bireyin toplum ile sağlıklı bir çatışma içerisinde olması gerektiğini düşünüyorum. Tıpkı çocukların anne babaları ile sağlıklı bir çatışma içerisinde olması gerektiği gibi. Hayatta en sevmediğim çocuk tipi, ana-babasının her dediğini yapan, "uslu" çocuklardır. Çocuk dediğin içinden gelen dürtüleri keşfetmek, tanımak, tartmak için anne babasının koyduğu kuralların dışına çıkmalıdır. Ama bu kural dışına çıkış, çocuğun sağlığına ya da kişiliğine kalıcı zarar verecek bir nitelikte olmamalıdır. Aynı şekilde insan da içinde yaşadığı toplumla çatışmalı bir ilişki içerisinde olmalıdır. Herkesin aynı şekilde düşünüp davrandığı toplumlar, cehennemin yeryüzünde somutlaşmış halidir. İnsanlar içinde yaşadıkları toplumla kısmen uyum, kısmen de çatışma içinde olmalıdır. Eğer biraz uyum olmazsa, bırakın huzuru, biyolojik varlığımızı bile devam ettiremeyiz. Ama biraz çatışma da olmazsa, bin yıllar boyunca aynı yerde kalırız. Sanırım bu gerçek, geçmişte sosyalist düzenlerin neden kısa sürede iflas ettiğini, ve olası bir gelecekte herkesin Müslüman olduğu "İkinci Asr-ı Saadet"in neden iflas edeceğini anlatıyor. Ve yine bu gerçek, insanlara sahte de olsa çatışma için bir özgürlük veren kapitalist sistemlerin yeryüzündeki toplumlar tarafından neden bu kadar çabuk benimsendiğini ve arzulandığını da açıklıyor. İşte "aksiyon filmleri" bu noktada devreye giriyor. Bu filmlerde toplumun tamamının ya da bir kısmının, 92

bir birey üzerinde kurduğu inanılmaz baskıyı görüyoruz hep. Ama bu filmlerdeki bireyler de, bu baskıya direnebilecek ve onunla savaşabilecek yetenekte oluyorlar. Olmasalar kimse bu filmlere gitmez zaten. (Bir topluluğun bir bireyi filmin başından sonuna kadar çatır çatır ezdiği bir filmi izlemenin ne gibi bir zevki olabilir ki?!). İşte bu nedenle filminizin kahramanı (aşağıda Truby'nin de belirttiği gibi) mücadele kabiliyeti olan biri olmalıdır. Ayrıca kendisine kurulan tuzaklardan kurtulacak ve yeni tuzaklar kuracak biri olmalıdır. Seyirci o kişiyle özdeşlelerek, iki saatlik bir süre için bile olsa, toplumun kendisine uyguladığı baskıyla mücadele eder - en azından bilinçaltı bir düzeyde. İşte bu nedenle, iyi aksiyon filmlerinden çıkınca, ilginç bir rahatlama hissi yaşarız. Sadece patlayan arabalar ya da ilginç dövüş sahneleri seyrettiğimiz için değil, içine düşürüldüğümüz bu fare labirentinden iki saatliğine ve hayali olarak da olsa çıkabildiğimiz için. *** Bizde (Türkiye'de) aksiyon türünün bu kadar zayıf olmasını neye bağlayabiliriz? Bu kez de siz bağlayın bakalım. Hep bana söyletmeyin. posted by gezgin @ 1:49 PM

3 comments

Çarşamba, Mayıs 10, 2006 Aksiyon Senaryosu Yazmak Eğer iyi bir aksiyon senaryosu yazarsanız, sinema sektöründeki başarınızı kendiniz garantilemiş olursunuz. Ama aksiyon türü Hollywood'daki en zor türdür ve pek çok kişi bunun farkında değildir. Sinema perdesinde basit ve doğrudan gibi görünen şey aslında senaristten son derece dikkatli bir planlama ve son derece yaratıcı çözümler bekler. Aksiyon filmleri birkaç yönden aldatıcıdır. Bir çok insan aksiyon filmlerinin karakter, olay örgüsü ve tema içermediğini düşünür. En iyi aksiyon filmlerinin ise derin bir hikayesi, karmaşık karakterleri vardır ve izleyici üzerinde büyük bir etki yaratırlar. Yazarın görevi, aksiyon türünün sınırlayıcı yapısı içinde dahi ilginç (çekici) karakterler, şaşırtıcı olay örgüleri ve önemli temalar yaratmaktır. Hollywood filmlerinde hızın gittikçe artma eğilimine karşın aksiyon yazarının en büyük düşmanı hızdır. İşin ilginç yanı, seyirciyi heyecanlandıran şey saf hız değildir. İşte bu nedenle iyi aksiyon yazarları, filmin daha hızlı görünmesini sağlamak için filmi yavaşlatmaya çalışırlar. Ne düşündüğünüzü biliyorum: "Bu ne anlama geliyor şimdi?" Bir hikayenin hızı ne kadar yüksek olursa, sürpriz yapma şansınız o kadar azalır. Ve sürpriz, olay örgüsünün çok temel bir koşuludur (gereğidir). Yazar olarak bir sihirbaz rolü üstlenirsiniz. İzleyiciler, kendilerinin tahmin edemeyecekleri olaylar için ağzınızın içine bakarlar. Ama geri dönüp baktıklarında bu olayların yaklaşmakta olduğunu görmek isterler. Karakterleri tek bir olay hattı üzerinde son hızda hareket ettirdiğiniz zaman, dönüşler (virajlar) de zorlaşır. İzleyici, bulunduğu yerden bariz sonuca kadar giden yoldaki herşeyi açıkça görebilir. Eğer hızı düşürürseniz, kendinize bir kaç tane beklenmeyen hikaye dönüşü (twist) koyma şansı tanımış olursunuz. Böylece izleyiciyi hâlâ şaşırtabilirsiniz, izleyici de dikkatini kaybetmeden hikayeyi izlemeyi sürdürebilir. İPUCU 1 - Kahramanınıza Kişisel Bir Sorun Verin İsterseniz hikayenize büyük bir aksiyon sahnesi ile başlayabilir (bazı başarılı aksiyon filmleri böyler başlar, bazıları ise böyle başlamaz), sonra da geri çekilebilirsiniz. Kahramanınıza, büyük aksiyon problemi ile birlikte aynı anda çözmesi gereken bir de kişisel sorun verin. Bu soruna çok zaman ayırmanız gerekmez. Ama bunu yapın. Bunu yaptığınız zaman, hikaye anlatımında son derece önemli olan o iki kollu anlatımı yaratmış olursunuz. Aksiyon probleminin yanı sıra bir de kişisel problem bulunur. Bu noktadan sonra size düşen görev, bu iki kolun seyirciye tek bir kol (hikaye kolu) gibi görünmesini sağlamaktır. İPUCU 2 - Önce Onları İnandırın Aksiyon filmleri, doğaları icabı, inanılırlık sınırını zorlarlar. Böylece daha filmin en başlarında seyircinizi, kahramanınızın son derece yetenekli olduğuna inandırmalısınız. Ne de olsa onlara, hareket kabiliyeti neredeyse insan-üstü olan birisini göstermektesiniz. Başarılı aksiyon senaryolarında kahramanın fiziksel aksiyon konusunda başarılı olmayı hikaye esnasında öğrendiğine hemen hiç rastlamazsınız. Daha birinci sayfada kahramanınızın olağanüstü fiziksel kabiliyetleri olduğunu 93

göstermelisiniz. Ve senaryonuzun daha en başlarında izleyiciye, kahramanınızın gerçekten de ne kadar iyi olduğunu gösteren bir sahne koymanız gerekecektir. Bunun ilk sahneniz olması ya da kahramanınızın bütün yeteneklerini göstermeniz gerekmez. Seyircinizi biraz meraklandırın yeter. Böylece seyircinizi daha en baştan uyarmış ve kendinize daha sonra sınırları zorlama şansı tanımış olursunuz. İPUCU 3: Olay Örgüsü Bir Sürprizden Diğerine Geçmekten Doğar Burada sürpriz sözcüğü ile, hem kahramanınıza hem de seyircinize yapılan sürprizi kastediyorum. Bu da kahramanın DÜŞMANI/DÜŞMANLARI hakkındaki bilgiyi olabildiğince saklamanız anlamına geliyor. En iyi aksiyon hikayeleri aldatma ve gizli bilgiler üzerine kuruludur. Özellikle de düşmanın doğası ve kimliği hakkındaki bilgiler saklanır. Büyük aksiyon filmleri aslında zekalar arasında gerçekleşen bir savaştır. Bu senaryolar en iyi kimin aldatmaca yapabildiği ve en iyi kimin düşünebileceği hakkındadır aslında. İPUCU 4: Kahramanınızı Güçlü, Ama Düşmanını DAHA GÜÇLÜ Yapın Sadece bir boksörün çok güçlü olduğu bir ağırsiklet maçı çok sıkıcı olurdu. Düşmanınız için, kahramanınızı doğduğuna pişman edecek çeşitli özel yetenekler ve numaralar bulmak için bayağı zaman harcayın. Ama bunların hepsini hemen göstermeyin. Bunları gizleyin. Ortaya çıkardığınız zaman bunu hızlı ve şiddetli bir biçimde yapın. Bunu yaparken de kahramanınızın önce darma duman olmasını, sahip olduğu bütün yetenekleri ortaya çıkarmak zorunda kalmasını ve düşmana karşılık vermesini istiyoruz. *** Bunlar, iyi aksiyon senaryoları yazarken size yardımcı olacağını düşündüğüm en sevdiğim ipuçları. Gördüğünüz üzere aksiyon senaryosu yazmak sanıldığından çok daha karmaşık bir iştir. İyi şanslar. Yazmaya devam! Kaynak: John Truby http://www.writersstore.com/article.php?articles_id=477 posted by gezgin @ 11:24 PM

0 comments

Çarşamba, Nisan 26, 2006 AKSİYON TÜRÜNDE ORTAK TEMALAR (Bu yazıdaki "tema" sözcüğünü, senaryo jargonundaki anlamıyla değil, gündelik anlamıyla kullanıyorum). Aksiyon filmlerinde, adı üzerinde, bir aksiyon vardır. Kavgalar, araba kovalamacaları, koşuşturmalar, silahlı çatışmalar... Günlük hayatta pek tanık olmadığımız bu olayları perdede izlemeye bayılırız. Bunun evrimsel bir kökeni olduğunu düşünüyorum. Bütün doktorlar ve biyologlar size insan bedeninin "koşuşturmak, avlanmak, dövüşmek" için tasarlanmış olduğunu söyleyecektir. Eh, modern hayatın bize bu şansı pek vermediği malum. Aksiyon filmleri, değil bilinçaltımıza, her hücremize kazınmış olan bu özellikleri hayali bir yolla bile olsa kullanmamızı sağlar. Özdeşletiğimiz kahramanın, bizim hayatımızdaki bütün olumsuz şeyleri temsil eden "kötü adam"ı evire çevire pataklaması da yüreğimizin yağını eritir, içimize su serper; bir katarsis yaşar ve sinemadan rahatlamış bir biçimde çıkarız. *** Peki, bu kavgayı, bu kovalamacayı, bu silahlı çatışmaları hayatta nerede bulacağız? Soruyu farklı bir biçimde sorayım: Eğer bir aksiyon senaryosu yazmak istiyorsak, bu aksiyonu en "doğal" biçimde hikayemize nasıl yerleştirebiliriz? Hayatın hangi alanlarındaki insanlar, doğal olarak daha fazla ve daha ilginç aksiyon ile iç içedirler? Hemşireler! Değil tabii ki. Polisler, suçlular, düzenle haklı ya da haksız, bir biçimde ters düşen insanlar... Bu insanların hayatı aksiyon ile doludur. Ve iyi bir aksiyon filmi genel olarak bu alanlardaki insanlardan birilerini konu edinir.

94

Yine aşağıdaki örnekleri bu açıdan inceleyelim: • • • • • • • • • • • • • • • • • • • • • •

Blues Brothers (Düzenle çatışan haklı kişi - Polis) First Blood (Düzenle çatışan haklı kişi - Polis ve Asker) True Lies (Gizli Servis - terörist) Die Hard (Polis) Point Break (Polis) Enemy of the State (Düzenle çatışan haklı kişi - Gizli Servis) Speed (Polis) The Terminator (Askeri eğitim almış kişi) The Terminator (Askeri eğitim almış kişi) Mad Max (Polis) Road Warrior (Eski Polis) Lethal Weapon (Polis) Rush Hour (Polis) Hızlı ve Öfkeli (Polis) Aliens (Asker) The Matrix (Düzenle çatışan haklı kişi - Askeri eğitim almış kişi) Mission Impossible (Gizli Servis) The Incredibles (Düzen için çalışan olağanüstü kişi) Kutsal Hazine Avcıları (Maceracı Arkeolog) Robin Hood (Düzenle çatışan haklı kişi) Beşinci Element (Eski asker) Taxi (1,2,3) (Polise yardım eden kişi)

Demek ki, bir aksiyonun olabilmesi için, birilerinin günlük hayatın monoton huzurunu bozması gerekiyor. Bu kişi, huzuru bozarak kendine haketmediği bir kazanç sağlamak isteyen bir kötü adam da olabilir; düzen tarafından haksız yere suçlanan birinin hakkını geri alabilmek için kokuşmuş bir düzenle mücadelesi de olabilir. (Askerlerin hayatı da çok miktarda aksiyon içerir. Ama burada çok sayıda insanın topyekün mücadelesi söz konusudur. Ve bu gibi durumlar "savaş filmi" adlı ayrı bir janr başlığında ele alınır.) *** Kötü adamlardan bazıları hızla zenginleşmek isteyen, bunun için de düzendeki bazı gediklerden faydalanmayı tercih eden kişilerdir. Ama bunlar, çok küçük paraların peşinde olan insanlar değildir. Dudak uçuklatacak miktarda paraların peşindedirler. Ve bu kadar büyük bir meblağı da çok iyi bir PLAN olmadan elde etmek genelde mümkün değildir. Biz bir taraftan kötü adamın bu planını adım adım takip etmekten zevk alırız, bir taraftan da kahramanın bu planı nasıl bozacağını merak ederiz (Örneğin "Die Hard" 1 ve 3) Bazen aksiyon filminin kahramanı, düzen tarafından haksız yere suçlanan bir kişidir. Kahraman son derece iyi niyetlidir. Ama bir yanlış anlaşılmadan ya da düzene nüfuz etmiş bazı kötü niyetli insanlardan dolayı kahramanımız aniden suçlu konumuna düşer. Bunun sonucunda kahraman, kendi masumiyetini kanıtlamak zorunda kalır. "First Blood" "Enemy of the State" "The Matrix" "Robin Hood" "The Fugitive" bu tür insanları anlatır. Bu tür hikayelerde kahraman o kadar köşeye sıkıştırılır ki, artık hayatından başka kaybedeceği bir şey kalmaz. Bu noktaya gelmiş insanların gösterdiği olağanüstü cesaret ve bu cesaretten doğan yüksek kalitede aksiyon ortaya çok güzel aksiyon hikayeleri çıkarır. Bir de emekli askerlerin, askeri eğitim almış kişilerin ya da küçük askeri grupların yarattığı aksiyon vardır. Askerler, polisten farklı olarak, topyekün savaş konusunda eğitilmiş kişilerdir ve kullandıkları silahlar da ona göre daha büyük olur. Örneğin "İlk Kan", "Beşinci Element", "Aliens" ve "Terminator 1 - 2" bu alt türe örnek verilebilir. "Fifth Element"te Bruce Willis'in emekli bir asker değil de emekli bir muhasebeci olduğunu düşünün, filmin sonunun ne kadar sönük olacağını tahmin edebilirsiniz. posted by gezgin @ 1:59 PM

3 comments

95

Pazar, Nisan 23, 2006 AKSİYON FİLMLERİNDEKİ AKSİYONUN KAYNAĞI Aksiyon filmleri için gereken aksiyon nasıl sağlanır? Yani bu tür filmlerde gördüğümüz kovalamacalar, kavgalar, büyük cesaret gerektiren hareketler neden (niçin) yapılır? McKee'nin aşağıdaki bir yazısında da belirttiği gibi insanlar bir sorunla karşılaştıklarında, en az çabayı gerektirecek seçeneğe yönelirler en başta. Bu seçeneğin işe yaramadığını görünce, biraz daha fazla çaba gerektiren seçeneği yoklarlar. O da olmazsa çok daha fazla çabalama isteyen seçeneği denerler. Peki bunu ne sağlar? Uzatmadan söyleyeyim: Kahramanı o derecede sıkıştıracak kalibrede bir düşman. Ne demek istediğimi daha iyi anlatabilmek için aksiyon filmleri listesinden bazı örneklere bakalım: True Lies'da, kahramanımız Arnold'un karşısında, bir binanın çatısından diğerine motorsikletle atlayacak kadar çılgın, ülkeye bir atom bombası sokacak ve bununla bütün ülkeye şantaj yapacak kadar gözü dönmüş olan bir terörist bulunuyor. Speed'de, Keanu'nun karşısındaki adam, azılı, acımasız ve yaratıcı bir bomba uzmanı. Son ana kadar kahramanla kedi fare oyunu oynuyor. Die Hard'da da Bruce Willis'in düşmanı, koskoca bir gökdeleni ele geçirip içindekileri rehin alacak ve bunu dışarıdaki bütün polis gücünü devre dışı bırakarak yapacak kadar akıllı bir adam (Hans Gruber). Aliens'da ise Teğmen Ripley (S. Weaver), belki de insan türünün karşılaştığı acımasız uzaylı (Yaratık) sürüsü ile başetmek zorunda. Terminator 1'de kahramanımızın karşısında, gözü dönmüş bir katil robot var. Terminator 2'de ise, birinci filmdekini mumla aratacak nitelikte başka bir katil robot var. The Matrix'te Neo, ajanlar ile temsil edilen makinaların insanları bulup yok etmesine engel olmaya çalışmaktadır. Devlet Düşmanı'nda Will Smith, istediklerini yasanın meclisten geçmesini engelleyen bir kongre üyesini öldüren gizli servis üyeleri ile savaşır. Beşinci Element'te Bruce Willis Dünya'yı yok etmek isteyen Mutlak Kötülük'ü durdurmaya çalışır. Sanırım ne demek istediğimi anlatabildim: Bir filmde aksiyon olabilmesi için, o filmde bu aksiyonu ateşleyecek, devam ettirecek ve şiddetini gittikçe artıracak kaliteli kötü adam(lar) (düşman, nemesis) olmalıdır. Filmin kalitesi büyük ölçüde kötü adamın ne kadar kötü, güçlü, zeki ve yetenekli olduğuna bağlıdır. *** Fakat, aksiyon filmindeki "aksiyonu" sağlamak için kaliteli bir kötü adamın varlığı yeterli değildir. İyi bir aksiyon filminde kahraman ile düşmanı karşı karşıya getiren bir istek olmalıdır. Bu da genelde kötü adamın isteğidir. William C. Martell'in sözlerini aynen aktarırsam "Bir aksiyon senaryosundaki en önemli öğe kahraman değil, kötü adamın planıdır. ... Bir aksiyon senaryosunda kahraman tepki verme pozisyonundadır; aktif role sahip olan kötü adamdır." Aşağıdaki aksiyon filmleri listesine bakın ve hepsinin hikâyesini teker teker düşünün. Hepsinde kaliteli bir kötü adam ve bu kötü adamın başarmak istediği bir plan var değil mi? Siz de bir aksiyon senaryosu yazarken, kötü adamınıza güçlü bir İSTEK, ve bu isteği yerine getirmek için yaptığı ve HATASIZ gibi GÖRÜNEN bir PLAN vermelisiniz. Seyircinin hoşuna giden budur: Kötü adamın bu zekice hazırlanmış planının iyilerin ensesinde filmin sonuna kadar boza pişirmesi, ama son anda kahramanın bulduğu bir çare ile bu planın bozulduğunu görmek. posted by gezgin @ 10:18 AM

0 comments

96

Çarşamba, Nisan 19, 2006 AKSİYON TÜRÜNE GİRİŞ İşe "aksiyon" filmleri ile başlayalım. Zira aksiyon filmleri, sinemanın en güçlü yönlerinden biri olan "hareket"i son raddesine kadar kullanan bir türdür ve bu nedenle çok geniş bir seyirci kitlesine hitap eder. Yakın zamanda çekilen başarılı aksiyon filmlerinin kısa bir listesini aşağıda veriyorum. Bu liste tabii ki "eksiksiz" bir liste değil. Ama benim amacım da zaten eksiksiz bir liste hazırlamak değil. (Bu filmlerden bir çoğunu başka tür başlıkları altında da görebilirsiniz. Örneğin Aliens ve Matrix'i bilimkurgu, The Incredibles'ı animasyon, Blues Brothers'ı komedi ya da müzikal adı altında görebilirsiniz. Bu "bir filmin birden fazla türe girme" durumuna daha sonra ayrıntılı olarak değineceğiz.) Önerim, bu filmlerin olabildiğince çoğunu bir yerlerden (DVD/VCD kiralayan yerlerden, eşten, dosttan) bulmanız ve dikkatli bir biçimde seyretmeniz. Seyrederken de filmler arasındaki ortak noktalara ya da dikkatinizi çeken yerlere özel bir önem göstermeniz. Ve bunları not almanız. Çünkü ileride sık sık bu filmlere atıfta bulunacağız. AKSİYON FİLMLERİ LİSTESİ • • • • • • • • • • • • • • • • • • • • • •

Blues Brothers (Cazcı Kardeşler) First Blood (İlk Kan) True Lies (Gerçek Yalanlar) Die Hard (Zor Ölüm) Point Break (Kırılma Noktası) Enemy of the State (Devlet Düşmanı) Speed (Hız Tuzağı) The Terminator The Terminator 2 Mad Max (Çılgın Max) Road Warrior (Mad Max 2; Yol Savaşçısı) Lethal Weapon (Cehennem Silahı) Rush Hour (Bitirim İkili) The Fast and the Furious (Hızlı ve Öfkeli) Aliens (Yaratık 2) The Matrix (Matris) Mission Impossible (Görevimiz Tehlike) The Incredibles (İnanlmaz Aile) Indiana Jones and the Raiders of the Lost Ark (Kutsal Hazine Avcıları) Robin Hood: Prince of Thieves (1991) The Fifth Element (Beşinci Element) Taxi (Taksi - Luc Besson'un yapımcısı olduğu seri)

*** Aksiyon filmleri genelde bir ya da birden fazla kahramanın, büyük cesaret isteyen fiziksel hareketlerde bulunmak, uzun dövüşlere girişmek ya da çılgın kovalamalar yapmak durumunda kaldıkları güçlükler ("challenge") ile karşılaşmasını konu alır. Hikaye ve karakter, genelde patlamaların, yumruk yumruğa dövüşlerin, silah kullanımının ya da araba kovalamacalarının ardında ikinci planda kalır. Hem geçmişte hem de günümüzde aksiyon filmlerinin ticari cazibesi büyüktür ve gişede başarı oranı da yüksektir. Aksiyon filmleri de bir hikaye etrafında dönerler, ama bundan daha da önemlisi, bir kahraman üzerine kuruludurlar; sinema izleyicisi bir aksiyon filmini düşünürken daha çok belirli bir oyuncuyu ve karakter(ler)in aşması gereken engelleri aklından geçirir. ÜNLÜ AKSİYON FİLMİ OYUNCULARI • • • • •

Mel Gibson Bruce Willis Pierce Brosnan Harrison Ford Tom Cruise 97

• • • • • • • •

Arnold Schwarzenegger Sylvester Stallone Vin Diesel Jean Claude Van Damme Steven Seagal Bruce Lee Jackie Chan Chow Yun-Fat

posted by gezgin @ 9:50 AM

0 comments

Cumartesi, Nisan 15, 2006 SOMETHING FOR NOTHING Eh, artık bir şeyler yazma zamanı geldi. Uzun süredir yazmamamın sebebi, işlerimin yoğunluğu, artı yazmak istememem. Neden yazmak istemediğimi anlamam zamanımı aldı diyelim. Daha sonra anladım tabii. Son dönemlerdeki yazılarım genellikle olumsuz içerikli. Bunda benim de payım var. Niye kötü olduğunu bildiğin filmlere gidiyorsun, değil mi?! Eh, ne yapalım, önümüze konan filmler bunlar. Bu filmler hakkında da iyi yazmak mümkün değil. Ama bu tür yazılardan sonra insanın ağzında kötü bir tat kalıyor, yazdıklarınız yüzde yüz doğru olsa bile. Sonunda şuna karar verdim: Sadece iyi filmler hakkında yazmak lazım. Hatta en iyi filmler hakkında. Bu filmlerin çoğu da şu anda vizyonda olanlar değil. Geçmiş yılların filmleri. Bu filmleri de türlerine (janr) göre sınıflandırmanın daha faydalı olacağını gördüm. Bunun için de her ay belirli bir türü ve o türün önde gelen filmlerini analiz etmeye karar verdim. Böylece 1) Hem sadece iyi filmler hakkında yazacağım 2) İyi filmleri iyi yapan nitelikleri başarılı örnekler üzerinden anlatabileceğim 3) Bizde üzerinde çok az durulan "tür filmleri" konusunu iyice inceleme fırsatı bulmuş olacağız. Yazıları yakında burada girmeye başlayacağım (başka site hazırlama fikrinden vaz geçmiş bulunuyorum). posted by gezgin @ 12:08 AM Pazartesi, Nisan 03, 2006 BOŞLUK - McKee Notları - 3 Hikaye, öznel ve nesnel dünyaların birbirine dokunduğu yerde doğar. Kahraman, kendisinin ulaşamayacağı bir arzu nesnesini ister. Bilinçli ya da bilinçsiz olarak belirli bir eylemde bulunmayı tercih eder. Onu motive eden şey, bu eyleminin sonucunda dünyanın ona, arzu ettiği şeyi elde etmesini sağlayacak biçimde tepki vereceğini düşünmesi ya da hissetmesidir. (Yani dünya ona istediğini verecek diye düşündüğü için o eylemi tercih eder - gg). Kahramanın öznel bakış açısına göre o, asgari, tutucu (durumu koruyucu) ama istediğini elde etmesini de sağlayacak bir eylemde bulunmuştur. Ama kahraman bu eylemde bulunur bulunmaz, kahramanın öznel iç dünyası, kişisel ilişkileri ve dış dünya veya bunların bir kombinasyonu, kahramanın tahmin ettiğinden daha güçlü ya da farklı bir biçimde tepki verir. Dünyadan gelen bu güçlü ya da farklı tepki kahramanı istediği şeyi elde etmekten alıkoyar, onu arzuladığı şeyden daha da uzaklaştırır. *** Gereklilik ("necessity") mutlak gerçektir. Gereklilik, biz eyleme geçtiğimizde aslında olan şeydir. Bu gerçek de ancak ve ancak biz bir eyleme geçtiğimizde bilinebilir. Dünyanın bize vereceği tepki, o anda 98

bizim var oluşumuzun yegane gerçeğidir. Biz bu andan önce ne olacağını düşünmüş (sanmış, inanmış) olursak olalım bizim gerçeğimiz dünyanın verdiği o tepkidir. Gereklilik, olması gereken ve aslında olan şeydir. Bizim olmasını umduğumuz şeyden farklıdır. *** Gerçek hayatta karşımıza çıkan bu durum, kurguda da geçerlidir. Nesnel bir gerçeklik (yani, dünyanın gerçekliği) kahramanın olasılık duygusu (yani "bu olabilir" dediği şey) ile çeliştiğinde, kurgusal gerçeklikte aniden bir "boşluk" oluşur. Bu boşluk, öznel dünyalar ile nesnel dünyaların, beklentiler ile sonuçların, kahramanın eylemden önce tasarladığı dünya ile eylemden sonra karşılaştığı gerçek dünyanın çarpıştığı yerdir. Gerçeklikteki boşluk meydana geldiğinde, hala istekli ve bir şeyler yapma yeteneği olan kahraman, asgari ve tutucu (mevcut durumu koruyucu) bir çaba ile istediğini elde edemeyeceğini fark eder. Kendisini toparlamalı ve bu boşluğu geçmek için ikinci bir eylemde bulunmalıdır. Bu ikinci eylem, kahramanın en başta yapmak istemeyeceği türden bir eylemdir çünkü bu eylem daha fazla irade gücü gerektirmektedir ve onu kendi yeteneklerinin (kapasitesinin) daha derinlerine inmeye (yani, daha fazla güç kullanmaya) zorlamaktadır. Ama en önemlisi, bu ikinci eylem onu RİSK'e atmaktadır. Şimdi, bir şeyler kazanmak için, bir şeyler kaybetmeyi göze almalıdır. (McKee, STORY, sayfa 147-9, bazı bölümleri tarafımdan kırpılmış veya yorumlanmıştır - gg) posted by gezgin @ 11:53 AM

0 comments

İLK ADIM - McKee Notları - 2 Senaryo yazmak için oturduğunuzda hindi gibi düşünmeye başlarsınız: Nereden başlamalı? Karakterim şimdi ne yapacak? Karakteriniz (aslında bütün karakterler) hikayenizin herhangi bir anında, herhangi bir isteğin peşinden giderken, her zaman kendi açılarından en az çabayı gerektiren, en muhafazakar ("conservative" mevcut durumu koruyucu) eylemi yerine getirirler. Bütün insanlar her zaman böyle davranırlar. İnsanlar öz itibariyle tutucudurlar ("conservative" - mevcut durumu koruyucu), aslında bütün doğa öyledir. Hiçbir organizma gerekenden fazla enerji harcamaz, gerekmeyen hiçbir şeyi riske atmaz, ya da zorunda kalmadıkça hiçbir eylemde bulunmaz. Neden bulunsun ki? Eğer bir iş, herhangi bir kayıp ya da acı riskine girilmeden ya da enerji harcanmadan, kolay yoldan yapılabiliyorsa, neden herhangi bir yaratık daha zor, daha tehlikeli ya da daha fazla zayıflatıcı bir şey yapsın ki? Yapmaz tabii ki. Doğa buna izin vermez... ve insan doğası da evrensel doğanın bir parçasından ibarettir. Gerçek yaşamda da bize gereksiz, hatta aptalca gelen aşırı davranışlar sergileyen insanlar, hatta hayvanlar görürüz. Ama bu bizim, o durumla ilgili dışarıdan yaptığımız bir değerlendirmedir. Öznel olarak, o yaratığın bakış açısından, bu taşkın davranış aslında asgari, tutucu (mevcut durumu koruyucu) ve gerekli bir harekettir. Neyin "tutucu" (mevcut durumu koruyucu) olduğu her zaman bakış açısına göre değişir. Örneğin gerçek hayatta kendimize şöyle deriz: "Dolores'in telefon numarasını bulamıyorum. Ama arkadaşım Jack'te bu numaranın olduğunu biliyorum. Eğer onu şimdi ararsam, meşgul olmasına rağmen yaptığı işi bırakıp bana bu numarayı verecektir." Siz de Jack'i ararsınız ve işini böldüğünüz için özür dilersiniz. O da "Sorun değil" der ve istediğiniz numarayı size verir. Hayat % 99 böyledir. Hayatta hep asgari çabayı gösteririz ve onun karşılığını alırız. Hikaye anlatımında ise biz yazar olarak, karakterimizin dünyadan olumlu bir tepki almayı umduğu ama bu eyleminin kendisine karşı çok olumsuz bir tepki uyandırdığı anlara odaklanırız. Karakterin içinde yaşadığı dünya ona, umduğundan farklı bir biçimde ya da umduğundan çok daha güçlü bir biçimde ya da her iki biçimde tepki verir. Telefonu elime alıp Jack'i ararım ve "Rahatsız ettiğim için kusura bakma, ama Dolores'in telefonunu bulamıyorum. Bana onun ..." O anda Jack bağırmaya başlar: "Dolores mi? Dolores mi! Ne cüretle bana onu telefon numarasını sorarsın?" der ve telefonu suratıma kapatır. Aniden hayat daha ilginç bir hâle gelmiştir. 99

(McKee, STORY, sayfa 143-4, bazı bölümleri tarafımdan kırpılmıştır - gg) posted by gezgin @ 11:52 AM Cumartesi, Mart 25, 2006 ENGİN ARDIÇ ve başka şeyler... Senaristlerin sıradan aydınlardan biraz daha akıllı, biraz daha geniş görüşlü olması gerekiyor. Tek bir bakış açısına, tek bir ideolojiye saplanıp onun sözcülüğünü yapmak yerine, hayatı daha bütüncül bir biçimde görmeleri gerekiyor. O zaman hayatta doğru olduğunu sandığınız bir çok şeyin aslında öyle olmadığını, hatta çok daha farklı olduğunu görebiliyorsunuz. Ama bunun için, "belirli bir ideolojinin limanına sığınma güvencesi"nden uzak durmak cesaretine sahip olmak gerekiyor. Özgür olmak gerekiyor. Özgürlük, yaşayanların bildiği gibi çok ferah ama aynı zamanda ürkütücü bir duygudur. Her babayiğidin harcı değildir. Sırtını kimseye dayamamaktır. Güvencesizliktir. Kolay bir şey değildir yani. Kafası özgür çok az adam var dünyada. Bu insanları - eserleriyle de olsa - tanımak büyük bir sevinç kaynağı benim için. Hele bunlardan bazılarının benim ülkemden çıkmış olması benim için ayrı bir mutluluk kaynağı. Benim ana dilimde yazıyor olmaları beni nasıl sevindiriyor anlatamam. İşte bu insanlardan birisi Engin Ardıç. Düşünen; bilen; gerçek dışı hayallerden kurtulmuş, ultra gerçekçi bir zat. Bir miktar karamsar. Sadece gazete yazıları yazması ise büyük bir kayıp. İşte, okuyanın zihninde uçuşan bilgi parçacıklarını "büyük resim" (ya da "büyük puzzle") içinde yerli yerine oturtan iki yazısı. Sizinle paylaşmadan edemedim. Faydasını görmezseniz hesabını benden sorabilirsiniz. Hutbe-i hakikiyye (25 Mart 2006) Çözümleme (22 Mart 2006) Not: Eğer yazıları bu linklerden bulamazsanız, Akşam gazetesinin sitesine gidin ve gazetenin, yazıların yanlarında belirttiğim tarihte yayınlanmış nüshalarına gidin. Sonra da "Yazarlar" linkine tıklayın. posted by gezgin @ 6:15 PM Perşembe, Mart 23, 2006 "BEYZA'NIN KADINLARI" Hakkında "Var Olmayan" Yazı DİKKAT: Bu yazıda "Beyza'nın Kadınları" hakkında çeşitli yorumlar yer almaktadır. Bu yorumlar bu filmin seyir zevkini azaltabilir. *** "Elçiye zeval olmaz" denmesinin sebebi, aslında elçilerin bolca zeval görmesidir. Yani bu atasözü bir durum tespiti değil, bir temennidir. Kötü haber getireni kimse sevmez. Kötü gerçekleri söyleyenleri de. Söylenenler ne kadar doğru olursa olsun, bir süre sonra o insanlar ile kötü şeyler arasında Pavlovcu bir koşullanma kurulur. Ve o kişiden uzak durmak istersiniz. "Cumhuriyet" gazetesinin satmama nedenlerinin başında bu gerçek gelir ama gazeteyi yayınlayanların bile bundan haberdar olduklarını sanmıyorum. Ben de yerli film eleştirilerinde bu noktaya gelmiş durumdayım. Bir yerli film hakkında iyi bir laf ettiğim son vak'a "Hacivat ve Karagöz Neden Öldürüldü". Ondan önceki yazılarımın çoğunda yerli filmler hakkında iyi laf ettiğim pek vâki değildir. Bu durumda iki seçenekle karşı karşıyayım. Ya sempatik olmak ve yazılarımın okunmasını sağlamak için yerli filmler hakkında olumsuz yazmayı kesecek ya da asgariye indireceğim, ya da hiç okunmamayı tercih ederek yerli filmler hakkında gerçekleri yazmayı sürdüreceğim. 100

Hangisini tercih ettiğimi tahmin edin bakalım. (İpucu vereyim: ikincisi değil :) *** "Beyza'nın Kadınları"nı yarısında terk ettim. Bir daha Mustafa Altıoklar elinden çıkmış bir film seyredebileceğimi sanmıyorum. Şu anda ağır bir PTSD ("Post-traumatic stress disorder" yani "travma sonrası stres bozukluğu") yaşıyorum sanırım. Altıoklar'ın benim önüme böyle bir film atmasına karşılık olarak ben de onu değerlendirmelerimden mahrum bırakıyorum. Devam etsin böyle film çekmeye! *** Çok ama çok faydalı yazılar içeren yazıtahtası sitesini hazırlayan sevgili Babür, "yarısını izlediğiniz bir film hakkında teknik eleştiri yapmanızı çok sempatik bulmamıştım" demişti son mailinde. Dışarıdan bakınca makul görünen bir itiraz. İyi de, bir yemeğin kötü olduğunu anlamak için hepsini mi yemek gerekiyor? Genelde ilk bir iki kaşıkta anlaşılmaz mı yemeğin devamının ne olduğu? Ki ben yine de yarısına kadar dayanmışım. Yine de "Beyza'nın Kadınları" hakkında yazdığım ilk yazı içime sinmedi ve şu anda sitede öyle bir yazı yok. Ama beni bir daha bir Mustafa Altıoklar filmine götürecek kudretin de yeryüzünde bulunduğunu sanmıyorum. posted by gezgin @ 10:45 PM Perşembe, Mart 16, 2006 BABAMIN BANA YAPMADIĞI İYİLİK: Bazı konular var ki, tekrar tekrar ele alınması elzem, ve hatta kaçınılmaz. "Çatışma" bunlardan biri. Daha önce çatışmayı, bir hikâyedeki çatışan güçler bazında ele almıştık. Demiştik ki, "Bir hikâyenin var olabilmesi için, o hikâyede bir çatışma olmalıdır. Yani hikâyenin kahramanı bir şey istemeli, onun düşmanı da kahramanın bu şeye ulaşmasına engel olmaya çalışmalıdır." Bu konuyla ilgili ayrıntılı yazılar var geçmiş "postalarda". Merak edenler aşağıdaki yazıları ya da yandaki (sağ yan) arşivleri okusun. Bu yazıda bu çatışma konusunu biraz daha detaylandıracak ve sonra da onu sahne bazında ele alacağım. *** "Çatışma" dediğimizde aklımıza hemen birbirine zıt iki güç gelir. Senaryolarda bu güçler genelde şu şekildedir: insana karşı insan, insana karşı topluluk, insana karşı toplum, topluluğa karşı topluluk, insana karşı doğa. McKee bu zıtlıklar daha net bir biçimde ortaya koyar. Der ki, Üç çeşit çatışma vardır: 1) İç çatışma 2) Kişisel çatışma 3) Dış çatışma Bunları da şöyle açıklar: İÇ ÇATIŞMA: İnsanın kendi içinde yaşadığı çatışmadır. İnsanın kendi duyguları bazen birbiriyle çatışır. Canı bir şey yapmak isterken, vicdanı ona başka bir şey yapmasını söyler. Ya da iki istek birbiriyle çatışır. (Burada hiçbir dış etken söz konusu değildir.)

101

"Azınlık Raporu"ndan bir örnek verelim. Filmin orta noktası sayılabilecek sahne, John Anderton'un bir otel odasında, çocuğunu kaçırdığını sandığı adamı öldürmeye teşebbüs ettiği andır. Burada John Anderton silahını, oğlunu kaçıran adama (en azından o öyle sanmaktadır) doğrultmuştur. Onu öldürüp öldürmemek arasında bir seçim yapmak zorundadır. Ve bu seçimde iki duygu birbiriyle çatışmaktadır: Oğlunun ölümünün intikamını alarak acısını hafifletmek ve adamı adalete teslim etmek. John, kendisiyle büyük bir mücadele vererek ikincisini tercih eder. Sahnenin devamını biliyorsunuz. Bu çatışma sadece duygular arasında olmayabilir. Duygular ve düşünceler arasında da olabilir. Beden ile zihin arasında da olabilir. Bedenin bazı istekleri ile bazı düşünceler ya da inançlar arasında bir çatışma yaşanabilir. "Gülün Adı" ve "Kara Cübbe" ("Black Robe") filmlerinde bu duruma uygun örnekler vardı yanlış hatırlamıyorsam. Bu filmlerin her ikisinde de inancı ile cinsel istekleri arasında kalan Hristiyan din adamları yer alıyordu. KİŞİSEL ÇATIŞMA: Bu tür çatışma, kişiler arasındaki çatışmayı anlatır. Yani kahraman ile arkadaşı, sevgilisi, annesi-babası, vb. arasında yaşanır bu çatışma. Bu çatışmanın özelliği, kahraman ile "yakın çevresindeki insanlar" arasında yaşanmasıdır. Yani kahraman ile kardeşi arasındaki çatışma "kişisel çatışma"dır, ama kahraman ile yoldan geçen biri ya da gıcık olduğu patronu arasındaki çatışma "dış çatışma"dır (bkz. aşağısı). Genellikle televizyon dizileri bu çatışma türünü çok kullanırlar. Ortalıkta birbiriyle zıt şeyler isteyen birbiriyle alakalı bir sürü insan vardır. Durmadan da bıcır bıcır konuşurlar. Sadece bu tür çatışmayı kullanan dramatik yapılarda pek fazla aksiyon yoktur. DIŞ ÇATIŞMA: Bu tür çatışmada kahramanımız ile dış dünya karşı karşıyadır. Bu dış dünya a) Kahramanımızın tanımadığı biri b) Çeşitli kurumlar (sosyal kurumlar ya da şirketler) c) Doğa koşulları olabilir. Görüldüğü gibi bu çatışma kaynakları, kahramanımızın içinden ya da yakın çevresinden değil, dışarıdan gelmektedir. McKee, şu örnekleri vermektedir: Toplumsal kurumlarla ve bireylerle olan çatışmalar: devlet / vatandaş, kilise / mümin, şirket / müşteri İnsanlar arasında olan çatışmalar: polis / suçlu, patron / işçi, müşteri / garson, doktor / hasta İnsan yapımı ya da doğal çevreler ile olan çatışmalar: zaman, mekan ve bunun içindeki herşey Dış çatışmaya "Yarından Sonra" ("The Day After Tomorrow") filmindeki iklim koşulları örnek olarak verilebilir. "Dünyalar Savaşı"ndaki uzaylılar da bu tür bir dış çatışma kaynağıdır. *** İyi hikâyelerde bu çatışmaların üçü de bulunur. Filme derinlik katan ve seyri güzelleştiren de budur. Bunun nedeni bizim insan olarak da bu üç düzeyde çatışma yaşamamızdır: herhangi bir gün kendisi ile (duygu ya da düşünceleriyle veya bedeniyle) çatışmaya girmeyen var mı aranızda? Ya da sevdiği insanlarla çeşitli uzlaşmazlıklar yaşamayan? Ya da dış dünyadan bir düşmanlık ya da en azından bir güçlük görmeyen? İşte bu nedenle, kahramanlarımızın da bu üç düzeydeki çatışma kaynakları ile boğuşmasını isteriz. TITANIC'ten örnek verelim: Filmin kahramanı olan Rose, kendisi ile çatışma halindedir. İçinde bulunduğu sosyal ortamdan nefret etmektedir ama kendisinde, kendisini bu ortamın dışına çıkaracak gücü ve cesareti de bulamamaktadır. Bu, bir iç çatışmadır. Aynı Rose, nişanlısı Cal ve annesi ile de sürekli çatışma halindedir. Bu da kişisel çatışmadır. Son olarak da, gemi buzdağına çarptıktan sonra doğa koşullarına karşı büyük bir mücadele verir. Bu da dış çatışmadır. MATRIX'ten örnek verelim: Neo, kendisinden emin değildir. Gerçekten de "seçilmiş kişi" midir acaba? Bu, iç çatışmadır. Nebukadnezzar'ın mürettebatından Cypher Neo'yu ve diğerlerini fena halde satar. Bu, kişisel çatışmadır. Son olarak da Neo Ajanlar ile kıyasıya mücadele eder. (Ayrıca gemidekiler de "sentinel"ler ile boğuşur). Bu da dış çatışmadır. ÖRÜMCEK ADAM 1'den bir örnekle bitirelim: Peter Parker kendisi ile mücadele etmektedir. Doğru olan nedir?: Üstün güçlerini kullanarak para kazanmak mı yoksa karşılıksız olarak başka insanlara yardımcı olmak mı? Bu, iç çatışmadır. Parker, sevdiği insanlar ile de çatışma halindedir. Amcasıyla, Mary Jane ile (bu çatışma 2. filmde doruğa çıkar), arkadaşı Harry Osborn ile. Bu da kişisel çatışmadır. Parker dış dünya 102

ile de çatışma halindedir: Yeşil Cin ile ve onun yarattığı çeşitli tehlikeli durumlarla, New York'taki çeşitli suçlularla ve yangın vb. gibi felaketlerle. Örümcek Adam'ın başarısı, filmin herhangi bir saniyesinin çatışmasız olmaması ile çok yakından alakası vardır. (EŞKİYA'daki çatışma türlerini de siz bulun) *** Gelelim babamın bana yapmadığı ve benim size yapacağım iyiliğe. Tabii ki para vermeyeceğim, bir şeyler anlatacağım. O da şu: "Yazdığınız her sahnede çatışma olsun." Bu kadar. (İşte babam bana bunu söylemedi. Bu bilgiye ulaşana kadar ne kadar boş - çatışmasız - sahne yazdım, anlatamam.) Sanırım biraz açmam gerekiyor. Şöyle diyeyim. Sahnenizde ne oluyor olursa olsun, bu sahneyi eğer ilginç, izlenmeye değer, komik, eğlenceli kılmak istiyorsanız, sahnenize yukarıda anlatılan üç çatışma tarzından birini ya da bir kaçını (en fazla üç tane var zaten) koyun. Sahneniz aniden renklenecek ve okunması / izlenmesi zevk veren bir şeye dönüşecektir. Size önce bir kötü örnek, bir de iyi örnek vereyim. Kötü örnek "Organize İşler"den. Filmi izleyenler hatırlayacaktır, bir sahnede Yılmaz Erdoğan ile Tolga Çevik deniz kenarında konuşmaktadır. Güya bu duygusal bir sahnedir. İki "konuşan kafa" (Amerikalılar böyle derler, "talking heads") bir sürü laf söylerler, fonda deniz olduğu halde. Bize seyirci olarak "bitse de gitsek" dedirten sahnelerden biridir. Zira bir çatışma yoktur bu sahnede. Tamam, bu iki karakter arasında bir çatışma yok, hikaye icabı; ama en azından karakterlerin iç çatışması ya da dış çatışması olabilirdir. Nasıl mı? "Terminator 2" filminin orta noktasından (yani Sarah Connor ve avanesi Meksika civarına gittikten) sonra, John Connor (çocuk) ile Arnold (Terminator) arasında bir diyalog geçer. Bu sahnede John, Arnold'a annesini anlatmaktadır. Ama bu arada Arnold da kamyoneti tamir etmektedir. Yani konuşmaların zemininde aslında (çok önemsiz gibi görünse de) dış dünya ile yaşanan bir çatışma vardır. Bu iki tip bir banka oturup da o konuştuklarını konuşabilirlerdir. Ama hayır, Cameron bu sahnede dahi ufak da olsa bir çatışma unsuru koyar. İnsanlar (seyirciler) belki bilinçli olarak bunu bir çatışma olarak algılamayabilirler, ama neticede ilginç bir şey olmaktadır. Bir makina (Arnold) bozuk bir kamyonet ile cebelleşmektedir. Ve bu sahnenin, deniz fonu önünde dikilip konuşan iki tipten çok daha ilginç olduğu kesindir. Bu konuyla ilgili binlerce örnek vermek mümkün. Ama şimdi uğraşamayacağım. Artık siz, sevdiğiniz bir filmi seyrederken, "ben bunu neden seviyorum?" sorusunun yanıtın en azından bir bölümünün bu olduğunu biliyorsunuz. İyi senaryo yazmak da, bu tür çatışmaları (tabii ki suni değil, gerçekçi olanları) yaratmaktan geçiyor. *** İşte size babanızın bile yapmayacağı iyilik bu. Bu bilgi: Her sahnenize bir tür çatışma koyun. İç çatışma, kişisel çatışma, dış çatışma. Emin olun, bu çatışmalar gerçekçi olduğu (yani hem hikâyenin gerçeğine, hem de gündelik hayat gerçeğine uyduğu) sürece, yazdıklarınızın seyrine doyum olmayacaktır. posted by gezgin @ 12:07 AM Perşembe, Mart 09, 2006 "V" FOR VASAT Bu aralar "Matrix 2"yi seyrediyorum ("Reloaded"). Bir film bu kadar mı boş olur?! Oluyor işte. Ama o boş film gişede 735 milyon dolar yaptı. Ama bence bu gişenin arkasında, filmin kalitesi değil, "Matrix 1"in yarattığı beklenti yatıyordu. Netekim, 2. filmin kötülüğünü gören izleyiciler, 3.süne ("Revolutions") pek iltifat etmediler (424 milyon dolar). İlkinden 100 milyon dolar daha fazla bütçeyle çekilen 3. film, ilk filmden (456 milyon dolar) daha az iş yaptı. Bu durum, "Kurtlar Vadisi Irak" filmini anlamamıza da yardımcı oluyor bence. Ama burada bu konuya daha fazla değinmeyeceğim. Kendiniz anlayın artık. Beni asıl ilgilendiren, büyük ölçüde Wachowski Biraderlerin etkisini taşıyan ve yakında gösterime 103

girecek bir film: "V for Vendetta" (yani "Kan Davasının K'sı"). Filmin fragmanı ortalıkta dolanmaya başladı bile. İzlemek isteyenler http://www.apple.com'daki fragmanlar ("trailers") bölümüne bakabilir. Lakin filmin bence pek bir gelecek vaadetmediğini söylemeliyim. Çünkü film, ilginç bir biçimde sakat bir düşünceye dayanıyor: Sanki gelecekte bir zamanda insanlar görüntü itibariyle mükemmel bir dünyada yaşıyorlarmış da, birileri bu görüntünün ardındaki gerçeği ortaya çıkarıyormuş. Wachowskiler Matrix'teki hikayeyi yine pişirip önümüze koyacaklar anlaşılan. Ama fragman, bunu çok kötü bir biçimde yaptıkları izlenimini veriyor. (İlginç bir biçimde, film iyiyse fragmanı da iyi oluyor. Kötü filmden iyi fragman çıktığı, çok nadirdir.) Son zamanlarda, bilimkurgu filmlerinde bu tür sanal mükemmel dünyaların yıkılışını seyrettik: "Equilibrium" ("İsyan" adıyla oynadı sanırım), ve "Aeonflux" (şu Charlize Theron'lu film) bunlardan ikisi. Biraz eskilere bakarsak, "Demolition Man" de söylenebilir (W. Snipes, S. Stallone). Bu tür hikayelerde şöyle bir sorun var: Amerika'nın Irak'ı işgal ettiği ve kafasına estiği her ülkeyi işgal edebileceği, kuş gribinin bir hayalet gibi bütün dünyayı aylardır korkuttuğu, ilkim bozukluğunun artık çocuklar tarafından bile fark edildiği bir dünyada, hiç kimse geleceğin "mükemmel gibi" görünmesini beklemiyor ki?! Bu "ultra gerçekçiliğimiz" yüzünden, "gelecekte insanlar görünüşte mükemmel ama aslında kokuşmuş bir dünyada yaşayacaklar" diye hikayeni anlatmaya başlarsan, kimse sana inanmaz. Hikayeni "gelecekte insanlar berbat bir dünyada yaşayacaklar ve aslında hayat göründüğünden de berbat olacak" dersen biraz inandırıcı olabilirsin. Çünkü o birinci berbatlığı halihazırda yaşıyoruz, çok şükür! "Matrix 1"in tutulma nedeni bu gerçekçiliğiydi. Sıradan, sıkıcı, hatta boğucu bir hayat, ve o hayatın altında olan daha da berbat bir hayat. "Blade Runner" da öyleydi. Korkunç bir gelecek daha da korkunç bir gerçeklik: "Ben bir klon muyum?". Artık kimse, "Gelecek korkunç olacak mı?" diye sormuyor. Sorulan soru şu: "Gelecek ne kadar korkunç olacak?" *** Güncelleme: 12 Mart 06 "Matrix 3"ü de seyrettim. Onu da genel olarak beğenmedim - ilk seyrettiğimde olduğu gibi. Ama yiğidi öldürelim, hakkını yemeyelim: "Matrix 2"deki otoyol sahnesi ve "Matrix 3"teki son savaş sahnesi gerçekten çok güzel çekilmişler. Lakin bu sahneler, tek başlarına içinde bulundukları filmleri kurtarmaya yetmiyorlar. "Matrix 1" ise tek başına, baştan sona çok çok iyi bir film. Hatta neredeyse mükemmel. Bu üç filmin bir üçleme olduğuna inanmak neredeyse imkansız. posted by gezgin @ 11:02 PM Pazartesi, Mart 06, 2006 VAY CANINA: "SCREENPLAY"IN YENİ BASKISI ÇIKMIŞ! "O da ne?" demeyin. Son 25 (yirmibeş) yılda Amerika ve Avrupa'da (ve aslında dünyanın her yerinde) senaryo yazarlığını en çok etkileyen kitap: SCREENPLAY (ilk baskısı 1979). Yazarı da Syd Field adlı bir amca. Lakin biz bilmiyoruz. Neden? Çünkü Türk Yayıncıları 25 yıldır dışarıda "ben senaryo yazıyorum" diyen her Allah'ın kulunun kütüphanesinde birkaç kopyası bulunan bu kitabı Türkçe'ye kazandırmayı akıl etmediler. Neden? Cevap çok basit: Para getireceğini düşünmedikleri için! (Alın size kapitalizmin bir nimeti daha! Para yoksa hiçbir şey yok).

104

En işe yaramaz (solcu, sağcı, dinci, edebi, vb. fark etmez) kitapları sanki büyük bir maharetmiş gibi cayır cayır bastılar, çoğu depolarda çürüdü ya da geridönüşüm işlemine tâbi tutularak yeniden kullanıldı. Ama birinin aklına Syd Field'ın bu kitabını basmak gelmedi. Bilmiyor olabilirler mi? Mümkün değil. Çünkü sinema ile ilgili başka yüzlerce kitap basıldı. Hatta Syd Field'da çokça alıntı yapan Michel Chion'un kitabını bile bastı AFA, ama Syd Field Türkçe'de yok. "Ee, sana ne?" diyeceksiniz. Demeyiniz. Son 25 yıldır film diye önümüze konunan kalitesizlik başyapıtlarının ardında senaryo konusundaki DERİN BİLGİSİZLİK yatıyor. Bu hastalığın en iyi tedavi yöntemi ise, bildiğiniz gibi, BİLGİ. O da "kitap" dediğimiz şeylerden elde ediliyor. Ve bunları da yayınevi denen kurumlar basıyor... Sadece yayınevi sahipleri suçlu değil. Bir sürü sinema derneği - vakfı - vesairesi var bu ülkede. Ne işe yararlar? Kendi elemanlarına rahat rakı içebilecekleri ve boş boş tartışacakları lokaller kurmaktan başka? Yahu, oyuncu dernekleri bile bu işi yapabilirdi, eğer işin ucunun aslında kendilerine dokunduğunu görebilecek ferasette olsalardı. Peki üniversiteler ne işe yarar? Bu ülkede başta Mimar Sinan ve Ankara Üniversiteleri olmak üzere sinemayla ve dramatik yazarlıkla ilgili bir sürü okul var. Bunların hiçbirinin aklına 3 bin dolar bastırıp bu kitabın Türkiye yayın haklarını almak gelmez mi? Yahu bunu yapsalar sadece 2 senede döner sermaye ile bu para bu işi yapan bölüme geri dönerdi, kazanılacak prestij da işin cabası. Ama hayır. 2006 yılında dahi Mahmut Tali Öngören'in senaryo kitapları kitapçıların raflarında duruyorsa, bu ayıptan başka bir şey değildir. *** Aynı derecede önemli olan iki kitap daha var: "Writing Screenplays That Sell" (1987, Michael Hauge) ve "Story" (1997, Robert McKee). Bunlar da Türkçe'de yok. Ve bizimkiler bunlarda anlatılanları bilmeden "Kurtlar Vadisi" "Babam ve Oğlum" ya da "GORA" gibi filmleri yazıp önümüze film diye atıyorlar ha! Vay canına! VAY-CA-NI-NA! *** Kendinizi 15 yaşından 40 yaşınıza atlamış gibi hissedin. Aradaki 25 yıl yok. Hapse ya da komaya girdiğinizi düşünün. Kendinizi nasıl hissedersiniz? Büyük bir üzüntüye büyük bir öfke de eşlik etmez mi? Benim hissim öyle bir şey işte. Son 25 senede "iyi Türk filmi" olarak bulabildiklerimin bir elin parmaklarının sayısını aşmamasına şaşmamalı. Ama bu "şaşkınsızlık" üzülmeme ve daha da çok kızmama mâni değil. Yazık. Çok yazık! posted by gezgin @ 4:55 PM Salı, Şubat 28, 2006 KARAKTER İKİ KELİMEDEN OLUŞUR: BASKI ve SEÇİM Aşağıdaki yazılarda sık sık karakter yaratmaktan ve karakter türlerinden bahsettik. "İçe dönük dışa dönük karakterler" "A tipi - B tipi karakterler" "Kendine güvenmeyen karakterler", vb. Tabii bir karakterle ilgili nitelikler bunlarla sınırlı değildir. Karakteriniz yardımsever mi, değil mi? Korkak mı, değil mi? Dedikoducu mu, değil mi? Özverili mi, bencil mi? Dürüst mü? Bunlar da karakterinize, hikayenizin ihtiyaçları doğrultusunda derinlik katan başka özelliklerdir. Diyelim ki bir senaryonuz için bir karakter yarattınız: bu kişinin dışa dönük, A tipi, ama korkak biri olmasını istiyorsunuz. Çünkü hikayenizi anlatabilmeniz için böyle birine ihtiyacınız var. Peki bu kişinin bu karakter özelliklerini hikayede nasıl verirsiniz? Bu karakterin kendisi için "Ben dışa dönük, A tipi ama korkak biriyim" demesi mi lazım? Ya da bir arkadaşı onun için bu sözleri mi sarf etmeli? Kesinlikle hayır! Bunlar, bir kişinin karakter özelliklerini seyirciye anlatmanın en kötü yollarındandır. (Yine de çok sıkıştığınız zaman kullanılabilirler - özellikle de ikincil ve üçüncül karakterler için. Çünkü ortalama bir hikayede her karakterin özelliğini dramatize etmek mümkün değildir. Zaman yetmez.) 105

Filmin baş kişilerinin karakter özelliklerini göstermenin en iyi yolu, onları BASKI altında SEÇİM yapmaya zorlamaktır. Karakter konusunda bu iki sözcük, büyülü gibidir: BASKI ve SEÇİM. Yani filmin baş kişisine, onun hayatından bir yerden bir BASKI uygulamalısınız. Dış ya da iç koşullar onu belirli bir konuda harekete geçmeye ZORLAMALI. Kahramanınız, evinde koltuğunda rahat rahat otururken aklına aniden bir fikir gelip "Yahu, ben şunu şöyle yapayım" diyerek harekete geçmemeli genelde hiçkimse böyle harekete geçmez zaten. Mutlaka bir zaruret söz konusudur. İşte kahramanınızı harekete geçiren şey, BÜYÜK BİR ZARURET olmalı. Onu iliklerine kadar zorlamalı, terletmeli, sıkıştırmalı. Bu zorluk karşısında kahramanınızın bir kaç seçeneği olmalı. Bunlardan kimi "doğru" seçeneklerdir, kimi de "yanlış" seçeneklerdir. Seyirci genelde doğru ile yanlışın ne olduğunu iyi bilir - eğer bilmiyorsa, siz onlara durumla ilgili yeterince bilgi vermediniz demektir. Kahramanınız, işte bu baskı altında yaptığı seçimle ve belirlediği hareket yönü ile kendi karakterini ortaya koyar. Ondan önce ve ondan sonra kendi kişiliği hakkında ne dediğinin hiçbir önemi yoktur. Önemli olan zor zamanlarda ne yaptığıdır. Kahramanınıza uyguladığınız baskı ne kadar büyük olursa, onun hakkında elde edeceğimiz bilgi de o kadar gerçek ve derin olur. Kahramanınız ne kadar çok şeyi tehlikeye atarsa, o özelliği o kadar belirginleşir. Yaşlı bir kadını yoldan karşıdan karşıya geçiren insanın iyilikseverliği ile kendisinin dahil olmadığı bir trafik kazasındaki yaralıları hastaneye götüren kişinin iyilikseverliği arasında derece olarak fark vardır. Bir karakter, doğruyu söylemenin kendisine bir şey kaybettirmeyeceği bir durumda doğruyu söylerse, bu seçim onun hakkında çok fazla ve önemli bilgi vermez. Ama bir kahraman, yalan söylediğinde hayatını kurtaracağı bir ortamda doğru söylemeyi tercih ediyorsa, bu seçim DÜRÜSTLÜK'ün bu insanın karakterinin çok önemli bir parçasını oluşturduğunu gösterir. (McKee, sayfa 101) *** Bu konuyla ilgili olarak aklıma gelen ilk örnek, "Örümcek Adam 2" filminden. Filmin başında kahramanımızı zor günler geçirirken görüyoruz: Peter bir pizzacıda dağıtıcı eleman olarak çalışmaktadır. Ama anlaşılan şimdiye kadar hep işlerini aksatmıştır. Bunun nedeni ise aynı zamanda Örümcek Adam olması ve insanlara yardım etmesidir. Filmin ilk sekansında, pizza dükkanının sahibi Peter'a son bir şans verir: Çok kısa bir sürede, tıkanık bir trafikte, çok uzak bir mesafeye gitmesi gerekmektedir, aksi takdirde Peter, çok ihtiyaç duyduğu bu işten olacaktır (= BASKI). Peter pizzaları alır ve yola koyulur. Trafik çok sıkışık olduğu gibi diğer araçlar da onu sıkıştırarak işini zorlaştırırlar (= BASKI). Siparişi zamanında götüremeyeceğini (ve işten atılacağını) anlayan Peter giysilerini değiştirir ve Örümcek Adam olarak pizzaları götürmeye karar verir. Peter binadan binaya sallanarak gideceği adrese doğru yol alırken iki küçük çocuğun bir topun peşinden koşarak yola fırladığını ve bir kamyonun da hızla çocuklara doğru ilerlediğini görür (= BASKI). Peter pizzaları bir balkona koyar ve çocukları kurtarır (= SEÇİM)! Bu hareketi Peter'a çok zaman kaybettirir. Peter pizzaları vaktinde yetiştiremediği için çok ihtiyaç duyduğu işinden atılır. Bu sekans bize Peter'ın başkalarını kurtarmak için kendi hayatını tehlikeye atmaktan çekinmeyen biri ( = bir KAHRAMAN) olduğunu, BASKI altında yaptığı bir SEÇİM ile gösteriyor. Biz de hiç düşünmeden ikna oluyoruz. Bu mesajın başka (ve yanlış) bir biçimde verilme çabası şu olabilirdi: Peter bir barda tanıştığı bir kızla içki içerken ona uzun uzadıya kendisinden bahseder, "Ben aslında şöyle biriyim, böyle biriyim" diye. Kız da içkisinin üzerinden gülümseyerek Peter'ı seyreder ve aklından "Ben senin asıl niyetini çok iyi biliyorum" cümlesi geçer. *** Bir başka örnek de "Matrix"ten. Filmin başlarında Neo, kuryenin kendisine getirdiği telefondan Morpheus ile konuşur. Morpheus onu kendisini tutuklamak üzere gelen Ajanlara karşı uyarır. Neo da 106

onun sözünü dinleyerek ajanlardan bir süre kaçar, binanın dışına çıkar. Çok kritik bir anda, bir pencerenin kenarından sallanırken (arkasında Ajanlar, önünde binadan düşme tehlikesi = BASKI) Neo kaçmaktan vazgeçer ve teslim olur. Neo'nun bu anda yaptığı SEÇİM, onu film boyunca takip edecektir. Ta ki filmin finalinde, kendisine gerçekten İNANARAK Ajanları alt edene kadar. İşte tam o anda Neo "Seçilmiş Kişi" hüviyetini kazanır, daha önce ise sadece bir adaydır. Çünkü bunu baskı altındaki seçimleri ile kanıtlamış değildir. *** Bu durum gerçek hayatta da böyledir aslında. İnsanların size ne kadar "canım, cicim, dostum, sevgilim" dediği önemli değildir. Önemli olan, ZOR zamanlarda (= BASKI) o "canımın, cicimin" ne yapmayı tercih ettiğidir (= SEÇİM): Kaçıp gidiyor mu, kalıp dayanıyor mu? Uzaktan seyrediyor mu, yoksa yardım mı ediyor? Yalana başvurup paçayı kurtarıyor mu, yoksa doğruyu söyleyip sıkıntıya mı katlanıyor, vb. *** Kahramanınızın hangi özelliğini ön plana çıkarmak istiyorsanız, ona uygun bir baskı oluşturmanız gerektiğini unutmayın. Cesaretini göstermek istediğiniz bir insanın yardımseverliğini gösterirseniz, izleyici "Ne oluyoruz?" der. Ya da bir insanın korkaklığını göstermek istiyorsanız onu korkutucu bir ortama koyun, eğlenceli bir ortama değil. Bu tür baskılar genelde film boyunca devam eder ve en büyük baskı filmin doruk noktasında gelir. Ama o zamana kadar kahraman hakkında az çok bir fikir edinmiş olmamız gerekir. Bu da filmin yaklaşık ilk 10 dakikasında edinilir. İşte bu ilk 10 dakikaya, kahramanınızın film boyunca tekrar tekrar sorgulanacak karakter özelliği ile ilgili baskı dolu bir sahne koymanız yerinde olur. posted by gezgin @ 9:35 AM

3 comments

Pazartesi, Şubat 27, 2006 KURTLAR VADİSİ: HİKAYEDEN IRAK, ALLAH'A YAKIN! DİKKAT: Bu yazıyı okumak, Kurtlar Vadisi Irak filminin seyir zevkine hiçbir etkide bulunmaz. Yazıyı rahatlıkla okuyabilirsiniz... *** "Kurtlar Vadisi Irak", kötü bir film. Nokta. Neden? Müziğinden oyunculuğuna, yönetmenliğinden senaryoya kadar bir çok neden var. Aklıma geldiği sırayla yazacağım: 1) Filmlerde müziğin çok önemli bir fonksiyonu vardır. Henüz görüntülerde belirli bir duygu yokken seyircide bir duygu uyandırır: korku, heyecan, sevinç, romantizm, vb. Ve bunu, akla hitabeden hikayeden farklı olarak bilinçaltına hitap ederek yapar. Yani hiç kimse, müziğin etkisinden muaf değildir. Sahne sanatlarında müziğin bilinçli olarak kullanımına en ilginç katkılardan biri Richard Wagner'den gelmiştir, biliyorsunuz. Belirli bir müzik temasını belirli karakterlerle özdeşleştirmiş, "leitmotiv" denen uygulamayı başlatmıştır. O günden beri de müzik, özellikle tiyatro ve (Wagner'den çok sonra çıkan) sinemada bu şekilde kullanılmıştır. Akla örnek olarak hemen, Darth Vader ya da Terminator eşliğinde çalınan müzikler geliyor. "Kurtlar Vadisi Irak"ta (KVI) ise müziğin yanlış kullanımı ile ilgili bir çok örnek var. Bunların en belirgini bence, düğünden toplanıp hapishaneye götürülenlerin kamyondan boşaltılırken KV'nin ana temasının çalınmasıydı. Bu tema 2,5 sene boyunca sadece Polat Alemdar veya ona çok yakın birileri sahnedeyken duyulmuştu. Biz (seyirciler) de ona göre koşullanmıştık. Vesaire... 2) Filmdeki oyunculuk da şaşırtıcı derecede vasat. En iyi performans Billy Zane'den geliyor, ki o da ortalamanın sadece biraz üzerinde. 3) Filmin tabii ki en büyük sorunu, hikayesiyle ilgili. Bu filmin de bir hikayesi yok. Yani, aslında bir şeyler var ortada ama buna hikaye denir mi bilemem.

107

Şöyle ki: Filmin en başta çıkış noktası sakat: Bir Türk subayı, "çuval olayı"ndan dolayı intihar eder. Polat Alemdar da bunun sorumlusundan intikam almak için Irak'a gider. Hikaye bu haliyle ilgi çekici gibi duruyor. Millet olarak bizi etkilemiş ("neden?", tartışılır) bir olay hikayenin merkezine oturtularak "parlak fikir" ("high concept") kavramından faydalanılıyor. Ama fikrin parlak olması, hikayenin sağlam olmasını garantilemiyor. Örneğin Polat Alemdar'ın ölen subayı nereden ve nasıl tanıdığı hiç anlatılmıyor. Biz kafa yormak suretiyle bunu bulabiliyoruz (her ikisi de istihbaratçı olabilir) ama eğer Polat'la beraber Kuzey Irak'a gideceksek, bu bağlantının açık seçik gösterilmesi gerekirdi. Bir varsayıma dayanarak, subayın ölümünün Polat'ı harekete geçirmiş olduğunu kabul etmek çok zor. Dikkat edin: Polat'ı harekete geçiren "çuval olayı" değil, arkadaşının ölümü. Çünkü Polat çuval olayı üzerine değil, arkadaşının ölümü üzerine Irak'a gidiyor. Arkadaşı ölmese, belki de hiç gitmeyecek. İşte bu nedenle arkadaş ile Polat'ı ilişkilendirmek (yani aradaki ilişkiyi bir flashback ile filan göstermek) şarttı. Bir başka nokta: Çuval olayı aslında neydi? Medyanın bize bolca yorumlayarak sunduğu gibi mi oldu? Ya da şöyle sorayım: Çuval olayının gerçek anlamı neydi? Gerçekten onurumuz mu çiğnendi? Burada günlük hayatta da çok karıştırdığımız iki kavram üzerinde durmak gerekiyor bence: onur ve gurur. Bir çok insan bu ikisini birbiriyle aynı zanneder. Oysa değildir. Onur ("honour"), bir insanın içsel değeridir. Dış dünya ile bir ilgisi yoktur. O insanın karakterinde taşıdığı özelliklerden (dürüstlük, ahlak, sözünde durma, vb.) doğar. Belirgin bir dış tezahürü olmayabilir. Yani bir insan dışarıdan son derece düzgün görünürken, bütün dış görünümle ve davranışlar ilgili toplumsal kurallara uyarken ya da uyar gibi görünürken, asla rezil olmazken, aslında onursuz biri olabilir, onursuz şeyler (olumlu iç değerlere dayanmayan şeyler) yapabilir. Gurur ("pride") ise dış dünya (toplum) ile ilişkimize ilişkindir. Başkalarının gözünde de imajımızı sağlam ve ayakta tutma çabasıdır. Rezil olmak ya da olmamakla ilgilidir. Bir otobüs durağı dolusu insanın önünde ayağınız takılarak çamurun içine düştüğünüzde gururunuz (başkalarının gözündeki olumlu imajınız) incinir, onurunuza (içsel değerinizi artıran şeylere: dürüstlük, ahlak, vb.) bir şey olmaz. Bu nedenle dinsel öğretiler genelde "gurur insanın içindeki şeytandır" der. İnsana, sırf başkalarına iyi görünmek için, onursuz şeyler yaptırdığı için. Sanırım bu ikisi arasındaki fark anlaşılmıştır. Gelelim bu ayrımın filmdeki anlamına: Filmde (ve filmin sitesinde), çuval olayının onurumuzu incittiği söyleniyor. Küllen yanlış! Çuval olayı sadece gururumuzu incitti, o kadar. Oradaki Türk askeri ahlaken yanlış hiçbir şey yapmadı. Korkak davranmadı. Maddi kazanç için vatanını satmadı. Sayısal olarak ezici üstünlüğe sahip karşıtlarına, o da üstlerinden gelen emirler doğrultusunda, boyun eğdi o kadar. Askerlerin başına çuval geçirilmesi ise, (dünya haberlerini izleyenler mutlaka farkındadır), Amerikalıların istisnasız herkese yaptığı bir uygulama (bkz. Guantanamo mahkumları). Yani özellikle Türklere ya da Türklüğe hakaret amacıyla yapılmış bir davranış değil. Üstelik, Amerikalılara teslim olmanın alternatifi, askerlerimizin çarpışarak ölmesi! Yok ya! O kadar kolay mı vatan evladını harcamak?! Başka bir ülkedeki bir merkez basılıyor diye hemen silaha sarılınır mı? Allah'tan komutanlar buna izin vermemişler de olay çok daha vahim (ve yanlış!) bir hal almadan engellenmiş. Ee? Yani askerlerimizin savaşmaması doğru (yani, filmin başındaki subayın söylediği "Atalarımıza layık olamadık" lafı düpedüz yanlış!). Öyleyse Polat Alemdar neyin intikamını alıyor? That is the question! İşte asıl mesele bu! Hikayesizlik burada başlıyor. Ve buradan bütün filme yayılıyor. Polat'ı motivasyonsuz bırakıyor. Aslında hepimiz (açık bir biçimde söylesek de söylemesek de) "Polat'ın davasının o kadar da önemli olmadığını" biliyoruz. Bu nedenle de onunla özdeşleşmiyor, onun eylemlerini anlamlı ve haklı bulmuyoruz. Sonuç olarak da duygulanmıyor, heyecanlanmıyor, sevinmiyoruz. 108

*** Polat'ın ne yapmak istediği de çok belli değil. Görünüşte Polat'ın tek amacı Sam'in ve adamlarının başına çuval geçirip onları rezil etmek (ne asil bir dava!). Ama daha sonra onları öldürmeye karar veriyor? Neden? (Acaba bunun açıklandığı yerde gözüm açık uyumuş olabilir miyim? Gerçekten hatırlamıyorum.) Polat Sam'in öldürme girişimlerinin ilk üçünde başarısız oluyor. Şimdi bu, filmin 90 dakika olması için gerekli. Çünkü ilk girişiminde öldürseydi, film yaklaşık 30 dakikada biterdi. Ama senaristler, bu başarısızlığın Polat'ın imajı için kötü olduğunun farkında değiller mi? Dizide herşeyi yapmaya muktedir bir Polat ile karşı karşıyayken filmde üç defa "çuvallayan" bir Polat görüyoruz. Ama bitmedi, daha kötüsü var. Filmde bir çatışma yok. "Nasıl yani?" dediğinizi duyar gibiyim - eyvah, gaipten sesler de duyuyorum artık! ;) Şöyle ki, Polat amacına ulaşmaya çalışırken hep gizlenmek zorunda. Vuruyor ve kaçıyor. Eh, kaçmanın çok fazla çatışma içermediğini anlamak için dâhi olmaya gerek yok. Polat sadece saldırı anlarında (bunların ikisinde de gizli bir biçimde) düşman ile karşı karşıya. a) Birinci karşılaşma otelde (filmin başında askerleri boşu boşuna harcamalarından hiç bahsetmiyorum). Ama bu sahne de çok fena "Kodadı: Kılıçbalığı". Ve bir çok hata içeriyor. En önemlisi, Polat'ın otel müdürüne oteli boşalttırdıktan sonra, elinde şantaj yapmak için hiçbir kozun kalmaması! Boş oteli uçursan ne olur, uçurmasan ne olur? Hatta uçursan, kendin de ölürsün, ki bu kozunun sıfırın da altında olduğu anlamına geliyor. İlahi Polat! Sana gizli serviste böyle mi öğrettiler?! b) İkinci karşılaşmada Polat Sam'i uzaktan vurmak istiyor. Otelin tam karşısındaki binanın çatısında "yeşil kamuflaj" yapıyor - her taraf sarı ve tonları ile kaplıyken! Ama bu kez de suikasti gerçekleştiremiyor - bir canlı bomba nedeniyle. Polat da eli boş dönmemek için (şimdi senarist açısından düşünün: Polat'ı çatıya çıkardınız, eline dürbünlü tüfek verdiniz, kamuflaj yaptırdınız... mutlaka bir iki el de ateş ettirirsiniz değil mi?) arkadaşlarını korumak amacıyla bir iki el ateş ediyor. Sonra da çok dâhiyane olmayan bir biçimde kaçıyor. c) Üçüncü karşılaşma, kaçırılmış bir fırsat örneği. Polat ve arkadaşları hareket halindeki bir trene atlayıp bir piyanoya bomba yerleştiriyorlar. Ama ne trene atlayışı görüyoruz (yönetmen burada "akıllı davranmış") ne de bombanın nasıl yerleştirildiğini. Oysa trene atlayış, aksiyon filmlerinin vazgeçilmez sahnelerindendir. Niye göstermemişler ki? Çok ucuza bulunabilecek üç dublör bunu yapabilirdi. Gary Busey'i getireceklerine (ki o doktor rolünü O'nun oynamasının hiçbir fonksiyonu yok) dublör getirselermiş, daha etkili olurmuş. Trenin onca sarsıntısında patlamayan bomba, Sam'in karargahındayken nota dayanağı üzerine düşünce patlıyor! Ve yüzüne doğru pencerelerin patladığı Sam, ufak sıyrıklarla olayı atlatıyor! İnanıp inanmamak size kalmış... *** Senaryodaki garipliklerden biri de Memati, Abdülhey ve Güllü'nün orada ne yaptığı ile ilgili. Bu çocukların hemen hiçbir dramatik fonksiyonları yok. Polat'a çok yardımcı oldukları da söylenemez. Mantıksal olarak Polat'ın böyle bir işe kendi başına kalkışmaması gerekir tabii (ama, mesela Jack Bauer'den böyle bir şey bekleyebiliriz), ama biraz işin ucundan tutsalar iyi olurdu. Resmen dekor olsun diye gitmişler Kuzey Irak'a. *** Senaryonun yazılışında (özellikle de ilk 30-40 dakikada) bir gariplik var. Bir taraftan Polat'ı ve adamlarını görüyoruz, bir taraftan da düğün baskınını ve hapishaneyi. Bu iki hikaye kolu (bu konuya aşağıda bir yerde değinmiştim) ilk 30 dakikada çok sık değişerek karşımıza çıkıyor. Biz de seyirci olarak "Bunlar arasında bir bağlantı olmalı, ama ne?" diye kendimize durmadan soruyoruz. Meğersem diğer (yani Polat'lı olmayan) hikaye kolu, 1) filmin kadın kahramanının motivasyonunu yaratıyormuş 2) Amerikalıları kötü ve iğrenç göstermeye yarıyormuş. Ama bunlar, hikaye ile doğrudan bağlantılı olmadığı için senaryonun hızına büyük sekte vuruyorlar. *** Burada, yukarıdaki ikinci maddeyi biraz daha açmak gerekiyor. Polat'ın Kuzey Irak'ta bulunuş nedeni, oradaki halkın çektiği acıların yanında gerçekten komik kalıyor. Adamlar can derdinde, Polat yabancı bir ülkede, aslında onurla hiç alâkası olmayan bir şey için atraksiyonlar yapıyor. Polat, durumunun komikliğini Sam ile ilk kez otelde karşılaştığında kendi de söylüyor zaten: "Ben siyasetçi değilim..." ile başlayan konuşma. Polat kendisini ne kadar komik düşürdüğünün farkında mı? Ne yazık ki 109

değil galiba! *** Filmde ne işe yaradığını anlamadığım bir DİNSELLİK var (bkz. başlık). Filmdeki şeyh ve onun etrafındakiler bir yandan, Sam'in dini görüşleri bir yandan, "Ne oluyoruz?" dedirtiyor. Amerikalılar büyük bir ahlaksızlık sergileyerek bir ülkeyi işgal etmişler, tamam. Ama bu işgali din teması üzerinden göstermek neyin nesi oluyor? Aslında Şaşmaz biraderlerin ve çevrelerinin geçmişini inceleyince durumu biraz daha anlıyorsunuz. Şaşmaz'lar Irak işgalini dini bir perspektiften görüp yorumlamayı tercih ediyorlar. Ya da, bu perspektifi de araya sıkıştırmadan edemiyorlar diyelim. Bu kişisel bir tercihtir. Olabilir. Ama filmin dramatik yapısına bence oturmuyor. Ortada dinle ilgili bir mesele yok aslında. Bu düpedüz askeri, siyasi ve ekonomik bir mesele. Hele filmin ortasındaki zikir ayinini bir yere bağlamak gerçekten de mümkün değil. Eğer film, şeyhin yaptıkları ve söyledikleri ile, Amerikan işgalinin dini bir fonksiyonu olduğunu iddia ediyorsa (ki ne yazık ki öyle görünüyor) fena halde yanılıyor. Bu işler dini düzlemde çözülmez. Bunu da en iyi, kendi ülkesini süngüyle işgalden kurtarmış bizler biliriz! *** Polat ile kadın karakter arasındaki ilişki de çok zayıf ve yer yer yanlış. Kadının bizimkileri fark edip kurtarması zaten çok miktarda mantık hatası içeriyor. Ama onun ötesinde, Polat'la herhangi bir duygusal yakınlaşması yok. Kız ölünce Polat neden o kadar üzülüyor peki? Elif dediydin, n'ooldu? *** Polat'ın o kadar zor koşullar altında dahi sinekkaydı traş olması hayranlık uyandırıcı bir başarı bence. Bunu da Polat'ın başarılarından biri olarak kabul etmeliyiz. Kuzey Irak'a giderken "ağır abi" pozlarından taviz vermemek için takım elbise giymeleri de ayrıca takdire şayan. *** Film, aşağılarda bir yerde yer alan "Başarısız Türk Filmlerinin Ortak Özellikleri" yazısında bahsedilen bir çok hatayı yapıyor. Gereğinden uzun sahneler, bunların en belirgini. Diğerlerini de siz bulun, hepsini sıralayamayacağım şimdi. *** Bu kadar tantanası yapılan filmin web sitesinin hemen Google'da bulunamaması da ilginç. Sebebi daha ilginç. Siteyi "Kurtlar Vadisi" olarak arayınca bulamıyorsunuz. Ben şahsen IMDB'deki linkten buldum. Ve şaşırdım. Çünkü sitenin adresi İNGİLİZCE! Bu ülkede herkes şakır şakır İngilizce konuşuyor ya! Fesuphanallah... *** Sözün özü: "Kurtlar Vadisi Irak", "Kurtlar Vadisi"nin TV'de gösterdiği başarının yanına bile yaklaşamaz bence. Eğer yönetmen Osman Sınav olsaydı, belki şansı biraz daha yüksek olurdu, ama bu senaryoyla o da çok zorlanırdı herhalde. Film 3 haftada 3,5 milyon izleyici toplamış. Ama 3. haftada salonda 10 kişiyle beraber izledim. Yine bir "Asmalı Konak - Hayat" vakası anlaşılan. "Kurtlar Vadisi" asıl başarılı olduğu yere, yani TV'ye dönse iyi olur. İlle de sineması da olsun diyeceklerse, kalıcı olabilmek için dikkat etmeleri gereken çok şey var. posted by gezgin @ 1:14 AM Cumartesi, Şubat 25, 2006 NEREDESİN HACİVAT? DİKKAT: Bu yazıda, "Hacivat Karagöz Neden Öldürüldü?" filmi hakkında yorumlar bulunmaktadır. Bu yorumları okumak, seyir keyfinizi azaltabilir. Önce filmi seyretmeniz tavsiye olunur. *** 110

Şunu en baştan söyleyeyim. "Hacivat Karagöz"ü sevmek ile çok sevmek arasında gittim geldim. Neden bir kere çok sevmek'e gidip orada kalmadığımın nedenleri aşağıda yer alıyor kısaca. Önce neden sevdiğimi söyleyeyim: Bir kere senaryo "high concept", yani "parlak fikir". Türk kültürünün bu kendine özgü iki karakterini filme aktarmak çok iyi bir düşünce. Gölge oyunu karakterlerini, aslında biraz daha gelişmiş bir gölge oyunundan başka bir şey olmayan sinema perdesine getirme düşüncesi çok hoş. İkincisi, Karagöz ve Hacivat komik kişiler. Türk sinemasında son zamanlarda "yükselen trend" olan komediye uygun. Bu nedenle de bu karakterlerin işlenmesi, ticari açından da doğru. Ben de komediyi severim ezelden beri. Üçüncüsü, tarihi bir hikaye ile karşı karşıyayız. Açıkçası ben, beni 21. yüzyıldan alıp ileriye (bilim-kurgu) ya da geriye (tarihsel) götüren her hikayeye daha en baştan fazladan puan veririm. "Hacivat Karagöz" ise, tarih konusundaki ödevini fazlasıyla iyi yapmış zaten. Filmi bir komedi olarak değil de tarihsel bir film olarak izlemek son derece (ve belki de daha) mümkün. Dördüncüsü, film bir "atmosfer" filmi. Aslında tarih filmleri kaçınılmaz olarak bu tür filmlerdir. İnsanları belirli bir atmosfere çekerler. Bunu da binlerce kostüm ve dekor parçası ile (ve kamera çalışması ile - bkz. yazının ilerleyen bir bölümü) yaparlar. Karagöz ve Hacivat'ın yapımcıları bu konuda "hiçbir masraftan kaçınmamışlar". Sadece hikayesi değil, görselliği de ilginç bir film. Beşincisi, filmde kullanılan dil. Şahsen çok beğendim. Sanki "bir tık daha" günümüz Türkçesi olsaymış daha iyi olurmuş ama bu hali bile çok güzel, çok eğlenceli idi. Altıncısı, filmin finalindeki büyük gösteri. Gerçekten de hem iyi yazılmış, hem başarılı oynanmış, hem de başarılı çekilmiş. Hacivat ile Karagöz'ün öldürülmesine neden olan bu gösteride uygulanan "gölge oyunculuğu" gerçekten de çok yaratıcı bir düşünce. Her kimin aklına geldiyse, aklına sağlık. Yedincisi oyuncu seçimi ("casting") ve oyuncuların, özellikle de Haluk Bilginer ve Beyazıt Öztürk'ün performansları. Gerçekten de hemen herkes çok iyi oynamış. Beyazıt Öztürk çok güzel bir Hacivat yaratmış. İnsan bu iki karakteri sahnede daha çok görmek istiyor. Neticet-ül kelam, bu filmi DVD'si çıkınca mutlaka arşivime katarım ve dahi def'alarca seyreylerüm. *** Gelelim filmin bir "gişe canavarı" olmasının önündeki engellere... Filmi, yarısı dolu bir salonla izledim. Rezervasyon için sinemayı aradığımda, "gerek yok" cevabını alınca bir şeylerden huylanmıştım. Ama bu "huylanış" filmden aldığım zevki azaltmadı. Filmin en büyük sorunu, Hacivat ve Karagöz'ün hikayesini yeterince anlatmaması. Dikkat ederseniz bu film aslında özelde Kadı Pervane'nin, genelde de kuruluş yıllarındaki Bursa'nın (ya da Bursa'yı kuran Osmanlı'nın) filmi. Hacivat ve Karagöz üçüncü planda kalmışlar. Bu durumu özellikle filmin ilk yarısında görüyoruz. Ben şahsen birbirinden ilginç bütün karakterleri seyretmekten büyük zevk aldım. Ama bunun benim kişisel eğilimimle bağlantılı olduğunu ve genel seyircinin bu durumdan pek hoşlanmayacağını biliyordum. Film, o devirde Osmanlı'daki iktidar ilişkilerini geliştirmek için çok uğraşıyor. Öyle ki ilk yarıda 10-15 dakika ne Hacivat'ı ne de Karagöz'ü görüyoruz. Oysa bu onların filmi, değil mi? Bu durum, ikinci bir soruna daha yol açıyor: Gülmece eksikliği. Siyasi ilişkileri geliştirmek için yapılan serim bölümünde her ne kadar mizah öğelerine yer verilmişse de yeterli olmamış. Bu kadar az mizah, seyircilerin beklentilerini karşılamıyor. Seyirciler (çok büyük bir ihtimalle) "Cem Yılmaz 14. yüzyılda yaşasaydı nasıl olurdu?"yu görmek için gelmiş durumdalar. Dönemin siyasetinin pek ilgilerini çektiğini /çekeceğini sanmıyorum. Bu iki durumu birleştirince, aslında daha filmin adından bile belli olan bir belirti ortaya çıkıyor: Bu film esasen Karagöz ve Hacivat'ı anlatmıyor, onların neden öldürüldüğünü anlatıyor. Filmin adını koyanlar, bilerek ya da bilmeyerek filmin aslında tam bir komedi olmadığını, tarihsel-siyasi bir film olduğunu bize en baştan belirtmiş oluyorlar. 111

*** Bunlar, filmin ticari açından istediği kadar başarılı olamayacak olmasının nedenleri. Bir de genel izleyicinin fark edemeyeceği bazı şeyler var. Kısaca onlara da değinmek istiyorum. Ezel Akay'ın filmin birinci yarısında gösterdiği yönetmenlik performansı ile ikinci yarısındaki performansı bence çok farklı. Birinci yarıda, kamerasını nereye koyacağını bilemeyen, "bir sahneyi en iyi nereden çekerim" düşünmeden çekime başlayan biri var sanki kameranın arkasında (Bkz. Kadı Pervane'nin ÂHİ olduğu sahne, ya da Karagöz'ün Hacivat'ı kuşağından yakalayıp ilk kez patakladığı bölüm). Ama ikinci yarıda durum değişiyor. Özellikle Orhan Gazi'nin önünde yapılan büyük gösteri son derece iyi çekilmiş ve kurgulanmış. Filmin başındaki bütün o uzun serimlemeler burada başarılı ve eğlendirici bir biçimde bağlanıyor. Filmin görüntüleriyle ile ilgili bir sorunu var. Hollywood filmlerinde görüntülerin tamamında bize geçmiş hissi veren renk teması (renk skalası) vardır. Sanki bütün görüntüler belirli bir filtre ile çekilmiş gibidir (ya da bu iş "color timing"de sağlanır). Örneğin "Aşık Shakespeare" böyle bir filmdir. Filmde altın sarısı ve onun tonları çok güzel kullanılır. Ya da "Gladyatör"e baktığımız zaman görüntülerdeki bu renk uyumunu görürüz. Karagöz ve Hacivat'ta bu uyum bazen var ama genelde yok. Bu çok büyük bir sorun değil ama halledilmiş olsaydı ben daha memnun olacaktım. Filmin müzikleri de bir miktar övgü, bir miktar da yergi hak ediyor. Zaman zaman o dönemin müzikleri son derece güzel ve doğru yerlerde icra ediliyor. Ama bazen olmadık yerlerde müzikler olmadık şekillerde ortaya çıkıyor. Yine de genel olarak müzikler güzel. Son olarak da görsel efektler ile ilgili bir şeyler söyleyeyim. Özellikle dış mekanlar ile ilgili görsel efektler dikkat dağıtacak kadar gerçekçilikten uzak. "İstanbul Kanatlarımın Altında"dan sadece biraz daha hallice. Oysa o zamandan beri bilgisayar teknolojisi ve hızı 20-30 kat gelişti. Neden başarılı olunmamış, anlamak mümkün değil. *** Ama, en başta da dediğim gibi, filmin bütününü gerçekten sevdim. İnşallad DVD'sindeki ekstralar da zengin olur da döne döne izlerim. posted by gezgin @ 1:07 PM Cumartesi, Şubat 18, 2006 MODERN İNSAN: UYARAN BAĞIMLISI Günümüzde (21. yy başı) günlük hayatın en belirgin özelliklerinden biri, insan zihninin sürekli olarak dış uyaranlar ("external stimuli") bombardımanına tutulmasıdır. Sabah gözümüzü açtığımız andan akşam gözlerimizi kapatana kadar yüzlerce, hatta binlerce dış (ve doğal olmayan, yani insan yapımı) uyaran ile karşılaşırız. Çok büyük bir ihtimalle rüyalarımız bile bu uyaranların çeşitli kombinasyonlarını içerir. Bu uyaranların iki temel amacı var: 1) İnançlarımızı ve düşüncelerimizi (ve bu sayede davranışlarımızı) şekillendirmek, 2) Bizi bir şeyler satın almaya sevketmek (Aslında bu madde, birinci maddenin bir alt dalı olarak da kabul edilebilir). Bizi bu kadar uyarana maruz bırakan sistemin amaçlarını bu yazıda sorgulamayacağım. Bu kadar uyarana maruz bırakılmamıza izin verilmesinin ne kadar etik olduğunu da. Benim burada değinmek istediğim, bu uyaran bombardımanının insan zihni üzerinde yarattığı etkiler. *** İnsan beyninin ilginç özelliklerinden biri, evrimsel olarak beklenenden çok daha gelişkin olmasıdır. Yani insan beyni, evriminin öngürdüğünden daha gelişkindir. Kurbağalar, bir kurbağanın yaşaması için gereken zekadadır, meyve sinekleri de öyle. Ama biz, yaşamamız için gerekenden çok daha zekiyiz. Yani insan beyni, bir evrim sonucu ortaya çıkmış gibi durmamaktadır (Burada Evrim Kuramını ya da son zamanlarda moda olan "Akıllı Tasarım" gibi komiklikleri de tartışmayacağım). 112

Bunun bir sonucu olarak insan beyni, kendisine sunulan her türlü yeniliğe çok hızlı uyum sağlayabilmektedir. Beyin hep daha hızlı, hep daha ayrıntılı, hep daha kaliteli şeyler arayışı içindedir. Aradığını bulduktan kısa bir süre sonra tekrar aramaya başlamaktadır. Bunun en ilginç örneklerinden birini bilgisayarlarda yaşıyoruz. Bundan 10 yıl önce kullanılan 386'lar ve 486'lar, günümüz bilgisayarlarını kullanmaya alışmışları kanser edecek hızda çalışmaktadır. Ama o zamanlar o bilgisayarlar için "ne kadar da hızlı" diyorduk. 80'lerde hayatımıza giren renkli televizyonlar yerlerini önce düzkare ekranlara bıraktı. Sonra projeksiyonlu dev ekranlara, şimdi de plazma ve LCD'lere. Şimdi herkes dört gözle HDTV'leri bekliyor. VHS ve VCD'nin görüntü kalitesinden sıkılanlar DVD'de bir süre rahatladılar ama şimdi "Mavi Lazer" DVD'ler geliyor. Sinemalarda da Dijital Projeksiyonun eli kulağında (James Cameron'un yeni filmi - "Battle Angel Alita" - için 2007'yi beklemesinin nedeni de bu: Dijital Projeksiyon Makinası bulunan sinemaların sayısının artması). Pelikülün müzelik olmasına on yıl yetecek gibi. (Bu devrim, fotoğraf alanında birkaç senede gerçekleşti bile). Bunun bir sonu var mı? Ufukta bir son görünmüyor. "Yenilik", kapitalizmin vazgeçemeyeceği bir pazarlama unsuru. Bir şey yeni ise satılıyor, öyleyse ilerlemenin ekonomik sistem tarafından teşvik edilmesi kaçınılmaz. *** İnsan zihninin bu doymak bilmez uyaran açlığının sadece bir vechesi "yenilik arayışı". Peki bu uyaran açlığının sürekli olarak kaşınması, insanlar üzerinde ne gibi etki yapıyor? Ben söyleyeyim: Uyaran Bağımlılığı! İnsanlar bir süre sonra, fonda bir müziğin çalmadığı ya da TV'nin sesinin duyulmadığı bir âna dayanamaz oluyorlar. Vakitlerinin önemli bir bölümünü, artık akıl almaz sayıda seçenekler sunan TV kanalları ya da internette geçiriyorlar (bkz: http://isguc.org/arc_view.php?ex=39). Bu uyaranları üretenler (başta reklamcılar) de, bu uyaran okyanusunda sıradanlıktan kurtulmak için bir şeylerin volümünü açıyor: şiddetin volümünü, sesin volümünü, cinselliğin volümünü, hızın volümünü, rengin volümünü, sıklığın volümünü. Bir uyaranı oluşturan ne kadar değişken varsa, hepsiyle oynanıyor, hepsinde volüm biraz daha yukarı alınıyor. Bir süre sonra (müthiş bir adaptasyon yeteneği olan) insan beyni bu yüksek volüme de alışıyor. Sonra uyaran üreticileri tekrar kolları sıvıyorlar, yeniden volümlerde artış meydana geliyor. İşte bu nedenle 1970'lerde TV'lerde yayınlanan reklamlar bize komik geliyor. Beynimiz artık daha hızlı ve renkli reklamlara alıştığı için. İşte bu nedenle 1960'larda çekilen filmler ya da 80'lerde yayınlanan klipler bize çok yavaş geliyor. Beynimiz MTV (ve taklitçileri) tarafından çok daha yüksek hızlara ve seslere alıştırıldığı için. Fakat burada çok önemli bir nokta var, genelde gözden kaçırılan: İnsan bedeni, insan beyni kadar uyum yeteneğine sahip değil. Yani beyin, çevresindeki yeniliklere hemen uyum sağlarken beden bu konuda çok daha yavaş kalıyor. Beyin, sinirler arasındaki iletişim ile işlerken beden çok daha yavaş çalışan ve çok daha uzun süreli etkileri olan hormonlarla işliyor. Bunun sonucu olarak önden koşan bir beyin ve arkadan ona yetişmeye çalışan bir beden ortaya çıkıyor. Dengesini, mutluluğunu, huzurunu yitirmiş; bu dengeyi, bu mutluluğu ve huzuru yeni uyaranlarla ve satın alacağı yeni mallarla bulacağına inandırılmış bir insan. Yazık!... *** Ne demek istediğimi kendinizde gözlemlemek için, boş bir gününüzü (böyle bir gününüz varsa?!) yapay uyaranlardan uzak geçirmeye çalışın: TV'yi hiç açmayın, radyoyu ve bilgisayarı da; gazete-dergi de okumayın. Ne kadar sıkıcı değil mi? 113

Tıpta bu sıkılma durumunu anlatmakta kullanılan bir terim var, uyuşturucu (buna sigara da dahil) bağımlılarının uyuşturucuyu ilk bıraktıkları zaman yaşadıklarını anlatmakta kullanılıyor: geriçekilme belirtileri ("withdrawal symptoms"). İnsanlar, dış uyaran bağımlılıklarından dolayı kendi iç uyaranları ile (böyle okuyun: "iç dünyaları ile") bağlantıları zayıflıyor ya da kopuyor. Kendi ruhuna, kendi karakterine göre değil dış uyaranlara ve onların yarattığı koşullanmaya uygun hareket etmeye başlıyor. Oysa mutluluk, kendini tanımaktan geçiyor. Kendini tanımak da iç uyaranları duyuyor ve onlara uyuyor olmaktan. *** Demek ki, sistem kendini tanıyan, kendiyle barışık, kendisiyle uyumlu insanlar istemiyor. Neden? Çünkü kafası karışık insanları yönetmek çok daha kolaydır. "Ben kafası karışıklardan değilim" demeden önce, gündelik dış uyaran dozunuzu bir kontrol etmenizde fayda görüyorum. Daha kesin bir teşhis istiyorsanız, haftanın bir gününü (hadi sizin için yarım gün diyeyim) "sıfır yapay uyaranlı" olarak geçirmeyi deneyin. Bakalım hâl-i pürmelâliniz ne imiş. posted by gezgin @ 9:40 PM

2 comments

Salı, Şubat 14, 2006 "AŞURE" TESTİ Ne kadar "yabancılaşmış" bir sosyal ortamda yaşadığınızı, evinize gelen aşure kaselerinin sayısına bakarak anlayabilirsiniz. Yabancılaşmıştan kastım, Türk geleneklerine, düşüncelerine, hislerine, davranış biçimlerine yabancılaşmış. Yani bu ülkede olmasına karşın bu ülkeye ait gibi olmayan. "Olur mu öyle şey?" demeyin, oluyor. (Özellikle de büyük şehirlerin SES'i yüksek kesimlerinde). Yaşadığım bazı semtlerde, çeşitli dini bayramlarda şeker ve harçlıkları boşu boşuna hazırlamışlığım olmuştur. Sonra sinirden şekerlerin hepsini yiyip o harçlıklarla sinemaya gittiğimi hatırlarım. Aşure testi de böyle bir testtir. Evinize gelen aşure sayısı, yaşadığınız ortamın ne kadar "Türk" olduğunun şaşmaz bir belirtisidir. Benim nacizane gözlemlerim şöyle. 0 (Sıfır) aşure İleri Düzey Yabancılaşma - Kaçın oradan. Ölseniz 3 gün cesedinizi bulmazlar. 1 - 3 aşure Orta Düzey yabancılaşma - Büyük bir ihtimalle size aşure geliyor ama siz götürmüyorsunuz. Seneye bu miktar azalırsa şaşmayın. Aşure yapmayı öğrenin (Hazır aşureler makbul değildir). 4 - ve daha fazla aşure Az ya da hiç yabancılaşma - ya küçük bir şehirde yaşıyorsunuz, ya da komşularınızı 20 yıldır tanıdığınız bir mahallede oturuyorsunuz. Suç oranının düşük, sosyal baskının yüksek olduğu, mahalle sıcaklığını hissettiğiniz bir ortam. Sıkıntılı anlarınızda çevrenizdekilerden yardım görüyorsunuz. *** "Aşure'nin senaryo yazımı ile ne alakası var?" diyebilirsiniz. Şu alakası var: Eğer çocukluğunuzdan beri yabancılaşmış ortamlarda yaşıyorsanız, bunun norm olduğunu düşünmeye ve hayatı ve insanları bu paradigmaya göre değerlendirmeye başlamış olabilirsiniz. Yani herkesi sevgisiz, soğuk, bencil, kendi keyfinden başka bir şey düşünmeyen insanlar olarak görüyor olabilirsiniz. (Yazdığınız senaryolar da bu tiplerle dolar).

114

Öyle değil işte. Herkes o kadar yabancı, her mahalle o kadar yabancılaşmış değildir. Gelen aşureler tanığımdır! posted by gezgin @ 7:50 PM

4 comments

Perşembe, Şubat 09, 2006 BİR KAÇ İYİ ADAM: DANIŞTAY En sevdiğiniz devlet kurumu hangisi? "Devlet kurumu da sevilir mi?" demeyin. Sevilir. Kızılır. Nefret edilir. Devlet kurumları da hayatımızın önemli unsurları çünkü. Bir tanesi var ki, şahsen bayılıyorum: DANIŞTAY. Farkında mısınız bilmem ama DANIŞTAY'ın adını bu aralar çok duyuyoruz. Ne zaman? Elinde çeşitli yetkiler bulunduran insanlar saçma sapan işler yapmaya kalktığında. Bu işleri durduran ya da en başa saran kurum hep DANIŞTAY oluyor. Bir çok örnek verebilirim ama haberlerden kendiniz takip etseniz daha iyi olur. Birilerinin rasyonalize edilmiş saçmalıklarını ya da yolsuzluklarını son anda durduran DANIŞTAY bu tavrıyla, kaleciyi aşmış ve filelere doğru ilerleyen topu, gerilerden koşarak çizgi üzerinde çeviren futbolcuya benziyor. Ne zaman anlamsız bir icraat girişimini görsem, "Hah, işte bu DANIŞTAY'dan döner" diyorum. Ve dönüyor da. Bir nevi süper-kahramanlar yani. Peki ama bu süper-kahramanlar kim? Hangi gezegenden gelmişler? Ya da bu süper güçleri nasıl elde etmişler? Nasıl olup da bu kadar doğru düşünüp karar verebiliyorlar? Onlar da sizin bizim gibi insanlar. Hukukçular. Çeşitli "Daireleri" var. Ankara'da yaşıyorlar. Milyonlarca, hatta milyarlarca dolarlık sonuçları olacak hataları engelliyorlar. Hayatımızın daha güzel bir biçimde akması için, yanlış düzenlemeleri bozuyorlar. Ordu nasıl dış sınırlarımızı koruyorsa, onlar da hayatımızın iç sınırlarını daha insanca yapmak için uğraşıyorlar. Eminim çok büyük baskılar altında kalıyorlardır. 100 YTL için adam öldürülen bu ülkede, yüz milyon dolarlar için ne yapmazlar?! Ama onlar direniyorlar. Aldıkları maaş küçük bir şirketin müdürününkinden daha az. Ama onlar ülkenin kaderini, hem de olumlu yönde etkiliyorlar. Sayenizde, bu ülkede "iyi insanlar"ın da olduğunu fark ediyoruz. Helal olsun size arkadaşlar! posted by gezgin @ 8:41 PM

26 comments

3 HİKAYE YAPISI McKee, hikayeleri üç ana yapı grubuna ayırıyor. Bunların neler olduğunu bilmek, yazacağınız senaryonun kaderini olumlu yönde etkileyebilir. 1) KLASİK YAPI ("Classical Design") Bu yapı, "Temel Hikaye" ("Archplot") olarak da bilinir. Burada aktif bir kahraman ("protagonist") vardır. Bu kişinin somut bir amacı bulunmaktadır ve bu amaca ulaşmak için de çoğunlukla dışsal düşman güçlerle mücadele eder. Bu tür hikayeler genel olarak çizgisel bir anlatıma sahiptir. Yani olaylar başlar, devam eder ve biter. Olayların geçtiği ortam (dünya, gerçeklik) tutarlıdır, yani belirli kuralları vardır ve bu kurallar hikaye boyunca değişmez. (Bu kurallar ille de gerçek dünyanın kuralları olmak zorunda değildir. Hikaye, kendi gerçekliği içinde belirli kurallar da oluşturabilir - Örn. "Yıldız Savaşları" ya da "Matrix". Ama bir kere bunlar oluşturulduktan sonra değiştirilmezler). Hikayedeki olaylar, bu kurallar doğrultusunda, açık bir nedensellik içinde yaşanır. Yani belirli nedenler, bu kurallar sayesinde, belirli sonuçlara neden olur. Bu tür hikayelerin net, açık bir sonu vardır. Hemen hiçbir şey muallakta kalmaz. ÖRNEKLER: Thelma ve Louise, Shine, Wanda Adında Bir Balık, Titanic, vb.

115

2) MİNİMALİST YAPI ("Miniplot") Minimalist hikayeler "hikayesizlik" anlamına gelmez. Bu tür hikayeler de en az "Temel Hikaye" kadar iyi bir biçimde icra edilmelidir. Minimalist hikayeler izleyicinin ilgisini ayakta tutacak ölçüde "temel hikaye" unsurlarından faydalanırlar, yalnızca bunu yalın ve ekonomik bir biçimde yaparlar. Yine de bu türün iyi örneklerini seyredenler evlerine "ne kadar da güzel bir hikaye" diyerek giderler. Minimalist hikayelerde birden fazla kahraman olabilir. Bu kahramanlar dış dünyanın gerçekleri ile değil de birbirleriyle ya da kendi iç meseleleriyle uğraşırlar ("Yeni Başlayanlar İçin İtalyanca"). Ayrıca bu kahramanlar pasif tipler olabilirler ("Geçmişi Olmayan Adam"). Bu tür hikayelerin kesin, net bir biçimde bitmesi de gerekmez. Bazı şeyler muallakta kalabilir. Bu tür filmlerin sonunda izleyici hikayenin nasıl devam edebileceğini sinemadan çıktıktan sonra da uzun uzadıya düşünür. ÖRNEKLER: Fatih Pelle, Paris Texas (W. Wenders), vb. 3) ANTİ-YAPI ("Antiplot") Bu tür hikayelerde "Klasik Yapı"nın unsurları tersyüz edilir. Geleneksel anlatım tarzları ile çelişkili yaklaşımlar benimsenir. Hatta formel ilkelerle dalga geçilir. Neden sonuç ilkesindense rastlantılar önemlidir (Not: "Klasik Yapı"da da rastlantılara yer verilebilir ama neredeyse sadece 1. Perdede). Zaman çizgisel değildir. Yani hikaye geçmiş ve gelecek arasında gidip gelir ("Ucuz Roman"ın hangi tekniği kullandığını öğrenmiş oldunuz). Olayların geçtiği, kahramanların yaşadığı dünya da tutarlı bir gerçekliğe sahip değildir. Yani hayatı yöneten sabit kurallar olmayabilir. ÖRNEKLER: Kayıp Otoban ("Lost Highway"), Wayne'in Dünyası, Endülüs Köpeği ("Un Chien Andalou"), After Hours, vb. Kaynak: "Story" - Robert McKee. posted by gezgin @ 11:15 AM

0 comments

Çarşamba, Şubat 01, 2006 SENARYO, PERDE, SEKANS, SAHNE... BAŞKA? Her filmin perdelerden, her perdenin sekanslardan, her sekansın da sahnelerden oluştuğunu biliyoruz. Peki sahneler neden oluşur? "Tasvir ve diyaloglardan" diyeceksiniz. Doğru, ama eksik bir cevap. Sahneler "vuruş"lardan (BEAT) oluşur. *** "Vuruş" nedir. "Vuruş" sınırlı (sınırlandırılmış, "contained") bir andır. Karakterlerin ruh halini ya da niyetini değiştirecek bir şey olduğununda "vuruş" da değişir. Yönetmenler ve oyuncular sahnelerin duygusunu ve altmetnini daha iyi anlayabilmek ... için onları "vuruş"lara bölerler. Örnek: Bir Dedektif, bir Şüpheli ile görüşmek için sorgu odasına girer. • • • • • • • •

Vuruş Bir: Dedektif sorgu odasına girdiğinde, Şüpheli ile aralarında sessiz bir etkileşim (bakışma) olur. Vuruş İki: Şüpheli, kendisini bu kadar beklettiği için Dedektife çıkışır. Vuruş Üç: Dedektif bu çıkışmaya, Şüpheli'yi suç ile ilişkilendiren bir delili adama göstererek karşılık verir - bu kanlı bir gömlek olabilir. Vuruş Dört: Bu fiziksel delil Şüpheli'yi geçici olarak susturur. Şüpheli, kanlı gömleği nasıl açıklayacağını düşünmeye başlar. Vuruş beş: Dedektif saldırıya geçer ve gömlekle ilgili daha ayrıntılı sorular sormaya başlar. Vuruş Altı: Şüpheli düşünmeyi bırakır ve terlemeye başlar. Vuruş Yedi: Dedektif konuşurken Şüpheli'nin etrafında dönmeye, kişisel alanına girmeye başlar. Şüpheli "çözülecek" gibidir. Vuruş Sekiz: Şüpheli çözülmek yerine Dedektif'in cebinden bir kalem kapar ve adamın gözüne 116

saplar... Büyük (güzel) sahnelerde çok sayıda vuruş vardır ve bunlar da, hikayeyi, karakteri ya da duyguları ortaya koyan sürprizler ve şaşırtıcı diyalog, jest (bedensel hareket) ve eylem dönüşleri ("twist") içerirler. Yazmış olduğunuz ve iyi olduğunu düşündüğünüz bir sahneye bakın. Bu sahneyi vuruşlara bölün; neden iyi olduğunu daha iyi göreceksiniz. Bu sahnede büyük bir ihtimalle izleyicileri karakterlere ve aralarındaki çatışmalara bağlayan çok şey olup bitmektedir. Benzer bir biçimde eğer iyi olmayan (yürümeyen, işlemeyen) sahneleriniz varsa, bu sahneleri vuruşlarına bölünce neden iyi olmadığını keşfedebilirsiniz. Karakterlerinizin nüanslarını ve onların çatışmalarını ortaya koyarken, izleyicilerinizi şaşırtacak ve heyecanlandıracak vuruşlara ihtiyacınız vardır. Kaynak: (http://breakingin.net/script-market-news22.htm) *** ,"Vuruş" (BEAT) sözcüğü zaman zaman "Es" anlamında da kullanılır. Yani bir karakterin kendisine söylenen ya da yapılan bir şeyi sindirmesi için geçen kısa süre, ya da karakterin bir eyleme geçmeden önceki kısa duraksaması da "vuruş" (ya da "es") sözcüğü ile ifade edilir. posted by gezgin @ 11:09 AM

1 comments

Cumartesi, Ocak 28, 2006 KÖTÜ ADAMLARIN KÖTÜLÜK KAYNAĞI: SAĞLAM BİR FELSEFE Filmlerde, kahramanın istediği şeye ulaşmasını engelleyen bir kötü adam (ya da adamlar) bulunur. Bu kötü adamın orada bulunmasının amacı, hayatı kahramana gereksiz yere dar etmek değildir. Kötü adam da bir şeyler istemektedir ama onun istediği şeyler, kahramanın istedikleri ile taban tabana zıttır. Bu sayede bir çatışma doğar ve bu çatışma da seyredeğer bir hikayeye kaynaklık eder. İyi filmlerde, kötü adamın istediği şey ve yaşam felsefesi gerçekten de anlamlı ve mantıklıdır. Kötü adam sadece bir noktada yanılmaktadır ve o nokta, kahramanımızın değerleri ile taban tabana zıttır. Yani kötü adam da mutlu olmak istemektedir ama bu mutluluğu ona getirecek şeyde ya da o şeyi elde etme yönteminde bir sakatlık vardır. Yine de bu durum, kötü adamın yaşam felsefesinin ve eylemlerinin tamamen boş olduğu anlamına gelmez. Aslında kötü adamlar, senaristlerin, içinde yaşadıkları toplumu eleştirmek için kullanabilecekleri belki de en güçlü silahtır. Kötü adamlar düşünce ve eylemleri ile toplumu ve onun değerlerini silkeler, tehdit ederler. Bunu boş laflarla değil eylemlerle gerçekleştirmeleri onları daha eğlenceli, daha seyredeğer kılar. Bu kadar laf kalabalığı yeter. Biraz örnek görelim. Birinci örnek "The Matrix"ten. Kötü adamımız, Ajan Smith. Ajan Smith bütün film boyunca isyancıları doğduklarına pişman etmekle kalmaz, bunun doğru olduğuna da inanır. Ve inançlarını Morpheus'a işkence yaptığı sahnede ayrıntılı bir biçimde açıklar. İnsanların bir virüs, bir hastalık; kendilerinin de deva olduğunu söylediği bu sahne, gerçekten de çok sıkı bir sistem eleştirisidir. İkinci örneğimiz "Point Break"ten ("Kırılma Noktası"). Kötü adamımız Bodhi (P. Swayze). Banka soyan bir sörfçü çetesinin lideri olan Bodhi, eylemleri ile insanları uyuşuk yaşamlarından uyandırdıklarına samimi bir biçimde inanmaktadır. Getirdiği sistem eleştirisi yine çok sıkıdır ama eylemleri sonunda insanlar ölmeye başlayınca bu eleştirinin bir yerinde bir hata olduğunu düşünmeye başlarız. ( Bu sörfçü soygunluların, eski Amerikan başkanlarının maskelerini takarak soygun yapmaları da çok manidardır.) Üçüncü örneğimiz, "X-Men"den. Kötü adam Magneto, ortalama insanların ne kadar tutucu, korkak ve acımasız olduğunu yaşayarak öğrenmiştir. Ve bununla savaşmaya kararlıdır. Karşısında ise iyi adam Xavier ve diğer X-Men'ler bulunmaktadır. Her ne kadar bir çok insanın canını yaksa da Magneto'nun filmde dile getirdiği eleştirilerde büyük bir haklılık payı olduğunu görmemek imkansızdır. Son örnek yine bir James Cameron filminden: "Gerçek Yalanlar" ("True Lies"). Bu filmde hatırlarsanız Arap teröristler Amerika'ya birkaç atom bombası sokuyor ve bunlarla ülkeye şantaj yapmaya kalkıyorlardı. Kötü adamın 1. Körfez Savaşı ile ilgili olarak söyledikleri gerçekten de iç burkucuydu 117

("Ülkemizin bombalanmasını evlerinizde televizyondan maç seyreder gibi seyrettiniz" mealinde bir şeyler). Esas olarak Amerikan iç piyasası için film yapan Cameron, bu kötü adamı hem de komik bir biçimde öldürmek zorunda olduğunu biliyordu - öyle de yaptı. Yine de senaristin ne demek istediğini anlayan anladı. (Cameron'un bu filmi, 11 Eylül ile ilgili bir kehanet niteliği taşımaktadır bence. Her ne kadar 11 Eylül'ün bir Amerikan tezgahı olduğuna dair çok önemli deliller bulunsa da, bu film, büyük bir haksızlığa uğradığını hisseden Iraklıların hissiyatını çok iyi yansıtmaktadır.) *** Bizlerden bir örnek veremeyeceğim. Çünkü aklıma gelmiyor. Çünkü bizdeki "kötü adam"ların genelde çok yüzeysel çizildiğini düşünüyorum. Oysa kötü adamlar ve onların planları, bir senarist için yazılması en eğlenceli ve yaratıcılık gerektiren şeylerdir. Bizdeki kötü adamlarda ise pek fazla derinlik, belirli bir hayat görüşü ve bu hayat görüşüden kaynaklanan kötü eylemler bulunmaz. Zihnimi zorlamama karşın ne Eşkiya'da, ne İstanbul Kanatlarımın Altında'da da, ne de en çok iş yapan 15 Türk filminde, yukarıda andığım örneklerdeki kadar ciddi bir karşıt kutup (kötü adam) bulamadım. Yakın zamanlarda televizyonda izlediğimiz dizilerden örnek verecek olursam, "Kurtlar Vadisi"ni anabilirim. Kötü adamdan geçilmeyen bu dizide (bu nedenle adı "Kurtlar Vadisi"), kendine özgü ilginç motivasyonları olan bir çok tip vardı. Bence bunların en önemlisi de Çakır'dı. Ama Çakır'ın seyirci tarafından kötü adam olarak algılanmamış olması 1) hem vahim 2) hem de doğru özdeşleşme tekniklerinin her yerde geçerli olduğunun bir kanıtı. posted by gezgin @ 2:11 AM

0 comments

Cuma, Ocak 27, 2006 MCKEE NOTLARI - 1 Hikaye yapısı, karakterlerin yaşam öykülerinden çeşitli olayların seçilerek bunların, belirli duyguları uyandırmak ve belirli bir yaşam görüşünü ifade etmek amacıyla stratejik bir biçimde sıralanmasıdır. Bir hikaye olayı ("story event") bir karakterin yaşam durumunda anlamlı bir değişikli yaratır ve bu değişim bir DEĞER şeklinde ifade edilir ve yaşanılır. Hikaye Değerleri insan yaşamının (deneyiminin), olumludan olumsuza ya da olumsuzdan olumluya doğru kayabilen evrensel nitelikleridir. Örneğin: • • • • • • • • •

canlı - ölü sevgi - nefret özgürlük - kölelik gerçek - yalan cesaret - korkaklık sadakat - ihanet bilgelik - aptallık güç - zayıflık heyecan - sıkıntı

vb. Bunlar aynı zamanda moral (iyilik - kötülük), etik (doğru - yanlış) ... da olabilirler. Bir hikaye olayı ("story event") bir karakterin yaşam durumunda anlamlı bir değişiklik yaratır ve bu değişim bir DEĞER şeklinde ifade edilir ve yaşanılır ve bir ÇATIŞMA vasıtasıyla gerçekleştirilir. Ortalama bir film için yazar yaklaşık olarak kırk ila altmış hikaye olayı yaratır. Bu hikaye olaylarının bir diğer (yaygın) adı da SAHNE'dir. Her sahne, karakterlerin yaşamının "değer yüklü" (yani iyi, özgür, cesur, güçlü vb.) durumunda bir değişiklik yapar. Yazdığınız her sahneye bakın ve kendinize şunu sorun: Şu anda karakterimin hayatında hangi "değer" tehlikede bulunuyor? Sevgi? Gerçek? Ne? Bu değer, sahnenin başında ne tür bir "yük"e sahip (bu "yük"ü, hammalların taşıdığı yük gibi değil de, 118

elektrikteki pozitif ve negatif yükler gibi düşünün - gg)? Pozitif mi? Negatif mi? Her ikisinden de biraz mı? Şimdi de sahnenin bitişine bakın ve kendinize sorun: Bu değerin şimdiki durumu nedir? Pozitif mi? Negatif mi? Her ikisinden de biraz mı? Eğer bir karakterin yaşamının değer-yüklü durumu, sahnenin bir ucundan (başından) diğer ucuna (sonuna) kadar hiç değişmeden kalıyorsa, o sahnede anlamlı hiçbir şey olmuyor demektir... Bu bir "nâ-olaydır" (ya da "gayri-olay" : "nonevent" - gg). Peki bu sahne neden hikayenizde yer almaktadır?... SERİM (karatkerlerin, ortamın, vb.nin tanıtımı) için. Eğer bir sahnenin hikayede bulunmasının tek gerekçesi "serim" ise, disiplinli bir yazar bu sahneyi atar ve bu sahnenin içinde barındırdığı bilgileri hikayenin başka yerlerine örer - sindirir. posted by gezgin @ 12:12 PM

1 comments

Çarşamba, Ocak 25, 2006 ESKİ YAZILAR NEREDE? SANARİST bir buçuk yaşında! Bu çingene hesabı yaşgünü için bir kutlama yapmayacağım ama bir şey hatırlatmak istiyorum. Sitenin yaklaşık olarak ilk yılı boyunca bütün yazılar tek sayfadaydı. Bu nedenle sık sık "bkz. aşağılarda bir yer" diye göndermede bulunuyordum. Ama bundan bir kaç ay önce, BLOGGER'ın tek bir sayfa için koyduğu 2 MB sınırına tosladım ve ilk sayfada sadece 80 yazı bulunmasına karar verdim. Diğer yazılar uçmadı tabii. Onlar sağ tarafta gördüğünüz "Archives" menüsünde yer alıyorlar. Bunu neden söyledim: Siteyi yeni ziyaret edenler yazılarımda sık sık bahsettiğim "özdeşleşme" "3 perdeli yapı" vb. terimlerin anlamını bilmiyor ve ilk sayfadaki yazılarda da bunları bulamıyor olabilirler. Bu ve benzeri bir çok konudaki bilgilere ulaşmak için "Archives"da bulunan 2004 Ağustos'undan itibaren gönderilmiş yazıları bir zahmet okuyunuz. Bir kaç yüz sayfayı aşan bir çıktı alma operasyonuna da kalkışabilirsiniz. Hatırlatayım dedim... posted by gezgin @ 7:35 PM

0 comments

Cuma, Ocak 20, 2006 YAYGIN BİR HASTALIK KURBANI: İKİ GENÇ KIZ Bu aralar yazdığım senaryo eleştirilerinde sürekli olarak bir "hikayesizlik"ten bahseder oldum. Ne dediğim net anlaşılmayabilir diye biraz açıklayayım: "Bu filmin hikayesi yok" derken, filmde anlatılan olaylar dizisinin sağlam bir hikaye oluşturma kudretine sahip olmadığını söylüyorum. Bir şeyin bir hikaye olabilmesi için bazı kıstaslar vardır: Kahramanlarının belli olması, olaylar dizisinin bir yerden başlayıp bir başka yerde son bulması, ilginç karakterler ve olaylar olması, olaylar arasında neden sonuç bağının bulunması, olayların ilerleyici bir yapısı olması (yani sona doğru sorunların şiddetinin artması ve filmin son çeyreğinde kriz haline dönüşüp sonra da çözülmesi) vb. bu kıstaslardan bazılarıdır. "Bu filmin bir hikayesi yok" dediğim zaman, bu ölçütler ya karşılanmamıştır ya da çok zayıf bir biçimde karşılanmış demektir. (Sanat filmlerinde, yani yönetmenin kendisi için çektiği filmlerde, bu kıstaslara uyulmasına gerek yok diye düşünülür genelde. Bence yanlış bir yaklaşım olmakla beraber, tartışmaya da açıktır). *** Kutluğ Ataman'ın Perihan Mağden'in romanından perdeye uyarladığı "İKİ GENÇ KIZ" da bence bu hikayesizlik sendromundan mustarip.

119

En başta şunu söyleyeyim: Perihan Mağden'i sevmem. Neden? Tam olarak bilmiyorum. Ama yazdığı yazıların yüzde sekseninin olumsuz mesaj içermesi, bu olumsuzlukları yapıcı değil de yıkıcı bir biçimde dile getirmesi, sürekli alaycılık ve belden aşağı vuruculuk nedenlerden bazıları olabilir. Emin değilim. Ha, bir de güzelim Türkçe'nin kendisinin elinde ("yaratıcı kullanım" (!) adı altında) inim inim inlemesi. Ama bunların, "İki Genç Kız" hakkındaki düşüncelerimle bir ilgisi yok. Kaynak romanın yazarı kim olursa olsun, iyi bir filmi büyük bir zevkle seyrederim. Ama "İki Genç Kız" iyi bir film değil. Neden? *** "İki Genç Kız" ne anlatıyor?: 1) Behiye diye bir kız var. Lise son yaşında. Ailesiyle arası kötü. Uyumsuz bir kız. Ailesi çok iyi bir aile değil. Ama aşırı kötü bir aile de değil. Behiye daha çok abisiyle takışıyor. 2) Handan diye başka bir kız var. Annesi Hülya Avşar, para kazanmak için bir adamın metresliğini yapıyor - bir gün onunla evlenme hayalleri kurarak. Handan ile annesi arasında büyük bir çatışma yok ama. Genelde iyi geçiniyorlar. Birbirlerine "tavşancık" gibi komik isimler takıyorlar. 3) Bir arkadaşları vasıtasıyla bu iki genç kız tanışıyor ve birbirlerinden çok hoşlanıyorlar - arkadaş olarak. Behiye biraz daha özgür bir tip olduğu için anasının kuzusu olan Handan'ı biraz etkiliyor. Behiye de Handan'da samimiyet ve sıcaklık buluyor. Beraber çok eğleniyorlar. 4) Handan ailesinin yanından kaçıp Behiye'lere taşınıyor. Kaçarken de abisinin parasını çalıyor. 5) Behiye ve Handan eğlenmeye devam ediyorlar. Behiye ile Leman'ın (Hülya Avşar) arası pek hoş değil ama büyük bir çatışma içinde oldukları da söylenemez. 6) Handan'ın babasının Avustralya'da olduğunu öğreniyoruz. Handan babasını hep merak etmiştir ama bu konuda hiçbir girişimde bulunmamıştır. Behiye Handan'ı Avustralya'ya gitme konusunda ikna eder. 7) Handan, annesinin kurs için verdiği parayı kurstan geri alır. Avustralya Büyükelçiliğine Handan'ın babası ile ilgili olarak başvuruda bulunurlar. 8) Handan erkek arkadaşı Erim ile (ve onun da arkadaşıyla) yatar. 9) Behiye ile Handan'ın ortak arkadaşları, Behiye'nin nerede saklandığını abisine söyler. Abisi de gelip Behiye'yi döve döve eve götürür ve odasına kilitler. 10) Handan evden kaçmış ve Avustralya'ya, babasını bulmaya gitmiştir. Behiye evde yer silmeye devam eder. *** Bu "hikaye"de eksik olan bazı şeyler şunlar: 1) Yeterince güçlü bir çatışma yok. Hikayenin merkezinde gibi duran Behiye ve Leman (H. Avşar) çatışması filmin çok önemli bir bölümü boyunca zayıf. Çünkü, 2) Behiye aslında Handan'ı o kadar da çok etkilemiyor. Onu ana kuzuluğundan biraz çıkarıyor ama o kadar. Daha sonra Handan hızla aslına rücu ediyor - ta ki Avustralya'ya kaçana kadar. 3) Leman karakterinin neden bu halde olduğunu ve bu hali sürdürmek istediğini anlamıyoruz. Sevmediği bir erkekle cinselliğe dayalı bir ilişki sürdüren Leman'ın bu durumunu bir gelir kapısı olarak görmesi bizde sempati (hoşlanma) de yaratmıyor empati (duygudaşlık, duygularını paylaşma) de. "Aptal kadın" diye düşünüyoruz(m), "Bir biçki-dikiş kursuna git de bir şeyler öğren, hayatını namusunla kazan!". Leman'ın kendini ve kızını neden bu yaşam tarzına mahkum ettiğini bilmediğimiz için, seçimlerini de anlayamıyoruz. 4) Behiye'nin ailesi filmin çok uzun bir bölümünde ortalıkta yoklar. Filmin bir en başında ortaya çıkıyorlar, bir de en sonunda - "Ulen, biz gelmezsek bu film bitmez" dercesine. İyi ki geliyorlar da film de bitiyor. 5) Handan'ın baba özlemi sadece bir iki cümleden ibaret. Bu özlemi yeterince vurgulanmadığı için, filmin sonunda Avustralya'ya gidişi de o kadar anlamlı olmuyor. "En sonunda babasına kavuşacak ve 120

mutlu olacak" diye düşünmüyoruz. *** Sinemada (ve aslında diğer sanat dallarında) bu filmdeki gibi aykırı tipler aslında çok sıkı toplumsal eleştiriler yapmak için kullanılır. Bu tiplerin en ünlüsü "Şarlo"dur. Şarlo işsizdir, evsizdir, parasızdır. Toplumun dışına itilmiştir. Charlie Chaplin bu karakter üzerinde toplumdaki çarpıklıkları çok güzel gözler önüne serer. Ne yazık ki "İki Genç Kız" pek de böyle bir şey yapmıyor. Behiye'nin ailesinin bir acayip olduğu kesin ama Behiye'yi bu kadar uca taşıyacak kadar değil. Neticede Behiye üniversite sınavına girmiş ve geleceğini garanti altına alacak bir bölümü kazanmış. Yani sistemle o kadar da ters düşmüş değil. Ailesinden kurtulmak istiyorsa 4 sene okuması yeterli. Aslında bunu anlayacak kadar da akıllı Behiye. Ama yapılabilecek en basit hatayı yapıyor: evden kaçıyor ve kaçarken de abisinin parasını çalıyor. Handan ve ailesi de o kadar net bir toplum eleştirisi yapmıyor. Leman (H. Avşar) para ve muhtemel bir evlilik için bir adamınla birlikte olmaktadır, ama bu "kader" değildir. Okuyamamış olmak, bu tür ahlaksız bir hareketin zorlayıcı gerekçesi olamaz. Okuyamamış ama namusuyla çalışan yüzbinlerce erkek ve kadın bunun delilidir. Bir "kaçınılmazlığın" bulunmaması, onu anlamamıza, onunla özdeşleşmemize engel oluyor. *** Söylenebilecek başka şeyler de var ama "70 bin seyirci sayısı" yeterince şey ifade ediyor zaten. Kutluğ Ataman'ın bu filmde ticari bir sinema yapmak istemediğini söyleyebilirsiniz. Ama o zaman Hülya Avşar ve Vildan Atasever (zamanın en enlü kadın figürlerinden ikisi) ne arıyor bu filmde? Belli ki "star etkisi"nden faydalanmak istemiş Ataman. Ama aşağılarda bir yerde de söylediğim gibi "Hiçbir yıldız, senaryo güneşi kadar ışık vermez". *** Kutluğ Ataman "en iyi yönetmen" ödülü almış. Bu ödülü verenlerin yönetmenlik anlayışlarını çok merak ediyorum. Omuz kamerasıyla yapılan hareketli çekimler, sıçramalı kurgu, oyunculardan sadece ortalama bir oyun alabilme, doğru düzgün bir hikaye oluşturamama... Bunlara puan verilmesi gerektiğini mi zannettiler acaba? Ya da diğer alternatifler çok mü kötüydü? Bilemiyorum. *** Türkiye genç senaristler ve yönetmenler (ve hatta en iyisi senarist-yönetmenler) için bir fırsat cenneti olmaya devam ediyor. Türk sineması koskocaman bir FIRSAT arkadaşlar. Saha boş. Karşınızda hemen hiçbir ciddi rakip yok. Yapmanız gereken tek şey güzel hikaye anlatmayı öğrenmeniz. Bunu yapın ve adınız Türk sinema tarihine geçsin. posted by gezgin @ 7:33 PM

3 comments

Salı, Ocak 17, 2006 OVERDOSE: KURTLAR VADİSİ "Kurtlar Vadisi" (KV) yayınlanmaya başladığı dönemde (2003) pek de bu tarz dizileri izleyecek halde değildim. O dönemdeki ruh halime çok uymuyordu. Bu nedenle bu diziyi es geçtim. Sonra çeşitli defalar izleme girişimlerim olduysa da başaramadım. Karakterleri tanımadığım için bir çok olay bana anlamsız ya da karmaşık geliyordu. Ben de vazgeçtim. (Bu nedenle de bu sitede dizi hakkında hiçbir yazı yok). Geçenlerde KV bitti. Yakında sinemada filmi gösterilecek. Bundan mütevellit, hem SHOW TV, hem de KANAL D eski bölümleri yeniden yayınlamaya başladılar. Hele SHOW, tam bir "overdose" (aşırı doz) uygulaması halinde. Haftanın her gecesi iki bölüm birden yayınlıyorlar. Ben de fırsat bu fırsattır deyip diziyi izlemeye başladım. Açıkçası yarı bilinçli önyargılarım da vardı. Çünkü bu kadar beğenilen bir dizinin çok miktarda şiddet içerdiği ve gençleri mafyaya özendirdiği ile ilgili tonla şey okumuştum.Bu nedenle dizinin "kötü" olduğu sonucuna varmıştım. Bir yönden yanılmışım! 121

Dizi son derece başarılı. Başarılı olmak için gereken herşeyi yapmış. Yayınlandığı zaman diliminin tartışmasız hakimi olmasına (ve bu kadar çok para getirmesine) şaşmamak gerek. Dizinin bol miktarda ve açık ("graphic") şiddet sahneleri içerdiği doğru. Kahramanların su içer gibi şiddete başvurduğu da doğru. Bunlar, hatırlarsanız, "BABA" filmi için de dile getirilen eleştiriler. Daha sonra da "SOPRANOLAR" da benzer bir yaklaşımla eleştirildi. Ama dizinin başarısının nedenleri incelediğimizde, şiddetten başka özellikleri ön plana çıkıyor. İlk olarak, dizinin son derece hızlı, aksamayan bir senaryosu var - özellikle de ilk bölümlerde. Karakterler ilginç, olaylar hem güncel, hem dikkat çekici, sahneler kısa ve eğlenceli, şiddet ve mizah iç içe geçmiş. Dizinin en dikkat çekici yönlerinden birinin "racon" söylemi olduğunu düşünüyorum. Gittikçe maddiyatçı / çıkarcı bir hal alan günlük yaşamımızda, bize ait iyi kötü bir manevi değerler sistemi görmek izleyicilerin çok hoşuna gitmiş olmalı. Modernizmin getirdiği manevi çürümeye duyulan bir tepki bu ilgi bence. *** Ama, bu dizinin toplumsal bilinçaltımıza ne gibi bir zarar verdiğini asla kestiremeyeceğiz. Bu dizinin, işlenen ve işlenmekte olan suçları ne kadar özendirdiğini asla kesin olarak bilemeyeceğiz. Kaç gencin POLAT gibi olmak için beline silah koyduğunu ve kaç masum canı aldığını asla tam olarak öğrenemeyeceğiz. Bedensel hastalıklarda tıbbi tahliller ile hastalıkların kökenini bulmak mümkün. Günümüzde genlere kadar uzanan bir araştırma olanağına sahibiz. Hastalıkların nereye varabileceğini de bu bilimsel yöntemlerle kestirebiliyoruz. Ama toplumsal rahatsızlıklar, ancak âkil insanların zihin röntgenleri / MR'ları, vicdan sahibi insanların olay tahlilleri, sağduyulu insanların teşhisleri ile ortaya çıkarılıp düzeltilebiliyor. Bugün yaşananların gerçekte neyi etkilediğini ve ne gibi sonuçlara yol açacağını ancak bu insanların değerlendirmeleri ile öğrenebiliyoruz. KV'nin ve benzeri eserlerin etkilerini de ancak bu insanların tahlilleri ile anlayabiliriz. Ve gerekiyorsa engelleyebiliriz. Tabii bu insanlar, bu değişiklikleri yapacak kudrete ve yetkiye sahiplerse... posted by gezgin @ 5:21 PM

0 comments

Cumartesi, Ocak 14, 2006 KENDİNİ BULAMAYAN FİLM: "BABAM VE OĞLUM" DİKKAT: Aşağıdaki yazıda "Babam ve Oğlum" adlı film hakkında bilgiler bulunmaktadır. Eğer filmi henüz seyretmediyseniz, bu yazıyı okumak seyir keyfinizi kaçırabilir. *** Arkadaşlar, siz ciddiye almıyor olabilirsiniz ama bu FRİGO olayı çok önemli bir hadise. Yani, buz gibi bir çikolatayı bir film arasında dişlerinize ve midenize zarar vermeden yemek mümkün değil. Buradan bütün salon sahiplerine sesleniyorum. Filme ara vermeye 15 dakika kala, makul miktarda FRİGO'yu dolaptan çıkartıp tezgaha koyunuz ki arada insanlar ağız tadıyla yiyebilsinler. Çünkü bu sinema deneyimlerinde zevk alacakları tek şey o FRİGO olabilir! *** Ella Fitzgerald'ın (yanlış hatırlamıyorsam bir Duke Ellington bestesi olan) "It don't mean a thing if it ain't got that swing" adlı bir şarkısı vardır. Mealen "Eğer "swing" içermiyorsa, hiçbir şeye benzemez" demektir. Güftekârın "swing" sevgisine atıfta bulunur. "Nihansın Dîdede" şarkısının bir dizesinde de "Bana sensiz bu cihanda can ne lâzım" denir. Yâni güftekâr, "sen"in olmadığın bir dünyayı yaşanmaya değmez bulduğunu ifade eder. Filmlerde ve senaryolarda da olmazsa olmaz bir unsur, "hikaye"dir. Hikaye yoksa, senaryo da yoktur, film de. Hikayesiz bir film seyredilmeye de değmez. "Babam ve Oğlum" da böyle ciddi bir hikayesizlikten mustarip kanımca. 122

*** "Babam ve Oğlum" neyi anlatıyor? 12 Eylül öncesi büyük şehre gidip solcu olan bir gencin ailesinden ayrılması, darbe sonrasında da gelip babasının evinde ölmesi ve kendi oğlunu babasına (yani oğlunun dedesine) teslim etmesi. Eee? Şimdi: Hatırlayacağınız üzere "temel hikaye"de ("archplot") bir kahraman, bu kahramanın istediği bir şey, bu isteği elde etmesinin önünde yer alan engeller vardır. Bu tür hikayelerde dış çatışma vardır. Kahraman tek kişidir, gerçeklik tutarlıdır ve kahraman aktif biridir. Filmin sonucu son derece belirgindir: kahraman ya kazanır ya kaybeder. Belirsizlik söz konusu değildir. Ama bunlar "temel hikaye"nin özelliğidir. Bir de "mini hikaye" denilen, "minimalist" hikayelerde görülen özellikler vardır. Bu hikayelerde açık uçlu sonlar vardır. Dış çatışmadan çok iç çatışma yer alır. Kahraman pasiftir. Fakat McKee şunu da ekliyor: "Mini hikaye demek, hikayenin olmaması demek değildir. Mini hikaye de temel hikaye kadar iyi icra edilmeli / yazılmalıdır. Minimalism, basitlik ve ekonomi peşinde koşarken, seyirciyi tatmin edecek miktarda temel hikaye özelliklerini de korur ve izleyicileri 'Ne de güzel bir hikaye!' diyerek eve yollamayı başarır." (Woody Allen'ın filmlerinin çoğu, yakın zamanda izlediğimiz "Yeni Başlayanlar İçin İtalyanca" ve "Geçmişi Olmayan Adam" bu kategoride çekilmiş başarılı filmlerdir). (Bir de "karşı - hikaye" ["anti-plot"] var ki o başka - belki asla yazılmayacak - bir yazının konusu.) Şimdi: "Babam ve Oğlum"un belirgin özellikleri onu bir mini hikaye kategorisinde değerlendirmemizi gerektiriyor. Eğer bu filmi "temel hikaye" kıstasları ile değerlendirirsek, hafif sıklet bir boksörü, ağır sıklet kıstasları ile değerlendirmek gibi olur. Hata boksörde değil, uygun nesneye uygun kıstası bulamayanda olur o zaman. Lakin "Babam ve Oğlum" (BVO), mini-hikaye kıstaslarına da uymuyor. Neden uymadığını dilim döndüğünce anlatayım. Film, basit de olsa dikkate değer bir hikaye anlatmıyor. Sadık, 12 Eylül sabahı karısını doğum sırasında kaybeder. Sonra çocuğu ile birlikte, daha önce çok fena bozuştuğu babasının yanına döner. Sadık'ın ölümcül bir hastalığı olduğu ortaya çıkınca küslükler ortadan kalkar. Sadık ölür, oğlu babasına kalır. So what?! (Yani?!) Bunun sıradan bir hikaye olduğunu söylememe gerek yok. Eğer "olay örgünüz" (plot) bu ise, çok orijinal karakterler yaratmalısınız. Öyle ki, bu canlı, kıpır kıpır, derin karakterler hikayenizi seyredilir kılsın (bkz. "Yeni Başlayanlar İçin İtalyanca"). Bir doku ("texture") oluşturmalısınız hikayenizde. Hikayenizin geçtiği mekan, zaman, insanlar çok ilginç, seyre değer olmalı. BVO'da bu pek yok. Her ne kadar film bizi İzmir'in kırsal alanına götürse de, orada o kadar ilginç bir ortamla ve hoş karakterlerle karşılaşmıyoruz. En ilginç karakter, Sadık'ın abisi Salim. (Burada ek olarak şunu da söyleyeyim: Oyuncuların "aksan" çalışması - Sadık'ın abisininki hariç - hiç gerçekçi olmamış. Koskoca Çetin Tekindor'un bile konuşması dikkat çekecek sıklıkta İstanbul Türkçesi'ne kaçıyor ki, diğerlerininkini söylemeye gerek bile yok). Filmin hikayesel zayıflığının en belirgin belirtisi, 1. yarıdaki yemek sahnesi. Hani şu Sadık'ın ailesiyle ilk kez yemek yediği o uzun sahne. Kaç dakika sürdü o sahne? Benim tahminim 20 dakika! 20 Dakika! "Matrix RELOADED"daki araba kovalama sahnesinden bile uzun. Ve inanılmaz bir işlevsizlikte. Yani, boş zamanı olan biri otursun, o sahneyi tekrar tekrar izlesin, ve o 20 dakikada nelerin başarıldığını, hikayenin ilerlemesi için gereken hangi fonksiyonların yerine getirildiğini bir zahmet söylesin. Becerikli bir senarist / yönetmen 3 dakikada bu işi hayda hayda görürdü. Filmin ilginç tutarsızlıklarından biri de dram mı, yoksa fantezi mi olduğunu kestirememesi. Yani filmi bir "aile birleşmesi" olarak görüyoruz genel olarak çünkü bütün belirtiler o yönde. Ama bu genel akış, çocuğun fantezileri ile bölünüyor. Ve bu fanteziler de "organik bir biçimde" filme yedirilememiş. İnsan bu fantezi sahnesiyle karşılaşınca "Bu ne şimdi?" oluyor. Filmin baş karakteri çocuk aslında. Ama filmin adı "Babam ve Oğlum". Yani bu başlığı söyleyen (ve bu 123

nedenle de başkarakter olmasını beklediğimiz) kişi filmin yaklaşık olarak son çeyreğinde ölü vaziyette. Eee? E'si şu: seyirci olarak filmin merkezine kimi yerleştireceğimizi bilemiyoruz. Mini hikayelerde bile bir karakter az da olsa ön plana çıkar. Burada o var. Ama filmin bize genel olarak sunuluşu bu şekilde değil. Bu bağlamda filmin adı şu olmalıydı: "Babam ve Babası". İyi filmler için "dram ve komediyi başarıyla harmanlayan" şeklinde klişe bir laf kullanılır. Buradaki anahtar sözcük "başarıyla"dır. BVO'da böyle bir başarı yok. Hüzünlü sahneler var (mesela Sadık'ın ölümü) komik sahneler de var (Sadık'ın ölümünden sonra eve dönüş). Ama aralarında öyle bir duygu sıçraması var ki, allak bullak oluyorsunuz. Yani hüznün tadını çıkarmadan, içinize sindirmeden, hemen nötr ya da komik bir sahneye geçiyorsunuz. Bu "başarılı" bir harmanlama sayılamaz dolayısıyla. Aynı şekilde, Sadık'ın babasının (Ç. Tekindor) eve giden yolda arabayı durdurup, kollarını iki yana açarak"oğlumu o gün durdursaydım" dediği sahne. Bu sahne son derece duygusalken, baldız olayı "akılcı" bir biçimde çözüyor. Bizim de duygulanma isteğimiz tatmin olmamış oluyor. Tavan arasında film izlerken de böyle bir durum var. Sadık'ın çocukluğunu izleyip hüzünlenirken aniden dede (Ç. Tekindor) kamerayı toruna verme faslına geçiyor. Biz de "ne oluyor?" oluyoruz. Bu filmde de özdeşleşme yöntemleri kullanılmamış ya da az kullanılmış. Örneğin Sadık ile ben özdeşleşemiyorum. Doğum sırasında karısını kaybetmesi onun için üzülmemi sağlamıyor, çünkü "bir doğumun olabileceğini bile bile ulaşım meselesini önceden halletmemiş" diye düşünüyorum. Bir komşunun arabasını ayarlayabilirdi, bir taksi ile sözleşebilirdi, bir arkadaşından araba ödünç alabilirdi. Yani Sadık'ın karısının ölümü bence "kaçınılmaz" değil. Aksine bizzat Sadık'ın hatası. Bir adama sinir olunarak da onunla özdeşleşilemeyeceği de aşikar. (Bu da Başarısız Türk Filmleri'nde sık görülen bir hata - bkz. ilgili yazı.) Sadık (F. Kuşkan) kişilik olarak da çok onaylanabilecek biri değil. Sol görüşlerinden dolayı ailesiyle (babasıyla) arası açılmış, işkence görmüş biri. Çağan Irmak bize Sadık'ı, sadece işkence görmüş olmasından dolayı onaylanması gereken biri gibi sunuyor. Bilerek ya da bilmeyerek, adamın hayatının bu yönünü bir özdeşleşme unsuru olarak önümüze koyuyor: "Bakın, bu adam inançları uğruna işkence gördü. Onu sevin." diyor. Ama ben sevmiyorum. Adamın ideolojisine karşı olduğumdan değil. 12 Eylül'e nasıl gelindiğini bildiğim için: Her çatışmada en az iki taraf olur, dramatik kurallardan da bildiğiniz üzere. O dönemde de en az iki taraf vardı ve kendilerine solcu diyenler bu taraflardan biriydi. Söylediklerinde haklı mıydılar? Bilmem. Ama yaptıkları şey, son tahlile, günde onlarca insanın silahla öldürüldüğü bir ortamın yaratılmasına hizmet etti. Kendilerine sağcı diyenler de bu gerilimin diğer kutbuydu. Yani bu durumdan aynı derecede sorumluydular. Ve sonuç darbe oldu. Ama asıl olan, ölenlere, hapsedilenlere, işkence görenlere, yersiz yurtsuz anasız babasız kalanlara oldu. Onca çaba, onca kan, onca mücadele hiçbir işe yaramadı. (Darbenin sağcı nitelikte olması ve sağcıları kayırması, solcuların 12 Eylül öncesinde yaratılan olumsuz ortamdaki sorumluluğunu azaltmaz). İşte bu nedenle, 12 Eylül öncesindeki mücadelenin bir tarafında yer alanları öven filmleri pek sevmem (bu tür filmleri de genelde solcular yapar - bkz. aşağısı). "Solcuyuz, bu yüzden haklıyız" düşüncesi bana pek uymaz. Bir insanın sırf müslüman olduğu için cennete gideceğine inanması kadar ilkel gelir bana. Sorumluluk diye bir şey vardır. Yaptığın şey eğer insanlara zarar veriyorsa, hangi ideolojiden ya da inançtan olursan ol, yanlıştır; ideolojin ya da inancın ya da "iyi niyetin" seni bu sorumluluktan âri kılmaz. Hata herkes için hatadır. Ama Çağan Irmak, (daha önce de belirttiğim gibi) entelijansiyamızda bir dip akıntısı şeklinde varlığını sürdüren solculuğu eserlerinde (bkz. Çemberimde Gül Oya, vb.) karşımıza çıkartmaya kararlı gibi duruyor. Belli ki etkilemek istediği çevrelerden olumlu geribildirimler alıyor. Bu nedenle buna devam ediyor. Etsin. Sadece herkesin bu kandırmacayı yutmadığını bilsin, yeter. Sadık karakteri, yukarıda anlattığım nedenlerle bence pek sempatik değil. Ölümcül hastalığını öğrendikten sonra bile ideolojik görüşlerindeki hataların farkına varmış değil. Böyle bir "aydınlanış" çok etkileyici olurdu. Ama Çağan Irmak buna yer vermemiş. Olabilir. Ama dar görüşlü insanlarla özdeşleşmenin daha zor olduğunu da kabul etmek gerekir. Sadık, kendisi gibi kasabadan ayrılmayıp kalan bir arkadaşının "Eğer bütün bunların olacağını bilseydin, yine de gider miydin?" sorusuna bile kaçamak (ve aslında bunlardan hiçbir şey öğrenmediğini gösteren) bir cevap veriyor: "Keşke buradakileri oraya götürebilseydim, ya da oradakileri buraya getirebilseydim."

124

Sadık'ın bir şey öğrenmediğini gösteren bir başka sahne de, babasıyla avluda konuştuğu ve sonunda yere düşüp bayıldığı sahne. Buradaki konuşmalarından da Sadık'ın ideolojik olarak yerinde saydığını fark ediyoruz. Yaşadığı güçlükler (karısını kaybetmek, işkence, işinden olmak, ailesinin yanına dönmek, hastalanmak, milletin onun davasına karşı umarsızlığı) onda hiçbir değişim yaratmamış gibi. Çağan Irmak, "karakter değişimi" ("character arc") denilen şeyi, ideolojik tutarlık uğruna ıskalamış gibi duruyor. Eğer durum gerçekten böyle ise, çok vahim - senaryo yazarlığı açısından Baba karakteri (Ç. Tekindor) da o kadar ilginç değil. Oğluna küsüyor, ama sonra onun öleceğini öğrenince onunla tekrar barışıyor. Eee? Her baba bunu yapar? İşte bu noktada, filmin "hikayesi"nin orijinallikten ne kadar uzak olduğunu görüyoruz. Film 1) Politik göndermeler 2) Çocuğun fantazileri ile süslenmiş sıradan bir aile dramı aslında. İşin içinde ölüm, özellikle de küsülen bir çocuğun ölümü olduğu için de ağlatması garanti bir "hikaye". (Bir çok yetişkinin, bir biçimde küstüğü ya da kaybettiği ebeveynleri üzerinden filmle bağlantı kurduğunu tahmin ediyorum - senaryonun kalitesinden dolayı değil). *** Filmde şaşırtıcı derecede kötü kamera kullanımı vardı yer yer. Örneğin Sadık'ın babasıyla tartıştıktan sonra yere düştüğü yerdeki kamera hareketi. Önce 90 derece sola, sonra 180 derece sağa. Ne demek şimdi bu? Bu yöntem, yere düşen kişinin bakış açısını göstermekte kullanılır (bkz. Point Break'teki son soygun sahnesi). Çağan Irmak, yere düşen kişiden 5 metre ilerideki kamerayla ne demek istiyor? "Ben bu işten anlamam" mı? *** Netice olarak Çağan Irmak, bence pek başarılı olmayan, klişeleri kullandığı için, zaten AİLE kavramına çok önem veren izleyicileri (bkz. Tutan Dizi Yazmak adlı yazım) etkilemesi garanti olan bir seyirlik ortaya çıkarmış. Bundan ne dersler çıkarabiliriz. 1) Bir sonraki Çağan Irmak filminin DVD'si beklenecek, kiralanacak ve sonra derhal iade edilecek. 2) Bu sene (2005) bende hayal kırıklığı yaratan 3. iddiali Türk filmi ("Gönül Yarası" ve "Organize İşler"den sonra). Türk sinemasındaki senaryo sıkıntısı devam ediyor ve genç kuşak da çok umut vermiyor. 2000'lerin ilk onyılı bence böyle gider. Umudumuz 2010'dan sonrası artık. 3) Belki de FRIGO'yu filme girmeden önce almalı ve büfedeki bayana aradan 15 dk. önce çıkarmasını rica etmeliyim. Bu daha pratik olabilir. Sırf ben öyle seviyorum diye bütün salonları teyakkuz haline getirmeye gerek yok. posted by gezgin @ 1:58 AM

8 comments

Cuma, Ocak 13, 2006 YANILMAMIŞIM - 2 : PETER JACKSON SAÇMALAMIŞ Zaman zaman yazdıklarımın, genel beğeninin tam zıddı olduğunu fark ediyorum. Ne düşünüyorum dersiniz? "Acaba ben mi yanılıyorum?" mu? Değil. "Yine herkes saçmalıyor!" Bu kadar özgüvenli 0lmamın nedeni, beğenilerimi sağlam bilgiler ile destekleyebilmem. Hayattaki en büyük mutluluklarımdan biri, beğenilerimin, çok sağlam teorik temelleri de olduğunu keşfetmek oldu. KING KONG konusuna dönersek. Hatırlarsanız, aşağıda bir yerlerde "Şaka Yapıyorsunuz Herhalde Bay Jackson" diye bir yazım vardı. KING KONG'u beğenmediğimi söylemiştim ama bir eleştirisini yapmamıştım. Vakit harcamaya değmez diye düşünmüştüm. Hala da öyle düşünüyorum ya.

125

Bir ara internette dolanırken (tıpkı DÜNYALAR SAVAŞI'nda olduğu gibi), KING KONG'u aklı başında bir biçimde eleştiren birinin yazısını buldum. Amca (Ken Levine) "The Simpsons" "Everbody Loves Raymond" "Frasier" "MASH" "CHEERS" gibi dizilerde çalışmış. İşi bilen biri yani. KING KONG'la ilgili yazısı (KING LONG) şu adreste bulunabilir (İngilizce): http://kenlevine.blogspot.com/2005/12/king-long.html İnsan uzun süre bir konudaki görüşüyle ilgili olarak yalnız kaldıktan sonra böyle birilerini buldukça bir hoş oluyor. "En sonunda" diyorum "akıllı biri daha çıktı!" Ama bu akıllıların yurt dışından çıkması, ayrı bir hüzün kaynağı tabii. posted by gezgin @ 6:59 PM

0 comments

İYİ FİLM NEDİR? İyi film "Rocky"dir. Nokta. Bu filmi kaç kez izlediğimi hatırlamıyorum. Daha önce de burada bir kaç kez hakkında yazmıştım. Bayram vesilesiyle tekrar izledim. Ve ilk seyredişimdeki gibi etkilendim. Şimdi, bunun teknik olarak imkansız olması gerekiyor. Yani bir filmi bir kere izlediğinizde konusunu ve finalini öğrenirsiniz ve o filmin heyecanı kalmaz. Değil mi? Değil. İyi filmi sıradan filmden ayıran özellik budur. Filmin hikayesi doğru teknikler kullanılarak oluşturulmuşsa defalarca seyredilmeye karşı dayanıklıdır. "Casablanca" öyledir, "Terminator 2" öyledir, "You've Got Mail" öyledir, "Back to the Future" öyledir. Kaç defa seyrederseniz seyredin, bıkmazsınız. Türk filmlerinden "Eşkiya" öyledir, "Hababam Sınıfı" öyledir, "Selvi Boylum, Al Yazmalım" öyledir, "Vizontele" öyledir. Bu filmlerde kullanılan teknikleri burada tekrar tekrar yazıyorum. Ama bir tanesini özellikle vurgulamak istiyorum: ÖZDEŞLEŞME İyi filmlerin hepsinde, özdeşleşme yöntemi çok açık ve doğru bir biçimde, ve bazen abartıya kaçtığını düşünebileceğiniz bir miktarda (bkz. "Rocky") kullanılır. Böylece izleyici kahraman ile özdeşleşir ve filmin hikayesine kendini kaptırır. "Başarısız Türk Filmlerinin Ortak Özellikleri" yazımda, başarısız Türk filmlerinin bu yöntemi kullanmadığını söylemiştim. Son olarak ORGANİZE İŞLER'de bu yöntemin yokluğu, kendimizi hikayeye kaptırmamıza engel oluyordu. Sonra da senaryo yazarları, yapımcılar ve yönetmenler ekranlara çıkıp ağlıyorlar: "Neden benim filmine yeterince insan gelmedi?" "Neden bu filmi bu kadar eleştiriyorlar?" İşte bundan! ROCKY'ye gelince. Filmde "özdeşleşme yöntemleri" gerçekten de tekrar tekrar kullanılmış. Rocky'nin, hayatının hiçbir alanında bir baltaya sap olamadığını (i.e. "loser" olduğunu) görüyoruz. Ama onu seviyoruz da. Çünkü mafya için para toplarken bile merhametli davranıyor. Aşırı utangaç "pet-shop" tezgahtarı Adrian'ı tavlamak için canla başla çalışıyor. Çalıştığı spor salonunun antrenörü (Mickey) ona haksızlık ediyor. Çok akıllı olmaması ve bunu itiraf etmesi de bizi ona bağlayan özelliklerden biri. Bütün bunlar doğru şekilde kullanışmış özdeşleşme yöntemleri. Ve filmin başarısını garantiliyorlar. "Biz bu filmi yaparken çok eğlendik. Umarız seyirci de izlerken eğlenir" gibi "ilginç" neden-sonuç bağlantıları kuran sinemacılara duyurulur. posted by gezgin @ 12:34 PM

0 comments

Pazar, Ocak 08, 2006 PANİĞİ BİLGİ ÖNLER: KUŞ GRİBİ Herhangi bir kriz anında ne kadar kötü bilgilendirildiğimizin farkında mısınız? Bir doğa olayı ya da bir hastalık durumunda 1) Devlet 2) Medya, bizi bilgilendirip doğru eylemlere yönlendirmeye değil de kafamızı karıştırmaya çalışıyorlar sanki. Gazetecilerde görülen (ve bir mesleki hastalık olduğunu düşündüğüm) felaket tellallığı eğilimini 126

anlıyorum. Ama devlet görevlilerinin doğru dürüst bilgi vermemeleri, hatta bilgi verirken pek dürüst görünmemeleri (bkz. Sağlık Bakanı'nın verdiği bütün demeçler) insanı hem sinirlendiriyor, hem de paniğini artırıyor. Aşağıda, Amerikan Tarım Bakanlığı'nın sitesinden aldığım bazı bilgilere yer veriyorum. Arada bir tekrar uğrayıp bakın zira zaman zaman başka şeyler de ekleyeceğim. *** Kanatlı ürünlerinin doğru sıcaklıkta pişirilmesi, ve çiğ besinlerin pişmiş besinleri kirletmesine engel olmak, besin emniyetinin en önemli noktalarını oluşturmaktadır. Tüketicilere şunları yapmaları tavsiye edilir: * Yiyeceklere dokunmadan önce ve dokunduktan sonra ellerinizi sıcak suyla ve sabunla en az 20 saniye yıkayın. * Çiğ kırmızı eti, tavuk etini, balık etini ve bunların sularını diğer yiyeceklerden ayrı tutarak birbirlerini kirletmelerini engelleyin. * Çiğ etleri kestikten sonra doğrama tahtasını, bıçağı ve tezgahın üzerini sıcak, sabunlu suyla yıkayın. * Doğrama tahtanızı 1 çay kaşığı klorlu çamaşırsuyu katılmış bir litre suyla yıkayarak temizleyin. * Yemeklerin yeterli ısıya ulaştığından emin olmak için yemek termometresi kullanın. Tam kuşları 82°C'ye; göğüs etini 77°C'ye; butları, uyluk ve kanatları 82°C'ye; kıyılmış hindi ve tavuk etini 73ºC'ye kadar pişirmeyi; asgari fırın ısısını da 162°C'ye getirmeyi unutmayın. Kuş Gribi Nedir? Kuş Gribi (Avian Influenza - AI) evcil kümes hayvanlarını, vahşi kuşları ve papağan gibi ev hayvanlarını etkileyen bir virüsün neden olduğu bir hastalıktır. Her yıl insanlar için grip mevsimi olduğu gibi kuşlar için de bir grip mevsimi vardır ve bazı yine insanlarda olduğu gibi bazı gripler diğerlerinden daha kötüdür. AI (Kuş Gribi) Virüsleri, iki protein grubunun kombinasyonuna göre sınıflandırılır: H proteinleri (ki bunlardan 16 adet vardır: H1'den H16'ya kadar) ve N proteinleri (Bunlardan da 9 tane vardır: N1'den N9'a kadar). AI soyları da iki alt gruba ayrılırlar. Düşük patojenler (LP) ve yüksek patojenler (HP). LPAI, yani düşük patojen kuş gribi 1900'lerin başlarından beri Amerika'da bulunmaktadır ve buralarda az bulunan bir şey değildir. Kuşların hastalanmasına neden olur ve bazı kuşları da öldürebilir. Bu hastalık soyu insanlar için ciddi bir tehlike teşkil etmez. HPAI, yani yüksek patojen kuş gribi ise kuşlarda daha fazla ölüme neden olur ve daha kolaylıkla geçer. H5N1, Güneydoğu Asya'da ve Doğu Avrupa'nın çeşitli bölgelerinde rastlanan türdür. Bu tür, Güneydoğu Asya'da, büyük bir çoğunluğu kuşlar ile doğrudan temas halinde olan insanlara geçmiştir. www.usda.gov/birdflu posted by gezgin @ 11:42 PM

0 comments

Cumartesi, Ocak 07, 2006 SİLİNMİŞ RÜYALAR - "DELETED DREAMS" Bazen insanı çok etkileyen, yaşadığı bir olay rüyalarında tekrar tekrar karşısına çıkar. Ama her ortaya çıkışında biraz daha farklıdır. Bazen mekan aynıdır, kişiler farklıdır. Bazen kişiler aynıdır, mekan farklıdır. Bazen hepsi farklıdır ama duygu aynıdır. Bazen hepsi aynıdır ama duygu değişiktir. Sabah uyandığınızda "o olayı" rüyanızda gördüğünüzü hatırlarsınız, ama farklılıklar aklınızı ve gönlünüzü karman çorman eder. *** DVD'lerin ekstraları da insanda öyle bir etki yaratıyor. Filmi biliyorsunuz, ama DVD'nin "Deleted 127

Scenes" ("Silinmiş Sahneler") bölümünü izleyince allak bullak oluyorsunuz. O sevdiğiniz filmin karakterleri, sizin hiç bilmediğiniz bir sahneyi canlandırıyorlar. Daha önce hiç duymadığınız şeyler söyleyip, görmediğiniz mekanlarda dolaşıyorlar. Hafızanız aniden kendini sorgulamaya başlıyor, "bu böyle miydi?" diye. Kısa bir "alacakaranlık kuşağı ânı"ndan sonra herşey yerine oturuyor. *** TITANIC'in 4 DVD'lik versiyonu çıktı (Hem de ben 2 DVD'lik versiyonunu aldıktan iki hafta sonra!). Aynı yukarıda bahsettiğim duyguları yarattı "Deleted Scenes" bölümü. Saniye saniye seyrettiğim, salise salise sevdiğim bu filmin atılmış sahnelerini seyredince bir hoş oldum. Sanki alternatif bir evrende insanların seyrettiği film buymuş gibi geldi, ben de bir anlığına bu alternatif evrene bakıyordum. Eğer filmi ilk defasında bu silinmiş sahneleriyle seyretseydim ne olurdu? Bilmem? Ama şimdi bir acayip olduğum kesin... posted by gezgin @ 2:16 AM

0 comments

Perşembe, Ocak 05, 2006 DRAMATİK KURALLAR GERÇEK HAYATTA DA GEÇERLİ MİDİR? GEÇERLİYSE LÜTFEN ÖRNEKLERLE CEVAP VERİNİZ? Evet, çoğu geçerlidir. Örneğin "özdeşleşme kurallarını" ele alalım. İnsanlar gerçek hayatta kiminle özdeşleşir (yani onları sever, onlara bağlanır)? Haksızlığa uğrayanlarla, üstün nitelikleri yetenekleri olanlarla, beğenilir (güzel, yakışıklı, komik) olanlarla. Bu kurallardan ilkini, şu anki Başbakanımız da kullanmıştır. "Haksız yere yattığı hapis", belirli bir grup insanın ona sempati duymasını sağlamış, böylece iktidara giden yolu kendisine açmıştır. Aslında bu "haksızlığa uğrama" ilkesini hemen bütün dinlerin çıkış dönemlerinde görüyoruz. Yahudiler Firavun'un gadrine uğramıştır, Hristiyanlar Yahudilerin, Müslümanlar da Yahudilerin, Hristiyanların ve Putperestlerin. Bütün bu dinlerin din adamları, çevrelerinde sağlam bir cemaat oluşturmak istediklerinde bu "zulüm görülen dönem"e sık sık atıfta bulunurlar. Hatta dinlerin alt kolları (tarikatler) dahi bu yöntemden faydalanır (bkz. Hasan-Hüseyin'in öldürülmesinin Alevilik'teki yeri). Bunu bilinçli olarak mı yapıyorlar, bilmiyorum. Ama ne zaman gerçek hayatta bu yöntemin kullanıldığını görsem, "Aa, özdeşleşme yöntemi kullanılıyor" derim ve şaşarım. Günlük hayatta kullanıldığına tanık olduğum bir başka ilke de Michael Hauge'un "İlişkilerde ilginç olan, ilişkinin iyiye ya da kötüye doğru gitmesidir" sözüyle ifade ediliyor. Gerçekten de, "ilişki sektöründe"ki en ilginç birinci aşama, "bir ilişkinin başladığı dönem", ikinci aşama ise "ilişkinin bozulduğu dönem"dir. Bir çok insan, sırf birinci dönemi tekrar tekrar yaşamak için sık sık mevcut ilişkilerini bozup yenilerini kurmaya çalışır. Sonra da "ben aşk insanıyım, aşksız yapamam" diye bir rasyonalizasyona girerler, ki seyri pek hoş, muhatap olması çok nahoştur (Kendini "aşk insanı" olarak adlandıran şarkıcılar dahi mevcuttur, bildiğim kadarıyla). Gerçek hayatta kullanılan bir başka dramatik yöntem ise "kaliteli kötü adamların hikayeyi çok eğlenceli kıldığı"dır. Etrafınızdaki insanlara bakın: hepsinin hayatında onlara gıcık olan, sırf onların kötülüğünü düşünen, onların istediklerinden alıkoymaya çalışan birileri vardır - öyle söylerler. Bu aileden biri, işyerinden / okuldan biri, ya da eski bir sevgili olabilir. Ama mutlaka bir düşman ("nemesis") vardır. Eğer hayatın bir cilvesi sonucunda siz, bu ilk tanıdığınız kişinin "düşmanı" olan kişiyi de tanıyorsanız, aslında durumun hiç de öyle olmadığını fark edersiniz. O "düşman" da hepimiz gibi hayatını yaşamaya, mutlu olmaya çalışan biridir. Ama insanların çoğunun zihin radarlarının yarım metreden öteyi algılamaması, "o bana düşman" gibi aşırı basitleştirmelere neden olmaktadır. Filmlerin genel olarak sevilmesinin nedeni de biraz bundan kaynaklanmaktadır. Filmler de, bir çok insanın kendisiyle ilgili olarak düşündüğü gibi, bize bir iyi (biz) bir de kötü (düşmanımız) sunar. Ve bu ayırım çok bellidir. Kötüler kötü olduklarını daha perdede ilk göründükleri an belli ederler. Onlar öldüğü zaman aslında, bizim hayatımızdaki düşmanın öldüğünü hayal ederiz yarı bilinçli olarak. Hayat ile filmler (dramatik eserler) arasındaki son ortak nokta da, her ikisinin de bir "ders" vermesidir. İnsan bir öğrenme makinasıdır. Anasının karnından çıktığı andan itibaren sürekli olarak öğrenir. Bu öğrenmenin büyük bir bölümü bilinçsiz bir biçimde, günlük hayatın her yanına yayılmış "davranışçı psikoloji" ilkeleri doğrultusunda gerçekleşir. Seyirciler de bir filmi izlerken, her ne kadar görünüşteki 128

motivleri "eğlenmek" olsa da, filmin anlamlı bir şeyler de söylemesini beklerler. Ne kadar eğlendirici olursa olsun, bir dersi, bir "teması" olmayan filmler bizi tam olarak tatmin etmez. "Ee, ne demek istedi şimdi bu?" deriz, onca araba patladıktan, onca adam öldükten sonra (bkz. olumsuz bir örnek olarak "Kill Bill"). En unutulmaz filmler, eğlence ile dersi birbiriyle organik bir biçimde kaynaştıran filmlerdir (bkz. "Titanic"). posted by gezgin @ 12:49 PM

0 comments

Çarşamba, Ocak 04, 2006 ISTAVAN SZABO: MESELE NEYMİŞ? Istava Szabo'yu gençler pek tanımayabilirler ama daha eskiler mutlaka bilir. Mühim bir şahsiyettir diyelim ve geriplan araştırmasını sizlere bırakalım. İşte bu amcanın 2004'te söylediği sözlerden bir alıntı: "Genç nesil, ki şu anda sinemaya çok büyük bir çoğunlukla gençler gidiyor, Amerikan kahramanlarını daha çok seviyor. Bunun nedeni de esas olarak Amerikan kahramanlarının hep kazananlardan oluşması. Amerikan kahramanları her zaman kazanıyor. Bizim (Avrupalı) kahramanlarımız ise hep kaybedenler oluyor. Genç sinema izleyicileri ise kazananlarla özdeşleşmek istiyor. Mesele Amerikalılar değil, mesele kazananlar. Türkiye'de de, bizde Macaristan'da olduğu gibi, çocuklar için masal geleneği var. Masallarda hep kazananlar anlatılır. Çocuklar kendilerini kazananlarla özdeşleştirirler. Çünkü çocuk kazanmak ister. Bu, bir Amerikan görüşü değildir, insanın düşünüş biçimdir." Istavan Szabo Tempo Dergisi (no: 889) 22-28 Aralık 2004 *** Doğru söze ne denir?! posted by gezgin @ 9:42 PM

0 comments

Cuma, Aralık 30, 2005 MUTLU SENELER ! Bir yılı bir senaryo gibi düşünürsek, yaklaşık olarak üçte birinde (Mart civarı) "birinci perde"nin doruk noktasına ulaşmamız gerekiyor. Haziran "orta nokta"yı, Eylül ise "ikinci perde" doruk noktasını oluşturuyor. Kasım-Aralık gibi de senenin ("sene-ryo"?) doruk noktasına ulaşıyoruz. Bu hesapla 31 Aralık gecesi, filmin yazılarını gördüğümüz zaman oluyor (31 Aralık gecesi gökyüzüne bir bakın bakalım, bazı isimler görebilecek misiniz?). Bu seneye kimler ne gibi katkıda bulunmuş, bu senenin gerçekleşmesinde kim ne gibi emekler vermiş? Senenin sesçisi kim, ışıkçısı kim, ulaşımı kim sağlamış? vb. Bunları gözden geçiriyoruz. Memnun olsak da olmasak da sinemadan (seneden) çıkıyoruz. Yenisi için tekrar gelene dek. Hayat bu noktada sinemadan biraz farklılaşıyor. Yeni "filme" hemen giriyoruz. "Bir iki hafta ara vereyim, bu aralar halet-i ruhiyem uygun değil" demiyoruz. Anında ikinci filme başlıyoruz. İstesek de istemesek de, hazır olsak da olmasak da. *** Umarım bu seneniz "özdeşleşmesi" sağlam (yani "inşallah çok sevecek insanlar bulursunuz" anlamında), dramatik çatışması iyi kurulmuş ("umarım karşınıza, yeteneklerinize uygun engeller çıkar" anlamında), hızı ve ritmi iyi ayarlanmış ("sıkıcı olmaz" anlamında), farklı mekanlar sayesinde gözünüzün ve gönlünüzün ferahladığı, iyi ışıklandırılmış ve müziklendirilmiş, ve en sonunda da iyilerin kazandığı bir sene olur. Herkese mutlu seneler! posted by gezgin @ 1:54 PM

4 comments

129

Perşembe, Aralık 29, 2005 ORHAN PAMUK'UN SAÇMALAMA ÖZGÜRLÜĞÜ Orhan Pamuk'tan bir yazar olarak pek hazzetmediğimi aşağılarda bir yerde yazmıştım. Bana pek de suni gelir. Gerçekten hissederek değil de çokça düşünerek yazar. Bu da (kendisi farkında olmayabilir ama) çok suni bir dile neden olur. Aspartam gibi bir tadı vardır Orhan Pamuk'un yazılarının. O nedenle de okuyamam (dikkat: "okumam" değil!). Orhan Pamuk bir süredir eserleriyle değil söylediği bazı sözlerle ve bu vesileyle kendisi aleyhine açılan dava ile gündemde. Önce Orhan Pamuk'un ifade özgürlüğü konusuna değineyim. "Elbette herkesin kendi düşüncesini ifade etme hakkı vardır" demeyeceğim. Bu tür "parlak" sözlerin çok tehlikeli olduğu kanaatindeyim. Bu "parlak" sözler genelde ilk bakışta insan mantığına ve vicdanına uygun gelirler. Sloganlaşmıştırlar. Basit oldukları için o kadar sık tekrarlanırlar ki bir süre sonra bunların aksine bir söz söylemek imkansız hale gelir. "İfade özgürlüğü" de bence bu kategoride yerini çoktan almış durumda. Artık kendimizi, ne kadar medeni, ne kadar "Avrupalı" olduğumuzu anlatırken, üzerinde hiç düşünmeden bu parlak sözcük grubunu da kullanıyoruz: "İfade özgürlüğü". Eğer o varsa, Avrupalı ve medeniyiz, eğer o yoksa geri, işe yaramaz, aşağılık varlıklarız. Kişisel düşüncelerin ifade edilmesinde bir zarar olabilir mi? Yani, insanlar her düşündüklerini söyleyebilmeli midir? Yoksa bazı düşüncelerin ifade edilmesini (ve propaganda ile yaygınlaştırılmasını) engellemek mi gerekir? Bu, bence, düşüncenin niteliğine ve toplum içinde yaratacağı etkiye bağlıdır. Eğer düşünceler 1) Gerçekleri yansıtıyorlarsa 2) Toplumu olumlu yönde etkileyecek nitelikteyse, bunların ifade edilmesine izin verilmeli, hatta bu teşvik edilmelidir. Bu tür düşünceler, belirli bir anda, toplumun genel kanaatiyle uyuşmuyor olabilir. Ama eğer belirli bir olumsuzluğu giderebilecek bir "gerçek"i yansıtıyorsa mutlaka ifade edilmelidir. Bazen toplumun gerçekten ihtiyaç duyduğu şey, toplumun o anki yüzeysel eğilimleri ile taban tabana zıt olabilir. İşte toplumun bu gerçek ihtiyaçlarını fark edip alacağı tepkiden korkmadan topluma bu ihtiyaç duyulan şeyi veren kişi, o toplumun gerçek "aydın"ıdır. Yaptığı şey, o anda doğru olarak anlaşılmasa bile toplumun hayrınadır. Aydının bunu yapmasını sağlayacak olan şey de "ifade özgürlüğü"dür. Ve sonuna kadar savunulmalıdır. Peki Orhan Pamuk'un sözleri, "ifade özgürlüğü" anlamında ele alınabilir mi? Bence alınamaz. Nedeni de şu: Orhan Pamuk'un sözleri bir gerçeği değil, bir propagandayı yansıtıyor. Ve Orhan Pamuk da bu sözleri toplumu aydınlatmak için değil, kendi çıkarı için sarf ediyor. Aklı başında her tarihçi, "Zorunlu Ermeni Göçü" sırasında ölen insan sayısının kesin olmadığını bilir. En başlarda yüzbinlerle ifade edilen bir rakam, Dünya siyasetinde Ermeni lobisi güçlendikçe milyonlarla ifade edilir olmuştur. Burada dikkat edilmesi gereken bir başka nokta da bu insanların, Almanların yahudilere yaptığı gibi "öldürülmediği"dir. Çok büyük bir çoğunluğu tehcir sırasında zor koşullardan dolayı ölmüştür. Orhan Pamuk, sadece yerli değil, yabancı tarihçilerin de kabul ettiği bu gerçeğe sırtını dönmüştür. Orhan Pamuk bize "acı ama gerçek" bir şey söylediği için değil, bir yalanı, hem de en yüzeysel haliyle (ve çok manidar bir zamanda - bkz. aşağısı) tekrarladığı için bu kadar tepki almaktadır. Bu ülkede "30 bin Kürdün öldürülmesi" ise Orhan Pamuk'un düşünsel yüzeyselliğinin inkar edilemez bir ispatıdır. Bu konuyla ilgili olarak hemen herkesin dilinde olan bu "30 bin" sayısı, sadece ölen Kürtleri değil, ölen kolluk kuvvetlerini de içermektedir. Ama Pamuk, bu sayıyı alıp tamamen Kürtlere mal etmiş, 1 milyon Ermeni iddiasından daha da vahim bir hata yapmıştır. Bu durumda sormamız gereken iki soru var:

130

Eğer Orhan Pamuk söylediklerinin yanlış olduğunun farkına varamıyorsa, ona nasıl "aydın" diyeceğiz? Eğer bu sayıların yanlış olduğunu biliyorsa, ve buna rağmen böyle konuşuyorsa bu "kötü niyet"ten başka nasıl değerlendirilebilir? Bu noktada bu sözlerin söylenmesi ile ilgili "zamanlama" çok önem kazanıyor. Orhan Pamuk bu sözleri Nobel açıklanmadan kısa bir süre önce söylüyor, Nobel'i alamayınca çark ediyor, dışarıda başka içeride başka konuşmaya başlıyor. Orhan Pamuk'un "gerçek bilgilere dayalı düşünceleri"ni ifade etme hakkının olduğunu düşünüyorum. Ama bir propaganda malzemesi olduğu artık ilkokul çocukları tarafından bile bilinen şeyleri uluslararası arenada şikayet eder gibi söyleyerek saçmalama hakkının olduğuna, ve bu saçmalıklara da "ifade özgürlüğü" adı altında katlanmak zorunda olduğumuza inanmıyorum. İşin en acı tarafı, Orhan Pamuk'un hem bilimsel gerçekleri görememesi, hem de bu olayı ele alış tarzı ile ortaya çıkan "karakter" özelliği. Edebiyatını sevmememe karşın, toplumun bu kadar aziz tuttuğu birinin bu kadar içi boş çıkması gerçekten de üzücü. Orhan Pamuk bu hareketiyle sadece kendine olan güveni değil, Türk halkının genel olarak aydınlara duyduğu (ve halihazırda zaten az olan) güveni de çok sarsmıştır. Pamuk tek bir cümlenin, ömrünün sonuna kadar kendisinin peşini nasıl bırakmayacağını, yaşadığı her gün görecek ve pişmanlık duyacaktır. posted by gezgin @ 11:44 PM

8 comments

Cumartesi, Aralık 24, 2005 DEORGANİZE İŞLER !... DİKKAT: Buraya hep aynı şeyleri yazmak istemiyorum. Dikkatli olun demek istiyorum, başka bir şey demek istemiyorum. Eskiden FRIGO denen şeyler buzdolabında saklanmazdı. Bu nedenle yediğiniz zaman dişinizi kırma tehlikesi ile karşılaşmazdınız. FRIGO'nun dış kabuğu tatlı bir gevreklikle dişlerinize birazcık direnir, sonra teslim olup içe doğru göçerdi, daha güzel lezzetlerin kendisini ifade etmesine izin vererek... Yaa... Bir de patlamış mısır olayı var. Eskiden film başladığı zaman en ufak hışırtıya tahammül edemez, en az iki üç kişiyi uyarırdım. Galiba o zamanlar sesi bu kadar açmıyorladı. Şimdi ben bile mısır yiyorum film izlerken. Olacak iş değil. Son olarak bir de bahşiş meselesi var. Ben yer göstericiye (daha eskiler teşrifatçı derler) bahşiş verenlerdenim. Asla kaçırmam. Bu, sinema töreninin ayrılmaz bir parçasıdır. İyi giyinilecek, biraz erken gidilecek, millet seyredilecek, asla sinema yorumları okunmayacak, yer göstericiye bahşiş verilecek, arada frigo yenilip su içilecek, sonra da sinema çıkışı biraz yürünüp film yorumlanacak. "Sinema" diye bir din olsa, çok sıkı bir takipçisi olurdum anlayacağınız. *** Bu akşam "Organize İşler"i seyrettim. Ve beğenmedim. (Hani bir fıkra vardır, tamamını hatırlamıyorum, ama fıkranın özü bir akılhastanesindeki delilerin çeşitli fıkralara numara vermesi, sonra da fıkranın tamamını anlatmayıp sadece numarasını söyleyerek gülmeleridir. Öyle bir şey yapmayı planlıyorum. Aşağıda bir yerlerde bulunan "Başarısız Türk Filmlerinin Ortak Özellikleri" yazımdaki maddelerin numaralarını söyleyeyim, siz de anlayın. Ne güzel olur değil mi?) Beğenmeme nedenlerim, herzamanki nedenler. Ama bu nedenler, benim her sinema tecrübemde farklı yönetmenler, farklı oyuncular, farklı filmler şeklinde karşıma çıktığı için tekrar yazmak zorunda kalıyorum. Çok eğlenceli bir iş değil, ama n'aapalım. Bu durumun bir telmihi de şu: Sinemamızda kronik bazı rahatsızlıklar var (Kronik'in anlamı, uzun zamana yayılan demek; kısa bir süre devam edenleri anlatmak için "akut" deniliyor, biliyorsunuz). Bu 131

kronik rahatsızlıklar, bu sektördeki hemen herkesi etkisine almış durumda. Yani "Matrix"deki gibi ortak bir illüzyon söz konusu. Kimse bu illüzyonun dışında olmadığı için, "Abi burada bir yanlışlık var" demiyor. Bu nedenle de hatalar tekrar tekrar tekrarlanıyor. Hatta, daha da kötüsü, bu hatalar "doğru", "norm" sayılıyor, ve eğer yeniden üretilmezse rahatsız olunuyor. Kâbus gibi bir ortam yani. Kimin için? Hatanın hata olduğunu bilenler için. *** Gelelim "Organize İşler"in hatalarına. Önce şunu söyleyeyim: Filmi seyretmeye gittiğimde önyargılıydım. Bu önyargım sebepsiz değildi. Birincisi "Vizontele Tuuba" idi. Hatırlarsanız, aşağılarda bir yerde "Orada olmayan hikaye" başlıklı bir yazıda eleştirmiştim. Bu durumun tekrarlanacağından korkuyorum. İkinci sebep de filmin fragmanı idi. Açıkçası çok iyi bir film vaadetmiyordu fragman. Sadece fragmana bakarak bir film tahmin edilebilir mi? Galiba ben edebiliyorum. Fragmanın esprisi şudur: Sizde kötü bir filmi bile izleme isteği yaratmalıdır fragman. "Organize İşler"in fragmanı ise, "bu o kadar da iyi bir film değil" diyordu bana. Lakin... Filmin ilk 2-3 dakikasında bütün önyargılarım uçtu. Cem Yılmaz'ın yer aldığı giriş sahnesine bayıldım. Çok güldüm. "Yanılmışım herhalde" dedim ve koltuğa daha bir keyifle yayıldım. Ve lakin... Bu sahne bittikten sonra filmle ilgili aldığım keyif, yavaş yavaş azalmaya başladı. Bir süre müzik ve Uğur İçbak'ın görüntüleri beni çok güzel oyaladı. Ama sonra... Sonra bir şey "olmadı". Yılmaz Erdoğan, "Vizontele Tuuba"da yaptığını tekrarladı. Yani bize, bir sinema filmi olma niteliği taşımayan bir hikaye anlatmaya başladı. Olmayan bir hikayeyi... *** Şimdi gecenin bu saatinde uzun uzun eleştiri yapacak değilim. Çok kısa notlar halinde yazacağım. Belki ileride tekrar ele alırım bu filmi (ama pek de sanmıyorum). Bir kere, filmde bir hikaye yok. Bu ne demek? Yani olaylar belirli bir yöne gitmiyor demek. Birinin şiddetli bir arzusunun yol açtığı olaylar, ya da gittikçe kötüleşen dış koşullar, bizi filmi izlemeye teşvik etmiyor. Filmin başkarakteri olan Samet (T. Çevik) zaten ilk göründüğü sahnede intihar etmekte olan biri. Yaşama motivasyonunu kaybetmiş. Filmin baş karakteri o gibi görünüyor, ama onun yapmak istediği, elde etmek istediği bir şey yok ki?! Filmin çok büyük bir bölümünde Asım'ın yanında dolanıyor. Filmin bence asıl baş karakteri olan Asım'ın (Yılmaz Erdoğan) da istediği bir şey yok. O düzenini kurmuş, işini yapıyor. Mesela, ne isteyebilirdi? Son bir vurgun (ama büyük bir vurgun) yaparak bu dünyadan elini ayağını çekmek isteyebilirdi. Kendisini bir dişçi için terketmiş sevgilisine hava atmak isteyebilirdi ("Ocean's Eleven" gibi). Ama böyle bir isteği yok. Baş karakterler bir şey istemeyince, seyirci aniden "Eee, biz ne seyredicez?" moduna giriyor. Sorduğumuz hiçbir soru yok. Tabii, bu kadar boş değil film. Bir de parasını bu soygunculara kaptıran bir aile var (Altan Erkekli, Demet Akbağ, Özgü Namal). Onlar da bu parayı geri alma peşindeler. Filmdeki belirgin tek motivasyon bu. Ama bu da o kadar önemli değil. Çünkü bu para, çok ihtiyaç duydukları bir şey değil. Aile, hali vakti yerinde bir aile. Yani bu parasız da son derece mutlu yaşamaya devam ederler. Dolandırılmış olmaları hayatlarında, onları dramatik eylemler yapmaya itecek bir alt-üst oluşa neden olmuyor. Başka? Bu kadar. Filmin merkezinde bu üç kişi ya da grup var. Bunların da doğru düzgün bir hikayesi yok. Bunun dışında, yan hikaye ("subplot") bile denemeyecek şeyler var. Asım'ın Nilüfer (Ebru Akel) ile olan ilişkisi bunlardan biri. Bir diğeri de Asım'ın kızı ve eski karısı ile olan ilişkisi. Ama bunlarda hemen hiçbir çatışma yok. Nilüfer model olmak istiyormuş. Asım'ın buna bir tepkisi yok. Olmayınca küçük de olsa bir dramatik fırsat kaçmış oluyor. Buna bile yandım, düşünün yani... 132

Karakter değişimi ("Character Arc") denilen şey bu filmde var, ama nasıl yapılmamasına örnek olarak verilebilecek bir biçimde. Karakter değişimi, karakterin bilinçli hareketlerinin sonuçlarını görüp kavramasıyla olur. Burada Asım'ın "intihardan vazgeçip hayata asılması" yönünde bir değişim göstermesi için hiçbir neden yok. Bu neden Umut (özgü Namal) mı? Yoo... Ona karşı büyük bir duygusu da yok. (Her ne kadar kendisi zaman zaman "aşk" sözcüğünü onunla ilgili olarak telaffuz etse bile 1) Aşık olması için bir nedeni yok - evet, bunun için bile bir nedene ihtiyaç var - 2) Ona karşı duygularını bir iki dikkat çekici eylemle görmüyoruz. Yani bu duygular "dramatize edilmiyorlar". Burada şuna dikkat çekmek şart: ZAYIF KARAKTERLERDEN BAŞ KARAKTER ÇIKMAZ. Nokta (bkz. Piyes Yazma Sanatı - Lajos Egri). Karakteriniz güçlü olmalı. Güçlü duygular hissetmeli. Filmin merkezini oluşturan temel hikayeyi onun bu arzusu taşımalı. Bu karakter zaman zaman ümitsizliğe düşebilir (Bkz. GLADYATÖR'deki Maximus). Ama daha sonra bu ümitsizlikte kurtularak eyleme devam eder. Ve biz de filmi keyifle izleriz. Organize İşler'in baş karakteri olarak sunulan Samet ise filme intihar girişimiyle giriyor, ve pek bir şey değişmeden çıkıyor. Aslında değişiyor, yani en sonunda onun kendine az da olsa güven kazandığını görüyoruz, ama bunu neden dolayı kazanıyor? bilmiyoruz. Asım ona dedi diye mi? Dayak yedi diye mi? Aşık oldu diye mi? Hadi canım! Filmin en hoş karakterizasyonu Cem Yılmaz'dan geliyor. Hatırlarsanız GORA'daki Kötü Adam rolünü daha beğendiğimi yazmıştım geçen sene. Burada da çok güzel bir karakter ortaya çıkarmış Cem. Ama pek de bu tipin tadını çıkaramamış. Neden? Bu da sizin ev ödeviniz olsun. *** Filmde temel sorun hikaye yokluğu, ve bunun doğurduğu "çatışmasızlık" (bu konuyu çok daha detaylı yazmam gerektiğini hatırlattığı için filme bir teşekkür borçluyum aslında). Onun dışında, durum esprisine değil de "laf" esprisine dayalı film. Yılmaz Erdoğan TV'de ve tiyatroda kullandığı (ve olumlu tepki aldığı) yöntemi sinemada da kullanmaya çalışmış. Ama olmamış. Sinema lafla yürümez ki? Eylemle yürür. Dramatik bir çatışma yaratırsın, espri oradan doğar. Çok güzel bir söz hatırladım, onu söylemenin tam zamanı: "Komedide hikaye odanın ortasında, komiklik ise odanın köşelerinde meydana gelir". "Organize İşler"de odanın ortasında bir şey yok. Çok ilginç bir çatışmalı durum ile karşı karşıya değiliz yani. Bu olmayınca, komiklik de laf'ta kalıyor tabii... Filmde bütün BKM kadrosu var. Herkes. İnsan sinemaya gidince, farklı yüzler, farklı kadrolar görmek istiyor. Ama Yılmaz Erdoğan, her karşımıza çıkışında (ister TV, ister tiyatro, ister sinema olsun) hep aynı oyuncuları oynatıyor. Bu oyunculara aşina olduğu belli, belki böyle çalışmak daha kolay, ama bu, sinemada insanı soğutan bir etki yaratıyor: "Yine mi bu kadro?!" diyoruz. Bir daha Yılmaz Erdoğan ile Erdal Tosun'u ya da Bican Günalan'ı aynı afişte görürsem, o filme gitmeyeceğim. Filmin tanıtımında ve "DIŞ SES" anlatımında, sanki İstanbul'daki suç durumu ile ilgili filmin ahlaki bir duruşu varmış gibi bir izlenim yaratılıyor. Oysa filmin "hikayesi" (!) hiç de böyle bir duruş sergilemiyor. Kandırılıyoruz yani. Filmin en temel hatalarından biri ise, gereksiz derecede uzun sahneler. Karakterler ("Gönül Yarası"ndaki gibi) çok konuşmuyorlar ama boş konuşuyorlar. Filmin neredeyse yüzde 40'ı atılsa, kimse rahatsız olmazmış. Bunu da yazmazsam olmaz: Hatırlarsanız, aşağılarda bir yerlerde "Türk filmlerinde zeka" başlıklı bir yazı yazmış ve Türk dizi ve filmlerinin neden bilgi içermediğini, neden zekamıza hitap etmediğini sormuş ve bu durumdan şikayet etmiştim. Yılmaz Erdoğan beni yalancı çıkarıyor ve filmde bir fizik hocası, yerçekimi ve rölativite ile ilgili bir şeyler anlatıyor. Bir cümlesi şöyle: "Galaksimizdeki en büyük kütle güneş olduğundan..." İlah! Berfin'e sorsaymış, doğrusunu o söylermiş! (Başka bilmeyen olabilir diye yazıyorum: Güneş, güneş sistemimizdeki en büyük kütledir). *** Filmin iyi yönlerinin başında Uğur İçbak'ın kamera çalışması geliyor. Uğur İçbak bence artık 133

yönetmenliği deneme noktasına gelmiş durumda. Ama kamera ile ilgili bir sorunu olmadığı için, bütün enerjisini senaryoya verirse, başarılı olabilir. Aksi takdirde bir Jean de Bont durumuyla karşı karşıya kalabiliriz. Filmin müzikleri de yer yer çok hoş. Hele jenerik müziği, tam bir hit niteliğinde. (Biraz "İnşaat"ın müziğini mi andırıyordu, bana mı öyle geldi?) *** Bir senarist kendi hatasını nasıl görmez? Yazdığı şeyde bir hikaye olmadığını nasıl anlamaz? 1) Kendine aşırı güveniyorsa 2) Filmi kendi parasıyla çekiyorsa 3) Etrafında "Abi bu olmamış" diyecek bilgi - yetenek - cesarette kimse yoksa. Böyle olunca da, bütçe'nin yüzde birinden bile azına malolan senaryo kötü olmak suretiyle bütçenin tamamının kaderini belirler. *** Eğer Yılmaz Erdoğan TV ve tiyatroda makbul sayılan skeç yazarlığını sinemada kullanmakta ısrar ederse, sinemadaki yazar ve yönetmenlik hayatı o kadar da başarılı olmayabilir. Benden söylemesi. posted by gezgin @ 12:42 AM

1 comments

Çarşamba, Aralık 21, 2005 ÇÖZÜMLENMEMİŞ CİNSEL GERİLİM: DİZİ ve FİLMLERİN TADI TUZU... Başarılı dizilerin en önemli unsurlarından biri de ÇCG'dir (bkz. başlık; ya da orijinal adıyla UST "Unresolved Sexual Tension"). Her iyi dizide merkezi karakterler arasında ÇCG vardır. Yani kahramanlar (karşı cinsten olanları kastediyorum) arasında bir cinsel çekim vardır, ama bu cinsel çekim dizi boyunca tatmin edilmez, bir gerginlik olarak hep vardır. Zaman zaman açık, genelde de örtük bir biçimde, ana karakterler arasındaki ilişkiyi tatlandırır. Arasında ÇCG olmayan karakterleri seyretmek pek hoş değildir. Bu nedenle akıllı yazarlar ana karakterler arasında bu gerilimi yaratır ve dizinin sonuna kadar devam ettirirler. Bazı örnekler vermek iyi olacak: Yaşı yeterince ileri olanlar, başrollerinde Bruce Willis ve Cybill Shepard'ın olduğu MAVİ AY dizisini hatırlayacaklardır. Bu dizide karakterler arasındaki cinsel gerilim dizinin en hoş yönlerinden birini oluşturuyordu. Yazarlar çok büyük bir akıllıklık yaparak bu gerilimi dizinin sonuna kadar devam ettirmişlerdi. Ne zaman ki Edison (B.W.) Hayes (C.S.) ile yattı, dizinin gizemi büyük ölçüde kayboldu. Bundan kısa bir süre sonra da dizi bitmişti zaten. Milattan sonraki dizilerden de örnek vereyim: Örneğin bu aralar CNBC-E'de tekrarları tekrarlanan "Gilmore Kızları". Anne Lorelai ile kafe sahibi Luke arasında çok hoş bir cinsel gerilim var. Birbirlerini sevdikleri ve birbirlerini arzuladıkları kesin ama her ikisi de bunu açıkça ifade etmiyorlar. Bırakın ifade etmeyi, kendilerine bile açıkça söylemiyorlar. Ama çeşitli vesileler bularak birbirlerinin hayatlarına karışmayı başarıyorlar. Filmin en hoş alanlarından birini, bu ikili arasındaki ÇCG oluşturuyor. SCRUBS'ta da böyle bir durum vardı. J.D. ile Eliot arasındaki ÇCG, birinci sezonun en hoş yönünü oluşturuyordu. İkinci sezonda yazarlar Eliot'u bir başka adama aşık ederek senaryonun genel gidişini tehlikeye attılar. Ama sonraki sezonda bu adamı devre dışı bırakarak J.D. ile Eliot arasında yeniden bir CG oluşturmayı başardılar. Bizden örnek verirsek, "Avrupa Yakası"nda Aslı ile Cem arasında bir ÇCG olduğunu söyleyebiliriz. Dizinin en başarılı olduğu zamanlar, bu ÇCG'nin baskın olduğu zamanlardı. Cem ilgisini başkalarına yönelttiği zaman dizi o kadar tat vermiyordu, bana göre. Cennet Mahallesi'nde de benzer bir ÇCG durumu var diyebiliriz. İki baş karakterin bir araya gelmemesi, diziyi ilginç yapan unsurların başında geliyor. ÇCG sadece dizilerde işe yaramıyor. Filmlerde de çok sık karşımıza çıkıyor. "Matrix"'te Neo ile Trinity arasındaki gerilim ilk aklıma geleni. "Kuzuların Sessizliği"nde de Clarice ile Jack Crawford (Clarice'in 134

FBI'daki amiri) arasında hiç ifade edilmese de çok garip bir cinsel gerilim vardı. "Gladyatör"de de Maximus ile İmparator'un kızkardeşi arasındaki ÇCG hafif olmasına karşın filme renk katıyordu. Yalnız, dizilerden farklı olarak filmlerde, genelde bu ÇCG filmin sonlarına doğru çözülür. Yani duygular açıkça ifade edilir. Ama taraflar bir araya gelebilir de, gelmeyebilir de. *** Senaryo yazarken ÇCG'nin çok dikkatli bir biçimde uygulanması gerekiyor. Açık açık söylendiği zaman büyüsünü büyük ölçüde kaybediyor. Önemli olan imalarla, beden diliyle, bir bakışla, bir ses tonuyla ifadesini bulması ve karşılıklı olması. Tek taraflı olduğu zaman "sapıklık" gibi duruyor. Tabii ki taraflardan birinin diğerinden önce bu yola çıkabilir, yani biri diğerinden hoşlanmaya daha önce başlayabilir, ama diğerinin de çok geç kalmaması gerekiyor. posted by gezgin @ 8:30 PM

2 comments

YENİ YIL KARARLARI 1) Sigaraya başlanacak - ölümümün kendi elimden olması hoş olurdu. "Kendim ettim, kendim buldum" diye yazarlar mezar taşıma. 2) "Comment"lere daha sakin yanıtlar yazılacak - yüzünü görmediğin insanlara daha kolay kabalık edildiği unutulmayacak. Commentler düzeltilemiyor çünkü. Huysuzluğumun ebedi kanıtları olarak orada öyle duruyorlar. 3) Yazı yazmak "spor" sayılmayacak. Kalkıp yürünecek, hoplanacak, zıplanacak. Internette gezinmek açık hava sporu sayılmayacak. Okinawa'daki oksijenin bana faydası yok... 4) Türk filmleri hakkında olumsuz eleştiride bulunulmamaya çalışılacak. Ne de olsa onlar bizim evladımız, canımız, ciğerimiz. Kol kırılır yen (gömlek) içinde kalır; sektör yıkılır... Amanın! Bu kötü bir benzetme oldu... altında biz kaldık! 5) Bir daha tutamayacağın sözler verilmeyecek. Anlamsız kararlar alınmayacak. 6) Başka senaristler de BLOG'lamaya teşvik edilecek. Aksi takdirde durum çok kötü görünüyor. Ya insanlar senaryo yazımı hakkında bir şey bilmiyorlar (kötü), ya da bildiklerini paylaşmak istemiyorlar (daha kötü)! 7) Çok temel bazı bilgileri anlatmadığın unutulmayacak. Alt hikaye, iyilik merkezi, finaller... Hele o finaller! posted by gezgin @ 4:12 AM

3 comments

Pazar, Aralık 18, 2005 ANLAMA TESTİ - BİR, Kİ! Bazı "anlaşılmaları" yoluna koymak için bir iki kelam etmem gerekiyor. Bu sitede daha çok sinema, zaman zaman da TV eserleri hakkında yazılar okuyorsunuz. Çok büyük oranda bu ortamlarda gördüğünüz eserlerin senaryoları hakkında çeşitli yorumlar yapıyorum. Bu yorumları da olabildiğince kanaate değil "bilgi"ye dayandırmaya çalışıyorum ve bildiğim - hatırladığım bütün kaynakları sizinle paylaşıyorum. Anladığım kadarıyla - ve biraz da kaçınılmaz olarak - okuyucuların önemli bir bölümünü, bir biçimde dramatik yazarlık yaparak para kazanmak / ünlü ve başarılı olmak isteyenler oluşturuyor. Bununla ilgili bir sorunum yok. Ama şununla ilgili bir sorunum var: Sinema da, TV de içinden çıktığı toplumla çok yakından alakalı şeyler. Hem ondan etkileniyorlar, hem de onu etkiliyorlar. Yani sinema ve TV'de gördüklerimiz, içinde yaşadığımız çağı bize anlatıyor. Aynı zamanda, ilginç bir biçimde, o çağı yaratıyor, açık ya da örtük bir biçimde onaylıyor, yeniden üretiyor (bkz. Althusser). Çok derin bir tarih bilgim olmamakla beraber, gezegenimizin en mutlu döneminde yaşadığımızı 135

düşünmüyorum. Hatta, bildiğim kadarıyla, "Karanlık Çağlar" denen zamanlardan bile daha kötü günler geçiriyoruz bir çok yönden. Hem gezegenin doğal kaynaklarını hayasızca bitiriyor, hem de diğer insan kardeşlerimizi ahlaksız bir biçimde sömürüyoruz. Tarihin her devrinde felaket tellaları olmuş, dünyanın sonunun geldiğini bildiren tipler çıkmıştır. Ama ilk kez haklı olabilirler, ilk kez dünyayı gerçekten de yok etme (yani yaşanmaz kılma) gücüne sahibiz ve bu gücü de sonuna kadar kullanıyoruz. Bununla birlikte çoğumuz kendi küçük dünyalarımıza kapanıp, "dış dünyada" olan olayları sanki bir TV şovu gibi seyrediyor, kendimize dokunmadığı sürece sorunlar hakkında kafa yorup eyleme geçmiyor, rahat rahat işimize gücümüze bakmayı tercih ediyoruz. Bence durumun altında yatan temel duygu "bencillik". Yani kendisinden başkasını düşünmeme. Hiçbir şeyi, hiçkimseyi düşünmeme. Kendi rahatı ve zevki için başka herşeyi harap etmeyi hak görme. Bunu bilinçli, yarı bilinçli, ya da bilinçsiz bir biçimde her gün her saat, her dakika uygulama, hayata geçirme. Bu konunun bu siteyle bağlantısı şu: Zaman zaman aldığım yorumların ya da maillerin "gerçek anlamı" beni dehşete düşürüyor. Bunları yazanlar belki hiç kafa patlatmadan içlerini boşaltıyorlar, ama sözlerinin ima ettiği anlayış beni tam anlamıyla korkutuyor. Hiçbir şeyi umursamayan, "şu sektöre girip biz de payımızı alalım, gerisi boş!" diyen, ya da amacı sektöre girmek olmasa bile anlayış olarak yukarıda bahsettiğim bencil insanlardan geliyor bu yorumlar. Böyle insanlar her yerde yok mu? Var! Ama çok olmaları, haklı oldukları anlamına gelmiyor. Ben de onlar için bir şey yazıyor değilim. Daha doğrusu benim aklımdaki (hayalimdeki) okur kitlesi, pek çok yönünü tasvip etmediğim - bu düzenden para kazanmayı hedefleyen, ama bunu "her ne pahasına olursa olsun" başarma ahlaksızlığına düşmeyen birileri. Eserleri ile içinde yaşadığı yaşamı, içinden çıktığı toplumu az da olsa şekillendirdiğinin bilincine ve sorumluluğuna sahip birileri. Bu insanlar için yazdığımı hayal ediyorum. Ve onun için zevkle yazıyorum. Ama yukarıda eleştirdiğim anlayışta yorumlar gelince, çok sert tepki veriyorum. Sonra da yazdığım "comment"leri değiştiremediğim için vicdan azabı çekiyorum. Burası tabii ki internet, herkesin bu siteye ulaşmasını engellemek imkansız. Ama eğer, kendi bencilliği ile gözleri kör olmuş, duyarsız, sorumluluk duygusundan uzak, gözünü para bürümüş biri iseniz (hiç kimse "evet, ben böyle biriyim" demez, biliyorum), lütfen acayip comment'ler ile gazabımı üzerinize çekmeyin. Hem size, hem bana yazık. posted by gezgin @ 10:38 PM

1 comments

Cumartesi, Aralık 17, 2005 "KING KONG": Şaka Yapıyorsunuz Herhalde Bay Jackson! Dikkat: Eğer "King Kong" filmini henüz izlemediyseniz, ama izlemeyi planlıyorsanız, yani evden süslenerek çıkıp bu soğukta onca yol yürüyüp ya da taksiye binip sinemaya gitmeye, bir bilet almaya, filmin başlamasını beklerken büfeciyi ihya etmeye, sonra da üç saat boyunca bu filmi izlemeye kararlıysanız... sizin için diyecek bir şeyim yok! Allah bildiği gibi yapsın! *** Bu sene ikinci kez "çok büyük beklenti" yaratan yabancı bir filmin çok başarısız olduğuna tanık oluyorum. Birincisi Oliver Stone'un "İSKENDER"i idi; ikincisi de Peter Jackson'un "KING KONG"u oldu. Burada genel olarak filmlerin neden başarılı ya da (genelde de) başarısız olduğunu yazıyorum. Eğitim amaçlı olarak. Yoksa, sevmediğim bir film hakkında niye oturup 2-3 saat yazı yazayım ki? Ama bazı filmler var ki, hayatımdan 3 saat çalmak suretiyle zaten yeterince kötülük yapmış oluyorlar. Onlar hakkında bir iki cümleden fazlasını yazmak içimden gelmiyor. Her kötü şeyden de ders çıkarmak gerekmiyor açıkçası. Bazı kötü ürünler, kötülükleriyle kalsın.

136

KING KONG 187 dakika sürdü. Filmde çok fazla senaryo hatası vardı. Senaryo hatasından kastım, tutarsızlık değil, başarılı senaryoların yaptığı şeyleri yapmaması, başarısız senaryoları ise tekrarlaması, hatta daha da ileri götürmesi! 3 saat bittiğinde ferahladım açıkçası. Burada bu hataları yazmayacağım. Çok uzun sürer çünkü. Başka bir şeye değinmek istiyorum: Peter Jackson'a, yani filmin yönetmenine. LOTR'ları ("Lord of the Rings" - Yüzüklerin Efendisi) açıkçası sevmemiştim. Bunun nedeni, bu tür fantezi filmlerinden pek hoşlanmamam. Ben daha çok "bilim-kurgu" tipiyim. Yani şimdi gerçek olmayan, ama olası bir gelecekte gerçekleşebilecek şeylerden hoşlanıyorum. Şimdi ve geçmişde ya da gelecekte asla gerçek olmamış ve asla gerçek olmayacak şeyler ilgimi çekmiyor. Ama LOTR'ları seyrettim. Efektleri merak ediyordum çünkü. Merakımı da giderdim. Ama o kadar. LOTR'da beni rahatsız eden en büyük etken ise, filmin bir fantezi dünyasında geçmesi olmadı. Senaryodaki çok temel bir eksiklikten dolayı filmlerden hoşlanmadım. LOTR'larda, bildiğiniz üzere, temel hikaye FRODO adlı bir Hobbit'in (insan hülasası) bir yüzüğü Mordor dağına götürmesidir. Birileri bu yüzüğü ele geçirmek isterken diğerleri de Frodo'yu korumaya çalışırlar. Görünüşte "çatışma" yerli yerinde değil mi? Bol bol savaş ve mücadele için bir sürü malzeme var görünüyor. Var, var da... çok temel bir eksik var. FRODO aslında yüzükleri götürmek istemiyor. Frodo hiçbir şey yapmak istemiyor. Yiyip içip eğlenmek istiyor - her Hobbit gibi. Bu görev ona Gandalf tarafından zorla veriliyor. O da bunu kabul ediyor. Ama bu FRODO'nun inandığı bir iş değil. Yani İSTEK'i yok. Sadece götürmek zorunda. Eee? Eee'si, bu gönülsüz kahraman kendisiyle özdeşleşmemize ve onunla duygusal bir bağ kurmamıza izin vermiyor. Filmin temel hikayesi, FRODO'nun inandığı bir davanı etrafında dönmüyor. FRODO sadece elçi. Gandalf'ın elçisi. Elçiye olan zeval de pek umrumuzda olmuyor - en azından ben umursamıyorum. Bir de, filmde karikatürizasyonu aşan bir "iyi-kötü" betimlemesi var. Belki TOLKIEN'in yazdığı dönemde bu kadar yüzeysel "kötü"ler yenilir yutulur şeylerdi, ama günümüzde bu kadar sathi bir "iyi-kötü" ayırımını kabullenmemiz mümkün değil. Çünkü aslında "kötü" diye bir şey yok. İstekleri bizimkilerle taban tabana zıt olan insanlar var. Ve günümüz seyircisi, bunu bildiği için, kötülerin bile bir motivasyonu olduğunu görmek istiyor. Peki LOTR'lar neden başarılı oldu. Olası yanıtlar şunlar: Filmden önce zaten geniş bir okur kitlesine sahip kitaplar... Çok başarılı reklam kampanyaları... Çok güzel görsel efektler... Peki tekrar seyreder miyim? Sanmıyorum. KING KONG ne olacak peki? Ne olacağı ilk günden belli. 207 milyon dolara yapılan film, ilk gününde sadece 9 milyon dolar hasılat yapmış. Seyirci durumu (kalitesizliği) hemen anlamış tabii. Bence en fazla masraflarını çıkarır. Peter Jackson'a gelince. Aslında bu işten pek anlamdığını gösterdi. Sam Raimi'yi öpüp başımızın üstüne koyalım bence. *** Filmi izlediğim günün akşamı NTV'de, filmi izlemiş sinema yazarlarının yorumlarını dinledim. Kanaatim şu: bu adamlar kesinlikle para alıyorlar arkadaşlar. Yani şifa niyetine biri de çıkıp "Berbat bir üç saat geçirdim" dese ya? Yok! Bu düpedüz seyirciyi kandırmak değil midir? Gayri-etik değil midir? Karaktersizlik değil midir? Türk sinemasının durumunun hesabının bir bölümünü sanırım sinema yazarlarına da kesmek gerekiyor. Kötü filme "kötü" demezsek ve bunun nedenini açıklamazsak, "iyi" filmin ne olduğunu nereden bileceğiz, onu "kötü" filmlerden nasıl ayıracağız? posted by gezgin @ 1:16 AM

5 comments

137

Cuma, Aralık 16, 2005 GLADYATÖR VE TERMİNAL: İSTEK VE İSTEKSİZLİK "Gladyatör" filmini mutlaka hatırlıyorsunuzdur. Ridley Scott'un bu ilginç filmini ilk kez seyrettiğimde bazı yerlerini sevmemiştim. Hikaye çok ağır ilerliyor gibi gelmişti. Daha sonra tekrar izlediğimde bu izlenimimin doğru olduğunu ama Scott'un bunu bilerek tercih ettiğini fark ettim. Scott, tıkır tıkır işleyen bir hikaye anlatmak yerine, zaman zaman son derece yavaşlayan, sonra aniden hızlanan, ve en sonunda da büyük bir finalle işi bitiren bir hikaye anlatmayı tercih etmiş. Bu açıdan BRAVEHEART'tan ya da SON SAMURAY'dan çok farklı bir yapısı var. Bu filmler, eğimi gittikçe artan kaygan bir zeminde gidiyormuşcasına ilerliyordu. Gladyatör böyle değildi. Burada değinmek istediğim, Gladyatör'ün anlatı tarzı değil. Hikayeyi götüren, kahramanın dış motivasyonu. Filmin başında, Roma'nın en başarılı generali olan MAXIMUS (R. Crowe), bir savaş sonrasında İmparator'a evine gitmek istediğini söyler. Ama İmparator'un oğlu İmparatoru ve Maximus'un ailesini öldürüp tahta geçince, Maximus Roma'ya dönüp yeni İmparator'dan intikam almak ister. Film, Maximus'un intikamını almasıyla sona erer. Bizi filmin sonuna kadar ekrana / perdeye bağlayan "acaba Maximus intikam alabilecek mi?" sorusudur. Ve filmin sonunda da bu sorunun yanıtını öğreniriz. Bu açıdan bakıldığında Gladyatör, yalın bir dramatik yapıya sahiptir. Hikaye anlatma teknikleriyle oynamaz. En gelenekçi yaklaşımı benimser ve seyirciyi tatmin eder. Ridley Scott, elindeki malzemenin güçlü tarafına bakmış, ve bu güçlü tarafın da "Gladyatör gösterileri" olduğunu görmüş. Bu nedenle hikaye anlatımıyla pek fazla oynamamış. Görselliği ön planda tutmuş. (Gerçekten de 2000 yıl öncesinin Roma görüntüleri tek kelimeyle nefes kesiciydi). *** "Terminal" filminde ise Viktor Navorzski (T. Hanks) adlı Krakhozia'lı bir adamın, ülkesinde darbe olmasından dolayı Amerika'daki JFK havaalanında sıkışıp kalması anlatılıyordu. Şimdi, bu ilginç bir fikir olmakla beraber (bir insanın ne kendi ülkesine gidebilmesi, ne de havaalanının dışına çıkabilmesi) bir hikayeyi götürmeye yetmez. Spielberg bunu fark etmiş. Bu nedenle Tom Hanks'in karakterine küçük küçük istekler ve amaçlar vermiş. Bu isteklerin başında havaalanında hayatta kalmak, para kazanmak, ve bir hostes olan sevgilisiyle (C.Z. Jones) yakınlaşmak yer alıyor. Bu isteklerin karşısına da havaalanında yaşamanın getirdiği fiziksel zorlukları, yasal engelleri, Viktor'a kafayı takmış bir güvenlik amirini ve sevgilisinin sevgilisini koymuş, dramatik gerilim yaratmak için. Başarılı da olmuş. Bu zıt kuvvetler, seyircinin ilgisini belirli süreler için ayakta tutuyor, ama Tom Hanks'in müthiş oyununu seyrederken bile kendimize şu soruyu sormadan edemiyoruz: "Bu adam ne yapmak istiyor?" Spielberg, "bir adam hem 9 ay havaalanında kalsın, hem de ilgimizi çekecek bir isteğe sahip olsun"un zor bir koşul olduğunu fark ederek (zira güçlü isteği olan biri, 9 ay bir yerde tıkılıp kalmayı kabul etmez, edemez, etmemelidir), çok iddialı davranmamış. Viktor'a, ölmüş babasının bir isteğini yerine getirmek gibi, zamana yayılabilen, sempatimizi kazanan, ama o kadar da güçlü olmayan bir motiv vermiş. Buna göre Viktor, babasının çok sevdiği bir caz sanatçısının imzasını almak için New York'a gelmiş ve havaalanında takılıp kalmıştır. Spielberg, bunun (Gladyatör'deki "intikam alma isteği" kadar) çok güçlü bir motiv olmadığını bildiği için Viktor'un temel motivasyonunu hikayenin sonuna kadar saklamış - hatırlarsanız, filmin başından beri Viktor'un elinde bulunan fıstık kutusunda ne olduğunu ancak filmin son çeyreğinde öğrenebiliyorduk. Spielberg, Viktor'un havaalanından çıkıp bu isteği yerine getirdiği anda da hikayeyi bitirmiş. Çünkü Viktor, havaalanından çıktığı andan itibaren karşısında, dramatik bir gerilim yaratacak hiçbir zıt güç bulunmuyordu. Dramatik gerilimsiz hikaye olmayacağını çok iyi bilen Spielberg, 5 dakika içinde hikayeyi bağlamış ve filmi bitirmiş. Spielberg'in bu filmi, Tom Hanks'in müthiş oyununa ve film için hazırlanan dev sette gerçekleşen müthiş çekimlere rağmen pek fazla iş yapmamıştı. Bunun nedenlerinin birinin, kahramanın filmi götürecek güçte çok net bir motivasyonunun olmaması olduğunu düşünüyorum. posted by gezgin @ 1:09 PM

0 comments

Cumartesi, Aralık 10, 2005 "GÖNÜL YARASI" - Ahhh! DİKKAT: Bu filmi henüz seyretmediyseniz, ve seyretmeye kesin niyetliyseniz, aşağıdaki yazıyı okumanız, seyir zevkinizi olumsuz yönde etkileyecektir. Gidin filmi seyredin, sonra tekrar gelin. Daha önceki yazılardan, en sevdiğim 80 sonrası filmin "Eşkiya" olduğunu biliyorsunuz. Yavuz Turgul'un 138

bu filmi, bir iki küçük kusuru dışında, hem senaryosu, hem oyunculuğu, hem müzikleri, hem görüntüleri, hem de kurgusuyla tam bir sinema ziyafetidir. Her ne kadar ana mesajı karamsar olsa da, filmin icrası o kadar iyidir ki, (çok sık olmamak kaydıyla) tekrar tekrar seyredilebilir. "Gönül Yarası"nın "Eşkiya" kadar iyi olmasını beklemiyordum, ama en azından çok iyi olmasını bekliyordum. Yavuz Turgul'un senaristlik konusunda artık kemale erdiği kanaatine varmıştım. Yönetmenliği de artık altın çağına ulaşmış gibiydi. Yanılmışım. Gönül Yarası'nı seyretmeye başladığım zaman bazı aksaklıklar gözüme çarpmaya başladı. "Geçer herhalde" dedim, ama geçmedi. Ve "Gönül Yarası" benim için bir sinema ziyafeti değil, bir yazı malzemesi haline geldi, kendiliğinden, ve hiç istemediğim halde. Önce senaryo dışı konulardaki aksaklıklara kısaca değineyim. Yavuz Turgul, bu filmde görüntü yönetmeni Uğur İçbak ile çalışmamakla büyük hata yapmış. Eşkiya'yı Eşkiya yapan en önemli faktörlerden biri, abartısız, etkileyici, ama hikayeye cuk oturan görüntülerdi. "Gönül Yarası"nda bu yok. Anlamsız kamera hareketleri, yanlış ya da gereksiz açılar, hele o (Yılmaz Erdoğan'ın başımıza bela ettiği ve hemen hiçbir fonksiyonu olmayan) helikopter kamerası... Dikkat dağıtmaktan başka bir şey yapmıyor. Müziklerde de sorun var. "Eşkiya"nın insanı hipnotize eden müziklerinin yanında "Gönül Yarası"ndakiler hafif ya da yanlış kalıyor. Hele filmin girişinde Meltem Cumbul'un kötü bir sesle yer yer detone olarak söylediği ne idüğü belirsiz şarkı, filme hizmet etmiyor, zarar veriyor. Ama her filmi ayağa kaldıran ya da batıran ("make or break") faktör olan senaryoda en büyük sakatlıklar. Bunları aklımda kaldığınca buraya yazayım: Yavuz Turgul uzun girişleri seviyor, tamam, ama buradakine uzun bir giriş değil uzuuun bir giremeyiş denebilir. Filmin 38. dakikasına kadar TETİKLEYİCİ OLAY ("Inciting Incident" - Aşağıdaki 3 Perdeli yapılarda gördüğümüz ilk dönüm noktası) gerçekleşmiyor. Nazım öğretmenin (Şener Şen) tanıtımını izliyoruz uzun uzun. Ama bu tanıtımda büyük bir eksik var: ÖZDEŞLEŞME sağlanmıyor! Yani bir insanın ülkenin güneydoğusunda öğretmenlik yaptığını öğrenmek, o karakterle özdeşleşmemizi sağlamıyor. En fazla hafif bir sempati duyuyoruz, o kadar. Ayrıca sahneler, Başarısız Türk Filmlerinin ortak özelliklerinden (bkz. aşağılarda bir yer) biri olan uzun ve işlevsiz olma rahatsızlığından mustarip. Filmin başında Şener Şen'in köydeki sahnelerini yüzde 60-70 oranında eksiltmek mümkün. Bunların hikayeye hemen hiçbir katkısı yok. Şener Şen'in kahvehaneye gelmesinden hemen önce Sümer Tilmaç'ın ve arkadaşının diyalogları da işlevsiz ve ciddi anlamda kötü. Yavuz Turgul'un elinden çıkmışa değil de ortalama bir TV senaristinin elinden çıkmışa benziyorlar. Bu diyalgoların bazıları, "öldüren" cinsten. Şener Şen'i köyden yolcu edenlerden en sonuncusunun söylediği: "Derviş de sensin, dede de..." içerikli konuşma, hiçbir etki yaratmıyor. Bir insana "derviş" denmesi, seyircinin o kişiyi derviş olarak algılamasını sağlamıyor. Bunun dramatize edilmesi, bir olayla gösterilmesi lazım. Yavuz Turgul bunu yapmıyor, ama bu duygunun bize geçmesini istiyor. Geçmiyor tabii ki. "İç ses" konusunda da çok başarılı değil "Gönül Yarası". Şener Şen'in otobüsle İstanbul'a gelirken yaptığı iç konuşma, orta ile ortanın biraz altı kalitede. Burada da Yavuz Turgul "Anlatma, Göster!" ilkesini çiğniyor. Kendi kişiliği ve başına gelen olaylar ve kendisinin bu olaylar karşısındaki çaresizliğini anlatıyor. Eee? Biz şimdi bu anlatılanlara inanacak ve Şener Şen'in kişiliği hakkındaki izlenimimizi bunlara göre mi oluşturacağız? Mümkün değil. Gerçek hayatta olduğu gibi sinemada da sözlerin pek önemi yoktur. Asıl olan eylemdir. Yavuz Turgul ise bu eylemi bize göstermiyor. Aynı durum filmin finalindeki iç konuşmada da söz konusu. Yalnız, burası artık final olduğu için, filmin "toparlaması" açısından, bu konuşmaya biraz daha müsamahalı oluyoruz. Ama kesinlikle yüksek bir kalitede değil. Diğer karakterlerden Meltem Cumbul (Dünya) yeterince işlenmiyor. Filmin ilk 40 dakikasında ona ayrılan zaman en fazla 5-6 dakika. Bu sürede de onunla özdeşleşmemiz mümkün olmuyor. Hem zaman açısından, hem de özdeşleşme yöntemleri yeterince iyi kullanılmadığı için. Filmin üçüncü önemli karakteri olan Timuçin Esen ise bu ilk 40 dakikada sadece 2 defa görünüyor, toplam süresi 2 dakikayı bile bulmuyor. Onun bir şey için İstabul'a geleceğini biliyoruz, ama ne için? emin değiliz. "Eh, bu adam bu filmde olduğuna göre bir bağlantısı vardır herhalde" diye düşünüyoruz, ama 40 dakika boyunca, bir ipucu verilmez mi yahu? Spielberg 40 dakikada Normandiya Çıkartmasını göstermiş, aklımızı, gönlümüzü, midemizi allak bullak etmiş, sonra da Yüzbaşı Miller'ı Er Ryan'ın peşine 139

takmıştı bile! Fakat işin üzücü tarafı, "tetikleyici olay" ("inciting incident") olduktan sonra, yani yaklaşık 40 dakikalık bir serime katlandıktan sonra, karşımıza çıkan hikayenin pek de matah bir şey olmaması. Yani ortada bir pavyon kadını ve onun peşine takılmış eski kocası var, o kadar. Bir de bu pavyon kadınına yardımcı olan eski öğretmen - yeni taksi şoförü. Eee? Şunu da söyleyeyim: her iyi filmin arkasında çok orijinal bir fikir yoktur. Bazen iyi filmi iyi yapan, sıradan bir fikri çok iyi icra etmesidir. Lakin "Gönü Yarası"nda durum bu değil. Sıradan bir film ve sıradan bir icra ile karşı karşıyayız. Yavuz Turgul'un kurduğu bu hikayede çatışma da o kadar kuvvetli değil. Halil'in çocuğunu istemesi son derece normal. Bu durum da onu, kahramanın karşısındaki zıt güç olarak görmemize engel oluyor, çatışmanın kuvvetini zayıflatıyor. Aklı başında her insan, ufak bir çocuğun bir pavyon kadınının yanında büyümesine karşı gelecektir. Bu durumda filmin kahramanı olan Şener Şen, yanlış tarafı tutuyor konumuna düşüyor. Aslında bu kullanılan bir yöntemdir. Yani kahraman aslında en baştan beri yanlış tarafı tuttuğunu ya da yanlış bir arzunun peşinde koştuğunu fark eder. KWAI KÖPRÜSÜ'nü hatırlıyor musunuz? Alec Guinnes'in canlandırdığı karakter aslında en baştan beri yanlış bir şey yaptığını anlayıp, kendi hayatı pahasına, o kadar uğraşarak yaptığı köprüyü yıkıyordu. Ama bu yöntemin en yüksek düzeyde etkili olması için filmin başından itibaren çok sıkı bir özdeşleşmenin kurulması ve kahramanın ve seyircinin kahramanın yaptığı hatayı filmin ancak sonunda fark etmesi gerekir. Oysa biz filmin daha yarısında Şener Şen'in yanlış bir şey yaptığını fark ediyoruz. Filmin ilk yarısına yakın bir yerlerde meydana gelen "meydan sahnesi", bazı yönlerden etkileyici olmasına karşın bazı yönlerden hayal kırıklığı yaratıyor. Yavuz Turgul'un kurgu marifetiyle zamanı esnetmesi çok hoş olmuş. Ama bu kadar dar bir meydanda filmin karakterlerinin birbirlerini çok geç fark etmesi, pek gerçekçi olmamış. Sahnenin ruhuna neredeyse zıt bir müzik kullanmış Turgul. Bu da zaman zaman kullanılan bir yöntem. Örneğin John WOO'nun "Face/Off" filmindeki bir baskın sahnesinde, patlayan silahlar ve ölen insanların görüntüsü üzerine, konuyla tamamen ilgisiz bir müzik biniyordu. Ama WOO bunu, sahnede bulunan çocuğun kulaklıkla müzik dinlemesi üzerinden gerçekleştiriyordu. "Gönül Yarası"nda ise böyle bir durum yok. Filmin belki de en gerilimli anlarında hoş bir piyano müziği dinliyoruz, o kadar. Bu da Yavuz Turgul'un ne yapmaya çalıştığını tam anlamamamıza yol açıyor. Eğer gerilimli bir an yaratmak istiyorsa (ki benim tahminim bu yönde) bu duyguyu güçlendirecek bir müzik kullanması gerekirdi, zayıflatacak bir müzik değil. Film karakterleri durmadan kendini anlatıyor. Dünya (M. Cumbul) kendini anlatıyor, Atakan (Sümer Tilmaç) kendini anlatıyor, Nazım (Ş.Şen) kendini anlatıyor, Nazım'ın oğlu (Güven Kıraç) kendini anlatıyor, kızı (Özgün Çınar) kendini anlatıyor, Halil (Timuçin Esen, Dünya'nın kocası) kendini anlatıyor. Herkes kendini anlatıyor. İyi bir senaryoda, bir karakterin 3 cümleden fazlasını arka arkaya söylemesi genelde pek hoş durmaz. Gönül Yarası bu hatayı çok sık yapıyor. Sadece diyalogların temizlenmesi (i.e. gereksiz lafların atılması ya da uzun konuşmaların diyaloglara dönüştürülmesi) bile "Gönül Yarası"na çok şey katarmış. "Eşkiya" bu açıdan çok başarılıydı, hatırlarsanız. Gereksiz bir iki monolog haricinde son derece sıkı, fazlalıklardan arınmış bir filmdi. Filmin ikinci yarasının en önemli hatası, filmin orta noktasını biraz geçince, dramatik gerilimin ortadan kaybolması! Bu, Dünya'nın kocası Halil'in kahveye gelip Atakan'dan (S. Tilmaç) özür dilemesiyle gerçekleşiyor. Aniden, artık kahramanımızın isteğine karşı koyan kişi (NEMESIS, yani çatışmanın karşı kutbu) ortadan kayboluyor. Ta ki ikinci yarının sonlarında tekrar ortaya çıkana dek. Yavuz Turgul dramatik gerilimsiz bir hikaye anlatabileceğine kanaat getirmiş, ama neden? anlamadım. Doğal olarak ikinci yarı o kadar sıkıcı ve uzun bir hale geliyor ki "Acaba iki film birden mi izliyoruz?" diye insan kendine sormadan edemiyor. Abarttığımı sanmayın. İkinci yarıda bir sahne var: Nazım ile Dünya'nın, Nazım'ın evinde, salonda durdukları bir sahne. Nazım'ın ön, Dünya'nın arka planda olduğu ve "Şimdi sen bana iki seçeneğim olduğunu söylüyorsun" dediği sahne. O kadar sıkıldım, o kadar sıkıldım ki, filmi durdurup sıkıntımı dağıtmak için evin çeşitli odalarında bir sürü farklı iş yaptıktan sonra tekrar filmin başına oturdum. Eğer filmi sinemada seyretseydim, "HAYDAAA!" deyip salonu terk ettiğim sahne bu olurdu. (Öyle huylarım vardır, biliyorsunuz. Bkz. "Banyo" yorumu.) Filmin en temel hatalarından biri, karakterlerin ne istediğinin çok net bir biçimde ortaya konmaması. Bu, karakterin ne istediğini net olarak bilmesi gerektiği anlamına gelmiyor illa ki. Yani bir karakter, 140

kendisinin tam olarak ne istediğinin farkında olmadan bir çok harekette bulunabilir, ama seyirci bu hareketlerin neyi hedeflediğini, amacının ne olduğunu görebilir, görmelidir. "Gönül Yarası"nda bu konuda bir belirsizlik var. Nazım'ın aslında ne istediği filmin neredeyse yüzde 75'i boyunca belli değil. Dünya ile birlikte olmak istediğini hissediyoruz, ama hiçbir davranışı bu yönde kesin bir fikir edinmemize neden olmuyor. İsteğini çok net bir biçimde dışa vurmuyor. Biz de, Dünya Halil ile gitmeye karar verdiğinde "Uğurlar Olsun" diyoruz. Nazım'ın Dünya'nın gidişi üzerine girdiği depresyon, onu istediği hissini bizde uyandırıyor, ama bu, önceki bölümlerdeki boşluğu doldurmuyor. Yavuz Turgul'un buradaki temel hatalarından biri, Nazım'ın aslında hayatında birine, bir kadına ihtiyaç duyduğunu daha önceden ortaya koymaması. Yani Nazım hem dağ köyünde, hem de İstanbul'daki evinde kendi başına hayatta kalmayı son derece iyi başaran biri. Neden bir kadınla birlikte olmasını istesin ki? Eğer Yavuz Turgul, Nazım'ı hayatında birinin, özellikle de bir kadının boşluğunu hisseder halde gösterseydi ve bunu bir biçimde eski karısının yokluğuna bağlasaydı, ortaya Dünya çıktığında seyirciler olarak "Hah, şimdi birbirlerini buldular" diye düşünür ve sevinirdik. Dünya'nın Midyat'a gidişi de hafifçe buruk değil, gerçekten de çok duygusal bir sahne olurdu. Yavuz Turgul bilerek duyguların ateşini kısmış diyebilirsiniz, her filmin ille de ağlatması gerekmiyor diyebilirsiniz. Ama 1) Bu çok riskli bir harekettir, hiçbir seyirci hafifçe duygulanmak için sinemaya gitmez 2) Filmin bir çok sahnesi (özellikle de finali) Turgul'un aslında bu kadar güçlü bir duygusallık yaratmak istediğini kanıtlıyor zaten. Ama bunu filmin geri kalan bölümlerinde yapmamış, yapamamış. Yavuz Turgul'un en temel hatalarından biri de NEMESIS'i, yani düşmanı yeterince iyi kuramaması. Timuçin Esen'in iyi oyunculuğu bile böyle bir düşman yaratmaya yetmiyor. Filmdeki bir karakterin psikopat olarak "adlandırılması", onun seyirci tarafından psikopat olarak algılanmasına yol açmıyor. Bunun gösterilmesi, kanıtlanması gerekiyor. Bunun için de Halil'in, filmin mümkünse ilk çeyreğinde bir psikopatlık örneği göstermesi gerekiyor. Oysa Halil, filmin finalinde Dünyayı ve kendini vurana kadar son derece normal, hatta hoş bir çocuk izlenimi veriyor. Akıllı uslu konuşuyor, aşkının büyüklüğünü anlatıyor, büyüklerinin elini öpüyor, kızını özleyen bir baba gibi davranıyor, vb. Eee? Nerede psikopat? Adam bir psikopat olabilir, ama biz görmediğimiz sürece, yarattığı tehlike ve buna bağlı heyecan da büyük olmuyor. (Halil'in bir pavyonu dağıtması, psikopatlık olarak adlandırılamaz, ne yazık ki? Olsa olsa öfkeli ve alkolik bir kocanın biraz sıradışı bir hareketi olarak algılanabilir). Bu heyecansızlığın en ilginç örneklerinden biri, Halil'in, kızı Melek'i kaçırdığı sahnede görülebilir. Halil kızını kaçırıyor, sonra yakalanıyor (her nedense tam da yakalanacağı mahalleye giriyor Halil), sonra Nazım'ın tansiyonu çıktığı için bir eczaneye gidiliyor, Dünya, "eh, madem herşey yolunda, ben de kuaföre geri döneyim" diyor. NEEE?!!! Biraz önce, psikopat olduğunu söylediğin kocan çocuğunu kaçırmaya çalıştı ve sen kuaföre dönüyorsun ha?! Afferin kızım. Böyle bir "dramatik gerilimden" (i.e. gerilimsizlikten) sonra bu kadar absürd bir eylem, aslında bizi şaşırtmamalı. Nazım'ın kendi çocukları ile olan bozuk ilişkisi de çok hazırlıksız buluyor bizi. Hiçbir "temel atması" ("setup") olmadan kendimizi aniden bir aile krizi içinde buluyoruz - Nazım'ın kızının erkek arkadaşının ziyareti sonrasında. Daha önce bu konuyla ilgili hiçbir hazırlığımız olmadığı için "Hoşgeldin Ali" oluyoruz. Her ne kadar Yavuz Turgul bu bozuk aileyi daha sonra Nazım'ın idealistliğine bağlamaya çalışsa da (Filmin finalinde, Nazım'ın kızını bankada ziyaret ettiği sahne), pek olmuyor, yama pek tutmuyor. Film hakkında söylenebilecek başka olumsuz şeyler de var (Boom operatör'ün - yani bir sopanın ucuna bağlanmış mikrofonu taşıyan arkadaşın - mesaisinin yarısını perdede görüyoruz. Juliette Binoche'lu "Çikolata"dan sonra en fazla mikrofon gördüğüm film bu oldu). Ama onları bir kenara bırakıp filmin finaline bakalım. Yavuz Turgul'un yeteneğini kaybetmediğini kanıtlayan tek yer, filmde gerçek anlamda bir dramatik halin yaşandığı tek yer, gerçek sinema tadını yaşadığımız tek yer filmin finali - Dünya'nın eski kocasına türkü söylediği sahne. Gerçekten de güzel bir sahne. İnsanın gözlerini dolduran, yüreğini burkan, boğazını düğümleyen bir sahne bu. Ama koskoca filmde, tek bir sahne. Film hakkında çıkan olumlu eleştirileri de bu final ile açıklayabiliyorum ancak. Aksi takdirde, sinema yazarlarının filmi izlediği salona, havalandırmadan kokain filan verildiğini düşüneceğim. Toplu olarak halüsinasyon mu gördüler acaba? (Bu hoş bir fikir: Bir sinema dolusu yazar, toplu halüsinasyon görür ve perdedeki değil kendi zihinlerindeki film hakkında olumlu yorumlar yazarlar.) Filmin bütün bu 141

hatalarından sonra Atilla Dorsay'ın ve diğerlerinin yazdıklarını ("Turgul, Gönül Yarası'nda, sinemasındaki tüm safraları atmış ve kariyerinin en ustalıklı, en saf noktasına ulaşmış" UYGAR ŞİRİN - RADİKAL) başka şekilde açıklamak mümkün değil çünkü. Finalin güzelliği, McKee'nin şu sözlerini doğruluyor: "Filminizi iyi bitirin. Kötü bir senaryo bile, eğer finali iyi ise, iyi olarak algılanır" - bu mealde bir şey. Bütün seyirciler finaldeki o sahneye tav oluyor ve filmin bütünündeki bütün hataları unutuyorlar. Benim gibi tipler hariç. Bu filmin OSCAR'a aday olması ile ilgili bir şey demeyeceğim. OSCAR'ların nasıl verildiğini bildiğim için. Merak eden bu konuyu ayrıntılı bir biçimde araştırsın ve OSCAR'ların aslında pek de matah şeyler olmadığını görsün. Bu şekilde verilen OSCAR'larda, hiç belli olmaz, "Gönül Yarası"nın bir şansı olabilir. Lakin senaryonun kalitesizliği hakkında bir kaç kelam etmek şart. Yavuz Turgul, Eşkiya'nın senaryosunu 10 yılda yazdığını söylemişti bir röportajında. "Gönül Yarası" ise yanlış hatırlamıyorsam bir iki ay içinde çıkmış. Demek ki kalite düzeyi ile harcanan zaman arasında büyük bir bağlantı var, en azından Yavuz Turgul açısından. Keşke Turgul, Eşkiya'dan beri düşündüğü bir filmi çekseydi, keşke o zamandan beri zihninde pişen bir film olsaydı, ve kendini aşarak hem bizi, hem de bütün dünyadaki sinema seyircilerini ihya etseydi. İngilizlerin bir sözü vardır, "Acele yapılan iş, iki kere yapılır" diye. Bunu sinemaya şöyle uyarlayabiliriz belki: "Acele yazılan film, iki kere dahi seyredilmez!" Umarım, Turgul'un bir sonraki filminin hikayesi çok daha iyi olur, ve görüntü yönetmeni yine Uğur İçbak olur. posted by gezgin @ 6:25 PM

0 comments

"MAKİNİST"!.. UYUMA!.. .. cümlesi, sinemanın interaktif bir doğa kazandığı nadir anlarda sarfedilirdi eskiden. Artı bu cümleyi pek duymuyoruz - çok şükür. (Hiçbir yazıya hem bu kadar anlamlı, hem bu kadar anlamsız giriş yaptığımı hatırlamıyorum. Ama kendime mani olamadım, kusuruma bakmayın.) "MAKİNİST" filmi yakınlarda sinemalarda gösterildi. Ama pek ses getirmedi. Benim en beğendiğim sinema eleştirmeni EBERT bile filmi çok beğenmiş. Ben de onun önerisi üzerine filmi seyrettim. Sonuçtan ise pek memnun değilim. Daha doğrusu film insanda "Allah sevdiği kuluna önce eşşeğini kaybettirir, sonra buldururmuş" duygusunu uyandırıyor. Filmin neredeyse son on dakikasına kadar büyük bir zaman kaybı hissi yaşadım. Christian Bale'in güzel oyunculuğu ve güzel müzikler dışında, hikaye adına pek birşey yoktu. Ortada neredeyse bir yıldan beridir hiç uyuyamayan (bu nedenle, bkz. yazının başlığı) ve halüsinaysonlar gören bir makinist vardı (aslında çeviride de hata var. Adam makinist değil, makina ustası. Makinist denince sinemadaki ya da trendeki makinistler akla geliyor. Ama bu amca bir fabrikada çalışan normal bir makine ustası). Ama adam kendinin halüsinatif olduğunun farkında değildi. Ve biz farkındaydık. Bu türün daha kaliteli örneklerinde senarist, filmin çok kritik bir anına kadar gördüğümüz herşeyin gerçek olduğu hissini verir (örneğin "6. His" veya "Dövüş Kulübü" - alternatif bir isim olarak bu ikincisine "Kötek Cemiyeti" de denebilir mi acaba? ;). Gerçek ifşa edildiğinde ("reveal") ise filmin tüm anlamı değişir. Ve biz de "Vay canına, ben bunu hiç böyle düşünmemiştim" deriz ve bir yandan zevkten dört köşe olurken bir yandan da zekamızı atlatan senarist ve yönetmene hayran oluruz. "MAKİNİST" ise bu kadar kaliteli değil. İşin içinde bir halüsinasyon olayı olduğunu daha en baştan anlıyoruz. Bu nedenle "Acaba bütün bunlar bir halüsinasyon mu?" diye sormuyoruz da, filmin kahramanı bu gerçeği ne zaman fark edecek diye bekliyoruz. İşte bu, bizde genel bir zaman kaybı hissi yaratıyor. "Hikayeyi kısa kes de, adamın gerçeği fark ettiği zamanki duygusunu ver" diye düşünüyoruz. Filmin bir başka sakatlığı da, ilerleyen bir yapısı olmaması. Yani kahramanımızın hayatındaki güçlükler gittikçe şiddetlenmiyor, halüsinasyonlar gittikçe artmıyor, durum gittikçe karmaşıklaşmıyor. Durum başta ne ise, sona doğru da hemen hemen o - sadece az bir farkla. Zaman kaybı hissini oluşturan özelliklerinden biri de bu. Hikayenin ilerleyici ("progressive") bir yapısının olmaması. Kahramanla pek fazla özdeşleşmememiz de filmin akışına kendimizi kaptırmamamızın en önemli nedenlerinden. Filmin başında Trevor Reznik (Christian Bale) ile sağlam bir özdeşleşme kurdurulmadığı 142

için, filmi uzaktan seyrediyoruz. Hikayenin içine girmediğimiz için, geçen zamanın farkında oluyoruz. Bir eksi daha... Filmin artılarına gelince: Christian Bale'in abartısız ama etkileyici oyunu ("Adam ne kadar çok kilo vermiş" geyiğine girmeyeceğim) ve bir çok yerde ilgiyi canlı tutan müzik (bu tür hikayesi zayıf filmler, müziğin "ruh hali" oluşturmakta ne kadar önemli olabildiğini kanıtlıyor) gerçekten güzel. Ama ben de her sinema seyircisi gibi hikaye için filmi izliyorum, müzik ya da oyunculuk için değil. Filmin finali, hikayenin tamamının oluşturduğu zaman kaybı hissini bir nebze ortadan kaldırıyor: "Meğersem adam vicdan azabından kafayı yemiş!"i fark ettiğimizde, herşey yerli yerine oturuyor, ama bizde izleyici olarak büyük bir zenginleşme olmuyor. Kendimizi en fazla eksiden (zaman kaybetmişlik duygusundan) tekrar sıfıra (yani başladığımız yere) gelmiş hissediyoruz. Ve kahramanla ilgili olarak "Aslında en başta yapması gerekeni yaptı, ne var bunda?!" diye düşünmekten de kendimizi alamıyoruz. posted by gezgin @ 6:21 PM

1 comments

Perşembe, Kasım 24, 2005 CNBC-E'de KÜFÜR VE CİNSELLİK - 2 Bu konuya daha önce de değinmiştim (bkz. aşağılarda bir yer). Ama tekrar değinme ihtiyacını hissettim. Hangi filmler ve diziler üzerine dersiniz? 1) "Vahşi Yürek" ("Wild at Heart") sinemada seyrederken bile bana yer yer "Hooo!" dedirtmiş bir filmdir. David Lynch'in bu filminin televizyonda gösterileceğini duyunca, sevdiğimden değil, CNBCE'dekilerin ne kadar sağ duyulu davranacaklarını görmek istediğimden filme şöyle bir göz attım ve "görmem gerekenleri" gördüm. CNBC-E'deki yayın akışından sorumlu arkadaşlar, sağ duyularını o saatte uykuya yatırmış olabilirler, ama gecenin 10-11'i, 18 yaşın altındaki milyonlarca gencin hala uyanık ve televizyon karşısında olduğu bir zaman dilimi. Ve "o" görüntüleri, emin olun, ailenizle birlikte izlemek istemezsiniz. 2) Diğer örnek ise "Carnivale". 23 Kasım 2005'te yayınlanan "Carnivale"i seyredenler, saat 10 civarında gördükleri sahneler karşısında - özellikle de yanlarında çocukları varsa - çok "etkilenmiş" olmalılar! Acaba CNBC-E'dekiler ne düşünüyor: "Halkımızın sanat duygusunun gelişmesi için böyle şeyleri görebilmesi lazım" mı? Bu ne vatanperverlik! Bu ne toplumsal düşüncelilik! Ya da, bu ne aptallık! Bu ne vurdumduymazlık! CNBC-E'deki küfürler konusunda da daha önce söylediklerimi kısaca yinelemek istiyorum. Bir küfrün Türkçe, Almanca, Fransızca, Çince, ya da İngilizce edilmesi, onun küfür olma niteliğini değitirmez. Küfür küfürdür. Ve parasız ve şifresiz olarak yayınlanan (yani herkesin erişimine açık) bir kanalda bunların yayınlanması kabul edilebilir bir şey değildir. Çünkü 1) O dilleri bilen insanlar da o kanalı seyrediyordur 2) Alt yazıdaki "Ananı ..." şeklindeki noktalar meramı anlatmaya (ve küfürle hedeflenen zararlı etkiyi yaratmaya) yeterli olmaktadır. Bunu CNBC-E'dekilerin anlaması için birinin onlara sabah akşam İngilizce ana-avrat dümdüz gitmesi mi gerekiyor?! Aklı başında gibi görünen insanların (i.e. CNBC-E'dekiler) bu hatalarda bu kadar ısrar etmeleri, akıl ile baş arasındaki korelasyonlarından şüphe duymamıza neden oluyor. Ve saygınlıkları büyük yara alıyor. Ama farkında değiller. *** RTÜK'teki arkadaşların uykularını bölmek istemediğim için onlara burada hiç değinmiyorum bile! Tatlı rüyalar RTÜK'teki Fiona'lar! (SHREK'e bir şey göndermiştim, aldı mı acaba?) posted by gezgin @ 9:16 PM

6 comments

CHARLIE HARPER VE CHRISTIAN TROY: DON JUAN'IN ÇÖKÜŞÜ CNBC-E'de yayınlanan "İki Buçuk Adam" ("Two and A Half Men") ve "Kes Yapıştır" ("Nip/Tuck") dizilerinde birbirine benzeyen iki karakter var: Charlie Harper ve Christian Troy. Charlie Harper, Los Angeles'te yaşıyan ve TV ve sinema için müzik yapan bir besteci. Yakışıklı bir genç 143

adam ve bu yakışıklılığından sonuna kadar faydalanıyor. Gömlek değiştirdiğinden sık sevgili değiştiriyor. Genel olarak da bunu onların kalbini kırarak yapıyor. Ama bu durumdan rahatsız değil gibi. Çünkü hayatını aynı şekilde devam ettiriyor. Christian Troy ise yakışıklı bir estetik cerrah. Sadece bu iki özelliğin yan yana gelmesi bile onu kadınların ilgi odağı haline getiriyor. O da bu durumdan sonuna kadar faydalanıyor. Spor arabalar, şık giysiler, vb. yardımıyla çok yoğun bir sevgili trafiği yaşıyor. Ne kadar hoş ve imrenilesi yaşamlar değil mi? Ama senaristler bize sadece bunları sunmakla yetinmiyorlar. Charlie Harper'ın annesi ile çok sağlıksız bir ilişkisi olduğunu öğreniyoruz. Charlie, despot ve ilgisiz annesinden alamadığı ilgiyi sık sık değiştirdiği sevgililerde aramaktadır. Kadınlar ile kurduğu ilk ilişki (i.e. annesiyle kurduğu ilişki) sağlıksız olduğu için, bir ilişkiyi uzun süre devam ettirme yeteneğinden de mahrumdur. Bu anlamda Charlie'nin bir zavallı olduğunu görüyoruz. Yaşadığı hayatın cilası ne kadar parlak olursa olsun, aslında altında mutsuzluk ve güvensizlik içinde kıvranan hastalıklı bir ruh yatmaktadır. Benzer bir durum Christian Troy için de geçerlidir. Dizide Christian'ın geçmişi hakkında çok fazla bilgi verilmez. Ama Christian'ın kadınlara karşı tavrı onun psikolojisinin de pek sağlıklı olmadığına işaret eder. Dizinin senaristleri, Christian'ın şık giysiler ve spor arabalar ile oluşturduğu yaşam tarzının aslında büyük bir güvensizliği gizlemek için oluşturulmuş bir tür perde olduğunu bize gösterirler ("anlatmazlar"). Kurduğu çeşitli ilişkilerde bu güvensizlik ve sakatlık zaman zaman açıkça ortaya çıkar. *** Türk film ve dizilerinde, insanların psikolojik sakatlıklarının dramatik durum yaratmakta kullanılmasına pek rastlamıyoruz. Tabii ki senaristler bize karakterlerin geçmişleri hakkında bir iki ipucu veriyorlar. Ama bunlar genelde bizi yeterince ikna edecek derinlikte olmuyor. "Çocukken başıma şu geldi, ben ondan böyle oldum" (bkz. "Beyaz Gelincik") şeklinde aşırı indirgemeci yaklaşımlar, Türk sinema-TV'sinde en sık rastlanan ruhsal analiz çözünürlüğünü oluşturuyor - şimdilik. Oysa insan (izleyiciler), karakterlerimize hayatı dar eden bu psikolojik sakatlıkların biraz daha işlenmesini istiyor. Karakterlerin dış motivasyonları ile bu sakatlıklar arasında güçlü bir bağlantı kurulması, karakterlerin bu sakatlıkların az da olsa bilincinde olması (tamamen bilincinde olması 1) imkansız 2) dramatik açıdan zararlı), filmlere-dizilere büyük derinlikler katacaktır. Hele Charlie Harper ve Christian Troy gibi, görünüşte çok cazip hayatlar süren insanların aslında ne kadar çarpık bir ruh yapısına sahip olduklarının bize DRAMATİZE EDİLEREK gösterilmesi, film izleme zevkimizi büyük ölçüde artıracaktır. Eğer bir de karakterin bu ruhsal sakatlığında, filmin 2 saatlik (dizinin 50 saatlik) süresine yayılan ve son derece sağlam nedenlere dayanan (i.e. neden sonuç ilkesine uygn) bir değişim ("Character Arc") meydana gelirse (bkz. "Son Samuray") "yeme de sinemada yat" tadında bir dramatik deneyim yaşamış oluruz. posted by gezgin @ 9:12 PM

1 comments

Perşembe, Kasım 17, 2005 "SELVİ BOYLUM, AL YAZMALIM", İÇ SESLİM "Selvi Boylum Al Yazmalım" (1977), Türk sinema izleyicisinin gönlünde özel bir yere sahip bir film. Bunun bence bir kaç nedeni var: Bir kere ortalamanın üzerinde bir oyunculuk, filmi benzerlerinden hemen ayırıyor. Kadir İnanır ile Türkan Şoray arasındaki elektrik, Meg Ryan ile Tom Hanks arasındaki elektrik gibi, hemen fark edilen ve seyircinin çok hoşuna gidecek türden. Filmin müzikleri de (Cahit Berkay) film vizyona girdiğinden beri o kadar seviliyor ve o kadar sık çalınıyor ki, çoktan kollektif bilinçaltımızın bir parçası haline gelmiş durumda - tıpkı Hababam'ın müzikleri gibi. Filmin en cezbedici unsuru hikayesi. Cengiz Aytmatov'un bir romanından uyarlanan senaryo, gerçekten önemli bir konuyu başarılı bir biçimde ele alıyor. Her ne kadar aynı konu daha sonra hem sinemada hem TV'de binlerce kez karşımıza çıkmış olsa da "Selvi Boylum, Al Yazmalım" rakiplerinin arasından sıyrılarak zaman testini geçmiş bulunuyor. Filme bir kere kendinizi kaptırdığınız zaman karşısından kalkamıyorsunuz.

144

Filmin teması "Sevgi emektir" (bkz. TEMA ile ilgili aşağılardaki bir yazı). Bu aslında tartışmalı bir tema, ama zaten bu da bilimsel bir eser değil, bir sanat eseri. Yani birinin (burada roman yazarının, senaristin, ve yönetmenin) öznel görüşünün ifade edilmesi söz konusu. Evrensel gerçekliği sorgulanabilecek bilimsel bir sav ile karşı karşıya değiliz. Bu nedenle "ben bunun doğru olduğuna inanmıyorum" diyebilirsiniz. Ama filmi üretenler bu temanın doğru olduğuna inanmışlar ve bunu anlatmak için de koskoca bir film yapmışlar. Benim filmin senaryosu ile ilgili meselem teması ile ilgili değil, bu temanın film boyunca defalarca "iç ses" olarak dile getirilmesi ile ilgili. Yani sanki senarist, bu temayı göstermek için kurduğu dramatik yapıdan emin olamamış ve "ya millet ne demek istediğimi anlamazsa?" diye paniğe kapılmış ve özellikle de filmin ikinci yarısına "sevgi nedir?" konulu çok sayıda iç konuşma koymuş. Bu konuşmaların hepsini Asya - Türkan Şoray - yapıyor. (Aslında burada da bir acayiplik var. Asya'nın geçmişine -backgroundsahip bir kadının bu iç konuşmaları yapması neredeyse imkansız.) Ama bence buna hiç gerek yokmuş. Çünkü hikaye zaten "sevgi nedir" sorusunu eylemlerle göstererek, dramatize ederek yanıtlıyor. Bir de bunun üstüne "Sevgi emektir" ve benzeri sözler iç ses şeklinde konunca, fazla olmuş. Yani film "Anlatma, göster" ilkesini yeterince uyguladıktan sonra "Bir de anlatayım" demiş. Dediğim gibi, hiç gerek yokmuş. Genç yazarlara bir uyarı: Senaryolarınızda iç ses kullanmak çok riskli bir yöntemdir. İç ses kullanmanın kendine göre bazı ince kuralları vardır. Ve iç ses asla, "anlatma göster" ilkesinin yerini almamalıdır. Yani karakterlerinizin bir konudaki hissini ya da duruşunu "göstermek" yerine kullanılmamalıdır. Sinema görsel bir araçtır ve insanlar sinemaya birilerinin konuşmasını dinlemek için değil, başına gelenleri görmek için giderler. "Sevli Boylum"un bu konudaki hatasının görmezden gelinebilmesinin ana nedeni "anlatma, göster" konusundaki ev ödevini zaten çok iyi yapmış olmasıdır. posted by gezgin @ 8:16 PM

3 comments

MARTIN SCORSESE'DEN BİR ÖĞÜT Yaklaşık 30 yıllık sinema hayatında Martin Scorsese "Masumiyet Çağı" ve "Taksi Şoförü" gibi önemli filmleri çekmiştir. Yönetmenin bu başarısının tohumları, çocukluğunda edindiği, bir filmi tekrar tekrar izleme alışkanlığı ile birlikte atılmıştır. "Bir filmi tekrar tekrar seyrederim, tıpkı bir müzik parçasını tekrar tekrar dinlediğim gibi" diyor Scorsese, "Müzik setine Beethoven'ı koyduğumuzda da 'Ben 5. Senfoni'yi daha önce dinlemiştim. Bir daha dinlemeyeyim' demiyoruz." Kaynak: New York Times 1997 posted by gezgin @ 8:04 PM

0 comments

Pazartesi, Kasım 14, 2005 BATMANLAR BAŞLAMASIN - REVISITED BATMAN BAŞLIYOR hakkındaki yorumumla ilgili farklı bir düşünce duyduktan sonra kendi yazdıklarımı tekrar kontrol etme ihtiyacı hissettim. "Acaba duygusal mı davrandım?" diye şüpheye düşerek filmin ilk 40 dakikasını tekrar izledim. Yazdıklarım ne yazık ki doğruymuş, hatta eksikmiş. Aşağıda filmin ilk 40 dakikasının önemli sahneleri ve yorumları yer alıyor. Canınız sıkılmazsa, benimle beraber siz de katlanın: 1) Film, Batman'in küçüklüğü Bruce ve onun oyun arkadaşı Rachel ile açılıyor. İki çocuk bahçede oynarken Bruce bir kuyuya düşer ve çok sayıda yarasa çocuğun yanından geçerek onu korkutur. YORUM: Bu sahne kendi başına bir hata içermiyor. Ama bir filmi, daha çocuk ile özdeşleşme sağlanmadan "çocukluktaki travma" ile açmak ne kadar doğru, bence tartışmaya açık bir seçim. Çocuk ile henüz duygusal bağ kurmadığımız için çocuğun başına gelen bu ürkütücü olay bizi pek etkilemiyor. (Hatırlarsanız Örümcek Adam'da önce Peter Parker ile özdeşleşme sağlanıyordu, ondan sonra çocuğun başına kötü şeyler geliyordu). 2) Günümüzdeyiz. Bruce yirmilerinin sonunda bir gençtir. Tibet'te bir hapishanededir. Orada bazı mahkumlarla kavga eder ve 7 kişiyi döverek hücreye atılır.

145

YORUM: Filmin mantıksızlıklarından biri burada. Bruce Wayne'in 7 mahkumu dövecek dövüş kabiliyetini nereden kazandığı hiç açıklanmıyor. Çünkü henüz Gölgeler Birliği tarafından eğitilmemiş durumda. Bu nedenle bu zengin çocuğun bu kadar iyi dövüşmesi, filmin inandırıcılığına darbe vuruyor. Tabii ki kendimiz kafamızdan bu boşluğu doldurabiliriz. Ama buna dair hiçbir ipucu verilmemesi, filmi zedeliyor. 3) Bruce hücrede. Liam Neeson'ın canlandırdığı Ducard, Bruce'un atıldığı hücrede onunla filmin ilk gereksiz konuşmalarından birini yapar. Bize Bruce'un neden orada olduğunu o anlatır: "Suçluların dünyasını keşfetmeye çalışıyordun ama bir şekilde yoldan çıktın". Sonra da yine uzun uzadıya Gölgeler Birliğini anlatır. YORUM: Filmin, insanı sinir eden ilk uzun konuşması bu sahnede. Ne yazık ki benzeri sahneleri film boyunca tekrar tekrar göreceğiz. İnsan sinir oluyor ama yapabileceğimiz bir şey yok. 4) Bruce Himalayalar'da uzun bir yolculuk yaparak Gölgeler Birliğinin dağ başındaki merkezine ulaşır. YORUM: Sadece bir yolculuğu anlattığı için yazar/yönetmen fazla saçmalayamamış. Ama eline geçen bir fırsatı da kullanmadan edememiş: Daha önce hapiste gördüğümüz bir adamın "Yol yakınken geri dön" şeklinde Bruce'u uyarması, Cem YIlmaz'ın korku filmleri ile ilgili esprilerine malzeme olsun diye konmuş gibi duruyor. 5) Bruce Ras Al Ghul (Ken Watanabe) ile karşılaşır. Yine öldüren diyaloglar: "Ne arıyorsun?" "Benim aradığım adalet için savaşma görevi. Korkuyu, ondan korkanlara karşı kullanmak için" YORUM: Filmin geyik konusundaki doruğu bu sahne bence. Yani bir meseleyi dramatize etmeyip de konuşmanın, o meseleyi (aslında ne kadar ciddi olursa olsun) ne kadar madara edebileceğine dair, okul kitaplarına girebilecek bir numune. 6) Flashback: Babası Bruce'u kuyudan kurtarmaktadır. Baba da filmin geyik fırtınasına şahsınca katkıda bulunur: "Neden düşeriz oğlum, biliyor musun? Tekrar kalkmayı öğrenmek için." YORUM: Filmin yazarlarının, senaryo yazım sürecinde yanı başlarında bir deyimler ve atasözleri sözlüğü bulundurduğundan şüphelenmeye başladığım sahne burası. 7) Flashback: Şehrin en zengini olan Wayne ailesi banliyö treni ile Gotham Şehrine gitmektedir. Bu arada da kendilerini öven konuşmalar yaparlar. Baba, insanlara yardım etmek için koskoca şirket yöneticiliğini bırakıp tekrar doktorluğa nasıl döndüğünü anlatır. YORUM: Bu sahne de, yazarların "Bir sahneye ne kadar saçmalık sığdırabiliriz?" sorusuna yanıt aradıkları bölüm bence. Şehrin en zengin ailesinin banliyö treni ile seyahat etmesi mi dersiniz, yaptıkları ile kof bir biçimde övünmeleri mi dersiniz, yoksa babanın faydalı olmak için şirketin başından ayrılması mı dersiniz. (Bir şirket başkanının, sıradan bir doktordan kat be kat faydalı olabileceğini söylemeye gerek yok, ama söyledim işte). Seçin, beğenin, alın. 8) Flashback: Opera. Küçük Bruce Opera'daki temsili seyrederken korkar ve dışarı çıkmak ister. YORUM: Acaba Doktor olan Baba Wayne, bazı eserlerin çocuklara uygun olmayabileceğini düşünmüyor mu? Ama hayır, senaristler babayı Opera dışındaki birine öldürtmeyi kafaya koydukları için, küçük Bruce'a bu yetişkin operası işkencesini müstahak görüyorlar. Da, bize reva mı bu saçmalıklar, onu bilemiyorum. 9) Flashback: Opera'nın arka sokağı. Wayne ailesi operadan çıkınca kendisini bir arka sokakta bulur. Bir soyguncu da babanın ve annenin üzerindeki değerli şeyleri almaya çalışırken her ikisini de vurur. Bruce'un gözünden bir damla yaş, ağzından bir gık çığlık çıkmaz. YORUM: Yukarıda da değindiğim gibi, senaristler sonucu belirlemişler (baba ile anne bir hırsız tarafından öldürülsün), sonra da sebepleri ona göre bükmeye çalışıyorlar. Bu kimi zaman uygulanan yöntemdir: yani önce sonucu seçip sonra olayları o sonuca götüren nedenleri yaratmak. Ama burada dikkat edilmesi gereken en önemli nokta, nedensellik ve mantıktır. Bu ikisine uygun nedenler bulmak, gerçek bir yaratıcılık "challenge"ıdır. Ne yazık ki Batman'in yazarları böyle yapmıyor. Koskoca Wayne ailesini bodyguard'sız bir biçimde operaya gönderip operadan çıkartıyor. Sonra da babayı hiç gereksiz yere hırsızın silahının önüne atıyor. Anne de arada kaynıyor. Bruce'un gözünden bir damla dahi yaş akmıyor. Çocuk bağırmıyor da. Nasıl bir çocuksa artık. Baba'nın ölmeden önce söylediği son sözler, filmin tematik duygusunu (korku) gözümüzün içine bir kez daha sokuyor: "Korkma evlat, sakın korkma". Ölürken söylenecek söz mü bu! Ne alakası var. Annen baban ölüyor çocuğum, deli gibi korkman gerekiyor! Ama baban sana tam aksini söylüyor. Olacak iş değil. 146

10) Flashback: Cenaze sekansı. Anne baba gömülmüştür. Bruce'un yanında sadece uşak Alfred (M. Caine) vardır. Arkadaşı Rachel bile uzaktan el sallamakla yetinir. YORUM: Bir çocuğun anne babası ölünce Gotham'da ne yapıyorlar acaba? Benim bildiğim, hemen bütün dünya medeniyetlerinde, çocuğa en yakın kan bağı olan akrabalar devreye girer ve ona olabildiğince güvenli, sevgi dolu bir ortam yaratırlar. Ama, yok. Uşak Alfred tek başına yeter. Gerçekçiliğin ağır darbe aldığı sahnelerden biri daha. 11) Bruce'un Ducard tarafından eğitilmesi. Bir iki güzel kılıç hareketi, ama yine bolca geyik. Korku hakkında, nefret hakkında, Gölgeler Birliği'nin adalet anlayışı, vesaire hakkında. Ayrıca Ducard kendi geçmişinden de bahseder. YORUM: Yazarların "Anlatma, göster" ilkesini tersten anladıklarından şüpheleniyorum: "Gösterme, anlat" mı zannediyorlar acaba? Burada dikkat edilmesi gereken bir nokta daha var. Aslında Gölgeler Birliği kötü bir grup değil. Onlar da adalet, düzen, vb. istiyorlar. Sadece yöntemleri yanlış. Bu durumda hikayede "iyi"nin karşı kutbunda yer alması gereken "kötüler", o kadar da kötü olmuyorlar. Bu da onlara karşı olumsuz duygular beslememizi zorlaştırıyor. 12) Flashback: Bruce ve Rachel yirmili yaşlarında tekrar karşılaşırlar Wayne malikanesinde. Aralarında yine öldüren diyaloglar geçer. YORUM: Senaristler gerçekten de her sahnede hikmet yumurtlamaktan kendilerini alamıyorlar. En hoşuma giden ve yavan diyalog yarışmasında zirveyi elden bırakmayan laf, Rachel'dan geliyor: "Bruce, senin duruşmaya gelmemen için hiçbir şey yapamam değil mi?" Yani yazarlar şöyle düşündüler herhalde: "Öff, şimdi kim oturacak da kızın oğlanı ikna etmesi için uzun uzadıya diyaloglar yazacak?! Kestirip atalım işte". Ellerinize sağlık. Bizi de bir eziyetten kurtardınız. 13) Flashback: Bruce, ebeveynlerini öldüren katilin 14 yıl sonra serbest bırakılacağını öğrenmiştir. Onun duruşmasına gider. Amacı duruşma çıkışında adamı öldürmektir. Fakat buna fırsatı olmaz. Çünkü katil, hapiste beraber kaldığı azılı bir suçluyu ihbar ettiği için, o azılı suçlu tarafından öldürtülür. YORUM: Filmin temel hatalarından biri de burada. Hatta yazarlar iki hatayı aynı anda yapmayı başarıyorlar. Birincisi, anne babayı öldüren adamın kötülük niteliğinin azaltılması. Adam, Wayne'leri öldürmüştür ama, azılı bir caniyi ihbar ederek iyilik de yapmıştır. Bu, "kötü"ye karşı olumsuz duygular beslememizi engelleyen bir durum. (Örümcek Adam'daki katile böyle bir şey olmuyordu, hatırlarsanız. Adam düşüp ölüyordu, biz de seviniyorduk). İkinci hata daha da büyük: Bruce, bu katili öldürmeye gitmiştir. Ve öldürmemesinin tek nedeni, birilerinin kendisinden önce davranmasıdır. Aslında "niyet" olarak Bruce da bir katildir. Ne yani, biz şimdi bir katil namzetini mi kahraman olarak kabul edeceğiz? Daha neler! Eğer yazarlar, Bruce'un anne babasını öldüren adam ile Falcone arasında zayıf da olsa bir ilişki kursalardı, bir taşla iki kuş vurmuş olurlardı. Onlar bunu tercih etmemiş, Örümcek Adam'da Ben Amca'nın öldürülüşünü taklit etmek istemişler, ama ellerine ve yüzlerine bulaştırmışlar. Orada katil kazara ölüyordu, Peter'ın onu öldürmek gibi bir niyeti yoktu. Ama burada Bruce düpe düz cana kastediyor. Ve gözden düşüyor. Herhalde senaristler, Bruce Wayne bir kere pelerini takıp sivri kulaklı maskeyi giyince bütün bu saçmalıklarının unutulacağını zannediyorlardı. Pöh! 14) Flashback: Bruce Falcone'nin yerine gider. Adama meydan okur: "Buraya, bu şehirdeki herkesin senden korkmadığını göstermek için geldim." YORUM: Bruce'un bunu yapması (Falcone'ye meydan okuması) için hiç bir motivasyonu yok. Hem de hiç. O yaşa kadar Bruce'un umrunda olmamış Gotham'da olup bitenler (Ya da öyle bir izlenim ediniyoruz, senaristlerin bu konuyu karanlıkta bırakmasından dolayı). Niye gidip Falcone'ye kafa tutuyor ki? (Falcone de bir sürü geyik yapmadan kendini alamıyor.) Sonunda Bruce da motivasyonsuzluğunu anlar ve ... 15) Flashback: Bruce Falcone'nin yanından ayrıldıktan sonra üzerindeki pahalı giysileri yoksul birininkilerle değiştirir ve (kendine motivasyon aramak üzere) yola çıkar. YORUM: Senaristler "her hareketin bir nedeni vardır" şeklinde özetlenebilecek nedensellik ilkesinin birinci bölümünü (ikinci bölümü de "her hareketin bir sonucu vardır") görmezden gelmeye devam ediyorlar. Ya da hepsi izleyici tarafından doldurulmak üzere bir sürü boşluk bırakıyorlar. İkisi de kötü. 16) Günümüz: Ducard Bruce'u inisiye etmektedir. Bruce bu testi de geçerse Gotham'da çok güçlü bir 147

insan olacaktır. Ve Gotham'ın batırılarak yok edilmesine vesile olacaktır. YORUM: Bu sahne, tüm ciddiyetine karşın bana GORA'nın Garavel'li bir sahnesini hatırlattı. Hani şu bir gece masada oturmuş rakı içerken Garavel aniden hoplayıp zıplamaya başlıyordu ya. Orayı işte. Sorun şu ki bu Batman ve bu da son derece ciddi bir sahne. Ama gülmemek elde değil. DVD'ye (ya da sinema biletine) verdiğiniz para için üzülmemek de... Bruce'un Allah'ın Tibet'inde adamın kellesini uçurmak yerine Amerikanvari bir biçimde "Bu adam yargılanmalı" demesi ne kadar komik ise (yani Bruce bey, Tibet'tesin, gerçekten de Allah'ın dağındasın, öldürülecek adam da katil, ne istiyorsun, jurili bir mahkeme mi, ve o mahkemenin vereceği elektrikli sandalye şeklindeki daha barbarca bir karar mı?), koskoca Gölgeler Birliğinin reisinin de dövüşerek değil kalas altında kalarak ölmesi de o kadar komik. Bu sekansın sonunda Bruce'un (daha sonra en büyük düşmanı olacak) Ducard'ı kurtarması ise, Er Ryan'a bir gönderme herhalde - hatırlarsanız orada da onbaşı Upham'ın öldürmediği Alman, daha sonra Amerikalıların başına bela oluyordu. Ama göndermese de olurmuş yani. Çünkü daha sonra şehirdeki kötülüklerin başında olduğunu sandığımız adamın (Falcone'nin) ardından Ducard çıkacak. Ve daire tamamlanacak. Ne dahiyane buluş, ne dahiyane buluş! *** Eğer bu senaryo çekilmeden önce benim önüme gelseydi, önce yazarlarına şöyle güzeel bir kızılcık sopasıyla sıkı bir dayak atardım, benimle kafa mı buluyorsunuz diye. Sonra da bütün prodüksiyonu 6 ay erteler, senaryodaki hataları düzeltirdim. Ardından, alacağım senaryo doktorluğu parası ile Endonezya ya da Afganistan'daki felaketzedelere yardım ederdim. O kadar çok para alırdım ki (i.e. o kadar çok hata düzeltirdim ki), bu yardımdan artan paralar ile gelecek felaketlere hazırlık olarak bir fon kurar, halkı eğitmeye başlardım. Kötü bir film hakkında yazarak bir şeyler öğretebilmeyi umduğum için bu kadar şey yazıyorum - biraz da kalitesiz (yani çok kafa patlatmadan harcayabileceğim) vaktim olduğundan. Yoksa mazoşizmim kötü filmleri tekrar tekrar izlememe yol açacak kadar ileri düzeyde değil yani. Bir süre kötü bir film hakkında yazmak istemiyorum. Bu şansımı BATMAN ile kullanmış oldum. Filmin IMDB'de aldığı 8'in üzerindeki puan ise, orada oy verenlerin zaman zaman şaha kalkan zevzekliğinden başka bir şeyi kanıtlamıyor benim için. posted by gezgin @ 2:24 PM

2 comments

Cumartesi, Kasım 12, 2005 HİKAYE YAZMA YETENEĞİ ve Başka Şeyler "Hikaye yazma yeteneği az rastlanan bir şeydir, ama sizde de bir miktar olması lazım, aksi takdirde yazmayı istiyor olmazdınız." "Usta yazarlığın belirtisi, bir karakterin hayatının sadece bir kaç ânını seçerek bize bütün bir yaşamı vermesindedir." "Bir hikaye tasarlamak, yazarın olgunluğu ve içgörüsü ("insight") ile, toplum, doğa, ve insanın yüreği hakkındaki bilgisini sınar." "Yazarın emeğinin yüzde yetmiş beşi ya da daha fazlası hikayeyi tasarlamak için harcanır." (Robert M cKee; "STORY") posted by gezgin @ 7:42 PM

2 comments

Perşembe, Kasım 10, 2005 BATMAN'LER BAŞLAMASIN! Bir filmi sinemada izlemem için, beni evimden çıkaracak kadar kaliteli olması gerekiyor. Örneğin TRUVA böyle bir filmdi. Evinizdeki plazma TV ne kadar büyük olursa olsun o filmi sinema ekranındaki kadar güzel gösteremezdi. Bunu bildiğim için kalkıp sinemada izlemiştim. Ama bazı filmler için kalkıp sinemaya gidemiyorum. Değmez gibi geliyor bana. James Bond filmleri bunlardandır örneğin. Yanlış hatırlamıyorsam sinemada izlediğim en son Bond filmi MOONRAKER'dı - şu Roger Moore'lu komik film. Ondan sonra hiçbir James Bond filmi için kalkıp sinemaya gitmedim. Diğerlerini hep evde seyrettim. Genelde de aşırı derecede boş zamanlarımda. DVD'lerinin çıkmasını büyük 148

bir "sükunetle" bekledim. Hatta bazı filmlerin DVD'si umrumda bile olmadı. "Batman" filmleri de benim için bu tür filmlerdendir. Kahramanın üstün bir insan olduğu ve eninde sonunda kazanacağını bildiğiniz filmleri izlemek o kadar zevk vermiyor. Yönetmen Tim Burton bile olsa, "konsept" o kadar dar ki, film gitme deneyiminin kilit unsuru olan "şimdi ne olacak?" sorusunu soramıyorsunuz bile. Klişe üstüne klişe ile karşılaşıyorsunuz. BATMAN BAŞLIYOR, genel olarak iyi eleştiriler almasına karşın bana pek hitap etmedi. Başrolünde yenilmez bir kahraman olmasının yanı sıra, çok ama çok miktarda senaryosal hata içeriyordu. Bunları buraya teker teker yazmak için filmi tekrar izlemem gerekir, ama buna dayanabileceğimi sanmıyorum. Bu nedenle hatırladıklarımı yazmakla yetineceğim: 1) Senaryo yazarken "dış motivasyon" kadar "iç motivasyon" da önemlidir demiştik. Her ne kadar her filmde iç motivasyon belli olmasa da, derinlikli karakter yaratmanın sırrı, bu iç motivasyonu bilmekten geçiyor. Yani kahraman bu istediği şeyi "neden" istiyor. (Dikkat, iç motivasyon "ihtiyaç"tan farklıdır. Kahraman iç motivasyonun farkında olabilir, ama ihtiyacının farkında değildir.) Genel olarak kahramanın iç motivasyonu, onun çocukluğunda yaşadığı bir olaydan kaynaklandırılıyor. Buna Syd Field "Varoluş Döngüsü" (Circle of Being) diyor, "The Screenwriter's Problem Solver" kitabında. Örnek olarak da "Kuzuların Sessizliği"nde Clarice'in (J. Foster) çocukken yaşadığı bir travmayı veriyor. Robert McKee ise "Story" adlı kitabında, son zamanlarda senaristlerin bu "çocukluktaki travma"ya fazla takıldıklarını söylüyor. Örneğin "Çocukken annem beni yeterince sevmedi, o yüzden manyak oldum" ya da "Ben küçükken beni kediler kovalamış, o nedenle kediye benzer insanları öldürüyorum" gibi. Oysa hiçbir insan bu kadar basit değildir. Bu, kahramanın davranışları için hiçbir gerekçe göstermemekten daha iyi tabii ki, ama tek bir gerekçeyle herşeyi açıkladığını sanmak filme sanıldığı kadar derinlik katmıyor. Batman bu hatayla işe başlıyor. Çocukken yarasalar tarafından ürkütülen Bruce Wayne, ileri yaşlara kadar bu korkusunu atamıyor. Bruce'un hayatındaki ikinci önemli olay ise annesiyle babasının ölümüne neden olduğunu zannetmesi ve bundan dolayı büyük bir suçluluk duyması. Ama bunlar Bruce 10-12 yaşlarındayken oluyor. Daha sonra Bruce'u Tibet civarında bir hapishanede görüyoruz. Suçluları anlamak için suç işlemeye başlamış ve hapse düşmüştür. Vay canına! Karaktere, iç motivasyona, ve bunun kahramanı götürdüğü yere bakar mısınız! Saçma tabii... 2) Filmin ikinci temel hatası, Bruce'un gizli bir uzak doğulu tarikat tarafından hapisten çıkarılıp dövüş sanatları konusunda yetiştirilmesi. Bu adam dövme ve kılıç kullanma meraklıları Bruce'u aralarına alıyorlar ve onu eğitiyorlar. Ama son bir testte Bruce yan çiziyor ve suçlu birini öldürmeyi reddediyor. (Burası da komik. Onsa süre aralarında kalıp o insanlarla yaşa ama son sınavlarında kendini belli eden temel yaklaşımlarından haberdar olma. Bruce'un diğer tarikat üyelerinden hiçbir farkı olmamasına karşın hepsini devre dışı bırakması da dikkat çekici derecede mantık dışı.) 3) Filmin üçüncü hatası, "Anlatma, göster!" ilkesini çiğnemesi. Bir çok önemli olay ve karakter özelliği düpedüz anlatılıyor. Biz de "bir aksiyon filminde bu olaylar niye dramatize edilmiyor" diye merak ediyoruz. 4) Filmin dördüncü hatası "Batman" karakterinin çok geç ortaya çıkması. Bu konuya aşağıda bir yerlerde de değinmiştim. ÖRÜMCEK ADAM 1 filminde Örümcek Adam ilk 30 dk içinde ortaya çıkıyordu. Gişede 2.80 yatan Hulk'ta ise 40 küsürüncü dakikada Yeşil Dev'i görüyorduk. GORA'da Arif'in "süper kahraman" olarak belirmesi de filmin 2. yarısına kalıyor ve filmin gidişatına büyük darbe vuruyordu. Batman de film başladıktan yaklaşık 1 saat sonra ortaya çıkıyor. Hem de hiç de etkileyici olmayan bir tarzda. 5) Filmin beşinci hatası düpedüz komik. Hikayenin kötü karakteri FALCONİ adlı bir adam. Batman ilk ortaya çıkışında Falconi'yi bir uyuşturucu sevkiyatı sırasında yakalıyor. Burada çifte komedi var. Falconi'nin sıradan bir uyuşturucu sevkiyatının bile hemen yanı başında bulunması. Yani, koskoca şehrin koskoca kötü adamı ufacık bir sevkiyatı da adamlarına teslim edemiyor mu? İkinci komedi ise asıl kötü adamın daha Batman'in ilk işinde yakayı ele vermesi. Ee, dramatik gerilimi yaratacak kutuplardan biri ortadan bu kadar çabuk kalkar mı? Hatırlarsanız Örümcek Adam 1'de filmin sonuna kadar Yeşil Cin... Öff, anladınız işte. (Daha sonra Falconi'nin arkasında birinin olduğunu öğreniyoruz. O zaman da filmin kötü karakter kutbunda bir kayma oluyor. Kimden nefret edeceğiz biz şimdi?) 6) Bazı diyaloglar düpedüz komik. Bruce Wayne, gereksiz bir yere bir oteli satın aldıktan sonra çıkarken eski sevgilisini görür. "Aslında ben göründüğüm kadar salak değilim" gibi bir şeyler der. Kız da aynı mealde bir şeyler söyler: "Göründüğün kadar salak değilsin". E, ne bu? Kötü diyalog yarışması mı? (O sahneyi tekrar izleyin, ne demek istediğimi anlayacaksınız.)

149

İyi diyalog yazmanın kurallarından biri hiçbir karakterin aklından geçeni tam olarak söylememesidir. Bu günlük hayatta da böyledir. Asıl duygu ve düşüncelerimizi hep dolaylı yollardan anlatırız. İmalı konuşuruz. Karşımızdakinin bizi çözmesini (ya da çözememesini) isteriz. (Bu cümleyi yazarken aklıma geldi: Kadınlar ile erkekler arasındaki iletişim sorununun kaynağında bir CODEC uyuşmazlığı olabilir mi acaba? ;) Biz de sürekli olarak karşımızdakinin söylediklerinin derin anlamlarını yakalamak için balığa çıkarız. Bütün günümüz temelde bu uğraşla geçer. Diyalog yazımı hakkında şöyle bir söz vardır: "If you really mean what you mean, you are in big trouble". Mealen, "Eğer gerçekten de söylemek istediklerini söylüyorsan, başın büyük belada demektir". Başın büyük belada Batman, kötülerden dolayı değil, kötü diyaloglardan dolayı! 7) Dikkatimi çeken bir iki abukluk daha: Bruce Wayne'in babasının o kadar zengin olmasına karşın Gotham'a banliyö treni ile gitmesi kadar komik bir şey var mı acaba? Ya da o kadar lüks bir operanın çıkışının, kendisini öldüren serserinin bulunabileceği derecede izbe olması kadar? Ayrıca Bruce Wayne, anne babasının ölümü ile 20 yaşları arasında ne yaptı ki? Hz. İsa'nın ömrünün bilinmeyen dönemi gibi bir upuzun bir dönem var ortada. *** Buraya kadar yazdıklarım, filmin ilk yarısı ile ilgiliydi. Filmin ikinci yarısı da ilkinin izinden gidiyor ve mantık hatası üstüne mantık hatası yapıyor. Etrafı gereksiz diyaloğa ve yenilenmemiş klişeye boğuyor. Ne duygu uyandırıyor (sıkıntıyı saymazsak tabii) ne de heyecan veriyor. Filmin senaryosunu yazanlardan biri, aynı zamanda filmin yönetmeni: CHRISTOPHER NOLAN. Bu ismi nereden biliyoruz? MEMENTO! Hani şu filmin sondan başa doğru anlatıldığı film. Ne ilginçti (!) değil mi? Oysa bir hikayeyi sondan başa doğru anlatma yöntemi ilk olarak 1934 yılında Philip Kaufman ve Moss Hart tarafından uygulanmış: "Merrily We Roll Along" adlı bir oyunda. Ben daha yakın bir zamanda bir "Seinfeld" bölümünün sondan başa doğru anlatıldığını biliyorum, "Memento"dan kısa bir süre (7-8 yıl) önce. Çok orijinal bir şey değildi yani. O filmin tek yaratıcı yanı bu anlatı tekniğini, hafızasını 10 dk.da bir "reset"leyen birini anlatmakta kullanmasıydı. Ama o filmin de ikinci yarısını bir yaz gecesi zor ettiğimi hatırlıyorum. *** Bence SAM RAIMI, "Örümcek Adam"lar (şimdilik 1 ve 2) ile yeni bir endüstri standardı oluşturmuş durumda. Çizgiromandan sinemaya yapılan uyarlamalarla ilgili en yüksek çıtayı şimdilik onun filmleri oluşturuyor. (Ö.A. 2'yi aşağıda eleştirdiğimi biliyorsunuz. Ama "Batman"lerin, "Hulk"ların, "Daredevil"lerin yanında, mükemmel bir film gibi durduğunu söylemeliyim.) Ve "BATMAN BAŞLIYOR", bu çıtanın çok ama çok altında kalıyor. Zaten, her biri tek başına bir filmi götürecek kudrette oyuncuları (Christian Bale, Morgan Freeman, Michael Caine, Gary Oldman, Rutger Hauer, Liam Neeson, Ken Watanabe) tek bir filme toplamışsan, kesin senaryo berbattır ve bunu gizlemek için bu kadar çok yıldızı bir araya getirmişsin demektir. Ama hiçbir yıldız topluluğu, senaryo güneşi kadar aydınlık vermez. (Bu son benzetme için kendimi tebrik ediyorum. Edebiyat ve sinema tarihine geçtim bu cümle ile vallahi). posted by gezgin @ 4:40 PM

1 comments

"LONDRA SENİ ÖLDÜRMEZSE" BANA GEL! Belirli çevreler (bununla kastım kendilerinin üstün sinema zevki olduğunu zanneden zevzekler) tarafından beğenilip de yere göğe konulamayan filmleri bazen izleme hatasına düşüyorum. Ama bilerek. Bilerek hata yapılır mı? Bazen yapılır. Kendini tekrar yoklamak için. Zaman içinde farkında olmadan saçmalama çizgisine kayıp kaymadığımı görmek için. İşin içinde biraz gizli mazoşizm de olabilir. "Benim Güzel Çamaşırhanem"'in yazarının ilk filmini seyrettim CNBC-E'de: LONDRA BENİ ÖLDÜRÜYOR ("LONDON KILLS ME). Seyrettim denilemez, 50 dakika kadar "sabrettim". Bu sitenin takipçileri (hele bir de bahsettiğim filmi izlemişlerse) ne diyeceğimi hemen anlamışlardır. Yine de bir şeyler yazacağım, mazur görün. "Kaybeden tiplerin" filmlerini izlemeyi sevmem, bir. Bu nedenle, çok iyi çekildiğini düşünmeme karşın "Tabutta Rövaşata"ya ikinci kez bakmamışımdır. "Masumiyet", "Balans ve Manevra" ve benzeri filmler de bu tarafımın gazabına uğramışlardır. Kaybedenlerle, çabalamaktan vazgeçenlerle, korkaklarla (ana karakter olarak) ilgilenmiyorum - yan karakter olabilirler ama. Yani, dış dünyanın baskısı ne olursa olsun, mücadele edenleri seviyorum. En sonunda kaybetseler bile, nasıl mücadele ettiklerini görmek istiyorum. Mücadele etmeyenleri, hemen teslim olanları, bunun için de toplumu suçlayanları sevmem. 150

Onları anlatan - ve bir bakıma yücelten - ve toplumu "eleştiriyormuş gibi" yapıp prim kazanmaya çalışanlarla hiç işim olmaz. LONDRA BENİ ÖLDÜRÜYOR, böyle birini anlatıyor. Kendine CLINT diyen 20 yaşındaki bir gencin hikayesi. Niye böyle birini seyredelim ki? Sokakta sayıları gittikçe artan tinerciler, evsizler, serseriler daha gerçek ve daha etkileyici. Böyle birini seyretmem için çok derin bir "içgörü" ("insight") sunması gerek filmin. Öyle bir içgörü yok. Karakterde ne bir derinlik var, ne de ilgimizi çekecek bir iç çatışma. Filmin ikinci sakat tarafı senaryonun omurgası ile ilgili. Senaryo sağlam bir hikaye anlatmıyor. Yani filmi taşıyacak bir itici güçten (Robert McKee'nin deyimiyle "Anlatı Motoru" ya da "Anlatının İtici Gücü" / "Narrative Drive") yok. Kahramanın bir restoranda çalışmak için bir çift yeni ayakkabıya ihtiyacı vardır. Film bize, "size kahramanımızın bu ayakkabıları elde etmek için yaşadıklarını anlatacığım" diyerek başlıyor. (Filmde böyle bir söz geçmiyor, ama ilk 10 dk. içinde hikayenin ana meselesinin bu olduğunu anlıyoruz). Ama senaryo en başından itibaren bir kaç yerde "gümlüyor". Nasıl mı: En başta, çocuğun bir restoranda çalışmak istemesi için yeterli motivi ("güdü"sü) yok. Hali hazırda sürdürdüğü hayat (uyuşturucu satıcılığı) ona son derece uygun. O da bu hayattan gayet memnun. Ama hikayede tek bir dayak sonucunda kararını değiştiriyor. Ama bu çok büyük bir dayak da değil. (O kadar dayak sonunda ben saçımı farklı bir tarafa bile yatırmam. O kadar hafif bir kötek yani.) Kahramanın hayatında bu kadar radikal bir karar alması için daha güçlü (ve birden fazla) nedene (dayağa?) ihtiyacı var. Ama bu nedenler hikayede yok. Bu nedenle hikaye daha en baştan zayıf kuruluyor. İkincisi, çocuğun restoranda çalışmaya başlaması için tek koşulun yeni ayakkabılar olması gerçekçi değil. Yani bir uyuşturucu satıcısından istenen tek şeyin bu olması komik. Ama hadi, yazarın "dramatik ihtiyaç" (dış motivasyon) yaratma arzusuna göz yumduk ve bunu yuttuk diyelim. Lakin iş burada bitmiyor. Çocuk, bu "dramatik ihtiyacını" karşılamak için uğraşırken, bir de bakıyorsunuz, aslında filmin daha yarısına gelmeden önce bu ihtiyacı bir kaç defa karşılayacak pozisyona ve paraya ulaşmış. Yani bir kaç defa başarılı uyuşturucu satışı yapmış, işgal ettiği evin odasını Alman gençlere kiralayıp parasını peşin almış, hatta arkadaşı "Kadın Yalayıcı"nın parasını bile çarpmış. Hala niye gidip o ayakkabıları alıp bizi bir "kısa film" tadında bırakmıyor? Olmuyor işte. Yazar, "narrative drive"ını kaybettiğinin farkında değil. Onun asıl derdi Clint ile Kadın Yalayıcı arasındaki gerilimi ve Clint'in Sylvie'ye ("Kadın Yalayıcı"nın sevgilisi) olan aşkını anlatmak. E, kardeşim o zaman hikayeyi bunun üzerine kursana! Niye en başta "Size doğru dürüst yaşamak için bir çift ayakkabıya ihtiyacı olan bir gencin hikayesini anlatacağım" diyorsun da "Size, uyuşturucu satarak yaşayan bir gencin, kendi patronuyla kapışmasını ve onun sevgilisi ele geçirmesinin hikayesini anlatacağım" demiyorsun? Ve "narrative drive"ı bunu anlatmanı sağlayacak bir yerden seçmiyorsun? Cevabı basit: hikaye omurgası hakkında bilgisizlik (dikkat edin, "yeteneksizlik" demiyorum) ya da daha da kötüsü umursamazlık. Sonuç olarak ne anlatmak istediğini bilmeyen bir hikaye ile karşı karşıyayız. Hikaye yer yer dökülüyor. Mantığı zayıf. Kurgusu (kuruluşu) zayıf. Karakterler zayıf. Avrupalılar aslında böyle şeyleri severler. Onlar "temel hikaye"i ("arch pilot", McKee'den bir terim) aştıklarını zannederler. "Temel Hikaye"yi bozan şeylere de "sanat" yaftasını yapıştırmakta acele ederler. Bunun sonucunda da aslında hiçbir değeri olmayan bir çok şey, değeri var zannedilerek yere göğe konulamaz. Bu filmin hikaye anlatımı konusundaki bu beceriksizliği de, bazı ustaların bilerek kullandıkları "antistructure" anlatı tarzına benziyor (bu terim de McKee'den). İşte bu yüzden yeterli senaryo bilgisine sahip olmayan eleştirmenler, bu filmdeki saçmalık ve beceriksizliklerin bilinçli seçimlerle yaratıldıklarını zannederek filmi çok beğeniyorlar. Bize de onlara kanmak ve sonra da küfretmek kalıyor. *** CNBC-E bize "sinematek keyfini yaşayacaksınız" diyor. Nasıl yani? "Sünger Bob"u seyrederek mi? İnanın onun hikayeleri kuruluş ve çatışma açısından BUNDAN daha iyi. Ciddiyim. *** 50 dakikasını seyrettiğim bir filmi eleştirmenin etik olmadığını düşünebilirsiniz. Ama ne yapayım? Sıkıntıdan ölürsem kim bu yazıları yazacak? Bir yerde kaçıp kurtulmam gerekiyor değil mi?. Zaten TV'yi farkında olmadan kapatmışım - hem de reklam arasında değil, bir sahnenin tam ortasında. 151

Yaşasın uzaktan kumanda özgürlüğü! Yaşasın Sünger Bob! posted by gezgin @ 4:34 PM

0 comments

COUPLING: YENİDEN ve YENİDEN "Coupling" dizisini CNBC-E'den hatırlayacaksınız. Bir kaç defa burada bu diziden ne kadar hoşlandığımı yazmıştım. Özellikle ikinci sezonun sonunda iyice belirginleşen "hikaye anlatma teknikleri" diziyi izlenmesi mutlaka gerekenler arasına sokuyordu. Ama dizi 4. sezonun sonunda sona ermişti. 3. Sezonunda JEFF diziden ayrılmış, onun yerine konan tip o kadar tutmamıştı. Bunun üzerine diziye son verilmişti. Şimdi dizinin ilk 2 sezonu DVD'de! Hem de Türkiye'de... TIGLON şirketi biraz gecikmeli de olsa dizinin DVD'lerini Türkiye'de yayınlamış durumda. Mutlaka, ama mutlaka koleksiyonunuzda olması gereken parçalar bunlar. (Alt yazılar yüzde yüz başarılı olmasa da gayet tatminkar bir nitelikte.) Diziyi seyredenler hatırlayacaklar: dizinin genel konusu cinsellik. Hem de Türkiye'de ancak COSMOPOLİTAN tarzı dergilerde karşımıza çıkan türünden. Ama COSMO'dan onlarca kat daha geniş bir kitleye ulaşan CNBC-E bu diziyi yayınlamıştı. Şimdi, diziyi tekrar seyrettikten sonra, fark ediyorum ki, beni çok güldürmesine karşın genel izleyiciye pek uygun değilmiş bu dizi. Hem cinselliği ele alış tarzından, hem de esprilerinin ancak belirli bir yaş ve kültür yelpazesine hitap etmesinden dolayı. Ama şurası kesin: Özellikle 2. sezonun sonuna doğru yazar Steve Moffat, yazarlık yeteneklerini sonuna kadar kullanmayı başlamıştı. Esprilerin komikliklerinin yanı sıra hikayenin çetrefilli (ve aynı derecede eğlenceli) yolları da izleyiciyi son derece memnun eden türdendi. Moffat, tek bir hikayeyi farklı kişilerin bakış açısından anlatma, bunun için de zaman içerisinde ileri ve geri atlama tekniklerini kullanıyordu. Ama bunu sadece teknik bir gösteri olarak değil, gerçekten de o hikayeyi anlatmanın yegane yolu buymuş gibi bir his uyandırarak yapıyordu. İşte size içerik ile biçimin mükemmel bir kombinasyonu! Özellikle de 2. sezonun son bölümü olan "The end of the line" çok ama çok dikkatli bir biçimde defalarca seyredilmesi gereken bir bölüm. Komikliğin laf ebeliğinden değil de dramatik durumlardan nasıl kaynaklandırılması gerektiğinin çok güzel bir örneği. Yanlış hatırlamıyorsam Moffat bu yöntemi 3. sezonda daha da mükemmelleştirmişti. Normalde bir senarist için intihar sayılabilecek bir şey yaparak bütün bir bölümü tek bir telefon konuşmasına ayırmıştı. Tabii ki bütün kahramanları aynı konuşmaya dahil ederek. Umarım 3. sezon da en kısa sürede piyasaya sürülür. (Dizinin 18 yaş altına uygun olmadığı kanaatinde olduğumu da belirteyim). posted by gezgin @ 4:33 PM

0 comments

Pazar, Ekim 30, 2005 İSTEK ve İHTİYAÇ Daha önceki yazılarda, bir film kahramanının en önemli özelliğinin bir şeyi istemesi olduğunu belirtmiştim. Bu isteğin, hikayeyi ileri götüren motor olduğunu da söylemiştim. "Bu istek olmadan hikaye ileri gitmez" diye de eklemiştim. Ama karakterle ilgili koşullar "istek" ile sınırlı değildir. Bir başka kavram daha var ki, karakterimize derinliği o katıyor. Bu kavram da "İHTİYAÇ"tır. İhtiyaç, zaman zaman kahramanımızın bile farkında olmadığı bir şeydir. Örneğin kahramanımızın "kendine güvenmeyi" öğrenmesi gerekmektedir. Ruhsal olarak biraz daha olgunlaşmasının önündeki engel budur: kendine güvenmemektedir. Ya da "insanın ancak derin ilişkiler ile mutlu olabileceğini" öğrenmesi gerekmektedir. Bu, sürekli olarak yüzeysel ilişkiler kuran ya da bir ilişki gerçekten de derinleşmeye başladığında ortadan kaybolan bir kahraman için geçerli olabilir. 152

Peki "ihtiyaç"ın "istek"ten farkı nedir? İstek, kahramanın hikaye boyunca elde etmeye çalıştığı, kendisinin açık seçik bir biçimde bilincinde olduğu şeydir. "Yalancı Yalancı" filminde Fletcher (Jim Carrey), bir davayı kazanmayı istemektedir. Ayrıca oğlunu ve eski karısını yeniden kazanmayı da istemektedir. Jim Carrey'nin film boyunca peşinden koştuğu iki istek bunlardır. Ama Jim Carrey'nin ihtiyacı "dürüst olmayı" öğrenmektir. Hayatta gerçek mutluluğu bulmak için dürüstlüğün önemini kavramak zorundadır. Hem mesleğinde hem de kişisel ilişkilerinde dürüstlüğün değerini öğrenme ihtiyacı içindedir. Film boyunca başına gelen bütün olaylar ona bu ihtiyacını göstermeye çalışır. Filmlere derinlik katan şey, kahramanların bu içsel ihtiyaçlarını yavaş yavaş fark etmeleri ama başlangıçta (hatta filmin önemli bir bölümü boyunca) buna direnmeleridir. Yine "Yalancı Yalancı"dan örnek vereyim: Eğer Jim Carrey neye "ihtiyacı" olduğunu filmin en başında fark etse ve "Evet ya, ben dürüst bir insan olayım bundan sonra" dese, ortada ne bir hikaye olurdu, ne de o büyük kahkaha tufanı. Burada, temel insan psikolojisi bilgisi devreye giriyor: İnsanlar, yapı itibariyle MUHAFAZAKAR'dırlar. Değişimi sevmezler, zorunda kalmadıkça da değişmezler. Bunun biyolojik nedenleri vardır. İnsan vücudu milyonlarca yılda geliştirdiği mekanizmaları hemen bir çırpıda değiştirmek istemez. "Homeostasis" denilen iç dengeyi korumak için hep belirli rutinleri takip etmek ister. Ama insanı insan yapan bir diğer özellik de muazzam gelişme kapasitesidir. İnsan, bedeninin tutuculuğuna zihinsel olarak karşı koyabilir. Bedeni bir şey isterken ruhsal olarak başka bir şeyi isteyebilir. O zaman bir çatışma ortaya çıkar. Ve bu çatışmadan da daha gelişmiş bir insan zuhur eder. Fakat ne olursa olsun değişim, o insanın "kapasitesi" kadar olur. İnsanlar değişim kapasitelerini aşan taleplerle karşılaştıklarında ezilirler, depresyona girerler, vb. Demek istediğim, insan bedeninde ve ruhunda değişim kabiliyeti kadar (ve hatta daha güçlü olmak üzere) muhafazakarlık da vardır. Ve iyi senaryolar, insan ruhunun değişime direnen bu tarafı üzerine kurulur. posted by gezgin @ 9:33 AM

1 comments

Pazartesi, Ekim 24, 2005 TRT 2'NİN KAHREDEN SPİKERLERİ ve BAŞKA ŞEYLER! En başta şunu söyleyeyim: Şu maruz kaldığımız televizyon programı çöplüğünde, en istikrarlı, en kaliteli, en faydalı ürünleri hep TRT 2'de görüyorum. Bu açıdan şu anda TV dünyasının kalite açısından bir numarası bence bu kanal. İlginç belgeselleri olsun, konserleri olsun, tartışma programları olsun, en iyiler en sık TRT2'de. Bunu söyledikten sonra gelelim eleştirime: TRT2 zaman zaman, güncel konuları ele almaları için kendi alanında uzman olan insanları davet ediyor. Başka kanallara çıkmayacak insanlar, prestijinden dolayı bu kanalda çıkmayı kabul ediyorlar. İyi de ediyorlar, çünkü başka yerlerde söyleyemeyecekleri şeyleri burada rahat rahat söyleyebiliyorlar. Lakin bu programlarda, rahatsız edici bir unsur mutlaka oluyor: TRT'nin spikerleri! Ellerine tutuşturulmuş bilgi kartlarından daha fazla bilgi sahibi olmayan bu insanlar, kendi alanlarında uzman olan insanları yönlendirmeye çalışıyorlar! Benim de mideme ağrılar saplanıyor. Bir çok defa yüksek sesle televizyondaki spikere "Kardeşim, sen çıksana aradan! Bırak adam lafını bitirsin" dediğimi hatırlıyorum. Bunun en son örneğine "Büyüteç" (Ekim 2005) programında rastladım. Programa İlber Ortaylı ile Ahmet İnam katılmışlardı. Her ikisi de kendi alanlarının en iyi 3 hocasından biri sayılabilecek tipler. Konu "Avrupalılık" idi. Tahminim, programı hazırlayan insanlar, bu hocaların "Avrupalı Olmak" hakkında övücü sözler söylemesini bekliyorlarmış. Ama hem İlber Hoca, hem Ahmet Hoca, tam birer "Türk"! Yani kendi kültürlerini, kendi medeniyetlerini son derece iyi tanıyan, ne kadar yüksek olduğunu bilen, "Avrupalılık"ın aslında bir kurmaca olduğunun farkıda insanlar. Her ikisi de olaya bu yönden yaklaşınca 153

(yani aslında "yüksek" bir Avrupalı kimliği olmadığını, bunun sadece son bir iki yüzyılın kurmaca bir düşüncesi olduğunu, bu adamlar barbar kabileler halinde yaşarken bizim yeryüzünün en ileri medeniyeti olduğumuzu anlatınca), spiker arkadaş ne diyeceğini bilemedi. Çünkü elindeki kartlarda, Avrupalılığa methiyeler düzen bilgiler ve bu açıdan hazırlanmış sorular vardı. Sonuç olarak kısmen aydınlatan, bayağı da karın ağrıtan (spikerin müdahalelerinden dolayı) bir program oldu. Benzer bir durum, "ev sahipliği"ni Alev Alatlı'nın yaptığı ve geçen bahar yayınlanan "1914'te Ne Oldu?" (sanırım adı buydu) programında da yaşandı. Yine TRT'nin elemanlarından biri, kendi alanlarında uzman insanlara "moderatörlük" yapmaya çalıştı. Her ne kadar bu zat bu alanda ("Ermeni Meselesi") bilgi sahibi olsa da, yaptığı müdahaleler ile konuşmacıların düşünce akışlarını bozmuş, dikkatlerini dağıtmış, çok önemli bilgilerin söylenmesini istemeyerek olsa da engellemişti. Sonuç olarak insanı tam olarak tatmin ve ikna etmeyen, biraz bilgilendiren, ama doyurmayan bir program olmuştu. Bence TRT2 doğru insanları bir araya getirsin, sonra kendi hallerine bıraksın. Bu kadar "dolu" insanların bir konuda konuşmak için "moderatör"e ihtiyacı yok. TRT sadece çay-kahve servisi yapsın ve sonra da bu programı yayınlasın yeter. Ama TRT'dekilerin amaçları, programa çıkardıkları bu kaliteli insanları manipule ederek TRT'nin (ve o anki hükümetin) görüşlerini tasdik ettirmek ise, yanılıyorlar. Bu kadar kaliteli insanları yönlendiremezsiniz. Yönlendirilecek insanlar da bu kadar kaliteli olmaz. *** Söz "kaliteli insanlar"a gelmişken, uzun süredir aklımda olan bir konuya da değinmeden geçemeyeceğim. Bunun "senaryo yazımı" ile alakalı olmadığını biliyorum, ama "söyleyecek sözü olmak" ile alakası var. Bu ülkede kendine "aydın" diyen bir sürü tip var. "Kanaat önderi" olarak ortalıkta bir sürü insan salınıyor. Bu insanların değeri ne yazık ki "ekran saati" ile belirleniyor. Yani bir insan ne kadar çok ekranda görünüyorsa, o kadar bilgili ve etkili zannediliyor. Oysa bu insanların ne kadar çok ekranda (ve genel olarak medyada) yer alacağını belirleyen şey, bilgileri, analiz ve sentez yetenekleri değil, o sırada medyayı etkilemekte olan hükümete yakınlıkları veya cazgırlıkları ile reyting getirme yetenekleri. Gerçekten "kaliteli" olan insanlar medyaya pek çıkmıyorlar. Çünkü hakikat 1) genelde iktidarın işine gelmez 2) reyting getirmez. Bunun sonucu olarak da gerçekten kaliteli insanların kim olduğu hakkında kafası son derece karışık bir nesil yetişiyor. Olmadık insanlara yüksek payeler biçiliyor. Gençler bu tiplerin düşüncelerini benimseyerek ahkam kesmeye başlıyorlar. (Cahil bir insanın ukalalığının ne kadar sinir bozucu olduğunu bilmem hatırlatmama gerek var mı?) Durum sanıldığı kadar bulanık değil. "Herkesin doğrusu kendine" hiç değil. Doğrular açık ve net. Mesele bunların işinize gelip gelmemesinde. Yani yerleşik inançlarınıza aykırı olup olmamasında. Size kendinizi sorgulatıp sorgulatmamasında. Burada hiç çekinmeden, dedikleri ile, yazdıkları ile, ürettikler ile bu ülkenin gerçek "aydın"ı olma sıfatını hak etmiş bazı insanların adını vereceğim. Bu insanların eserlerini okumadan kendinize gerçek bir Türk genci demeyin. (Buradaki "Türk" sözcüğünü bir ırkı tanımlamak için kullanmadığımı anlayamıyorsanız, yazının devamını okumanıza gerek yok). 1) Ahmet Hamdi Tanpınar - ("Huzur"un yazarı. Türk dilinin belki de yaşamış en büyük ustası. Ve doğululuk-batılılık konusunda çok kafa patlatmış ve çok güzel teşhislerde bulunmuş biri. Medar-ı iftiharımız desem yeridir. Yabancı dile çevrilmediği - çevrilemediği için yabancılar kaderlerine küssünler). 2) Kemal Tahir - (Halkını doğru anlamış adam. Ona dışarıdan değil içeriden bakmış ve sevmiş biri. "Türk aydınının tarihi, ihanetin tarihidir" sözü ile kalbimi kazanmış, dehşet saptamaları olan biri. "Devlet Ana" ve "Yorgun Savaşçı"nın yazarı). 3) Cemil Meriç - ("An intellectual" değil "THE intellectual". Acaba hakkında bilgi sahibi olmadığı bir alan var mı diye insan merak ediyor. Batı'yı Batılılardan iyi tanıyan, onlara takkesini tek eliyle ters giydirebilen şahıs. Okumaktan gözleri kör olmuş biri, daha ne diyeyim!) 4) Alev Alatlı - (Cemil Meriç'in yaşayan çömezi desem değerini azaltmış olurum. Meriç'in gitmediği yerlere gitmiş, dalmadığı mecralara dalmış biri. Vatanını, milletini, her rengiyle deli gibi seven ve onun için çabalayan bir kadın. Bir çok tartışma programında, fazla zeki ve bilgili olduğu, referansları bilinmediği için derdini anlatamamış bir insan). Bunlar dışında, bir de çoğu eseriyle insanın beynini aydınlatan, gönlünü ferahlatan tipler var:

154

5) Attila İlhan - (Daha geçenlerde kaybettik. Şiirleri değil de düşünce eserleri çok önemlidir benim için. Hepsini hatmetmek yerinde bir davranış olur) 6) İlber Ortaylı - (Kendi ülkesini, kültürünü seven, "biz"den biri. Tarihi sevdiren adam. Sağcıların hamaset yüklü ve nesnellikten uzak övgülerinden farklı olarak bilimsel bir yaklaşım ile bize büyüklüğümüzü hatırlatan kişi. Yine tarihçi olmasına karşın kendi kültürünü sevmeyen bir adam olan Taner Timur ile karşılaştırılarak okunursa, farkı daha da anlaşılır.) 7) Emre Kongar - (Sosyoloji hocası olmasına karşın bilgi birikimi bu alanın sınırlarını aşmış, tatlı dilli biri. Hatta biraz fazla tatlı. İnsan biraz daha sivri ve iddiacı olmasını bekliyor, söylediklerini duyulması ve hatırlanması için.) Gazetecilerden bazı örnekler vermezsem olmaz. 1) Engin Ardıç - (Ne yazık ki "solcu düşmanı" olarak etiketlenmiş ve değeri bu etiketten dolayı yeterince anlaşılamamış biri. Kendisi "solcu" değil "aptallık" düşmanıdır ve hangi cephede görürse görsün buna karşı çıkar. Ama Türk medyasında - ve sinemasında - alttan alta işleyen bir solculuk damarı olduğu için, bu tarafı ön plana çıkarılmıştır. Hem saptamaları, hem lezzetli dili, hem de sınır tanımaz hayal gücü ile insanı gerçekten de zenginleştiren biri. Şimdi Akşam'da yazıyor, ama eski kitapları tek kelimeyle mükemmeldir. Onda modern bir Ahmet Hamdi Tanpınar tadı bulmak mümkündür.) 2) Mustafa Mutlu - (Vatan'da yazıyor. Ve şu anda basının en temiz, en dürüst, en yürekli kalemlerinden biri. sabah Gazetesi 1980'lerde ilk çıktığında hükümeti kıyasıya eleştiriyordu, ama sonraki iktidarlardan yeterince "destek" görünce yumuşadılar. Şimdi aynı kadro yine aynı taktikle okuyucunun kalbini kazanıyor - Mustafa Mutlu da buna vesile olanlardan biri. Ama bir süre sonra "bitleri kanlanırsa" onun gibi adamlar Vatan'dan ayrılacaktır, tahminim). 3) Emin Çölaşan - (Sözünü sakınmayan adam. Sivri dili ile içimizin şişini alan kişi. Zaman zaman abartılı ve saplantılı davransa da, genel olarak değerlendirildiğinde kazandığı tüm parayı, ünü ve ilgiyi sonuna kadar hak eden biri.) 4) Bekir Coşkun - (Nevrotik Demokrat! Emin Çölaşan'ın daha duyarlı ve daha komik versiyonu. Çok ciddi konulara çok doğru bir şekilde yaklaşan ve bunu bazen insana kahkaha attıran bir mizahla da yapabilen kişi. Doğaseverlik düzeyi her ne kadar ülkenin geneli için bir lüks olsa da, bu kadar kusur kadı kızında da olur.) 5) Umur Talu (O da Milliyet'ten Star'a, oradan da Akşam'a geçti. Dürüst bir adam. Duyarlı bir adam. Bilgili bir adam. Akıllı bir adam. Hatta bazen fazla akıllı bir adam. Dolaylı anlatımı ile bazen kafa karıştırıyor.) 6) Özdemir İnce - (Aslında gazeteci değil, şair. Ama Hürriyet'te de yazıyor. Düşünsel içerikli yazıları ile bize Batı'nın, özellikle de Fransa'nın iç yüzünü anlatan, kendi halkının ve kültürünün değerini bilen, onları seven şahıs.) Bu gazeteciler ile ilgili şöyle bir durum var: bu insanlar yazı yazarak hayatlarını kazanıyorlar. Yazdıkları bir yerde yayınlanmazsa aç kalıyorlar. Bu nedenle bir yere angajeler (bağlılar). Angaje oldukları sermaye grubunu da çok fazla eleştirmiyorlar - bunun belki tek istisnası Emin Çölaşan'dır. Bu nedenle yazılarını okurken aklınızın kenarında bu bilgiyi (angajmanlarını) hep bulundurun. Ama yine de bu insanlar, sabahtan akşama kadar birilerine açıktan ya da örtük bir biçimde yağ çeken tiplerden bin kat daha iyiler. *** Bir de "no-no" listesi versem, çok mu abartmış olurum? Yani kendini bulunmaz hint kumaşı zanneden, ağzından çıkan her lafın hikmet olduğunu düşünen, aslında yaşamın gerçeğine sandıkları kadar nüfuz edemeyen, açık ya da gizli bir biçimde cahil / kandırılmış insanlar bunlar. Listeyi kısa ve temsili düzeyde tutmaya çalışacağım: • • • • • •

Murat Belge (İngiliz Edebiyatı profesörü olmasına karşın, branşı hariç her konunun - Sosyalizm, Ermeni Meselesi, Boğaz - uzmanı!) Fehmi Koru (Engin Ardıç'ın bir zamanlar onun hakkında yazdıklarını bulun lütfen). Taha Akyol (Bu şahısla ilgili olarak da Emre Kongar'ın yorumlarına ulaşın) Nazlı Ilıcak (Emin Çölaşan'a başvurmanız kafi.) Yalçın Küçük (Hulki Cevizoğlu'nun programına çıkarak niteliğini açıkça sergilemiş, Sabetaycılık saplantısı olan zat. Alev Alatlı, onun hakkında bir kitap yazmıştır: AYDIN DESPOTİZMİ!) Fatih Altaylı (2 Milyon Dolarlık Adam!) 155

• • •

• • •

Ertuğrul Özkök ("War Monger") Mehmet Yılmaz ("Love Monger") Ahmet ve Mehmet Altan'lar (Biri aldatmaya diğeri liberalizme takmış iki kardeş. Liberalizm Aldatmacası ya da Aldatma Liberalizmi gibi başlıklar çağrıştırıyorlar. Kendi toplumlarına kaliteli bir biçimde yabancılaşmış, sütü bozuk bir ahlak ve ekonominin sözcülüğünü yapan kişiler.) İlhan Selçuk (İnançları ve ideolojisi hakında samimi ama son tahlilde Cumhuriyet'i 50 bin okura mahkum eden adam. 90'ların başında Cumhuriyet'te yaşananları öğrenince kendisini daha iyi "tanıyorsunuz". Dünyayı sosyalizm filtresinden gören kişi.) Ayşe Arman ve benzeri söyleyecek sözü olmayan kadın "yazamaz"lar. (Burada cinsiyetçilik yapmıyorum ama bu grup gerçekten midemi bulandırıyor). Orhan Pamuk (Nobel için milletini satan, bunu da cahilane bir biçimde yapan, sonra "Ben de sizdenim" diye ağlayan, bize - Kemal Tahir ve Tanpınar'dan farklı olarak - dışarıdan baktığı için dışarısı tarafından daha çok sevilen bir zat. Ülke içinde başka, ülke dışında başka konuşmasıyla ilginç bir "karakter" özelliği sergileyen kişi)

... sanırım ne demek istediğimi anladınız. Ya da ileride anlayacaksınız... Bu insanların hayata bakışları ya 1) bir ideoloji veya inanç tarafından, ya 2) bir ekonomik sistem tarafından, ya da 3) kendi özel hayatını ifşa ederek ilgi çekme saplantısından dolayı bulanmış durumda. Bilgi edinmek için değil de "fikir" edinmek için okunabilirler, ama okuduğunuzun bilgi değil kişisel fikir olduğunu unutmamak kaydıyla! *** Montaigne "Denemeler"inde mealen şöyle bir şey der: "Kitap seçmek, manavdan sebze seçmeye benzemez. Kötü kitabın olumsuz etkisi kalıcıdır." Beyne yanlış fikirler bir kere dolunca onlardan kurtulmak bayağı zor oluyor. İşte bu yüzden dikkati elden bırakmayın, derim. posted by gezgin @ 4:54 PM

10 comments

40 YILLIK BEKAR : ACELE ETMESE OLURMUŞ! DİKKAT: Bu yazı "40 Yıllık Bekar" filmi hakkında bazı "keyif kaçırıcı" bilgiler içermektedir. Eğer filmi seyretmediyseniz ve seyretmeyi planlıyorsanız, yazıyı daha sonra okumanız tavsiye olunur. "İş arkadaşları 40 yaşındaki Andy'nin hayatı boyunca hiç cinsel ilişkide bulunmadığını öğrenirler ve ona bunu tattırmaya karar verirler." Filmin özeti bu. 40 yaşında olmasına karşın cinsel tecrübesi olmayan biri... İşte buna sinema sektöründe "parlak fikir" ("high concept") diyorlar. Yani fikrin kendisi bile, onu duyan insanları sinemaya çekecek nitelikte. "Bilimadamları dinozorları yeniden yaratırlar" ("Jurassic Park") ya da "Uzaylılar dünyayı işgal eder" ("Dünyalar Savaşı" veya "Kurtuluş Günü") gibi. Bazı filmler vardır: o kadar temel senaryo hataları yapar ki filmde neyin kötü olduğunu şıp diye anlayıp hüküm verebilirsiniz. Bazı filmler de doğru olan herşeyi yapar ve sizi anında kendini bağlar. 40 yıllık bekar bu ikisinin arasında bir yerde duruyor. Yani bazı şeyleri doğru yaparken bazı şeyleri de yanlış yapıyor. Siz de doğru şeyler hatrına filmi seyrederken yanlış şeyleri görüp "Öff, bu kadar bariz hata olur mu!" diyorsunuz. Filmden, nispeten eğlenmiş olarak çıkıyorsunuz. Ama hiçkimse bir komediye nispeten eğlenmek için gitmez ki! Deli gibi gülmek için gider. "Yalancı Yalancı"da olduğu gibi (Bu filmin başrol oyuncusu olan Steve Carrell, o filmde de oynuyordu, hatırlarsanız)... "Yalancı Yalancı"nın başarısının altında yatan temel etken, Jim Carrey'in rolüne cuk oturan oyunculuk 156

tarzı değildi. Temel etken, senaristlerin, yakaladıkları fikri sonuna kadar götürmeleriydi. Yani film, görülmekte olan bir dava (ve o davada görevli bir avukat) etrafında bir mikrokozmos yaratıyor ve bu mikrokozmos içinde, yalan söylemesi gereken birinin yalan söyleyememesinin yarattığı en acayip, en uç, ve bunun sonucu olarak da en komik sonuçları bize sunuyordu. "40 Yıllık Bekar" ise böyle bir şey yapmıyor. Bize "episodik" (yani birbiri ile sıkı bir neden sonuç ilişkisi içinde olmayan) komik sahneler sunuyor. Ama bu komik sahneler filmin dramatik yapısından, karakterler arasındaki çatışmalardan kaynaklanmıyor. Kendi çapında komik olması zaten garanti olan bazı hallere tanık oluyoruz ve gülüyoruz. İyi filmlerde görülen karakter değişimi ("character arc") bu filmde de var. Ama burada bütün değişimi baş karakter değil de yan karakterler geçiriyor. Çünkü aslında değişmesi gereken ve yaşadıkları olaylar ile olgunlaşması gereken onlar. Baş karakter Andy'nin değişime ihtiyacı yok. O zaten iyi bir insan. Yani Andy filmin başında ne ise sonunda da o. Bu da filmin derinleşmesine engel oluyor. Hikayenin en temel hatalarından biri, filmi ileri götüren "istek"in baş karakterden gelmemesi. Yani Andy bir şey istemiyor. Arkadaşları onu itiyor. Eğer arkdaşları Andy'yi itmese, kahramanımız rahatlıkla "60 Yıllık Bekar" adlı bir filmin de konusu olabilirmiş. Bu "istek eksikliği" (kalsiyum eksikliği gibi bir şey) hikayenin neden bir türlü rayına oturup hızla gitmediğini açıklayan en önemli neden bence. Filmde ucu açık bırakılmış bir alt-hikaye var: mağaza müdürü kadın ile Andy'nin ilişkisi. Senaryoda bir temel atılıyor ama sonucu görmüyoruz. Yani müdür ile Andy arasında bir şey olmuyor. İnsan "acaba senaristler bir ara uyuya mı kaldılar?" diye düşünüyor. Filmin finali de filmin bütününden olabildiğince kopuk. Yazarlar ve yönetmen finale doğru artık dramatik bütünlük kaygısını tamamen bir kenara koymuşlar gibi. Bu da filmin tamamı hakkındaki yargımızı olumsuz yönde etkiliyor. Sonuç olarak, bu film kıtlığında biraz hoşça, çoğu mayhoşça vakit geçirmek için seyredilebilecek bir film. (Çocuklarınızla gitmeniz pek tavsiye olunmaz) posted by gezgin @ 4:49 PM

1 comments

Cuma, Ekim 14, 2005 FELAKET ANINDA VOLİYİ VURMAK: GÖREVİMİZ "ROCHE" Kuş gribi salgını kapımızda. Uzmanlar, bir salgın olması halinde 150 ila 300 milyon insanın bu hastalıktan ölebileceğini söylüyorlar. Gribe karşı etkili olduğu söylenen iki ilaçtan birini (Tamiflu) de ROCHE firması üretiyor. Ama ilaca talep o kadar artmış ki, şirketin tam kapasite çalışmasına karşın bu talebi karşılaması mümkün değil. Ve ROCHE, milyonlarca insanın ölmesi pahasına, ilacın patentini (yani başka şirketlerin de aynı ilacı üretmesine izin) vermeyeceğini açıklıyor! Benim aklıma da derhal bir film düşüyor: GÖREVİMİZ TEHLİKE 2 (MISSION IMPOSSIBLE 2) Hatırlarsanız bu filmde, bir şirketin (BIOCYTE), suni olarak ürettiği bir virüsü dünyaya salma ve sonra, sadece kendilerinde bulunan ilacını satarak milyonlarca dolarlık bir kazanç elde etme planı anlatılıyordu. Kahramanımız Ethan Hunt (Tom Cruise) bu kötü planı bozuyor ve virüsü tamamen yok ederek insanlığı kurtarıyordu. Kuş gribini tamamen yok edecek bir Ethan Hunt'ımız yok, ne yazık ki. Ama insanların ölümünden ya da ölüm korkusundan muazzam paralar kazanmayı planlayan ve bunun için çabalayan ahlaksız ilaç şirketlerimiz var. (Neyse ki Birleşmiş Milletler, "Bir felaket anında patent matent takmayız" gibisinden bir beyanatta bulunmuş.) Hayatın sanatı taklit ettiği ilginç anlardan birine tanık oluyoruz. Hayatta kalırsanız "tadını" çıkarın! posted by gezgin @ 12:45 PM

2 comments

157

Pazar, Ekim 09, 2005 SENARYO YAZARININ VAKTİ NASIL GEÇER? "Senaryo Yazarak" diye cevap verdiyseniz, dinnng! Yanlış cevap. Senaryo yazarının vaktinin çoğu PLANLAYARAK geçer. Neyi planlayarak? Öyküyü planlayarak. Sahneleri planlayarak. Karakterleri planlayarak. Bir çoğunuzun, aklına gelen muğlak bir hikaye ve bir iki baş karakterle bilgisayar karşısına oturup "DIŞ / GÜN" yazarak senaryoya başlamak için yanıp tutuştuğunuzu biliyorum. Yapmayın! Çok büyük bir hata olur. En fazla 50-60 sayfa gidebilirsiniz (film senaryosundan bahsediyorum). Nefesiniz kesilir. Hikayenizin ilerlemediğini görürsünüz. Ortaya yeni ve acayip karakterler çıkmaya başlar. Daha önceden önemsiz görünen kişiler aşırı önem kazanırken baş karakter gibi duranlar ikinci plana itilebilir ya da tamamen ortadan kaybolabilir. "Bir yazarın emeğinin yüzde 75'i ya da daha fazlası öykünün tasarlanmasıyle geçer" diyor, Robert McKee. Yüzde 100 doğru bir söz. Syd Field amca da şu dört şeyi bilmeden bilgisayarın karşısına oturmayın diyor: Filmin nasıl biteceği, ikinci dönüm noktası, birinci dönüm noktası ve filmin nasıl başladığı. Bunları bilmek de çok miktarda planlama gerektirir, tahmin edeceğiniz üzere. Peki bu planlama olayı nedir? Nasıl yapılır? Planlama olayı başlangıçta biraz dağınıktır. Genelde küçük kağıtlara notlar almak şeklinde gelişir. Peki bu notlarda ne vardır? Aklınıza gelen görüntüler ve hikaye anları! Yani bu senaryoyu yazma fikri aklınıza düştüğü andan itibaren açık ya da örtük bir biçimde bu konuda çalışan bilinçaltınızın size "bunu da filmine koy" diye yolladığı mesajlar. (Bilinçaltı'nın, yaratıcılığın asıl kaynağı olduğunu biliyorsunuz, değil mi?) Bu notları alın, bir dosya ya da klasöre yerleştirin. Bunlar sadece çeşitli görüntüler ya da ilginç sahnelerle ilgili olmayabilir. Senaryonuzun kahramanları ile de ilgili olabilir. Kahramanınızın bir özelliğinin hikayenin ilerleyen bölümleri için son derece önemli olduğuna karar verebilirsiniz. O zaman bu karakter özelliğini hemen not edin ve o karakterle ilgili dosyanıza atın. (Pratik bir not: Ben bu aşamada bilgisayarda / dijital ortamda çalışmayı değil de daha geleneksel kağıt ortamında çalışmayı tercih ediyorum. Notları kağıtlara yazıyorum. Sonra zaman zaman bunları temize çekiyorum, birleştiriyorum. Henüz diğer notlarla birleşecek kadar olgunlaşmamış notlar, panoda bana bakmaya devam ediyorlar - ta ki bilinçaltım o konuyla ilgili bilgiyi iyice pişirip bilincime atana dek) Yaratıcılığın bu aşaması çok belirsizdir, muğlaktır. Bu muğlaklıkla birlikte yaşamayı öğrenin! Acele edip aklınıza gelen ilk fikirleri hemen 3 Perdeli Yapı'ya oturtup klişe filmler üretmeyin. Kendinize hakim olun. Yaratıcılığın en ilginç yanı bu belirsizliktir. Yaratıcı fikirler, siz kendinizi kastığınız zaman gelmez. Aksine, zihninize "uçma" "saçmalama" "abuklama" izni verdiğiniz zaman gelirler. Siz bir sanatçısınız. Egzantrik olma özgürlüğünüzü kullanın. Nesnelere ve olaylara sıradışı bir biçimde bakma özgürlüğünüzü kullanın. Saçmalama özgürlüğünü kullanın. Unutmayın, bir çok durumda "saçma" denilen şey, aslından karşınızdakinin anlama kapasitesini aşan şeydir. Saçmalamaktan korkmayın. 158

Bol bol fikir üretin. Ama bir yandan da aklınızın bir kenarında yazmak istediğiniz hikaye olsun. Bu hikaye ile alakasız fikirler aklınıza gelirse onları atmayın, "Alakasız Fikirler" diye bir dosya oluşturun ve onun içine koyun. *** Bir yandan da hikayenizdeki karakterleri yaratmaya başlayın. Ne gibi özellikleri var? İçe mi dönük, dışa mı? Korkak mı, cesur mu? Cömert mi, cimri mi? Yardımsever mi, bencil mi? Bir restoranda beraber yemek yeseniz hesabı öder mi paylaşır mı? Bütün bunları ufak notlar halinde yazın ve dosyanıza koyun. Uygun gördüğünüz (hayalinizdeki filmde kendisine rol verdiğiniz) bir artistin fotoğrafını da dosyanızın üstüne yapıştırabilirsiniz. Ama sizi kısıtladığını ve fazla yönlendirdiğini düşünüyorsanız bunu yapmayın. Karakterinizin şimdiki özelliklerinin geçmişteki kaynaklarını yaratın. Karakterini ilk çocuk gibi öz güvenli mi, ortanca çocuk gibi çekingen mi, son çocuk gibi şımarık mı? Ailenin maddi durumu onun çocukluğu sırasında nasılmış? Şehirde mi büyümüş, köyde mi, kasabada mı? Küçükken ailesinden birini kaybetmiş mi? Ya da okulda travmatik bir olay yaşamış mı? Vb. Eğer karakterlerinizin, onları içine sokacağınız durumlarda nasıl davrandığını bilmek istiyorsanız, bu karakter biyografisi ödevini çok iyi yapmanız gerekiyor. Bir iki sayfalık bir biyografiden bahsetmiyorum. 20 sayfaya yaklaşan bir biyografiden bahsediyorum! Bir karakter hakkında ne kadar çok şey bilirseniz, o karakter o kadar "canlı" görünür. Bu karakterleri yaratırken bazı kendi özelliklerinizden faydalanabilirsiniz, çevrenizdekilerin çeşitli özelliklerinden bir kolaj yapabilirsiniz, ya da sıfırdan başlayabilirsiniz. Dikkat etmeniz gereken konu, bu özelliklerin birbiriyle uyumlu olmasıdır. Çocukluğu aşırı yoksulluk çekmiş ve ailesinde hiç önemsenmemiş birini, zengin biri gibi özgüvenli yapamazsınız. Ya da mürebbiyeler tarafından büyütülmüş bir kızı, anne sevgisiyle yetiştirilmiş biri gibi "sıcak" yapamazsınız. Karakterinizin dışarıya göstermediği ama sadece kendisinin (ve sizin) bildiği zaaflarını saptayın. Sevilmek mi istiyor? Zengin olup hava atmak mı istiyor? Kendisini birine kanıtlamak mı istiyor? Ne istiyor? Yani "dış motivasyonu"nun ardındaki "iç motivasyon" ne (M. Hauge)? Onu bulun. Karakterinizin "neye kesinlikle hayır diyemediğini" de saptayın. Burası çok önemli. Çünkü "düşman" (nemesis) buradan saldıracak (TRUBY). Bütün bunları yavaş yavaş belirleyin. Ve sıfırdan bir insan yaratmanın zevkini tadın. Ve bir süre sonra o karakterin kendi başına nasıl yaşamaya başladığını, sizden bağımsızlığını ilan edişini görün ve şaşın! *** Özetle: yaratıcılığın belirsizliği içinde not almaya devam edin. Bu işi tamamen kendine bırakmayın, bu durumda iki seneden önce senaryonuzu bitiremezsiniz. Ama kendinizi çok da kasmayın. Fikirlerle özgürce oynamayı deneyin, bunu bir alışkanlık haline getirin. Ve yanınızdan kağıt kalemi eksik etmeyin. posted by gezgin @ 8:50 PM

0 comments

SENARYO YAZARLIĞI - 201 Bir süredir yazı yazmadığımın farkındasınız. İşlerimin yoğunluğundan dolayı idi. Şimdilik nispeten daha rahatım. Sanırım tekrar düzenli olarak yazmaya başlayabilirim. Bu ikinci senemizde, geçen sene gördüğümüz konuları daha ileri düzeyde ele alacağız. ("Öyretmenim. Tuvalete gidebilir miyim?") Yani daha ayrıntıya gireceğiz, daha önce işlemediğimiz konuları göreceğiz. Ama bunlardan olabildiğince çok faydalanabilmek için aşağıdaki bütün yazıları okumanış olmanız gerekiyor. (Ben çıktısını aldım: Yaklaşık 150 sayfa tutuyor. Siz de böyle yapın, derim). Bu sene özellikle Robert McKee'nin "STORY" ("ÖYKÜ" / "HİKAYE") adlı kitabından bazı bölümlere bakacağız. (Geçen sene daha çok Michael Hauge, John Truby ve Syd Field'dan bahsetmiştik). McKee yapıdan çok içerik üzerinde duruyor. Yapı konusunun başkaları tarafından yeterince ayrıntılı olarak ele 159

alındığını düşünüyor olmalı. Yazdıklarını okuyunca, "vay canına!" diyeceksiniz, "ben senaristlik hakkında hiç bir şey bilmiyormuşum!" Ve öğreneceksiniz. Sonra da yazacaksınız. Bizi bu abuk subuk film bereketinden ancak siz kurtarabilirsiniz! posted by gezgin @ 8:33 PM

0 comments

SENARİSTLİK İLE İLGİLİ BİR KAÇ SÖZ Neden senarist olmak istiyorsunuz? Bu işe girerken ya da bu işi yaparken cevaplamanız gereken en önemli soru bu bence. Neden? Para kazanmak istiyor olabilirsiniz. Ünlülerin o ışıltılı dünyasına bu yolla girmek ya da yaklaşmak istiyor olabilirsiniz. Acı çekmekten hoşlanıyor olabilirsiniz. Başka bir sürü neden olabilir. Ama bu sorunun doğru cevabı "söyleyecek bir kaç sözü olmak"tır. Yani bir birey olarak, akıllı, yetenekli ve bilgili bir insan evladı olarak, yaşadığımız hayatla ilgili söyleyecek bir kaç sözünüz var ise, iyi bir senarist adayısınız demektir. Eğer söyleyecek sözünüz yoksa, sadece yukarıda andığım nedenlerden biri ya da birkaçından dolayı senarist olmak istiyorsanız, size aslında tam olarak da "senarist" denemez. En azından ben demem. "Söylenecek sözü olmak" ile kastımın, anlamsız nutuklar içeren başarısız senaryolar yazma eğilimi olmadığını çok iyi biliyorsunuz. İçinizde bir yerlerde bir şey, bir duygu, karşı koyamadığınız bir düşünce tekrar tekrar yüzeye çıkıyor ve kendisinin ifade edilmesini istiyorsa ve bunun için en uygun yolun da sinema (ya da TV) olduğunu hissediyorsanız, siz sağlam bir senarist adayısınız demektir. Bunun dışında kimin ne dediği pek de önemli değildir. posted by gezgin @ 8:21 PM

3 comments

Salı, Eylül 13, 2005 KORSAN: MÜYAP, BSA VE NOTTINGHAM ŞERİFİ Aşağıda KORSAN ile ilgili iki bölümden oluşan yazı var. Birinci bölüm korsana sistemin içinden bakıyor, ikincisi de dışından. *** Bildiğiniz gibi “korsan” yayınların (kitap, müzik, film, program) ülkemiz ekonomisi için çok büyük bir sorun teşkil ettiği söylenip durur. Yani söylendiğine göre bu o kadar büyük bir sorundur ki, Unkapanı’nın önünde müzik yapımcılarının mendil açıp dilendiğini, yayınevi sahiplerinin iflas bayrağı çektiğini, film yapımcılarının topu diktiğini, bilgisayar yazılımcılarının ise tası tarağı toplayıp ülkeyi terk ettiğini zannedersiniz. Oysa durum hiç de böyle değil. Kitabevleri belki de ülke tarihinde en parlak dönemlerini yaşıyorlar – korsana rağmen. Hemen her gün bir şarkıcı piyasaya çıkıyor – korsana rağmen. Son yıllarda çekilen Türk filmleri, korsanın olmadığı dönemden (VCD öncesi dönem) iki üç kat daha fazla gelir getiriyor – korsana rağmen. Ve bilgisayar programcılarının bir yere gittikleri yok – korsana rağmen. Peki bu patırtının anlamı ne? Sanırım şöyle bir şey demek istiyorlar: “Biz zaten deli gibi para kazanıyoruz. Ama daha fazla kazanmak istiyoruz. Hıhahahahaaa!” *** Burada, “adamlar kazanacakları kadar para kazanıyor, daha ne istiyorlar, bıraksınlar gariban milletin yakasını” tarzında düşük seviyeli bir popülizm yapacak değilim. Aksine, bu adamların daha en baştan, en temelden itibaren neden haksız olduklarını göstereceğim. Korsanın neden kaçınılmaz olduğunu, ne işe yaradığını, ne zaman ve nasıl durdurulabileceğini anlatacağım. 160

İyi dinleyin. *** Fikri mülkiyet yasası esas olarak “eser sahibi onu oluşuturandır” der. Eğer siz bir fikir ya da sanat eserinden faydalanmak istiyorsanız, bedelini ödemelisiniz diye de ekler. Bedelini ödemediğiniz takdirde hırsızlık yapmış, suç işlemiş sayılırsınız. Her şey ne kadar mantıklı değil mi? Nasıl manavdaki şeftaliyi yemek için bedelini ödüyorsanız, bir fikir ya da sanat eserinden faydalanmak için de bedelini ödemelisiniz. Eğer ödemezseniz, manavdan şeftaliyi çalmış gibi olursunuz. Bu da suçtur. Suçu ve doğru davranışı böyle tanımladığınız zaman herşey son derece basit ve açık. Ama kazın ayağı öyle değil. Gelin, olaya biraz daha yakından bakalım: Diyelim ki siz orta halli bir çalışansınız. Evlisiniz ve iki çocuklusunuz. Eşinizin ve sizin maaşınız evin ve çocukların masraflarına ucu ucuna yetiyor. Ay başını kazasız belasız atlattığınız için sevinen tiplerdensiniz. Aniden çocuklarınız sinemalara yeni gelen bir filmden bahsetmeye başlıyorlar ve size o filme gitmeyi ne kadar çok istediklerini söylüyorlar. Siz de hesap yapmaya başlıyorsunuz. Neresinden bakarsanız bakın maaile sinemaya gitmek 50 milyondan başlıyor. Yoldu, patlamış mısırdı, filmden sonra gezisiydi derken rakam kolayca 70-80 milyona varıyor. Siz, bir gözleri ışıl ışıl çocuklarınıza, bir de aylık bütçenize bakıp kara kara düşünmeye başlıyorsunuz: “Belki biraz mesai yaparsam...” Durun bir dakika! Çocuklarınız bu fikre nereden kapıldı? Vahiy mi aldılar? Gece rüyalarında mı gördüler? Uzaylıların telepatik telkinlerine mi maruz kaldılar? Hayır. Her sıradan vatandaş gibi onlar da gün boyunca hepimizin maruz kaldığı reklam bombardımanına maruz kaldılar. TV ve radyolardaki reklamlardan, gazetelerdeki ve dergilerdeki ilanlardan, yol kenarındaki bilboard’lardan, internetten ve başka bir sürü yerden gelen “Bu film çok eğlenceli, çok güzel. Daha mutlu olmak, gülmek, arkadaşlarının sohbetlerine katılarak popüler olmak istiyorsan bu filmi seyretmelisin” şeklindeki baştan çıkarıcı telkinlerden etkilendiler. Ve yakanıza yapıştılar. Buradan hemen sonuca atlamayın. Başka bir soru soracağım: Bu filmi getirenlere, çeşitli araçlar (i.e. “media”) kullanarak halkın iştahını kabartma hakkını ve iznini kim veriyor? Yolda yürürken başınızı kaldırdığınızda, karşınıza çıkan dev gibi bir tabelada resmi bulunan çok güzel bir kadının ya da yakışıklı bir adamın davetkar bir biçimde size bazı şeyleri satın alma ya da bazı işleri yapmanız yönünde telkinlerde bulunmasına kim izin veriyor? Ya da verdiğiniz vergilerle kurulan ve varlığını sürdüren bir yayın organında seyrettiğiniz bir programın cart diye ortasından bölünüp araya reklam alınmasını kim onaylıyor? Bilumum resmi kurumlar. Yasa koyucu ve uygulayıcılar. Bu kurumlar ve onların koydukları kurallar mealen diyor ki: ekonominin işlemesi için, mal ya da hizmet üretenlerin, mallarını ve hizmetlerini satabilmek için, tüketicileri teşvik edici, iştahlarını kaşıyıcı yayınlarda bulunması serbesttir. Bu yasaları kim koyuyor? Aylık geliri ortalama 10 bin dolar olan milletvekilleri mi? Yoksa onlardan bu konularda ricada bulunan büyük sermaye sahipleri mi? Bildiniz, bu ikincileri. Sermaye sahipleri ürettikleri şeylerin kitleler tarafından arzulanmasını isterler. İnsanlar bu mal ve hizmetleri arzulasınlar ki, daha sonra bunları satın almak için akıl almaz derecede sıkıcı işlerde çalışmaya razı olsunlar. Borç yapsınlar. Kredi kartı kullanıp geç ödeme yaparak bankaları ihya etsinler. Maksat ekonominin çarkları dönsün. Bu arada da iştahı kabarmış biçare fareler boş yere tekerler içinde koşup dursun. *** Peki ya tüketicilerin çok büyük bir bölümünün ekonomik gücü, reklamı yapılan şeyleri satın almaya yetmiyorsa? O zaman ne olacak?

161

Vatandaşın bir yerleri şişecek. Ve oturdukları yerde kalakalacaklar. *** Günümüzde ekonomik sistem böyle işliyor: istisnasız herkes tahrik ediliyor. Ama sadece alım gücü yüksek olan küçük bir azınlık bu cazip mal ve servetlerden faydalanabiliyor. Geri kalanlar ise yaşadıkları düşük standartlı yaşamın depresifliğine, bir de her gün ortaya çıkan yeni ve cazip şeylere ulaşamamanın getirdiği hayal kırıklığını katarak ekmeği suya katık etmeye mecbur bırakılıyor. *** Tabii ki böyle olmuyor. İştahı ahlaksız bir biçimde kabartılmış (dikkat edin: burada ahlaksız olan iştahı kabaranlar değil, kabartanlar) kitlelere, normalde ulaşmaları imkansız olan mal ve hizmetlere, küçük bir meblağ karşılığında ulaşma şansı verenler ortaya çıkıyor: KORSANCILAR! Parasal gücü, kabartılmış iştahını normal yollardan (yukarıdaki örnekte “sinemaya giderek”) karşılamaya yetmeyen insanlar, kendilerine sunulan bu seçeneği, yasadışı olsa da kullanmayı tercih ediyor. Gidiyor, 23 milyona korsan VCD’yi alıyor, akşam evdeki ucuz VCD player’ine koyuyor ve ailesiyle birlikte seyrediyor. Kabartılmış iştahını, çok yasal bir yoldan olmasa da, söndürebiliyor. *** Eğer bunu yapmazlarsa ne olur? Yani sabahtan akşama kadar TV’de reklamı yapılan bir müziğin kaçak CD’sini almazlarsa, her tarafta afişini ve tanıtımını gördüğü filmin korsan VCD’sini seyretmezlerse, gazete ve dergilerde çarşaf çarşaf tanıtımı yapılan bir kitabı alıp okumazlarsa... yani tahrik edilmiş bu iştahını tatmin etmezse ne olur? Ben söyleyeyim: hakiki bir halk ayaklanması olur. Bir tarafta ahlaksız denecek düzeyde lüks bir yaşamı herkesin gözüne soka soka küçük bir azınlık, diğer tarafta çeşitli iştahları kabarıp kabarıp tatmin edilmeyen çok büyük bir çoğunluk olursa, tam bir halk ayaklanması olur. Ve bu ayaklanma da, bizdeki askeri darbeler gibi kötüye giden bir durumu düzeltmek gibi net bir amaca sahip olmaz. Hınç almaya yönelik olur. Zenginlerden intikam almaya yönelik olur. Kabartılıp da söndürülmeyen iştahların acısını çıkarmaya yönelik olur. Yakar. Yıkar. Yok eder. Hali hazırda çok kazanan o şirket sahipleri, o lüks uçaklarına binip kaçacak zaman bile bulamayabilir. İşte korsanın varlık sebebi ve işlevi budur: Ahlaksız ve düşüncesiz bir biçimde kabartılmış iştahların, zarar verecek hale gelmeden dindirilmesi. Yani korsan bir tür emniyet sübabıdır. *** Bu anlamda korsanı, evlenecek parası olmayan bir gencin, elinde olmadan (hormonlarından ve dış uyaranlardan dolayı) kabaran cinsel arzularını, kimseye zarar vermemek için kendi kendini tatmin ederek dindirmesine benzetebiliriz. Eğer birileri bunun suç olduğu o gence söylenirse ve o da buna inanırsa, adam ya çıldırır, ya da gözü dönerek birisinin karısına-kızına saldırır. Hangisi daha iyi? Zararsız bir biçimde kendini tatmin mi? Yoksa masum insanlara saldırmak mı? Toplumlarda genelevlerin bulunması ve hayat kadınlarının olması da benzer bir iş görür. Cinsel ihtiyaçlarını normal yollardan karşılayamayan insanların, evli barklı insanlara ya da ufacık çocuklara saldırmasını engellemek için, birikmiş cinsel enerjilerini güvenli bir biçimde boşalmasını sağlarlar. Genelevlerin ve hayat kadınlarının bulunması tabii ki arzulanan bir durum değildir. Hiç kimse bir kadının ya da erkeğin bedenini satmasını / kiralamasını onaylamaz. Ama toplumun tamamının düzeninin bozulmasındansa, hayatın cilveleri sonucu düzeni zaten bozulmuş bireylerin bedenlerini böyle bir hizmet için kullandırmaları yeğdir. Yani burada “iyi” ile “kötü” arasında yapılan bir seçim söz konusu değil. “Kötü” ile “daha kötü” arasında bir seçim yapılıyor. Ve mantıklı olarak, “kötü” seçiliyor. ***

162

Peki korsan ne zaman azalır ya da ortadan kalkar? Toplumun genelinin ekonomik durumu, uyduruk enflasyon rakamlarına göre değil, “gerçekten” düzeldiğinde. Yeterli parası olan hiçkimse, orijinal bir CD alabilecekken gidip korsanını alamaz. Çünkü kalite farkını bilir. “Madem param var, iyisini alırım” der. Korsanı alanlar büyük oranda, ekonomik gücü yetmeyenlerdir. Bu insanlar zaten o ürünün olası bir müşterisi değildir. Yani aslında ortada bir müşteri ve dolayısıyla bir gelir kaybı bulunmuyor. (Yani bu fikir ve sanat eseri derneklerinin başındakiler, gözümüzün içine baka baka yalan mı söylüyor? Evet!) Olan, normalde de o ürünü ya da hizmeti zaten alamayacak insanların, kendilerine sunulan yasadışı bir fırsattan faydalanarak, ahlaksız bir biçimde kabartılmış iştahını dindirmesidir. O kadar. Peki ortada hiç mi “suçlu” yok. Var. Ama bu suçlular, ailesini sinemaya götürecek ya da CD veya kitap alacak halde olmayanlar değil. Suçu, o filme gidebilecekken, o CD’nin ya da kitabın ya da programın orijinali alabilecekken, yani gücü yetecekken korsana başvuranlar işliyor. Onların da bu korsan piyasasının çok küçük bir bölümünü oluşturduğunu düşünüyorum. Çünkü kısa bir süre sonra orijinale dönüyorlardır. Özellikle kalitesiz eserler kullanmak gibi ruhsal bir hastalıkları yoksa tabii. Bir de, bu kesim o kadar büyük olsaydı, gerçekten de yukarıda adı geçen sektörler büyük darbe alırlardı. Durumun hiç de öyle olmadığını biliyoruz. *** Nacizane tavsiyem: Kapitalizmin yılmaz bekçilerinin TV’lerde ve sinemalardaki “korsan hırsızlıktır” çığırtkanlıklarına pek kulak asmayın. Asıl ahlaksızlığı onlar, sabahtan akşama kadar sizi ulamayacağınız şeyler konusunda tahrik ederek yapıyorlar. Yasalar şimdilik onlardan yana olduğu için bu kadar güçlü ve haklı görünüyorlar. Bırakın görünsünler. “Doğal hukuk” açısından hiç de öyle olmadıklarını bilin. İçiniz rahat olsun. Ama ekonomik gücünüz uygun düzeye ulaştığında da gidip paşa paşa orijinal ürün / hizmet kullanın. Çünkü bu çarkın en azından varolabilmesi için birilerinin orijinal ürünleri alıyor olması gerekiyor. Gücünüz bu noktaya ulaştığında, zorunluluktan edindiğiniz eski alışkanlıklarınızı terk edin. Son bir not: bu eserlerin orijinallerini alacak ekonomik güce ulaşırken insanların hakkını yememeye, başkaların aldatmamaya, canlarını yakmamaya dikkat edin. Yoksa, birilerinin hakkını gasp ederek zengin olduktan sonra gidip orijinal eser almanın ve bununla övünmenin hiçbir esprisi (“l’esprit”) yok. Bilmem anlatabiliyor muyum! **************** Burada biraz da kapitalizmin toplumların geleneksel yapısı üzerindeki etkilerine de değinmek gerekiyor. Kapitalizm ve onun bir uygulanış şekli olan serbest piyasa ekonomisi toplumları (“society”, cemiyet), tüketicilerden oluşan insan topluluklarına dönüştürür. Bu topluluğu oluşturan bireyler arasındaki en temel bağ kültür bağı, kan bağı ya da tarihi bağlar değildir. Bu insanları birbirine bağlayan en güçlü bağ, ekonomik bağdır. Aynı ekonomik sistem içinde hareket ederek üretim ve tüketimde bulunmalarıdır. Böyle bir insan topluluğunda da en yüksek değer mal ve hizmetlerin üretilmesine ve tüketilmesine verilir. Çünkü toplum, birileri tükettiği ve başka birileri de bu tüketilecek şeyleri ürettiği zaman ayakta kalabilir. Çarklar ancak o zaman döner. Kapitalistleşen toplumlarda maddi manevi herşey zaman içinde tüketime endekslenir. Her türlü duygu, her türlü gelenek, her türlü manevi unsur tüketime alet edilir. Anne/çocuk sevgisi, aşk, dini duygular (“Misvaklı diş macunu”! Hey Allahım!), derhal mal üretim ve tüketiminin bir parçası haline getirilir. Geçmişten gelen değerler (bayramlar, gelenekler, belirli davranışlar, onur, şeref gibi duygular, çeşitli inanışlar, vb.) derhal mal ve hizmetlerin tüketilme fırsatlarına dönüştürülür. Bizdeki bayramların akraba ziyaretinden çıkıp tatil fırsatına dönüşmesinin ana nedeni, içinde bulunduğumuz kapitalist ekonomiden kaynaklanan bir durumdur. Kapitalist ekonomi insanlara “bayramda ailenizi ziyaret ederseniz mutlu 163

olursunuz” demez, “3 gece 4 gün şu otelde kalırsanız mutlu olursunuz” der. Bu gibi dönüşümler sonucu ailevi bağların zamanla zayıflaması kapitalist sistemin umrunda değildir. Ailevi bağlar zayıflayınca çıkacak her türlü yeni durum / sorun, (insanların daha çok psikolojik ve bedensel hastalıklara yakalanması, toplumsal değerlerin genç kuşaklara aktarılmaması, bunun sonucunda suç oranlarında meydana gelen artış) kapitalist sistem tarafından derhal yeni iş (üretim ve tüketim) fırsatları olarak değerlendirilir: daha fazla psikolog, daha fazla antidepresan, daha fazla doktor ve hastane ve ilaç ve ameliyat, daha fazla polis, daha fazla silah, daha fazla güvenlik şirketi... *** Sağlıklı bir toplumu yaratan temel unsurlardan biri de, o toplumun bireylerinin ürettiği sanat eserleridir. Üretilen şarkı ve türküler, anlatılan hikayeler, yazılan şiirler, maniler, destanlar bir toplumun geneli tarafından benimsenirse, o toplumu oluşturan bireyleri birbirine bağlayan bir zamk işlevi görür. Ama kapitalist sistemlerde, insanları bu şekilde birbirine bağlayan kültürel unsurlar da derhal alınıp satılan mallara dönüştürülür. Burada önemli olan, örneğin, bir şarkıyı üretenin ve onu çoğaltıp satanın kârını maksimize etmesidir. Bu şarkının dilden dile dolaşarak bir duyguyu, bir düşünceyi, bir olayı ülkenin her tarafına yayarak (örneğin “Yemen Türküsü”) toplumsal bir bağ dokusu oluşturmasının hiçbir önemi yoktur. Bu yaklaşımın, toplumları ne kadar zayıflattığını sanırım hayal edebilirsiniz. Aşık Veysel’in bu mantıkla türkü ürettiğini ve bir türküsünün her çalınışından para talep ettiğini düşünebiliyor musunuz? Böyle bir noktaya gelindiğinde, o insan topluluğuna geleneksel anlamda “toplum” denemez artık. Artık, herkesin kendi çıkarını düşündüğü, özgeciliğin (digerkamlığın) sona erdiği, bencil bireylerden oluşan bir insan topluluğundan söz edebiliriz yalnızca (bkz. Amerika ve Avrupa’daki ülkeler). Böyle bir toplulukta da nizamı, ahlaklı iyi insanlar değil, yasalar ve yasaları uygulayanlar sağlamaya çalışırlar. Bu uygulayıcıların en ufak bir zaafında da bu bencil bireyler herşeyi yakıp yıkmaya, yağmalamaya başlarlar (örn. KATRİNA sonrası New Orleans’ta olanlar). Oysa toplumları toplum yapan, içinden çıkan bazı yaratıcı bireylerin ürünlerinin o toplum tarafından karşılıksız kullanılmasıdır. Sanatçı eserini karşılıksız olarak topluma verir. Toplum da onu ölümsüz yapar. Buradaki anahtar kelime “karşılıksız”dır. Bu millet (yani “biz”) bu kelimenin anlamını çok iyi bilir. Karşılıksız vermekte üzerine yoktur. Ama tıpkı saf gönüllü bir çocuk gibi, karşılıksız almayı da bekler. Severek yücelttiği ve bağrına bastığı sanatçıların ondan her defasında para istemesini benimseyememesinin (ve korsan konusunda çok da büyük bir suçluluk hissetmemesinin) altında biraz da bu “karşılıksız” alış-veriş geleneğinin izlerini aramak gerekir. “Yayın hakkı” dersini sadece “yabancı” kitaplardan çalışanların bu gerçeği görmemesi, sanatçıları halkın bağrından koparıp kapitalist üretim – tüketim zincirinin sıradan bir halkası olarak telakki etmesi, kültürel yabancılaşmanın ne boyutlara ulaşabildiğini bu kişilerin şahsında çok güzel gösteriyor. Bu yabancılaşmayı bir zamanlar “sanatçı” addettiğimiz insanlarda teşhis etmek, ayrıca üzücü oluyor. posted by gezgin @ 1:59 PM

0 comments

Cuma, Eylül 09, 2005 BANYORUM :) Aşağıdaki yazıda "BANYO" hakkında bir şey yazmadığımın farkındayım. Seyrettiğim kadarıyla (ilk yarının tamamı ve ikinci yarının ilk beş dakikası) şunları söyleyebilirim: 1) Banyo'daki karakterler umrumuzda değil. Yani kimin başına ne geldiği bizi hiç ilgilendirmiyor. Neden? Özdeşleşme yöntemleri kullanılmamış. (Bu yöntemlerin ne olduğuna dair bilgiyi aşağıda bulabilirsiniz.) İnsanların birbirini aldatması ve bundan dolayı acı çekmeleri umrumuzda bile değil. Bunun doğal sonucu olarak patlamış mısırın tuz oranı meselesi insanın zihnini daha anlamlı bir şekilde işgal edebiliyor. 2) Filmin bir oyundan uyarlandığını biliyorsunuz. İnsan keşke o halde kalsaymış diyor. Çünkü materyal ancak bir tiyatro seyircisini - o da hafifçe - kandıracak miktarda. Sinema seyircisi çok daha nazlıdır, demiştim. İzleyeceği şeylerin gerçek olmadığını kabul ettiğine ("suspended disbelief") göre, onun zihnini meşgul edebilmek için çok güzel ve etkileyici şeyler sunmanız gerekir. "Banyo" bize böyle bir materyal sunmuyor. Yani malzemesi sinema için yeterli kalitede (etkililikte, dolulukta, derinlikte) değil. Biz de sıkılıyoruz. 164

3) Aslında kısıtlamalar insanın yaratıcılığını harekete geçirir. Mekansal kısıtlamalar da öyle. Bununla ilgili olarak Hitchcock'un "İp" filmi, ya da Schumacher'in "Telefon Kulübesi" örnek verilebilir. "Banyo"da böyle bir yaratıcılık da yok. Ne görsel anlamda, ne senaryosal anlamda. 4) Senaryo aşırı teatral. Orijinal materyalin bir tiyatro oyunu olması bu hatayı affettirmiyor. Diyaloglar öyle, sahnelerin yapısı öyle, hikayenin ritmi öyle. Başarılı bir tiyatro uyarlaması için "Casablanca"yı izlemenizi tavsiye ederim. 5) Karakterler derinlikten uzak, karton tipler. "Gerçek Zamanlı" hikayelerde karakter derinliği yaratmak nispeten zordur ama imkansız değildir. Hatta senariste için zevkli bir güçlük ("challenge") yaratırlar. "Banyo"daki karakterler bırakın derinliği ilgi çekicilikten dahi uzak. 6) Hikayenin genel yapısında ardında iki büyük handikap var: Birincisi, hikayenin kapalı mekanlarda geçmek zorunda olması. İkincisi de hikayenin çizgisel anlatılmaması. Birincisi, uyarlamadan kaynaklanan bir zorunluluktan kaynaklanıyor. İkincisi ise çok rahatlıkla vazgeçilebilecek bir seçim. (Bu seçimde Tarantino özentisinin önemli payının olduğu kanaatindeyim.). Yani filmde neyin ne olduğunu anlayana kadar filmin sonuna kadar beklemeniz gerekiyor. "Banyo" ne yazık ki bu kadar sürükleyici bir film değil. 7) Filmin ağır bir "ritm" ve "tempo" sorunu var. (Bu konuları henüz sitede işlemedik. İnşallah yakında...) Sahneler kısa kesilip paralel kurgu yapılsaymış film biraz daha rahatlayacakmış. Ama Tarantino özentisi bu seçeneği devre dışı bırakmış. Ve filme zarar vermiş. *** Bunlar ise senaryo dışı yorumlar: 8) Allah aşkına birisi şu oyunculardan "küçük oyunculuk" almayı yönetmenlere öğretsin! Türk oyunculuğundan, insanların gözlerini pörtleterek şaşırmalarından, çenelerini 3 santim hareket ettirerek baş sallamalarından, sahte ve abartılı kahkahalarından, sarsılarak ağlamalarından bıkmış vaziyetteyim. Yok mu "minimalist oyunculuk" üzerinde bir BLOG hazırlayan? Stanislavski, Strasberg, Metod Oyunculuğu, Eric Morris vb. öğretecek bir babayiğit (anayiğit de olur) yok mu? 9) Gökhan Kırdar'ın müziği var mı yok mu belli değil - nitelik olarak. Yani olmasa da olurmuş. 10) Görüntü yönetmeni, dar bir mekanda kamerayı ilginç yerlere koyma konusunda yapabileceği muazzam bir gövde gösterisi fırsatını kaçırmış. Kamera hep beklenen yerde, olayları kaydediyor. Oysa mekan kısıtlamasından dolayı o kadar çok yaratıcı seçim yapılabilirdi ki! 11) Seray Sever'in gerçekten de seksi biri değil mi, yoksa bana mı öyle geliyor. Aslında bu kadar sıkıcı bir filme Marilyn Monroe'yu bile koysanız insana babaannesi gibi gelir ya. Daha fazla yazmayayım. Sezona kötü başladık. Umarım devamı iyi gelir. posted by gezgin @ 6:44 PM

0 comments

Çarşamba, Eylül 07, 2005 "BANYO" YORUMU Dikkat, bu yazıda "BANYO" filmini izlerken alabileceğiniz keyfi azaltabilecek "keyif kaçırıcı" bilgiler bulunmaktadır. Eğer bu filmi izleyeceğiniz varsa, yazıyı daha sonra okuyun. *** Ortaokuldan beri bir filmin yarısında çıktığımı hatırlamıyorum. O zamanlar kötü filmlere tahammülüm sıfırdı. "Gençliğimi bu filmle mi harcayacağım" derdim ve sinemadan çıkıp daha anlamlı bir şeyler yapardım. (Hatta, eğer yan salonda daha eğlenceli bir film varsa, çaktırmadan onun ikinci yarısına girerdim, bilet parası boşa gitmesin diye). Yaşım ilerledikçe filmlere karşı daha müsamahalı oldum sanırım. Yani senaryo kötü olsa bile, filmin diğer unsurlarına bakarak filmin sonunu getirebiliyordum. (Lakin tiyatroda böyle olmuyordu. Kötü oyunların ortasında çıkmaya hala hiç üşenmem.) Lafın nereye geleceğini anladınız. BANYO'nun yarısında çıktım. Eve gidip POINTBREAK'i bir daha 165

seyrettim, kaybettiğim zamanı telafi etmek istercesine. *** Türk filmleri hakkında olumsuz yazmayı sevmiyorum. Çünkü ben kötü yazarsam ve benim yüzümden bir kaç yüz insan filme gitmezse, TÜRK SİNEMASI'nın göreceği zarardan kendimi kısmen sorumlu hissediyorum. Ama kötü filmler hakkında "Çamurdan olsun bizim olsun" mantığıyla iyi yazarsam, bu kez de kötü bir filmin ödüllendirmiş ve bu sayede gelecekte benzer filmlerin yapılmasını teşvik etmiş olurum diye düşünüyorum. Çıkmaz sokak yani. *** "Pardon" hakkında söylediğim şeyleri "BANYO" için de söyleyeceğim. Böyle bir filmin yapılabilmesi iki anlama geliyor: 1) Bu kadar kötü filmler yapılabiliyorsa, kendi senaryonuzun hayda hayda çekilebileceğini düşünebilirsiniz. 2) Bu kadar kötü filmler yapılabiliyorsa, bir filmin çekiminde senaryonun kalitesinin hemen hiç önemi olmadığı sonucuna varabilir ve senaryonuzdan kesekağıdı yapabilirsiniz. posted by gezgin @ 11:09 AM

0 comments

Perşembe, Eylül 01, 2005 İLHAM VE HİKAYE CÜMLESİ Hollywood’daki senaryo hocalarının en iyilerinden biri olan John Truby, “Yazarların yüzde doksanı daha önermede / hikaye cümlesinde çuvallıyor” diyor. Malum, biz de yakında bir senaryo yazmaya başlayacağız. Aşağıdaki yazı, yollanacak fikirlerin bulunmasını kolaylaştırmak ve bulunmuş fikirlerin kalitesini yükseltmek için konmuştur. Yazarı ve kaynağı en aşağıda yer alıyor. *** Şu bilgi sizi şaşırtabilir ama filmlerin ve neredeyse TV dramalarının neredeyse % 60’ı mevcut hikayelerin uyarlamalarıdır. Bu hikayeler romanlardan, kısa hikayelerden, çizgiromanlardan, eski TV dizilerinden, gazete makalelerinden, gerçek insanların yaşam öykülerinden ya da diğer TV programlarından alınmadır. Bu en başta size garip gelebilir ama sinema ve TV dünyasının izleyici sayısını artırmak ve riski en alt düzeye indirmek isteyen bir sanayi dalı olduğunu düşündüğünüzde bunu o kadar da garip bulmayabilirsiniz. Ayrıca, bir film şirketinin pazarlama ve halkla ilişkiler bölümünün bir uyarlamayı halka satması, tanınmayan bir senaristten gelen orijinal bir fikri satmasından çok daha kolaydır. Ne yazık ki bir çok genç senarist mevcut bir eserin haklarını satın almak ya da ön-satınalmak (? “option”, yani daha sonra satın almak için ön ödeme yapma - gg) için yeterli paraya sahip değildir. Haklarına sahip olmadığınız ya da yayın hakkı sona ermemiş (yani hikaye 200 yıllıksa; AB yasalarına göre bir eserin yayın hakları, eserin yazarının ölümününün üzerinden 70 yıl geçtiği zaman sona ermektedir) bir hikayeyi adapta etmeye başlamak da riskli bir harekettir. Burada bile yayın hakları (“copyright”) konusu bir sorun teşkil edebilir, örneğin Disney Şirketi daha önce yaptıkları bir adaptasyonun, yeni bir yayın hakkı ile korunan yeni bir eser yarattığını iddia edebilir. Aynı şekilde, bir gazete makalesine ya da birinin gerçek hikayesine dayanarak bir hikaye yazmak istediğinizde, eğer bu hikayenin haklarına sahip değilseniz yine aleyhinize dava açılabilir. Bu yüzden bir çömez olarak kendi fikrinizi bulmanız genelde çok daha pratiktir. Peki senaryo fikirleri nereden gelir? Bu sorunun cevabı “her yerden”dir. İşte size birkaç örnek. • • • • •

Film adı – filmin adı bütün bir hikayeyi size verebilir. Örn. Bill’i Gebert (“Kill Bill”) Son derece orijinal bir karakter – örn. Alan Partridge Tarihi olaylar – örn. Cesuryürek Rüyalar ya da gündüz düşleri – örn. Eğer dünyadaki en büyük seks sembolü hayatınıza girse ve sizi istese ne olurdu? Notting Hill Gelecekte geçen bir “ ... olsa ne olurdu?” hikayesi --- örn. Bütün dünya aslında bir 166

• • • • • • • • •

yanılsama olsa ve aslında biz, bizi elektrik elde etmek için kullanan dev bir bilgisayara bağlı olsak, ne olurdu? Matrix Büyük bir şaşırtıcı hikaye "twist"i – örn. Altıncı His İlginç bir tema - örn. Gerçek ebeveynlerinizin kim olduğu hakkında ne biliyorsunuz? Big Fish Sıradışı bir karakter - örn. Billy Elliot Sıradışı bir yerdeki sıradışı bir karakter – Crocodile Dundee New York’ta Bir vecize – Mark Twain bir keresinde, on dört yaşıdayken babasının tam bir aptal olduğunu düşündüğünü, ama yirmi bir yaşına geldiğinde, bu yedi sene içerisinde babasının ne kadar çok şey öğrendiğine çok şaşırdığını söylemiş. İmkansız bir durum, örn. Telefon Kulübesi Belirli bir mekan – örn. Soğuk Dağ Bildik bir hikayeyi alın ve yeni bir yere / ortama (“setting”) koyun – örn. Ahlaksız genç kadınlar için kurulmuş olan bir Katolik reform evinde geçen bir hapishane draması – Magdalena Kardeşler Belirli bir film türünü seviyor olabilirsiniz - örn. Canavar filmlerini seviyorsanız, yeni bir canavar düşünebilirseniz. Ama yeni canavar bulamazsanız ne yazarsınız? The league of Extraordinary Gentlemen ya da Van Helsing.

TÜYO: Fikirler her yerden gelebilir. Onlar yazma sürecini başlatan hayati kıvılcımlardır. İyi bir film fikrine sahip olup olmadığınızı anlamanın en iyi yollarından biri, kendinize şu basit soruyu sormaktır: “Eğer bu hikayeyi bir başkası yazmış olsaydı, bir otobüse binip sinemaya gider ve bu filmi seyretmek için para öder miydim?” Eğer cevabınız "evet"se, elinizdeki gerçekten de iyi bir hikaye konusu olabilir. Eğer cevabınız "hayır"sa, o zaman düşünmeye devam edin. Film hikayeleri genelde büyük hikayelerdir, hikayedeki karakterlerin hayatlarını değiştiren olayları anlatırlar. Ama şuna dikkat edin: iyi bir hikaye bulmak işin sadece ilk bölümüdür. Başarılı olup olmayacağınızı belirleyecek şey, harika bir fikri müthiş bir senaryoya dönüştürme yeteneğinizdir. Her yapımcının karşısının her yıl onlarca iyi senaryo fikri çıkar, ama yapımcılar her yıl sadece birkaç iyi hikaye ile karşılaşırlar. EGZERSİZ: Bir egzersiz olarak gazetenin iş ilanları sayfasını ya da başka bir meslek rehberini açın, rastgele bir meslek seçin ve o alanda çalışan bir insanın başına gelebilecek en ilginç ya da en zorlayıcı şeyi düşünmeye çalışın. Bunu yaptıktan sonra belirli bir mekanı düşünün (örn. Büyük bir alışveriş merkezi, bir benzin istasyonu, bir giyim mağazası, ya da bir kale) ve bu mekanın içinde ya da etrafında gerçekleşebilecek en ilginç hikayeyi bulun. Şimdi aynı şeyi sıradan bir ev eşyasıyla yapın ve bu nesnenin cazip bir hikaye için nasıl bir çıkış noktası oluşturabileceğini hayal edin. Bu size aşırı basit gelebilir ama bazen belirli bir nesne, ilginizi çeken temaları yerleştirebileceğiniz, odaklanmış bir ilham kaynağı olarak iş görebilir. BAZI İYİ BİLİNEN FİLMLERİN HİKAYE CÜMLESİ (“Log-Line”) Filminizin temel fikrini bir ya da iki cümle ile ifade edebiliyor olmanız, baş karakterin kim olduğunu, ne istediklerini, ne yapmaya zorlandıklarını ve ne olduğunu anlatabilmeniz gerekir. Bu cümlelere “hikaye cümlesi” denir ve gazetelerin TV sayfasındaki özetlere benzerler. Bazı yapımcılar bu hikaye cümlelerine “önerme” (“premise”) de der. Senaristlerden, film çekimi için para toplanırken ve daha sonra bu filmi halka satmak için kullanılmak üzere bu cümleleri yazmaları beklenir. Aşağıda bazı bildik hikaye cümlesi örnekleri bulunuyor. Bu filmleri daha önce görmediyseniz bunları bulmaya çalışın çünkü bu kitap boyunca bu filmleri örnek olarak kullanacağız. Cesuryürek (yazan Randal Wallace) – William Wallce bir çiftçi olarak huzurlu bir yaşam sürmek ister ama karısı öldürüldükten sonra İngiliz egemenliğine son vermek için İskoçları birleştirir. Soğuk Dağ (yazan Anthony Minghella) – Amerikan iç savaşı iki sevgiliyi birbirinden ayırır. İnman yaralandıktan sonra Soğuk Dağ’daki Ada’ya dönmeye çalışır, orada onu Home Guard’ın katil lideri Teague’ın elinden kurtarması gerekecektir. Yüzüklerin Efendisi (1-3) (yazanlar Fran Walsh, Philippa Boyens, Stephen Sinclair [sadece İki Kule], Peter Jackson) – Frodo Baggins Altın Yüzük’ü aldıktan sonra onun Orta Dünya’daki en tehlikeli ve en kötücül silah olduğunu ve Mordor’a giderek onu Crack of Doom’a atması ve dünyayı kurtarması gerektiğini öğrenir. Matrix (yazan Andy ve Larry Wachowski) – Asi bir bilgisayar korsanı Morpheus adlı birini arayarak bulur. Morhpheus da ona kendisinin bilgisayarların ürettiği bir hayal dünyasında yaşadığını söyler. Morpheus Neo’yu kurtarır, o da insanlığı köleleştiren makinalara karşı savaşan asilere katılır. Notting Hill (yazan Richard Curtis) – William Thacker sıradan bir kitapçıdır ama ünlü bir film yıldızı dükkanına girince hayatı değişir. Ama herkesin gözü önünde bir aşk yaşamak kolay değildir ve Anna’nın 167

kalbini kazanmak içi aşkını yeterince güçlü olduğunu kanıtlaması gerekmektedir. Altıncı His (yazan M. Night Shyamalan) – Bunalımdaki bir çocuk psikoloğu, hayaletler tarafından rahatsız edilen bir çocuğa yardım etmeye çalışırken kendisinin de bir hayalet olduğunu fark eder. Billy Elliot (yazan Lee Hall) – Yetenekli bir çocuk, öfkeli ağabeyi ile bunalımdaki babasını memnun etmek ile, onların utanç verici bulduğu “balet olma isteği” arasında kalmıştır. Eğer daha fazla örneğe ihtiyacınız varsa “İnternet Film Veritabanı”da (http://www.imdb.com/) başka örnekler bulabilirsiniz. Burada da filmler hikaye cümleleri ile tanıtılmaktadır. TÜYO: Bir hikaye cümlesi yazmanın tek bir doğru yöntemi yoktur ama hikaye cümleleri genelde aşağıdaki öğeleri içerirler. 1) 2) 3) 4) 5) 6)

Baş karakterin adı. Filmin geçtiği yer. Ne istediklerine dair bir fikir. Onları kimin ya da neyin durdurduğu İstediklerini elde etmek için ne gibi bir güçlüğü yenmek / zor işi yerine getirmek zorunda oldukları, ve Yaşadıkları deneyimler sonucunda bir değişime uğrayıp uğramadıkları.

Hikaye cümleleri zaman zaman ikinci en önemli karakterin de adından bahseder. Bu kişi genelde düşman olur. EGZERSİZ: Temel formülü kullanarak, seyrettiğiniz son beş filmin hikaye cümlelerini yazın. Daha sonra IMDB’ye gidin ve başka insanların aynı filmi nasıl tanımladığına bakın. Onlarınki mi daha iyi, sizinki mi? Eğer onlarınki daha iyiyse, siz de başka beş filmle aynı egzersizi tekrar yapın. *** Yazan : David Griffith Kaynak: www.scottishscreen.com posted by gezgin @ 4:25 PM

0 comments

Pazartesi, Ağustos 29, 2005 SENARYODA TEMA Türkçe’de “tema” dendiği zaman aklımıza genelde tek bir sözcük gelir. Örneğin “Bu filmin teması savaş” dendiğinde savaşla ilgili bir film seyredeceğimizi anlarız. Ama bu filmin savaşın hangi yönünü anlattığı ile ilgili bilgiyi temadan elde etmeyiz. Yani “savaşın kaçınılmazlığı” mı, “savaşın insan psikolojisi üzerindeki yıkıcı etkisi” mi, yoksa “ulusal bir kurtuluş savaşı” mı belli olmaz temadan. Türkçe’deki kullanımıyla tema, eserin konusunu bir ya da en fazla iki sözcükle özetler. Ama senaryo yazımında tema sözcüğü tamamen farklı bir anlam kazanır. Bu anlamı netleştirmek için senaryo öğretmenlerinin tema hakkındaki tanımlarını alt alta sıralayacağım: “Tema, bir filmin, insanlık durumu hakkında söylediği evrensel düşüncedir. Tema, senaryo yazarının, insanın, daha gelişkin, daha doyumlu, daha ahlaklı biri olmak için nasıl yaşaması gerektiği ile ilgili temelde yatan düşüncesidir. Filmi yapan kişi, tema vasıtasıyla “İşte böyle daha iyi insan olunur” der." (Michael Hauge) “Tema, dünya üzerinde doğru davranışın ne olduğuna dair senaryo yazarının görüşüdür.” (John Truby) “Tema, yazarların sözlüğündeki muğlak kelimelerden biri haline gelmiştir. “Yoksulluk”, “savaş”, ve “aşk” tema değildir. Bunlar bir ortam (“setting”) ya da tür (janr) ile ilgili şeylerdir. Gerçek bir tema bir sözcük değil bir cümledir. Bu, bir hikayenin daha fazla indirgenemez anlamını ifade eden açık ve tutarlı bir cümledir. Ben tema yerine ‘Kontrol Cümlesi’ (“Controlling Idea”) demeyi tercih ediyorum.” (Robert McKee) Temanın tanımında ilk iki yazar ile McKee arasında farklar olduğu açık. Hauge ve Truby’ye göre tema ahlaki bir içeriğe sahiptir. Ama McKee temayı sadece senaryodaki olayların en indirgenmiş hali olarak ele alıyor.

168

Hangisini seçmeli? Ben Hauge ve Truby’ninkini tercih ediyorum. Zira McKee’ninki, filmin önermesine (“premise”, “log-line”) çok benziyor. Bundan sonraki yazılarımda da tema dediğim zaman, Türkçe'de anlaşıldığı gibi bir iki kelimelik bir konu ya da McKee'nin dediği gibi bir hikayenin en yalın şekilde ifade edilmiş halini değil, Truby ve Hauge'un dediği gibi, senaristin insanlık durumu ile ilgili önerisini kastediyor olacağım. Peki “tema”ya neden ihtiyaç var? Ya da ihtiyaç var mı? Bir senaryo temasız olabilir mi? Tema senaryoda nasıl oluşturulur? Michael Hauge, temanın bir senaryonun olmazsa olmazları arasında bulunMAdığını söylüyor. Yani temasız bir senaryo yazmak da son derece mümkün. Ama seyirciler genel olarak temasız eserlerden pek hoşlanmazlar. 2 saat boyunca izledikleri şeyin en sonunda kendilerine anlamlı bir ders vermelerini beklerler. En yüzeysel aksiyon filmlerinden dahi bu beklenir. Ama temanın insanın gözüne sokulmaması da gerekir. Yani bir karakter açık açık “iyi insan olmak için şöyle davranmak gerekirmiş” diye konuşmamalıdır. (Bu hataya eski Türk filmlerinde ne kadar sık düşüldüğünü bilmem fark ettiniz mi?). Tema, olay örgüsünden (plot) çıkmalıdır. Yani hikayedeki olayları öyle bir biçimde arka arkaya dizmelisiniz ki, kahramanın yaptığı seçimler ve gösterdiği davranışlar bizim “doğru yaşama felsefesini” çıkarsamamıza olanak tanımalıdır. Truby “Her hikayenin merkezi tematik meselesi, kahramanın (genelde filmin sonuna doğru) yapmak zorunda olduğu ahlaki bir seçimde kendini en açık bir biçimde ortaya koyar. Kahraman iki olumlu değer arasında bir seçim yapmak ya da iki olumsuz şeyden birini seçmek durumunda kalır” diyor. Gerçekten de iyi filmlerde kahraman, sonuca ulaşmak için bir seçim yapmak zorunda kaldığını görürüz. Bu seçim ve onun sonuçları bize, bu dünya üzerinde nasıl davranmamız gerektiğini “gösterir”. Tema konusunda da “Eşkiya” çok güzel bir örnek teşkil eder. Baran, dostuna vefayı 30 küsür yıllık aşkına kavuşmaya tercih eder. Keje’yi alıp gitmek yerine, yeni tanıştığı ve kendisine iyilik yapan Cumali’yi mafyanın elinden kurtarmayı tercih eder. Bu hareketi aşkına kavuşmayı engeller sadece, aşkının yeterince güçlü olmadığını değil. “Eşkiya”nın hikayesi bize dostluğun aşktan da önemli olabildiğini söyler. Bu evrensel mesajı nedeniyle de her izleyişte izleyicileri derinden etkilemeyi başarır. Michael Hauge’un tema konusunda çok güzel bir tespiti var. Diyor ki, “Tema olay örgüsünden ortaya çıkar / kaynar / neşet eder, olay örgüsüne empoze edilmemelidir... İlk kural, ilk bir ya da iki müsveddeyi yazana kadar temayı tamamen görmezden gelmektir. Önce ‘bir ilişkide dürüstlük ve dostluk şarttır’ şeklindeki bir temadan yola çıkıp sonra ‘Sanırım ben Tootsie’yi yazacağım’ demek çok saçmadır.” “İlk olarak bir hikaye fikri ile yola çıkın ve kahramanlarınızın dış motivasyonlarına ve aralarındaki çatışmalara odaklanarak ilk müsveddenizi yazın. Ondan sonra karakterlerinizin içsel motivasyonlarına ve çatışmalarına odaklanın. Ancak o zaman hikayenizden hangi evrensel temanın ortaya çıkabileceğini görmeye hazır olursunuz.” Truby’nin de bu konuda söyleyeceği birkaç söz var: “Gişe canavarı filmler genelde parlak bir fikre (“high concept”) dayanırlar, ama bu parlak fikri aynı zamanda tema ve zıtlık / düşmanlık yoluyla genişletirler... Gişe canavarlarının yazarları parlak fikirlerinin kalbinde yatan ahlaki meseleyi bulurlar ve daha sonra bu meselenin çeşitli olasılıklarını hikaye boyunca ele alırlar. Bunu yapmanın yolu da zıtlıktır / düşmanlıktır. Bir gişe canavarı yazarı, parlak fikrin içinde gömülü bulunan en derin çatışmayı görür ve kahramanın bu çatışma ile başa çıkmasını gerektirecek bir grup düşman (“opponent”) yaratır. Örneğin Hollywood tarihinde bir insanın bir başkasıyla yer değiştirdiği onlarca “yer değiştirme” hikayesi vardır. Bunların hepsi “parlak fikir”dir, ama hemen hepsi başarısız olmuştur. TOOTSIE de bir yer (kılık) değiştirme komedisidir ama son derece başarılı olmuştur. Neden? Çünkü ... yazarlar, bir erkeğin kadın gibi giyinmesi fikrinde yatan temel bir ahlaki tema bulmuşlardır: erkeklerin kadınlara davranma şekli. Daha sonra yazarlar bir erkeğin bir kadına nasıl davrandığını gösteren bir dizi düşman yaratmışlardır.” Demek ki iyi bir senaryo yazmak için parlak bir fikir (“high concept”) bulmak yeterli olmuyor. Bu parlak fikrin içinde gizli halde bulunan temayı da ortaya çıkarmak / bulmak gerekiyor. Ama bu temayı açıkça söylemek yerine olaylar ile göstermek daha doğru oluyor. posted by gezgin @ 7:29 PM 1 comments 169

Perşembe, Ağustos 18, 2005 SANARİSTİN 1. YILI HATRINA BİRKAÇ KİŞİSEL SÖZ Bana gelen maillerin bir bölümü, bu siteyi hazırladığım için bana teşekkür eder. Ben de hem şaşırır, hem de sevinirim. Sevinirim çünkü birinin size teşekkür etmesi, "iyi" bir şey yaptığınıza dalâlettir. Şaşırmamın nedeni ise, benim bu işi bana teşekkür edilsin diye yapmamam. Aşağılarda bir yerlerde de belirttiğim gibi "karanlığa küfretmek" yerine bir mum yakmak için bu yazıları yazıyorum esasen. Ama anlaşılan karanlık o kadar koyu ki, ufacık bir mum bile bayağı bir iş görüyor. *** Bu yazılarla ilgili olarak itiraf etmek istediğim bir şey daha var. O da, benim bu yazıları yazma amaçlarımdan biri. Pek belli olmasa da benim için önemli olan bir neden: Bu yazıları hazırlarken beni mutlu eden bu neden, insanlara "parasız" bir şey sunuyor olmak. Yani hayatımızın hemen her anında yaptığımız şeyler ya da aldığımız hizmetler için para öderken, hayatta bazı "iyi" şeylerin parasız da olduğunu insanlara hatırlatmak. İnsanların maddiyatçılığından bunalıp sıkıldığımızda bu duruma küfrederken, "ama bir de SANARİST var, oradan çok şey alıyorsun ve hiçbir şey vermiyorsun" dedirtmek. Yani herkesin herşeyi para için yapmıyor olabileceği fikrini bir şekilde de olsa ayakta tutmak. Bu düşünce bana büyük bir zevk veriyor. Her şeyi maddileştiren kapitalist yaşam tarzına bu şekilde biraz abartılı bir sözcük olacak ama - başkaldırdığımı düşünüyorum. Ünlü bir Türk filmi repliğini biraz bozarak söylersem: "Bedenime sahip olabilirsin, hatta ruhumun bir bölümüne de, ama tamamına asla!" ;) *** İşte bu nedenle bu yazıları kitap haline getirip satmak fikri beni çok rahatsız ediyor. Bu yazılar bir kitap olsa, çok daha derli toplu olacak ve belki çok daha işe yarayacak. Ama o zaman cebinizden bir miktar para çıkıp benim cebime girecek. Böyle bir şeyi istemem. Çünkü o zaman bu siteyi hazırlama motivasyonuma tamamen ters düşmüş olurum. Benim amacım Türk sinemasına bir katkıda bulunmak; Türk sinemasına katkıda bulunur gibi yapıp bir yandan da cebimi doldurmak değil. (Akıllı SANARİST okurları zaten yapacaklarını yapıyorlar ve bu yazıların çıktısını alıyorlar. Bence çok güzel ve pratik bir uygulama. Bir tek yazıların sondan başa doğru dizili olması biraz sorun yaratıyordur. Bir de sürekli yapılan güncellemeler... :) Yine aynı sebepten dolayı bu siteden para kazanmamı sağlayacak olan herhangi bir reklam da almıyorum. Bu siteden gelecek 3 kuruş (ki hakkatten artık kuruşlardan konuşuyoruz) da gelmesin artık! Ama daha önemlisi, bu site üzerinden hiç kimseye hiçbir şeyin satılmaması. Herşeyin parasız olması. Türk sinemasının böyle karşılıksız bir hayat öpücüğüne ihtiyacı olduğuna inanıyorum. Başlangıçta hayat öpücüğü verir gibi yapıp sonradan olayı "French Kiss"e dönüştürmenin alemi yok ;) *** Neyse, artık tatil bitti. (Bu arada kimseye çaktırmadan bir de tatil yaptım. Tatilde de iki yazı yazdım. Düşünün artık!) Artık daha ciddi ve işlevsel yazılara geçebiliriz. posted by gezgin @ 6:28 PM

12 comments

Pazartesi, Ağustos 15, 2005 İYİ HİKAYE - KÖTÜ HİKAYE "Aslında bütün öyküler aşağı yukarı aynı şeyi anlatır"... Bu cümleyi usta senaryo yazarlarından sık sık duyarsınız. Ama senaryo yazımına yeni başlayanlar bunun anlamını tam olarak bilemeyebilirler. Biraz psikoloji bilgisiyle de harmanlayarak bunun ne demek olduğunu açıklamaya çalışayım. İstisnasız bütün insanlar çeşitli karakter zayıflıklarına sahiptir. Bu, insan olmanın bir parçasıdır. Tıpkı bedenimizi hayatta tutmak için yemek yemek zorunda olmamız gerçeği gibi bu da ömür boyu benliğimizin 170

bir parçası olarak taşımak zorunda olduğumuz bir gerçektir. Herkes kendi zayıflığını en iyi bilir. Hatta bu yüzden kendimizi zaman zaman dünyanın en zayıf, en beceriksiz, en yeteneksiz insanı zannedebiliriz. Çünkü kendi zayıflıklarımızın sonuna kadar farkındayızdır. Başkaları ise bize daha eksiksiz, daha sağlam gibi görünürler. Çünkü o insanların 24 saat boyunca ne yaptığını bilmeyiz / bilemeyiz. Oysa o insan da zaman zaman kendisini en az bizim kadar zayıf ve yeteneksiz hissediyordur. (Bu konuda sizi en çok aydınlatacak kitaplar biyografi kitapları olacaktır). İşte bu zayıflıklarımızdan dolayı, kendine güvenen ya da daha önce güvenmezken sonra güvenmeye başlayan insanları ekranda / perdede görmeyi severiz. Bir süreliğine o insanla "özdeşleşir", onunla birlikte çeşitli güçlükler yaşar, sonra da o kriz anında kendi sınırlarımızı aşarak o büyük krizi biz de aşarız. Kısa bir süre için bile olsa biz de kendine güvenen bir insana dönüşür ve mutlu oluruz. Bunda yanlış ya da kötü bir şey yoktur. Hikayeler, ilk ortaya çıktıkları günden beri dinleyicileri cesaretlendirmeye, hayatın güçlüklerine karşı onları yüreklendirmeye, hayatı daha güzel yaşamak için nasıl davranmak gerektiği konusunda onları bilgilendirmeye çalışır. Bize benzeyen ama biz olmayan bir insanın güçlükleri nasıl aştığını görmektir, bütün bu hikaye dinleme olayının özü. İşte bu nedenle insanları zayıf / kötü / beceriksiz / aşağılık vb. gösteren filmler genel izleyici tarafından tutulmaz. İşte bu nedenle Avrupa sineması ve ona özenen diğer ülkelerin filmleri, insan psikolojisinin çok derin bir ihtiyacına cevap veren filmlerinden farklı olarak gişede iki seksen yatıyorlar. *** "Sanat filmi" adı altında inanılmaz saçmalıkları üretenlerin sadece biz olduğumuzu sanıyorsanız yanılıyorsunuz. Ben kendi adıma zaman zaman Fransızların, İspanyolların ve İtalyanların "sanat filmi" adı altında ürettiği akıl almaz rezilliklere denk geliyorum. Ve - sağlıklı bir insan olarak - derhal mekandan ya da o film gösteriminden uzaklaşıyorum! Bu tür "sözde sanat filmleri"ni genelde "insan doğasının bilmem ne yönü" gibi ne idüğü belirsiz ifadelerle açıklarlar. Ve bu açıklamalarda da korkunç bir Freud'culuk vardır. Hele yarı-okumuş bir film eleştirmeni Freud ya da Lacan'dan bahsederek bir filmi yorumlamaya kalktığı zaman tüylerim diken diken olur. Niye mi? Çünkü Freud kadar paspas olmuş adam azdır psikiyatri ve psikoloji tarihinde. Freud'u önce kendi yandaşları ve öğrencileri (Jung, Adler, Fromm) çok fena yerden yere vurmuşlardır - haklı olarak. Sonra Karen Horney, Maslow, ve Rogers gibileri ortaya çıkmıştır 50-60-70'lerde. Seksen ve doksanlarda ise Martin Seligman ve Mihaly Csziksentmihalyi gibi bilim insanları, Maslow'un ve arkadaşlarının başlattığı "sağlık psikolojisi"ni bilimsel bir temele oturtmuşlardır (bkz. "Learned Optimism" adlı kitabı ve "Positive Psychology" akımı). Bütün bunlardan sonra Freud'un artık "saçmalık" olarak nitelenmesinde bir sakınca olmayan düşünceleri üzerine film hikayesi kurmak ya da filmleri bu "geri" düşünce sistemi ile açıklamak ya düpedüz cahilliktir ya da kasıtlı bir yanıltmadır. *** Ama burada sanırım Avrupalı'ların "Avrupa Merkezli" düşünme zaafı önemli rol oynuyor. Yukarıda adını verdiğim ve Freud'a takkesini ters giydiren bilim insanlarının çoğu Amerikalı ya da Amerika'ya göç etmiş insanlardır. 1950'lerden sonra Avrupa'dan doğru düzgün bir psikolog ya da psikiyatr çıkmış değildir. Felsefi olarak da bu "sanat" filmlerini temeline yine bir Avrupalı olan Jean Paul Sartre'ı ve onun "varoluşçu" düşünce sistemini yerleştirirler genelde. Bu felsefi akım, hayatın anlamının olmadığını, bütün insanı değerlerin kurmaca olduğunu, insanın "seçmek" suretiyle herşey olabileceğini vs. söyler - ortaokul düzeyinde genetik ve lise düzeyinde felsefe bilenlerin bile burun kıvıracağı saçmalıklar işte. *** Bu yazdıklarımdan Amerikan hayranı olduğum izlenimi uyanmamalı. Söylemek istediğim, Amerikalıların insan psikolojisi ile ilgili doğru bir damar buldukları. Ve sadece muazzam reklam kampanyaları 171

sayesinde değil, bu doğru damar sayesinde bütün dünyada seyrediliyor oldukları. Ve bizim sinemacılarımızın da, eğer kalıcı başarılar elde etmek istiyorlarsa, benzer bir damarı kendi kültürümüzde bulmaları gerektiği. posted by gezgin @ 9:56 PM

7 comments

Cumartesi, Ağustos 13, 2005 VİZONTELE: SON YORUM "Vizontele 1" hakkında bir yorum yazmak istiyordum ama bir türlü kısmet olmadı. Onun yerine farklı yazıların içinde küçük küçük yorumlar yapmış oldum. Bu saatten sonra da oturup bunları birleştirmeye üşeniyorum. Ama işi bu noktada bırakmadan önce Vizontele 1 hakkında söylenmesi gereken bir şey daha var. Önce daha önce neler söylediğimi bir hatırlatayım kısaca: 1) "Orada Olmayan Hikaye" yazısında, Vizontele 1'deki kahramanların net bir dış motivasyonu olduğunu söylemiştim. Bu dış motivasyon da Televizyonu çalıştırarak ilçeyi dünya ile entegre etmekti. Başkan Nazmi'nin temel motivasyonu buydu. Deli Emin'in motivasyonu ise daha çok "teknik"ti. 2) Vizontele'nin çok net bir çatışması olduğunu da söylemiştim. Bu çatışma daha çok Başkan Nazmi + Deli Emin ile Sinemacı Latif ve yandaşları arasındaydı. 3) Hemen alttaki yazıda da Vizontele'nin bir özelliğinin de çatışmanın finale doğru tırmanmadığıydı. Gerçekten de çatışma filmin finaline doğru şiddetlenmiyordu. Öyle ki doruk ("climax") denilen noktada (dağın tepesine çıktıkları an) Başkan Nazmi (yani filmin kahramanı) yeniliyordu. Zafer, son derece anlamsız ve komik bir biçimde, kaza eseri elde ediliyordu. (Normal bir filmde böyle bir çözüm yanlış olurdu, ama bu bir komedi filmi olduğu için hoşgörmüştük.) Burada, Başkan Nazmi ile Deli Emin'in karşısındaki düşmanın sadece Sinemacı Latif ve yandaşları olmadığını da eklemek istiyorum. Başkan Nazmi'nin önünde iki büyük engel daha var: bilgisizlik ve doğa koşulları. Başkan Nazmi sadece Latif'le değil, bu güçlüklerle de mücadele etmek zorunda kalıyor. Bu da çatışmayı daha etkili kılıyor. *** Bu kadar. Bu film hakkında söyleyebileceklerim bu kadar. Genel olarak iyi bir film. Güzel bir seyirlik. Ama filmi hangi kıstaslara göre değerlendirdikleri belli olmayan bazı yazarların ve eleştirmenlerin söylediği gibi muhteşem değil. Yılmaz Erdoğan'ın oyunlarından, TV dizisinden ve senaryosunu yazdığı iki filmden yaptığım bir çıkarsama var: Yılmaz, bir ana hikaye seçiyor, o hikaye ile uzaktan yakından alakalı insanların küçük hikayelerini anekdotlar şeklinde senaryonun orasına burasına serpiştiriyor, ve senaryosunu böyle oluşturuyor. "Ee, ne var bunda?" diyebilirsiniz. Ben "bir şey var" demedim. Sadece yorumlamak suretiyle Yılmaz Erdoğan'ın senaryoculuğunu biraz daha gün ışığına çıkarmak istedim. Bence Yılmaz'ın gerçek senaryo yazarlığı gücü "Organize İşler"de ortaya çıkacak. Bekleyelim ve görelim... posted by gezgin @ 4:56 PM

0 comments

Cuma, Ağustos 12, 2005 ORTAK ÖZELLİKLER: HABABAM, VİZONTELE ve ÇOCUKLAR DUYMASIN Bu üç eserin de (ikisi sinema, biri TV eseri) başarılı olduğunu kimse tartışacak değil sanırım. “Çocuklar Duymasın”da Meltem ve Haluk’un değişmediği dönemi kastediyorum. “Vizontele” derken 1. Vizontele’yi. “Hababam Sınıfı” derken de 1974 yapımı ilk Hababam’ı düşünüyorum. Bu eserlerin neden başarılı olduğu ile ilgili olarak çok şey söylenebilir. “Samimiyetleri” “Türk kültürüne ve geleneklerine uygun olmaları” “komedi olmaları” vb. bunların başında gelecektir.

172

Ama ben burada başka bir şeyden söz etmek istiyorum: Bu eserlerin dramatik yapısından. Bu üç eseri de incelediğimizde senaryolarında ilginç bir ortak nokta buluyoruz. Bu üç eser de tırmanmalı (dikey) bir hikaye akışı takip etmiyor. Olaylar düz bir yüzeyde meydana geliyorlar sanki. Hikaye ilerledikçe artan bir çatışma, gittikçe şiddetlenen bir durum yok. “Hababam”ın uzun bir incelemesinde bunu göstermiştim. Bu filmde taraflar arasındaki çatışma filmin sonuna doğru artmıyordu. Mahmut Hoca ile Hababam birbirine sırayla misillemeler yapıyordu. Ama bu misillemelerin şiddetinin sona doğru arttığını söylemek mümkün değildi. Aynı şeyi “Vizontele” için de söylemek mümkün. Çatışmanın şiddeti sona doğru artmıyordu. Filmin merkezinde bir hikaye vardı (Başkan Nazmi’nin ve Deli Emin’in TV’yi çalıştırmak istemesi) ama bu hikaye sona doğru hızlanmıyordu. Hatta hikayenin hiç acelesi yoktu diyebiliriz. Bu eksen hikaye devam ederken bir yandan da bir sürü yan hikaye izliyorduk. “Çocuklar Duymasın”da da böyle bir durum vardı. Olaylar bir yere doğru ilerliyordu ama bu gidişte hiçbir acele, hiçbir şiddet artışı yoktu. Her bölümde, bölümün başında atılan sorun çözülüyordu (bazı bölümlerde bu sorun bölümün ortasında çözülüyor ve bölümün ortasında yeni bir sorun ortaya atılıyor – ki bu çok ilginç). Ama hiç birimiz bölümün sonunda ne olacak diye büyük bir heyecan hissetmiyorduk. Peki bu durum bize ne söyler? Türk seyircisi, 3 Perdeli Yapıya oturtulmuş ve çatışmanın şiddeti gittikçe artan hikayeleri çok beğenmektedir – öyle olmasa Hollywood’dan gelen filmlere akın etmezdi. Ama konu yerli yapımlar olunca seyircilerin en büyük kıstası senaryonun yapısı ve çatışmanın gittikçe artması olmuyor. Karakterleri kendine yakın bulması, konuların güncel olması, türün “komedi” olması, oyuncuların ünlü olması yetiyor sanki. Peki senarist bu durumdan ne çıkarmalıdır? Ortalama senaristler bu senaryo yaklaşımını devam ettirmeyi tercih edebilirler. Yani “Abicim, ben senaryoyu bir biçimde bitireyim de, nasıl ve ne zaman biterse bitsin” diye düşünebilirler. Ya da zaten öyle düşünüyorlarsa, bu düşüncelerini pekiştirebilirler. İyi senaristler ise bu durumun yarattığı “tembelliğe ve dağınıklığa çağrı”yı dinlemez ve senaryolarını sağlam bir 3 Perdeli Yapıya oturtarak çatışmanın şiddetini sona doğru artırır. Ya da Bildiğiniz gibi yapın... Ve eserinizin bu sitede “yorumlanmasın” katlanın! ;) posted by gezgin @ 6:00 PM

0 comments

Cuma, Ağustos 05, 2005 ORADA OLMAYAN HİKAYE: VİZONTELE TUUBA "Vizontele Tuuba", "Vizontele" kadar başarılı değil. Neden? Biraz daha "siyasi" ve bu yüzden "tatsız" bir konuyu anlattığı için mi? Filmin göreli başarısızlığının nedeni 12 Eylül darbesi mi? Hiç sanmam. Bence bu senaryo kaynaklı bir durum. Vizonteleleri karşılaştırdığımız zaman, çok bariz farklar görüyoruz. Ben sadece ikisi üzerinde duracağım. 1) Vizontele'nin baş kahramanları Belediye Başkanı Nazmi ve Deli Emin. Çok belirgin bir amaçları (dış motivasyonları) var: Şehre gönderilen televizyonu çalıştırmak. Ve dünyadan kopuk bir halde yaşayan bu şehri, dünya ile ilişkilendirmek. Bu çok önemli bir şey onlar için. Eğer Vizontele çalışırsa, sanki bütün geri bırakılmışlıklarından kurtulacaklar. En azından başkan böyle hissediyor. Ve bu uğurda yörenin en yüksek dağının tepesine bile çıkıyor. (Burada şunu hatırlatayım: Senaryonun eksenini oluşturan büyük istek'in ne kadar gerçekçi olduğu, hikayenin yaratacağı etki ile çok da bağlantılı değildir. Önemli olan birilerinin bir şeyleri büyük bir tutkuyla istemesidir. Seyirci, perdede tutkuyla yanan biri görmek ister, o kadar.) Vizontele Tuuba'da ise öncelikle bir baş kahraman belirsizliği var. Ön planda bir çok insan var, ama bunlardan hiçbiri baş kahraman niteliğinde değil. Ne Başkan, ne Emin, ne de kütüphaneci Güner 173

Sernikli filmi taşıyan insanlar. Hepsi ön planda, ama hiçbiri "kahraman" / baş karakter değil. Bu durum, dış motivasyon zayıflığına yol açıyor. "Vizontele Tuuba"nın en büyük sorunu bu. Belirli bir baş rol olmayınca, güçlü bir dış motivasyon da olmuyor. Bu filmdeki dış motivasyon nedir? "Kütüphane kurmak" mı? Hayır. Bu sadece, biraz da şehrin geri kalmışlığına / bırakılmışlığına duyulan bir tepki olarak akla gelen ve uygulanan bir proje. Ama bunu çok isteyen biri yok. Zira Güner (Tarık Akan) bir kütüphaneci değil. O, devleti ile ters düşmüş aydın bir memur. O kadar. Devlet de onu cezalandırmak için merkezden uzak yerlere yolluyor. Güner'in "insanları eğiterek onların hayatını güzelleştirmek" gibi bir derdi yok. Ve bu zayıf dış motivasyon, hikayenin ikinci yarısında tamama eriyor - yani sonucuna ulaşıyor. Başkan, Emin ve Güner'in şansları yaver gidiyor, bina ve kitap buluyorlar ve kütüphaneyi açıyorlar. Peki biz bundan sonra neyin olmasını bekleyeceğiz merakla? Ön plandakiler kendilerin yeni bir motivasyon buluyorlar: halkı kütüphaneye alıştırmak. Bunun için de televizyondan faydalanılıyor: insanlar televizyonla kütüphaneye getiriliyor, çıkışta ellerine birer kitap tutuşturuluyor, okuma yazma bilmeyenlere okuma yazma öğretiliyor, solcu gençlere de kütüphanede tartışma olanağı tanınıyor. Eee? Yani filmin "istek hattı"("desire line") zayıf ve biraz zorlama. Bu yüzden de ne olduğu ya da ne olacağı bizi pek ilgilendirmiyor. Sonra ne olacağını merak etmiyoruz. Bu da - şaşırtıcı bir biçimde bu filmi izlerken zaman zaman sıkılmamıza neden oluyor. Özetle, birinci filmdeki Başkan Nazmi'nin dış motivasyonuna sahip birini ikinci filmde bulamıyoruz. 2) "Vizontele"de çatışmanın kimler arasında olduğu çok belirgindi: Başkan + Emin ile Sinemacı Latif + Oğlu Veli (Şafak Sezer) + Fikri (Cem Yılmaz). Televizyonun çalışması bir kampın işine yarayacak, diğerine de zarar verecekti. Bu nedenle her deneme, taraflardan birini sevindirirken diğerini üzüyordu. Biz de keyifle bu tatlı çekişmeyi izliyor ve kimin galip geleceğini merak ediyorduk. (Artı, vizonteleye karşı çıkan bir imam ve başına geleceklerini hissetmiş gibi onun sözünü dinleyen Siti Ana vardı. Bu da Truby'nin bahsettiği dört uçlu çatışmaya benzer zengin bir durumu yaratıyordu filmde). Peki, Vizontele Tuuba'da çatışma kimler arasında? Eğer filmin "istek hattı" (ya da kahramanların dış motivasyonu) kütüphanenin kurulması ise, bunun önünde kim duruyor ve çatışmayı yaratıyor? Ben söyleyeyim: HİÇ-KİM-SE! Kütüphanenin kurulma süreci, ufak tefek aksaklıklarla da olsa tıkır tıkır ilerliyor. Ne askerler engel oluyor, ne gericiler (dramatik gerilim olması için öyle birileri bile yok - AP'lilerin bu durumu şikayet etmeye çalışması sadece hafif komik sonuçlara yol açıyor), ne de sinemacılar (niye engel olsunlar ki?) kütüphanecilere büyük bir tehdit teşkil ediyorlar. Eee? Biz neye üzülüp neye sevineceğiz? Neden heyecanlanacağız? Herşey ön plandakilerin / kahramanların istediği gibi oluyor zaten! Filmin başka alanlarında bazı çatışmacıklar yaşanıyor. Sol fraksiyonlar arasındaki komik çatışma, AP'liler ile Belediye Başkanı Nazmi arasındaki hafif sürtüşme, bu çatışmacıkların en belirginleri. Ama bunlar, filmi taşımaya yetecek güçte değil. Sadece bir "doku" ("texture" - henüz o konuyu burada işlemedik) oluşturmaya yarayacak itişmeler, o kadar. Çatışma yoksa hikaye de yoktur! O kadar. İşte bu yüzden bu yazının adı: "Orada Olmayan Hikaye: Vizontele Tuuba!" *** DEUS EX MACHINA: 12 EYLÜL Filmin finali ile filmin geneli arasında da bir kopukluk var. Yani filmin finalinde yaşananlar, film boyunca yapılan şeylerden kaynaklanmıyor. "Ne yani? Hakkari'de olan olaylar mı 12 Eylül'e yol açmalı?" diyebilirsiniz. Hayır. Böyle saçma bir beklenti içinde değilim. Ama en azından şehirde olan olaylar, ülkeyi 12 Eylül'e götüren sürecin küçük ve (filmin genel tonuna uygun olarak) komik bir modeli olabilirdi. Böyle bir şey yok. Bu nedenle 12 Eylül, Yunan tragedyalarında olduğu gibi "gökten inen bir tanrı" ("Deus ex Machina") gibi filmi bitiriyor. Biz de "ne oluyor yahu?" diye kalakalıyoruz. Yılmaz Erdoğan bu finali "Hayat ne güzel devam ederken askerler geldi ve güzel günler sona erdi" 174

demek için yazmış olabilir. Askerlerin gelişinin her defasında normal gidişatı bozduğu doğrudur ama burada askerlerin gelişinin (gerekli ya da gereksiz) nedenleri gösterilmediği için onlara karşı bir tepki duymuyoruz. Televizyonda verilen bir kaç terör haberi, bizi bu finale hazırlamaya yetmiyor. Böyle bir final ancak, filmin ilk % 75'de gösterilen olaylarla ("set up") hazırlanabilir. Yılmaz Erdoğan bunu yapmıyor ve bu yüzden de final tatmin edici olmuyor. *** Vizontele Tuuba'nın eksiklerinden biri de Emin ile Tuuba arasındaki "aşk". Varla yok arasındaki bu ilişki, seyircide bırakın büyüğü, orta şiddette bile bir duygu uyandırmıyor. Neden? (Bunu da siz bulun, beni uğraştırmayın.) *** Filmin sonunda askerlerce götürülen solcular hakkında "anlatıcı", "Onlar düşündüklerinin bazılarının yasadışı olduğunu biliyorlardı, ama düşündüklerinin hiçbirini yapmamışlardı" mealinde bir şeyler söylüyor. Ve düpedüz mantık ve duygu sömürüsü yapıyor. Yani "insanlar eyleme sokmadıkları düşüncelerinden dolayı suçlanamaz" diyor. Bu mantıkla hareket edersek, yüzlerce insanı öldürmeyi planlayan teröristler, yakalandıkları takdirde derhal serbest bırakılmalıdır, çünkü henüz hiçbir şey yapmamışlardır. Azıcık düşünen bir insan, bunun ne kadar tehlikeli ve gerçek dışı bir iddia olduğunu görebilir. Ama Yılmaz Erdoğan, sonucunu hiç düşünmeden "herşeye özgürlük" isteyenlere bir selam çakıyor ve aklı selim sahiplerini hayal kırıklığına uğratarak filmini bitiriyor. Bence Yılmaz Erdoğan'ın bu filmde yaptığı en büyük hatalardan biri, komedi olarak başladığı filmini siyasi bir film gibi bitirmesi. Seyircinin Yılmaz Erdoğan filmlerine neden geldiği belli (Oyunlarına da aynı nedenle gidiliyor) : memleketteki ilginç durumların mizahi bir yaklaşımla yorumlanmasını izlemek için. Yılmaz Erdoğan "12 Eylül hakkında bir komedi yapmanın imkansız olduğunu" düşünmüş olabilir, ama "Hayat Güzeldir" ile Oscar alan ve Yılmaz'ın da takdir ettiği anlaşılan Roberto Benigni'nin o filmiyle 2. Dünya Savaşı'nın en üzücü olaylarından birini mizahi bir dille anlatmayı başardığını unutmaması gerekiyor. posted by gezgin @ 8:13 PM

1 comments

Cumartesi, Temmuz 30, 2005 HABABAM SINIFI: BİR TÜRK KLASİĞİ Not: Bu yazıyı okumadan önce "Hababam Sınıfı" adlı filmi (1974 yapımı ilk film) bulup izlemenizi tavsiye ederim - VCD'si var. Onlarca kez televizyonda (reklamlarla paramparça olmuş halde) izlediğinize eminim. Ama nacizane tavsiyem, bir kopyasını bulun, baştan sona kesintisiz izleyin, sonra yazıyı okuyun. "Hababam Sınıfı"nın gelmiş geçmiş en başarılı Türk filmi olduğunu söylemek herhalde yanlış olmaz. 1974 yılında çevrildiğinden beri (yönetmen: Ertem Eğilmez) defalarca sinemalarda, ondan çok daha fazla TV'de gösterilmiştir. Ve her gösterilişinde de çok büyük bir izleyici topluluğunu kendine çekmeyi başarmıştır. Bu izleyicilerin Hababam'ı ilk kez seyretmediği kesin. Peki nasıl oluyor da bir film, defalarca seyredilmesine karşın, her oynatılışında kendine bu kadar çok izleyici buluyor? Nasıl oluyor da aynı izleyiciler, daha önce yüzlerce kez duydukları esprileri tekrar duyunca yine gülüyorlar? "Hababam Sınıfı"nın bu başarısının çok çeşitli unsurları olduğu kesin. İnanılmaz derecede başarılı oyunculuk, müthiş bir müzik, ve harika bir yönetmenlik bunlardan sadece bir kaçı. Ama bence her şeyden önemlisi, bütün bunların ayakta kalabilmesini sağlayan, çok başarılı bir senaryosu var. Filmin, Rıfat Ilgaz'ın romanından Umur Bugay (daha sonra başımıza TV dizisi "Bizimkiler"i saran adam) tarafından uyarlandığını biliyorsunuz. Bu yazıda "senarist, orijinal esere ne kadar sadık kalmış?" türünden bir geyiğe girmeyeceğim. (Her adaptasyonda yapılan bu "geyiği" hiç anlayamam: Bir senaryonun romana sadık kalmadığını söyleyerek onu eleştirmek, bir aşçıyı, taskebabı yaparken ineğe sadık kalmadığı için eleştirmek gibi bir şeydir.) Bu yazıda, "Hababam Sınıfı"nın senaryosunun başarısının şans eseri olmadığını, aksine, başarılı senaryoların hepsinde görülen özellikleri bünyesinde barındırdığı için bir klasik haline geldiğini göreceğiz. Bu özelliklerin bir çoğunu aşağıdaki yazılarda okudunuz. Şimdi bu ilkelerin, gelmiş geçmiş en başarılı Türk filminde nasıl kullanıldığını görelim.

175

FİLMİN GENİŞ ÖZETİ Filmin mütevazı jeneriği 2 dakika kadar sürüyor. Melih Kibar'ın Hababam ile özdeşleşen müziğini ilk kez jenerikte duyuyoruz. SINIF: Jenerikten sonra öğrencilerin koşarak sınıflarına girdiklerini görüyoruz. Hababam Sınıfı'ndayız. Öğrenciler daha yerlerine otururken ilk espri geliyor: Güdük Necmi, İnek Şaban'ın sırasına bir balya ot koymuştur. Bununla ilgili espriler yapılır. Hoca gelir. Ders biyolojidir. Hoca, geçen ders ne yapıldığını sorar, fakat çalışkan bir öğrenci dışında kimse cevap veremez: konu, memeli hayvanlardır (konu seçimine dikkat). Hoca kaldığı yerden dersi anlatmayı sürdürür, sonra da anlattıklarını sınıftaki öğrencilere sorar. Öğrencilerin hepsi "meme" temalı espriler yaparlar. Bu sahne Ferit'in "uçan memeli"ye örnek olarak "hostes"i vermesiyle biter. YORUM: Jenerikten sonraki ilk 3 dakikayı kapsayan bu ders sahnesi bir çok şeyi başarıyor. Bize baş karakterleri tanıtıyor: Damat Ferit, İnek Şaban ve Güdük Necmi. Hikayenin geçeceği ortamı kuruyor: özel bir lise. Ve filmin tonunu belirliyor: komedi. Bu sahneden sonra, çok komik bir öğrenci filmi izleyeceğimizi anlıyoruz. OKUL İÇİ MERDİVEN: İkinci uzun sahneye geçmeden önce, iki öğretmenin merdivenden inerkenki konuşmasına tanık oluyoruz. Öğretmenler öğrencilerden şikayet eder ve yeni gelecek müdür muavininin onları adam etmesini umut ettiklerini söylerler. YORUM: Daha 4. dakikada, ileride tanık olacağımız çatışmanın ipuçlarını görüyoruz. Haylazlıkları tavan yapmış bir grup öğrenci ve onları adam etmeye çalışacak bir müdür muavini. TUVALET: Hababam sınıfı tuvalette sigara içmektedir. Onlar da kendi aralarında yeni gelecek müdür muavinini konuşmaktadırlar. Bir ara Şaban, "Müdür geliyor!" diyerek herkese sigaralarını attırır. Ama şaka yapmıştır. Diğer öğrenciler buna gıcık olurlar. YORUM: Yaklaşık 1 dakika süren bu sahne de bizi gelecek çatışmaya hazırlıyor ve Hababam'ın bu çatışmadan korkmadığını gösteriyor. Ayrıca Şaban'ın yaptığı "müdür geliyor" esprisi, hikayenin ilerleyen bölümlerinde sonucu ("pay off") alınacak bir temel atma ("set up"). SINIF: Bir sonraki sahnede, sağır bir hocanın anlattığı coğrafya dersindeyiz. Hoca ders anlatırken, öğrenciler kendi aralarında konuşmakta, oyunlar oynamaktadır. Hoca arada sırada bir öğrenciyi kaldırıp soru sorar, öğrenci dersle tamamen alakasız şeyler söyler ama hoca cevabı beğenir, çünkü aslında kendisine söylenenleri hiç duymamaktadır. Bu arada Damat Ferit ile Güdük Necmi, olmayan bir kızın ağzından Şaban'a mektup yazmaktadır. Ayrıca öğle tatilinde Hababam'ın maçı olduğunu da öğreniriz. Son olarak Hoca, sınıftaki tek çalışkan öğrenciyi kaldırır, ona da bir soru sorar ama çocuk diğerlerinin aksine doğru cevap verdiği halde hoca tarafından paylanır: "Sen bana maç anlatıyorsun!" YORUM: 2 dk süren bu sahne de çok başarılı. Hem hocanın içler acısı halini gösteriyor, hem de İnek Şaban'la ilgili bir esprinin temelini atıyor. Bu sahneyle birlikte, okuldaki hocaların hemen hepsinin bir kusuru bulunduğunu anlıyoruz. OKUL BAHÇESİ: Hababam, öğle tatilinde okul bahçesinde futbol maçı yapmaktadır. Yeni müdür muavini, kıyasıya devam eden bu maçın ortasına düşer. Mahmut Hoca, okul binasına gitmek için bu maçın ortasından geçmek zorundadır. Öğrenciler adamcağızın etrafında futbol oynayarak onu iyice sıkıştırırlar. YORUM: Hababam'ın Müdür Muavini ile çatışması, taraflar daha birbirlerini tanımadan başlıyor. Mahmut Hocanın hikayeye bu şekilde girmesi gerçekten de akıllıca bir tercih. Mahmut hocanın başka bir yoldan sessizce odasına çıktığını düşünün. Ne kadar zayıf bir giriş olurdu değil mi? ÖĞRETMENLER ODASI: Öğretmenler Hababam Sınıfı'ndan şikayet etmektedir. Bu sırada Hafize Ana odaya girer. Öğretmenlere kahvelerini dağıtır. Bir vesileyle kendisinin okuldaki görevlerini sıralar. Sonra da Hababam'ı ne kadar sevdiğini belli eder: öğle yemeğindeki fasulyeyi üçüncü kez ısıtmıştır onlar için. Sonra Müdür ve Mahmut Hoca öğretmenler odasına girer. Müdür Mahmut Hoca'nın yeni muavin olacağını söyler. Mahmut Hoca bütün hocaların yaşlı olduğunu, birinin neredeyse kör, diğerinin de neredeyse sağır olduğunu fark eder. Tam bu sırada Hababam'ın topu Öğretmenler Odasının camını kırar. Ferit ve bir arkadaşı gelip topu isterler. Camın parasını ödeyeceklerini söyleyerek topu alırlar. Müdürün okulda disiplini tesis etmekte başarısız olduğu kesindir.

176

YORUM: Bu sahne, Mahmut Hoca'nın ve diğer hocaların tanıtılması görevini üstlenmiştir. Hocaların hepsi yaşlı ve bir açıdan maluldür. Hafize Ana Hababam'ı çok sevmektedir. Hababam ve Mahmut hoca bu sahnede ikinci kez karşı karşıya gelirler ve Mahmut hocanın izlenimi yine iyi değildir. Bu da çatışmanın temellerini sağlamlaştırır. Bütün bunlar ilk 10 dakikada oluyor. (Aşağılarda bir yerde "İlk 10 dk." ile ilgili yazılara bakınız). Karakterler, ortam, hikayenin tonu tanıtılıyor ve çatışmanın temelleri sağlam bir biçimde atılıyor. YEMEKHANE: Maçta yenen takım, yenilen takımın hoşafını içmektedir. Şaban'la ilgili inek şakaları yapılır. Hafize ana yanlarındadır ve onları ne kadar sevdiğini gösteren bir şeyler söyler. Yine yeni muavinden bahsederler. Hababam Sınıfı, Mahmut Hoca'yı takmamakta kararlıdır. Yemekhanede sigara içmeye başlarlar. Ama hemen sonra müdür gelir. Şaban hariç herkes sigaraları sürdürür. Arkası gelen müdüre dönük olan Şaban kendisine yapılan uyarıları dinlemez ve Müdürden tokadı yer. YORUM: Bu sahnede de, filmin başındaki sahnede atılan temelin (Şaban'ın arkadaşlarını kandırması) sonucu alınıyor. Ayrıca yeni muavinle ilgili kayıtsızlık bir kez daha teyit ediliyor. Böylece, taraflar arasındaki çatışmanın kıysasıya geçeceğini daha iyi anlıyoruz. MAHMUT HOCANIN ODASI: Hafize Ana, Mahmut Hoca'nın bekar olduğunu öğrenir, çünkü adam okulda kalacaktır. Onun çamaşırlarını yıkamayı teklif eder. YORUM: Bu sahne bize, Mahmut Hoca hakkında biraz daha bilgi veriyor. Adamın okulda kalacağını, bu yüzden, zaten okulda yatılı kalmakta olan Hababam ile sürekli karşı karşıya kalacağını öğreniyoruz. (Aslında bu durum, Truby'nin başarılı çatışmalarla ilgili önerisini bire bir yerine getiriyor. Truby, çatışmanın taraflarının bir sebepten dolayı hep aynı mekanda tutulmasını önerir. Zıt tarafların beraber durmak istememesi çok normaldir, der, ama sürekli bir çatışma için aynı mekanda bulunmalarını sağlamak gereklidir diye de ekler. Hababam, tam da bunu yapıyor.) SINIF: Güdük sınıfa bir kedi getirir. Şaban'ın "mektup yazan gizli sevgilisi" hikaye kolu bu sahnede de devam eder. Kedi kaçar. Kaçan kediyi kovalayan Güdük Necmi sınıf kapısının önünde yere düşer. Tam o sırada kapı açılır ve içeri Müdür ile Mahmut Hoca girer. Müdür sınıfı Mahmut Hocaya bırakarak çıkar. Mahmut Hoca yerine oturur. Öğrenciler ile ters ters bakışırlar. Daha sonra Mahmut Hoca bazı öğrencilere, ilerlemiş yaşlarına rağmen neden hala lisede olduklarını sorar. Çocuklar komik cevaplar verirler. Mahmut Hoca, Hababam hakkında çok ve olumsuz şeyler duyduğunu söyler ve film boyunca yaşanacak çatışmanın temelini oluşturan kurallarını söyler: "Okuldan kaçırtmam, kopya çektirtmem, top oynatmam, sigara içirmem". YORUM: Bu sahne, bundan sonra olacakların bir özeti gibidir. Biliriz ki Hababam bu sahnede sıralanan her türlü haylazlığı yapacak, Mahmut Hoca da onları engellemeye çalışacak ya da bunlardan dolayı cezalandıracaktır. Filmin bu noktası, lunaparklardaki trenlerin hızlanmaya başladığı noktaya benziyor. TUVALET: Hababam, Mahmut hocanın konuşmasını hiç umursamaz bir biçimde tuvalette sigara içmektedir. Bu bir meydan okumadır. Şaban, Mahmut Hoca'nın geldiğini sanarak sigarasını söndürür. Bu da filmin başında yaptığı şakanın bir bedelidir. YORUM: Bu sahne Hababam'ın söz dinlemezliğini, şımarıklığını, disiplinsizliğini bir kez daha tescil ediyor. Mahmut hoca'dan korkmadıklarını gösteriyor. Eğer korkup sigarayı bıraksalardı film de olmazdı, eğlence de. Hababam, kendi karakterine sadık kalıyor. MAHMUT HOCANIN ODASI: Müdür Hababam'dan şikayet etmektedir. Çocukların ailelerinin ilgisiz olduğunu, sadece okul taksitlerini yolladıklarını, gerisiyle ilgilenmediklerini söyler. YORUM: Aslında Müdürün bu şikayetleri, Hababam'a karşı bir miktar sempati duymamızı sağlar. Neticede bunlar kötü çocuklar değil, aile ilgisinden yoksun yetişen, sevgi yerine para verilmiş insanlardır. Ayrıca müdürün bu gerçeğe de nüfuz edemediğini (ya da onu umursamadığını) anlarız. Ama Mahmut hoca, bu genç insanların mizahla maskelenmiş dramının farkındadır. SINIF: Hababam Sınıfı sınıfta uzun eşek oynamaktadır. Kurtuluş savaşı gazisi olan Fizik hocası gelir. Kendisini uzun eşek oynayarak bekleyen sınıfı cezalandırmak için sınav yapmak ister. Ama öğrenciler adamın savaş anılarını canlandırlar ve hocalarını omuzlarına alarak sınıfta gezmeye başlarlar. Tam bu sırada Mahmut Hoca sınıfa girer. Fizikçi "Ne zaman yoklama yapmaya kalksam kendimi omuzlarda buluyorum" der.

177

YORUM: Çok ama çok komik bir sahne. Öğretmenlerin öğrenciler tarafından nasıl manipule edilebileceğiyle ilgili klasik bir örnek. Mahmut Hoca, Hababam'ın hocalarını nasıl soytarıya çevirdiğine ilk kez tanık oluyor. BAHÇE: Hababam, okul duvarında bir delik açmaktadır. Konuşmalardan anladığımıza göre Mahmut Hoca Hababam'ın çıkmasını yasaklamıştır. Onlar da duvara bir delik açarak çıkmaya karar vermişlerdir. Şaban'a mektup yazan kız hikayesi burada biraz daha işlenir. Hababam duvarda delik açmayı başarır. Ve öğrenciler teker teker bahçeden çıkmaya başlarlar. Ama deliğin diğer tarafında Mahmut Hoca onları beklemektedir. YORUM: Hem çok iyi yazılmış hem de çok iyi oynamış bir sahne. Yazar sahneye geç giriyor. Yani Mahmut Hoca'nın Hababam'ı yasaklamasını, bunun üzerine Hababam'ın da duvarda delik açmaya karar verişini görmüyoruz. Sahne başladığında duvardaki deliğin zaten yarısına gelinmiş oluyor. Sahnenin bitişi ise harika. Duvardaki delikten geçenler, ses çıkarmadan duvarın öbür tarafında bekleyen Mahmut Hoca'nın yanına gidiyorlar. Bu yalın sahne, bence Türk Sineması'nın en komik sahnelerinden biri. BAHÇE: Bir önceki sahneden kısa bir süre sonra. Mahmut Hoca Hababam'a duvardaki deliği tamir ettirmektedir. Bu arada bütün okul Hababam'ı seyretmektedir. Üstüne üstlük Mahmut Hoca öğrencilere "En azından bir meslek sahibi olursunuz. Duvarcılık da güzel bir meslektir" mealinden alaycı şeyler söyler. YORUM: Bu, Mahmut Hoca ile Hababam'ın gerçek anlamda karşı karşıya geldiği ilk olaydır. Ve galibi kesinlikle Mahmut Hoca'dır. Öğrencileri yakalamasının yanı sıra onları bir de rezil etmesi, taraflar arasındaki çatışmayı daha da güçlendirir. Mahmut Hoca'nın Hababam'ın sandığı kadar kolay lokma olmadığını anlarız. SINIF: Kör (yani çok az gören) felsefecinin dersi. Hoca, bütün okula alay konusu olan Hababam ile dalga geçer. Güdük Necmi de adamın körlüğünden faydalanarak müfettiş numarası yapar. Adam Necmi'yi gerçekten de müfettiş zanneder. Güdük, Şaban'ı tahtaya çağırır, ona soru sorar, sonra da tokat atar. Kahkahaları duyan Mahmut Hoca Hababam Sınıfı'na gider ve Necmi'yi müfettiş gibi öğretmen masasında otururken bulur. Hoca'yı hiç bozmaz, "müfettiş"i yanına alır ve çıkar. YORUM: Mahmut Hoca, Hababam'ın öğretmenlere yaptıklarına ikinci kez tanık oluyor ve bu kez elebaşlarından birini yakalıyor. Mahmut Hoca'nın Fizikçi'yi bozmaması (yani adama kandırıldığını belli etmemesi) onun ne kadar düşünceli olduğunu gösteriyor. MAHMUT HOCA'NIN ODASI: Mahmut Hoca Güdük Necmi'ye nasihat etmektedir. Ama beklediğimiz gibi sınıf disiplinini bozduğu için değil, bir insanın zaaflarından, kusurlarından faydalanarak onu küçük düşürdüğü için. Yine beklenenin aksine bir tavırla Mahmut Hoca Güdük'e hiçbir ceza vermeden sınıfa yollar. YORUM: Bu olay, çatışmanın taraflarından kimin "iyi" kimin "kötü" olduğunu net bir biçimde anlamamızı sağlar. Mahmut Hoca'nın son derece insancıl biri olduğu görülür. Tam olarak "kötü" olmasalar bile sorun yaratan taraf aslında Hababam'dır. SINIF: Biyoloji sınavı. Külyutmaz hoca soruları yazdırdıktan sonra sıraların üzerinde dolaşmaya başlar ve "30 yıllık meslek hayatında hiç kopya çektirmediğini" söyler. Oysa Hababam şakır şakır kopya çekmektedir: Ayakkabısının altına ya da eline soru yazanlar, sınıfın altına yerleştirdiği arkadaşlarından kopya çekenler... En komiği ise Şaban'ın yöntemidir. Geleneksel olarak kızların uyguladığı bacağa kopya yazma yöntemini kullanmaktadır. Ama Güdük Necmi, cevapları tersten yazdığı için Şaban hiçbir şey okuyamamaktadır. Sınıfın arka sıralarında oturan bir öğrenci, bir kağıda yazdığı soruları iple aşağı sarkıtarak Hafize Ana'ya ulaştırır. Bir başkası da cevapların olduğu bir kağıdı sınıfta dolaşıp duran Külyutmazın sırtına iliştirmeyi başarır. Böylece "kopya çektirmem" diyen hoca aniden ayaklı bir kopyaya dönüşür. Başka öğrencilerden cevapları alan Hafize Ana yine aynı yöntemle bu kağıdı Hababam'a ulaştırır. Ama cevap kağıdı yukarı doğru çıkarken Mahmut Hoca bunu görür ve şüphelenir. Mahmut Hoca Hababam'a gider ve Külyutmaz'ın sırtındaki kopya kağıdını görür. Adama çaktırmadan bu kağıdı alır ve hiçbir şey demeden sınıftan ayrılır. YORUM: Bu, Türk sinema tarihinin en komik kopya sahnelerinden biri, belki de en komiğidir. Sahnenin komikliği Külyutmaz'ın kendisini "kopya çektirmez" biri sanarken Hababam'ın o zamanlar bilinen hemen her yöntemle kopya çekmesinden kaynaklanır. Ama bu sahne aslında daha büyük bir çatışmanın, Mahmut Hoca ile Hababam'ın arasındaki çatışmanın bir parçasıdır. Mahmut Hoca'nın daha önce "Kopya çektirmem" demesine rağmen Hababam kopya çekmektedir. Sahne'nin sonunda Mahmut Hoca'nın sınıfa gelip kopya çekildiğini fark etmesi, çatışmanın gerçek taraflarını karşı karşıya getirir.

178

YEMEKHANE: Mahmut Hoca, kopya çektikleri için aç bırakarak cezalandırdığı Hababam'ın karşısında yemek yemektedir. Hafize Ana Mahmut Hoca'dan onları affetmesini ister ama Mahmut Hoca bunu kabul etmez. YORUM: Yine çok güzel yazılmış bir sahne ile karşı karşıyayız. Senarist sahneye en dramatik anda giriyor, bizi çeşitli vesilelerle güldürüyor, sonra da erkenden çıkıyor. YATAKHANE: Şaban, ailesinin kendisine yolladığı cevizli sucuğu ve leblebileri yerken diğerleri açlıktan kıvranmaktadır. Hafize Ana Damat Ferit'e bir tencere pilav verir. Ama Ferit tencereyi yatakhaneye götürürken Mahmut Hoca'ya yakalanır. Mahmut Hoca "Ben size bu saatte yemek yemeyin, midenize yazık olur, demedim mi?" diyerek tencereyi alır. YORUM: Bu sahnenin işlevi hem sınıftakilerin Şaban'a neden gıcık olduğunu ve onunla sürekli alay ettiklerini anlatmak, hem de asıl külyutmazın Mahmut Hocaolduğunu göstermek. Hababam bu kez gerçekten de baltayı taşa vurmuştur. YATAKHANE - GECEYARISI: Bazı Hababamcılar uyanıktır ve su sesiyle işetmek suretiyle, kendilerine cevizli sucuk ve leblebi vermeyen Şaban'dan intikam almaktadır. Diğer hababamcılar da Şaban'ın dolabına delik açmayı ve leblebilerini çalmayı başarırlar. YORUM: Hababam, bencilleri sevmediğini ve cezalandırdığını kanıtlıyor. TUVALET - SABAH: Bir Hababamcı'nın suratının kalemle boyanmış olduğunu görürüz. YATAKHANE - SABAH: Hababam, Şaban'ın yatağının etrafında toplanmıştır. Altına işemiş olan Şaban ise durumun belli olmaması için yataktan çıkmamaktadır. O sırada Mahmut Hoca gelir. ve bu yaşında altına işediği için Şaban'ı ayıplar. YORUM: Mahmut Hoca'nın açlık cezasını izleyen bu sahneler, Hababam'ın nasıl birlik içinde hareket ettiğini ve bu birliğe uymayanları nasıl cezalandırdığını gösteriyor. Öğretmenlere karşı öğrenciler arasındaki dayanışma oluşturmak her okulda görülen bir durumdur ama bu eğilim yatılı okullarda çok daha güçlüdür. Bu güçlü birlik de yazar ve yönetmen için büyük dramatik fırsatlar taşır bünyesinde. YEMEKHANE - SABAH: Hababam büyük bir iştahla kahvaltı etmektedir. Mahmut Hoca da babacan bir tavırla onları izlemektedir. Hababam, Mahmut Hoca'nın sertliğinden şikayet eder ve neden hep okulda kaldığını, evli olup olmadığını sorarlar. Mahmut Hoca da evlenmeye ve çocuk sahibi olmaya vakit bulamadığını, çünkü tüm zamanını onlar gibi haylazları adam etmeye harcadığını söyler. Ama iyi yapıp yapmadığını da bilmemektedir. YORUM: Bu sahne, Hababam ile Mahmut Hoca'nın zaman zaman dostane bir biçimde bir araya gelmelerine bir örnektir. Bu iki kutbun arasındaki çatışma yıkıcı nitelikte değildir aslında. Hababam, ailelerinin ilgisizliğine, okul müfredatının saçmalığına ve hocaların yetersizliğine isyan olarak işi dalgaya vurmaktadır. Mahmut Hoca ise Hababam'ı, onların iyiliğini düşündüğü için sıkıştırmakta, disipline etmeye çalışmaktadır. Çünkü bu tavırlarını sürdürerek yetişkin hayatına geçmeleri mümkün değildir. Oysa bir çoğunun yaşı, yetişkinliğe ulaşmıştır bile. (Damat Ferit 25 yaşında olduğunu söyler, Güdük de 23 yaşındadır). OKUL BAHÇESİ: Hababam, okulun önündeki merdivenlerde sohbet etmektedir. Şaban'dan çaldıkları leblebiyi, başkasının leblebisiymiş gibi yine Şaban'a yedirirler. Bu arada biri gelip liseler arası bilgi yarışmasında kız lisesine düştüklerini ama Mahmut Hoca'nın bu sene Fen sınıfını yarışmaya sokacağını söyler. Hababam buna fena halde bozulur ve Fen sınıfındaki öğrencileri tehdit ederler. YORUM: Bu sahnenin amacı, yeni bir hikaye kolu başlatmaktır ("set up"). Hikayenin ilerleyen bir aşamasında Hababam'ın bu yarışma ile ilgili komik bir şeyler yapacağını tahmin ederiz. Ayrıca Hababam'ın okulda bir tür "terör" unsuru olduğunu da öğreniriz. SINIF: Edebiyat dersinde Hoca Yahya Kemal'in "Sessiz Gemi" şiirini anlatırken Güdük Şaban'ın kazağının içine bir at sineği atar. Şaban kaşınmaya başlar. Hoca şiiri önce Ferit'e sonra da Güdük'e sorar. Güdük de şiirin - o günlerde moda olan - şarkısını söyler. Hoca şiirin veznin Şaban'a sorar. Şaban ise bir yandan saçma sapan bir vezin söylerken diğer yandan da şiddeti gittikçe artan bir şekilde kaşınır. Kaşıntısı dayanılmaz bir hal alınca da sınıfın ortasında soyunur. YORUM: Bu senaryonun en belirgin özelliklerinden biri, taraflar arasındaki çatışmanın tırmanMAMASIdır. Yani taraflar arasındaki çatışmanın şiddeti filmin sonuna doğru artmaz. Neredeyese hep aynı düzeyde kalır. Bu sahne de bunun bir örneğidir. Sahnenin amacı öğrencilerin dalgacılığını bir komedi şeklinde tekrar göstermektedir. Ama sahnenin biraz daha gölgede kalan ikinci bir amacı da vardır. O da o günlerde 179

(ve hala) liselerde yapılan edebiyat derslerinin öğrencilere gerçek edebiyat zevkini kazandırmaktan ne kadar uzak olduğunu, aruz veznini çarpıtmak suretiyle göstermektir. TUVALET: Hababam sigara içmektedir. Şaban "sevgilisinden" gelen bir mektubu okumak için bir kabine girer. Mahmut Hoca tuvalete baskın yapar. Herkes sigaraları atar ama Mahmut Hoca herkesin cebindeki sigarayı bulur. Sonra Şaban'ın girdiği tuvaletin önüne gelir. Ona tuvaletten çıkmasını söyler. Şaban, onu Güdük zannederek ters cevap verir. Mahmut Hoca çok kızar. Şaban dışarı çıkınca yanıldığını anlar. YORUM: Bu sahne, filmin daha en başında atılan bir temelin (Şaban'ın arkadaşlarını "Müdür geliyor" diye kandırması) sonucu. Aynı zamanda Mahmut Hoca ile Hababam arasındaki çatışmayı da devam ettiriyor. Senaryonun bir başka kolu olan "mektup" olayını da sürdürüyor. Fazlalığı olmayan, komik bir sahne. Şaban'ın film boyunca, Mahmut Hoca ile olmadık yer ve zamanlarda karşılaşınca söylediği "Mahmut Hoca!" lafının duyulduğu güzel sahnelerden biri. SINIF: Mahmut Hoca fen sınıfından yarışmaya katılacak öğrencileri Hababam'a getirir ve onlar tarafından tehdit edilip edilmediklerini sorar. Fenciler tehdit edilmediklerini söylerler. Mahmut Hoca yarışmaya Fencilerin katılmasında kararlıdır. YORUM: Bu sahnenin amacı, hikayenin "yarışma" kolunu devam ettirmek ve Mahmut Hoca ile Hababam arasındaki çatışmayı sürdürmektir. Şu aşamada Mahmut Hoca üstün gibi görünmektedir. BAHÇE: Hababam, ellerinde bir flama ile, UGANDA Cumhurbaşkanı'nı karşılama bahanesiyle okuldan kaçar. Kapıcı bu akıl almaz bahaneye inanır ve Hababam'ın dışarı çıkmasına izin verir. Bu arada az gören felsefe hocası da Hababam'ın sınıfına gelir ama öğrencilerin sınıfta olmadığını anlamaz. YORUM: Hababam Mahmut Hoca'nın "okuldan çıkma yasağı"nı yaratıcı bir biçimde delmiştir. Çatışmanın bu alanında (okuldan çıkma) üstünlük sağlamışlardır. BAHÇE: Hababam maçtan döner. Mahmut Hoca onları bahçede beklemektedir. Öğrencilere "Ugaqnda Cuhmurbaşkanı nasıl, iyi mi?" diye sorar. Şaban da "Size selamı var efendim!" şeklinde cevap verir. YORUM: Yine çok ekonomik bir anlatımla karşı karşıyayız. Hababam'ın nereye gittiğini, kapıcının Mahmut Hoca'ya haber verdiğini vs. görmüyoruz. Olabilecek en öz ve komik bir biçimde bu sekansın ("okuldan kaçış sekansı") çözümüne ulaşıyoruz. OKUL: Mahmut Hoca Hababam'ın haftasonu izinlerini iptal eder. (Yatılı okuyanlar bu izinlerin ne kadar hayati önemi olduğunu bilirler). Hababam da dışarıyı dürbünle seyreder. Şaban, aslında var olmayan sevgilisine mektup yazmaktadır. Ferit ise okuldan kaçmaya kararlıdır. Okul duvarının üzerinden atlayarak kaçar. YORUM: Okuldan çıkış konusunda bu kez üstünlüğü Mahmut Hoca ele geçiriyor. Yetkisini kullanarak Hababam'ı cezalandırıyor. Ferit ise bu cezaya karşın okuldan kaçıyor. Ferit'in kaçışı, daha sonra karşımıza çıkacak bir hikaye kolunun başlangıcını oluşturuyor. TAVANARASI: Hababam ile Mahmut Hoca arasındaki çatışma alanlarından biri de sigara idi. (Bkz. Mahmut Hoca'nın Hababam'la konuşması: "Kopya çekiyormuşsunuz, çektirtmem; sigara içiyormuşsunuz, içtirtmem, vb.") Hafize Ana Hababam'a sigara getirmiştir. Onlar da bu sigaraları afiyetle tavan arasında içmekte ve Mahmut Hoca'nın yerlerini kesinlikle bulamayacağını düşünmektedirler. Ama Mahmut Hoca onları yakalar. Odasında bir güzel fırçalar ve sigaraları kimin getirdiğini sorar. YORUM: Hababam ile Mahmut Hoca arasındaki çatışmalardan birinin devamı. Zaman olarak çok uygun. Çünkü cezalı olarak okulda bulunan Hababam'ın Mahmut Hoca ile bu şekilde çatışması son derece makul. YEMEKHANE: Mahmut Hoca akşam yemeğinde "Ferit nerede?" diye sorar. Hababam da, öğrenci dayanışmasının doğal bir parçası olarak "Ferit hasta" diye yalan söyler. Hababam Mahmut Hoca ile konuşmaz, küsmüş gibidirler. Mahmut Hoca da bu yaptıklarının onların iyiliği için olduğunu anlatan bir konuşma yapar: "N'aaptım size çocuklar? Okuldan kaçtınız. Aferin mi diyecektim? ... Bense onlara sadece güzel şeyler öğretmeye, doğru yolu göstermeye çalıştım. Ama arkama baktığımda pek de başarılı olmadığımı görüyorum. Koca bir ömrü Anadolu'nun o köşesinden bu köşesine sürülmekle tükettim. Ne zaman bir öğrenciye hatası için ceza versem, karşımda ya anlayışsız kodaman bir veli, ya da bana "çok ileri gittiğimi" söyleyen bir idare adamı gördüm. Oysa benim istediğim o çocukların sorumluluk duygularını öğrenmeleri ve görevlerini yapmalarıydı. Mutlu olmam için bu bana yeterdi, ama olmadı. Hayatımı bir HİÇ uğruna ziyan ettim. Bu yaştan sonra da yanıldığımı itiraf etmek zor geliyor. Ömrümün geri kalan günlerini de gene eskisi gibi öğrencilerime yani sizlere doğruyu, güzeli öğretmeye çalışarak geçireceğim. Hiç 180

ümidim olmasa da." YORUM: Filmin bu sahnesi, filmdeki "iyi" ile "kötü"yü belirginleştirmesi açısından çok önemli. Her ne kadar filmin adı "Hababam Sınıfı" olsa da ve bizi en çok Hababam güldürse de, bu hikayenin "kötü adamları" Hababam. Belki "kötü adam" ifadesi bir komedi filmi için çok ağır kaçmış olabilir. "Yanlış işler yapanları" diyelim. Mahmut hoca, hikayenin başından itibaren Hababam'ı cezalandırdığı, onları komik yaramazlıklar yapmaktan alıkoymaya çalıştığı için "kötü adam" gibi görünüyordu. Ama bu sahne de onun, çocukların iyiliğinden başka bir şey düşünmeyen idealist bir öğretmen olduğu açık bir biçimde ortaya çıkıyor. Filmin finali de, bunu doğruluyor. MAHMUT HOCA'NIN ODASI: Mahmut Hoca Ferit'e neden kaçtığını sormaktadır. Ferit nedenini söylemez. Mahmut hoca da yıl sonuna kadar haftasonu yasağı koyar Ferit'e. YORUM: Mahmut Hoca, Ferit'in neden kaçtığını bilmediği için bu hareketi sıradan bir suç gibi cezalandırır. Böyle yapması son derece makuldür. YATAKHANE: Ferit'in evli ve bir oğlu olduğunu öğreniriz. Ferit bu nedenle kaçmaktadır. Ferit'in ailesi ise oğullarının evli ve baba olduğunu bilmemektedir. YORUM: İşte bu bilgi, Mahmut Hoca ile Ferit arasındaki çatışmayı sıradan bir öğretmen-öğrenci çatışması olmaktan çıkarıyor. Bu çatışmaya bir "trajedi" havası katıyor. ("Trajedi" neydi hatırlayalım: İki olumlu değerin çatışması. Örneğin "vatan sevgisi" ve "aşk" - örn. "Truva") Yani Mahmut Hoca öğrencisinin iyiliği için onu cezalandırmak zorunda. Ama Ferit de ailesine karşı duyduğu sorumluluktan dolayı kaçmak zorunda. Bu durum, Hababam Sınıfı'ndaki çatışmayı daha derinleştiriyor, 3 boyutlu hale getiriyor. SINIF: Fizik hocası ("Paşa") sınıfa gelir. Sınav yapacaktır. Hababam yine dersi kaynatmaya, Hoca'yı dolduruşa getirmeye çalışır. Ama bu kez başaramazlar. Sınav gerçekleşir. YORUM: Mahmut Hoca'nın okul düzenindeki olumlu etkisi diğer öğretmenlere de yansımaktadır. Hababam'ın kayıtsız şartsız üstünlüğü azalmaktadır. Burada da aslında Mahmut Hoca ile Hababam arasındaki çatışmaya örtük olarak tanık oluruz. MAHMUT HOCA'NIN ODASI: Hafize Ana, Mahmut Hoca'nın odasına tarihi bir kıyafet ile girer. Hababam'ın kendisine tarihi bir oyunda rol verdiğini söyler: "4. Kel Mahmut'un karısıyım." Mahmut Hoca Hababam'ın yine bir iş çevirdiğinden şüphelenir. YORUM: Çok kısa ama çok komik bir sahne. Hafize'nin giysisi ve inanarak "4. Kel Mahmut'un karısıyım" demesi gerçekten çok eğlenceli. TİYATRO SAHNESİ: Hababam okulun tiyatro sahnesinde pofur pofur sigara içmektedir. İçki ve sigarayı yasaklayan 4. Murat'la ilgili bir oyun sahnelemektedirler güya. O sırada Mahmut Hoca gelir. Hababam onun yanında sigara içmeye devam eder, yıl sonu müsameresine hazırlandıklarını söylerler. Sonra Padişah giysisi içinde Şaban gelir. Kendisinin 4. Kel Mahmut olduğunu söyler. Mahmut Hoca bir şey demez. YORUM: Hem çok yaratıcı hem de çok komik bir sahne. Hele Şaban'ın padişah giysisi içindeki girişi mükemmel. Tiyatro olayının sigara içmek için bir bahaneden ibaret olan Mahmut Hoca'nın Hababam'a kızmaması ise dikkat çekici. Ama aklında bir plan var tabii: SINIF: Mahmut Hoca Hababam'a bir tarih sınavı yapar. Soru 4. Murat Devri'dir. Yani Hababam'ın sigara içmek için bahane olarak kullandığı padişah. YORUM: Mahmut Hoca'nın öğrenciyi cezalandırırken de zeki ve mizahi olduğunu gösteren kısa ve güzel bir sahne. BAHÇE: Güdük Şaban'ı çağırır. Mektuplaştığı kızın kendisini görmek için okula geldiğini söyler. Şaban sevinçle Güdük'ün peşinden gider. Ama karşısına gerçek bir kız değil bir inek çıkar. YORUM: Filmin başından beri "temeli atılan" ("set up") hikaye kollarından biri (Şaban'ın mektup aşkı) bu şekilde sona eriyor. Aslında bu kadar ortalama bir esprinin bu kadar komik olarak sunulması gerçekten de dikkate değer. SINIF: Ferit öğretmen masasının üzerine oturmuş, Mahmut Hoca'nın yaptığı tarih sınavını cevaplarını okumakta, arkadaşları da bunları yazmaktadır. Plan, bu yeni kağıtların, eski sınav kağıtları ile değiştirilmesidir.

181

YORUM: Hababam hemen pes edecek bir sınıf değildir. Yenilgileri bile galibiyete dönüştürmek için "çaba" gösterirler. Bu sahne de aslında "kopya çekme" alanındaki çatışmanın bir devamı niteliğindedir. MAHMUT HOCA'NIN ODASI: Hafize Ana, Mahmut Hoca'nın masasının çekmecesindeki eski sınav kağıtlarını alır, yerine yeni sınav kağıtlarını koyar. YORUM: Hafize Ana'nın rolü burada yine önem kazanıyor. Hababam'ın idaredeki casusu olarak iş gören Hafize Ana, aşırı merhametli (ve aslında zararlı) yaklaşımıyla Hababam'ın yaramazlıklarını devam ettirmelerine yardımcı oluyor. İlk bakışta komik gibi görünen bu davranış, aslında pedagojik (çocuk yetiştirme bilimi) olarak son derece zararlı. Bunu bilmeyen ve sonsuz bir merhametle hareket eden Hafize Ana, Hababam'a kötülük yaptığının farkında değil. BİLGİ YARIŞMASI: Hababam, yarışmaya katılacak Fen öğrencilerini bağlamıştır. Ve onların yerine sınava girerler. Mahmut Hoca bunu görür ama o anda bir şey demez. Hababam yarışmada kazanmak için hile yapacaktır. Yarışmanın yapılacağı yerin yakınındaki bir odaya gizli bir hat çekilmiştir. Bu odadaki diğer Hababamcılar, yarışma sorularının cevaplarını kitaplardan bulacak ve yarışmacılara gizli bir mikrofon yoluyla ulaştıracaklardır. Hababam, sahtekarlıkları sayesinde başlangıçta çok başarılı olur. Ama daha sonra mikrofon düzeneğinde bir sorun çıkar ve kopya verenler ile kopya alanlar arasındaki iletişim bozulur. Bu da yarışmacı Hababamcıların çok komik cevaplar vermesine yol açar. Mikrofon düzeneğini fark eden Mahmut Hoca kopya veren Hababamcıları bulur. Ama onlara kızmak yerine bozulan düzeneği tamir eder ve Hababam'ın yarışmayı kazanmasını sağlar. YORUM: Herşeyiyle mükemmel bir sekans (sahneler bütünü). Herşeyi komik: Fencilerin iplerle kalaslara bağlanması, yarışmacı Hababamcıların başlangıçtaki özgüvenleri, sonra düzenek bozulunca çok komik cevaplar vermeleri, Mahmut Hoca'nın durumu fark etmesi ve büyük bir sürpriz ("twist") yaparak öğrencileri cezalandırmak yerine onlara yardım etmesi. Bu son olay, yani Mahmut Hoca'nın yardım etmesi, onun katı ("rigid") bir kişilik olmadığını, duruma göre yaratıcı bir biçimde hareket edebildiğini gösteriyor. Ve onu daha fazla sevmemizi sağlıyor. SINIF: Mahmut Hoca Hababam'a, yarışmada yaptıklarını onayladığı için değil, okulun adını lekelememek için yardım ettiğini söyler. Hababamcılar ise yaptıklarından dolayı okuldan atılmayacaklarını, çünkü her birinin ailesinin okula çok miktarda para ödediğini söyler. Mahmut Hoca ceza olarak Hababam'ın sene sonuna kadar olan bütün haftasonu izinlerini kaldırır. Ayrıca tarih sınavının Hafize Ana tarafından değiştirildiğini bildiğini söyler. Ama yakalanmadıklarına göre imtihan geçerlidir. Yalnız Şaban 2 almıştır, çünkü kitaptaki 4 virgülü atlamıştır. YORUM: Bu sahne üç görevi yerine getiriyor: birincisi, öğrencilerin okul ile ilişkilerini açık bir biçimde ortaya koyuyor. Okul, görevini yerine getirmek (yani, öğrencileri eğtimek) amacıyla değil, para kazanmak için Hababam'a katlanmaktadır. (Bu da bir temel atma olayıdır. Bu gerçekle ilgili yeni bir durumu daha ileride göreceğiz.). İkincisi, Hababam da Ferit ile aynı cezayı alır ve öğrenciler arasında eşitlik sağlanır. Üçüncü olarak da Hababam'ın idaredeki ajanı olan Hafize ana ifşa olur. MAHMUT HOCA'NIN ODASI: Hafize ana ütü yapmaktadır. Mahmut Hoca gelir ve bu odanın anahtarının bundan sonra sadece kendisinde bulunacağını söyler, çünkü tarih sınavının kağıtlarının onun değiştirdiğini bilmektedir. Ayrıca Hababam'a sigara tedarik edenin o olduğunu da bilmektedir. "Onlara ne büyük kötülük yaptığının farkında mısın?" der. YORUM: Bu sahne, çok basit gibi görünmesine karşın, "Hababam Sınıfı"nın neden bu kadar başarılı bir film olduğunun anahtarı niteliğindedir. Hababam Sınıfı aslında bir AİLE alegorisidir. Yani Mahmut Hoca, çocuklarının iyiliği için onlara kural koyan BABA, Hafize Ana da çocuklarının canının yanmasını hiçbir koşulda istemeyen, bu nedenle yer yer BABA'nın koyduğu kuralları ihlal eden, aşırı merhametli bir ANNE'dir. Bu görevi adından bile anlaşılır bu aslında - Hafize ANA! Çocuklar da tabii ki Hababam Sınıfıdır. Bu sahnenin bir başka fonksiyonu da, Mahmut Hoca'nın Hababam'a verdiği cezaları sadistliğinden değil, onların iyiliği için verdiğidir. Ki pedagojik olarak gerçekten de doğru bir şey yapmaktadır. (Bu düşünceye şimdi katılmayabilirsiniz. Katılmıyorsanız, henüz çok gençsiniz demektir. Eninde sonunda Mahmut Hoca'ya hak vereceksiniz :) MÜDÜR'ÜN ODASI: Müdür, okul taksidini yatırmayan bir öğrenicinin okulla ilişiğini keser. Bu, şansa bakın ki, Hababam'ın en çalışkan öğrencisidir. (Filmin başında Coğrafya dersinde doğru cevap verdiği azarlanan çocuk). YORUM: Bu sahne, daha önce temeli atılan bir durumu biraz daha zenginleştiriyor. Hatırlarsanız 182

Hababam, yarışmada sahtekarlık yaptıktan sonra "Bizi atamazlar çünkü ailelerimiz bu okula çok para veriyor" demişti. İşte bu sahne, bu durumu ters bir açıdan ele alıyor. Ailesi para veremeyen bir çocuğun durumunu işliyor. Ve bu okulun, "eğitim" gibi yüce bir amaç için değil, "para kazanmak" için var olduğunu gözler önüne seriyor. YATAKHANE: Hababam okuldan atılacak arkadaşlarının okul taksidini ödemek için cebindekileri bir araya getirir ama yetmez. YORUM: Bu sahne de Hababam'ın sadece haylaz çocuklardan oluşan bir topluluk olmadığını gösteriyor. Arkadaşlarının iyiliği için fedakarlıkta bulunuyorlar. Böylece izleyicinin, farklı biz düzlemde Hababam ile özdeşleşmesi sağlanıyor. BAHÇE: Hababam, arkadaşlarının okul taksidini yatırmak için okuldaki diğer öğrencilerden haraç almaya başlar. YORUM: Hababam'ın sevdiği insanlar için ne kadar aşırı uçlara kayabileceğini gösteren güzel ve komik bir sahne. MAHMUT HOCA'NIN ODASI: Hababam Mahmut Hoca'nın karşısında dizilmiştir. "Niçin yaptınız bunu" diye sorar. Ama Hababam nedenini söylemez. Daha sonra okulun Müdürü gelir ve Hababam'ın, arkadaşlarının okul taksidini ödemek için böyle bir şey yaptığını söyler. Bunu duyan Mahmut Hoca'nın tavrı değişir. YORUM: Bu sahnenin başlangıcında da "trajik" bir hâl var. Mahmut Hoca, iyi yöneticilik yapmak ve öğrencilerin iyiliği için Hababam'ı sorgulamaktadır. Hababam ise arkadaşlarının iyiliği için böyle bir suç işlemiştir (iyi x iyi). Gerçeğin, sorunun kaynağı olan adam (yani, Müdür) tarafından açıklanması da iyi bir buluş olmuş. Eğer durumu Hababam'ın kendisi açıklasaydı, ya da Mahmut Hoca bunu başka bir yoldan öğrenseydi bu sahne bu kadar etkili olmazdı. BAHÇE: Hababam, arkadaşlarını uğurlamak için okulun merdivenlerinde toplanmıştır. Ama gidecek olan çocuk, Mahmut Hoca'nın onun okul taksidini ödediğini, artık gitmesine gerek olmadığını söyler. Hepsi çok sevinirler. YORUM: Mahmut Hoca'nın bu hareketi, onun gerçekten de sadece öğrenciyi düşünen bir öğretmen ve yönetici olduğunu kanıtlıyor. Bu olayla birlikte hikayedeki zıtlaşma, Hababam ile Mahmut Hoca arasında olmaktan çıkıp, Hababam + Mahmut Hoca ile paragöz okul müdürü arasında gerçekleşmeye başlıyor. MAHMUT HOCA'NIN ODASI: Ferit Mahmut Hoca'nın yanına gelir ve kendisinin okuldan neden kaçtığını anlatır: evli ve çocuk sahibidir. Ferit bu gerçeği babasının bile bilmediğini söyleyerek, Mahmut Hoca'ya ne kadar güvendiğini belli eder. Mahmut Hoca ile Ferit arasındaki o ünlü diyalog bu anda gerçekleşir. Mahmut Hoca: "N'aaptın oğlum?!" Ferit: "Sevdim Hocam." Mahmut Hoca ona ailesini görme izni verir. YORUM: Bu sahne, filmin başından beri çatışmanın tarafları olarak görünen Mahmut Hoca ile Hababam'ın uzlaşmasını simgelemektedir. YATAKHANE: Şaban, kadın kılığına girmiştir ve o zamanların ünlü bir şarkısı olan "ÇİLLİ BOM"u söyler. Daha sonra Ferit kucağında bebekle yatakhaneye girer. Karısının İzmir'de işinin olduğunu söyler. Çocuğa Hafize Ana bakacaktır. YORUM: Hikayenin "Ferit'in Çocuğu" kolunun temel atma bölümü devam ediyor. Ferit, çok riskli bir şey yaparak çocuğunu okula getirmiştir. Bunun, ileride bir kriz çıkarma olasılığı çok yüksektir. SINIF: Hababam felsefe dersindedir. Az gören hoca bir öğrenciyi sözlü yapmaktadır. Öğrenci de cevapları kitaptan okumaktadır ama öğretmen bunu anlamaz. O sırada sınıfa Hafize girer, kucağında çocuk vardır, işi olduğunu söyleyerek bebeği Hababam'a bırakır ve çıkar. Ama felsefe öğretmeni bunların hiçbirini fark etmez. YORUM: Okulda bir bebek bulunmasının yarattığı sorunlar yavaş yavaş baş göstermektedir. Bütün bunlar olurken felsefe hocasının hiçbir şeyi fark etmemesi ayrıca komik tabii. SALON: Okulun salonunda müsamere hazırlıkları yapılmaktadır. Mahmut Hoca da yapılanları kontrol etmektedir. O sırada Hafize kucağında çocukla gelir, Mahmut Hoca'yı görmez. Mahmut Hoca bebeği görür ve Ferit'in bebeği okula getirme kararını doğru bulur. YORUM: Mahmut Hoca'nın aslında çok iyi bir insan olduğunu bu sahnede daha iyi anlıyoruz. Yine şaşırtıcı bir hareketle, öğrencilere kızacak yerde "halden anlar" ve Ferit'e doğru bir şey yaptığını söyler. Böylece 183

kalbimizi daha fazla kazanır. MÜSAMERE: Geleneksel Hababam müsamerelerinin ilki - ve en komiklerinden biri. O zamanın (1974) ünlü gruplarından olan CİCİ KIZLAR gibi giyinmiş üç Hababamcı, "Delisin" şarkısını söyler. Şaban da çok komik bir Ali Rıza Binboğa taklidi yapar. Son olarak Hababam Vokal Grubu ve Hafize Ana "Cilli Bom"u söyler. Başlarda tutuk olan Hafize Ana şarkı ilerledikçe açılır ve komikleşir. Eğlencenin doruğa ulaştığı bir anda Müdür salona girer. Kucağıda Ferit'in bebeği vardır ve çok öfkelidir. Ferit bebeğin kendisine ait olduğunu söyler. Müdür ile Mahmut tartışırlar. Mahmut Hoca "Ben tüccar değilim, eğitimciyim" der ve heyecandan kalp krizi geçirir. YORUM: Yine çok başarılı bir sahne. Burası artık filmin finali, doruk noktası ("climax"). Filmdeki gerçek tarafların (Hababam + Mahmut Hoca x paragöz Müdür) son ve büyük çatışması. Bu aynı zamanda filmin en komik ve en hüzünlü sahnelerinden biri. Eğlencenin ve komikliğin tavan yaptığı bir anda, filmin en büyük çatışması meydana geliyor. Müdür, bu eğlenceyi bozan kişi olarak sahneye giriyor. Ve filmin başından beri en çok özdeşleştiğimiz karakter olan Ferit'in eğitim hayatını sona erdirme tehdidinde bulunuyor. Mahmut hoca ise idealist kişiliğini cesurca ortaya koyarak Ferit'i savunuyor. Ama kalp krizi geçiriyor. HASTANE: Mahmut Hoca kalp krizini atlatmış, ama bayağı yıpranmıştır. Yanında öğretmen arkadaşları vardır. Onlara "Doktorlar artık çalışma diyor. Benim de gönlüm yok. Ümidim de yok" diyor. Ama kendisinden daha yaşlı olan diğer öğretmenler itiraz ediyorlar. Paşa, "Sen bize bile bu yaştan sonra hocalığı yeniden sevdirdin"; az gören felsefeci "Sanki gözlerim bile daha iyi görüyor"; Sağır coğrafyacı "Hepimizi değiştirdin sen" der, "Hababam'ı bile". Mahmut Hoca'nın bir kaç eski öğrencisi gelir. Artık koskoca profesör olmuşlardır. Mahmut Hoca çok duygulanır. YORUM: Bu sahne, Mahmut Hoca'nın öğretmenlikle ilgili "işe yaramazlık" duygusunun tekrar ortaya çıktığı bir sahnedir. Gelen eski öğrencileri onun bu inancının pek de doğru olmadığını gösterir. Ama henüz asıl final gelmemiştir. HASTANE: Hafize Ana Mahmut Hoca'yı ziyaret eder. Mahmut Hoca "Eski talebelerim geliyor boyuna. Duymuşlar da..." der. Hafize, "dışarıda da yeni talebeleriniz var" der. Odaya Hababam dolar. Ve hediye olarak diplomalarını getirirler. Sonra dışarıdan sesler gelir. Hababamcılar Mahmut Hoca'yı pencereye götürür. Hastanenin önünde toplanmış yüzlerce, binlerce öğrenci "MAHMUT HOCA" diye bağırmaktadır. Mahmut Hoca "Bunlar kim?" diye sorar. Hababam cevap verir: "Gelecekteki öğrencileriniz." Film, Mahmut Hoca'nın yüzüyle biter. YORUM: Filmin en etkili sahnelerinden biri. Ve "Hababam Sınıfı"nın aslında Hababam'ın değil de Mahmut Hoca'nın hikayesi olduğunun en bariz kanıtı. Hüzünle sevincin birbirine karıştığı, tam Türk işi ve mükemmel bir final. *** GENEL DEĞERLENDİRME: "Hababam Sınıfı" (1974) filminin hikayesi böyle. Peki nasıl oluyor da bir film, aradan 30 yıl geçmesine karşın hala bu kadar büyük bir beğeniyle, ve tekrar tekrar seyredilebiliyor? Bunu anlarsak, benzer başarıda filmler yazma ve çekme şansımız artabilir. 1) "Hababam Sınıfı"nın konusu, Türkiye'de yaşayan herkesin çok rahatlıkla anlayabileceği bir konu: okul. Her Türk vatandaşı T.C. Milli Eğitim Bakanlığı'nın tezgahından geçtiği için, Hababam'da anlatılan olayların benzerini yaşamıştır. Bu filmdeki hocalar, bu filmdeki yöneticiler, bu filmdeki dersler ve sınavlar, hemen hepimizin bildiği şeylerdir. Bu nedenle film, çok geniş bir izleyici kitlesiyle kolaylıkla buluşabiliyor. (Hatırlarsanız, Başarısız Türk Filmlerinin Ortak Özellikleri'nde, başarısız filmlerin bir özelliğinin, toplumun marjinal - çok alt ya da çok üst - bir kesimini konu edinmek olduğunu söylemiştim. Hababam ise bunun tam tersini yapıyor ve başarılı olmanın gereklerinden birini yerine getiriyor.) 2) "Hababam Sınıfı" bir komedi filmi. Türk halkının en sevdiği türlerden biridir komedi (En çok iş yapan 10 Türk filminin 8'i - Eşkıya ve Asmalı Konak hariç - komedidir). Mizah, Türk kültürünün ayrılmaz bir parçasıdır. Genel olarak yaşamayı ve eğlenmeyi seven bir milletiz. Mizah anlayışımız ne Amerikalılarınkine benzer, ne İngilizlerinkine, ne de Fransızlarınkine. Kültürümüz gibi mizahımız da insancıldır. Yıkıcı değildir. Mizah ile hüznü birbirine katmayı çok severiz. Bu son derece yerinde bir 184

yaklaşımdır aslında, çünkü hayatın kendisi de mizah ile hüznü bize hep içiçe sunar. "Hababam Sınıfı" mizahın ve hüznün beraber sunulduğu, bu özelliğiyle kültürümüze çok yakın duran bir filmdir. 3) "Hababam Sınıfı"nın senaryosu, gelmiş geçmiş en diri, en "fazlalıklardan arındırılmış", en hızlı senaryolarından biridir. Filmde gereksiz tek bir sahne, tek bir diyalog yoktur. Bütün sahneler ve diyaloglar hikayenin çeşitli kollarının ilerlemesine hizmet eder. Senarist sahnelere hep en uygun zamanda girmekte ve en uygun zamanda sahnelerden çıkmaktadır. (Bunda senarist kadar - hatta daha çok yönetmen Ertem Eğilmez'in payı olduğunu da belirtmek gerekiyor). Espriler de en vurucu anda ve şekilde yapılmaktadır. 4) "Hababam Sınıfı"nın senaryosunda çok çeşitli düzeylerde çatışmalar yaşanır: a) Şaban'ın sınıfla olan çatışması (Şaban'ın sınıf arkadaşlarını kandırması, onların da Şaban'dan çeşitli biçimlerde intikam alması) b) Mahmut Hoca'nın Hababam ile çatışması (Mahmut Hoca'nın koyduğu yasaklar, Hababam'ın bu yasakları delmesi ve Mahmut Hoca'nın onları cezalandırması) c)Hababam'ın diğer Hocalarla olan çatışmaları (felsefeci, biyolojici, coğrafyacı, vb.) d)Hafize ile genelde okul yönetiminin, özelde Mahmut Hoca'nın çatışması (Hafize'nin Hababam'ın kopya çekmesine yardımcı olması, cezalı oldukları halde Hababam'a yemek ve sigara tedarik etmesi, sınav kağıtlarını değiştirmesi, vb.) e)Hababam'ın diğer öğrencilerle çatışmaları (yarışma için fencilerle çatışmaları, ve diğer öğrencilerden haraç toplamaları) f)Mahmut Hoca'nın Müdür ile olan çatışması Görüldüğü üzere Hababam'da, Truby'nin bahsettiğinden daha fazla çatışma düzeyi bulunmaktadır. Çatışma, sadece öğrenciler ile öğretmenler arasında gerçekleşmemektedir. Bu da filmin son derece dinamik bir yapıya sahip olmasını sağlamaktadır. 5) Yukarıdaki bir "Yorum"da, "Hababam Sınıfı"nın aslında bir AİLE alegorisi olduğunu söylemiştim. Bu alegoride Mahmut Hoca BABA, Hafize Ana ANNE, Hababam da ÇOCUKLAR oluyor. "Aile"nin, Türk toplumunda ne kadar güçlü bir kavram olduğunu hepimiz biliyoruz. Bu konuya "Tutan Dizi Yazmak" yazımda da değinmiştim. "Hababam Sınıfı", hikayenin eksenine Türk Ailesini koyarak, toplumun çok geniş bir bölümüne ulaşmayı başarıyor. 6) "Hababam Sınıfı"nın hikayesi aslında çok başarılı bir ana çatışma üzerine kurulmuş. Çatışmanın her iki tarafı da (Hababam ve Mahmut Hoca) aslında haklı. Hababam'ın haylazlıklarına kızamıyoruz. Çünkü Hababam'ı oluşturan öğrenciler neticede, aileleri tarafından bir okula yollanmış ve sonra da ilgilenilmemiş koca bebekler. Şımarık olmak onların suçu değil. Mahmut Hoca'ya da kızamıyoruz çünkü o da okulun yapması gereken görevi yerine getirmeye çalışan idealist bir öğretmen. Hatta hayatı boyunca takdir edilmediğini düşünmesi bizi gerçekten üzüyor. Bu durumun suçlusu ilgisiz anne-babalar ve onları inek gibi sağmaktan başka bir derdi olmayan paragöz okul yönetimi. 7) Hababamcılar sadece haylaz öğrenciler değil. Aynı zamanda "iyi" insanlar. Okuldan atılacak arkadaşlarının atılmasını engellemek için suç işlemeyi bile göze alıyorlar. Ferit, sorumluluk duygusundan dolayı bütün eğitim hayatını tehlikeye atıyor. Kalp krizi geçiren hocalarını mutlu etmek için diplomalarını alıyorlar. 8) Film tam 90 dakika. Bir komedi filmi için mükemmel bir uzunluk. Hiç sıkmıyor. 9) Filmin müziği de mükemmel. Her ne kadar film içinde biraz fazlaca kullanılsa da, hikayeye o kadar iyi oturuyor ki, bu fazlalığı insan rahatlıkla görmezden geliyor. Zaman zaman başka müzikler de kullanılıyor: Hababam, yarışmaya girecek fen öğrencicilerini tehdide giderken "İyi, Kötü, Çirkin"in müziği çalıyor ve bu müzik bu sahneye çok şey katıyor. 10) "Hababam Sınıfı"ndaki çatışmalar, farklı hikaye kolları şeklinde devam ediyor. Bir hikaye kolunda Şaban'ın arkadaşları ile olan çatışması işleniyor : Hababam - özellikle de Güdük Necmi - hep Şaban'la ilgili "inek" şakaları yapıyor, ona bir kızın ağzından mektup yazıyorlar, vb. Başka bir hikaye kolunda, Mahmut Hoca'nın yasakları ve Hababam'ın bu yasakları delme çabaları işleniyor. Bir başka kolda Ferit'in evliliği ve bebeği ele alınıyor. Bir hikaye kolunda Hababam'ın zorla yarışmaya katılması işleniyor. Bu kolları, bir kadın saçı örgüsü gibi hikayede işleniyor. Ve seyirci bir an bile sıkılmıyor. 11) Filmin mizah oranı çok yüksek. Yani komik olmayan bir sahnesi yok gibi. Bu açıdan çok tatmin edici bir film. Bu nedenle, filmi hangi sahnesinde izlemeye başlarsanız başlayın kendinizi kaptırabiliyorsunuz. Mizah da - yukarıda belirttiğim gibi - yıkıcı değil. Bu nedenle ailecek seyredilebilecek bir film.

185

12) Filmin en büyük başarılarından biri de, ele aldığı bir fikri sonuna kadar geliştirmesi. Yani senarist / yönetmen, bir konuyu işleyecekse, o konunun en ilginç olasılıklarını araştırıyor ve eğlendirme yeteneği en yüksek olan yaklaşımı tercih ediyor. Bu, tam da Truby'nin istediği bir şey. Truby, bu sitede yayınlamadığım bir yazısında, başarısız filmlerin çoğunun daha "önerme" düzeyinde başarısız olduğunu, bu filmlerde filmin temelini oluşturan fikirlerin yeterince işlenmediğini söyler. "Hababam Sınıfı" ise bunun tam aksini yapıyor. Ele aldığı fikirleri en iyi şekilde işliyor. 13) Filmde, Michael Hauge'un bahsettiği "özdeşleşme yöntemleri" (bkz. aşağıda bir yer) sık sık kullanılmış. Anlamsız ve işlevsiz (ve paragöz!) bir eğitim sistemine sıkışıp kalmış Hababamcılarla derhal özdeşleşiyoruz. Hababam'ın yaptığı komiklikler onlarla özdeşleşmeyi artırıyor. Hele bir de arkadaşları için okuldan atılmayı göze alarak diğer öğrencilerden haraç toplamaları, onlarla özdeşleşmeyi büyük ölçüde tamamlıyor. Mahmut Hoca'nın iyi ve idealist bir insan olması da onunla özdeşleşmeyi artırıyor. Bir öğrencisini savunurken neredeyse hayatını kaybetmesi ise, onunla ilgili özdeşleşmeyi tamamlıyor. (Yine hatırlarsanız, "Başarısız Türk Filmlerinin Ortak Özellikleri" yazısında, "özdeşleşme kurallarının kullanılmamasının, başarısızlığın temel nedenlerinden biri olduğunu" söylemiştim. "Hababam Sınıfı" bu hataya düşmüyor ve özdeşleşme kurallarını uygulayarak Hababamcılar için üzülüp sevinmemizi sağlıyor). 14) Senaryoyla çok bağlantılı olmamasına rağmen, filmin başarısında büyük katkısı olan bir başka unsur da oyunculukların yüksek kalitesi. Bütün oyuncular rollerini gerçekten de çok üstün bir performansla canlandırmışlar. Sanki hepsi "Actors' Studio"dan fırlamış. İnandırıcılıkla ilgili hiçbir sorunu yok "Hababam Sınıfı" oyunuculuğunun. ("Hababam Sınıfı: Merhaba" ve "Hababam Sınıfı Askerde" için aynı şeyi söylemek pek mümkün değil. "Hababam Sınıfı" kadar seyredilmemelerinin bir nedeni de bu bence.) 15) Ve bir istek / özlem: Bu kadar çok sevilen ve gelmiş geçmiş en beğenilen Türk filmi olan Hababam Sınıfı'nın, "dijital olarak gözden geçirilmiş" ("digitally remastered") bir kopyasının üretilmesi iyi olmaz mı? Ses kurgusu yeniden ve doğru düzgün yapılmış, üzerindeki çizikleri tamamen giderilmiş bir "Hababam Sınıfı"nı gelecek kuşaklara bırakmak, yapımcı şirketin görevlerinden biri bence. (Bunun ne kadar fark yaratabildiğini görmek için "Casablanca"nın eski ve "dijital olarak gözden geçirilmiş" kopyalarını bulup seyretmenizi tavsiye ederim - yanlış hatırlmıyorsam filmin DVD'sinde bu farkı gösteren örnekler var. Fark gerçekten de muazzam). *** Meraklısına Not: Bu kadar uzun bir yazıyı yazma işi yaklaşık 2 aylık bir süreye yayıldı. 10 parmak yazmasaydım, 2005'in sonunu görürdü, bu yazının yayınlanması. Ama bence değdi. Bildiğim kadarıyla Hababam hakkında, senaryo tekniği bilgilerine dayanılarak yazılan en kapsamlı yazı oldu. Artık "Hababam Sınıfı"nın neden o kadar çok sevildiğini biliyorsunuz. Buradaki bilgilerden bazılarını kullanarak bir benzerini ya da dengini siz de yaratabilirsiniz belki. Kim bilir? *** YENİ HABABAMLARA DAİR BİR KAÇ NOT "Hababam Sınıfı: Merhaba" ve "Hababam Sınıfı Askerde"yi seyrederken (aslında seyredemezken) garip bir aldatılmışlık hissi yaşıyorum. Yukarıda anlattığım ve Hababam'ı Hababam yapan bir çok unsur bu iki filmde yok. Mehmet Ali Erbil'in canlandırdığı Müdür karakteri Hababam'a büyük bir zarar veriyor. Yeni "Hababamcılar" ise öğrenci değil sokak serserisi sanki. "Hababam Sınıfı"nda gördüğümüz "okul" havasını bu iki filmde de bulamıyoruz. Öğretmen - öğrenci çatışması ortadan kalkmış (özellikle de "H.S. Askerde"de) ve "enseye tokat" bir hal almış. Biraz da bu yüzden, espriler de çok kaba. Hiç gereği yokken edilen küfürler belki o an için seyirciden kahkaha alıyorsa bile (bu, Türk izleyicisinin, benim henüz çözümleyemediğim bir özelliğidir: perdede ya da ekranda biri küfür ettiği zaman güler. Konuşmayı yeni öğrenen çocuklara küfür etmeyi öğretmek ve sonra onların küfürlerine gülmek de, kültürümüzün beğenmediğim parçalarından biridir), bu sözde "Hababam"ların kalıcılığına ve tekrar seyredilme değerine büyük zarar veriyor. Tek ümidim, bu tarzda başka Hababam çevrilmemesi ve eski Hababamların mirasına daha fazla zarar verilmemesi. posted by gezgin @ 7:06 PM

0 comments

186

ÜÇ PERDELİ YAPININ NİMETLERİ: "GAZAP ATEŞİ"NİN KÖTÜ ÖRNEĞİ Senaryo dünyasında zaman zaman "3 Perdeli Yapı" aleyhine sesler yükselir. Bunların başında da benim çok sevdiğim kuramcılardan biri olan John Truby gelir. Bu itirazcılar genelde şöyle der: "3 Perdeli Yapı hep birbirine benzeyen filmlerin ortaya çıkmasına neden oluyor. Gerçek bir yaratıcılık için 3 Perdeli Yapı'nın terk edilmesi gerekir." 3 Perdeli Yapı'nın, senaristin hareketlerini kısmen kısıtladığı doğrudur. Hele Michael Hauge'un versiyonu, bu kısıtlamaları iyice artırır. Aynı zamanda bir "sanatçı" da olan senarist, bu tür kısıtlamalardan rahatsız olabilir. İstediği gibi yazmak isteyebilir. Ama sinema, gerçek bir sanatçının sahip olduğu özgürlükleri bir senariste tanımayacak kadar ticari bir uğraştır. Milyonlarca doların yatırıldığı bir uğraşta, senaristin sanatsal özgürlüğü değil, yapımcının para kazanma kaygısı baskındır. Bu nedenle de geçmişte denenmiş ve başarılı olmuş formüllerin kullanılması haklı görülebilecek bir yaklaşımdır. Bununla birlikte, ticari sinema yapmaya çalışan bazı insanların bile bilerek ya da bilmeyerek bu formüllerden (burada, Üç Perdeli Yapı'dan) yeterince faydalanmadığı görülebilir. Bu, tahmin edilebileceği üzere, riskli bir harekettir. Ve genelde de ticari başarısızlıkla sonuçlanır. Bunun örneklerinden biri, yakınlarda sinemalara uğrayan "Gazap Ateşi"dir ("Man on Fire"). Filmin yönetmeni, "Devlet Düşmanı"nda mükemmel bir iş çıkarmış olan Tony Scott. Başrolünde ise Denzel Washington. (Küçük kız rolünde kim var bilin bakalım: Dakota Fanning. "Dünyalar Savaşı"ndaki çığlıkları hala kulaklarımızda!) Film 70 milyon dolara mal olmuş ( + 30 milyon dolar pazarlama) ve bütün dünyada 118 milyon dolar getirmiş. Yani gişede "başarısız" olmuş. Filmin ticari bir amaçla çekildiği kesin. Öyle olmasa yönetmenliğini Tony Scott yapmaz, başrolü de D. W. oynamazdı. Senaryo da buram buram "ticari" kokuyor zaten: Zengin bir Meksikalı ailenin kızı kaçırılır ve D.W. onu bulmak için ortalığı birbirine katar. Böyle bir filmi 3 Perdeli Yapı'ya oturtmak en iyisidir. Filmin "birinci dönüm noktası"na ("fırsat") D.W.'ın koruma olarak işe alınmasını koyarsınız. "Yeni durum" bölümünde koruma ile kız arasındaki ilişkiyi geliştirirsiniz. "İkinci dönüm noktası"nda ("planlarda değişilik") kızın kaçırılmasını gösterirsiniz, vb... Film böylece son derece yüksek bir hızla ilerler. Ama "Gazap Ateşi"nin senaristi bu yolu tercih etmiyor. Kızın beklediğimiz kaçırılışını (bekliyoruz, çünkü filmin başından itibaren sürekli olarak - hatta biraz fazlaca - Meksika'daki adam kaçırma olaylarından haberdar ediliyoruz) filmin "orta noktası"na ("Midpoint") bırakıyor. Oysa orta nokta, "dönüşü olmayan nokta"dır. Yani bu senaryoya göre, D.W.'nin kızı bulmak için tam bir azimle harekete geçmesi gereken noktadır. Senarist, kaçırılışı bu kadar geç koyarak bizi sıkıyor. Güya bu arada kız ile adam arasındaki ilişkiyi geliştiriyor. Ama bu kadar gelişmiş bir ilişkiye gerek olmadığını fark edememiş. (Kızın yüzme yarışmasına hazırlanması, tam bir vakit kaybı). Bunun sonucunda, D.W.'nin kızı bulmak için harekete geçmesi filmin çok ileri bir zamanına kalıyor. Hele kızın hayatta olduğunu filmin neredyese sonuna kadar öğrenmemesi, D.W.'nin dış motivasyonunu çok zayıflatıyor. Biz de hikayeyle birlikte "sürüklenmiyoruz". Sadece bakıyoruz, yoldan geçen biri gibi. Peki bu hataları kim yapıyor? Senarist. Ama bu hataları fark etmek zorunda olan kim? Yönetmen. Ve yapımcı. Ama yapımcıları bir iki ünlü oyuncunun ismiyle kandırıp filmin başarılı olacağına inandırmak mümkündür. Ama yönetmenin, kötü senaryoyu ya da senaryodaki hataları derhal fark etmesi gerekir. Ama "Devlet Düşmanı"nda bizi uçuran Tony Scott, burada yerlerde süründürüyor. Çok da benzer olmayan bir "Koruma" hikayesini, başrolünü Kevin Costner'ın oynadığı "BODYGUARD"da görebilirsiniz. Sinemalarda oynadığında çok başarılı olmuştu (1992'de 410 milyon dolar) ve 3 Perdeli Yapı'yı son derece başarılı bir biçimde kullanıyordu. Yapımcısını ve oyuncularını ihya etmişti. "Kurtlarla Dans" filmiyle zaten ünü tavan yapmış Costner'a tavanı deldirmiş, Whitney Houston'a ise hayatının tek başarılı rolünü oynatmıştı. 3 Perdeli Yapı'nın bir başarılı, bir de başarısız uygulamasını (daha doğrusu uygulamamasını) görmek için bu filmleri arka arkaya seyredebilirsiniz. Ama bence "Gazap Ateşini" seyretmeseniz de olur. Her ne kadar senaryo hocaları "İyi senaryo yazmak için kötü filmler de seyretmek gerek" dese de, ben böyle bir şey deme sorumluluğunu alamam. Çünkü insan hayatının en önemli unsuru "zaman"dır. Ve benim söylediğim bir şeyden dolayı zaman kaybetmenizi kesinlikle istemem. Eğer yine de kötü film izlemek istiyorsanız, bunu 5'e 1, ya da en iyisi 10'a 1 şeklinde oranlayın. Yani 10 iyi filme karşılık 1 kötü film izleyin. Aslında bu kadar çok iyi film bulmanız bir süre sonra çok zorlaşacak 187

ve - sinema eleştirmenlerinin de "katkısıyla" - eninde sonunda bir sürü kötü film izleyeceksiniz zaten. Bu kötü filmleri izlerken kendinizi "Ben bu filmi 'eğitim amaçlı' izliyorum zaten" diye teselli edebilirsiniz. posted by gezgin @ 6:53 PM

0 comments

Pazar, Temmuz 24, 2005 YAZMANIN 3 KOZMİK KURALI Eski bir yazar ve yazarların sorunları üzerinde uzmanlaşmış lisanslı bir psikoterapist olarak, yazmak söz konusu olunca, çok fazla kuralın bulunmadığını biliyorum. Aşağıdaki kurallar hariç. Ben onlara “Yazmanın Üç Kozmik Kuralı” diye mütevazı bir ad koydum. Ciddiyim. Bu üç basit kuralı öğrenin, sonra da onları zihinlerinize ve gönüllerinize kazıyın. Canınız yanmaz, korkmayın. BİRİNCİ KOZMİK KURAL: YETERLİSİNİZ Yazarlık (Amerika’da – gg) bir büyüme sanayiidir. Daha iyi, daha hızlı, daha ticari yazmanızı sağlayacak düzinelerce seminer, kitap ve kaset vardır. Ve bunların çoğuyla ilgili hiçbir sorun yok. Biliyorum, çünkü ben de ders veriyorum. Çünkü gerçekten de bir yazarın, yazma zanaati hakkında, hikaye anlatma gelenekleri hakkında ve piyasa gerçekleri hakkında öğrenmesi gereken şeyler vardır. Ama yazmaya yeni başlayan yazarı bir tehlike beklemektedir: bu tehlike de, eğer doğru seminerlere giderse, doğru kitapları okursa, veya doğru guruyu seçerse başarılı olacağı inancıdır. Yani şu anki halinin yeterli olmadığı inancıdır. Bu klasik bir inanç sistemidir... yazarlar, başarılı olmak için, şu andakinden “daha fazla” bir şeyler olmaları gerektiğini hissederler: daha akıllı, daha eğitimli, daha komik... daha ilginç hayatları olan, daha benzersiz deneyimleri bulunan, “daha fazla” bir şey. Yazarlarla çalışan bir terapist olarak bunu her gün görüyorum: kendilerinin yeterli olmadığını hisseden yazarlar. DİĞER bütün yazarların daha yetenekli, daha özgüvenli, kendinden daha az şüphe eden insanlar olduğuna inanan yazarlar. Bu durum hemen, Woody Allen’ın “Stardust Memories” filminin ünlü açılış sekansını aklıma getiriyor. Mahzun bir Woody, karanlık, kirli bir tren kompartımanında, kendisi gibi üzgün insanlarla oturmaktadır. Pencereden dışarı bakar ve başka bir tren kompartımanı görür: bu, parlayan, aydınlık bir kompartımandır. İçinde son derece yakışıklı erkekler ve güzel kadınlar gülüp şampanya içmektedir. Woody umutsuzluğa kapılır: kendisi neden o parlak kompartımanda, ışıltılı insanlarla birlikte değildir ki! Yazar bir hastam, duygularını anlatmak için bu sahneden bahsedince, yetersizlik hissinin yanı sıra, daha sinsi, daha zararlı bir şey ortaya çıktı. Bu, kendisinde bulunan içsel bozukluklardan / eksikliklerden dolayı, kendisine kötü bir el dağıtıldığı – ben yanlış kompartımandayım – düşüncesiydi. Eğer daha iyi bir yazar olsaydı – daha akıllı, daha yetenekli, ya da başka bir şey – doğru kompartımanda olurdu. O ışıltılı insanlar parıltılı kompartımandaydı çünkü orada olmayı HAK EDİYORLARDI. Oysa kendisi haketmiyordu. Bundan sonra, onunla yaptığımız çalışmalar, onun kendini sabote eden davranışlarını, kendisini eksik / kusurlu olduğu inancının doğal bir sonucu olarak ele aldık. Hastam, kendisi ile ilgili bu acı verici görüşü fark edip ona meydan okuyunca, kendi hakkındaki görüşleri de değişmeye başladı. Bu anekdotun gösterdiği şey şu: yazmanızla ilgili en büyük tehlike, kendinizi yetersiz görmektir. Ve bu çok yaygın, insanı çok sınırlandıran bir inançtır. Herkes eğlencenin başka bir yerde olduğuna inanır. Ama durum hiç de öyle değil. Eğlence tam burada ve şu anda yaşanıyor. Sizde! Siz – bütün şüpheleriniz ve korkularınız, neşe ve üzüntüleriniz ile – yeterlisiniz. Siz – şu anda bu satırları okuyan kişi – olmak istediğiniz yazar olmak için gereken her şeye sahipsiniz. “Ben mi?” diye sorabilirsiniz. “Bu halimle mi?” Evet. Şu anda belki korkan, belki hayal kırıklığı yaşayan, engellendiğini ya da cesaretini kaybettiğini hisseden siz. Eğer böyle hissediyorsanız, aramıza hoş geldiniz. Çünkü dünya üzerindeki bütün yazarlar, hatta en başarılı olanları bile (ki kendileri de bir zamanlar başarılı olmak uğruna 188

cebelleşiyorlardı) böyle hissediyor. Peki şimdi başarılı olduklarına göre? Hala cebelleşiyorlar. Hala aynı şüphelere, korkulara, özlemlere sahipler. Sadece, bu duygulara, sizin yüklediğiniz olumsuz anlamları yüklemiyorlar. Akıllı yazarlar kendi duygularını, kendi iç yaşamları ile ilgili çok önemli bilgiler ve yazı zanaatının ham maddeleri olarak görürler. Onlara kullanılabilecek malzeme olarak bakarlar. Bu da beni İkinci Kozmik Kurala getiriyor. İKİNCİ KOZMİK KURAL: ELİNİZDE NE VARSA ONUNLA ÇALIŞIN En hoşuma giden karikatürlerden biri şudur: tıkanma yaşadığı belli olan bir yazar, daktilosunun karşısında oturmaktadır. Yerler, buruşturulmuş kağıtlarla doludur. Adamın etrafında düzinelerce köpek bulunmaktadır: kimi uyuyan, kimi havlayan, kimi pencerenin pervazından sarkan bir sürü köpek. Yazarın karısı kapının orada dikilmiş, bıkkın bir küçümseme ile ona bakmaktadır. Kadın, “sen de köpekler hakkında yaz” der. Bu karikatürün altını çizmek istediği şey şu: hayal kırıklığı yaşayan / engellenmiş bir yazar genelde, hayatını bizzat dolduran yazı konusunun – burada, köpekler – burnunun dibinde durduğunu görmez. Bir başka deyişle, size verilen şeylerle / sahip olduklarınızla çalışın. Yazarlar GÖRME konusunda, çevrelerindeki dünyayı gerçekten görme konusunda pratik yapmalıdırlar. Bir yazar olarak göreviniz, bunu bilinçli ve sanatsal bir biçimde yapmak, bu arada zanaat becerilerini ve hayal gücünüzle birlikte hafızanızı ve düşünce gücünüzü de kullanmaktır. Çevrenizdeki dünyaya dikkat etmelisiniz. Tolstoy “Tanrı’nın karşınıza çıkardığı insanları sevin” demiştir. Tao “On Bin şeyi sevin” der. Kısaca her şeyi sevin – yani görün. Bununla neyi anlatmak istiyorum? Yaşadığınız şeylerin tamamını sevmek, bizim bunlara verdiğimiz tüm tepkileri kabul etmek, iyi ya da kötü, acı ya da tatlı, bütün olayları yaşama biçimimizin çeşitliliği ile neşelenmektir. Sanatçının görevi her ânı – ve bizim ona verdiğimiz tepkiyi – potansiyel olarak ilginç, yeteneklerimizi zorlayarak geliştiren ve yaratıcı katılıma değer olarak görmektir. Bu açıdan baktığımızda bir yazar asla sıkılmaz, hayatın daha heyecanlı, daha ilginç, olduğundan daha başka bir şey olmasını istemez. Ama eğer gerçekten de sıkılıyorsa ya da bir özlem duyuyorsa o zaman bu sıkıntıyı ya da özlemi yazmalısınız. O günkü malzemeniz odur. O gün size verilenle çalışmalısınız. Bu da beni Yazmanın Üçüncü Kozmik Kuralı’na getiriyor. YAZMANIN ÜÇÜNCÜ KOZMİK KURALI: YAZMAK, YAZMAYA NEDEN OLUR Eğer zor bir sahnede takılıp kaldıysanız, yazın gitsin! Kötü yazın. Nazım (şiir) şeklinde yazın. Bir “günlük” gibi yazın. Eğer tıkanıp kaldığınız için sıkkınsanız, bunu yazın. Umurumda değil. Yeter ki yazın. Eğer kızgınsanız, ya da kendinizi eleştiren bir ruh hali içindeyseniz, bu duyguları hikayenizdeki karakterlerden birine verin. Eğer buna uygun bir karakter yoksa, yaratın. Nasılsa böyle bir karakter var: siz. Öfkeniz, şüpheleriniz, korkularınız ve hayal kırıklıklarınız, hikayenizdeki herhangi bir karakter ya da dönüm noktası kadar, hikayeniz için gerekli unsurlardır. Bu durumdan faydalanabilirsiniz. Yazmak, yazmaya neden olur. Tıpkı endişelenmenin daha çok endişeye neden olması gibi. Takıntı yapmanın da daha çok takıntı getirmesi gibi... Sanırım ne demek istediğimi anladınız. Bulunduğunuz halden / yerden yazma riskini göze aldığınız zaman, ruhunuza bir sürü süreci başlatırsınız. Yazdığınız ilk iğrenç cümlenin, içinde var olabileceğini, değerlendirebileceğiniz, üzerini çizebileceğiniz bir yaşamı vardır. Bu ilk girişimin yerini ikincisi alabilir, bu umarım daha az iğrenç bir cümle olur – belki de hoş bir tasvir ya da çarpıcı bir diyalog içerir. Belki de içermez. Ama fark etmez. Yazmaya devam edin. William Goldman’ın bize hatırlattığı üzere, yazdığınız bazı sahneler gerçekten de berbat olacaktır, ama bunlar önemli bir “bağ dokusu”dur. Olayların ilerlemesine yardımcı olurlar; bir zincirdeki halkalar gibidirler. Belki zayıf halkalardır, ama her zaman 189

dönüp onları güçlendirebilirsiniz. Ne ile mi? Her şeyden önce, onları yazmış olduğunuzun bilgisiyle; çünkü yazmak, sadece daha çok yazmaya neden olmaz. Aynı zamanda, “yazabildiğiniz”, sayfaların yavaş yavaş birikeceği gerçeğini de pekiştirir. Olaya şu yönden bakın: yazarak geçirdiğiniz her saat, yazma konusunda endişelenerek GEÇİRMEDİĞİNİZ bir saattir. Sayfalar dolusu yazı ürettiğiniz her gün, bir kafede oturup hiçbir şey yazamamaktan şikayet ETMEDİĞİNİZ bir gündür. Yazmak daha çok yazmaya neden olur. Yazmamak da daha çok yazmamaya. Hesabı siz yapın. İşte size Yazmanın Üç Kozmik Kuralı: 1. Yeterlisiniz 2. Elinizde Ne Varsa Onunla Çalışın 3. Yazmak, Daha Çok Yazmaya Neden Olur. Tüm bunlar, tek bir kurala işaret eder. Yazın. Beklemeyin. Şimdi yazın. Ve yazmaya devam edin. *** Yazar: Dennis Palumbo posted by gezgin @ 10:55 PM

0 comments

OLAY ÖRGÜSÜ YARATMANIN 10 KURALI 1) Hiçbir Şey Rasgele Gerçekleşmemelidir. Hikayedeki her şeyin bir önemi olmalıdır: bu ister simgesel olsun, ister hedeflenen doruk anı (“climax”) için olsun. Bütün adlar, bütün yerler, bütün eylemler ve olayların bir amacı olmalıdır. Senaryonuzdaki bir unsurun gerekliliğini test etmek için kendinize şu soruyu sorun: Neden o yer değil de bu yer? Neden o isim değil de bu isim? Neden başka bir şey değil de bu eylem, bu konuşma... vb. Bu sorunun cevabı “okuyucuyu, hikayenin akla uygun olduğuna ikna edebilmek için; hikayenin teması ile ilgili bir mesajı okuyucuya aktarabilmek içn; okuyucuyu hikayenin sonundaki zirveye hazırlamak ve böylece bu zirvenin hem akla hem de hikayenin temasına uygun olmasını sağlamak için” olmalı. 2) Hikaye, Güçlük İçindeki Karakterden Doğar. İyi huylu bir adam, hedeflerine, karakterine hiç uymayan saldırgan bir hareketle ulaşamaz. Ama bu adamın karakterinin bastırılmış yönü ile ilgili az da olsa bir şeyleri önceden göstererek okuyucuyu hazırlamışsanız, stres altında bu bastırılmış yön ortaya çıkabilir. Yalnız bu stresin de hikayenin koşulları göz önünde bulundurulduğunda akla uygun olması gerekmektedir. 3) Her Karakterin Kendi Kişisel ve Acil Gündemi Vardır. Bir karakterin, kendi kişisel gündemini bırakıp başka bir şeyle ilgilenmesi için çok iyi nedenler olmalıdır. Eğer böyle nedenler yoksa hikaye çok şey kaybeder. Karakterin yaşadığı aciliyet hissini paylaşmayabiliriz ama yapmakta olduğu şeye neden bu kadar önem atfettiğini anlayabilmeliyiz. Gerçek bir motivasyon olmadan hareket eden bir karakter, tanım itibariyle melodramatiktir, (yapması anlamlı olduğu için değil) sadece okuyucuyu heyecanlandırmak için sıra dışı şeyler yapar. 4) Bir Hikayedeki Olay Örgüsü, Tek Tek Karakterlerin Olay Örgülerinin Bir Sentezidir. Her karakterin kendi kişisel gündemi vardır; bu gündem, diğer karakterlerin gündemi ile çatışarak ya da uyuşarak değişikliğe uğrar. Her şey kötü adamın istediği gibi olmaz, aynı şey kahraman için de geçerlidir; her ikisi de birbirlerine engel olurlar, sonra da baskı altında doğaçlama olarak yeni yollar bulmak zorunda kalırlar. Eğer kahraman kuzey batıya gidiyorsa ve kötü adam da kuzey doğuya gidiyorsa, hikaye onları aşağı yukarı kuzeye doğru götürür – en azından ikisinden biri bir avantaj elde edene kadar. 5-) Olay Örgüsü “Hikaye”den Çok Daha Önce Başlar.

190

Hikaye, olayların son derece kritik ve geri döndürülemez bir hal aldığı bir anda başlamalıdır. Eğer gerekirse daha sonra, hikayenin başlangıcından önceki olaylar hakkında “flashback”ler, açıklamalar veya sonuç çıkarmalar ile bilgi verebilirsiniz. 6-) Önemli Unsurları Daha Önceden “Sezdirin” Hikayenin ilk bölümü bir tür kehanet gibidir. İkinci bölümü ise bu kehaneti gerçekleştirir. Her önemli karakter, yer ya da nesne, hikayede önceden sezdirilmelidir. Gökten inen “Deus ex machina” çözümler kabul edilemez; kahramanınızı kurtarmak için şapkadan tavşan çıkaramazsınız. Ama olacakları da aynen göstermezsiniz – okuyucularınız olacak olayları tamamen görmek istemezler; hele de karakterleriniz bunları kendileri göremeyecek kadar aptalsa. İşin püf noktası şudur: hikayeniz için gerekli olan şeyi, okuyucunuzu onun önemine çok uyandırmadan koyun. Özellikle de şans ve rastlantı, öykünün gidişatını etkileyecekse, çok dikkatli bir biçimde hazırlanmalıdır. 7-) Ne Tür Bir Hikaye Anlattığınızı Unutmayın Her hikaye, bireyin toplumla olan ilişkisinin hikayesidir. Komik bir hikaye, toplumdan soyutlanmış birinin mevcut bir topluluğa kabul edilmesi ya da kendi topluluğunu oluşturması yoluyla elde ettiği “toplumla bütünleşme”yi anlatır. Bu bütünleşme genelde bir evlilik ya da şölen ile sembolize edilir. Trajik bir hikaye ise, toplumla bütünleşik bir insanın toplumdan soyutlanmasını anlatır. Ölüm, bu soyutlanmanın bir sembolüdür sadece. Olay örgüsü ne tür bir hikaye okuduğumuz hakkında bizi belirli bir ölçüde muallakta tutmalıdır. Oğlanın kızı elde ettiği bir komedi bile olsa, komik zirve (oğlanın bunun nasıl başardığı) bizim için bir sürpriz olmalıdır (“Nottin Hill” - gg). Eğer kahramanın sonunun felaket olacağını biliyorsak bile, bu düşüş, bildiğimiz ama yeterince önem vermediğimiz bir şeyden kaynaklanmalıdır (“Carlito’nun Yolu”, “Cesuryürek” –gg). 8-) İronik Olay Örgüleri, Yüzeysel Anlamları Tersyüz Ederler. Burada, normalde arzulanan bir hedef bize çok itici gelir: kahraman biriyle evlenir, ama yanlış kızı seçer ve hikayeyi bir trajediye çevirir. Ya da kahraman ölür, ama bunu yaparak toplumsal olarak kabul edilebilir bir hale gelir – ya bir şehir olur ya da bir kurtarıcı. 9-) Kahraman En Sonunda Olayların Kontrolünü Ele Geçirmelidir. Her hikayede kahraman bir süre pasiftir, sadece olaylara tepki verir. Ama bir noktada, olayların denetimini ele geçirmeye çalışmalıdır. Bu bir “karşı-itiş”tir, hikayenin bir üst vitese geçtiği andır. Bazı durumlarda, birden fazla itiş ve karşı-itiş olabilir; hikayenin başlarında, karşı-itiş, kahramanın karakterinin belirlenmesine yardımcı olur ve onu, hikayenin ileri bölümlerinde olacak daha ciddi çatışmalara (ve karşı-itişlere) müsait bir pozisyona getirir. Her sahnenin kahramanın önüne bir sorun çıkardığını söyleyebiliriz; onun tepkisi, karşı-itiştir. Hikayenin genel yapısı açısından baktığımızda, bu karşı-itiş genelde, kahramanın ilk planı başarısız olduktan sonra ortaya çıkar; olan olaylardan bazı dersler almıştır ve şimdi bunları hikayenin zirvesine yaklaşırken kullanacaktır. 10-) Olay Örgüsü Karakteri Dramatize Eder Eğer bütün edebiyat, insanın kim olduğunu arayışın bir hikayesi ise, olay örgüsü bu arayışın yol haritasıdır. Her olay, her tepki, karakterlerin kimliklerinin bir yönünü açığa çıkarmalıdır. Olay örgüsünü oluşturan unsurlar, cesur ya da korkak, aptal ya da zeki, eli açık ya da cimri olma fırsatları vererek karakterlerin kimliklerini dramatize ederler (canlandırarak gösterirler). Bu fırsatlar, anlatmakta olduğunu hikayeye uygun şiddetli baskılar şeklinde gelirler. Sadece iş olsun diye konan olay örgüsü unsurları – bir dövüş, cinsel yakınlaşma, uğursuz bir haber – olaya dahil olan karakterlerin kişiliklerini aydınlatmıyorsa, hikayeye gereksiz yere yük olurlar. Buna karşılık okuyucu, bir olay örgüsü aracıyla dramatize etmediğiniz (canlandırarak göstermediğiniz) bir karakter özelliğine inanmayacaktır. *** kaynak: Crawford Kilian posted by gezgin @ 9:37 PM

0 comments 191

YALNIZ DEĞİLİM: SPIELBERG SAÇMALAMIŞ Aşağıdaki yazının yazarının, Spielberg'in son filmi ile ilgili eleştirisi, benim daha aşağılarda yaptığım eleştiriyi doğrular nitelikte: "Dram'da insanlar inanılır nedenlerden dolayı olağanüstü şeyler yaparlar. Melodramda ise inanılırlığın konuyla bir alakası yoktur. Karakterlerin kendilerini büyük, korkutucu, heyecan verici durumlar içine sokmalarını, sonra da akla hiç de yakın gelmeyen şekillerde bu durumlardan kurtulmalarını, sonra da başka bir hengameye dalmalarını bekleriz. Spielberg'in Dünyalar Savaşı bir anlamda klasik bir melodram: Eğer herhangi bir karakter en ufak bir aklı başında davranış gösterse, hikaye tamamen çökermiş. *** Eğer aptal insanlarla derinden bir özdeşleşme kurmazsak, onların başına gelenleri umursamamız için hiçbir nedenimiz olmaz. Ve işte melodramların en büyük hatası: eğer karakterleri umursamazsak, ne kadar şaşırtıcı olsalar da, başlarına gelen şeyleri de umursamayız. Gerizekalıların hayatlarını gerizekalı nedenlerden dolayı tehlikeye atması korkutucu değil. Uzaylıların TV kameralarının bodrumlarda gezinmesi de korkutucu değil; eğer uzaylılar da moron olmasaydı, kızılötesi dedektörler ve nötron bombaları kullanırlar ve kendilerini büyük bir zahmetten kurtarırlardı. Ray'in (Tom Cruise) ve yarım akıllı oğlunun, her nedense hiç hasar görmemiş Boston'da, yarım akıllının annesiyle bir araya gelmesi de bizi teselli etmiyor. *** Eğer Ray bir gerizekalı ise, onun yaşaması ya da ölmesi umrumuzda olmaz. Ama eğer Ray, bilmediği bir dünyadaki anlamadığı güçlere, beceriksiz bir biçimde tepki veren Amerika'nın vücut bulmuş haliyse (simgesiyse), o zaman bu filmi Bush'un ve müttefiklerinin bir eleştirisi olarak okuyabiliriz." *** Bu ilginç yazının tamamını burada bulabilirsiniz (İngilizce). *** Bu vesileyle, Atilla Dorsay'ın bu filmi dört dörtlük bulmasının, bende büyük bir hayal kırıklığı yarattığını söylemeliyim. Genel olarak kendisiyle beğenilerimiz örtüşür. Ama bu filmle ilgili yorumları, bendeki A.D. imajında, büyük bir hasara yol açtı. Bir daha onun yazılarını okurken iki kez düşüneceğim. posted by gezgin @ 8:26 PM

3 comments

KENDİNE GÜVENMEYEN KARAKTERLER YARATIN Scarlett O’Hara ("Rüzgar Gibi Geçti"nin kahramanlarından biri) “bir daha asla aç kalmayacağına” yemin etmişti. Jay Gatsby, (“Muhteşem Gatsby”nin baş karakteri), eski zengin kız arkadaşını etkilemek için fiyakalı gömlekler satın almıştı. Winston Smith’in (“1984”) fare korkusu, sevgilisini Büyük Birader’e ihbar etmeye itmişti onu. Genç bir yazarken, bu hatırda kalan karakterlerin verdiği dersi görmezden gelmiştim. Kardeşim “Senin yazdığın karakterlerin hepsi çok havalı (“cool”)” demişti. Doğru söylediğini kabul etmek zorunda kalmışım. Yazdığım kahramanların hepsi bendim – sadece daha oturaklı, kadınlar karşısında daha güvenli, çatışma karşısında sükunetini kaybetmeyen ve sıkı yumruk atabilen bir halimdi. Ama SUPERMAN’in bile Kriptonit’e ihtiyacı vardır. (Bilmeyenler için not: Superman adlı kahraman, sadece Kriptonit adlı madde karşısında bütün üstün güçlerini kaybetmektedir - gg). Sizin yarattığınız kahramanların da aynı derecede zayıflatıcı / zararlı bir şeye ihtiyacı vardır: onları olağanüstü şeyler yapmaya itecek, içsel bir güvensizlik duygusu (“insecurity”). Bu, dram ile melodram arasındaki hayati farktır. Melodramda insanlar, aptalca ya da eften püften şeyler yüzünden olağanüstü şeyler yaparlar. Böyle davranırlar çünkü böyle davranmak zorundadırlar. Çünkü yazar, okuyucularını heyecanlandırmak için başka bir yol düşünememiştir. Belki biz eski zengin kız arkadaşımızı etkilemek için özel olarak dikilmiş gömlekler satın almayabiliriz ama 192

Jay Gatsby’nin duygularını anlayabiliriz; hepimizin geçmişte kaybettiği bir aşkı vardır. Biz, en derin duygularımızla hareket etmeyiz, bu da bizim bu şekilde (yani en derin duygularını dinleyerek) hareket eden insanlardan – yani yazdığınız gibi karakterlerden – hoşlanmamıza neden olur. Karakterlerini sakin, yetenekli ve herşeye hazır gibi görünebilirler ama bu görünümlerinin altında kaygı içinde kıvranıyor, aşk acısı çekiyor ve geri dönüşü olmayan kayıplar için için için ağlıyor olmalılar. Onların görevi, insanlığın hikayesini yeniden canlandırmaktır. Bu, Cennet’ten kovulmuş, düşman bir dünyada savaş veren, günahlarının affedilmesini ve yeniden Cennet'e dönmeyi arzulayan insanın hikayesidir. Karakterinizin geçmişinde bir aşamada her şey iyidir, işler yolunda gitmektedir. Sonra korkunç bir şey olmuştur: bir kardeşi ölmüştür, babası iflas etmiştir ya da çıldırmıştır, sevgilisi gitmiştir, bir savaş ülkeyi altüst etmiştir. Kahramanın dengeli dünyası paramparça olmuştur ve karakteriniz o günden beri tekrar o denge halini sağlamaya çalışmaktadır. İşte bu nedenle Scott Fitzgerald (“Muhteşem Gatsby”nin yazarı) “Karakter, hikayedir / olay örgüsüdür” (“Character is plot”) demiştir. Ve olay örgüsü, bu cennete yeniden ulaşmak için gösterilen sistemli ya da doğaçlama çabalardır: ölen kardeşin intikamını almak, babanın borçlarını ödemek, giden sevgiliyi bulmak, savaşı kazanmak ister. Bazen olay, gerçeği anlamaktan ibarettir: kahramanın ailesi yoksuldur ya da utanç verici bir sırrı saklamaktadır. Ya da kahraman bir şekilde diğer insanlardan farklıdır. Neden her ne ise, karakterinizi büyük ölçüde güvensiz ve güven halini tekrar ele geçirmeye çalışan azimli biri yapar. Ama bu, herhangi bir güvensizlik olmamalıdır. Bu güvensizlik, hikayenizin temasını yansıtmalıdır. Gatsby, kendini geliştirme ve sınıf atlama şeklinde ifade edilebilecek Amerikan rüyasına inanan yoksul bir çocuktur. Daisy onu reddedip zengin Tom Buchanan’ı seçtiğinde, Gatsby içki kaçakçılığı ve diğer yasadığı faaliyetler ile zengin olarak kızın sevgisini kazanmaya çalışır. Ve Amerikan rüyasının bir parodisi haline gelir. Karakterinizin içsel güvensizliğini bulmanın bir yolu, onun hayat hikayesini ve kişisel özelliklerini yazmaktır. Bunu yaptığınız zaman sadece karakterinizi değil, onun babaannesini de hayal etmeniz gerekecektir. Böylece karakterinizle ilgili önemli ayrıntılar ortaya çıkacaktır. Belki karakterinizin babaannesinin kanserden dolayı yavaş yavaş ölmesi, onda büyük bir ölüm korkusu meydana getirmiştir. Bu da ona, ani bir ölüme neden olabilecek riskli hareketlerde bulunma özelliğini vermiştir. Kadın kahramanınızın elde edilmesi güç erkeklere duyduğu ilgi, genç bir kız iken kendinden büyük bir oğlana aşık olmasından kaynaklanabilir. Bir başka deyişle, kahramanınızın güvensizliği onu sonu gelmez dertlere sokmalıdır. Hikayeniz, yanlış hedeflenmiş bir aşktan, çok büyük bir arzudan ya da intikam arayan bir nefretten kaynaklanan bir acının araştırılmasıdır. Belki karakterleriniz bu deneyimde bir şeyler öğrenecek ve daha iyi, daha güvenli insanlara dönüşeceklerdir; belki de böyle olmayacaktır. Her halûkârda okuyucularınız, karakterlerinizin başarılı ya da başarısız olmasına neyin neden olduğunu anlayabilmelidir. Kahramanınız için geçerli olan şey, kötü adamınız için de geçerlidir. Eğer kötü adamınız sadece bir psikopatsa ya da acımasız bir biçimde kötülük yapıyorsa, melodramatik olurlar. Onları da harekete geçiren nedenler varsa – bunlar öyle nedenler olmalıdır ki onların, gücü nasıl suistimal ettiklerine aldırmamalarını yol açmalıdır – kahramanınıza karşı gelmek için gerçek nedenleri olabilir. Bu da onları, bıyık buran herhangi bir kötü adamdan çok daha korkutucu yapar. ... Son bir tavsiye: bize, kadın kahramanınızın ulaşılması zor erkekleri arzuladığını söylemekle yetinmeyin. Onun, bu tür erkeklerin resimlerini yapıştırdığı defterini gösterin; kadını, bu tür erkeklerin evlerinin ve bürolarının önünden geçerken, onların kız arkadaşlarıyla konuşmalarını gizlice dinlerken gösterin. Bırakın biz, yani okuyucular, bu insanın bir sorunu olduğuna karar verelim; o zaman bütün bunları 20 sene önce başlatan adamla karşılaştığında, onun adına gerçekten üzülebiliriz. Ama üzülmekle de kalmayız – daha sonra olacakları öğrenmek için hemen sayfayı çeviririz. *** Kaynak: Crawford Kilian’ın yazısının bir bölümü. Not: Aslında roman ve hikaye yazımı ile ilgili olan bu yazının senaryo yazımı için de geçerli olan bazı ilkeleri anlattığını düşündüğüm için kendisini buraya aldım. posted by gezgin @ 8:08 PM 0 comments 193

Cumartesi, Temmuz 23, 2005 "ONLINE SENARYO ATÖLYESİ" DEVAM EDİYOR Hatırlarsanız, aşağılarda bir yerde, Eylül ayının ortasından itibaren bir "Online Senaryo Atölyesi" yapacağımızı duyurmuştum. Ve sizlerden, gözden çıkarabileceğiniz, başkalarıyla paylaşmaktan çekince duymayacağınız senaryo fikirlerinizi yollamanızı istemiştim. Fikirler gelmeye başladı. Eylül'e kadar da fikir yollamak için zamanınız var. Ama son ana kadar bekleyip de bir gecede fikir bulmaya çalışmayın. Şimdi bulduğunuz fikileri biraz işleyin, üzerlerinde "beyin fırtınası" ("brainstorming") yapın. Öyle yollarsanız işimiz daha da kolaylaşır. Tekrar hatırlatayım dedim. posted by gezgin @ 7:36 PM

0 comments

Perşembe, Temmuz 21, 2005 O BEN DEĞİLİM! http://www.senaristim.forumkurdu.com'da yayınlanan şu ilanla hiçbir alakam yoktur. Kullanıcı her ne kadar SANARİST adını kullandıysa da, o ben değilim. Belirteyim dedim. posted by gezgin @ 8:18 PM

0 comments

Salı, Temmuz 19, 2005 EVLİLİKTE AKSİYON! Evliliklerde genel olarak eşlerin birbirlerini yeterince iyi tanımadığı, bundan dolayı da evliliklerin monotonlaştığı teması sinemada sık sık işlenir. Çok yaratıcı bir tavrınız yoksa, anlattığınız evlilik kadar sıkıcı bir filmin ortaya çıkma ihtimali vardır. İşte, kısa bir süre önce vizyona giren "Mr. and Ms. Smith" bu temayı işliyor. Ne yazık ki bahsettiğim yaratıcılığı göstermiyor ve yıldız dolu kadrosuna rağmen sıkıcılaşıyor. Filmin daha ilk 30 dk.sı boyunca olayın ne olduğunu tam olarak çözemiyoruz. Yani kim ne yapacak bilemiyoruz. Oysa bu sitedeki çeşitli yazılarımda ilk 10 dakikanın ne kadar önemli olduğunu anlatmıştım. Film daha en baştan bu kuralı ihlal ediyor ve bir anlamda da kaderini belirliyor. Filmin yaptığı başka hatalar da var: filmin son çeyreğine kadar hangi tarafı tutacağımızı bilmiyoruz. Yani çok net bir kahraman - düşman zıtlığı yok. Filmin ancak son çeyreğinde gerçek düşmanın kim olduğu ortaya çıkıyor. Bu da seyirci olarak bizim pek işimize yaramıyor. Zira onca aksiyon içinde kimin tarafını tutacağımızı bilemiyoruz. Bütün bu hatalardan sonra final de hiç etkileyici olmuyor. İşin ilginç yanı, filmin yönetmeninin Doug Liman olması. Bence bayağı başarılı olan "Bourne Identity"nin yönetmeni (başrolünde Matt Damon vardı). Aynı zamanda "The O.C."nin de uygulayıcı yapımcılarından. (Seth Cohen'i filmde görmek, bu yüzden bizi şaşırtmıyor pek). Ama yönetmen bu senaryonun zayıflıklarını görememiş. Ve ortaya, çok heyecan vermeyen, ancak vakit öldürmek için izleyebileceğiniz bir film çıkmış. Oysa benzer bir konuyu işleyen ve türünün en başarılılarından olan bir film daha var: GERÇEK YALANLAR ("True Lies"). Bu filmde Arnold Schwarzenegger ve Jamie Lee Curtis rol alıyor ( artı, en komik rollerinden birinde Tom Arnold). "Bay ve Bayan Smith"den farklı olarak burada sadece Arnold gizli ajan. Ama filmin hikayesi çok ama çok sağlam. Ayrıca çok iyi çekilmiş. Müthiş bir aksiyon ve komedi karışımı. Yönetmen kim mi? Tabii ki James Cameron! Benzer bir konunun bir sıradan, bir de yaratıcı ve maharetli bir biçimde nasıl ele alındığını görmek için, bu iki filmi arka arkaya izlemenizi tavsiye ederim. posted by gezgin @ 8:44 PM

0 comments 194

Cuma, Temmuz 15, 2005 İYİ SENARİSTLERİN ÇALIŞMA ALIŞKANLIKLARI Şunu en başta söyleyeyim: "senarist" olmanız için birinin size "senarist" demesi gerekmiyor. (Bu, Robert Rodriguez'in "yönetmenlik" ile ilgili tanımının senaristliğe uygulanmış hali aslında). Kendinizi senarist olarak tanımlamanız ve senaryo yazmanız yeterli. (SEN-DER böyle bir tanımı kabul etmiyor, ne yazık ki. Onlara göre "senarist" sayılmanız için adınızın bir dizinin ya da filmin yazılarında "senarist" olarak geçmesi gerekiyor. Yani ne kadar iyi senaryo yazarsanız yazın, eğer filme çekilmemişse senarist değilsiniz. Tersi de doğru: ne kadar pespaye şeyler yazarsanız yazın, adınız ülkenin kıyısında köşesinde yayın yapan bir TV'de yayınlanan bir dizinin jeneriğinde geçiyorsa siz bir senaristsiniz. Bu mantıkla devam edersek, örneğin Gustav Flaubert MADAME BOVARY'yi yazsa ama yayınlatmasa "yazar" sayılmamalı. Ama en ucuz pembe dizi yazarları, "eser"lerini yayınattıkları için "yazar" kabul edilmeli. Eğlenceli değil mi? Kurumsallaşmanın ve kurallaşmanın getirdiği kaçınılmaz komikliler bunlar.) Diyelim ki kendinizi bir "senarist" olarak tanımlıyorsunuz. Yazmaya hazırsınız ya da hali hazırda yazıyorsunuz. Neler yapmalısınız? Nasıl çalışmalısınız? Çalışmalarınızdan en yüksek verimi nasıl alabilirsiniz? İşte bu yazıda bu soruları ele alacağım. 1) İyi senaristler 10 PARMAK yazar. "Ben 3 parmakla da idare ediyorum" diye komik bir bahenenin arkasına saklanmayın. İdare etmek bir şey, düşündüğünüz hızda yazmak başka bir şeydir. 10 parmak yazmayı öğrenirseniz tuşlara değil, ekranda gördüğünüz mesaja bakarsınız. Bu, hem yazdığınız yazının imlasını anında kontrol etmenize, hem de yazdıklarınızı bir yandan da düşünmenize olanak tanır. 10 Parmak yazarak kazanacağınız zamanda daha çok dinlenebilir, kendinizi geliştirebilir, Japonca öğrenebilirsiniz. 10 parmak yazmak aslında hiç de zor değildir. (Ben, kendi kendime, 2 ayda öğrenmiştim). Yapmanız gereken ilk şey, iki elinizin işaret parmaklarını, üzerlerinde küçük çentikler bulunan "f" ve "j" tuşlarının üzerine koymak. Sonra diğer 3 parmağı, bu tuşların hemen yanındaki tuşların üzerine yerleştirmek. Yani sol elinizin parmakları "serçe" parmağından "işaret" parmağına doğru "ASDF" harfleri üzerinde durmalı, sağ elinizin parmakları da "işaret" parmağından "serçe" parmağına doğru "JKLŞ" harfleri üzerinde durmalı - Q Klavye kullandığınızı varsayıyorum. Bundan sonrası çok basit: Artık her bilgisayar karşısına oturuşunuzda, asıl işinize başlamadan 5 dakikalık "10 parmak" alıştırması yapmayı alışkanlık haline getiriyorsunuz. Boş bir WORD belgesi açıyorsunuz ve başlıyorsunuz sol seçre parmak ve yüzük parmakla alıştırma yapmaya: ASASASASAS... Bu sırada tuşlara değil ekrana bakıyorsunuz. Arada sırada da başparmağınızla "boşluk" tuşuna basıyorsunuz (Klavyenin alt tarafındaki uzun tuş). Bu alıştırmayı yüzlerce kez yapıyorsunuz. Öyle ki serçe parmağınızın altında "A" harfinin olduğunu adınız gibi öğreniyorsunuz. Sonra, yine ekrana bakarak, sol elinizin serçe ve orta parmağını kullanarak alıştırma yapıyorsunuz: ADADADAD... Sonra bu üç parmağın kombinasyonlarını deniyorsunuz: ASDASDASD... DASDASDAS... vb. Benzer uygulamaları sağ eliniz için de yapıyorsunuz. Bilgisayarın karşısına her oturduğunuzda 5 dakika bu alıştırmayı yaparsanız, yaklaşık 2-3 ay içinde klavyedeki bütün tuşların yerlerini öğrenebilir ve düşünce hızıyla yazmaya başlayabilirsiniz. 2) İyi senaristlerin iyi bir HABER ARŞİVİ vardır. İyi senaristler evdeki eski gazeteleri atmadan önce eline makası alır ve ilginç haberleri keser. Bunlar sadece 3. sayfa haberleri değildir. Hatta Türkiye'de 3. sayfa haberlerinden iyi hikaye çıktığı pek görülmez (bkz. "3. Sayfa" adlı Zeki Demirkubuz filmi). Çünkü millet olarak duygusal bir kültüre sahip olduğumuz için suç işlerken çok düşünmeyiz. Öfkeleniriz, kıskanırız, çeker silahı vururuz. Senaristlerin işine yarayacak "ince hesaplanmış" "uzun düşünülmüş" gerçek olayların pek sık karşımıza çıkmamasının ana nedeni budur. İnsanları analiz eden, sosyo-ekonomik durumumuzu irdeleyen bilimsel nitelikli yazılar çok faydalıdır. Yaşadığımız büyük kültürel değişime tanıklık eden olaylar da iyidir. Bazı köşe yazarları da zaman zaman arşivlik işler çıkarırlar. Gazetelerin pazar eklerinde ilginç insanlarla röportajlar yapılıyor. Onları da arşivleyin. (Bir derleme olarak Ayşe Arman'ın "Kimse Sormazsa Ben Sorarım" - adı buydu yanlış hatırlamıyorsam - kitabını önerebilirim). Aslında arşiv oluştururken dergiler biraz daha faydalıdır. Günübirlik tüketilmedikleri için daha dikkatli ve kapsamlı hazırlanırlar. Bir hafta boyunca okunabilmeleri için de çarpıcı olmaları gerekmektedir.

195

Son arşiv kaynağı da internet. Hoşunuza giden konulardaki yazıları bilgisayarınıza kaydedebilirsiniz. Beğendiğiniz bir web sayfasını "Farklı Kaydet" / "Save As" ile bilgisayarınıza kaydederken "Kayıt türü"nü "Web sayfası, tamamı" olarak değil "Web arşivi, tek dosya" olarak belirleyin. Böylece dosya kalabalığından kurtulursunuz. Bir sitenin tamamının sizin için faydalı olduğuna inanıyorsanız, siteyi internete de bağlı değilken gezebilmek için sitenin tamamını TELEPORT adlı programla indirebilirsiniz. (Bu, her sitede mümkün olmamaktadır.) Sitenin tamamının indirildiğinden emin olmak için link ayarlarını yüksek tutun (7'den yüksek, mesela). Bir de uyarı: Internette bulacağınız TELEPORT büyük bir ihtimalle tanıtım kopyası olacaktır. Tanıtım kopyalarının site indirme sırasında koyduğu bazı sınırlamalar vardır. Bu sınırlamaları nasıl kaldırabileceğiniz konusunda, bilgisayardan iyi anlayan arkadaşlarınıza danışabilirsiniz. Peki bu arşiv ne işimize yarayacak? İnsan zihni toprak gibidir. Siz bir şeyler ekmezseniz, biçecek birşeyleriniz olmaz. Yaratıcılık, beyninize sunduğunuz malzemelerin, bilinçaltınızda, sizin bilinçli zihniniz ile farkında olmadığınız bağlantılar ile bağlanmasından ibarettir. Yani, bir şeyler "yaratmak" istiyorsanız, beyninizi çok sayıda ve çok çeşitli bilgiler ile beslemelisiniz. Hele senaristlerin bunu SİSTEMLİ bir biçimde yapması şarttır. Sıradan insanların TV izleme ve gazete okuma rutinlerini devam ettirerek çok yaratıcı şeyler üretemezsiniz. Yalnız şuna dikkat edin: bu arşiv oluşturma işini abartmayın. Çünkü aslolan yazmaktır. Arşiv oluşturmak ve zaman zaman arşivdeki yazıları okumak, asla senaryo yazmanın önüne geçmemelidir. Ayrıca arşiv oluşturacağım diye, yaşadığınız evi cehenneme çevirmeyin. Beraber yaşadığınız insanları da düşünün. Arşiv çalışması son derece düşük bir zihin enerjisi düzeyinde de yapılabilir. Bu nedenle bu işi, çalışmaktan yorulduğunuzda, bir dinlenme aracı olarak yapabilirsiniz. Arada sırada "sahaf"lara yapılan arşiv gezileri de çok faydalı olabilir. 3) İyi senaristler NOT alır. İnsan beyninin en çok güvenebileceğiniz yeteneği "UNUTMAK"tır. Yaratıcı işlerle uğraşanların başına gelebilecek en kötü durumlardan biri de, akıllarına gelen güzel bir fikrin, not alınmadığı için unutulmasıdır. Bu nedenle senaristlerin, ellerinin altında her zaman küçük bir kalem ve bir not defteri bulundurmaları yerinde olur (özellikle de yatağınızın başucunda). Aynı şekilde, bilgisayarlarının masaüstünde de NOTEPAD'in bir kısayolunun bulunması faydalıdır. Çünkü aklınıza her yeni fikir geldiğinde WORD'ü ya da benzer bir programı açmak zordur. (Ben bu tür notlar almak için NOTEPAD2 diye küçük bir program kullanıyorum. Bildiğiniz notepad'in biraz daha gelişmişi. http://www.flosfreeware.ch indirilebilir.) Zaman zaman bu notları gözden geçirip "işe yarar bir şey çıkar mı?" diye bakmak yerinde olur. 4) İyi senaristler SİGARA ve ALKOL TÜKETMEZ! Bunun, piyasa gerçekleri ile taban tabana zıt olduğunu biliyorum. Senaristlerin çoğu deli gibi sigara ve alkol tüketir. (İşin ilginç yanı, makinistler de - tren makinistleri değil - çok sigara ve alkol tüketir. Film üretim macerasının en başındaki ve en sonundaki bu insanların davranış benzerliği ilginç). Bunun "zihinlerini açtığını" "kendilerini daha yaratıcı yaptığını" iddia ederler. Okumuş insanların böyle konuştuğunu duymak üzücü ama doktorlarının yarısının sigara müptelası olduğu bir ülke burası. Demek istediğim şu: sigara zihninizi açmaz. Beyninizdeki bir "nörotransmitter"in yerini alır. Eskinden normal olarak üretilen bir maddenin daha az üretilmesini sağlar ve onun yerine geçer. Böylece sigara içicisi, normal bir düşünme haline sahip olmak için sigara içmek zorunda kalır. Yani sigara içerek, aslında sigara içmeden önceki halinize dönmeye çalışırsınız. Komik, acıklı ve gereksiz değil mi? Ayrıca sigara içmek çocuklarınızın mürüvvetini görme olasılığını azaltır, torun sevme olasılığınızı ise neredeyse yok eder. Akciğer kanserinin yüzde doksanı sigaradan kaynaklanır. Beyninizi harekete geçirmek istiyorsanız adaçayı için. Alkol de benzer zararlara sahiptir. "Bir bardak şarap"ın sağlığa faydalı olduğu söylenir, ama ben bir bardakla yetinen kimseyle henüz tanışmadım. Alkol, yaratıcılık için en önemli aracınız olan beyin hücrelerinizi öldürür. Bunun etkisini orta ve ileri yaşlarda fark edersiniz. Bir gün "Yahu bu yazdığım senaryo bilim kurgu muydu yoksa tarihi film mi?" diye sorarsanız, bilin ki sebebi alkoldür. Sakinleşip gevşemek istiyorsanız meditasyon yapmayı öğrenin, ya da sarı kantaron çayı için. Zararları sigara ve alkolden az olmakla beraber, çay ve kahveden de bahsetmek gerekiyor. İçerdikleri tein ve kafein tansiyon yapar, tansiyon damarları zayıflatır, zayıflayan damarlar patlar, beyne kan dolar: felç olursunuz. Bitkisel çaylara sarın. Ihlamur, kuşburnu, adaçayı, yeşil çay arasında gidip 196

gelin. 5) İyi senaristler BEDENLERİNE İYİ BAKAR! Senaryo yazmak bir beyin işidir. Beyin de vücudun geri kalanıyla yakından bağlantılı bir organdır. Özellikle de kan dolaşımı ve kandaki oksiyen ve besin maddeleri, beynin çalışma verimini doğrudan etkiler. Uzun süre bilgisayar karşısında oturduğunuzda kan dolaşımınız yavaşlar. Beyne daha az kan gider. Zaman zaman yaşadığınız düşünce tıkanıklığının nedeni beyninize az kan gitmesi olabilir. Bunun için bir iki saatte bir bilgisayarın karşısından kalkıp 10-15 dakika egzersiz yapmak çok iyi bir fikirdir. (Sigaranın beynin en temel iki besin maddesinden biri olan oksijen alımını azalttığını söylememe gerek var mı? Yok.) Beslenme de beynin performansı ile yakından bağlantılıdır. Beyin çalışırken çok miktarda kaliteli proteine ve yağa da ihtiyaç duyar. Bu proteini daha çok beyaz etten ve süt ürünlerinden almanız yerinde olur. Kırmızı et bol miktarda kolesterol içerir. Kolesterol damarları tıkar, beyne ve kalbe daha az kan gider, beyin az çalışır, kalp beslenemez, tekler, senarist ölür. Haftada bir iki kez ızgara balık çok faydalıdır. İçerdiği özel yağlar (DHA) tam anlamıyla beyin dostudur. Margarin ve tereyağı yerine zeytinyağı tercih edilmelidir. O da beden ve beyin dostudur. 6) İyi senaristler ÖĞRENMEYE DEVAM EDER. Beyin, öğrenmek için tasarlanmış bir makina gibidir. En mutlu olduğu zaman, bir şeyler öğrendiği zamandır. Öğrenmek beyindeki hücreler arasında yeni bağlantıların kurulmasını sağlar. Bir beynin gelişkinliği içerdiği bağlantı miktarı ile ölçülebilir. Bu, iyi bir senaristte aranan bir özelliktir. Oysa ülkemizde senarist olmak için "insan olmak" yeterli gibi görünmektedir. İnsan olmak "insan ilişkilerinden anlamak" anlamına gelmektedir. Öyleyse senaryo yazabilirsiniz! Çünkü Türk sinemasında (ve TV'sinde) birinci malzeme "insan ilişkileri"dir. Bu aralar hepimize TV dizilerinden gına gelmesinin ana nedeni de budur: sosyal ve ekonomik koşullarda küçük değişiklikler yaparak, benzer insan ilişkilerini tekrar tekrar önümüze sürüyorlar. Bu nedenle "Asmalı Konak"ı eğer iyi seyrettiyseniz, onun kopyası olan 10 diziyi seyretmenize gerek kalmıyor. Çünkü bize sunulan toplumsal katmanlar ve meslekler hemen hemen hep aynı. Piyasadaki film ve dizi senaristlerinin unuttuğu şey şu: insan ilişkileri, temelde aynı olmakla beraber, izleyici için asıl ilginç olan bunların farklı ortamlarda nasıl tezahür ettiğini görmektir. "Asmalı Konak" Ürgüp'ün atmosferinde bunu yaptı. James Cameron'un "The Abyss"i bize, denizin dibindeki bir sondaj istasyonundaki ilişkileri anlatır. "Apollo 13" ise uzay gemisindekileri. "The O.C." bize Los Angeles'in kaymak tabakasını anlatırken "Scrubs" ve "ER" bize hastanelerdeki ilişkileri ve durumları anlatıyor. İnsani durumlar (kıskançlık, üzüntü, korku, bencillik, dayanışma, vb.) hemen hep aynı olsa da toplumun faklı katmanlarına ve farklı kesimlerine (farklı meslek alanlarına) tanık olmak için bu dizileri seyrediyoruz. Farklı ortamları bilmek için siz de farklı alan bilgilerine sahip olmalısınız. Farklı meslekleri iyi bilmeniz, o alanların bilgisine sahip olmanız gerkiyor. Bunun için kendinizi zorlayın demiyorum. Ama şu anda yaptığınız meslekten farklı alanlara da mutlaka ilginiz vardır. Bu alanlarda derinleşin. Kitaplar okuyun. Web siteleri gezin. Ve senaryolarınızda bu alana ait ve herkes tarafından bilinmeyen bilgilerini kullanın. Sinemada bunun çok örneğini görüyoruz: "Matrix" bilgisayar dünyasını ele alır. Programlar, kopyalar, virüsler... "Jurassic Park" gen araştırmalarını anlatır: Artık yok olmuş türlerin yeniden doğaya salınmasının yaratacağı tehlikeler... "Armageddon" ve "Deep Impact", bir göktaşının yeryüzüne çarpma olasılığını ve bunun sonuçlarını ele alır... "Terminator" robotların (makinaların) akıllanarak insana düşman olma ihtimalini işler... "Rainman" ise otistlerin iç dünyasını anlatır... Yukarıda anılan filmlerin senaryolarının hepsi, ancak uzmanlık derecesinde bir bilgi ile yazılabilir. Yani bir iki gazete makalesi okuyarak "Rainman"i yazamasınız. "Jurassic Park" gibi bir şey yazmak için iyi derecede hem arkeoloji hem genetik bilmeniz gereklidir. "Deep Impact" gibi bir senaryo, astronomi bilgisi kadar sosyoloji (felaket anlarında insan davranışı), politika (devletlerin felaketle başaçıkma yöntemleri) ve savunma sanayi (bir göktaşı nasıl yok edilir) bilgisi de gerektirir. 7) İyi senaristlerin iyi bir FİLM ve SENARYO ARŞİVİ vardır. Analiz ederek film seyretmeden ve senaryo okumadan senarist olunmaz. Nokta. 197

Herkes film seyrediyor. Ama bir senarist, farklı bir biçimde film seyreder. Tıpkı bir sihirbazın başka bir sihirbazı hayranlıkla değil de inceleyerek seyretmesi gibi, senaristler de filmleri inceleyerek seyreder. (En azından ikinci ya da üçüncü defalarda). İyi senaristlerin DVD ya da VCD (ya da diğer formatlarda) geniş bir arşivi olmalı. Bu arşivde yeni filmler kadar eski filmler de bulunmalı ("Casablanca" şart mesela). Zaman zaman, keyif için değil de sırf teknik inceleme (karakter geliştirme, senaryo hızı ayarlama, paralel kurgu, sahne uzunluğu, vb.) amacıyla bu filmleri inceleyerek, elde kağıt kalem not alarak izlemek çok faydalı bir pratiktir. Senaryo okumadan da iyi senarist olunmaz. En azından bir kaç senaryoyu okumanız ve yazarın kullandığı yöntemleri (sahneye yeni bir karekter sokma, sahneye girme ve sahneden çıkma, diyalog yazma, vb.) incelemeniz gerekir. Eğer İngilizce biliyorsanız, bu sitenin en aşağılarında bir yerde İngilizce senaryolar bulabileceğiniz linkler vermiştim, oralardan senaryo indirip inceleyebilirsiniz. (Piyasada pek fazla Türkçe senaryo olmadığını biliyorum. Oysa İngilizce senaryo istemediğiniz kadar var. Bu durumda yapılabilecek iki şey var: Bir, gidip adam gibi İngilizce öğrenin. En iyi ders özel derstir arkadaşlar. Sınıflar halinde ders görerek İngilizce öğrenmek çok zor ve çok zaman alan bir şeydir. İki, SANARİST olarak bazı senaryolar belirleriz, sonra İngilizce bilenler bunları aralarında paylaşır (mesela adam başına 10 sayfa düşse, 12 kişi bir senaryoyu bir-iki ayda bitirir) ve Türkçe'ye çevirir. Sonra bu çeviriyi yeni bir blog sitesinde yayınlarız. Bu yöntemin bazı artıları, bazı eksileri var. Artısı: bu ülkede herkes Türkçe bildiği için herkes bu senaryoları okuyabilir. Herkesin İngilizce öğrenmesinden daha makul (ucuz) bir yöntem. Eksisi: Çok sayıda senaryoyu bu şekilde çevirmek mümkün değildir. Ayrıca bu tür grup çalışmaları zordur, koordinasyon gerektirir. SANARİST okurlarından biri "ben bu koordinasyon işini yaparım" derse, ona seve seve burada destek olurum.) 8) İyi senaristler DÜZENLİ OLARAK YAZAR! Senaristlerin ya da senarist adaylarının en sık yaptığı hata budur: yazmak için pasif bir biçimde "ilham" gelmesini beklemek! Ve ancak ilham geldiği zaman yazmak. Onun dışında boş boş televizyona bakmak, internette sörf yapmak, gazete karıştırmak. Bazen haftalarca tek kelime yazmamak. Sonra da 3 gecede bir senaryo bitirmek! İyi senaristler ilham gibi aşırı öznel ve ne zaman geleceği belli olmayan bir şeye göre hareket etmezler. Günlük bir yazı rejimleri vardır. Syd Field günde 3 sayfanın (3 adet A-4) yeterli olduğunu söylüyor. Hafta için her gün 3 sayfa yazarsanız, (fikir geliştirme, karakter ve hikaye örgüsü yaratma ile birlikte) 120 sayfalık bir senaryonun ilk müsveddesini 4 - 6 ayda bitirebilirsiniz. "Ben günde 15-20 sayfa yazarım" gibi gerçek dışı hedefler koymayın. Tabii bir iki gün 15-20 sayfa yazabilirsiniz. Ama insan her gün bu kadar çok yazarsa beynindeki yaratıcılık pınarları yavaş yavaş kurur (Bu bir benzetme değil, gerçek bir durumun tasviridir. Acele senaryo yetiştirmek durumunda kalanlar, bu düşünceme tanıklık edeceklerdir). Yazdığınız sahnelerdeki ve diyaloglardaki "yaratıcılık katsayısı" düşer. (TV dizilerinin bir süre sonra eskisi kadar zevk vermemesinin bir nedeni de budur). Beyni belli bir miktar kullanmalı, sonra da dinledirmelisiniz ki enerji depolasın ve siz de ertesi gün aynı derecede yaratıcı şeyler yazabilesiniz. Senaristlerin yaptıkları bir başka hata da, bir sahneyi kafalarında düzeltene kadar yazmaya oturmamalarıdır. Bu da çok yanlıştır. Eğer her sahneyi mükemmelleşene kadar kafanızda dolaştırmaya ve döndürmeye kalkacak olursanız 2 yılda bir senaryoyu ancak yazabilirsiniz. Bu yüzden Michael Hauge'un şu sözünü asla unutmayın: "Mükemmel olmasını bekleme, yaz!" ("Don't get it right, get it written"). Bir başka güzel söz de şudur: "Pantolonunun poposunu ait olduğu yere - yani çalışma masasındaki sandalyeye - koy!" "Plan Yaparak - Hedef Koyarak" çalışmak en güzelidir. Çalışma masanızın üzerinde bir yere bir çalışma planı çıkartın. Örneğin • • • •

Fikir bulma ve geliştirme: 1 ay Hikaye yapısı (plot) ve karakterleri oluşturma: 2 ay Sahne listesi yazma: 1 ay Sahneleri yazma: 2 - 3 ay

Bu planın her an gözünüzün önünde bulunması, siz isteseniz de istemeseniz de beyninizi programlayacak ve sizi yazmaya teşvik edecektir. Bu tabii ki esnek bir plan olmalıdır. Elinizde olmayan sarkmalardan dolayı kendinize yüklenmeyin. Ama 198

çok da tembellik etmeyin. Bir senaristten duymayı en çok sevdiğim cümle "benim harika bir senaryo fikrim var" değil "benim harika bir senaryom var"dır. En iyi senaryo, bitmiş senaryodur. posted by gezgin @ 8:53 PM

1 comments

Perşembe, Temmuz 07, 2005 BAŞARISIZ TÜRK FİLMLERİNİN ORTAK ÖZELLİKLERİ Bu sitede senaryosunu eleştirdiğim Türk filmlerinin bazı ortak özellikleri olduğunu sanırım fark etmeye başlamışsınızdır. Bu yazının amacı, 1) bu özellikleri bir araya toplayarak ileride yapacağımız yorumlarda işimizi kolaylaştırmak (çok mümkün) ve 2) benzer hataların tekrarlanmasına engel olmaktır (pek mümkün değil, en azından kısa vadede). Yazıda kullanılan "başarısız" sözcüğünün, eserlerin sanatsal değeriyle değil ticari getirisiyle ilgili olduğunu unutmayın. 1) Başarısız Türk filmlerinin senaryosunda özdeşleşme yöntemleri ya hiç ya da yeterince kullanılmaz. Bu da filmin kahramanı hakkında derin duygular hissetmememize yol açıyor. Kahramanla üzülüp sevinmiyoruz, onu uzaktan seyretmekle yetiniyoruz. Ki bu da her tür senaryonun birincil amacı olan "duygu uyandırmak" ile ters düşen, çelişen bir şey. Bu da ticari başarısızlığa yol açıyor. 2) Başarısız Türk filmlerinin genel bir hikaye yapısı sorunu var. Bu filmler 3 perdeli yapıyı çok gevşek olarak kullanıyor (giriş, gelişme, sonuç) ya da hiç kullanmıyorlar. "Dönüm noktalarından" ("plot point") haberleri yok gibi. 3 Perdeli Yapı'nın, senaryo yazımında kullanılabilecek tek yapı olmadığı doğru ama ticari açıdan başarılı filmlerin de çoğunlukla bu yapıyı kullandıkları da bir gerçek. 3) Başarısız Türk filmlerinin kahramanları, bir biçimde toplumun geneline yabancılaşmış insanlar. Yani Türk toplumunu "Türk Toplumu" yapan ortak değerlerden bir biçimde kopmuş kişiler. Bu insanlar ya toplumun çok üst kesimindenler ("Asansör", "Mustafa Hakkında Herşey") ya da çok aşağı kesiminden kişiler (Masumiyet, Tabutta Rövaşata, Gemide). Bu durum, hikayesi anlatılan kişi açısından gerekli olabilir ama izleyiciler kendilerinden bu kadar kopmuş insanları seyretmekten hoşlanmaz. 4) Başarısız Türk filmlerinde hikaye, çok sıkı bir neden-sonuç ilişkisi izlemez. Yani filmdeki olayları birbirine bağlayan ilişki çok güçlü değildir. Genel olarak hikayeler "Evet, bu başka türlü olamazdı" dedirtmez size, "Başka türlü da olabilirdi" düşüncesi sık sık aklınıza gelir. Bunun temel nedeni, senaristlerin neden-sonuç ilişkisine çok inanmaması, izleyicinin bu ilişkideki hataları görmezden geleceğine olan inancıdır. Ama artık sinema salonlarını Filiz Akın - Ediz Hun filmlerinin izleyicilerinin doldurmadığını unutmayın. Şimdiki seyirci, "Arabesk" ile bu filmlere, "Kahpe Bizans" ile de tarihi filmlere tepki duyduğunu göstermiş bir seyirci. 5) Başarısız Türk filmlerinde çok yaratıcı fikirler bulmazsınız (Yaratıcı fikre örnek olarak bkz. "Thomas Crown Affair"). Kahramanlar, bir sorunla karşılaştıklarında, buldukları çözüm ile bizi şaşırtmazlar. Bunun temel nedeni Türk seyircisinin aptal olması değil (bu ülkede Matrix'i 1,5 milyon insan sinemada seyretti), senaristlerin zekice şeyler bulmaya üşenmesidir. Türk senaristlerinin en başarılı (!) olduğu konu "insan ilişkileridir". "Teknoloji, anormal psikoloji, entrika," vb. Türk senaristlerinin çok derinlemesine bilmedikleri ya da araştırmadıkları şeylerdir. Türk filmlerinden sık görülen bir başka durum da iyi bir fikrin hemen hiç geliştirilmemesidir. Senaristlerimiz senaryoyu yazmandan önce sıkı bir "beyin fırtınası" yapmaz. En azından yazdıkları, izlettirdikleri, yapmadıkları hissini verir bize. Bu nedenle de başarısız bir Türk filmini seyrettikten sonra kendinizi hem duygusal hem de düşünsel olarak zenginleşmiş hissetmezsiniz. (Bu açıdan son 25 yılın en başarılı filmi "İstanbul Kanatlarımın Altında"dır.) 6) Başarısız Türk filmlerinin senaryolarında bir tempo sorunu vardır. Hikayesi tıkır tıkır işleyen film çok azdır. Mutlaka bazı yerlerde sarkmalar olur. İki diyalogla halledilebilecek şeyleri seyirciye göstermek için gereksiz sahneler konur hikayeye. 7) Başarısız Türk filmlerinde sahneler de gereğinden fazla uzundur. Senaristler "sahneye geç gir, erken çık, kapıyı açık bırak" ilkesini pek uygulamazlar. Sahneye erken girerler, gereksiz bir sürü ayrıntı verirler, sahneden geç çıkarlar, ve bir sonraki sahnede ne olacağını merak etmezsiniz. Amerika'daki bütün ciddi yapımcılar, bu son iki sorunu fark etmek ve bunlardan kurtulmak için, büyük projelerini piyasaya sürmeden bir kaç ay önce "sneak preview" denilen gizli bir gösterim yaparlar. Ve daha sonra da seyircilere bir anket doldurturlar. Sonra bu anketin sonuçlarına göre filmde bazı 199

değişiklikler yaparlar. Türkiyede ise böyle bir uygulama şimdilik yok. Umarım ileride olur. *** Genel olarak, Türk filmi senaryolarının yeterince işlenmemiş olduğu kanaatindeyim. Yani, iyi bir senaryo, bazen tek başınıza, bazen iyi anlaştığınız birileriyle haftalarca, hatta zaman varsa aylarca "beyin fırtınası" yaparak oluşturulur. Bu "beyin fırtınası" kavramı çok önemli. İnsanın (özellikle de yaratıcı bir meslekte çalışan birinin) hiç utanmadan, "çok saçma" "çok ayıp" "aptalca" "komik" demeden fikirlerle oynaması demek "beyin fırtınası". Çünkü başlangıçta saçma gibi görünen bu fikirlerden daha sonra çok yaratıcı şeyler ortaya çıkabiliyor. (James Cameron, "Terminator 2"nin senaryosunun böyle ortaya çıktığını söylüyor. İkinci senarist William Wisher ile devam filminin konusu hakkında konuşurken, akıllarına "Terminator yine gelsin ama bu kez iyi olsun" diye bir fikir gelmiş. Cameron bu fikre önce "no-brainer" - tamamen saçmasapan - dediklerini söylüyor. Ama başlangıçta çok saçma gelen bu fikir, daha sonra sinema tarihinin en başarılı filmlerinden birinin belkemiği haline geliyor.) Türk filmlerinin en ciddi ikinci sorunu ise bence sahnelerin uzun, ritmlerinin de düşük olması. Senaristlerin, bir senaryoyu yazdıktan sonra bir süre dinlendirmeleri, sonra eleştiri yeteneğine (ve sinema bilgisine) güvendikleri birine senaryolarını okutmaları, kendileri de senaryoya yabancı bir gözle tekrar bakmaları gerekiyor. Sahneleri nasıl daha diri, fazlalıklardan arınmış hale getirebileceklerini bulmaları şart. Ritmi hızlandırmanın çok basit bir yolu var: Hiçbir sahne (ölümcül derecede önemli olmadıkça) 3 sayfadan (= 3 dakikadan) uzun olmamalıdır. Uzunsa, kısaltılmalıdır (="kill your babies" ilkesi). "Göstermen gereken şeyi anlatma, anlatabileceğin şeyi de gösterme" prensibinin uygulanması da filme hem görsel zenginlik, hem de hız kazandıracaktır. posted by gezgin @ 7:41 PM

2 comments

"KAMERANLA KAMPÜSTE" KAL, DIŞARI DA ÇIKMA! CCN Türk'te yayınlanan bir gençlik programı "Kameramla Kampüste". Bir grup gencin eline birer kamera vermişler, bu gençlere her hafta bir "kısa film" çektiriyorlar, sonra da bu filmler derecelendiriliyor. Başlıktan da anlaşılabileceği üzere bu programı pek beğenmiyorum. Bunun iki nedeni var. İkinci neden, çok güzel bir fikrin, yeterince geliştirilmemesinden dolayı, Türk kısa filmciliğine katkıda bulunma fırsatının kaçırılmış olması. Ben olsaydım, her hafta başka bir grup öğrenciye verirdim kameraları. Bu ülkede bu fırsattan istifade edebilecek o kadar çok insan var ki! Onları bulup çıkarırdım. Böylece bir sezonda 100-150 gencin kısa film çekmesine ve bunları yayınlamalarına olanak tanırdım. Beyinlerindeki "yaratıcılık pınarları" fazla kullanılmaktan dolayı kurumak üzere olan 8-10 tipi zorlanarak film çekmeye zorlamaktansa, uzun süre üzerinde düşünülmüş projelere fırsat verirdim. Sonra da her haftanın birincisini büyük finalde yarıştırırdım. Birinci neden ise, bu programda yayınlanan "kısa film"lerin kalitesizliği. Bunun nedeni, programa katılan gençlerin bir hafta gibi kısa bir sürede bir film çekmek zorunda olmaları değil sadece. Türkiye'de "kısa filmcilik" uzun bir süredir kötü bir halde. (İnanmayan http://www.kisafilm.com Hilmi Etikan'a sorsun). Ve bu gençler de, bu kötü durumu yeniden üretiyorlar. Hem de her hafta. Tekrar tekrar... *** Peki, özelde "Kameramda"ki, genelde de tüm Türkiye'deki "kısa film"lerde kötü olan ne? Malzemesizlik mi? Kurgu, banyo, oyuncu vb. sorunları mı? Hiçbiri değil. Dijital devrimden sonra kurgu ve banyo sorun olmaktan çıktı. Ayrıca film çekme maliyetleri de çok düştü. Etraf, kısa filmlerde rol almak için can atan genç tiyatro oyuncularıyla / öğrencileriyle dolu. Ama kısa filmlerimiz hala kalitesiz. Neden? Çünkü "kısa film" denilerek karşımıza çıkarılan şeyler aslında "kısa film" değil. Başka, kalitesiz, yanlış üretilmiş şeyler. Bunu biraz açmam gerek: Kısa film, çok vurucu bir mesajı olan, ve bu mesajı , ticari kaygısı olmadığı için çok çarpıcı bir 200

biçimde aktarabilen, süresi 20 dk.yı aşmayan filmlerdir. (Süre konusunda bir mutabakat yok, olmasına da gerek yok.) Bu tanımda iki şey çok önemli: Birincisi, kısa filmin mesajı (içeriği) çok vurucudur. Çok çarpıcıdır. Ticari ve benzer kaygılardan dolayı normal bir filmde ele alamayacağınız bir şey seçebilirsiniz, seçmelisinizdir de. Ama tek başına çarpıcı bir konu yetmez. Kısa filme konu olacak konu, uzuun "beyin fırtınaları" sonucunda iyice işlenir, fazlalıklarından arındırılır. Süresi kısaltılır. Bu tür kısıtlamalar, sanıldığının aksine yaratıcılığı destekler, çok ilginç çözümlerin bulunmasına neden olur. Kısa filmlerde çok önemli olan ikinci şey ise "biçim". Kameranın, ışığın, kurgunun, müziğin nasıl kullanılacağı. Burada da kısa filmci sonuna kadar özgür olabilir. Çünkü kendilerini istedikleri gibi ifade edebilirler. Çünkü kendilerini birilerine beğendirmek zorunda değiller. Çok deneysel şeylere kalkışabilirler. "Geleneksel" sinemada "yapılmaz" denilen şeyleri yapabilirler. Akla hiç gelmeyen anlatım yöntemleri kullanabilirler. Kuralları yıkabilirler. Bunlar kısa filmcilerden beklenen şeylerdir: Bir, vurucu bir içerik, iki, çarpıcı bir biçim. Türkiye'deki kısa filmlerde ise bu iki unsurun "parodisini" görürüz hemen her zaman. İçerik, genelde az geliştirilmiş bir karikatür fikrine benzer - hani, biraz üzerinde düşünülse insana kahkaha attıracak ama üzerinde düşünülmediği için sadece gülümseten karikatür fikirlerine. Hafif çarpıcı olan bir konu, üzerinde hemen hiç düşünülmeden filme alınır. (Şu sahneyi gözümde canlandırabiliyorum: "Abi, aklıma müthiş bir kısa film fikri geldi. Yarın hemen çekelim!") Filmlerin bu özenilmemiş konularını, o kısa filmi çeken gençler hariç herkes fark eder de, bir onlar fark etmez. Türkiye'deki kısa filmlerde biçimsel anlamda çok yaratıcı şeyler de bulamazsınız. Bir kamerayla ve onunla elde ettiğiniz görüntülerle yapabilecekleriniz aşağı yukarı bellidir: Aşırı yakın çekim, filtre kullanımı, titrek çekim, vb. Asıl yaratıcılık, bu tekniklerin "içerik"i güçlendirecek, vurgulayacak biçimde kullanılmasındadır. İşte Türk kısa filmlerinde bu yoktur. Kamera bir anlatım ve vurgu aracı olmaktan çok sadece bir kayıt aracı olarak kullanılır. *** Peki bu iki sorunun nedeni nedir? "Türkler", Alinur Velidedeoğlu'nun Ali Atıf Bir'e dediği gibi (o programda AVD'ye sinir olduğumdan tırnaklarımı yemiştim) "yaratıcı değiller" mi? Hiç sanmıyorum. Bence bu durumun iki nedeni var: 1) Birincisi, genel olarak yaratıcılığı törpüleyen bir eğitim sistemimiz var. Eğitim tezgahına giren bir çocuk, belirli bilgileri ezberlemiş, belirli tavırları öğrenmiş, yarı robot yarı tüketici garip bir hayvan olarak çıkıyor dışarı. Yaratıcılar ve farklı düşünenler eğitimin hemen her kademesinde cezalandırılıyorlar - bunu, eğitimin her kademesinde cezalandırılmış biri olarak söylüyorum. Sonuçta, bir çocuk üniversite çağına ("kısa film çekme yaşına") gelince, beynindeki yaratıcı pınarlar ya tıkanmış, ya kurutulmuş, ya da bulandırılmış oluyor. Ama bu düzeltilmeyecek bir şey değil. Özgürleştirici, yaratıcılığı ödüllendiren bir eğitim ile bu engel aşılabilir. 2) İkincisi, kötü örneklerin sistem tarafından sürekli olarak ödüllendirilmesi. Zaman zaman çeşitli kurumlar (Apple, Akbank, çeşitli belediyeler, vb.) kısa film yarışmaları düzenliyorlar. Ve kendilerine ulaştırılan filmlerden bazılarını seçerek ödüllendiriyorlar. Bu ödüller genelde ehven-i şer filmlere gidiyor. Bunun sonucunda diğer yarışmacılar ve müstakbel kısa filmciler, "eğer bu rağbet görüyorsa, ben de böyle bir şey çekebilirim, üstelik bu çok da kolay" gibi bir düşünceye kapılıyorlar. Sonuç, birbirinden etkilenen kötü filmlerin bir kısır döngü şeklinde üretilmesi oluyor. Muammer Karaca'nın Türk tiyatrosu için söylediği söz ("Türk seyircisi ne zaman kötü bir oyun seyredince sahneye çürük domates atmaya başlar, Türk tiyatrosu o zaman gelişmeye başlar" mealinde bir şey), Türk kısa filmciliği için de geçerli gibi duruyor. Kötü filmleri ödüllendirmekten vazgeçersek, iyi filmler için varolma alanı yaratmış oluruz. posted by gezgin @ 7:36 PM

0 comments

201

Çarşamba, Temmuz 06, 2005 ONLINE SENARYO ATÖLYESİ: HEM DE ÜCRETSİZ Ücretsiz olarak gerçekleştireceğimiz senaryo atölyesi için ayrıntılı bilgiyi 2 yazı aşağıda bulabilirsiniz. Hatırlatayım dedim. posted by gezgin @ 4:41 PM

0 comments

SPIELBERG: NE DEDİN ŞİMDİ SEN? Dikkat: Bu yazıda "Dünyalar Savaşı" filmi izleme zevkinizi azaltabilecek "keyif kaçırıcı bilgiler" bulunmaktadır. Eğer filmi henüz seyretmediyseniz, gidip seyredin, sonra bu yazıyı okuyun. Yakın zamanda, Spielberg-Cruise ikilisinin iki filmini izledik. Birincisi "Azınlık Raporu" idi, ikincisi de "Dünyalar Savaşı" oldu. Ama sanki bu filmler başkaları tarafından çekilmiş gibi duruyor. "Azınlık Raporu" ne kadar derin, ne kadar kaliteli ise, "Dünyalar Savaşı" da o kadar yüzeysel, bazı açılardan o kadar kalitesiz. "Azınlık Raporu" bize insanın ve hayatın doğası ile ilgili çok derin sorular sorduruyordu: "Gelecek tam olarak bilinebilir mi? Eğer bilinirse, geleceği etkilemek mümkün olabilir mi? Eğer olursa, bu doğru bir şey mi olur? (Falcılara yüz milyonlarca lira yediren dünyanın her yanındaki bayanların temel ikilemidir bu aynı zamanda ;). İnsanın özgür iradesi var mıdır? Yoksa olaylar önceden belirlenmiş midir? (Bu da, "cüzi irade" "külli irade" tartışmasını yüzyıllardır sürdüren dinbilimcileri ve filozofları yakından ilgilendiren bir meseledir)". Bütün bu konular, çok güzel bir bilimkurgu-polisiye atmosferi içinde ele alınmıştı. Tom Cruise hayatının en güzel işlerinden birini çıkarmış, bilimkurgu severlerin kalbinde haklı bir yer edinmişti. "Dünyalar Savaşı" ise bize hiç büyük sorular sordurmuyor. Konu çok basit: Uzaylılar Dünya'yı işgal eder. İnsanlar da onlardan kaçar. O kadar. Hiçbir derin soru yok. Oysa böyle bir hikayede sorulabilecek bir sürü soru var: "Uzayda bizden başka canlılar da olabilir mi? Bu canlıların bize karşı olumsuz bir tavır benimsemelerinin ne gibi nedenleri olabilir? İnsanlar, kendilerinin bizzat mahvetmek üzere oldukları bu dünyayı bu uzaylılara karşı savunabilirler mi? Yoksa yönetimi uzaylılara bıraksalar daha mı iyi olur?" (Bu son durum, ABD'nin Irak'ı işgaline doğrudan bir gönderme olurdu). Film bu gibi sorular sordurmayınca, insanın uzaydaki yeri ile ilgili hiçbir mesele de gündeme gelmiyor. Spielberg'ün hikayesinde bu işgalcilerin "uzaylı" olması, işgal sırasında kullandıkları silahların üstünlüğüne gerekçe oluşturmak dışında, hemen hiçbir önem taşımıyor. Uzaylılar insanlardan daha acımasız değil. Amerika'nın savaşı kazanmak için hiç gerekmediği halde Hiroşima'ya ve Nagasaki'yi iki atom bombası atmış olması, laserle insanları biçen bu uzaylıları bizden daha "insancıl" bir pozisyona getiriyor. Çünkü uzaylılar böyle bir şey yapmıyorlar. İnsanları "toplu" olarak değil tek tek öldürüyorlar. Uzaylıların silah ve "tripod" teknolojisi çok gelişkin olmasına karşın, "tarama" teknolojisi pek gelişkin değil. Tom Cruise'un kızı ile birlikte Tim Robbins'in evinde kaldığı sırada ne tarama araçları ne de uzaylılar ufacık bir bodrumdaki koskoca 3 insanı bulamıyorlar. Uzaylılar da Amerikalıların kızıl ötesi görüş dürbünleri olsa şıp diye yakalanacak insanları gözden kaçırıyorlar. Bu da filmin inanılırlığına zarar veriyor. Sen o kadar uzaydan kalk gel, ama kızıl ötesi (ısı algılayıcı) dürbünün olmasın! Spielberg (ve senaristler) hikaye anlatımını bilerek Tom Cruise ve ailesine yakın tutuyorlar. Yani uzaylılar dünyayı işgal ederken ve dünyalılar da onlarla mücadele ederken, hep Tom Cruise'un civarındaki olayları görüyoruz. Bırakın gezegenin geri kalan bölümlerini, Amerika'nın diğer bölümlerinde bile neler olduğunu bilmiyoruz. "Derin Darbe" ("Deep Impact"), "Armageddon" ya da "Kurtuluş Günü" ("Independence Day") filmlerini hatırlayın. Bu filmlerde dünyanın dış tehlikeye nasıl tepki verdiğini öğrenebiliyorduk. Bu sayede, bir gezegenin işgali gibi geniş bir olaya verilen genel tepki gösterilerek daha büyük bir gerçeklik duygusu oluşturuluyordu. Oysa "Dünyalar Savaşı"nda sadece Tom Cruise'un Amerikası var. Bu da bizim filmle bağlantı kurmamızı zorlaştırıyor. Filmin hiakayesi, Tom Cruise'un kendini ve ailesini uzaylı işgali sırasında hayatta tutma çabası üzerine kurulu. Bunun için kaçmaktan başka hemen hiçbir şey yapmıyor. Uzaylılar Dünyayı ezip geçerken o sadece kaçıyor. Yapabileceği pek fazla da bir şey yok aslında, çünkü o sadece bir vinç operatörü. Peki uzaylıların saldırısından kaçan bir vinç operatörünü seyretmek ne kadar cazip? Yani bu kadar büyük olaylara karşı pasif bir tutum benimsemiş biri bizi ne kadar ilgilendiriyor? Pek değil. Ama düşman o kadar 202

güçlü ki, aslında Tom Cruise'un yapabileceği bir şey de yok. Burada senaristlerin (aslında yazar H.G. Wells'in) dramatik bir hatası var: bir hikayede, tarafların (kahraman ve düşman) güçleri birbirine denk olmalı. Ancak o zaman okuyucu ya da izleyici bir heyecan duyabilir. Sonucu merakla bekleyebilir "kim kazanacak?" diye ("Matrix"te olduğu gibi). Oysa "Dünyalar Savaşı"nda uzaylıların o kadar ezici bir gücü var ki, filmin çok büyük bir bölümü boyunca onların insanları ezeceğinden bir an bile şüphe etmiyoruz. Filmin sonunda uzaylıların mağlubiyeti de insanların çabasından kaynaklanmıyor. Bu da bizde bir insanlar namına bir sevinç, insanların çabasına dair bir gurur duygusu oluşturmuyor. Kanının son damlasına kadar savaştıkları için insanları alkışlamıyoruz. Oysa iyi filmlerde, güçleri birbirine yakın iki tarafın kapışması olur. Kahraman zayıf olsa da, sonuna kadar çaba göstermeyi sürdürür, biz de onun bu çabasını takdir ederiz. ("Son Samuray"daki Samurayların modern Japon ordusuna karşı verdiği mücadeleyi hatırlayın. Ya da "Zor Ölüm"de Bruce Willis'in teröristlerle kapışmasını.) Koskoca uzaylılar, insanların mücadelesi sonucu değil de, bakteriler yüzünden ölüyorlar. "Ya bir dahaki sefere bir antibiyotik alıp gelirlerse?" diye düşünmeden edemiyor insan. Bu filmde insanları tutmamız için pek fazla gerekçe de sunulmuyor bize. Yani filmin en başında özdeşleştirme kuralları uygulanmamış. Tom Cruise kötü bir baba, çocukları gıcık, anne de yeni kocasıyla birlikte (hele biz, eve cici baba getiren anneleri hiç sevmeyiz, millet olarak!). Daha sonra gördüğümüz insanlar da çok sevilesi tipler değil: ilgisiz televizyoncular, kafayı sıyırmış bir Tim Robbins, Tom Cruise'un arabasını elinden almak için birbirine giren bir topluluk... Bir kahramanla özdeşleşme kurdurulmayınca uzaylıların "kötü adam"lık niteliği de azalıyor. Bu da filmin zaten sallantıda olan dramatik çatışmasının gücünü zayıflatıyor. Filmin finalinde, uzaylıların yıkım araçlarının kalkanlarının olmadığını vinç operatörü Tom Cruise'un fark etmesi ve askerleri uyarması ise evlere şenlik bir çözüm olmuş. Film boyunca kaçmaktan başka bir şey yapmayan Tom, son anda işe yarar hale getirilmek istenmiş. Komik ve inandırıcılıktan uzak olmuş. *** Fakat filmin bazı konulardaki hakkını vermek gerekiyor. Çok az film ("Twister" "Yarından Sonra", "Derin Darbe" vb.) felaket anlarını bu kadar detaylı bir biçimde göstermiştir. Spielberg bilgisayar efektlerini çok başarılı bir biçimde kullanıyor. Bu tür anlarda, genel eğilimden farklı olarak kamerasını uzağa koyuyor ve çok büyük bir olayı geniş açıdan ve kesintisiz olarak izleme zevkini bize tattırıyor. Genel olarak "Dünyalar Savaşı" kötü bir film değil. Efektleri sayesinde izlenebilirlik niteliğini kazanıyor. Ama Spielberg'in başka filmlerindeki ("Azınlık Raporu, Schindler'in Listesi, Er Ryan'ı Kurtarmak, Jurassic Park") derinlikten kesinlikle mahrum. posted by gezgin @ 4:28 PM

0 comments

MUSTAFA HAKKINDA BAZI ŞEYLER "Mustafa Hakkında Herşey", "Asmalı Konak"ın başarılı yönetmeni Çağan Irmak'ın bir filmi. Senaryosunu o yazmış, kendi yönetmiş. Ama ne yazık ki gişede pek başarılı olamamıştı: 65 457 (altmış beş bin) sinema seyircisi. "Mustafa Hakkında Herşey" aslında kendi içinde genel olarak başarılı bir film. Yani kurmak istediği dünyayı kuruyor: reklam ajansı sahibi genç bir adamın, mükemmel gibi görünen dünyasının aslında hiç de mükemmel olmadığını adım adım keşfetmesine tanık oluyoruz. Filmin kahramanı Mustafa, ölen karısının kendisini aldattığını öğreniyor ve karısının sevgilisini şehir dışındaki evlerine hapsederek biraz işkence uyguluyor. Sonra da adamı salıveriyor. Aslında, iyi bir filmde olması gereken hemen herşey bu senaryoda mevcut: aldatma, ölüm, intikam, gerilim... Ama her nedense "Mustafa Hakkında Herşey" (MHH), ağzımızda tam pişmemiş yemeklerin bıraktığına benzer bir tat bırakıyor. Bu az pişmişlik haline, gişede başarılı OLMAMA ilkelerini kullanılması eklenince, sadece 65 bin kişilik bir izleyici kitlesinin nedeni anlaşılıyor. Ve film parasını çıkaramıyor. Burada, bu kaybın senaryo ile ilgili nedenlerini göstermeye çalışacağım. İlk olarak, filmin başında Mustafa hakkında ne hissetmemiz gerektiğini bilemiyoruz. En başında Mustafa iyi bir aile babası ve iyi bir eş olarak sunulurken, bir sonraki sahnede kötü bir işveren olarak karşımıza çıkıyor. Filmin geri kalanındaki tavırları, iyi babayı değil, kötü işveren rolünü pekiştiriyor. Sonuçta, Mustafa'yı sevmemeye karar veriyoruz.

203

Sanırım bu, yazarın en büyük hatalarından biri: sevmediğimiz bir karakterin başına gelenleri neden seyredelim ki? Çalışanlarına, çevresindekilere kötü davranan, onları aşağılayan birinin başına gelen kötü olayları, bu ülke insanları (biz), "oh, eden bulur" mantığıyla izler en fazla - o da izlerse. Yani kahramanla özdeşleşme kuramıyoruz. (Yönetmen "ben bir anti-kahraman anlatmak istedim" diyebilir, ki bu da gişe başarısızlığı için şaşmaz formüllerden biridir.) Filmin ikinci hatası da Mustafa'nın kimliği ile ilgili. Mustafa'nın "Bach" seven, dilini konuştuğu ülkenin kültürüne ve insanlarına yabancılaşmış biri olduğunu görüyoruz. İçinde bulunduğu ekonomik koşullar, ortalama izleyicinin kolayca özdeşlik kuracağı koşullar değil. (İzleyiciler, kendilerinden aşağı SES'teki insanlarla kolay özdeşleşebilir, ama kendilerinden yukarı SES'teki insanlarla özdeşleşmekte güçlük çekerler.) "Eşkiya"ya bakın, "Vizontele"lere bakın, "Hababam Sınıfları"na bakın, hepsinin baş karakterleri izleyicininkine yakın ya da daha aşağı SES'lerden (Sosyo-Ekonomik Statü) gelmektedir. *** posted by gezgin @ 4:20 PM

2 comments

Cuma, Temmuz 01, 2005 ONLINE SENARYO ATÖLYESİ: HEM DE ÜCRETSİZ Bu siteyi (sayfayı!) oluşturup yazmaya başladığımda bu noktaya geleceğimi tahmin etmemiştim. Amacım sadece yerli ve yabancı filmlerin (ve dikkate şayan bazı TV dizilerinin) senaryoları hakkında, belirli bilgilere dayanan yorumlar yapmaktı. Ama yaptığım yorumlarda göndermede bulunduğum bilgilerin çoğunun Türkçe'de bulunmadığını fark ettim. Bunun üzerine sitenin ağırlığını senaryo yorumundan Türkçe'de bulunmayan senaryo bilgilerini vermeye kaydırdım. Bu alanda ülkemizde o kadar büyük bir boşluk varmış ki, benim boş zamanlarımda kendimi meşgul etmek için başlattığım SANARİST aniden bir misyon edindi. Kısa sürede, senaryo yazmak isteyen ama bu konuda işe yarar ve güncel bilgiler bulamayanların başvuru kaynaklarından biri haline geldi. Peki ben bu işe niye başlamıştım? Türk filmlerine olan kızgınlığımdan! İletişim araçlarının hızla gelişmesi sonucu Türkiye'nin dünya ile bilgisel düzeydeki entegrasyonu bu kadar artmışken hâlâ çok kolay bir biçimde engellenebilecek hataların Türk filmi izleme zevkimi bozmasına duyduğum öfkeden. Bir filmin yapımı için böbürlene böbürlene 1 milyon dolar harcadığını söyleyen yapımcıların, toplam fiyatı 40 dolar tutan iki kitaptaki (Syd Field'ın "Senaryo"su ve Michael Hauge'un "Satan Senaryolar Yazmak"ı) bilgileri bilmemesinden dolayı filmleri gişede yatmaya mahkum etmelerine duyduğum sinirden. Ben de "karanlığa küfredeceğine bir mum yak" şiarınca bu siteyi oluşturdum. Okuyuculara az da olsa yardımcı olduğumu ümit ediyorum. Senaryo yazımı hakkında söylenecek daha çok şey olduğu kesin, ama şimdiye kadar bu sitede anlatılan bilgilerin genç bir senarist adayının 120 sayfalık orta kalitede (hatta bu ülke standartlarına göre iyi denebilecek) bir senaryo yazmasına yeteceğine inanıyorum. Ama bir konuda sadece kuramsal bilgi vermenin çok az işe yarayacağının da farkındayım. Yüzme bilmeyen birine, havuzun kenarında durup, yüzme hakkında ne kadar kuramsal bilgi verirseniz verin, havuza girip bir miktar su yutmadan bu işin öğrenilemeyeceği kesindir. İşte bu nedenle, İnternet'in sağladığı olanaklardan faydalanarak, internet üzerinden ("online") bir atölye çalışması başlatmaya karar verdim. *** Bu atölye çalışması şöyle gerçekleşecek: Önce sizden ve benden gelen film senaryosu fikirlerini inceleyip geliştireceğiz. Ardından, bu fikirler arasından ticari başarı şansı olan bir (ya da iki) fikri, senaryo haline getirmek üzere seçeceğiz. Sonra da bu fikirleri, adım adım 120 sayfalık bir senaryoya dönüştüreceğiz. Hikaye yazılırken, karakterle oluşturulurken, sahne ve diyaloglar yazılırken, SANARİST'teki bilgiler ışığında (yapıcı bir biçimde) tartışacağız. Son olarak da senaryoyu yazıp bitireceğiz. Ve internette yayınlayacağız. (Eğer bir yapımcı senaryoyu beğenip de çekmek isterse, ne yapacağımızı o zaman düşüneceğiz ;) *** Bu çalışma, internet üzerinde gerçekleşeceği için kendine özgü kısıtlamalarla birlikte bazı avantajlara da sahip olacak. Her ne kadar yüzyüze yapılan çalışmalar kesinlikle çok sayıda avantaja sahip olsa da, "online" çalışmaların da zaman ve mekan tanımamak gibi üstünlükleri bulunuyor. (Bana Türkiye'nin 204

nerelerinden mesajlar geldiğini duysanız şaşarsınız.) *** Aşağıda bu atölye çalışmasının nasıl gerçekleşeceği ve çalışma sırasında geçerli olacak ilkeler hakkında bilgiler yer alıyor. Bu ilkelerin size de uyduğunu düşünüyorsanız, siz de bu çalışmaya katılabilirsiniz. NASIL OLACAK? 1) Bu çalışmalar, SANARİST ile bağlantılı SENARYO ATÖLYESİ'nde gerçekleşecek. Bu yeni siteyle ilgili önemli gelişmeleri SANARİST'te yayınlayacağım. Ama bir süre sonra bu yeni sitenin bağımsız bir biçimde varlığını devam ettireceğine inanıyorum. 2) Bu çalışma için önce, belirli bir "kuluçka" dönemi boyunca (yaklaşık 2 ay), filmin temelini oluşturacak fikri bulmak için uğraşacağız. Bunun için de en iyi 3. senaryo fikrinizi bana ([email protected]) yollamanızı istiyorum. Yani bu, sizi "ünlü ve zengin" edecek ilk iki fikrinizden sonra gelen fikir olsun. Başkalarıyla paylaşmaktan kormayacağınız, gözden çıkartabileceğiniz bir fikir. Ama bu, bu fikrin "kalitesiz" olabileceği anlamına gelmiyor. Üzerlerinde iyice düşünün. SANARİST'teki "iyi fikir" ile ilgili aşağıdaki yazıları okuyun. Fikri geliştirmeye çalışın. İlginç bazı sürprizler ("twist") katın. Bu fikirlerden en azından birinin "komedi" ya da "aksiyon" olmasını istiyorum. Yani boşu boşuna bilimkurgu, sanat, psikolojik gerilim ya da tarih filmi fikri yollamayın. Bu sitenin daha en başından beri ticari sinemayla ilgilendiğini biliyorsunuz. Ve Türkiye'de en çok iş yapan filmlerin hemen hepsinin "komedi" olduğunun da farkındasınız. Bu nedenle boşa kürek sallamayalım. Bu yüzden, film fikirlerinizden biri "komedi" veya "aksiyon" olsun. Eğer becerebilirseniz bu ikisini birleştirebilirsiniz (aksiyon-komedi), ya da bu türlerin alt türleri ile ilgili fikirler geliştirebilirsiniz: romantik komedi, vb. 3) Bana ulaşan bu fikirlerden, uzun metrajlı bir film olma potansiyelini içinde barındıranları (gerekirse biraz üzerinde oynadıktan sonra), bu sitede yayınlayacağım. (Diğerlerini ise posta kutumdan dahi sileceğim. İçiniz rahat olsun.) Sizlerin de katılımıyla hangi fikri senaryo haline getireceğimize karar vereceğiz. Eğer bu konuda net bir sonuca varılamazsa, hangi fikrin senaryo yapılacağına ben karar vereceğim. 4) Sonra sıra genel hikayenin oluşturulmasına gelecek. Bu fikrin üzerine nasıl hikaye kurulduğunu göreceğiz. Bu aşamada da hem sizden gelen mailler, hem de benim yapacağım yorumlar etkili olacak. Sizden gelen maillerin bazılarını sitede yayınlayacağım - yaptığınız önerilerin neden doğru olduğu ya da neden işe yaramayacağını da kısaca açıklayarak. 5) Sonraki aşamada ise karakterleri oluşturacağız. Bu hikayedeki karakterlerin geçmişlerini, kişilik özelliklerini, fiziksel özelliklerini yaratacağız. Burada da sizin önemli bir katkınız olacak. Zaman zaman arkaplan ("background") araştırmasını siz yapacaksınız. 6) Sonra hikayeyi 3 Perdeli Yapıya oturtacağız. Yani senaryonun kaçınılmaz büyük anlarını belirleyip bunları 3 Perdeli Yapının uygun noktalarına yerleştireceğiz. Burada da sizden gelen öneriler çok önemli olacak. Tabii burada da benim bazı önerilerim olacak. Her türlü kararsızlık, belirsizlik ya da tıkanma durumunda benim küçük müdahalelerim olacak. 7) Ardından bir "Sahne Listesi" yazacağız. Hikayemizin hemen hemen bütün sahnelerini birer ikişer satırlık cümleler şeklinde alt alta yazacağız. Böylece hikayenin nasıl başlayıp nasıl ilerlediğini ve nasıl bittiğini kuşbakışı bir biçimde görebileceğiz. Zaman zaman dramatik etkiyi artırmak için sahnelerin yerlerini değiştireceğiz. 8) Sonraki aşamada, sahneler teker teker yazılmaya başlanacak. Bence en eğlenceli bölüm burası. Çünkü gerçek yaratıcılığınızın burada ortaya çıkacağını düşünüyorum. Bir taraftan hikayenin gereklerini yerine getirirken diğer taraftan özgür bir biçimde hareket etmeyi deneyimleyeceksiniz. 9) Senaryoyu bitirdikten sonra bir süre "soğutacağız". Bir kaç ay kadar. Ondan sonra tekrar ele alacağız, son rötüşları yapacağız ve hitama erdireceğiz. 10) Bütün yazışmalar benim mail adresim üzerinden ([email protected]) gerçekleştirilecek. Gerekirse daha sonra bazı araştırmalar için alt çalışma-grupları oluşturabiliriz. Ama, tıpkı forumlarda olduğu gibi, bu işi birinin orkestra gibi idare etmesi gerekiyor. O kişi de ben olacağım.

205

*** Bütün bu aşamalarda sizin katılımınız çok önemli. Düşünce ve duygularınızı hiç çekinmeden, "ayıp olur" "benim hiç tecrübem yok" vb. şekilde düşünmeden bana yazabilirsiniz. Bu tür eserler, Tony Buzan'ın deyimiyle "deneme-başarma" yöntemiyle oluşturulur. Yani hata yapmak, saçmalamak, uçmak, yaratıcı sürecin kaçınılmaz ve en güzel parçalarıdır. Bundan çekinmeyin. Sadece, fikirlerinizin piyasa gerçeklerine uygun olup olmadığını biraz düşünün. Ama kendinizi bunlarla da çok kısıtlamayın. Fazla uçup uzayda kaybolacak olursanız, korkmayın, ben sizi tutup getiririm. Yalnız, kritik bazı kararların alınmasında benim rehberliğime güvenmenizi istiyorum. Gereksiz tartışmalarla vakit kaybetmeden yolumuza devam edebilmek için zaman zaman benim önerilerim belirleyici bir rol üstlenecek. *** Peki bu iş ne kadar sürecek? Benim tahminim Eylül ortası gibi fikir seçme / belirleme sürecini bitirebiliriz. Sonra bir ay boyunca genel hikayeyi geliştiririz. Bir ay da karakter geliştirmeye gider. Bir ay 3 Perdeli Yapı ile oynarız. Sonraki bir ay da sahne listesi hazırlamaya harcanır. Sahnelerin yazımına ise, 4 - 6 ay veriyorum. Bunlar tabii ki tahmini süreler. Bazı süreler kısalabilir (pek sanmıyorum), bazı süreler de uzayabilir (bu, kuvvetle muhtemel). Bir acelemiz yok. Ama işi çok da ağırdan almayacağız. Bu nedenle, zaman zaman zaman kaybından tasarruf etmek için tartışmalara son vermem ya da yaratıcı katkılarda bulunmam gerekebilir. *** Eğer hiçkimse katılmazsa, (her zaman bir Z planı olmalı!) o zaman kendi fikirlerimden birini ya da ikisini bu sitede ele alıp senaryoya dönüştüreceğim. Bu, diğer alternatif kadar eğlenceli olmaz ama orta ve uzun vadede aynı ölçüde eğitici olur. *** Bir de ortaya çıkacak senaryonun mülkiyet hakkı meselesi var: Bildiğiniz gibi bir ürün, onu ortaya çıkartanların malıdır. Yani birden fazla insan bir senaryonun ortak sahibi olabilir. Peki ya 50 kişi bu sürece katılırsa ne olacak? Tarihin 50 yazarlı ilk senaryosunu mu yazmış olacağız? (Bence çok komik olur, öyle olursa). Bu konuyu avukat arkadaşlarla görüşeceğim. Siz de bu konuda uzman olan birilerine danışıp bana bildirirseniz sevinirim. *** Şimdi, gözden çıkarabileceğiniz kaliteli senaryo fikirlerinizi bir kurcalayın bakalım. Hangilerini SANARİST'e yollayabilirsiniz? Yalnız, sonradan mızmızlanmak, "benim fikrimi çaldılar" diye ağlamak yok! Bu siteye yollamakla, fikrinizin bireysel mülkiyetinden vazgeçmiş, onları ortaklaşa mülkiyete açmayı kabul etmiş oluyorsunuz. Ayrıca fikrinizin üzerinde oynanmasını da kabul ediyorsunuz. Bunları kabul etmiyorsanız, siteyi sadece uzaktan izlemeye devam etmenizi tavsiye ederim. *** Yukarıda da belirttiğim gibi, bu senaryo fikri belirleme süreci Eylül gibi bitecek. Ondan sonra yolladığınız fikirleri yürürlüğe koymak teknik nedenlerden dolayı mümkün olmayabilir. *** Haydi bakalım... Aklınıza ve bileğinize kuvvet! Senaryo fikirlerinizi bekliyorum: [email protected] posted by gezgin @ 6:42 PM

0 comments

206

Perşembe, Haziran 30, 2005 SERTAP ERENER'İN BİZE ÖĞRETTİKLERİ! Geçenlerde TV8'de Sertap Erener'le yapılan bir söyleşi izliyordum. Son klibinin geçtiği mekanı tanıdığım için gözüme çarpmıştı: yer Olimpos'tu. Röportajı yapan çocuk "keklik" bir soru sordu. Yani öyle bir soru ki, hiç cevap vermeseniz bile sansasyon yaratacak bir şey. Sertap da, soruyla ilgili olarak "Tevazuya gerek yok" dedi. Ondan sonra daha bir sürü şey söyledi. Ama benim beynimdeki Sertap filmi, o karede takıldı: "Tevazuya gerek yok. Tevazuya gerek yok. Tevazuya gerek yok..." Neden gerek yok tevazuya? Artık yararlı bir erdem olmadığı için mi? Aslında soruyu tersten sormak gerek: Neden tevazuya gerek vardı? Yani böyle bir tavır neden gerekli oldu? Hatta erdem mertebesine yükseltildi? Türk kültürünün ayrılmaz bir parçasıdır tevazu. Birinin sizi övmesi ile buna karşılık olarak sizin içten bir biçimde "estağfurullah" demeniz arasında geçen milisaniyeler, ruhsal olgunluğunuzun derecesini gösterir bu memlekette. Ve (Sertap Erener'in buyurduğunun aksine) çok ama çok gerekli, çok faydalı bir şeydir. Belirli bir topluluktaki insanlardan bazılarının yüceltilmesine engel olarak, o topluluktaki gereksiz husumet duygularının oluşmasını ve toplumsal çatışmaların yaşanmasını engellemeye yarar. Anglo Sakson kültürlerinde (özellikle de İngiliz ve Amerikan kültürlerinde) tevazu "artık" geçer akçe değildir. İnsanlar "ben yaptım, ben ettim, en büyük benim" şeklinde dolanırlar ortalıkta. Diğerleri ise bir yandan o kişiye haset eder, bir yandan da onun yerinde olmayı hayal ederler. Bu duyguların (yani birilerinin kendini ezici bir biçimde üstün görmesinin ve diğerlerinin de ona husumet duymasının) Batı toplumlarında toplumsal dokuyu nasıl tahriş ettiğini tahmin edebilirsiniz. Bu ve benzeri erdemlerin yokluğu nedeniyle bu toplumlarda "ne olursa olsun kazanmak" düsturu geçerlidir. Bunların senaryo yazımı ile ne ilgisi var peki? Şu ilgisi var: En çok seyredilen Türk filmlerine baktığımız zaman, bu filmlerin çoğunun, "tevazu" gibi Türk kültürüne ait değerleri yansıttığını görüyoruz. Benim favori Türk filmim olan "Eşkiya", dosta vefayı aşka tercih etmek üzerine kuruludur. Eski "Hababam" filmleri, kültürümüzde güçlü olan bir kaç erdemin etrafında döner: dayanışma, aile bağlarının gücü, gençlerin kollanması, aşk, vb. En az seyredilen Türk filmlerinin ise kendi toplumuna yabancılaşmış insanları anlatması da bir raslantı değildir: Asansör, Mustafa Hakkında Herşey, vb. Çok seyredilen yabancı filmlerde de bu tür erdemler vardır. Bu erdemler, batı halkları için artık bir özlem nesnesidir. Yani batılılar, maddeci yaşamlarını sürdürürken maneviyat ile yüklü filmleri izleyerek, bu özlemlerini sanal bir dünya vasıtasıyla bile olsa tatmin etmeye çalışırlar. TITANIC buna en güzel örnektir. (Titanic de "aşkını, kendi hayatına tercih etmek" üzerine kuruludur.) Kendisine bu ülkede geniş bir seyirci kitlesi bulmak isteyen senaryo yazarlarının, içinden çıktıkları toplum tarafından aziz tutulan erdemleri göz ardı etmemesi, hatta eserlerini başka toplumların erdemleri değil, bu toplumun erdemleri üzerine kurması gerekir. "Tevazuya gerek var!" yani. posted by gezgin @ 6:13 PM

1 comments

MÜKEMMEL BİR ÜÇ PERDELİ YAPI ÖRNEĞİ: DEVLET DÜŞMANI Tony Scott'un zaman zaman ağabeyinden (Ridley Scott: Gladyatör, Blade Runner, Thelma ve Louis) kat kat daha iyi iş çıkartabildiğinin bir kanıtıdır Devlet Düşmanı. En büyük özelliği de tekrar tekrar seyredilmeye dayanıklı olmasıdır. Filmin en büyük artısı, çok ama çok sağlam senaryosu. Tamamen 3 Perdeli Yapı'ya oturtulmuş bir senaryosu var. Filmin mesajı da çok önemli: Devlet, kendi güvenliğini sağlamak için istihbarat toplarken özel hayata müdahale edebilir mi? (Bu soru, yıllık kişi başına ortalama geliri 30 bin dolar olan ülkede - ABD - bir film konusu olabiliyor ama yıllık ortalama geliri 3 bin dolar civarında gezinen bir ülkede - Türkiye - ne yazık ki pek fazla ele alınamıyor.) Filmin artıları saymakla bitmiyor: bir an dahi nefes aldırmayan (yani, sadece gerektiği kadar nefes aldıran) bir ritmi var. Bu açıdan "The Matrix" filmine çok benziyor. Ama film sadece hızlı değil; bu kadar hız, çok sıkı örülmüş bir neden-sonuç ağı ile birlikte gelince, film seyri mükemmel bir zevk halini alıyor.

207

Senaryodaki şaşırtmalar da çok güzel. Hemen hiçbir zaman koltuğunuza yaslanıp, gidişatını kavradığınız bir hikaye izlemiyorsunuz. Her an karşınıza yeni bir şey çıkıyor. Hele filmin finali, yani "kahramanın tamamen kaybettiğini düşündüğümüz an"da ortaya çıkan çözüm (burada da "Star Wars", Bölüm 4'ün finalini hatırlayın), çok güzel. Filmin oyunculuğu, müzikleri çok güzel. Kurgusu mükemmel. Will Smith ve Gene Hackman çok güzel bir ikili oluşturmuşlar. (Will Smith'in en sevdiğim ikinci filmi bu. Birincisi "Ben Robot"). Yan oyuncular da çok güzel olunca, arşivinizin baş köşesindeki yeri almayı ve belirli aralıklarla seyredilmeyi hak eden bir film haline geliyor. Bir gün böyle bir Türk filmi izlersem, gözlerim açık gitmeyecek. posted by gezgin @ 6:11 PM

0 comments

Cumartesi, Haziran 25, 2005 The O.C. (CNBC-E): İZLEMEYENİ DÖVERİM! Bu dizinin ne kadar kaliteli olduğunu anlatmam mümkün değil. İlk seyrettiğimde ben de anlamamıştım. Sadece büyük zevk alarak seyretmiştim. Ama şimdi, tekrar seyrederken, dizinin "iyi senaryo nasıl yazılır" konulu hızlandırılmış bir kurs niteliğinde olduğunu görüyorum. Karakterlerin yaratılması, çatışmanın kurulması, bu çatışmanın zengin bir biçimde (akla ilk gelen şekilde değil, son derece iyi düşünülmüş biçimlerde) işlenmesi, mükemmel oyunculuk ve dehşet müzikler... Bu dizi aynı zamanda, çatışma dendiği zaman ille de birilerinin birbirine silah çekmesi gerekmediğini de çok güzel gösteriyor. En derin insanlık meselelerini, hiç ummadığınız bir toplum tabakasında (Los Angeles'in kaymak tabakasında) gözlemliyoruz. Karakterlerin hepsi bizi şaşırtıyor. Kötü anne Julie'nin aslında bir kenar mahalle güzeli olduğunu ve bu maddi rahatlığı kaybetmekten korktuğu için böyle davrandığını öğreniyoruz; ailesini iflasa sürükleyen baba Jimmy ise, ailesinin isteklerine "hayır" demeyi beceremeyen iyi kalpli bir adam sadece. Gıcık güzel Summers aniden gerçek sevginin ne olabileceğini fark ediyor. Hem de bütün dizilerde ve filmlerde "inek" olarak nitelenebilecek içli çocuk Seth Cohen sayesinde. En hoşumuza giden karakter de, sıradan izleyiciyi temsil eden, gecekondu mahallesinden Ryan - şu Chino'lu çocuk. Ve onun Marissa ile olan aşkı. Diziyi dikkatli bir biçimde seyrederseniz, senaryo yazımı hakkında çok güzel bir kaç makaleyi arka arkaya okumuş gibi olacaksınız. Garanti ediyorum. Dizi bu aralar CNBC-E'de hafta içi her akşam 20:00'de yayınlanıyor. Geceyarısından sonra da tekrarları var. Dizinin resmi sitesi burada . "Episodes" bölümünde geçmiş bölümlerin ve gelecek bölümlerin hikayelerini okuyabilirsiniz. posted by gezgin @ 7:47 PM

2 comments

İYİ BİTİR BENİ! Filmlerin ve TV dizilerinin başlangıçları kadar bitişleri de önemlidir. Çünkü seyircinin aklında, üç şey kalır: filmin başlangıcı, filmdeki ilginç anlar ve filmin bitişi. Bilişsel psikolojide buna küvet etkisi diyorlar bildiğim kadarıyla. Başı ve ayakları küvetin dışında kalan bir adamın görüntüsüne gönderme yapılarak. "Bir İstanbul Masalı"nın sonunun mutsuz bitmesi gerektiğini yazmıştım aşağıda. Yazarlar, yönetmen ve yapımcılar tercihlerini aksi yönde kullandılar. Seyirciyi ihya ettiler güya. Ama şaşırtıcı derecede düşük bir rating de aldılar. Bence bunda "mutlu son" seçiminin bir payı olmuştur. Zira dizi o noktaya kadar, Esma ile Selim'in bir araya gelemeyeceğine, hatta gelmemesi gerektiğine işaret eden bir temel atmıştı ("set up"). Sondan bir önceki bölümde Demir bile ağabeyine bunu çok güzel bir biçimde özetlemişti: aşkınıza sahip çıkmadınız. Bunca bölüm boyunca aşkına sahip çıkmayan insanların son bölümde de mutsuz bir biçimde ayrılması gerekiyordu. Ama olmadı. Esma'nın Selim'i tercih etmesi, bence, eski Türk filmlerindeki kör kızın bir araba kazası sonucu gözlerinin açılmasından biraz daha hallice bir davranıştır. (Benim "Bir İstanbul Masalı" için düşündüğüm final ise şöyle: Selim, babasının cenazesi dolayısıyla İstanbul'a gelir, babasını gömerler, bu arada Esma da düğün hazırlıkları yapmaktadır. Selim tekrar denize açılır, ama Çanakkale Boğazı'ndan geçerken Ayvalık'ta olduğunu öğrendiği Esma'nın yanına 208

gitmeye karar verir. Düğün günü gecesi Selim'in teknesi çok kötü bir fırtınaya yakalanır. Tekne batar. Selim ağır yaralı bir biçimde kurtulur. Ertesi gün olur. Esma ve damat adayı, düğünü deniz kenarındaki bir mekanda yapmaya karar vermiştir. Düğün seremonisi başlar. Tam o sırada yaralı Selim sahile vurur! Esma gelinlikleri içinde Selim'e koşar, onu kollarına alır. Selim'in son sözleri "Ben bir eşşeğim" - ya da ona benzer bir şey - olur! Rating rekorları kırılır.) İzlediğimiz finalin, dizinin bütünlüğüne ihanet etmesinin yanı sıra, anlamsız bir tarzda bittiğini de söylemeliyim. Bunun nedeni de, dizinin sondan bir önceki sahnesinde (dolmuşun yanında yaşanan sahne) kucaklaşan Selim ile Esma'dan, derhal düğün sahnesine geçilmesi. Bir kadraj numarası ile gerçekleşen bu geçiş bizi gerçek bir düğüne değil, dizinin üretilmesine katkıda bulunan insanların boy gösterdiği (ve böylece manevi olarak kendini tatmin ettiği) bir sahneye götürüyor. Henüz kahramanların kavuşmasını duygusal olarak sindirmeden, yapımcı, yönetmen, senarist, ışıkçı ve bilumum (o an için görülmesi gereksiz) insanla burun buruna geliyoruz. Doğal olarak da "ne alaka?" diyoruz. Çok ilginç bir zamanda konulan çok ilginç bir "yabancılaştırma efekti"! Bu kadar uzun süre izleyiciyi kendine bağlamayı başarmış bir dizinin daha güzel bir biçimde bitirilebileceğinden emindim. Tatmin edici olmayan bir başka final de, hatırlarsanız, "Asmalı Konak"taydı. Dizinin finalinin sinemada oynayacağını öğrenince ne hissettiniz? Aldatıldığınızı değil mi? Ama yine de izleyiciler Asmalı Konak'ın filmine koşa koşa gittiler. Ve gerçekten de kötü bir filmle karşılaştılar. Hem hikaye açısından tatmin edici değildi, hem de sinemasal açıdan. (Asmalı Konak'la ilgili olarak söylemem gereken bir şey daha var: Bu diziden sonra onun düzeyinde bir dizi daha çıkmadı. Ne Haziran Gecesi, ne Bir İstanbul Masalı, ne Savcının Karısı, ne de Melekler Adası. Ben olsam, kadroyu yeniden toplar, biraz daha zenginleştirir, çok sağlam bir çatışmaya dayalı bir öyküyü, olayların üzerinden 3 sene geçmiş gibi anlatmaya başlardım. Devam dizisi çekmekle ilgili olarak, James Cameron'un T1 ile T2'sini iyice analiz etmelerini de tavsiye ederim.) "Çocuklar Duymasın"ın da ne kadar kötü bittiğini yazmama gerek yok herhalde. Türk televizyon tarihine "gelmiş geçmiş en iyi sitcom" olarak geçebilecek bir dizinin "yapımcı hatasından dolayı en kötü biten dizi" olarak anılmaya mahkum olması ilginçtir. İyi bitmeyen dramatik eserler sadece TV dizileri değil. Bazen çok iyi başlayıp çok iyi giden filmler de kötü (yani tatmin etmeyen bir biçimde) bitebiliyor. Buna en iyi örneklerden biri "İNŞAAT"tır. Filmin finaline gelindiğinde yönetmen bizden finali tahmin etmemizi istiyordu! 2 küsür saat boyunca özdeşleştiğimiz karakterlerin akıbetini "tahmin edin" diyordu bize. Hatırlarsanız filmin finalinde, kahramanlarımız tutuklanıyor ama onları kurtaracak olan video kaset esas kızın eline geçiyordu. Bu kasedin polisin eline geçeceği ve kahramanlarımızın serbest bırakılacağı kesin. Ama insan yine de bunu görmek istiyor, tahmin etmek değil. O kadar kalkmışız, sinemaya gelmişiz, büfeciyi ihya etmişiz ve sen bize eli yüzü düzgün bir final bile vermiyorsun. Sonra da "ben bu filme bir milyon dolar yatırdım, seyirci niye gelmedi?" diye soruyorsun. Filmi eksin verdiğin için, yani finalini vermediğin için gelmedi! Oysa "Ocean's Eleven" öyle bitmiyordu. Filmin sondan bir önceki sahnesinde Ocean'ın polisler tarafından alınıp götürüldüğünü görüyorduk. Son sahnesinde ise Brad Pitt ve Julia Roberts Ocean'ı hapishanenin çıkışında bekliyorlardı. Seyirci de iki saat boyunca birlikte üzülüp sevindiği kahramanın sonunu öğrenerek sinema salonundan mutlu bir biçimde ayrılıyordu. Özetle söylersek, filmlere etkili girişler yapmak kadar, etkili çıkışlar da yapmak gerekiyor. posted by gezgin @ 3:54 PM

0 comments

Pazartesi, Haziran 20, 2005 TUTKULARINI TAKİP ET! "Senaristlerin ne yazması gerektiği" ile ilgili bir yazım var aşağılarda bir yerde. Yazının girişinde, böyle bir cümleyi sarfetmenin bile çok tehlikeli olduğunu söylemiştim. Çünkü senarist, "sana ne, istediğimi yazarım" şeklinde bir yanıt verebilir. Aslında benim söylemek istediğim tam da buydu: İstediğini yazmak. Bu konuyu tekrar gündeme getirmemin bir sebebi var. O da, yakın zamanda izlediğimiz yerli filmlerin senaristlerin tutkulu olduğu şeyleri yansıtmaması. Bu yazıda bu durumun olası nedenlerini ele almak istiyorum. 209

Önce şu saptamayı yapmam gerek: Bu ülke insanlarının maruz kaldığı formel (okulda verilen) eğitim ile formel olmayan (okul dışında, ailede, arkadaş topluluklarında vb. verilen) eğitimde, insanların kendi gerçek istekleri ile bağlantıları koparılır. Şimdi bu ne demek? diye soracaksınız. Şu demek: Her insanın, karnının ne zaman acıktığını, ne zaman uykusunun geldiğini, ve benzeri bedensel ihtiyaçlarını bildiği var sayılır. Bu ihtiyaçlar o kadar doğal kabul edilir ki bunlarda herhangi bir şaşmanın olabileceği düşünülmez. "Ne demek yani canım! Bir insan karnının acıktığını bilmez mi?" denir. Oysa, davranışçı psikolojinin çok net bir biçimde gösterdiği üzere, şaşmaz dediğimiz bedensel fonksiyonların kıblesini şaşırtmak son derece mümkündür. İnsanların biyoritmlerinin bozulmasının yanı sıra, "normal"de zevk veren şeylerin iğrenç, "normal"de iğrenç olan şeylerin zevk verir hale gelmesi gayet olasıdır. İnsanlar yemekten tiksinebilir hale getirilebilir (bkz. Anoreksia Nervosa Blumia). Bedene acı veren uygulamalardan zevk alınması sağlanabilir (bkz. Sado-Mazoşizm). İnsanların "ruh"ları, bedenlerinden daha fazla telkine açıktır. Belirli bir miktar baskı ya da telkinle, insanların ruhsal itkilerini ("impuls") yönetebilirsiniz. (Reklamcılar ve siyasetçiler temelde bu gerçekten yola çıkarlar). İnsanlara istedikleri şeyleri unutturabilir, istemedikleri şeyi istediklerini zannettirebilirsiniz. Hele bu son söylediğim, reklamcılar tarafından bire bir kullanır. Hepimiz aynı eğitim tezgahından geçtik, geçiyoruz. Bu nedenle hepimiz aynı şekilde "gerçek" isteklerimizden belirli bir ölçüde koparılmış haldeyiz. Ve bu koparma süreci hala devam ediyor. Neyin iyi, güzel, istenebilir bir şey olduğunu bebekliğimizden beri birileri bize söylüyor: anne, baba, arkadaşlar, okulda öğretmen, askerde komutan, televizyondaki spiker ya da reklam güzeli, gazetedeki yazar... Herkes zihnimize bir şekilde şekil vermeye çalışıyor. Peki bunların senaristlerin ne yazması gerektiği ile ne ilgisi var? Şu ilgisi var: Kendi içinizden gelen cılız istek seslerini toplumun baskısıyla göz ardı ederseniz, bir süre sonra bu sesleri duyamaz olursunuz. Başkalarının size yaptığı telkinleri gerçek istekleriniz zannedersiniz. Ama istek zannedilen böyle bir telkinden yola çıkarak yazacağınız bir senaryo ya yarım kalır, ya da hakiki bir istekle yazılmış senaryoların içerdiği pırıltıyı ve yaratıcılığı içermez. Bu sesler, kulak verildikçe güçlenir, kendisini daha güçlü bir biçimde ifade etmeye başlar. İnsan ruhundaki bu isteklerin besini, onların dinlenmesi, ve belirttikleri şeylerin yerine getirilmesidir. Böylece bu istekler güçlenir, akıl almaz yaratıcılıkta ürünler verilmesine neden olur. Ama günün modalarına kapılanlar, bu güçlü yaratıcılık pınarından faydalanamaz. "Ben de Tuna Kiremitçi gibi yazarım" diyerek bilgisayarın karşısına oturan adam, Tuna Kiremitçi'den deflarca kötü ürünler verir. (Bunun "ne kadar" korkunç olabileceğini tahmin edebiliyor musunuz!). Önemli olan, kendin gibi yazmaktır. "Ahmet Toprak" gibi yazmaktır - eğer adamın adı Ahmet Toprak ise. İyi senaryolar ancak ve ancak böyle ortaya çıkar: İnsan ruhundan fışkıran bir tutkuyla. Tabii ki bu tutkuyu, başarılı senaryolarda görülen teknik özelliklerle harmanlamak gerekir. Ama senaryonun malzemesi bu tutku olmalıdır. (Not: Nevrozlarınızı tutkularınızla karıştırmayınız. Bu da ayrı bir yazı konusu) Özetle iyi senaryo, sadece tutkulu karakterler değil, tutkulu yazarlar da gerektirir. posted by gezgin @ 4:56 PM

0 comments

Perşembe, Haziran 16, 2005 "PARDON"A PARDON Yakın zamanda vizyona girip de gişede pek başarılı olamamış bir film "PARDON". Yazan Ferhan Şensoy, yöneten Mert Baykal, yapımcı Sinan Çetin. Filmin gişedeki başarısızlığının ana nedeninin "senaryo" olduğunu söylemeye pek gerek yok aslında. Filmi izlemeye başlar başlamaz senaryoda bir terslik olduğunu anlıyorsunuz zaten. İlerleyen dakikalarda (yaklaşık olarak 15. dakikada) ise tersliğin ne olduğunu çözüyor ve sabır moduna geçiyorsunuz. "Acaba beni şaşırtacak bir süpriz olabilir mi?" diye beklemeye başlıyorsunuz. Ama olmuyor. Senaryonun en büyük sakatlığı, bir tiyatro oyunu gibi yazılmış olması. Yani Ferhan Şensoy, tiyatro 210

yazarlığı gömleğini çıkarıp film yazarlığı gömleğini giymemiş. (Bu cümle "giyememiş" şeklinde de bitebilirdi ama böyle bir hükmü verebilecek durumda değilim. Bunu bilerek yapmadığını varsaymak zorundayım.) Bu ne demek? Şu demek: Senaryo, tıpkı bir tiyatro oyununda (hatta özellikle de Ferhan Şensoy oyunlarında) olduğu gibi az sayıda mekanda (karakol ve hapishane) gerçekleşen diyaloglarla dolu. Şimdi, az mekanla çekilen başarılı filmler de vardır. Ama bunlar, bu az mekanın bütün özelliklerinden faydalanırlar. Yani mekan da senaryodaki karakterlerden biri haline gelir. Ama Pardon'da bu olmuyor. Mekanın hemen hiçbir belirleyici özelliği yok. Mekanlar sadece diyalogların geçtiği yer işlevini görüyor. Bu, tiyatroda son derece kabul edilebilir bir durumdur. Çünkü tiyatroya giden izleyici daha en baştan bunu kabul eder. Teknik imkanlar ne kadar gelişmiş olursa olsun mekan açısından büyük atraksiyonlar göremeyeceğini bilir. Tiyatro izleyicisi diyaloglar ve oyunculuk için oyuna gider. Ama sinema izleyicisi öyle değildir. Biraz daha nazlıdır. Sinema izleyicisinin, salona girerken, şöyle bir düşüncesi vardır: "Kardeşim, madem bana gerçek insanları göstermiyorsun, öyleyse bunu telafi etmek için bana öyle mekanlar, öyle kurgu ve hikaye atraksiyonları göstermelisin ki, aklımı uçurmalısın!" Pardon bunu yapmıyor. Bizi bir karakolun ve hapishanenin çeşitli odalarına tıkıyor! Bu durumun da çaresi var. Öyle diyaloglar yazar, öyle bir olay örgüsü kurgularsın ki milletin aklı uçar. (Doğal olarak hepinizin aklına hemen Alfred HITCHCOCK'un "İP" filmi geliyor, değil mi? Filmi bilmeyen gençler bir zahment araştırsın.) Lakin Pardon'da bu da yok. Ferhan Şensoy'un 1980'ler için "yeni" "taze" ve "komik" olan diyalogları, 2005 yılında bayat, klişeleşmiş, şaşırtmayan şeylere dönüşüyor. Gereksiz espriler, belirli bir işlevi olmayan, yer doldurmak için konmuş gibi duran diyalog parçaları dikkatinizin dağılmasına, "hikayeden" kopmanıza yol açıyor. (Senaryo ile ilgili olmamasına karşın şunu da yazmak zorundayım: Pardon'un en dikkat çekici özelliklerinden biri, kötü oyunculuğu. Ferhan Şensoy, 80'lerde üzerine yapışan ve "Ferhangi Şeyler" ile artık donan "maske"sini burada da takıyor. Bu maske Ferhan Şensoy'u gerçek yeteneğinin ortaya çıkmasına izin vermiyor. Bu maskenin ne komik ne de etkileyici olduğunu artık birilerinin Ferhen Şensoy'a söylemesi gerek. Rasim Öztekin zaten hep aynı Rasim Öztekin. Bülent Kayabaş ve Zeki Alasya da öyle.) Bir de, karakolda geçen "gerçek zaman"ın arasına serpiştirilmiş "FLASHBACK"ler var. Flashback'lerin ancak hikaye için çok zorunlu olduğunda kullanılması gerektiğini yazmıştım. Çünkü flashback seyirciye şöyle der: "Şimdi biraz gerçeklikten kopalım ve hikayenin bu noktasıyla ilgili geçmişteki çok önemli bir olaya bakalım." Bu doğal olarak son derece tehlikeli bir yöntemdir. Seyirciyi aniden hikayenin aksışının dışına atar. Bunu yapmak için son derece kuvvetli nedenlerinizin olması gerekir. Eğer flashback'i yerinde ve yeterli miktarda (yani makul derecede kısa) kullanmazsanız hikayeye büyük zarar verirsiniz. (Kötü flashback kullanımının bir örneğini Tony Scott'un "Spy Games" filminde görüyoruz. Robert Redford ve Brad Pitt'li bu filmde yönetmen bizi sık sık geçmişe götürüyordu. Her ne kadar bize geçmişte olmuş ilginç olaylar anlatsa da bu sık flashback'ler filmin "gerçek zaman"daki hikayesine büyük zarar veriyordu. Çünkü gerçek zamanda çok acil bir durum olduğu söyleniyordu bize: CIA için ajanlık yapan Brad Pitt'in Çin'de yakalandığı ve 24 saat içinde öldürüleceğini öğreniyorduk. Bu yirmi dört saat içinde gördüğümüz flashback'ler bizdeki aciliyet duygusunu - "eyvah, adamı bir gün sonra öldürecekler!" - yok ediyordu. Bence filmin gişede başarısız olmasının temel nedeni de budur.) Pardon'daki flashback kullanımı da neredeyse "keyfi" denebilecek bir nitelikte. Çok sağlam nedenlere dayanılmadan yönetmen bize geçmişteki olayları anlatıyor, bizi "gerçek zaman"ın akışından koparıyor. Bu da film deneyimimize büyük zarar veriyor. Filmin karakol sahneleri bitip Sinop Cezaevi sahneleri başladığında da pek bir değişiklik olmuyor. Bu kez flashback'lerde kurtuluyoruz ama daha kötü bir şeyin kucağına düşüyoruz: hikayesizlik! İnanmayabilirsiniz ama karakol sahnesinden sonraki 50 dakika boyunca dişe dokunur hiçbir şey olmuyor. İbrahim, Muzo ve Aydın'ın (sırasıyla F.Ş., R.Ö. ve Ali Çatalbaş) bir kaç defa mahkemeye gitmesi ve en sonunda 24 yıl yemeleri var, o kadar. Becerikli bir yönetmen bütün bunların 30 saniyede anlatır. Oysa biz 50 dakika akla ziyan diyaloglar izlemek zorunda kalıyoruz. Filmde ne işe yaradığı belli olmayan bazı tipler de var. Örneğin hapishane müdürü ve yardımcısı. Mevcut halleriyle hiçbir dramatik fonksiyonları yok. Hapishane müdürünün çiçek sevgisinin bu hikayede ne yeri var belli değil. Sadece Türk cezaevi sistemiyle ilgili zayıf bir eleştiri iması gibi duruyor. Cezaevindeki en işlevsel adam gardiyan. Para karşılığı mahkumların işlerini görüyor. Biraz itici olmayı başararak görevini yerine getiriyor.

211

İbrahim, Muzo ve Aydın'ın suçsuz olduğu 6 yıl sonra anlaşılıyor ve serbest bırakılıyorlar. Fakat bu bizi sevindirmiyor bile. Neden? Çünkü hikayenin en başında bu karakterlerle özdeşleşme oluşturulmamış. Yani İbrahim ve arkadaşlarının yatması da umrumuzda değil, çıkması da. (Steve McQueen'li "Kelebek"i ya da "Shawshank Redemption"ı hatırlayın. Kahraman kurtulunca nasıl izleyici de ferahlıyordu.) Ama hikayenin en kötü yönü finali. İbrahim jandarma tarafından askere götürülmeden önce ailesini görmek istiyor ve kendisini götüren jandarmayı da kısa bir süre için evine uğramaya ikna ediyor. Evin kapısını çalıyor. Kapıyı, kendisini ihbar edip askere alınmasını sağlayan, sonra da babasının dükkanını sattıran eniştesi açıyor. İbrahim yanındaki jandarmanın silahını kapıp eniştesini vuruyor. Ve filmin en akla ziyan lafını ediyor: "Devletten 6 yıl alacağım vardı. Ödeştik." Biz de donup kalıyoruz! Bu mantıksız cümle, makus senaryonun makus finalini de bağlıyor. Bu cümlenin geçerli olması için Enişte'nin bir devlet görevlisi, ya da İbrahim'in hapse girmesinin müsebbiplerinden biri olması gerekiyor. Ama yok öyle bir şey. Enişte sadece İbrahim'in askere alınmasına neden oluyor, kayınpederinin dükkanını sattırıp parayı batırıyor, İbrahim'in sevgilisinin düğününde de şahitlik yapıyor (bu son durumu İbrahim bilmiyor). Yani İbrahim'İn hapis yatması ile Enişte arasında hiçbir bağlantı yok. Ama İbrahim böyle bir bağlantı kuruyor. Ve adamı öldürüyor. Film boyunca İbrahim'in Enişte'ye gıcık olduğunu biliyoruz, ama bu gıcıklık asla cinayet boyutunda değil. Bu yüzden biz de, İbrahim için değil de masum Enişte için üzülüyoruz. Ferhan Şensoy yazar olarak kendi kalesine gol atıyor. Böyle bir film seyrettikten sonra ne hissediyoruz? Birincisi, zaman kaybı hissi. "Şu güzelim 2 saati daha anlamlı şeyler yaparak da geçirebilirdim" düşüncesi. İkincisi de, "Şahları da Vururlar"ı yazan kişinin "Pardon"u yazan kişiyle aynı olduğuna inanamama hali. Eğer bu filmin senaryosunu Ferhan Şensoy'un sinema yazarlığı yeteneğinin bir göstergesi olarak ele alırsak (ki almamamız için hiçbir neden yok), Şensoy'un bu konuda öğreneceği çok şey olduğunu kabul etmemiz gerekiyor. Peki bu film bize neyi öğretiyor: Elinizde hikaye yoksa, senaryo yazmaya oturmayın! Hikayesiz senaryo ticari sinemaya uymuyor. Belki hikayesiz tiyatro oyunu olabilir (bkz. Absürd Tiyatro) ama bu durum sinemada pek hoş durmuyor. "Devlet birilerini haksız yere hapse atsın, sonra da bunların suçsuz olduğu anlaşılsın" cümlesi ticari bir senaryo için yeterince güçlü bir fikir değil. Şensoy'un bu zayıf fikre bir aşk hikayesi ekleme çabası da başarısız olmuş. Yönetmenin acemiliği de filmi baltalayan unsurlardan biri olmuş. Genel olarak oyuncuların konuşmalarını çekmekle yetinmiş. Sinemanın kendisine sunduğu kurgu, kamera açısı, kamera hareketleri gibi olanakları hemen hiç kullanmamış. Bu filmin bize öğrettiği bir şey daha var: bu kadar kötü senaryoların bile çekilme şansı olabiliyor. Başarılı yapımcılar (burada, Sinan Çetin) bile, bir senaryonun başarılı olup olmayacağını kestiremeyebiliyor. Bu durum Hollywood gibi devirdaimi yüksek yerlerde pek göze batmayabiliyor (örneğin James Cameron'un yapımcılığını yaptığı ve Steven Soderberg'in yönettiği SOLARİS'in yeni çekimi de gişede yatmıştı). Ama Türkiye gibi senede 15-20 filmin çekildiği yerlerde hemen göze çarpıyor. Bunun senaristler için birbiriyle çelişen iki telmihi var: 1) Bu kadar kötü senaryolar çekiliyorsa, iyi senaryolar hayda hayda çekilir - derhal senaryomu yapımcılara götüreyim. 2) Demek ki bir senaryonun çekilmesi için iyi ya da kötü olması hiç fark etmiyor. Arada başka şeyler var. Senaryomdan kesekağıdı yapayım. Üçüncü - ve benim önerdiğim - telmih ise şu: Kendi filmini kendin çek kardeşim, kimseyle uğraşma (Bkz. Gerilla Sinemacılık). Telmihinizi (bu durumun işaret ettiği şeyi, "implication") siz seçin. Filmle ilgili olarak söylenebilecek en iyi şey müzikleri. Gerçekten de başarılı müzikleri var. Hatta yer yer hikayenin zayıflıklarını kapatmak görevini bile üstleniyorlar. Bu filmde güldüğüm tek şey, kahramanlarımız cezaevinden çıkmadan önce, cezaevi kapısının önünde oynayan asker oldu - ki bu sahne de hikayeden tamamen bağımsız, alakasız bir sahne. Ama şirin. Bu sahnenin de senaryodan değil, doğaçlamadan kaynaklandığını düşünüyorum. posted by gezgin @ 7:07 PM

0 comments

212

Salı, Haziran 07, 2005 "BİR İSTANBUL MASALI" NEDEN MUTSUZ BİTMELİ "Bir İstanbul Masalı"nın akıllarda kalması, izleyicide en üst düzeyde etki bırakması için mutsuz bitmesi gerekiyor. Çünkü mutlu biten diziler ya da filmler (ve diğer dramatik eserler) bizde o kadar kalıcı etki bırakmıyor. "Hüznü" seven bir milletiz. Neredeyse tamamen bu duygu üzerine kurulu bir müzik türümüz var: Türk Sanat Müziği. (Bunun Amerikanca'daki karşılığı "Blues" olsa gerek. Kelimenin tam anlamıyla "hüzün" demek) Bir de mutsuz sonlarda, tatmin olmamış isteklerin akılda kalıcılık özelliği mevcut. Yani bir istek (bu bir nesneye yönelik bir istek de olabilir, bir kişiye yönelik istek de) tam olarak tatmin olmadığında, zihinde daha kalıcı bir yer ediniyor. Hatta bilinçaltı bu tatminsiz istek üzerinde çalışarak onu yüceltiyor. O kişi ya da şey, olduğundan daha büyük bir şeye dönüşüyor. Bu konuda yalnız değiliz. Hollywood'da da bu tür filmler, sinema tarihinin köşe taşlarıdır. En başta "CASABLANCA"yı örnek verebilirim. Eğer bu filmin sonunda Rick, sevgilisine kavuşsaydı, emin olun bugün kimse bu filmi hatırlamazdı. "Bridges of Madison County" ("Yasak İlişki" - Clint Eastwood, Meryl Streep), "Forrest Gump", "TITANIC", hep böyle filmler. En sonu mutsuz bittiği için seyircinin boğazında bir düğüm, yüreğinde bir yara izi olarak kalıyorlar. Bunun nedeni, hemen herkesin ruhunda, mutsuz bir aşkın izlerinin bulunması olabilir. İnsan zihninin "tamamlama" özelliğininin (Bkz. "Gestalt Psikolojisi") tatmin edilmemesi olabilir. Mutlu aşklara karşı duyduğumuz gizli "gıcık" olabilir. Daha aklıma gelmeyen bir çok şey olabilir. Ama şurası kesin: Eğer yazarları, "Bir İstanbul Masalı"nın akıllarda kalmasını istiyorlarsa, diziyi mutsuz sonla bitirmeliler. posted by gezgin @ 7:03 PM

0 comments

Pazar, Haziran 05, 2005 FİLM TÜRLERİ ("GENRE" ya da JANR) "Sinemada Türler"den bahsedeceğimi daha önce yazmıştım. Artık vakti geldi. "Sinemada türleri neden bilmemiz gerekiyor?" diye bir soru aklınıza gelebilir. Hemen cevap vereyim: Amerika'yı tekrar tekrar keşfetmemeniz için! Yüz yılı aşkın bir süredir gezegenimizi şereflendiren sinema sanatı, bu süre içinde verilen milyonlarca eser sonucunda, bazı "türler" ("genre" ya da afili Türkçe ile "janr") şeklinde gruplaşmıştır. Bu grupların ("kategori" demek daha doğru aslında) ortak özellikleri vardır. Bunlar en başta, "senaryosal" özelliklerdir. Yani bir türden bahsettiğimiz zaman, ortak temalardan, benzer karakterlerden, benzer senaryo dönüşlerinden ("twist" - birisi şu kelimeye adam gibi bir karşılık bulursa alnından öpeceğim) bahsediyoruz demektir. Örneğin, bir "aşk filmi"nden bahsediyorsak, mutlaka iki (ya da daha fazla sayıda) insanın çeşitli engellerle karşılaşacak bir aşkını göreceğiz demektir. Bu, bu türde verilen bütün filmlerin ortak özelliğidir. Filmin mutlu ya da mutsuz bitmesi (yani aşıkların kavuşması ya da ayrı düşmesi) senaristin ve yapımcının keyfine kalmış bir şeydir. Ama aşıkların bir sürü engelle karşılaşması kaçınılmazdır. Senariste düşen görev, bu aşıkların hangi ulustan, hangi kültürden, hangi ekonomik ve sosyal sınıftan olduğuna, bunlarla bağlantılı olarak ne tür ilginç engellerle karşılaşacağına karar vermektir. Filmleri hem tanıdık hem de orijinal yapan budur. Biz bildiğimiz hikayelerin, farklı ortamlarda geçen versiyonlarını seyretmek için gideriz sinemaya. Son yıllarda ortaya çıkan eğilim, bir kaç türü harmanlayıp seyirciye sunmaktır. Seyirci de bu karışıma çok iyi cevap vermektedir. "Star Wars" böyle bir filmdir. Westernler ile Bilim Kurgu'nun bir karışımıdır (artı, başka bir sürü şey). "Titanic", aksiyon türü ile aşk filmlerinin bir karışımıdır. Senaristlerin türleri bilmesi, işlerini büyük ölçüde kolaylaştırır. Tıpkı "3 Perdeli Yapı" bilgisi gibi, "tür bilgisi" de bir şablondur. Senaristin yaratıcı bir biçimde eğip bükeceği, ilginç sürprizlerle seyirciyi şaşırtıp kendine bağlayacağı klişelerdir. Seyirciler de sinemadaki bu türleri iyi bilirler ve şaşırtıldıkları zaman bundan çok hoşlanırlar. ("Altıncı His" filmi bir tür filminin çok güzel bir şaşırtmaca ile 213

zenginleştirilmesinden ibarettir: "Meğer adamın kendisi de hayaletmiş!") Her sanatta olduğu gibi senaristlikte de, yaratıcı olmadan önce kendinden önce geliştirilen klişeleri çok iyi bilmek gerekir. Bu nedenle genç senaristlerin, aşağıda örnekleri verilen türlerden çok sayıda film seyretmesi ve türü tür yapan ortak nitelikleri bulmaya çalışması yerinde bir tavır olacaktır. (Zaman zaman ben de buraya türlerin özellikleri hakkında yazılar yazacağım) Aşağıda, film türlerinin kısa tanımları ile bu türlerden örnekler yer almaktadır. Yazının orijinali "Create Your Screenplay adresinde bulunabilir. FİLM TÜRLERİ Aksiyon (Felaket Filmleri): Burada hikayeler genel olarak fiziksel güçlerin çatışması üzerine kuruludur. • • • • • • • • • • • •

48 Hours (48 Saat) Face/Off (Yüz Yüze) Die Hard (Zor Ölüm) Air Force One Jurassic Park Lethal Weapon Return of the Jedi (aynı zamanda Bilim Kurgu) Speed (Hız Tuzağı) (aynı zamanda Gerilim) Titanic (aynı zamanda Aşk Hikayesi) The Terminator True Lies (Gerçek Yalanlar) Twister

Macera: Burada hikayeler, yeni “dünyalar” ile karşılaşma üzerine kuruludur. • • • • • • • • • •

Apollo 13 The Deep Get Shorty (Gangster, Aşk Ve Suç filmlerinin bir karışımı) Indiana Jones and the Temple of Doom (aynı zamanda bir Aksiyon) Little Big Man (aynı zamanda Epik/Efsane) Lawrence of Arabia Quest For Fire RainMan Robinson Crusoe Water World (Su Dünyası)

Komedi: Bu filmlerin hikayesindeki temel çatışma, çok komik sonuçlara yol açar. • • • • • • • • • • • •

Ace Ventura, Hayvan Dedektifi (aynı zamanda Macera) Analyze This (Anlat Bakalım) Annie Hall Bowfinger French Kiss Honey, I Shrunk the Kids (aynı zamanda Fantazi) My Best Friend's Wedding (En İyi Arkadaşım Evleniyor) Nine to Five Shakespeare in Love (Aşık Shakespeare) The Spy Who Shagged Me When Harry Met Sally Working Girl (aynı zamanda Aşk Hikayesi)

Kendini Bulma: Bu filmlerin temel çatışması, kahramanın hayatta kendi yerini bulması hakkındadır. • • • • • • • • •

American Beauty (Amerikan Güzeli) American Graffiti The Breakfast Club The Graduate The Last Picture Show The Lion King (Aslan Kral) My Brilliant Career The Paper Chase Pretty In Pink 214

• • • • • • •

Rebel Without a Cause Risky Business Saturday Night Fever Shakespeare in Love (aynı zamanda Romantik Komedi) Splendor in the Grass Top Gun (aynı zamanda Aksiyon) The Water Boy (aynı zamanda Komedi)

Suç: Bu hikayelerin temel çatışması, bir suçluyu yakalamak üzerine kuruludur. • • • • • • • • • •

48 Hours Basic Instinct Fargo French Connection Ghost (aynı zamanda Aşk ve Gerilim) L.A.Confidential Patriot Games Pulp Fiction (aynı zamanda bir Kara Komedi) The Sting The Untouchables

Dedektif / Mahkeme Filmleri: Bu hikayelerin temel çatışması, aslında neler olduğunu bulmak ve hakikati ortaya çıkarmak ile ilgilidir. • • • • • • • • • • • •

Caine Mutiny Chinatown Death and the Maiden A Few Good Men The General's Daughter Inherit the Wind The Maltese Falcon Philadelphia Rear Window A Time to Kill The Verdict Vertigo

Epik/Efsane: Bu hikayeler temeli, büyük bir tarihi değişim döneminde, büyük güçlerin çarpışması üzerine kuruludur. • • • • • • • • • • •

Apocalypse Now The Birth of a Nation Bridge on the River Kwai Butch Cassidy and the Sundance Kid Ghandi The Godfather Gone With the Wind The Grapes of Wrath Lawrence of Arabia (aynı zamanda Macera) Star Wars The Ten Commandments

Fantazi: Bu filmler “canlandırma” hikayelerdir, ya da temelleri, biri “gerçek” diğeri “hayali” iki dünya üzerine kuruludur. • • • • • • • • • • •

A Connecticut Yankee in King Arthur's Court Alice in Wonderland Antz Big Ghostbusters Heaven Can Wait Mary Poppins The Mask Peter Pan Snow White Toy Story 215

• •

The Wizard of Oz Who Killed Roger Rabbit?

Gangster: Bu hikayeler, bir suçlu ile toplum arasındaki çatışma üzerine kuruludur. (Bu tür genelde, Kara Film ile harmanlanır). • • • • • • • • • • • •

Badlands Bonnie and Clyde Butch Cassidy and the Sundance Kid Dead End Dead Man Walking The Godfather (aynı zamanda Epik / Efsane) Goodfellas La Femme Nikita M. Out of Sight (aynı zamanda Aşk Hikayesi) Sling Blade The Usual Suspects

Korku: Bu filmlerin hikayesi, bir Canavardan (bu canavar insan olabilir de olmayabilir de) kaçmak ve en sonunda onu yenmek üzerine kuruludur. • • • • • • • • • • •

Alien The Blair Witch Project Friday the Thirteenth Halloween I Know What You Did Last Summer It's Alive King Kong Nightmare on Elm Street Psycho Scream Tremors

Aşk (Romantik): Bu filmlerin merkezinde, karşısındakinin aşkının kazanmaya ya da korumaya çalışan insanlar vardır. • • • • • • • • • • • •

Annie Hall As Good As It Gets Casablanca (aynı zamanda Epik/Efsane) Ghost The Graduate It Happened One Night Mickey Blue Eyes Notting Hill Pretty Woman Roman Holiday The Way We Were Wuthering Heights

Bilim Kurgu: Bu filmlerin hikayesi, bilimsel olarak hayal edilebilir bir dünyanın teknolojisi ve araçları üzerine kuruludur. • • • • • • • • • • •

2001 A Space Odyssey Back to the Future Blade Runner (aynı zamanda Suç filmi) ET: The Extra Terrestrial Beşinci Element Gattaca The Sixth Sense Stargate Star Wars The Terminator On İki Maymun

Toplumsal Drama: Bu filmlerin hikayesi, bir Şampiyon ile toplumdaki bir sorun veya bir adaletsizlik 216

arasındaki mücadeleye dayanır. Genelde bu mücadelenin sonunda Şampiyon’un kişisel bir şeyler kaybetmesi söz konusudur. • • • • • • • • •

A Civil Action Dead Man Walking Dr Strangelove Grapes of Wrath Kramer Vs Kramer Network Philadelphia (aynı zamanda Mahkeme Filmi) Schindler'in Listesi To Kill a Mockingbird

Gerilim: Bu gibi hikayelerin temelinde, kendisini öldürmeye çalışan ölümcül bir düşmanla mücadele etmek durumunda kalan masum bir kahraman vardır. • • • • • • • •

The Net No Way Out North by Northwest (aynı zamanda Aşk Filmi) Sleeping With the Enemy Night of the Hunter Akbabanın Üç Günü Wait Until Dark Tanık (aynı zamanda Aşk Hikayesi)

Diğer Film Türleri: Sanat Filmi: Malum tür Kara Komedi: Bu tür filmlerin mizahının temelinde ölüm ve ölümle ilgili şeyler bulunur. Bu türden filmler düzenli aralıklarla ortaya çıkar. En yakın örnekleri: Very Bad Things ve Pulp Fiction. Dostluk Filmi: Çok belirgin bir tür değildir. Hemen hemen aynı önemdeki iki yıldız oyuncuyu ele alır, ama bunlardan biri genelde ana karakterdir. Redford ve Newman, böyle bir ikiliydiler (Butch Cassidy ve Sundance Kid). Fred Astaire ve Ginger Rogers müzikalleri, Dean Martin ve Jerry Lewis’in komiklikleri, Thelma ve Louise. Kara Film: Karanlık gölgeler, siyahın ve ışık örüntülerinin tipik kullanımı, sinizm (alaycılık) ve ironi, insan davranışının karanlık yönlerinin kullanılması ile karakterizedir. Hayalet Hikayesi : Ne olduğu adından anlaşılabiliyor. Soygun Filmleri: Bir grup insan tarafından ayrıntılı olarak planlanmış bir soygunu anlatır. Örnek: Ocean's Eleven, The Thomas Crown Affair, The Great Train Robbery, Olağan Şüpheliler. Picaresque: Burada, sürekli olarak gezen bir kahramanın episodik (bölümlerden oluşan) maceraları anlatılır. Örnek: Forrest Gump. Diğer bariz türler: Tarihi drama Müzikal Western Bir uyarı: ikiden fazla türün kaynaştırılması genelde kötü sonuç verir. posted by gezgin @ 9:53 AM

0 comments

Cumartesi, Haziran 04, 2005 TÜRK SENARYOLARINDA ZEKA ve BİLGİ Türk filmlerinde zekaya ve bilgiye pek rastlamadığımızın farkında mısınız? Yani bir Türk filmini seyrederken "Vay canına, bu hiç aklıma gelmemişti" "Demek böyle bir şey de varmış" ya da "Bak, ben bunu düşünemezdim" gibi cümleler kurmayız.

217

Neden? Burada Türk eğitim sisteminin düşünmeyen ve bilgiyi sevmeyen insanlar üretmesinden bahsedecek değilim - ki ana sebep odur. Senarist arkadaşların, kuramsal olarak, ortalama insandan daha fazla okuyor, öğreniyor, aklını yaratıcı bir biçimde kullanıyor olması gerekiyor. Bu nedenle, sıradan insanların öğrenme ve bilgiye karşı soğukluğunu onlara atfetmek pek mümkün değil. Peki neden sürekli olarak sıradan insan halleri üzerine, pek de zeka içermeyen filmler seyrediyoruz? Bunun bir kaç sebebi var sanırım. Birincisi, senaristlerin "millet bunu anlamaz" diye düşünmesi: "Ben şimdi bilgiye dayalı bir şeyler yazarsam millet bunu anlamaz, filme de gelmez, film de gişede yatar". Bu düşüncenin çok da doğru olmadığını gösteren bir kanıt "Matrix 1"in izleyici sayısıdır. Bu filme bu ülkede yaklaşık 1 milyon 500 bin insan gelmiştir. Düşünebiliyor musunuz? Bu kadar derin meselelere eğilen, bu kadar karmaşık bir filmi bir buçuk milyon insan izlemiştir. (Daha sonra DVD ve VCD'den kaç kişinin seyrettiğini buraya yazmıyorum bile). Sadece bu sayı bile "Bizim millet bunu anlamaz" tarzındaki düşüncenin yanlış olduğunu gösteriyor. Bu düşüncenin yanlış olduğunu gösteren bir başka bilgi de, Türk sinema seyircisinin profilinden geliyor. Türkiye'de sinema seyircisinin çok büyük bir bölümü üniversite öğrencisi ya da üniversite mezunudur. Yani kim ne derse desin, bu insanlar ucundan kıyısından bilimsel düşünce, şüphecilik, bilgiye dayalı düşünme, tümevarım ve tümdengelim gibi zihinsel egzersizler ile aşina. Deney, boyut, olasılık gibi bilimsel kavramlardan haberdar. Bu insanları bir kenara atıp sadece ortaokul mezunu ev kadınlarına uygun filmler yazmak bence büyük bir hata. (Bu cümleyi "ortaokul mezunu ev kadınlarına hakaret" olarak anlayan biri olursa döverim, ona göre ;) İkinci sebep, bilgiye dayalı filmlerin Türkiye'ye pek uygun düşmeyeceğinin düşünülmesidir. Yani bir "Jurassic Park"ın ya da bir "Contact"in Türkiye'de geçtiğini hayal edemiyoruz haklı olarak. Çünkü Türkiye'nin ekonomik ve teknolojik koşulları, bu tarz olayların Türkiye'de gerçekleşemeyeceğini bize dikte ediyor. Buna söylenecek sözüm yok. Ama, bir "Ocean's Eleven" filminin Türkiye'de geçmesinin önünde hiçbir engel yok. (Hatırlarsanız bu filmde Ocean adlı bir soyguncu, farklı alanlarda uzmanlaşmış 10 arkadaşı ile birlikte, Las Vegas'taki 3 kumarhanenin parasının toplandığı bir kasayı soyuyor, aynı zamanda sevgilisini elinden alan adamdan da intikam alıyordu.) Türkiye'de de çok büyük büyük finans kuruluşları var. Kumarhane arıyorsanız KKTC'ye uzanabilirsiniz. Buralar ile ilgili bir senaryo neden yazılmasın? "Türk firmaları, böyle bir filmi kendi mekanlarında geçirterek kendi imajlarına zarar vermek istemeyebilir" diye düşünebilirsiniz. Öyleyse siz de başarısız bir soygunu anlatan bir hikaye yazabilirsiniz. Böylece hem tesislerinden faydalandığınız şirketin güvenilirliğini tasdik etmiş olursunuz, hem de bozgun anında karakter tahlilleri yapabilirsiniz. Ayrıca Türkiye'de bilimle uğraşan çeşitli kurumlar var. Tübitak bunlardan biri (Gebze'deki kriptoloji laboratuarları özellikle çok hoş), Aselsan bir diğeri. Vestel gibi özel şirketlerin de çok gelişmiş AR-GE laboratuarları var. Ankara Gölbaşı'nda da TÜRK-SAT uydularının idare merkezi var yanlış hatırlamıyorsam. Ayrıca CEP TELEFONU OPERATÖRLERİ'nin merkezleri de sinema açısından çok cazip yerler. (MİT'in son iki aydır her cep telefonunu, her maili, her haberleşmeyi takip ettiğini biliyor muydunuz? Bkz. 1 Haziran 2005 tarihli VATAN gazetesi.) Bunlar ile yakından ya da uzaktan ilgili hikayeler neden yazılmasın? "Kim araştıracak şimdi oraları?" diyorsanız, biri bir gün araştırır ve canavar gibi senaryolarla ortaya çıkar. Siz de ağalı - mafyalı senaryonuzla ortada kalırsınız. posted by gezgin @ 9:57 AM

2 comments

Salı, Mayıs 24, 2005 İKİ VE DAHA FAZLA KOLLU HİKAYELER Yazdığınız bir senaryonun yüksek bir ritme sahip olmasını, en azından sıkıcılık tuzağına düşmemesini istiyorsanız, hikayenizi A ve B kollarına bölün. Yani filmi izlerken bir A kolundan bir sahne izleyelim, bir B kolundan. Bu yöntemi kullandığınız zaman, hikayenizi oluşturan sahneler kuşbakışı olarak şöyle görünecektir : A - B - A - B - A - B ... 218

Bu yöntem seyircinin ilgisini hep ayakta tutar. Çünkü seyirci, yaklaşık 3 dakikadan (3 senaryo sayfasından) uzun bir süre hep aynı karakterleri görmek istemez. Sıkılır. Başka bir mekanı, başka karakterleri görmek ister. Bir senaristin yapabileceği en büyük hatalardan biri, hikayeyi kendi istediği gibi anlatmak için sıkıcı olma riskini göze almasıdır. Bu riski sakın almayın! Başarılı senaryolarda genelde bu A - B yönteminin kullanıldığını görüyoruz. Genelde A kolu kahramanı, B kolu da düşmanın yaptıklarını anlatır. Zaman zaman bu iki kol kesişir, sonra da ayrılır. Genelde filmler, bu iki kolun birleşmesi ile son bulur. Hatta çok başarılı senaryolarda, hikayenin A, B, C, D gibi alt kollara ayrıldığını fark ediyoruz. "Titanic" bu konuda mükemmel bir örnektir. Film boyunca farklı insanların hayatlarını görürüz. Bu nedenle (artı, sahneler mükemmel yazıldığı ve ne uzun ne kısa olduğu için) 3 saatin nasıl geçtiğini anlamayız. Hikayeyi ikiden fazla kola ayırdığınız zaman, sahneleri hep aynı sırayla vermek zorunda değilsiniz. Yani sahne sıralaması her zaman A-B-C-D-A-B-C-D... olmak zorunda değildir. A-B-C-D-B-A-D-C ... gibi karışık bir düzen de tutturabilirsiniz. Bu, hikayenizin nasıl ilerlediğine bağlıdır. (Bu karışık düzen, seyirciyi şaşırtmakta da çok işe yarar. Seyirci bir sonraki sahnede kimi göreceğini tahmin edemez hale gelir.) Ama hikayeyi 2'den fazla kola ayırmak, ancak senaryo yazımı konusunda ustalaştığınız zaman kullanmanız gereken bir yöntemdir. Senaristliğinizin ilk yıllarında tercihiniz 2 koldan ilerleyen hikayeler olmalıdır. HİKAYE KOLLARINA BİR ÖRNEK: TERMINATOR 2 Hikayenin 4 koldan ilerlemesine ve zaman zaman bu kolların birleşmesine en güzel örnek "Terminator 2" filmidir. Şimdi bu filmi, "kol bazında" (çok acayip bir deyim oldu) inceleyelim: "Terminator 2" genel olarak, biri John Connor'u korumaya, diğeri de öldürmeye çalışan iki Terminatör'ün hikayesini anlatmaktadır. Filmin en başında hikaye 4 kola ayrılır: Eski Terminatör (Arnold), yeni Terminatör (T-1000), Çocuk (John Connor) ve hastanedeki annesi. Bu dört koldan üçü (terminatörler ve çocuk kolları), birinci perdenin dönüm noktası olan Alışveriş Merkezi ("Mall") sahnesinde birleşir. Bu sahnede eski Terminatör yeni Terminatör ile kapışırken çocuk kaçar. Tekrar 4 kollu hikayeye dönülür. Sonra eski Terminatör çocuğu yanına alır (su kanalındaki dehşet motosikletli kovalama sahnesi) ve hikaye tekrar 3 kola döner. Bir süre sonra, çocuk annesini kurtarmaya karar verir. Bir kez daha bütün hikaye koları birleşir: hastanede. Bu sahneden sonra kol sayısı tekrar ikiye çıkar: eski Terminatör + çocuk + annesi ile yeni Terminatör... Film, hikaye kollarının çok başarılı bir biçimde ayrılıp birleşmesiyle devam eder. Bu nedenle "Terminator 2" de bir kere seyretmeye başladığınızda, bitirmeden başından kalkamadığınız filmlerdendir. Hikaye kollarını ayırıp birleştirirken göz önünde bulundurulması gereken en önemli kıstas "neden-sonuç" ilkesidir. Bu ilke gerçekten de çok önemlidir. Seyirci, olayların nedenine ve onların kaçınılmaz sonucuna ikna olduğu sürece kendisini filme kaptırır. Aksi takdirde kandırıldığını (manipule edildiğini) düşünür ve filmle ve karakterlerle kurduğu özdeşleşme bağını koparır. Ne yazık ki Türk filmleri, "neden-sonuç ilkesi"ne bağlılık konusunda genelde sınıfta kalırlar. İzleyiciler, izledikleri olaylarla ilgili olarak "evet ya, bu başka türlü olamazdı" duygusuna kapılMAZlar. Hatta "ne saçma, kahraman şöyle değil de böyle yapamaz mıydı?" diye düşünürüz sık sık. Bunun nedeni, senaristlerin hikayeyi, kurdukları temelin götürdüğü yere değil, kendi keyiflerinin istediği yere götürmek istemeleri ve bir durumun bütün olası sonuçlarını bulmak içn yeterince kafa patlatmamalarıdır. Bunun sonucu olarak biz de seyirci olarak ikna olmaz ve filmden koparız. (Alın size güzel bir senaryo kitabı ismi: "Temelinin ("set up") götürdüğü yere git!" ;) Ve bir kötü örnek: SITH'İN İNTİKAMI George Lucas'ın yazıp yönettiği Star Wars dizisinin ön-bölümlerinin ("prequel") son parçası olan bu filmde, Lucas bazı sahnelerde yukarıda anlattığım yöntemi kullanmaz. Filmin ilk yarısında arka arkaya üç adete aynı hikaye koluna ait sahne görürüz: A - A - A. (Hangi sahneler olduğunu söylemeyeceğim, siz 219

bulun). Sonuç, tahmin edebileceğiniz gibi, hikayenin hafifçe sarkması, izleyicinin de biraz sıkılmasıdır. EV ÖDEVİ: Bundan sonra izlediğiniz filmlerde hikayelerin kollarını bulun ve nasıl sıralandıklarına bakın. Bir başkasının hikayesini nasıl kurguladığını izlemek çok ilginç bir deneyim olacak. posted by gezgin @ 12:40 PM

0 comments

Cuma, Mayıs 20, 2005 NEDEN HEP AMERİKAN FİLMLERİNİ ÖRNEK VERİYORUM Bana gelen bir mail'den sonra, bu sitede neden sürekli Amerikan filmlerinden bahsettiğimi açıklama zamanımın geldiğini fark ettim. Neden, Dünya sinemasından bihaber, Amerikan kültürel emperyalizminin (yayılmacılığının) de saf bir kurbanı olmam değil; başka nedenlerim var. Ama önce neden Avrupa sinemasına ya da diğer sinemalara yer vermediğimi anlatmalıyım. Öncelikle şunu belirteyim: Bir Avrupa kültürü hayranı değilim. Avrupa kültürünü tanımama ve bazı yönlerini takdir etmeme rağmen. Bunun nedeni, Avrupa'yı yeryüzündeki en yüksek medeniyet olarak görMEmem. Avrupa, bazı yönlerden dünya üzerindeki en "gelişmiş" medeniyet kabul edilir: Okunan kitap sayısı, kişi başına düşen doktor sayısı, kişi başına düşen ortalama gelir miktarı gibi yine Avrupalılar tarafından uydurulmuş kıstaslara göre. Ama, aşağıdaki bir yazıda da belirttiğim gibi Avrupa bu haline yüz yıllar boyunca (neredeyse Rönesanstan itibaren) dünyanın kanını emerek gelmiştir. Sadece yirminci yüzyılda çıkardığı iki Dünya Savaşı ve övüne övüne bitiremediği sanayi devriminin yol açtığı çevresel kirlilik, artı, sanki matah bir şeymiş gibi bütün dünyaya pazarladığı kapitalizm, üzerinde yaşadığımız bu koca gezegene ve onun insanlarına onulmaz zararlar vermiştir. Avrupa'da hep yüksek ideallerden bahsedilir ama bu idealler yaşanmaz. Bu aralar bizi, "Ermeni Soykırımı" yasa tasarılarıyla köşeye sıkıştırmaya çalışan Avrupalılar bundan sadece 13 sene önce Avrupa'nın göbeği sayılabilecek Bosna'daki "gerçek" etnik kıyıma seyirci kalmışlardır. 1991-1995 yılları arasında süren ve Avrupalıların "vah vah" diyerek seyrettikleri bu soykırımda 300 bin Müslüman insan öldürülmüştür. Bu insanların, Hristiyan olsalardı, böyle bir kaderle karşılaşmayacakları konusunda hemen herkes hemfikirdir. İşte Avrupa budur. (Bu katliamın Amerikan müdahalesi ile sona ermesi son derece manidardır). Genel olarak Amerika'nın da Avrupa'dan aşağı kalır bir yanı yok aslında. İki dünya savaşının sona ermesinde en büyük rolü oynamakla elde ettiği olumlu imajı, 2. Dünya savaşından sonraki Soğuk Savaş yıllarında Sovyetlere karşı onlarca ülkeyi kışkırtıp, bir çoğunda askeri darbeleri destekleyerek ya da bizzat darbe yaptırarak kaybetmiştir. Hele Vietnam'da ve şimdilerde Irak'ta yaptıklarının, açgözlülükten ve insan dışılıktan başka bir açıklaması yoktur. (ABD'nin bu hareketine en çok çanak tutanın Avrupa olması da ayrıca manidardır). Hala imzalamadığı 1997 Kyoto Protokolü, kazanacağı üç kuruş için çevreyi nasıl hiçe saydığının tarihi bir belgesidir. Yani tarihsel açıdan baktığınız zaman, Avrupa ile Amerika'nın birbirinden pek fazla farkı bulunmuyor. Ama, ürettikleri eserler (özellikle de filmler) açısından, Avrupalılar ile Amerikalılar arasında çok net farklar var. Avrupa şu anda sanayi devrimi sonrası dönemi yaşıyor. Kapitalizm her ülkesinin kültürünün iliklerine kadar işlemiş. Maddecilik, yani insan ruhunun ve onun değerlerinin tamamen göz ardı edilmesi, bütün Avrupa kültürlerinin en belirgin özelliği. Avrupa'nın "insan"ı nasıl gördüğünü anlamak istiyorsanız Beckett ve Satre, daha yenilerden de Peter Handke okumanızı tavsiye ederim. (Aslında etmem. Yani, iğrenç kitaplardır.) "Tanrı" ve maneviyat Avrupa'da ölmüştür. Ahlak da öyle. Orada, yasalar vardır. İnsanları, güzel ahlaklı diğer insanlar değil yasalarla oluşturulmuş kuru kurumlar korur. Ama bu yasalar da her an değişebilir. "Özgürlük" taraftarı bu Avrupa'da şu anda "Yahudi soykırımı ALEYHİNE" bir delil bulamaz, "Yahudi Soykırımı olmadı" diyemezsiniz. ("Bias Laws" konsunu bu aralar en çok Alev Alatlı dile getiriyor.) Dediğiniz an kendinizi hapiste bulursunuz. Hani nerede ifade özgürlüğü? Avrupa "sanat" filmlerinin hemen hepsine varoluşçuluk sinmiştir: İnsanın hayatı anlamsızdır, yaşam boştur, erdem, ahlak, Tanrı gibi kavramlar boş uydurmalardır. Hep bu mesajları alırsınız. Avrupa "sanat" filmlerinde hep, bu kavramların yokluğunda bunalan tipleri görürsünüz. ("Sanatsal" Avrupai - olmaya çalışan Amerikan filmlerinde de aynı mesajı alırsınız, her nedense.)

220

Amerikan filmlerinde ise genel bir yüzeysellik ve çiğ bir narsizmle ("God Bless America") birlikte belirli bir maneviyat (ahlak, çeşitli erdemler, vb.) ve bir "iyimserlik" vardır. Bu filmler bize "istersen ve çabalarsan yapabilirsin" ve "hayattaki en önemli şey para değildir" der (Amerika'da süren pratik yaşamın tamamen farklı olmasına karşın). Amerikalılara göre "hayat daha iyi bir hale getirilebilir". Buna da "can do" [ken du:] felsefesi derler, yani "yapabilirsin." Bu tür filmleri izlemek insanların doğal olarak daha hoşuna gider. Çünkü insan, doğası gereği, bir "canlı" olarak, yaşamı yücelten ve yaşamın daha da güzel olabileceğini söyleyen eserlerden hoşlanır. "Hayat berbat, debelenip gidiyoruz işte" diyen filmlerden değil. (Burada Türk filmleri ile ilgili bir saptama yapmadan duramayacağım: http://www.sinematurk.com/ sitesine girin ve boxoffice bölümündeki filmleri inceleyin. 100 binin altında seyirci çeken filmlerin çoğu size bu mesajı vermektedir: "Masumiyet", "Gemide" "Gece, Melek ve Bizim Çocuklar" "Mustafa Hakkında Herşey", vb. Sonra da yazarlar ve yönetmenler "Neden Türk halkı bu filmleri izlemeye gelmedi?" diye ağlarlar. Türk halkı, diğer bütün dünya halkları gibi - çok sağlıklı bir içgüdüyle - moralini bozan değil, moralini yükselten, zaten zor olan bir hayata dair insana cesaret veren filmleri tercih etmektedir. En sonunda açıkladım işte. Oh! Rahatladım ;) Amerikan filmlerinin bütün dünyada tercih edilmesinin tek sebebi, başarılı reklam kampanyaları ile yarattıkları talep değildir. Amerikan filmleri bize, ("Amerikan tarzı yaşam güzeldir, McDonalds güzeldir, Amerikan Ordusu iyidir" gibi bir sürü abukluğun yanı sıra) yaşamın güzel olduğunu, hayatın zorluklarına rağmen yaşanmaya değer ve daha da iyileştirilebilir olduğunu söylemektedir. Ve bizim de bunları duymaya ihtiyacımız var. Hem de her zaman. *** Diğer ülkelerin sinemalarına neden yer vermediğime gelince. Bu site, senaryo yazımı ile ilgilenenlere yönelik bir site. Sinema severlerin de takip ettiğini biliyorum. Ama asıl hedef kitlesi, dramatik yazarlıkla uğraşanlar. Bu nedenle, göndermede ("reference") bulunduğum filmlerin çok insan tarafından seyredilmiş olması, benim için önemli bir kıstas. Kimsenin seyretmediği filmlerden bahsederek "hava atmak" gibi bir derdim yok. Benim derdim, senaryo yazımıyla ilgili bilgilerin olabildiğince çok sayıda insan tarafından olabildiğince iyi anlaşılması. Örnekler de bu yönden faydalı bir araç. Bu nedenle piyasada iyi iş yapmış (yani hemen herkes tarafından seyredilmiş) filmler hakkında yazıyorum. Eski Türk filmerinden bahsetmememin nedeni de biraz bu. O filmleri de yer yer başarılı bulmakla beraber, bahsettiğim takdirde kim nasıl, nereden bulacak da dediğimi anlayacak? diye düşünüyorum. Yeni Türk filmleri hakkında da pek yazmıyorum. Çünkü bir şeyin "olumsuz örnekler" vererek öğretilebileceğine kani değilim. (Çok ağır bir eleştiri oldu, ama öyle, ne yapayım?). Yani sürekli olarak "Bakın, X filmindeki gibi yapmayın, Y filmindeki gibi de yapmayın, Z filmindeki hataya kesinlikle düşmeyin" yerine "A daki gibi karakter oluşturun, B deki gibi ritmi ayarlayın, C'deki gibi üç perdeli yapıyı kullanın" demeyi tercih ediyorum. *** Bunları dedikten sonra, orta ve uzun vadeli bir planımdan da bahsedeyim. Bir süre sonra, TV'de döne döne izlediğimiz filmleri (Hababam Sınıfları, Şener Şen filmleri, Kemal Sunal filmleri, Tarık Akan filmleri, vb.) izlemekten neden bıkmadığımız ile ilgili bazı analizlere başlayacağım. Bu filmlerin nasıl olup da defalarca seyredilebildiğini, bunun senaryo bazında nasıl başarıldığını göreceğiz. Kesinlikçe çok hoşunuza gidecek. Eminim. posted by gezgin @ 4:49 PM

0 comments

Çarşamba, Mayıs 18, 2005 HANGİ SAHNELERİ ATMALI? Senaryo yazmak, hangi sahneleri senaryoya koymak gerektiğini seçmek kadar, hangilerini koymamayı seçmeyi de içerir. Bir senaryo yazarken aklınıza gelen ve gerekli olduğunu düşündüğünüz her sahne kendine senaryoda bir yer bulamamalıdır. Bir sahneyi senaryoya koyarken bayağı ince eleyip sık dokumalısınız. Ama neye göre? Asıl soru bu sanırım. Yani bir sahneyi "neye, hangi ölçüte göre" senaryoya koyup koymamaya karar vermeliyiz? 221

Birinci kıstas, o sahnenin hikayenin gidişatında önemli bir rolünün olmasıdır. Yani o sahnede olan olaylar ve / veya diyaloglar, sizin senaryo ile anlatmak istediğiniz hikayeyi bir ya da bir kaç adım ileri götürmelidir. Hikaye, bir önceki sahneye göre biraz daha ileri gitmiş olmalıdır o sahnenin sonunda. İkinci kıstas, o sahnenin iyi bir biçimde yazılmış olmasıdır. Bir sahne sadece hikayeyi ileri götürüyor diye senaryoda kendine yer edinemez. Bu işi, eğlenceli ya da dikkat çekici bir biçimde yapmalıdır. Bu nedenle ben senaryolarımı yazarken, bir sahneyi yazıp bitirdikten ve (biraz beklettikten) sonra "bu sahneyi nasıl daha eğlenceli, daha ritmik yapabilirim?" diye kendime soruyorum. Size de tavsiye ederim. Üçüncü kıstas, sahnenin içerdiği malzemenin miktarıyla ilgilidir. Bir sahnede anlatılan bilgi ya da olay, eğer başka bir sahneye eklenecek bir cümlelik söz ile de şık bir biçimde aktarılabiliyorsa, o zaman bu ikinci yöntemi tercih ederim ve o küçük olay ya da bilgi için ayrı bir sahne yazmam. Bu hem yapımcının çok hoşuna gider (maliyetler azaldığı için), hem de izleyicinin (herşey gözüne sokulmadığı, izleyicinin zekasına atıfta bulunulduğu için). Bu sitede "iyi" olarak nitelenen filmlerin hepsi ("Matrix", "Titanic", "Eşkıya", vb.) bu tür sahnelerden oluşmaktadır. Sahneler hem hikayenin ilerlemesi için gerekli, hem iyi yazılmış, hem de yeterince malzeme içermektedir. Siz de senaryonuzu bitirdikten sonra sahneleri tek tek ele alın ve yukarıda anlatılan kıstaslara uyup uymadıklarına bakın. Uymuyorlarsa, uydurmaya çalışın. Uymamakta diretenleri de senaryonuza almayın. posted by gezgin @ 3:21 PM

0 comments

Pazartesi, Mayıs 16, 2005 BÜYÜK İSTEK ÖRNEĞİ: AMADEUS Bir hikayeyi anlatmanın bir çok yolu var. Hikayenin merkezine kahramanı koyabilirsiniz. Kahramanın hikayesini bir arkadaşı üzerinden anlatabilirsiniz. Veya kahramanı “düşmanın” gözünden anlatabilirsiniz. Bu son yöntem, sinema tarihinde pek görülmüyor. En güzel örneklerinden biri “AMADEUS” (yönetmen Milos Forman). Hikayeyi, Amadeus’un düşmanı Salieri’nin gözünden izliyoruz. Salieri’nin hissettiği kıskançlık, Mozart’ın yeteneğini daha da yüceltiyor. Çünkü kahramanın arkadaşının kahramanı övmesi normal bir durumdur. Ama düşmanın kahramanı övmesi, kahramanın yeteneğine duyduğu kıskançlık, kahramanı çok daha kaliteli bir biçimde yüceltir. Bu anlatım tarzının bir avantajı da, “çatışma”nın genelde görülmeyen cephesini (yani düşman cephesini) bize göstermesidir. Bu filmin en büyük özelliği, filmin baş anti-kahramanının (Salieri) hissettiği isteğin büyüklüğü. Salieri, Mozart ortaya çıkana kadar, orta düzeydeki yeteneği ile sarayda kendine yer edinmiş, halinden memnun bir adam. Ama Mozart Viyana’ya gelince ve kralı kendine hayran bırakınca, kahroluyor. Saraydaki konumu tehlikeye girdiğinden değil, kendisinin yeteneğinin ne kadar sınırlı olduğunu gösterdiğinden. “Tanrı kendini ifade etmek için bu kaba, görgüsüz, bayağı adamı neden seçti?” diye dinsel bir bunalıma da giriyor, daha önce önünde dua ettiği İsa heykelciğini ateşe atıyor. Salieri Mozart’ın önünü kesmek için elinden geleni yapmakla birlikte diğer yandan ona büyük bir hayranlık duymaya da devam ediyor. Mozart’ın evine yolladığı hizmetçiden bilgi alıp çalışmalarını takip ediyor. Onun operalarının sahnelenmesine engel oluyor. Ama sahnelenenlerin hepsine de gidiyor. Çünkü ne kadar “kötü adam” olsa da Salieri kaliteli sanat eserini tanıyor ve takdir etmeyi biliyor. Bu onun çelişkisini meydana getiriyor. (Mozart’ın müziğini hem çok seviyor, hem de Mozart’ı deli gibi kıskanıp ondan nefret ediyor.) Bu çelişki Salieri’yi iki boyutlu, yüzeysel bir karakter olmaktan çıkartıp üç boyutlu hale getiriyor. Salieri’ye kızdığımız kadar ona acıyoruz da. Salieri’nin en büyük isteği Mozart gibi olmak. Olamayınca da onun önünü kesmek. Adamın bu uğurda Mozart’ın ölümüne yol açtığı bile söylenebilir. Salieri kimliğini gizleyerek Mozart’a bir “requirem” (ağıt) ısmarlıyor. Sonra da o ağıtı bitirmesi için adamı, büyük bir kriz geçirdiği gece sabaha kadar çalıştırıyor. Requiem bitiyor, ama Mozart da ölüyor. Salieri’nin hayali, Mozart’ın cenazesinde, kendisinin (Salieri’nin) yazdığı sanılan bu ağıtın çalınması. Ama bu gerçekleşmiyor. “Büyük Mozart”ın cenazesine 6-7 kişi katılıyor, o kadar. Amadeus filmi aklımızda, Mozart'ın büyük yeteneği kadar (ve aslında daha çok) "Mozart gibi olmayı deli gibi isteyen, ama olamayınca da onun önünü tıkayan Salieri" ile aklımızda kalıyor. 222

posted by gezgin @ 7:26 PM

3 comments

Cumartesi, Mayıs 07, 2005 UYANAMAYAN DEV: TÜRK SİNEMASI Film çekmek, dünyanın hiçbir yerinde “ucuz” ve “kolay” bir iş değildir. Ama Türkiye’de sanki biraz daha “pahalı” ve “zor” gibi görünüyor. Bunun birkaç nedeni var sanırım. Birincisi, Türk seyircisi TÜRK FİLMLERİNE AÇ olmasına rağmen, bu ülkede film çekme CESARETİNİ gösteren insan sayısının çok az olmasıdır. Bunun “para yok” “yapımcılar kötü” gibi çocuksu nedenleri yok. Ben CESARETTEN bahsediyorum. Bir film çekmek tabii ki sıradan bir insanın karşılaşmadığı ve karşılaşmayacağı binlerce sıkıntıyla uğraşmayı göze almak demektir. Oyuncusundan setine, kamerasından dağıtımcısına kadar herkesle boğuşmak zorundasınızdır. Kabul. Ama bu, dünyanın her yerinde öyle. Sakın bana “Avrupa’da öyle değil. Orada devlet, sinemacılara ne kadar destek veriyor biliyor musun?” demeyin. Bu savın birkaç hatalı yanı var. Birincisi, Türkiye’yi Avrupa’yla kıyaslayabileceğimizin zannedilmesi. Böyle bir kıyaslama yapmak mümkün değildir. Ekonomik ve kültürel olarak o kadar farklıyız ki, böyle bir kıyaslama sadece, bunu yapan kişinin zihinsel yetilerinin (analiz, gerçekçilik, sentez, vb.) yetersiz olduğunun bir kanıtıdır. Onun için, Türkiye’yi Avrupa ile kıyaslayıp kendinizi kötü hissetmek ve hareketsiz kalmak için mazeret yaratmayın. (Bunun ne kadar hastalıklı ama – özellikle de medyada – ne kadar yaygın bir tavır olduğunu anlatamam. Avrupa’da halk şu kadar kitap okuyormuş da, Türkiye’de bu kadar okuyormuş. Peki “ne” okuyor bu adam? Descartes mı? Yooo. Dan Brown ya da Harry Potter okuyor geri zekâlılar. İnanmayan, gazetelerin Pazar eklerindeki Avrupa’nın best-seller listelerine baksın.) Kendimizi Avrupa ile karşılaştırmanın hatalı bir yanı daha var. Avrupa şu anki ekonomik rahatlığını “helal (etik) olmayan” yöntemlerle sağlamıştır ve sağlamaktadır. Aztek altınları için yüz binlerce Güney Amerika yerlisini öldüren İspanyolları mı hatırlatsam, Çin’i yüzyıllarca afyonla uyutan İngilizleri mi, yoksa Afrika’nın kanını vampir gibi emen Fransa’yı mı? Hele şimdilerde, iki yüzyıldır hiçbir sınır tanımadan, sanayi devrimi vasıtasıyla, dünyayı yaşanması imkansız bir hale getirmelerini mi söylesem. Bu ve burada daha fazla anlatamayacağım onlarca gayri-etik nedenden dolayı Avrupa zengindir. Ve bu paranın bir bölümünü de sinemaya aktarır. Bizde böyle bir para yoktur. (bkz. Kültür bakanlığının en son yaptığı komik yardımlar.). Çünkü biz (Titanic filminin başında gemi biletlerini kumarda kaybeden iki Slav gibi) bu sömürü ve talan sürecini kaçırmışızdır. (İçimden bir ses “iyi de etmişiz” diyor.) Bu nedenle de son iki yüzyıldır paramız yoktur. Film yapmak için CESARET’in yanı sıra TEKNİK BİLGİ’ye de ihtiyaç var. En başta da nasıl senaryo yazılacağına dair teknik bilgi. Biz bu konuda şimdilik pek başarılı değiliz. Bunun bir nedeninin, senaryo yazmanın duygusal olduğu kadar düşünsel ve objektif (nesnel) bir süreç olduğunu henüz fark etmemiş olmamız olduğunu düşünüyorum.. Biz genel olarak duygusal bir kültüre sahip bir millet olduğumuz için (dikkat edin, “duygusal millet”iz demiyorum, “duygusal kültüre sahip millet” diyorum, arada çok fark var), duygularımızı akıttığımız senaryolara, sinemanın gerektirdiği şekilde kuru, düşünsel, objektif bir biçimde yaklaşamıyoruz. Sahneleri atamıyor, uzun sahneleri kısaltamıyoruz. Hikayeler sarkıyor, ritim düşüyor, özdeşleşme sağlanmadığı için umurumuzda olmayan karakterlerin hikayelerini izliyoruz. Sinemada gördüğümüz Türk filmlerinin senaristlerinin bunu yapmaları gerektiğinden haber olduklarından bile şüphem var. Ama bu site sayesinde bu durumun orta ve uzun vadede düzeleceği inancındayım. Teknik bilginin gerekli olduğu ikinci alan ise, YAPIM aşaması. Bizde, sinema sektöründen birine “ben bir film çekmek istiyorum” dediğiniz zaman karşınızdaki hemen “bu iş bir milyon dolardan başlar” der ve hevesinizi kursağınıza tıkar. Bu, senaryosu kötü yazılmış, bunu ört bas etmek için de için “ünlü” ama yeteneksiz oyuncularla doldurulmuş, eşin-dostun bu filmde para kazanması için anlamsız işler ile görevlendirildiği ortalama bir piyasa filminin bütçesidir. Oysa bir film çok daha ucuza çekilebilir. Aşağıdaki yazılarımdan birinde “El Mariachi”nin “Tezgahtarlar”ın çok ucuza nasıl çekildiğini anlatmıştım. Yakın zamanda İstanbul Film Festivali’nde gösterilen “Red Cockroaches” filminin 2000 (iki bin) dolara çekildiğini biliyor muydunuz? (Bu bir kısa film değil, uzun metrajlı bir film!) Filmi Kübalı bir genç video ile çekmiş ve ev bilgisayarında kurgulamış. Müziklerini dahil hemen her şeyini kendisi yapmış. (Film bir bilim kurgu!) Sonuç? Google’a girin ve “Red Cockroaches” yazın da görün! 223

(Hesap bu kadar basit: günde her biri 3 milyonluk sigara içen 3 genç sinemacı düşünün. Bu insanların bir yıllık sigara masrafı – sigaraya zam gelmezse – 3 milyar 285 milyondur. “Red Cocroaches” ise günümüz parasıyla 2 milyar 750 milyona mal olmuştur!) Türkiye’de film çekmenin “ucuz” ve “kolay” olmamasının bir nedeni de, görsel ve dilsel zekası (araştırınız: Çoklu Zekalar, “Multiple Intelligences”) biraz gelişkin olan herkesin kapağı TV sektörüne atmaya hevesli olmasıdır. (Bu ülkenin üniversitelerinden her sene yüzlerce Sinema-TV öğrencisi mezun oluyor. Nereye gidiyor bu çocuklar?) Bu genç beyinlerin, bu genç yeteneklerin çoğunun en büyük ideali, ucuza kaliteli sinema filmleri çekerek kendi ruhlarında yanan arzu ve düşünceleri sanat yoluyla dışa vurmak değil, bir reklam, dizi ya da klip yönetmeni olarak “malı götürmektir”. İşte bu konuda benim yapabileceğim bir şey yok. Bütün dünyada bu böyle. Kapitalizmin ve neoliberalizmin kaçınılmaz olarak yarattığı insan tipi, bedensel arzularını en yüksek düzeyde tatmin etmeye çalışan ve bu uğurda ruhundan ve her türlü idealinden ödün veren kişidir. Bu tatmin de ancak parayla olur. Para da TV’de, reklamda, klipte vardır. Sinemada, hele Türkiye’deki sinemada çok para olmadığı açıktır. Peki ne olacak? Bu durum hep böyle mi devam edecek. Belki evet, belki hayır. Eğer cesur, bilgili, ve ruhunu satmayan gençler ortaya çıkacak olursa, bu kısır döngüden çıkılabilir. Çok ucuza, sağlam hikayelere dayanan, kaliteli filmler çekilebilir. Ve bu, “Yeni Türk Sinemasının” hakiki başlangıcı olacaktır. (“Eşkiya” ile başlayan dönem ne yazık ki toplu bir uyanış değil, bireysel başarıların kuyruklu yıldızlar gibi arada bir göründüğü bir geçiş dönemidir). Türk izleyicisinin şu anki TÜRK FİLMİNE AÇ hali, bu uyanışı destekleyecek niteliktedir. Yani böyle bir uyanış için zemin ve zaman son derece uygun. Bize sadece CESUR, BİLGİLİ, ve SÖYLEYECEK SÖZÜ OLAN GENÇLER lazım. “Gerilla” usulü sinema çekecek gençler. Küçük gruplar halinde çalışacak, mobil, yaratıcı, atılgan gençler. Yoksa, milyon dolarlık bütçelerle, eski filmlerin devamlarıyla, yüksek ücret isteyen “yıldız”larla, söyleyecek sözü olmayan yönetmenlerle, ya da daha da kötüsü söyleyecek sözü varmış numarası yapan yönetmenlerle Türk Sinemasının uyanması mümkün değil. Aksine, uykusu her geçen gün daha da ağırlaşıyor. posted by gezgin @ 6:59 PM

0 comments

GEVŞEK SENARYO – SIKI SENARYO Sahne yazma olayı bittiği zaman, senaryonuzu tekrar tekrar gözden geçirme aşamasına gelinir. Bu aşamada senaryodaki fazlalıkları ve gevşeklikleri atar ve “sıkı” bir senaryo yaratmaya başlarsınız. Gereksiz diyaloglar atılır, uzun sahneler kısaltılır, hatta bazen koskoca bir sahneyi atmanız gerekir. Neden böyle bir şey yapılır? Çünkü hemen bütün senaryoların ilk müsveddeleri (“first draft”) şişkin olma eğilimindedir. Yazar henüz “büyük resmi” göremediği için neyin önemli neyin önemsiz olduğunu ayırt edemez. Bu nedenle de hoşuna giden veya önemli olduğunu sandığı her şeyi senaryoya koyar. Ne zaman ki senaryonun ilk müsveddesi biter, o zaman düzeltme ve kısaltma (çok nadiren de ekleme) yapma zamanı gelir. Syd Field bunun son derece normal olduğunu söylüyor ve ekliyor: “Bir senaryodan sahne atmak, bitmiş bir senaryoya sahne eklemekten çok daha kolaydır. Bu nedenle ilk müsveddeyi yazarken elinizi korkak alıştırmayın.” Eğer elinizde iyi bir malzeme varsa ya da siz elinizdeki malzemeyi iyi işlemeyi başarırsanız, ortaya çok güzel, fazlalıklardan arınmış, ritmi yüksek bir senaryo çıkar. Her sahne gerekli ve eğlencelidir. Neden – sonuç ilişkisine sıkı sıkıya bağlıdırlar. Bu nedenle bir sahneden diğerine geçiş “yağ gibi kayarak” olur. Seyirci bir anda kendini filmin sonunda bulur. 2 saatlik sürenin nasıl geçtiğini anlamaz bile. İşte bu, başarılı bir senaryoya dayanarak çekilmiş başarılı bir filmdir. Peki elinizdeki malzeme yeterince iyi değilse ya da iyi bir malzemeyi yeterince iyi işlemeyi başaramazsanız ne olur? Gereksiz derecede uzun sahneleriniz, upuzun diyaloglarınız olur. Sahneler birbirlerini sıkı bir neden-sonuç ilişkisiyle izlemezler. Film “şişkin”dir. (Bunun en son örneğini 224

“Be Cool”da gördüm. Şu John Travolta’lı Uma Thurman’lı film). Seyirci böyle bir film izlerken doğal olarak sıkılır. O iki saat onun için bitmek bilmez. Oysa iki saat, iki saattir. 120 dakika, 7200 saniye. Ama seyircinin zihnini ve duygularını tahrik edecek (i.e. harekete geçirecek) ve meşgul tutacak bir materyal sunmazsanız, o 7200 saniye 72 saat gibi gelir, geçmek bilmez. Sizin yazar olarak göreviniz, seyirciye 7200 saniye boyunca oturduğu koltuğu, içinde bulunduğu sinema salonunu (ya da evin salonunu) unutmasını sağlayacak bir malzeme sunmaktır. İster 2. Dünya savaşını anlatın, ister çocukluğunuzun geçtiği köyü, bunu seyirciyi sıkmayan bir biçimde, ilginç ve çeşitli malzemelerle, ve ritmik bir biçimde yapmalısınız. Başarılı senaristlik budur. posted by gezgin @ 6:54 PM

0 comments

AVRUPA YAKASI VE NAZİLER: KONSERVE KAHKAHALARIN SIRRI Arada sırada CNBC-E’deki dizileri sessiz seyrediyorum – neden diye sormayın. Özellikle de sitcom’larda fark ettiğim bir durum var. Dizileri komik yapan şey, senaryoları kadar, uygun yerlere konan konserve kahkahalar. Bu dizileri sessiz seyrederken, sesli seyrettiğimin onda biri (1/10) kadar bile gülmüyorum. Neden? Senaryo ve oyunculuk aynı değil mi? Yoksa ben bir koyun muyum? İlk çıktıkları günden itibaren, konserve kahkahaların sebeb-i hikmetini anlamaya çalışırım. İşe yaradıkları kesin de, nasıl. Nasıl işliyorlar? İnsanları etkileme mekanizmaları ne? (Aşağıdaki “Pavlov’un Köpeği ve Cem Yılmaz” yazımı hatırlarsanız, bu gibi sorulara kafa yorma eğiliminde olduğumu görürsünüz.) İşin sosyal-psikoloji ile ilgili olduğu açık. Yani toplulukların, insan psikolojisi üzerinde yarattığı etki ile ilgili. “Ben kimseden etkilenmem” demeyin. Bal gibi etkilenirsiniz. Bu etkinin ne dereceye vardığı 2. Dünya savaşı sırasında Nazi Almanyası'nda görülmüştü. Savaş bittikten sonra uzun bir süre boyuca “Koskoca Alman halkı nasıl oldu da Nazizm’e kapılabildi” sorusu yanıtlanmaya çalışıldı. Yanıt, sosyoloji ve psikoloji ile ilgilenenlerin yakından bildiği “Milgram Deneyi” ile geldi. Deney özetle şu: Bir mekanizma kuruluyor. Bu mekanizmada, deneklerden, elektrik veren bir cihazın voltajını gittikçe artırmaları isteniyor. Bu cihazın ucunda ise bir başka insan var. Yani denekler, deney için, bir başka insana elektrik verecekler. Bunu biliyorlar. Ölçülmek istenen şey şu. Denekler, hiç tanımadıkları masum bir insana ne kadar elektrik verebilirler? Ölümcül miktarlarda elektrik verebilirler mi? Yoksa bu aşamaya gelmeden önce dururlar mı? Deney mekanizmasında denekler, elektrik verdikleri kişinin sesini (ve çığlıklarını) duyabiliyorlar. Önce çok düşük voltajlardan başlanıyor. Sonra, insanı öldüreceği bilinen voltajlara kadar çıkılabiliyor. Deneyin hoş tarafı şu. Elektrik veren cihaz aslında elektrik vermiyor. Ve makinaya bağlı kişi de aslında sadece yetenekli bir oyuncu. Yani kendisine elektrik verilmiş gibi sesler çıkarmayı son derece iyi başarıyor, o kadar. Ama denekler (yani voltajı artıranlar) bunu bilmiyorlar. Onlar, gerçekten de elektrik verdiklerini ve bunun sonucunda da makinaya bağlı kişinin acı çektiğini zannediyorlar. İşin esprisi burada. Bunca çığlığa, bağırtıya, hatta bir aşamadan sonra ölüm sessizliğine rağmen denekler elektrik vermeye devam edecekler mi? Sizce ne olmuştur dersiniz? İnsanların çok önemli bir bölümü, verdikleri elektriğin masum birini canhıraş bir biçimde bağırtmasına, elektriğin öldürücü düzeylere ulaşmasına karşın, voltajı artırmayı sürdürmüşler. Daha sonra deneklere “Bunu neden ve nasıl yaptınız? Birine acı veriyor olmaktan niye çekinmediniz?” diye sorulduğunda bu insanlar şöyle demiş: “Deneyi düzenleyenlere güvendik. Onlar ne yaptıklarını biliyordur diye düşündük”. Yani insanların çoğu, kendi davranışlarının sorumluluğunu almak yerine, otorite konumundaki birilerinin (burada, bilim adamlarının) söylediklerini uygulamayı ve olayın sonuçları üzerinde düşünmemeyi tercih ediyor. Bu da bizim insan olarak telkine ne kadar açık olduğumuzu gösteriyor. (Bu alanda başka bir çok deneyin daha yapıldığını da söyleyeyim. Bence en komiği şu: Yine bir deney 225

ortamı yaratılıyor. Büyük bir binadaki bir asansör ayarlanıyor. Bu asansöre, deneye katıldığından habersiz bir denek biniyor ve yüzünü [hepimizin hep yaptığı gibi] kapıya doğru dönüyor. Daha sonra asansöre binen – ve önceden ayarlanmış – herkes yüzünü asansörün kapısına değil de arka taraftaki aynaya dönüyor. Asansöre ilk binen şahıs, asansör sırtı kapıya dönük insanlarla dolunca, o da sırtını kapıya dönüyor – ve rahatlıyor!) *** Konserve kahkaha ile bunların ne alakası var? Sizin hiç, bir arkadaş sohbeti sırasında, yapılan bir espriyi kaçırdığınız, ama arkadaşlarınızın güldüğünü gördüğünüz için gülenlere katıldığınız oldu mu? Kaç kere? On? Yüz? Niye güldünüz peki? Nezaketten mi – ki o da bir sosyal baskıdır. Yoksa “arkadaşlarım gülüyorsa, mutlaka komiktir” diye düşündüğünüzden mi? Herkes gülerken sap gibi ortada kalmaktan çekindiğinizden mi yoksa? Sebep her ne ise, etrafımızda gülen birileri varken, biz de gülme eğiliminde oluruz. Çünkü bu kahkahalar bize “sen de gül, burada komik bir şey var, yoksa aptal pozisyonuna düşersin” mesajı verir. Biz de kuzu kuzu bu otoritenin (burada “toplum”) mesajına uyarız. Bilinçaltı düzeyde “milyonlarca sinek yanılıyor olamaz” diye düşünürüz. *** “Avrupa Yakası”nda yerli yersiz kullanılan konserve kahkahalar, senaryodaki boşlukları doldurmaya yarıyor. Cem Yılmaz’ın şovlarında salondan gelen kahkahalar da bize “herkesi güldürecek kadar komik bir şeyler söylendiği ve sap gibi kalmak istemiyorsak bizim de gülmemiz gerektiği” mesajını veriyor. Avrupa Yakasını konserve kahkahasız seyretmek, Cem Yılmaz’ın boş bir salonda yaptığı esprileri dinlemek ne kadar komik olurdu, merak ediyorum. Aslında etmiyorum. Biliyorum. *** Peki bu bilgi, bir senaristin ne işine yarar. Şu işe yarar: “Eğer bir süre sonra yazdığın sitcom komik olmaktan çıkarsa, konserve kahkaha gibi bir yardımcıdan faydalanabilirsin. Ama değil konserve, tanker dolusu kahkahanın kurtaramadığı onlarca sitcom’un TV tarihine gömüldüğünü de unutmamalısın. Bu yüzden sen hikayeni – çatışmanı, karakterlerini, dış motivasyonu - sıkı tut, yaz çıkarsa bahtına.” posted by gezgin @ 6:47 PM

0 comments

O.C. TEKRARINI KAÇIRMAYIN Bir ara Cnbc-E'de yayınlanan dizilerin hepsi o kadar iyiydi ki, her akşam en az ikisini seyrediyordum. Hafta sonları da tekrarlarını. Bu aralar ise seyredecek bir şey bulamıyorum açıkçası. Ne "Umutsuz Ev Kadınları" ne "Dört Kollu" ("Six Feet Under";) ne "4400", ne de "Gilmore Kızları" düzenli olarak seyredilmeye değer şeyler. Eskilerden "Acil Servis" ("ER"), bazen de "Boston Devlet Lisesi" ("Boston Public") "Gizli Dosyalar" ("X Files") var dikkate şayan. Ama işte "The O.C." ("Orange İlçesi") yeniden başlıyor! Uzun soluklu hikaye yaratma, klasik bir konuyu ("zengin mahallesindeki fakir delikanlı") taze bir biçimde yeniden ele alma, ilginç karakterler oluşturma, sahne ve diyalog yazma konusunda (klasik tabirimle) "her bölümü ders niteliğinde bir dizi". Kaçırmayın! (mümkünse kaydedin) derim, başka bir şey demem. *** Bu kayıt meselesine değinmeden geçemeyeceğim. Çok işe yarayan bir uygulama. Hele de "klasik" olmuş dizilerin bazı bölümleri mutlaka elinizin altında bulunmalı. Hem eğitim, hem de eğlence amaçlı. Şans eseri kaydettiğim "Coupling"leri ve "Nip/Tuck"ları tekrar tekrar izliyorum, şifa niyetine. Piyasada 150 (yüz elli) ile 250 (iki yüz elli) saat arasında DVD kalitesinde kayıt yapan, sonra da bunları DVD'ye kaydeden cihazlar olduğunu duymuşsunuzdur herhal. En fazla 2 saat (o da düşük kaliteli) kayıt yapan VHS'lerden sonra, cennet gibi vallahi. posted by gezgin @ 6:40 PM

0 comments 226

EN TAZE “SHOW”LAR TV'de son zamanlarda gördüğüm en komik şovlar "Ceyhun Yılmaz Show" ile "Dikkat Şahan Çıkabilir". Büyük bir ihtimalle ZAGA'nın ya da BEYAZ SHOW'un 10'da biri bütçeyle çekiliyorlar. Ama onlardan çok daha komikler. Neden? Birinci neden yeni olmaları. Hem ZAGA, hem Beyaz Show artık çok yoruldu ve yıprandı. Aynı konukları çıkara çıkara bir hâl oldular. Okan Bayülgen'in kendisi de bunu itiraf ediyor. Komiklik olsun diye çıkardığı konuklara bir iki kelime dahi ettirmiyor, öylece oturtuyor. Beyaz ise genelde kendisine yazılan skeçler ve girdiği "ilginç" tipler ile şovu idare etmeye çalışıyor. Güzel gözleri ve beyaz gülümsemesi artık seyirci çekmeye yetmiyor. İkinci neden ise yaratıcı olmalarında. Bu iki şov da kıpır kıpır, çok eğlenceli. Gerçekten de seyirciyle sıcak bir ilişki kuruyor. Onların "güncel" ("actual") hislerine ve düşüncelerine sesleniyor. Ceyhun Yılmaz tek konuk, küçük seyirci grubu, eğlenceli bir müzik grubu ve samimi telefonları ile hafta içi her gün ekrana çıkmasına karşın ritminden bir şey kaybetmiyor. Doğaçlama espri yeteneği ile her 15 saniyede bir insana kahkaha attıracak şeyler üretebiliyor. (Bu haliyle kime benziyor dersiniz? Beyaz'ın Kanal 6'daki -güneş gözlüğünü hiç çıkarmadığı- zamanına. "Teğöğist, sen öğğenci misin teğöğist?" esprisiyle bizi yerlere yıktığı zamana.) Okan’ın ve Beyaz’ın şimdilerde düştüğü hataya düşmüyor. Konuklarından sonuna kadar faydalanıyor, onları sadece süs bitkisi olarak kullanmıyor. Şahan Gökbakar ise, haber vermeden patlayan bir volkan gibi. Daha ilk programından itibaren bu kadar doğru tipler ve konular seçmesi, başarısının şans değil zeka ve yetenek eseri olduğunu gösteriyor. Berkut ve (favorim) Bülent Binbaş gibi çok tutan bazı tiplerin yanına, çok güzel bağımsız skeçler (örn. "Metropolitan Hunter") giriyor. Ve tekrarlarında bile kendini rahatlıkla seyrettiriyor. *** Şov dünyası işte böyle bir şey. "Bitmez" denen şey biter, "harika" denen şey sıradanlaşırken, arkadan birileri sessizce gelip onları geçebiliyor. posted by gezgin @ 6:37 PM

0 comments

Salı, Mayıs 03, 2005 SAHNEYE GİRİŞ VE ÇIKIŞ - REVISITED Sahne yazımı ile ilgili olarak söylenebilecek en önemli şeylerlerden biri sahneye ne zaman girilmesi gerektiği ile ilgilidir. Bu konuyla ilgili olarak ana prensip şudur: "Sahneye olabildiğince geç girip sahneden olabildiğince erken çıkın." Dinlemesi ve söylemesi hoş olan bu cümle acaba neyi anlatmak istiyor? Bir sahneye başlamadan önce göz önünde bulundurmanız gereken bazı şeyler var. Bunları şöyle sıralayabiliriz: Bu sahne, ana hikayenin hangi aşamasında yer alıyor? Bu sahne, ana hikayeyi nasıl ileri götürüyor? Bu sahnede kimler var? Sahne nasıl başlıyor ve nasıl bitiyor? Michael Hauge'un çok isabetli bir tespiti var. Diyor ki: "Sahnenin nasıl biteceğini bilmeden, sahneyi yazmaya başlamayın." Yani, sahnedeki kişilerin arasında geçen diyaloglar, yaşanan olaylar nerede son buluyor? Son bulmuyorsa nerede kesiliyor? Bunları bilmeniz lazım. Ancak ondan sonra yazmaya başlayabilirsiniz sahneyi. *** Sahneye nasıl gireceğiz? Bu konunda en sık yapılan hatanın, sahneye erken girmek olduğunu söyleyebilirim. Yani yazar sahneye, önemli ve ilginç bir olay olmadan çok önce girer. Güya seyirciyi o önemli ana "hazırlar", ondan sonra o 227

sahnenin anahtar olayı gerçekleşir. Ama o zamana kadar seyircinin ilgisi büyük ölçüde azalmış olur. Seyirci sıkılmaya başlar. O sahnedeki önemli olay da etkisini kaybeder. Yazar sahneye, ya önemli olaydan hemen önce, ya da olmuş bir önemli olaydan hemen sonra girmelidir. Yani izlemeye başladığımız insanlar ya ilginç bir olay yaşayacak ya da yaşamış olmalıdır. Bu ilginç olayın beklentisi veya çarpıcı sonuçları seyirciyi sahneye bağlar. Titanik filminden bir örnek vereyim. (Hep bu filmden örnek vermemin iki nedeni var: Birincisi, neredeyse ezbere bilmem. İkincisi de, bu siteyi takip eden herkesin bu filmi görmüş olduğu yönündeki varsayımım. Eğer hala görmediyseniz, boğaz manzaralı bir intihar tavsiye ediyorum :) "İntihar Sahnesi" olarak adlandırdığım (ve aşağılarda bir yerde uzun uzadıya incelediğim) sahnede Rose, geminin güvertesinde ağlayarak koşmaktadır. Neden ağladığını bilmeyiz. Ama tahmin edebiliriz. Rose'un annesiyle ve nişanlısıyla ilgili sorunları vardır. Bu ikisinden biriyle ya da her ikisiyle fena halde tartışmış olabilir. Bu öyle büyük bir tartışmadır ki Rose'u intiharın eşiğine getirmiştir. Ama senarist (James Cameron) bize bu tartışmayı göstermemeyi tercih etmiştir. Çünkü böyle bir tartışma yaşanabileceğinin ipuçlarını bize daha önce vermiştir. Ve bu tartışmayı izleyicinin hayal gücüne bırakmıştır. (Daha önce, bu tür eksiltilerin izleyiciyi de hikayeyi yazma / yaratma sürecine katarak etkileşimli bir ortam yarattığını söylemiştim). Eğer klasik bir Türk senarist olsaydı, büyük bir ihtimalle bize ağdalı bir tartışma sahnesi sunmaktan kendini alamazdı. Biz de ayıla bayıla seyrederdik. *** Peki sahneden ne zaman ve nasıl çıkacağız? Bizde bu konuda yapılan en önemli hatanın ise, sahneden çok geç çıkmak olduğunu söyleyebilirim. Yani asıl (anahtar) olay yaşandıktan, önemli bilgiler konuşulduktan sonra bile karakterler sahnede dolaşmaya ve konuşmaya devam ederler. Bu genelde, yazarın hoşuna giden bazı diyalogları atmaya kıyamamasından (yani "kill your babies" prensibini uygulamamasından) veya seyircinin zekasına güvenmeyip, aynı şeyleri tekrar tekrar söylemesinden kaynaklanır. Eğer sahnede söylemek ya da göstermek istediğiniz şeyi söyleyip gösterdiyseniz, en kısa sürede (bazen hemen) çıkmak ve başka bir sahneye geçmek yerinde olur. Bu, filmin ritmini hızlandırır, izleyiciye tatmin edici bir seyir deneyimi yaşatır. Sahne biterken, sonraki sahnelere sarkan bazı şeyler bırakmayı unutmayın. Yani her sahnede bazı meseleler halledilmeli, ama sonraki sahnelerde ele alınacak başka yeni meseleler oluşturulmalıdır - ki izleyici "ne olacak" diye merak etsin. Buna yine "İntihar Sahnesi"yle örnek vereyim: Sahne biterken senarist bir kaç şeyi başarır. Jack ile Rose arasında çok kısa sürede çok etkili bir yakınlık sağlar. Rose'un intihar etmeye kalkacak kadar umutsuz olduğunu gösterir. Jack'in, tanımadığı bir insanın peşinde buz gibi denize atlamayı göze alacak kadar maceraperest olduğunu gösterir. Aynı zamanda ne kadar esprili olduğunu da görürüz. Bunların yanı sıra, Jack ile Cal (Rose'un nişanlısı) arasındaki ilk sürtüşme yaşanır. Ayrıca Jack, Rose'u kurtarmasının ödülü olarak 1. sınıfta akşam yemeğine davet edilir. İzleyiciler "acaba bu 3. sınıf yolcusu genç, 1. sınıf yemekte neler yapacak" diye büyük bir merak duymaya başlarlar. Neymiş? Her sahnede bazı meseleler halledilmeli, bazı yeni meseleler yaratılmalıymış ki hikaye ilerlersin. *** Bir de "Şişkin Sahne" olarak adlandırılabilecek sahneler var. Yani bir sahnede zekice ve yaratıcı bir biçimde halledilebilecek meseleler anlamsız uzun diyaloglar ile ele alınır. Ve izleyiciyi bayar da bayar. Buna en iyi örneği GORA filminde görüyoruz: Arif ile Bob Marley Faruk'un, Faruk'un odasındaki sahnesi. O kadar gereksiz diyalog, o kadar işlevsiz duraksamalar (es), o kadar az malzeme var ki bu sahnede, insan "bitse de gitse" diye düşünüyor. En fazla 45 saniyelik bir malzemeyi 3 dakikaya yayınca böyle 228

oluyor. (O sahnenin temel sorunlarından biri de oyunculukla ilgili. Anlaşılan az prova edilmiş ya da doğaçlamaya bırakılmış. Ve olmamış.) "Şişkin Sahne" sendromuna düşmemenin yolu, o sahnede ne yapacağınızı çok iyi bilmektir. Bunu biliseniz, senaryonuzun tekrar yazımlarında (ki bu kaçınılmaz bir şeydir), şişkinlik yaratan fazlalıkları atabilirsiniz. posted by gezgin @ 6:39 PM

1 comments

Cumartesi, Nisan 30, 2005 İYİ FİLMLERİN ORTAK ÖZELLİĞİ: BÜYÜK İSTEK Bazı filmleri tekrar tekrar seyrediyorum. Örneğin "Terminator 2" filmini kaç defa seyrettiğimi hatırlamıyorum. "You've Got Mail"i de. "The Matrix"i en az 20 kez izlemişimdir. "Titanic" de 20'ye yaklaştı sayılır. "Casablanca"yı 10-15 defa. Animasyonlar arasındaki favorilerim ise "Kayıp Balık Nemo" ve "Buz Çağı". Her ikisini de yaklaşık 10'ar kez izlemişimdir. Bazı filmleri ise 10 dakika bile izlemeye dayanamıyorum. Film, hiçbir gelecek vaadetmediğini o kadar kısa sürede belli ediyor ki, zamanımı harcamaya değmez diyorum. Eğer zamanım varsa, kötü ama yeni bir filmi izlemektense, iyi bir eski filmi izlemeyi tercih ediyorum. Peki, bu filmler nasıl oluyor da kendilerini tekrar tekrar izletmeyi başarıyorlar? Bununla ilgili çok şey söylenebilir. Ve bunların çoğu da senaryo tekniği ile ilgili olacaktır. Ama benim fark ettiğim tek bir ortak nokta var: İyi filmlerin hepsinin merkezinde, bir şeyi ÇOK İSTEYEN bir karakter bulunuyor. Bu karakter, tutkuyla öyle yanıyor ki, özdeşleşme sağlandıktan sonra biz de onunla aynı şeyleri hissetmeye başlıyoruz. Önüne çıkan ve aşılması imkansız gibi görünen engelleri o aşarken biz de bir tatmin duyuyoruz. Sonuçta onunla birlikte seviniyor, ya da onunla birlikte kahroluyoruz. Ama film bittiğinde, derin bir tatmin duygusu yaşıyoruz. Yukarıda adını zikrettiğim filmlerin hepsinin hikayelerinin merkezinde, bir şeyi çok isteyen bir karakter ya da karakterler var. • • • • • • •

"Terminator 2" de bir John Connor'ı öldürmek, diğeri ise kurtarmak isteyen, gelecekten gelen iki müthiş robot var. "Matrix"de, insanlığı makinaların egemenliğinden kurtarmak isteyen Neo var. "Titanic"te, önce annesinin ve toplumsal sınıfının baskılarından, sonra da batmakta olan gemiden kurtulmak isteyen Rose var. "You Have Got Mail"de, küçük kitapçı dükkanını dev gibi bir kitap mağazasına karşı savunmaya çalışan Catherine Kelly var. "Casablanca"da, eski sevgilisini Nazilerin eline düşmekten kurtarmaya çalışan Rick var. "Kayıp Balık Nemo"da, oğlunu bulmaya çalışan Marlin var. "Buz Çağı"nda ise, bir insan yavrusunu, zor doğa koşullarından ve dağ panterlerinden korumaya çalışan Manfred ve Sloth var.

Hep "Büyük İstekler" söz konusu. Türk filmleri arasında neden en çok "Eşkıya"yı sevdiğimi de bu durum açıklıyor sanırım. Orada da, 30 yıl sonra intikam almak ve sevgilisine kavuşmak isteyen Baran var. Diğer Türk filmlerinin beni çok cezbetmemesinin başlıca nedenleri de bu: perdede tutkuyla yanan birileri görmüyoruz. Ne "Hırsız Var"da, ne "Eğreti Gelin"de, ne "Mustafa Hakkında Herşey"de, ne "GORA"da, ne de diğerlerinde böyle bir istek görüyoruz. O nedenle bu sitede daha çok yabancı filmlere yer veriyorum. Yabancı hayranı olduğum için değil, insan ruhunu ateşleyen filmlerin (şimdilik) daha çok dışarıdan (genelde de, her nedense, Amerika'dan) gelmesinden. *** Peki neden bu böyle? Neden Türk senaristleri, tutkuyla cayır cayır yanan insanlar yaratmayı tercih etmiyorlar? Bunun nedeni, acaba "kültür"ümüzden kaynaklanıyor olabilir mi? Yani bir şeyi istediğimiz zaman, o şeyi elde etmek için aktif bir biçimde çabalamak yerine, dua etmeyi tercih etmemiz olabilir mi? Herkeste görülen ataletin dışına çıkmaktan korkmamız, yani sosyal baskı olabilir mi? ("Şimdiye kadar kimse başaramadı, sen mi başaracaksın?" cümlesinin bu kadar tanıdık gelmesi, sizin de içinizi öfkeyle 229

doldurmuyor mu?) İsteklerimizi gerçekleştirmenin yolunu tam olarak bilmiyor olabilir miyiz? "Nedensonuç" ilişkisine inanmamamız olabilir mi? "Sen ne yaparsan yap, herşey olacağına varır?" şeklindeki bir düşünce tarzı olabilir mi? Eğer biz böyle düşünüyorsak, bizden de tutkulu senaryo karakterleri pek çıkmaz. *** Yukarıda andığım yabancı filmlerdeki karakterlerin ortak bir özelliği, bir Türk'ün çabalamaktan vazgeçip işleri "Allah"a havale edeceği noktada, kontrolü kendi ellerine almaları ve harekete geçmeleri. Jack ve Rose'un geminin son anlarına kadar gemide kalma çabaları, Neo'nun Ajanlar ile sonuna kadar mücadele etmesi, Sarah Connor'un, oğlunu kurtarmak için son ana kadar direnmesi... hep bu yaklaşıma örnek. Baran'ın da, herşey bitti denilebilecek bir anda harekete geçmesi de böyle bir yaklaşımdan kaynaklanıyor. *** Yukarıda eleştirdiğim ve bizde yaygın olarak görülen "eylemsizlik" taraftarı yaklaşım, her sektörde görülüyor. Ama en yaygın olarak görüldüğü alanlardan birinin sinema sektörü olduğunu söyleyebilirim. Film çekmek isteyenlerin karşısına hep, bunu "neden yapamayacaklarını" söyleyen insanlar çıkar. Acaba bu insanlar yardımcı mı olmaya çalışıyorlar, yoksa kendi başarısızlıklarının ortaya çıkmasını engellemek için başkalarının da başarısız mı olmasını istiyorlar (bilinçli ya da bilinçdışı bir biçimde)? Eğer öyleyse, iyi senarist olma meziyetlerinin arasına bir yenisini daha eklemek gerekiyor: Seçici Sağırlık. Size "yapamazsın, edemezsin, başaramazsın" diyenleri duymamak! posted by gezgin @ 4:56 PM Salı, Nisan 26, 2005 TARANTİNO - AMORAL BİR İKON Doksanlı yılların popüler sinemaya kazandırdığı bir figür, Tarantino. 70'li yıllarda "Baba" filmleri (özellikle de birincisi) erkekler için ne ifade ediyorsa, 90'lı yıllarda da Tarantino'nun filmleri onu ifade ediyor gibi: Hayatın işleyişine, insanın karşısına çıkardığı sorunlara ve bu sorunlara uygulanabilecek çözümlere yönelik sıradışı bir söylem. Tarantino'nun sinema dilini kullanmayı bildiği, bir sinema dili "hissine" sahip olduğu kesin. İzleyicilerinin onun filmlerinden hoşlanmasının başlıca nedenlerinden biri, Tarantino filmlerinden aldıkları sinemasal zevk. Kurguyu, kamera açılarını, ritmi, müziği kullanışı, izleyicide sadece film izlerken alabilecekleri hoş bir duygu uyandırıyor. Ama bu sinema dili hissinin kullanıldığı senaryolar genelde çok rahatsız edici konulara ve bakış açılarına sahip. Sadizm, ahlaksızlık, insan hayatına saygısızlık, bu filmlerin en temel temaları. Tarantino, bu temaları ahlakçı bir bakışla ele almıyor, yani bunları eleştirmiyor. Bir belgeselci gibi de yaklaşmıyor. Yani bir durumu eğrisiyle-doğrusuyla gösterip, kararı izleyiciye bırakmıyor. Tarantino'nun yaklaşımı, bunların doğru, iyi, kabul edilebilir şeyler olduğu şeklinde. İnsan öldürmek, Tarantino'nun filmlerinde kötü değil, bir hamburger yemekten farksız bir eylem. İnsan hayatının değeri sıfıra yakın. Sıfır olmamasının nedeni, bir insanın, ölürken vereceği "fotoğraf" ile filmi ilginç kılabilmesinden kaynaklanır. Kill Bill filmlerinin bir mezbahayı andıran sahneleri bunun en iyi örnekleridir. Tabii ki akıllı adam Tarantino. Baş karakterlerinin sınırsız şiddet kullanmasını mazur gösterecek sebepler mutlaka veriyor. Örnek olarak Kill Bill'e bakalım: filmin baş kahramanı, kocası ve çocuğu öldürülmüş Gelin'dir. Bizden, Gelin'in intikam peşinde koşmasını ve yüzlerce insanı kıtır kıtır kesmesini mazur görmemiz beklenir. Oysa Gelin'in "intikam peşinde koşan bir anne" olma kimliğinden önce, "acımasız bir katil" olduğu unutturulur. ("Kılıçla yaşayanlar kılıçla ölür" sözünün sahibi kimdi? Rousseau mu, Voltaire mi?) "Ucuz Roman"ı ele alalım. Burada da boğazına kadar ahlaksızlığa batmış insanlar ile özdeşleşmemiz beklenir. Jules (S. Jackson), Vincent (J. Travolta), Bay Wolf (H. Keitel), Zenci Mafya Babası ve diğer önemli karakterler katil ve/veya uyuşturucu müptelasıdır. Bu insanlar bize sevimli ve becerikli gösterilerek, onlarla özdeşleşmemiz, onlar için heyecanlanmamız istenir. Bu isteğin en bariz örneğini, Jules'un (Samuel Jackson), başına gelen bir olaydan sonra "doğru yolu" bulmasında görüyoruz. İnsanları öldürmeden önce İncil'den pasajlar okuyan bu hasta ruhlu adam, 230

kendisine yapılan silahlı bir saldırıdan mucizevi bir biçimde kurtulunca bunu ilahi bir işaret olarak değerlendirir ve kiralık katilliği bırakır. Bizden de bunu beğeniyle karşılamamız beklenir. Yaklaşık bir saat önce para için öldürdüğü gençleri unutmamız talep edilir. "Rezevuar Köpekleri"nde de, bir elmas soygunu için bir sürü insanı öldüren soyguncular için endişelenmemiz istenir. Bu insanlar bize eğlenceli, becerikli, insancıl kişiler olarak gösterilir (bkz. filmin başındaki kafeterya sahnesi). Sonra soygun olur ama işler ters gider. Kimisi hırsız bir çok insan ölür. Kalanlar bir depoda buluşur. Onlar da tartışırlar ve birbirlerini öldürürler. (Soygunculardan birinin bir polisin kulağını kesmesi, sinemadaki unutulmaz sadizm örnekleri arasında çoktan yerini almış bulunuyor.) Tarantino'nun ahlak anlayışını (!) en iyi anlatan film belki de, senaryosunu yazdığı "Katil Doğanlar"dır ("Natural Born Killers"). Oliver Stone tarafından yönetilen film, iki katilin işledikleri cinayetleri, hapse düşmelerini, bir medya olayı haline gelmelerini ve sonra da hapisten kaçmalarını anlatıyor. Midesi sağlamlar için bir filmdir. Hiçbir biçimde katiller eleştirilmez. Eleştirilen medya ve o medyaya destek olan, onu yaşatan toplumdur. Tarantino'nun hiçbir filminde iyi ve kötü çatışması yoktur. Kötüler vardır, bir de kötüler vardır. Bunlar zaman zaman birbirlerine göre "daha kötü" olurlar. Siz de meşrebinize göre bu kötülerden birini seçer ve onun tarafını tutarsınız. Filmlerinin kötülerle dolu olmasının bir sonucu da, Tarantino'ya istediği kadar çok şiddet kullanması için gerekçe ve olanak sağlamalarıdır. Böylece Tarantino seyirciye "Benim filmlerimde çok şiddet var, ama bunu kötüler yapıyor, ben ne yapayım?" der gibidir. *** Bazıları bu filmleri "Amerikan toplumunun eleştirisi" olarak okumak isteyebilir. Amerikan toplumu, çeşitli kesimleri ahlaken çökmüş bir toplumdur, kabul. Bu filmleri de bu çöküntünün eleştirisi olarak değerlendirmek isteyenler olabilir. Ama ben bunlardan değilim. Bence Tarantino filmlerinin şiddeti ele alış biçimi, şiddeti uygulayanlara karşı takındığı yüceltici yaklaşım, şiddet övgüsüne varıyor. Bu nedenle de onun amoral ("ahlaksız") biri olduğunu, eserlerinin hiçbir ahlaki kaygı taşımadığını, aksine her türlü ahlakı küçümsediğini düşünüyorum. Tarantino'yu sevenlerin bu filmlere bir de bu açıdan bakmalarını ve mümkünse kendi ruhlarındaki bastırılmış şiddet ile halleşmelerini öneriyorum. posted by gezgin @ 5:30 PM

0 comments

YALNIZ DEĞİLSİNİZ: SENARİST FİLMLERİ Zaman zaman senaristleri konu alan filmler izliyoruz. Bunları izlemek bu sitenin takipçileri için ayrı bir anlam taşıyordur herhalde. Benim için öyle en azından. Boş bir sayfaya (ya da ekrana) baka baka kafayı sıyırma noktasına gelen insanları izlemek bende garip bir sempati duygusu uyandırıyor: "Aaa, ben bu hâli bire bir biliyorum" diyorum. Ay'da geçen bilim-kurgu filmleri seyreden astronotlar da benzer hisler yaşıyorlardır herhalde. Bu tür filmlerin sonuncusu "Adaptation"dı. Charlie Kaufmann tarafından yazılan film (yazarın bir önceki filmi "John Malkovich Olmak" idi), orkidelerle ilgili (adaptasyonu neredeyse imkansız) bir kitabı sinemaya uyarlamaya çalışan bir senaristle ilgiliydi. Büyük ölçüde içe dönük ve hafif kişilik bozuklukları sergileyen senaristin çabaları, sadece senaristlerde değil, genel seyircide de acıma duygusu uyandıracak nitelikteydi. Senaristlerin çektiği karın ağrılarını en iyi anlatan filmlerin başında "Barton Fink"i saymak gerekiyor aslında. 1940'larda geçen filmin yazar ve yönetmenleri, Hollywood'un çok tutulan Ethan ve Joel Coen kardeşleri. Kahramanımızın daktilo karşısında geçirdiği acı dolu dakikalar, çok hoş işlenmişti. Robert Altman'ın "Oyuncu"su da reddedilen bir senarist tarafından tehdit edilen bir yapımcının hikayesini anlatıyordu. "Reddedilme" sözcüğünün senaristler için taşıdığı derin anlam üzerine kurulmuş, eğlenceli bir Altman filmi idi. Tam bir "senarist filmi" sayılmasa da (zira o zamanlar sinema yoktu), "Aşık Shakespeare" de dramatik yazarlık sanatının zorluklarını çok hoş bir dille anlatıyordu. Shakespeare'in, aldığı avanslara rağmen uzun süre hiçbir şey yazamaması, "yanlış bir ilhamla" yazdığı şeyleri de yakması, hepimize tanıdık gelmiştir sanırım. Senarist senaryoları yazmak bizim çok hoşumuza gidiyor olabilir ama çok tehlikeli bir alandır. Zira çok az insan senaristlerin yaratıcılık sancıları ile ilgilenir. Uzun süre ekrana bakan bir insanı seyretmekte, genel izleyici için pek eğlenceli bir yön yoktur. İşte bu nedenle "senarist öyküleri"ne genelde cinai bir yön ("twist") katılır ki seyirci ilgilensin. posted by gezgin @ 5:22 PM

0 comments

231

Salı, Nisan 19, 2005 KÖTÜ DİYALOG - İYİ DİYALOG İyi diyalogların nasıl yazıldığını anlamak için, kötü diyaloğun ne olduğunu öğrenmekte fayda vardır. Diyalog yazımında yapılan hatalar genelde 3 türdür: 1) Tüm karakterler aynı şekilde konuşurlar. Filmdeki (ya da dizideki) karakterlerin hepsi, eğitimlerine, ekonomik ya da sosyal durumlarına bakmaksızın aynı tarzda konuşurlar. Burada "tarz" ile neyi kastettiğimi biraz açmam gerekiyor: Konuşurken kullanılan cümlelerin uzunluğu ya da kısalığı, kullanılan sözcüklerin türü, cümlerlerin devrik olup olmaması ya da belirli bir yörenin ağzını yansıtıp yansıtmaması, "tarz"ı belirler. Eğer senaryonuzdaki herkes aynı ekonomik ve sosyal durumda ise, benzer bir biçimde konuşmalarında bir sakınca yoktur. Ama o zaman bile, kadınlar ile erkeklerin konuşmalarında büyük farklılıklar olduğu unutulmamalıdır. Bir insanın bir şeyi nasıl söylediği şunlardan etkilenir: eğitim, anne-babanın konuşma tarzı, nerede büyüdüğümüz, yaşımız, işimiz, vb. Alıştırma: 1 sayfa boyunca farklı karakterlerin aynı konudaki konuşmalarını yazın. Bu, herhangi bir günlük mesele olabilir. 2) Belli bir insanın, hayatın her durumunda aynı şekilde konuşması. Ölümle karşı karşıya kalan insanın konuşması ile marketten ekmek alan insanın konuşması farklıdır. Kullanılan sözcükler, cümle uzunlukları, verilen es'ler tamamen farklıdır. Bu sorunu aşmak için kendinizi, yazmakta olduğunuz karakterin yerine koyun ve diyalogları öyle yazın. 3) Yazarlar karakterlerine bir sürü açıklama yaptırırlar. Oysa günlük hayatta o kadar çok açıklamalı konuşulmaz. "Selin, sen benim en iyi arkadaşım olduğundan, kocan Mustafa'nın çok içtiğini ve çalıştığı şirkettei yöneticilik işinin tehlike olduğunu söyleyebilirim." Bunun yerine bilgiyi yavaş yavaş, farklı yerlere sızdırırn. Farklı sahnelerde verin. Senaryo yazımında çok miktarda bilgiyi göze batmayan bir biçimde vermenin çok etkili bir yöntemi vardır: hikayeye, olan bitenden haberi olmayan birini sokun. Bu bir polis, gazeteci, ya da yeni bir komşu olabilir. O kişi olayları öğrenirken biz de onunla beraber bilgileniriz. Bazen herşeyi söylemek gerekmez. Bazı bilgileri seyircinin doldurmasına izin vermek daha "interaktif" bir senaryoya olanak tanır. (Ama çok önemli bilgilerde bunu yapmayın. Örneğin filmin sonuna kadar sakin bir ev kadını olan kahramanınız, filmin sonunda eline K-47'yi alıp milleti indirmesin. Eğer böyle bir şey yapacaksa kadının babasının eski bir asker olduğunu ve kızına arada sırada silahla atış yaptırdığını mutlaka daha önceden öğrenmeliyiz.) Bazen bir hareket / davranış / görüntü, bir diyalogdan çok daha fazla bilgi aktarır. Üniversite diplomaları ile övünen bir adamın "Ben iki üniversite bitirdim, 3 mastır yaptım" vb. diye böbürlenmesi yerine, adamın işyerindeki bir duvara asılı olan diplomaları görebiliriz. İşinin alkolden dolayı battğını anlatan bir adam, kendisine sorulan "Ne oldu?" sorusuna, "İşler yolunda gitmiyordu, karımla da sık sık kavga ediyordum, sonunda kendimi içkiye verdim" şeklinde cevap vermesi değil, sadece kadehini göstererek "İşte bu oldu" demesi çok daha etkileyicidir. *** Diyalog yazma yeteneğinizi geliştirmek için çevrenizdeki insanların konuşma biçimlerine alıcı bir gözle bakın. Asansördeki, otobüsteki, dükkandaki insanları gözlemleyin: Nasıl konuşuyorlar? Uzun cümleler mi, kısa cümleler mi kullanıyorlar? Ne tür kelimeleri tercih ediyorlar? Mesleklerine ait sözcükleri neler?

232

Günlük hayatta ne kadar çok tekrar, ne kadar çok konuşma hatası yaptığımızı fark ederseniz şaşırmayın. Bir senaryodaki konuşmalar bu kadar tekrarlı ve hatalı olamaz. Çünkü film / TV izleyicileri konuşmaların (ve hikayenin) akıcı bir biçimde ilerlemesini ister. Ama hikayenize biraz gerçekçilik duygusu katmak istiyorsanız makul miktarda tekrara ve hataya yer verebilirsiniz. (Kaynak: "Successful Scriptwriting" Jurgen Woff ve Kerry Cox; yorumların önemli bir bölümü gezgin'e ait) posted by gezgin @ 5:32 PM

0 comments

Pazartesi, Nisan 11, 2005 EĞRETİ SENARYO: KAÇIRILMIŞ FIRSATLAR SİLSİLESİ Dikkat: Bu yazıda "keyif kaçırıcı" ("spoiler") bilgiler var. Eğer "Eğreti Gelin" filmini seyretmediyseniz ve seyretme niyetiniz varsa, yazıyı okumanız seyir keyfinizi azaltabilir. Önce filmi seyredin, sonra yazıyı okuyun. *** Türk filmlerinin senaryoları hakkında olumsuz yazı yazmaktan hoşlanmıyorum. Ama zaten az sayıda çekilen Türk filmlerinin (senede ortalama 15 adet çekiliyor) senaryolarının kötü olmasına da dayanamıyorum. Amacım, bu filmlerdeki senaryo hatalarını göstererek daha kaliteli senaryolar yazılmasına yardımcı olmak ve böylece seyircilerin Türk filmlerini daha fazla tercih etmesini sağlamak. *** "Eğreti Gelin", Hollywood jargonunda "high concept" bir film. Yani çok ilginç, çok çarpıcı bir fikre dayanıyor: bazı yörelerde, genç erkekler evlenmeden önce, onları evliliğe hazırlayan kadınlar tarafından eğitilirlermiş. Zaman zaman bu eğitime cinsellik de dahil olurmuş. Film böyle bir durumu ele alıyor. Ve böyle bir durumda akla gelebilecek ilk dramatik durumu da merkezine oturtuyor: ya eğitilen erkek, kendisini eğiten kadına aşık olursa? Yani bu bir "What if ... ?" senaryosu. Eğreti Gelin kurumunu duyan herkesin aklına gelebilecek ilk fikri senaryonuza temel olarak alıyorsanız, bu fikri çok iyi işlemeniz gerekir: Bir sürü ilginç yan öykü, derin karakter tahlilleri, şaşırtıcı olaylar kullanmalısınız. ("Titanic"in batacağını bile bile filmi soluksuz izlememizin nedeni bu özellikleri taşımasıydı.) Seyirciyi ancak hikayeye böyle bağlayabilirsiniz. Film hakkında söylenebilecek çok şey var: şaşırtıcı derecede kötü oyunculuk, müzik kullanımındaki vasatlık, vb. Ama burada sadece senaryo hakkında söylenebilecekleri yazdım. Bunlar ne yazık ki hep olumsuz şeyler. Eğer Türk sineması hakkında "çamurdan olsun bizim olsun" fikrine sahipseniz, yani "Kardeşim, zaten az sayıda film çekiliyor, bir de bunları eleştirip sinemayı zayıflatmayın" diyorsanız, yazının bundan sonraki bölümünü okumamanız tavsiye olunur. *** Senaryo hakkında şunlar söylenebilir: 1) Seyircilerin ilk kez bu film vasıtasıyla öğreneceği bir şeyi ("Eğreti Gelin"lik kurumunu) çok inandırıcı bir biçimde anlatmanız gerekir. Sadece "Anadolu'da böyle şeyler oluyor" demekle inandırıcı olunmaz. Filmin eksenini oluşturan hikayenin dışında, başka örnekler de vermek gerekir. Filmde sadece bir örnek görüyoruz, ve bunu hemen doğru olarak kabul etmemiz isteniyor bizden. Diğer eğreti gelinlik olaylarından ise diyalog vasıtasıyla haberdar oluyoruz. Bu da filmin yeterince inandırıcı olmamasına neden oluyor. (Çok önemli olayları diyalog vasıtasıyla vermek, bu senaryonun en büyük ve en çok tekrarlanan hatalarından biri - Emine'nin yoksulluğu, Hasan'ın faytonculuk projesi, vb.). 2) Genel olarak bir dış motivasyon sorunu var ("dış motivasyon" için bkz. aşağılarda bir yazı). Filmdeki baş karakterlerden hiç biri bir şeyi çok tutkulu bir biçimde istemiyor: Filmin kahramanı Ali tiyatrocu olmayı şiddetli bir biçimde istemiyor; Ali'nin sevgilisi Ali'yi öyle deli gibi sevmiyor; bu iki genç evlenmeyi hele hiç istemiyor; eğreti gelin Emine'nin çok istediği bir şey yok - ne para kazanmayı çok istiyor, ne Ali ile birlikte olmayı; kötü adam Hasan (Şevket Çoruh) da Emine'yi çok istemiyor. "Söz"de istiyor olabilirler, ama eylemleri bu sözleri yeterince desteklemiyor. Filmde genel bir isteksizlik var yani. Bunun en doğal sonucu da, tutkusuz karakterlerin perdedeki 233

heyecansız hareketleri oluyor. "Şu kişi istediğini elde edecek mi?" diye hiç merak etmiyoruz. 3) Özdeşleşme kuralları uygulanmamış ("Özdeşleşme" için bkz. aşağılarda bir yazı). Bunun sonucu olarak ne Ali umrumuzda, ne Emine, ne de diğerleri. 4) Senaryo'da Düşman ("nemesis") yok gibi bir şey. Ali ile Emine'nin birbirine aşık olması (!) bizi hemen hiç endişelendirmiyor. Niye endişelendirsin ki? Ali'nin sevgilisi yüzünden mi? Emine'nin hapisteki kocası (Hasan) yüzünden mi? Tek makul düşman adayı olan Hasan ne yazık ki bu görevinde çok ama çok zayıf kalıyor. Oysa Hasan'ın bir kardeşi olduğunu öğreniyoruz filmin bir noktasından sonra. Filmin daha en başlarında Hasan'ı hapiste tam bir psikopat olarak (eylem halinde) görsek, kardeşinin de dışarıdaki olayları (Emine'nin yaptıklarını) Hasan'a yetiştirdiğini öğrensek, Hasan'ın hapisten çıkışı herkes için son derece heyecanlı olurdu. Ama olmuyor. Hasan hapisten çıkıyor ve kahvede tavla oynuyor. Tek ciddi hareketi, Belediye Reisinin imalathanesini basmak. O da heyecan yaratmaya yetmiyor. 5) "Eğreti Gelin" lafı, sanki kafamıza kakılmak istenircesine film boyunca 25-30 defa geçiyor. Ne bu? "Kızım sana söylüyorum, eğreti gelinim sen anla" mı? (Kabul, kötü bir espri. Ama suç tamamen senaristlerde ;) 6) Filmin bir çok sahnesinde "perdede görüleni karakterlere söyletmeme" ilkesi çiğneniyor. (Bkz. aşağıdaki yazı). Malum, ilam ediliyor. Örnek olarak, İffet (Müjde Ar) ile Çenoto (F. Demirel) arasında geçen ilk sahne. (Bu sahne, filmin diğer sahnelerinde görülen rahatsızlıkların çoğunu içinde barındıran tipik bir sahne olarak uzun uzadıya incelenebilir.) 7) Diyaloglarda hiçbir yaratıcılık, hiçbir incelik, hiçbir alt-metin yok. Herkes takır takır ne demek istiyorsa onu söylüyor. Oysa iyi diyalogun en büyük özelliği, imalar kullanması, yaratıcı ve esprili olması, alt metinler içermesidir. Eğreti Gelin'de ne yazık ki bu tür diyaloglar yok. 8) Bu filmde kaçırılan bir çok dramatik fırsat var ("Dramatik Fırsat"la ilgili olarak bkz. aşağılarda David E. Kelly ile ilgili bir yazı). Bunların en büyüklerinden biri, eğreti gelin Emine ile Ali'nin ilk karşılaşma sahnesi. Son derece elektrik yüklü, heyecanlı ve erotik (açık ya da gizli) olabilecek bir sahne son derece yavan olmuş. Tabii bu elektriğin oluşması ("pay off") için önce Emine ve Ali karakterlerinin doğru olarak kurulması ("set up") gerekiyor. Filmin başında bu "kurma" işlemi yapılmadığı için, bu ilk tanışma sahnesi de doğal olarak heyecansız kalıyor. 9) Aile, eğreti gelini çok kolay kabul ediyor. Sanki son derece normal bir şeymiş gibi. Oysa anne ya da baba (bence anne), evinde böyle birini istemiyor olsa, evin içindeki gerilim son derece artardı. Hele babanın da eğreti geline yönelik bir ilgisi başlasa, çeşitli dramatik fırsatlar için müthiş uygun bir ortam oluşurdu. 10) Eğreti gelinin bir trajedisi yok. Yani bir kadının bu kadar acayip bir pozisyonu kabul etmesi için çok büyük bir zaruret halinde olması gerekir. Bu parasal bir zaruret olduğu gibi, bir intikam arzusu da olabilir. Eğreti gelinin böyle bir trajedisi olmadığı için, ona üzülmüyoruz. Sanki o eve temizlikçi gelmiş gibi. Temizlikçi bizde ne kadar acıma duygusu uyandırıyorsa, eğreti gelin de o kadar uyandırıyor. 11) Göze batan bir sahne: Anne İffet hanım (isim seçimi çok "manalı" olmuş, "kör parmağım gözüne" misali) oğlunu eğreti gelin ile birlikte odalarına yolladıktan sonra ağlıyor! Evet, ağlıyor! Sanki oğlu askere gidiyor! Eğreti gelini de kendisi bulup getirmişken. 12) Eğer yazarlar, eğreti gelin ile anne İffet hanım arasında gizli bir rekabet yaratabilselerdi, senaryo aniden derinleşirdi. Oidipus kompleksinden tut, erkeklerin "harem" hayallerine kadar bir çok yere göndermede bulunulabilirdi. Bu da kaçmış bir fırsat. 13) Filmin baş kahramanı Ali'nin de bir trajedisi yok. Ali aslında kız arkadaşına aşık değil. Yaşı büyük olmasına karşın cinsellikten bihaber. (Bu özelliği arkadaşları tarafından alay konusu yapılabilirdi). Hadi filmin konusu açısından bunu kabul edelim. Ali kız arkadaşına aşık olmadığı için, ondan çok kolay vazgeçip eğreti geline aşık olabiliyor. Bu durumda da çok büyük bir dramatik fırsat kaçmış oluyor. Ali biri yaşıtı, diğeri de kendisinden çok daha büyük ama tecrübeli iki kadın arasında kalsaydı, hikaye çok daha etkileyici olurdu. 14) Film çok uzun süre çatışmasız ilerliyor. 45. dakikaya kadar elle tutulur bir çatışma yok. Biz de filmin heyecanına kapılıp gitmiyoruz. Filmi, manzara seyreder gibi seyrediyoruz, sakin sakin. Çatışma için zıt kutuplar gerekir. Birbiriyle çatışan taraflar olmalıdır. Oysa Düşman (Hasan) filmin 5'te 3'ünde hapiste zaten. Hapisteyken nasıl bir tehdit oluşturabilir ki? (Bunun çözümünü yukarıda yazmıştım, 234

ama o yöntem de kullanılmamış). 15) Sadece kahraman ve düşman arasında değil, diğer karakterler arasında da çatışma yok: Ali kumpanyada çalışmak istiyor, Tavid (Metin Akpınar) hemen kabul ediyor. Nazlı ile öğretmenin aşkında hemen hiçbir sorun yok. vs. Tavid Ali'yi en başlarda istemese, Ali oyunculuğu çok sevdiği için diretse... Senaryoya bir canlılık gelirdi. 16) Türk filmleri mantık hatalarıyla ünlüdür. Ama insan 2005 yılında böyle şeyler beklemiyor. Özel TV'ler sayesinde "drama zekası" gayet yükselmiş bir millete film seyrettiyorsanız, çok dikkatli olmanız gerekir. Sadece ikisine işaret edeyim: a) Bütün karakterler (Metin Akpınar hariç!) mükemmel bir İstanbul Türkçesi ile konuşuyor. Oysa bu "Eğreti Gelin"lik meselesi belirli bir yöreye ait. Oranın ağzını niye hiç duymuyoruz? b) Ali günlerce kumpanyada çalışıyor, her sahne alıştan sonra horoz maskesini çıkarıp halkı selamlıyor, ve belediye reisi olan babası bundan haberdar olmuyor! Oysa biz milletçe (özellikle kasaba ve köylerde) bu tür bilgileri ışıktan biraz daha düşük bir hızda ilgili yerlere ulaştırmakta ustayızdır. Neden böyle bir şey burada olmuyor? 17) Ali'yi sadece evde, kumpanyada ve çok az da imalathanede görüyoruz. Oysa onu okul arkadaşlarının arasında görmek, bize daha fazla ve daha gerçekçi bilgiler verebilirdi. Genç adamın özlemleri ne, korkuları ne, hayalleri ne? Bu fırsat da kaçmış. 18) Filmde, unutulmaz Türk filmi diyaloglarının arasına katılmaya aday bazı konuşmalar var: (Filmin girişinde, çadır kurduğu son derece belli olan birine) Ali: Çadır mı kuruyorsunuz? Tiyatrocu: Ne çadırı, dünya kuruyoruz evlat, dünya! İffet (Ali'ye, Emine ile ilgili olarak): Ona çiçek verilmez, onunla sadece yatılır! 19) "Karakter" demek, tutarlı davranış demektir. Bu konuda anne İffet, baba Talat, Emine'nin kardeşi Nazlı, senarist adayları için "ne yapmamalı"nın çok güzel örneklerini oluşturuyorlar. Bu "karakterlerin" ne zaman ne yapacakları belli değil. Bunun sonucu olarak filmde herkes herşeyi yapabilir gibi duruyor. Bu da çatışmanın sıfırlanması anlamına geliyor, ki bu senaryonun en temel dertlerinden biri de bu. 20) Ali Emine'yi kumpanyaya götürür. Oyundan sonra tiyatrocularla birlikte yemek yerler. Emine, düğmesine basılmış robot gibi yerinden kalkar, uda doğru gider, eline alır ve çalmaya başlar! Neden diye sormayın ve gülmeyin! (Bu arada, ne olurdu da Nurgül Yeşilçay bir iki ud basışı öğrenseydi! "Shine"daki Geoffry Rush gibi piyano çalsın diyen yok. Ama şunu unutmayın: her-Türk-seyircisi-perdede-enstrüman-çalan-kişinin-ellerinebakar-ve-eğer-kişi-gerçekten-çalıyorsa-daha-bir-etkilenir!) 21) Eğreti gelin ile sevgilisi Hasan arasındaki ilişki de yeterince işlenmemiş (no "set up"). Bunun doğal sonucu olarak da final son derece zayıf kalıyor (no "pay off"). Hasan aşırı kıskanç olsa (ki öyle olmalı, çünkü sevgilisi için adam öldürmüş), kıskançlığı ile Emine'yi boğuyor olsa, o da buna bir tepki olarak Ali'den hoşlansa. (Sahi, o zamanlarda cinayet suçu için ne kadar yatılıyordu? Artı, hapis süresi belli değil miydi ki Hasan sürpriz bir biçimde salıveriliyor?) 22) Ali ile Emine'nin ilk gecesinde Ali kumpanyaya gitmek zorundadır. Ve Emine'den sevişme sesleri çıkarıp annesini kandırmasını ister. Emine de bir iki "aaah, oof" yapıp anneyi kandırır. Bence burada da kaçırılmış bir fırsat var. İnsanın aklına hemen "When Harry Met Sally"deki (kafeteryada geçen) orgazm sahnesi geliyor. Emine de böyle bir şeyler yapsaydı, izleyiciden çok güzel reaksiyon alırdı. 23) Eğreti gelinin, yeni geldiği evde yarattığı değişikliğe hiçbir biçimde tanık olmuyoruz. Gelin sanki sadece Ali'nin odasında yaşıyor, dışarı hiç çıkmıyor. Gelinin anne ile babayla olan ilişkisi de çok sayıda dramatik fırsat içerirdi. Bu sayede bu insanların iffet anlayışları sorgulanabilirdi. Bu fırsat da kullanılmamış. 24) Ali'nin ilk "boşalma" sahnesi de filmin kaçan en büyük fırsatlarından biri. Hatta senaristler bu sahneyi ana hatlarıyla yazıp oyuncuların doğaçlamasına bırakabilirdi. (Burada da aklıma "Eyes Wide Shut"ın yatak odasında geçen o uzun konuşma sahnesi geliyor. Tom Cruise ile Nicole Kidman'ın bu sahneyi nasıl oynadığını öğrenmek için "Stanley Kubrick - A Life In Pictures" DVD'sini / VCD'sini izlemeniz gerek).

235

25) Eğer babası, Ali'yi her gece Emine ile aynı odada kalmaya zorlasaydı, çok daha eğlenceli olurdu. Emine yavaş yavaş genç üzerinde bir otorite kurabilir, hatta onu kendi seks oyuncağına dönüştürebilirdi. Oysa ilk küsüşmelerinden sonra Ali başka bir yerde kalmaya başlıyor. Ve sadece geceler boş geçmiyor, dramatik fırsatlar da kaçıyor. 26) Eğreti gelinin "eğitim amaçlı" olarak söyledikleri var ki, çok komik. Ama senaristler bu kadar komik olmayı amaçlamıyorlardı sanırım. Bunlar olgun birinin bilgece sözleri de değil, kuru kuruya söylenen, ezberlenmiş şeyler. Bu yüzden de hemen hiçbir etkileri olmuyor. Oysa insan görmüş geçirmiş bir kadının yaşama dair, ilişkilere dair, seyircileri de etkileyecek sözlerini duymayı bekliyor. Alın size kaçmış bir fırsat daha. 27) Hikaye güya bir A hikayesi bir de B hikayesi olarak ikiye ayrılmış. A hikayesi, Ali-Emine-Hasan arasında geçiyor. B hikayesi ise Nazlı-Öğretmen arasında. Ama B hikayesi bazen bir dalıyor, 30 dakika su yüzüne çıkmıyor. Böylece iki temel işlevini de yerine getiremiyor. a) A hikayesinden sıkılan izleyiciye bir soluklanma fırsatı vermek. b) A hikayesinde ele alınamayan ama filmin mesajı ile ilgili detay konuları işlemek. Bunları yapmıyor. Havada kalıyor. 28) Ali'nin eğreti geline aşık olması hiç ama hiç inandırıcı değil. Bu aşkın zemini hazırlanmıyor. Bu nedenle biz de bu "aşka" inanmıyoruz. Hele koskoca kadının bu "aşka" karşılık vermesi ve kendisi için adam öldürüp hapis yatmış sevgilisini terk etmesi olacak iş değil. Filmin belki de en büyük mantık hatası bu. Oysa Hasan ile Emine arasında derin ve tutkulu bir ilişki kurulsa ve bu tutkuya bir de kırgınlıklar ve bastırılmış öfke eklense, Emine'nin Ali'ye yönelmesi gayet anlaşılabilir ve etkili olurdu. 29) Ali'de hiçbir duygu yok: ne tutku, ne korku, ne ikilem... Sadece "ben sana aşık oldum" diyor. Ama duygular söylenmekle seyirciye geçmiyor ki? Eylem lazım. (Bunun için de Baz Luhrman'ın "Romeo ve Juliet"in havuz sahnesini izlemenizi tavsiye ederim. "Bu kadar kısa sürede alevlenen aşk, seyirciye nasıl aktarılır" ile ilgili hızlandırılmış bir ders niteliğindedir bu sahne.) 30) Filmin kaçırılan en büyük fırsatı: Eğreti gelin ile Ali'nin birlikte olduğu son gece. Bu sahne o kadar içli, o kadar etkili olabilirdi ki! Ama bunun için, bir) Aşıkların aşkına inanmamız, iki) Bu aşkı tehdit eden büyük bir gücün bulunması, üç) Aşıkların bu geceden sonra tekrar görüşmelerinin hemen hemen imkansız olması gerekiyordu. Bunlar olmayınca da, filmin en güzel sahne fırsatı da uçmuş gitmiş. (Burada da aklıma kaçınılmaz olarak gelen bir sahne var: "Yasak İlişki" ["Bridges of Madison County"] de Clint Eastwood ve Merly Streep arasında geçen ve beraber çiftlikten ayrılmaya karar verdikleri günün gecesinde son kez yemek yedikleri sahne. Bu sahnenin insanın boğazına attığı düğüm, yıllar sonra bile çözülmüyor). 31) Filmdeki genel ritm ve heyecan düşüklüğüne çare olarak, gençler arasında yapılması planlanan bir evlilik söz konusu olabilirdi. Bu evliliğin tarihi ile Hasan'ın hapisten çıkma tarihinin neredeyse çakışması, çok hoş bir dramatik gerilim yaratırdı. (Bkz. Aşağılarda bir yerde "Koşuşturan Öyküler" yazısı) 32) Filmin sabit bir ritmi var. Oysa bu tür filmlerde ritmin sona ("climax") doğru artması gerekirdi. 33) Ali, intihar tehdidi ile Emine'yi kendisiyle gelmeye razı ediyor. Bu da aralarındaki aşkın yüzeyselliğini gösteriyor. Yüzeysel bir aşk da pek umrumuzda olmuyor. 34) Filmin sonunda Hasan'ın "aşıkların" gitmesine izin vermesi, onun aslında kalifiye bir düşman olmadığının bir kanıtı. Kalifiye olmayan bir düşman da yeterince gerilim yaratamıyor, doğal olarak (Bkz. Aşağılarda bir yerde "Kaliteli Kötü Adamlar" yazısı). Bu sahnede, daha önce sevgilisi hakkında konuştular diye adam öldüren Hasan'ın ortalığı kana bulamasını bekliyoruz. Ali ile Emine, bir biçimde bu çatışmadan kurtulsaydı, ya da biri ağır yaralansaydı, o zaman ilişkileri gözümüzde bir "değer" kazanırdı. Şimdi ise trenin arkasından bakıp "Selametle!" demekten başka bir şey gelmiyor içimizden. 35) Filmin bir mesajı (Lajos Egri'nin deyimiyle "önermesi") yok. Silik bir mesaj olarak "aşk herşeyin üstesinden gelir" denilebilir, çok fazla bir iyi niyet mesaisi ile. Çünkü bunun mesaj olabilmesi için, aşıkların başına bir sürü şeyin gelmesi gerekirdi. Ama filmde böyle bir şey yok. Filmin finaline kadar her şey tıkırında gidiyor. Hemen hiçbir engelle karşılaşılmıyor. 236

"Eğreti Gelinlik" kurumunun doğal çağrışımı olarak mesaj "Aşk bütün geçmiş günahları affettirir" olabilirdi. Ama senaryo bunu da anlatmıyor. Bu yönde bir iki ufak ima olsa da, söylenen kesinlikle bu değil. En akla yakın mesaj "Evinize eğreti gelin almayın, oğlunuz onunla kaçabilir" gibi duruyor. Ama bu kurum da ortadan kalktığı için, bu mesaj da yersiz ;) *** Neticede bu film bana 80'lerde çekilen filmleri anımsattı. Atıf Yılmaz'ın tarzında hiçbir değişiklik yok. Ama hatırlatırım, yıl 2005! Post-Eşkiya, Post-Vizontele ve hatta Post-İstanbulkanatlarımınaltında devrindeyiz artık. Yani insanlar daha akıcı, daha ilginç, daha sahici, senaryoları teknik olarak çok başarılı bir biçimde yazılmış Türk filmleri görmüş durumdalar. Artık çıta bu yükseklikte. Senaristler (ve bu senaryoları filme dönüştüren yönetmenler) bunu göz önünde bulundurmak zorundalar. Bulundurmazlarsa, sinema tarihine bir anakronizm olarak geçerler: "2000'li yıllarda 80'li yılların filmi yazan/çeken insanlar" olarak... posted by gezgin @ 4:33 PM

0 comments

Cuma, Nisan 08, 2005 BAŞARILI BİR SENARİST OLMANIN 3 SIRRI Art Arthur, başarılı bir senaryo yazarı olmanın üç sırrı olduğunu söylemektedir: 1) Bir şeyi yazmadan önce mükemmel olmasını beklemeyin, yazın! ("Don't get it right, get it written!") Eğer mükemmel olmasını beklerseniz, o iş "iyi" bile olamaz. Bir şeyi önce yazın, sonra da o yazdığınızı her yeniden yazımda biraz daha geliştirmeye bakın. 2) Reddedilmeyi reddedin. Reddedilmeyi asla kişisel olarak algılamayın. Bir senaryonun reddedilmesi için, senaryonun yazım kalitesi dışında, yüzlerce neden vardır. Senaryonuzu götürebileceğiniz yüzlerce yer olduğu gibi. (Türkiye'de bu sayıyı "onlar"la ifade etmek daha doğru olur herhalde - g.g.) 3) Pantolonunuzun arkasının ait olduğu yer, sandalyenizin oturma yeridir. Eğer yazar olmak istiyorsanız yazmanız gerekir. Bu nedenle bilgisayarın önüne oturun ve yazmaya başlayın. (Kaynak: Michale Hauge'un web sitesinin "ipuçları" bölümü) posted by gezgin @ 4:23 PM

0 comments

SAHNE YAZIMINDA EŞSİZ BİR YARDIMCI ! Bir sahneyi yazmaya başlamadan önce aşağıdaki soruları cevaplarsanız, işinizin son derece kolaylaştığını göreceksiniz. Bu soruların, özellikle "Yazar Tıkanması" yaşadığını düşünenler için son derece faydalı olduğu kanaatindeyim. 1) Bu Sahnedeki AMACIM Nedir? Bu, bir sahne yazarken göz önünde bulundurmanız gereken en önemli meseledir. Çünkü bu amaç, yazmakta olduğunuz sahneyi hikayenizin omurgasına bağlar. Ayrıca sahnenin, kahramanınızın dış motivasyonuna katkıda bulunmasını mümkün kılar. Sahnenizin, hikayenin genel bağlamı içinde neye hizmet ettiğini bilmeniz gerekir. Diyaloglarınız ne kadar komik, dramatik ya da orijinal olursa olsun, eğer yazdığınız sahne kahramanınızın dış motivasyonuna katkıda bulunmuyorsa, ya o sahneyi değiştirmelisiniz, ya da bütünüyle atmalısınız. 2) Sahne Nasıl SONA ERECEK? Yukarıdaki soruda bahsedilen amacı belirledikten sonra, sahnenin sonucunu belirleyin. Hemen hemen bütün sahnelerin sonunda mevcut mesele halledilir ama tamamen çözülmeyen bir şeyler de bırakılır. Bu da senaryoyu okuyan kişinin okumaya devam etmesini, seyircinin de dikkat kesilmesini sağlar. (İleride çok sayıda örnek göreceğiz) 3) Bu Sahnedeki Her Karakterin AMACI Nedir? Yazdığınız her sahnedeki her karakter bir şey İSTEMELİDİR. Bu istek, karakterin eylemlerini ve söyleyeceklerini belirler. (İleride çok sayıda örnek …)

237

4) Bu Sahnedeki Her Karakterin TAVRI Nedir? Sahnedeki her karakter, olan biten hakkında neler hissediyor? Genelde karakterlerin tavrı okuyucu tarafından bilinmez, ama yazar olarak, karakterlerin gerçekte neler hissettiğini hep bilmeniz gerekir. 5) Sahne Nasıl BAŞLAYACAK? Karakterleriniz, yaratmakta olduğunuz duruma nasıl sokacaksınız? Titanic filminin intihar sahnesinin (bkz. Aşağılarda bir yer) amacı Jack ile Rose’u tanıştırmaktır. Yazarın (J. Cameron) bu sahneyi yazmaktaki amacı, aralarında muazzam bir ekonomik ve sosyal fark olan iki genci, çok derin bir ilişki kurmalarını sağlayacak şekilde tanıştırmaktır. Rose’un intihara yeltenmesi ve Jack’in onu vazgeçirmesi, bunu mükemmel bir biçimde sağlar. Jack ile Rose başka şekillerde de tanışabilir miydi? Tabii ki. Peki bu kadar etkili olur muydu? Hiç sanmam. (Kaynak: Michael Hauge’un “Writing Screenplays That Sell”. 5. Maddedeki yorumlar gezgin’e ait) posted by gezgin @ 4:01 PM

1 comments

DİYALOG YAZMA SANATI Diyalog yazmak senaryo yazarlığının en eğlenceli bölümü gibi gözükse de, bu inanış sadece acemiler arasında yaygındır. Onlara göre "diyalog yazmaktan kolay bir şey yoktur". Oysa durum hiç de böyle değildir. Diyalog yazmak senaryo yazarlığının en külfetli yanlarından biridir. Eğlenceli tarafı, 20-30 defa yazdığınız bir sahnenin iyi işlediğini görmektir, o kadar. Ama o noktaya varana kadar kelimenin tam anlamıyla "ananız ağlar". Konuyu ayrıntısıyla işlemeden önce çok basit bir gerçeğe (ve bunu görememekten kaynaklanan çok büyük bir hataya) işaret edeyim: PERDEDE GÖRÜNENİ KARAKTERLERE SÖYLETMEYİN! Türk Filmlerinin en bariz hatalarından biri budur: "Ne o? Ağlıyor musun?" sendromu. Bunu sakın yapmayın. Meğer ki espri amaçlı olsun. *** Michael Hauge'a göre diyalog yazarken senarist iki durumdan birini yaşar: Birinci durumda senarist sahne başlığını yazar, tasviri yazar, sonra da sahnedeki karakterleri konuşturmaya başlar. Önce biri bir şey der, sonra da diğeri ona karşılık verir. Karakterler tam kendilerine uygun sözleri, en doğru zamanda ve en doğru biçimde söylemektedir. Konuşmalar son derece akıcı, yaratıcı ve eğlenceli bir biçimde ilerler. Senaristin yaratıcılığının had safhada olduğu bu tür durumlara son derece nadir rastlanır. Eğer kendinizin böyle "yaratıcı bir hal" içinde olduğunuzu hissederseniz, parmaklarınız artık tuşlara basamayacak kadar yorulana dek yazmaya devam edin. Böyle bir durumda asla yazarken kendinizi sansürlemeyin. Bırakın aksın. Nasılsa ikinci, üçüncü müsveddeleri yazarken tekrar tekrar üzerinden geçeceksiniz. Bir yazar hem akış halinde olup hem de kendini kontrol edemez. Bu nedenle kendinizi eleştirmeden yazmaya devam edin. Unutmayın, uzun bir sahneyi kısaltmak, kısa bir sahneyi uzatmaktan her zaman daha kolaydır. Bu nedenle 3 sayfa olması gereken bir sahne, sizin bu "akış" halinde olmanızdan dolayı 15 sayfaya çıkarsa üzülmeyin, yazmaya devam edin. *** İkinci durumda ise senarist şu haldedir: Sahne başlığını yazar, birkaç tasvir cümlesi yazar. Sonra 15 dakika boyunca ekrana ya da sayfaya bakar. Kendi kendine "Bunlar şimdi ne diyecek?" diye düşünür. Sonra da kalkıp buzdolabına gider ve yiyecek bir şeyler aramaya başlar! Bu noktada senaristte önce gizli, sonra da açık bir Panik hali başlayabilir. "Eyvah, TIKANDIM" düşüncesi paniğin daha da büyümesine yol açar. (Türk senaristlerinin genelde sigara ve alkol eşliğinde çalışmasının nedeni, bu uyarıcı ve uyuşturucuların yarattığı ortak ve garip etki ile bu tıkanma duygusunu aşmaya çalışmalarıdır.) 238

Böyle bir tıkanma duygusuna kapılmamanın ilk şartı diyalogların, senaryonun en önemli bölümü olmadığını hatırlamaktır. Senaryonun en önemli bölümü, aşağıdaki yazılarda uzun uzadıya ele aldığımız hikaye yapısı ve karakterlerdir. Hikaye yapısı (plot) ve karakterler doğru olarak oluşturulduktan sonra, diyalogları halletmek nispeten daha kolaydır. Diyalog yazmak da, tıpkı hikaye yazmak (3 perdeli yapı) ve karakter geliştirmek (karakterin geçmişi ile ilgili soruları yanıtlamak) gibi teknik bir meseledir aslında. Bu tekniği bir üstteki yazıda okuyabilirsiniz. posted by gezgin @ 3:21 PM

0 comments

Salı, Nisan 05, 2005 SAHNE YAZARKEN - BİÇİM Senaryo yazımının edebi yazım türlerinden farklı olduğu açıktır. Senaryoda daha çok görsel anlatıma önem verilir. Yani yazdıklarınız bir biçimde perdeye yansıtılabilecek şeyler olmalıdır. Senaryo yazarken uyulması gereken bazı kurallar vardır. Bunlardan bazılarını aşağıda sıraladım: 1) Oyuncuların senaryonuzu nasıl oynayacağına dair parantez içi açıklamalar yapmayın. Bir senarist olarak sizin göreviniz karakterlere ne yapacaklarını ve neler söyleyeceklerini yazmaktır. Ama oyunculara nasıl oynayacaklarını söylemek sizin göreviniz değildir. Parantez içine yazacağınız bu tür talimatlar okuyucunun dikkatini dağıtır. İSTİSNA: Bu gibi parantez içi açıklamaların gerekli olduğu durumlar da vardır. Eğer sahnede ikiden fazla karakter varsa ve kahramanınız herkese değil de bu karakterlerden sadece birine dönüp konuşuyorsa, bunu parantez içinde belirtmeniz gerekir. 2) Kamera hareketleri yazmayın. Filmi kafasında çekmiş olan senaristler, kafalarındaki bu filmi kağıda da dökmek isterler. Bu nedenle perdede neyin göründüğünü neyin görünmediğini ayrıntılı bir biçimde yazarlar. Bu YANLIŞTIR! Senaryonuzu yazarken OMUZ ÇEKİMİ, YAKIN ÇEKİM, GENİŞ AÇI, vb. ifadeler kullanmayın. Neyin nasıl görüneceğini belirlemek, film yönetmeninin ve görüntü yönetmeninin işidir. Ayrıca bu tür ifadeler, senaryonun okunmasını da zorlaştırır. İSTİSNA: Perdede neyin göründüğü, eğer hikaye anlatımı açısından çok önemliyse, kamera hareketleri verilebilir. Örneğin, bir katilin kimliğini seyirciden gizlemek istiyorsanız, şöyle yazabilirsiniz: YAKIN ÇEKİM'de, deri eldiven giymiş bir elin, masanın üzerinde duran bıçağa uzandığını görürüz. 3) Bir sahneye her zaman bir tasvirle başlayın. Yani sahne başlığından (YER. ZAMAN.) hemen sonra diyaloglara geçmeyin. Aşağıda, hatalı bir örnek görüyorsunuz. İÇ. ARABA. GÜNDÜZ. Murat Ben de seni özledim. 4) Tasvirlerinizin biraz edebi olmasında sakınca yoktur. Örneğin "Eski bir kamyon" yerine "Şehirler arası yollarda on binlere kilometre yol almaktan yorulmuş, artık emekliye ayrılma vakti gelmiş bir kamyon" demek, okuyucunun zihninde daha canlı bir imge (görüntü) yaratır. Bu yöntemi insanları tasvir ederken de kullanabiliriz. Örneğin "Kırklarının sonunda, yorgun görünüşlü bir kadın" yerine "Ayşe Hanım, hayatını çocuklarına ve kocasına adamış olmanın bedelini, yüzündeki kırışıklıklarla ve saçındaki ak tellerin artmasıyla ödemişti. Ama buna hiç de pişman değil gibiydi" derseniz, çok daha spesifik bir resim çizmiş olursunuz. Abartmamak kaydıyla, detay vermek iyidir. "Dağınık bir genç odası" yerine "Yerlerde dergiler, masanın üzerinde dağınık halde duran CD'ler, uzun süredir tozu alınmamış bir bilgisayar ve duvarlarda şarkıcıların dev posterleri: BRITNEY SPEARS, BEYONCE, ENRIQUE IGLESIAS"

239

Zengin bir dil kullanın. Sadece "gitti" demek yerine "yürüdü, koştu, süründü, sinerek ilerledi, ileri fırladı, uçtu" gibi canlı ifadeler kullanabilirsiniz. posted by gezgin @ 12:50 PM

0 comments

Salı, Mart 29, 2005 "CLOSER" Bu sene Mike Nichols'ın beni gıcık eden ikinci eseri - birincisi "Angels in America"ydı. Bu filmde de bir oyunu sinemaya uyarlamış. Başrol oyuncularını görünce heyecanlanmamak mümkün değil. Jude Law, Julia Roberts, Natalie Portman ve Clive Owen ("Kral Arthur"daki Kral Arthur). Filmin artılarını söyleyeyim önce: Filmi oluşturan sahneler hemen her zaman beklentinizin zıddı yönde hareket ediyor - ki bu, senaryo yazarlığında takdir edilen bir yaklaşımdır. Seyirci bir süre sonra artık beklentiye girmemeye başlar, çünkü sürekli şaşırmaktadır. Filmin genelde diyaloglara dayanan hızlı bir ritmi var - bir oyun uyarlaması olmanın getirdiği dezavantajlardan kurtulmanın etkili bir yöntemi. Oyunculuklar da genel olarak güzel. En iyi performansı Clive Owen'dan izlemek ise daha güzel. Gelelim filmin eksilerine: Bu filmi, kendinizi "aşırı" mutlu hissediyorsanız ve kendinizi dengelemek için biraz mutsuzluğa ve can sıkıntısına ihtiyacınız varsa (!) izleyin. Çünkü insan doğasına yönelik can sıkıcı bir yorumda bulunuyor - ki bu yorum da o kadar doğru değil, en azında evrensel değil. İnsan ilişkilerinin sonuna kadar yozlaştığı Avrupa'dan ilişki manzaraları sunuyor sadece. Bu filmde anlatılan "aşk" ile bu ülkenin önemli bir bölümünde yaşanan "aşk" arasında sadece bir SESTEŞLİK durumu söz konusu. Yani hiçbir biçimde bu iki "aşk" aynı anlama gelmiyor. İngilizce'de "love" sözcüğünün hem sevgi, hem aşk, hem de seks anlamına gelmesi, bu milletin (Anglo Saksonların - yani İngiliz ve Amerikalıların) bu konuda kafasının ne kadar karışık olduğunu gösteriyor. Sadece kafaları karışık değil, davranışları da kötü. Oysa bu ülkede "aşk" dediğimiz zaman Anglo-Sakson kültüründekinden çok daha duyarlı, çok daha derin, çok daha güçlü bir his anlaşılır - büyük şehirlerde yaşayan dekadan (manevi olarak çürümüş) bir insan topluluğunu, bu cümlenin dışında tutuyorum. Bu nedenle, tıpkı "Angels in America"da olduğu gibi, bu filmin de bize söyleyecek bir şeyi olmadığı kanaatindeyim. Eğer bu filmin kendisine hitap ettiğini söyleyen varsa bu, o insanın Anglo-Sakson kültürünün kokuşmuş bölümüne maruz kaldığından başka bir şeye işaret etmez. Gitmeyin, arkadaşlarınızı da götürmeyin derim, başka bir şey demem. posted by gezgin @ 5:06 PM SAHNE TÜRLERİ İki sahne türü vardır: 1) Olayların görsel olarak anlatıldığı sahneler. Bu sahnelerde olay sadece görüntüler vasıtasıyla anlatılır. Örnek: Braveheart'taki savaş sahneleri. 2) Diyalog sahneleri. Bu sahnelerde hemen hiç aksiyon yoktur. Bilgiler görüntü vasıtasıyla değil, sahnedeki kişilerin konuşmalarıyla seyirciye aktarılır. Örnek: Rezervuar Köpekleri'nin girişinde, kafede oturan soyguncular arasındaki konuşma sahnesi. Bu ayırım, sadece teknik amaçlıdır. Çünkü bir çok sahne, bu iki türün karışımından meydana gelir. Hatta, bu ikisinin karışımından meydana gelen sahneler, tek türe bağlı kalan sahnelerden daha iyidir denilebilir. Hiçbir diyaloğun olmadığı uzun aksiyon sahneleri ya da hiçbir aksiyonun olmadığı uzun diyalog sahneleri genelde seyirciyi sıkar. Hareket halindeki insanlara bir şeyler söyletmek ya da konuşan insanları hareket ettirmek, hikayeye dinamizm katan çok etkili bir tekniktir. posted by gezgin @ 3:27 PM

0 comments

SAHNE NEDİR Filmler "sahne" dediğimiz birimlerden oluşur. Sinemada hikayeler sahneler vasıtasıyla anlatılır. Bu nedenle, senaryo yazmak eylemi aslında, arka arkaya gelecek sahneler yazmaktan başka bir şey değildir. Sahne, zaman ve mekan birliği olan bir olay ya da durumdur. Yani aynı zaman ve mekanda geçen bir olay, bir sahne meydana getirir. Mekan ya da zaman değiştiği zaman sahne de değişir. 240

Örneğin kahramanımız evinin salonunda telefonla konuşuyorsa, bu bir sahnedir. Kahramanımız evden sokağa çıktığında yeni bir sahneden bahsediyoruzdur artık. "AŞIK SHAKESPEARE" filminden bir örnek görelim: İÇ. SHAKESPEARE'İN ODASI. GÜN Bir binanın çatı katında küçük bir oda. Üzerinde çeşitli eşyaların ve buruşturulmuş kağıtların bulunduğu dağınık bir raf. Nesnelerin arasında bir kuru kafa ve üzerinde STRADFORF-UPON-AVON yazan bir fincan görürüz. Çeşitli aralıklarla bu rafa doğru buruşturulmuş kağıt parçaları atılır. Kağıtları atan kişi, masasının üzerine eğilmiş ve büyük bir dikkatle bir şeyler yazan WILLIAM SHAKESPEARE'dir. Ne yazdığını görürüz: Will, tekrar tekrar imzasını atmaktadır. "Will Shagsbeard... W Shakspur... William Shasper...". Yazdıklarından memnun olmaz, kağıdı buruşturur ve atar. Will sabırsızlanır. Aniden ayağa kalkar, yatağının bulunduğu yere çıkar ve çizmelerini giymeye başlar. Tam bu sırada kapı açılır ve HENSLOWE içeri girer. Nefes nefesedir ve ayakları acımaktadır. HENSLOWE Will! Oyunum nerede? Lütfen bana bitmek üzere olduğunu söyle. Lütfen bana yazmaya başladığını söyle. (umutsuz) Başladın mı? WILL (çizmeleriyle uğraşırken) Yıldızların ateşten oluştuğundan şüphe et. Güneşin hareket ettiğinden şüphe et. HENSLOWE Hayır, hayır, buna vaktimiz yok. Edebiyat yapma. Oyunum nerede? WILL (parmağıyla alnına vurur ve kapıya yönelir) Hepsi burada kilit altında. HENSLOWE Şükürler olsun! (sonra, şüpheli) Kilit altında mı? WILL İlham perimi bulana kadar. DIŞ. SOKAK. WILL'İN EVİNİN DIŞINDA. GÜN. Will şehrin kalabalık bir bölgesinde yaşamaktadır. Sokak satıcıları bağırarak mallarını satmaya çalışmakta, insanlar işlerine gitmektedir. HENSLOWE belirli bir yöne doğru hızla gitmekte olan WILL'e yetişir. HENSLOWE (yetişir) Bu seferki ilham perin kim? WILL Her zamanki gibi Afrodit. HENSLOWE "Dog and Trumpet"in arkasında "iş yapan" Afrodit Baggot mu? WILL Henslowe, sen ruhsuz bir adamsın, ruh eşini arayan bir boşluğu nasıl anlayabilirsin ki? (Kaynak: "Shakespeare in Love", Mark Norman ve Tom Stoppard, sayfa 5-6) Yukarıdaki örnekte, mekanda meydana gelen bir değişiklikten dolayı sahne değişmektedir. Shakespeare ve Henslowe evden sokağa çıkınca yeni bir sahne başlar. 241

Bazen mekandaki herşey aynı kalmasına karşın, zamanda meydana gelen bir değişiklik de sahne değişimi gerektir. Aşağıdaki örnek, Terminator 2 filminden. 90. İÇ. BENZİN İSTASYONU. GECE. Terminatör, istayonun ofis bölümünde, pencerenin önünde ayakta durmaktadır. Sessiz ve hareketsiz bir biçimde geceyi izlemektedir. Sadece gözleri oynamakta, arada sırada yoldan geçen arabalara bakmaktadır. ZİNCİRLEME GEÇİŞ: 91. İÇ. BENZİN İSTASYONU. GÜNDÜZ. Aynı görüntü. Ofisin pencerelerinden şimdi de güneş ışığı girmektedir. Terminatör hiç hareket etmemiştir. (Kaynak: "Terminator 2: Judgement Day" Çekim Senaryosu, James Cameron ve William Wisher) posted by gezgin @ 3:22 PM

0 comments

Cumartesi, Mart 26, 2005 SAHNE YAZIMINA GEÇMEDEN ÖNCE YAPILACAK SON ŞEY: SAHNE LİSTESİ Filminizin sinopsisini yazdınız diyelim. Yani: hikayenizi 3 perdeli yapıya oturttunuz, karakterleri doğru bir biçimde yarattınız, kahramanın dış motivasyonunu net olarak belirlediniz ve bu motivasyonun önüne çatışmayı yaratacak engelleri çıkardınız. Bütün bunları 3-4 sayfalık bir sinopsiste başardınız. Peki bu 3-4 sayfalık sinopsisten 120 sayfalık senaryo aşamasına nasıl geçilir? Genel uygulama önce, 30-40 sayfalık bir tretman yazmaktır. Tretmanda, sinopsiste anlatılan olayları çok daha ayrıntılı bir biçimde işlersiniz. Ama hemen hiç diyalog kullanmazsınız. Tretmanı yazdıktan sonra genelde hemen senaryo aşamasına geçilir. Senaryo yazarken artık olayları "sahne" dediğimiz bölümlere ayırmanız gerekmektedir. Bir sahne, zaman ve mekan birliği olan bir birimdir. Yani bir olayı anlatırken, zamanda ya da mekanda bir değişiklik olursa sahne değişir. (Sahne yazma konusuna daha sonra ayrıntılı bir biçimde gireceğiz). Sahne yazımına geçmeden önce, çok faydalı olduğunu düşündüğüm, ama bizde pek kullanılmayan bir teknik önereceğim. Bu tekniğin adı: SAHNE LİSTESİ yapmak. SAHNE LİSTESİ nedir? Sahne listesi, bir senaryoyu oluşturacak bütün sahnelerin, (daha senaryo yazılmadan önce) bir iki satırlık cümleler şeklinde alt alta sıralanmasıdır. Peki ne işe yarar? Çok işe yarar. Öncelikle senaristin, senaryosunun nereden gelip nereye gittiğini iki-üç sayfa üzerinde görmesini sağlar. Senarist, yüz sayfayı aşkın bir yığında kaybolmak yerine, sadece iki-üç sayfa içinde hikayenin bütün olaylarını görebilir. Böylece senaryo üzerindeki hakimiyeti artar. Senaryo bir kere yazıldıktan sonra sahne eklemek ya da çıkarmak çok zordur. Eklenen ya da çıkartılan sahnenin diğer sahnelere olan etkisini kestirmek güçtür. Oysa bu işlem (sahne ekleme ve çıkarma), sahne listesi üzerinde çok kolay ve etkili bir biçimde yapılabilir. Sahne listesine TITANIC filminin tam ortasından ("midpoint") bir örnek vereyim: • • • • • • •

Jack Rose'un nü resmini çizer. Yaşlı Rose, kendisini dinleyenlere "o an" neler hissettiklerini anlatır. Rose, Jack'in çizdiği resmi Cal'in kasasına koyar. Cal'in yardımcısı Lovejoy'un gelmesi üzerine gençler süitten kaçarlar. Lovejoy ile gençler arasında, geminin koridorlarında kovalamaca yaşanır. Jack ve Rose geminin ambar bölümüne gelirler. Kaptan geminin komutasını yardımcısına, sonra o da kendi yardımcısına bırakır. 242

• • • • • •

Cal odasına gelir ve Rose'un Jack ile birlikte gittiğini anlar. Jack ve Rose ambardaki bir arabanın içinde sevişirler. Gemideki iki görevli, gençleri bulmak için ambara gelir. Jack ile Rose güverteye çıkarlar. Gözcüler önlerindeki buz dağını fark ederler ve kaptan köşküne haber verirler. Haberi alan kaptan yardımcısı geminin yönünü değiştirmek için elinden geleni yapar ama gemi buzdağına çarpar.

Görüldüğü gibi, sahne listesinde ne bir tasvir ne de bir diyalog vardır. Sadece o sahnedeki en önemli olay, bir iki satırlık bir cümleyle anlatılır. Ve bir sahne listesinin 3 sayfayı geçmemesi gerekir. Geçerse, amacından sapmış olur. Ayrıca sahne listesi yazarken her sahne yazılmaz. "Geçiş" niteliğindeki küçük ve nispeten önemsiz sahneleri yazmasanız da olur. Hatta yazmamanız gerekir. Bu tekniğin, batılı örneklerine nispetle "karmaşıklıktan" uzak, basit kalan Türk senaryolarının daha karmaşık, daha zeki, daha yaratıcı olmasına yardımcı olacağı kanaatindeyim. (Sahne listesi bilgisi JOHN TRUBY'den alınmadır. Örnekler ve açıklamalar gezgin'e aittir.) posted by gezgin @ 4:37 PM

0 comments

Cuma, Mart 18, 2005 SENARYO ÖĞRETMENLERİNE TAVSİYELER Yakın zamanda bir çok yerde senaryo kursu açıldığını duyuyorum. Bu çok güzel bir gelişme. Bu gelişmenin daha da güzel ve kalıcı bir hale gelmesi için, orada verilen öğretimin etkili sonuçlar yaratması gerekiyor. Bunun için de bu kurslardaki çalışmaların “öğretme – öğrenme” tekniklerine uygun bir biçimde yapılması şart. Bu kurslarda ders verenlerin çoğu profesyonel senarist. Ama “öğretmenlik” bambaşka bir şeydir. Kendine özgü kuralları vardır. Bu kurallara uyulmazsa, dersi veren ya da atölye çalışmasını düzenleyen senarist, piyasada ne kadar başarılı olursa olsun, verimli olamaz, istediği sonucu alamaz. Kısacası iyi senarist demek, iyi öğretmen demek değildir. Öğretmenlik deneyimlerime dayanarak, bazı tavsiyelerde bulunmak istiyorum. Bunların, hem bu dersleri verenlere hem de alanlara faydalı olacağı kanaatindeyim. 1) Verdiğiniz pozitif geribildirim ("feedback"), negatif geribildirimden daha fazla olmalı. Yani öğrencinin yapamadıklarından çok yapabildiklerini vurgulayın. Üst üste negatif geribildirim alan bir öğrenicinin şevki kırılabilir, “bende yetenek yok” diye düşünmeye başlayabilir. Kimsenin başkasının şevkini kırmaya hakkı olmadığını unutmayın. 2) Öğrencinizin senaryosunu eleştirirken, bütün eksiklerini ve hatalarını bir kerede söylemeyin. En temel hatalardan başlayın, zaman içinde daha üst düzey hatalara geçin. Örneğin ilk dikkat edilmesi gereken konu “plot” yani olay örgüsüdür. Önce olay örgüsündeki hatalar üstünde durun, bunları eni konu hallettikten sonra karaktere, oradan da sahne yazımına ve diyaloglara geçin. Hepsini aynı anda söylerseniz, 1. maddede anlattığım gibi bir motivasyon kaybına yol açabilirsiniz. 3) Öğrencinin hikayesi ile ilgili kendi düşüncelerinizi ona empoze etmeyin. Bunun, onun hikayesi olduğunu unutmayın. Olayların nereye gitmesi gerektiğine bırakın o karar versin. Siz sadece hangi alanda potansiyelin daha fazla olduğuna işaret edin. Eğer öğrenci sizinle aynı fikirde değilse zorlamayın. 4) İyi senaryolar her zaman, yazarın inanarak yazdığı konulardan çıkar (bkz. “Senarist Ne Yazmalı” adlı aşağılardaki bir yazı). Öğrencilerinizin heyecan duyduğu damarı takip etmesini sağlayın. Size yanlış geliyor diye öğrenciden, onun yaratıcılığını ateşleyen konuyu terk etmesini istemeyin. 5) Hata yapmak, öğrenme sürecinin en önemli fırsatlarından biridir. Öğrencinizin senaryosunda bir hata gördüğünüz zaman doğrudan bu hatayı ona göstermek yerine, hata olan alanı işaret edin ve “sence burada bir sorun var mı?” diyerek hatayı ona buldurun. 6) Senaryo yazmak esas olarak sorun çözme becerisidir. Öğrencilerinizin bu becerisini geliştirin. Bir yerde tıkandıkları zaman, onlara hemen çareyi göstermek yerine bu soruna nasıl yaklaşmaları gerektiğini gösterin. Senaryodaki bir sorunun farklı yönlerden ele alınabileceğini öğretin: olay örgüsü (plot) yönünden, yapı yönünden, karakter yönünden. 243

7) Öğrencilerin ilk senaryolarında mucizeler yaratmasını beklemeyin. Senaryo yazmak, pratik yaptıkça gelişen bir beceridir. Öğrencinizi düzenli olarak yazmaya (örneğin her gün 3 sayfa) teşvik edin. 8) Aslında "yazar tıkanması" (Writer's block") diye bir şey olmadığını mutlaka öğretin. Bu mazeretin arkasına saklanarak haftalar, hatta aylar kaybetmesinler. Ya aşırı yorulmuş yazarlar vardır, ya sonu gelmiş ve daha ilerleme şansı olmayan konular vardır, ya da “orada olmaması gereken bir şeyi oraya sokuşturmaya çalışan” yazarlar vardır. Öğrencileriniz yorulmuşlarsa dinlensinler, konu tükendiyse onu bıraksınlar veya konuya farklı bir boyut (değişik bir karakter, yeni bir mekan, vb.) katsınlar, bir süredir hiçbir şey yazamıyorlarsa, senaryoya en son ekledikleri şeyi (sahne, karakter, diyalog) çıkartıp başka bir şey denesinler. 9) Mutlaka ama mutlaka BEYİN FIRTINASI yapmayı öğrensinler. Söz uçar yazı kalır ilkesi gereği, akıllarına gelen en uçuk fikirleri bile yazsınlar. Bunlar zaman içinde hiç umulmadık kombinasyonlar yapabilirler. Bir “akıl defterleri” olsun. 10) En iyi senaryo bitmiş senaryodur. Öğrencileri, kafalarındaki projeleri bitirmeye teşvik edin. Ciltlenmiş bir senaryo kadar özgüven artırıcı bir şey yoktur. Kötü de olsa öğrencilerini senaryolarını bitirmeye cesaretlendirin. Bir sonraki senaryoları mutlaka daha iyi olacaktır. posted by gezgin @ 1:31 PM

0 comments

SENARYO YAZARKEN DİKKAT EDİLECEK HUSUSLAR Senaryo metinleri, diğer metinlerden çok belirgin bir biçimde ayrılırlar. Diğer metinlerde olan bazı şeyler onlarda yoktur, onlarda olan bazı şeyler de diğer metinlerde bulunmaz. Senaryoların genel özelliklerini madde madde inceleyelim: * Perdede görülmeyecek ya da duyulmayacak hiçbir şey senaryoya konmaz. Sinema görsel ve işitsel bir medyadır. Bu nedenle senarist, perdede görülecek şeyleri betimlemekle ve işitilecek şeyleri yazmakla yükümlüdür. Bunun dışında hiç bir şeyi senaryoya yazmamalıdır. • • •

Karakterlerin hissettikleri Karakterlerin düşündükleri Perdede duyulmayan ya da görülmeyen olaylar

senaryoya yazılmaz. Örneğin şöyle bir cümleyi, profesyonel bir senaryoda göremezsiniz: "X, hayatın dayanılmaz ağırlığından kaynaklanan sıkıntıyı, bütün hücrelerinde hissetti." Bir yönetmen bir senaryoyu eline alınca kendine şu soruyu sorar: "Bu okuduğum şeyi en etkili bir biçimde perdeye nasıl yansıtabilirim?" Yukarıdaki cümleyi ele alalım. Yönetmen, şunlardan hangisini perdeye aktarabilir ki? • • • •

hayatın ağırlığı? bu ağırlığın dayanılmazlığı? sıkıntı? sıkıntı hisseden hücreler?

Görüldüğü gibi bunlardan hiçbiri kameranın önüne konup filme alınamaz. Bu nedenle de senaryoda yer almamalıdır. Ama şöyle bir cümle, bir senaryoda bulunabilir: "X'in yüzünde, yıllardır yaşadığı sıkıntıyı belli eden bir ifade belirdi." İşte bu cümle yönetmene kaydedebileceği, oyuncuya da canlandırabileceği bir malzeme sağlamaktadır. Bu nedenle bir senaryoda bulunabilir. Şu cümle de iyi yazılmış bir senaryoda kendine yer bulamaz: "Z, babasını çok küçük yaşta kaybettiği için, yaşlı adama karşı bir yakınlık hissetmişti." Eğer senaryonun bir başka yerinde, görüntüyle ya da diyalogla, Z'nin babasını kaybettiğini izleyiciye anlatmıyorsak, yukarıdaki cümlenin hiçbir biçimde senaryoda yer almaması gerekir.

244

Ama şöyle bir cümle olabilir: "Z, babasını küçük yaşta kaybetmiş çocuklara özgü bir sertlikle, kapıda duran adamlara baktı." Burada bir bilgi verilmiyor, bir davranışın tarzı (stili), benzetme yoluyla anlatılıyor. Bu cümle, Z'yi canlandıracak oyuncuya karakterin gözle görülür bir yönü hakkında bilgi sağlıyor. * Senaryolar diyaloglardan ve tasvirlerden (betimleme) oluşur. Diyaloglar, karakterlerin söyledikleri sözlerdir. Tasvirler ise ya mekanları betimler ya da karakterlerin hareketlerini anlatırlar. Bir örnek: Sıvı nitrojenin akışı durur ve buharlaşma başlar. Nitrojenin neden olduğu soğuğun hemen kıyısında duran Terminatör, buzdan bir heykele dönmüş T-1000’i açık seçik görebilmektedir. 45’lik tabancasını çıkarır. TERMINATOR Hasta la vista, bebek. BAM! Tek kurşun, T-1000’i milyonlarca ufak parçaya ayırır. Parçacıklar 7-8 metrelik bir alana dağılırlar. Terminatör, sonuçtan memnun olmuş bir halde silahını indirir. Bir tatile ihtiyacı var gibi görünmektedir. (“Terminator 2: Kıyamet Günü” senaryosundan, sahne 194 F-G) * Senaryo formatlarını bilseniz iyi olur. İki ana format vardır. Biri Fransız, diğeri Amerikan. Fransız formatından sayfa ikiye ayrılır ve sol tarafa görüntüler, sağ tarafa ise sesler ve konuşmalar yazılır. (Şahsen pek tutmadığım bir biçimdir, insanın kafasını tenis maçı seyreder gibi bir sağa bir sola doğru oynatması gerekir). Bir de Amerikan formatı vardır. Burada görüntüler ve diyaloglar alt alta yazılır. (Bence çok daha “okuyucu-dostu” bir formattır). Daha fazla bilgi için Feridun Akyürek’in kitabına bakmanızı tavsiye ederim. * Tasvirleriniz çok uzun olmasın. Amerikan tarzı yazılmış bir senaryoda, çok ama çok gerekmedikçe tasvirleriniz 4 satırı geçmesin. Senaryonuzun film haline dönüşmeden önce bir çok kişi tarafından okunacağını unutmayın. Çok uzun bloklar halindeki (örneğin 10-15 satırlık) tasvirler okuyucuda büyük bir sıkıntı yaratır. Böyle uzun tasvirleriniz varsa bunları 3-4 satırlık paragraflara bölmenizi tavsiye ederim. Böylece okunmaları (ve beğenilmeleri!) çok daha kolay olur. * Tasvir cümleleriniz genel olarak “geniş zaman”da olsun. Yani “yapar, eder, gider, koşar, kaldırır, ateş eder” gibi. * Senaryonuz (Amerikan formatında) 130 sayfadan uzun olmamalıdır. Genelde 1 senaryo sayfası 1 film dakikasına denk gelir. Bu durumda 130 sayfalık bir senaryo aşağı yukarı 2 saatlik film eder. Senaryonuz 200 sayfa ise, bir “yeniden yazımı” kesinlikle düşünmelisiniz. * Senaryo hakkında bilgilenmenin en iyi yolu senaryo okumaktır. Eğer İngilizce biliyorsanız http://www.script-o-rama.com/snazzy/dircut.htmladresinden senaryoları indirip her gün 10-15 sayfa okumanızı tavsiye ederim. Bu uygulamayı, bir çok senaryo kuramı kitabından çok daha faydalı bulacağınızdan eminim. posted by gezgin @ 1:24 PM

0 comments

“BEST OF CNBC-E” Cnbc-e’de yakın geçmişte yayınlanan diziler arasında şahsi bir değerlendirme yapayım dedim. Sonuç olarak ortaya 3 ligden oluşan bir “best of” listesi çıktı:

245

1. LİG • • • • • • • • • • • •

Coupling (İlk 3 sezon) 24 (İlk 3 sezon) Nip Tuck Ally McBeal Boston Public (David Kelly’nin yazdıkları) Scrubs (İlk 3 sezon) Frasier (Bütün sezonlar) Spongebob Squarepants (Sünger Bob Karepantol) Simpsonlar Seinfeld (Bütün sezonlar) Guardian (Dizinin tamamı) The O.C.

2. LİG • • • • • • • • • • • •

Malcom in the Middle Las Vegas E.R. According to Jim Every Body Loves Raymond 2,5 Men Awful Truth Dharma & Greg Buffy Angel Without a Trace Muppet Show

3. LİG • • • • • • •

X-Files South Park King of Queens Angels in America Arrested Development Significant Others Desparate Housewives

DEĞERLENDİRME 1. LİG: Bu listeye baktığım zaman şunu fark ediyorum: senaryosu iyi olan diziler hemen ön plana çıkıyor. Coupling, 24, Ally McBeal ve Nip Tuck, senaryo dersi olarak okutulabilecek eserler. (Bu aralar sayıları artan senaryo kurslarında bunlar incelenebilir aslında). Ama en başarılı dizilerin bile belirli bölümlerden sonra kalitelerini kaybettikleri kesin. Coupling Jeff’in gitmesi ile kendi sonunu hazırladı. Scrubs ise ilk sezonların heyecanından çok şey kaybetmiş durumda. Ally McBeal’ın çok parlak olmayan bazı bölümleri vardı ama her zaman şaşırtıcı, ilginç olmayı başardı. Frasier ise çok akıllı bir senaryo ile çok geniş kitlelere kendini beğendirmek gibi zor bir işin altından kalktı. Simpsonlar ve Seinfeld, kendi alanlarında birer klasik, köşe taşı niteliği kazandılar. O kulvarlardaki diziler, onlara bakılarak değerlendiriliyor artık. Guardian, başı sonu belli ve duygu tonu nispeten kısık olan bir hikaye anlatmasına karşın çok başarılıydı. Bu başarısının temelinde nerede bitmesi gerektiğini çok iyi kestirmesi yatıyordu. Uzatsalardı kötü olacaktı. O.C. çok klasik bir konunun, (zenginler mahallesindeki fakir genç) nasıl yaratıcı bir biçimde ele alınabileceğine dair güzel bir ders. Dizide Los Angeles sosyetesinin iç yüzünü görürken, aynı zamanda Ryan, Seth, Marissa ve Summers gibi gençleri tanıyoruz. 1. Ligin en şaşırtıcı ismi ise, normalde bir çocuk çizgi filmi olan Sünger Bob. Sadece senaryosu değil, görsel mizahı da çok kaliteli olan bu çizgi filmi kaçırmayın derim. Tam anlamıyla bir usta işi. 2. LİG: Bu dizilerin senaryoları ya yeterince iyi işlenmemiş, ya da benzer konuları tekrar tekrar ele alıyor. Örneğin “Without A Trace”. Çok kaliteli bir yapım olmasına karşın, kendini çok fazla tekrar ediyor. Buffy ve Angel da öyleydi. Las Vegas, karakterleri ile özdeşleşip duygulanmamıza izin vermeyecek kadar sığ. Aslında 246

dizinin yazılış amacı da bu zaten. Ama sonuçta 1. lige girecek kadar etkili olamıyor. Malcom in the Middle’da da aynı sorun var. Karşıma çıktığında mutlaka izlediğim bir dizi, ama 24 ya da Coupling’de yaptığım gibi günlük programımı ona göre ayarlamıyorum. Çünkü genel konuyu biliyorum: akıl almaz yaramazlıklar yapan çocuklar. Ama “karakter büyümesi” diye bir durum söz konusu değil. O olmayınca da, seyirciyi o kadar derinden etkilemiyor. 3. LİG: Bu ligdeki diziler ise genel olarak, belirli özellikleri ile çok ilginç olan, ama bu özellikleri sağlam senaryolar ile destekleyemeyen diziler. Kimi dizilerin ise Türkiye’ye uygun olduğunu düşünmüyorum. “Angels in America” mesela. 11 Emmy ödülü almasının bence hiçbir anlamı yok. (Neticede bu ödülü veren millet Pirates of the Carribean gibi başarısız bir filmi, ona yüz milyonlarca dolar verecek kadar beğenmiş insanlar. Amerika’da beğenilen her şey “iyi” ve “kaliteli” demek değil yani). Desparate Housewives ve Arrested Development da öyle. South Park ise, eleştiri yaparken “edep sınırlarını aşan” bir yapım olduğu için burada. (Amerika’da, bizdekinden farlı olarak, halkın bütününe ait ortak bir edep sınırı yoktur – son 50 yılda böyle bir şeyleri kalmamıştır. Herkes her istediğini yapar ve bu yapılanlar için özel bir alan ayrılır. Böylece isteyen o alana girer ve kendini istediği gibi ifade eder ya da kendini istediği gibi ifade edenlerin eserlerine ulaşır. Buna da özgürlük derler.) İnsanların manevi değerlerine ya da şahsiyetlerine acımasız ve hayasız saldırıları “ifade özgürlüğü” adı altında yapan bir çizgi film. Yer yer çok komik, çünkü Amerikan halkı bazen inanılmaz derecede aptalca davranabilen bir insan topluluğu. Bu aptallıklarını onlara göstermek için South Park gibi çizgi filmlere ihtiyaç duyuyor olabilirler. Ama neden biz bunu seyredelim ki? X-Files ise doğru bir damarı yeterince işleyemeyen bir dizi: Uzaylıların dünyaya çoktan gelmiş olabileceği ve bunun devlet (ABD) tarafından biliniyor olması ihtimali üzerine kurulmuş. Arada sırada normal üstü olaylara da el atıyor. Ama sonuçta ana hikaye bir yere gitmiyor. Bu nedenle de o kadar heyecanlı değil. Scully ile Mulder arasındaki romantik gerilimin statikliği de bir süre sonra insanı bayıyor. posted by gezgin @ 1:20 PM

0 comments

Cuma, Mart 04, 2005 SENARYO YAPISI KONTROL LİSTESİ Senaryo yapısıyla ilgili bunca yazıdan sonra, diğer konulara (örn. sahne yazımı, diyalog yazmak, vb.) devam etmeden önce, bilgileri şöyle bir toparlayalım. Bunu da bir kontrol listesi şeklinde yapalım. Yazdığınız bir hikâyeyi senaryoya dönüştürmeden önce bu listeye bakarak incelerseniz, (varsa) eksiklerini daha kolay görebilirsiniz. 1) Senaryodaki her sahne, her olay ve her karakter, kahramanın dış motivasyonuna bir biçimde katkıda bulunmalıdır. Bunun için de kahramanınızın çok net belirlenmiş bir dış motivasyona ihtiycı vardır. Yazdığımız çok komik, çok heyecanlı ya da çok duygusal bir sahneyi, hikayenin merkezinde yer alan olayla ilgisi yoksa, değiştirmeniz ya da tamamen çıkarmanız gerekebilir. Hiçbir sahne tek başına, kahramanınızın dış motivasyonundan daha önemli değildir. 2) Senaryonuzun başlarında, hikayenin nereye doğru gideceğini belli edin. Açılışta, okuyucunuzun/seyircinizin zihninde bir soru yaratın. Böylece o da hikayenizin sonuna kadar size bağlı kalır. Örneğin "Rocky"nin açılışından kısa bir süre sonra, filmin sonunda gerçekleşecek büyük maçın sonucunu öğreneceğimizi biliriz - ama maçın sonucunu şimdiden kestiremeyiz. "Matrix"in ilk yarısında da Morpheus Neo'ya "eninde sonunda birileri Ajanların karşısına dikilecek" der. Biz bu kişinin Neo olduğunu biliriz, ama bu mücadeleden sağ çıkıp çıkmayacağını kestiremeyiz. 3) Çatışmanın şiddetini yavaş yavaş artırın. Kahramanın önündeki her engel, bir öncekinden biraz daha zor olsun. Örneğin "Gladyatör" filminde Maximus'un önüne çıkan diğer gladyatörler filmin sonuna doğru daha usta savaşçılar arasından çıkıyordu. En sonunda karşısına çıkan kişi de İmparator oluyordu. Maximus normal şartlar altında İmparator'u kolaylıkla yenebilecekken İmparator hile yapıyor ve Maximus'u arenaya çıkmadan önce ağır bir biçimde yaralıyordu. Bu nedenle bu son dövüş, Maximus için en zor dövüş oluyordu. 4) Hikayenizin hızını gittikçe artırın.

247

Hikaye doruk noktasına (climax) doğru yaklaştıkça momentum da artmalıdır. Bu sadece aksiyon filmleri için değil, komedi ve dramalar için de geçerlidir. 5) Aksiyon ve mizahta tepe ve vadiler yaratın. Senaryonun duygusal olarak çok güçlü anlarını, daha hafif sahneler izlemelidir. Böylece seyirciler bir nefes alabilirler. Ayrıca siz de (yazar olarak) bir sonraki daha yüksek zirveyi kurmaya başlayabilirsiniz. 30 dakika süren etkili bir aksiyon sahnesi diye bir şey yoktur. (Sanırım bu yüzden "Matrix 2" ve "Matrix 3"ü, 1.si kadar sevmedim. "Matrix 2"deki o uzun araba kovalama sahnesi ve 3'ün finalindeki o uzun savaş sahnesi bana biraz tatsız gelmişti. "Yüzüklerin Efendisi"ndeki çok uzun savaş sahneleri de, onca görsel efekte rağmen, bir noktadan sonra etkileyiciliğini kaybediyordu.) Mizahta da aynı durum söz konusudur. Ne kadar komik olursa olsun 90 dakika süren bir espri yoktur. 6) İzleyicide / okuyucuda bir beklenti yaratın. Biri senaryonuzu okuduğunda, bir sonraki sahned neler olduğunu tahmin etmeye çalışır. Ama her zaman haklı çıkmak istemezler. Seyirciyi / okuyucuyu hikayeye bağlayan şey, hikayenin nereye gittiği ile ilgili beklentilerdir 7) Okuyucuya üstün pozisyon verin. Yani izleyici / okuyucu filmdeki karakterlerin bilmediği bir şeyi bilsin. Örneğin "Mesajınız Var" (You've Got Mail) filminde Kathleen Kelly'nin (Meg R.) yazıştığı ve aşık olduğu adamın, aynı zamanda onun en büyük rakibi olan Joe Fox (Tom H.) olduğunu filmin ilk yarısı boyunca sadece biz seyirciler biliriz. Bu teknik, beklenti yaratma tekniği ile birlikte kullanıldığında son derece etkili olur. Beklentiyi yaratan şey, seyircinin üstün konumudur. Seyirci kahramanların, kendisinin zaten bildiği şeyi öğrendiğinden olacakları görmeyi bekler. 8) Seyirciyi şaşırtın ve beklentileri tersine çevirin. Beklenti çok güçlü bir yapısal araçtır, ama her zaman seyircinin / okuyucunun olacakları önceden tahmin etmesini istemezsiniz. Bazen seyirciyi şaşırtarak onları, daldıkları güvenlik duygusundan çıkarabilirsiniz. Örneğin "Azınlık Raporu" filminin çok kritik bir sahnesinde, filmin kahramanı John Anderton'un, kehanette öngörüldüğü gibi oğlunun katilini öldüreceğini zannederiz. Kısa bir süre sonra John bunu yapmaktan vazgeçer. Kaderinin kontrolünü eline alır ve kehanetin aksine adamı öldürmekten vaz geçer. Biz de rahatlarız, çünkü özdeşleştiğimiz kahramanın katil olmasını istemeyiz. Ama hemen sonra, Leo Crow (John'un oğlunu öldürmüş gibi yaptığı takdirde ailesi para alacak kişi) kendini John'a zorla öldürtür. Bir anda bütün beklentilerimiz suya düşer. Kahramanımız gerçekten de (istemese de) katil olmuştur; kehanet sistemi işlemektedir. Biz de büyük bir heyecanla olacakları bekleriz. 9) Okuyucuda merak uyandırın. Bir karakter, olay ya da durum başlangıçta tam olarak açıklanmazsa ya da kahramanın hikaye boyunca bir sorunun cevabını bulması gerekiyorsa, seyirci sonucu öğrenmek için hikayeye bağlanır. "Matrix" filminde "Matrix nedir?" sorusunun cevabını bulmak isteriz. Benzer bir film olan "Dark City"de de bu acayip şehirde neler olduğunu öğrenmek için filmin sonuna kadar heyecanla bekleriz. "Bourne Identity" filminde Jason Bourne'un (Matt Damon) gerçek kimliğini keşfetme sürecine biz de gönüllü olarak katılırız, vb. 10) Hikayenin önemli olaylarının ipucunu önceden verin (foreshadowing). Önceden ipucu vermek, karakterlerin hareketlerini ya da yeteneklerini daha inanılır kılar. Örneğin eğer sıradan bir kadının hikayenin bir noktasında eline silah alıp isabetli atışlar yapmasını istiyorsak, bunun ipucunu önceden vermeliyiz. (Bu kadının babası polis olabilir ve kızına zaman zaman arka bahçede silahla atış yaptırmış olabilir.) Böylece o sahne daha inandırıcı olur. "Terminator 3"teki senaryo hatalarından biri budur: Film boyunca sakin bir veteriner olan Catherine Brewster filmin finalinde eline bir otomatik tüfek alır ve çok isabetli bir biçimde ateş eder. Biz de "ne oluyor burada?" deriz. Çünkü bu davranışın gerçekleşebileceğine dair daha önce bize hiçbir ipucu sunulmamıştır. Bu noktada film inandırıcılığından bir şeyler kaybeder. 248

"Terminator 2" filminde ise "önceden ipucu verme" yönteminin doğru kullanımını görürüz: John Connor'ı (çocuk) ilk tanıdığımızda, çalıntı bir kredi kartıyla bir bankadan para çekmektedir. Bu yeteneğini daha sonra, Syberdyne şirketinde bir kapıyı açarken kullanır. Eğer en baştaki para çalma sahnesi olmasaydı, küçük bir çocuğun elektronik bir kapıyı açmasına inanmazdık ve film de inandırıcı olmazdı. 11) Karakterin değiştiğini ve geliştiğini göstermek için bazı durumları, nesneleri ve diyalogları senaryo içinde tekrarlayın. Yine "Terminator 2"den bir örnek. John Connor Arnold'a "Hasta la Vista" demeyi öğretir. Filmin sonundaki kritik bir anda Arnold bu cümleyi tekrarlar. Bu da robotun zaman içinde insansılaştığının bir kanıtıdır. "Braveheart" filminde de bu teknik kullanılır. Filmin kahramanı William Wallace, çocukken çok isabetli bir biçimde taş fırlatma yeteneğine sahiptir. Bu yeteneğini daha sonra köyüne döndüğünde, arkadaşı Hamish'e karşı kullanır. Filmin daha ileriki bir sahnesinde bir grup İngiliz askeri, İskoçyalıları bir köşeye sıkıştırdığında, askerlerin komutanının kafasına bir taş fırlatılır. Bu, İngilizleri pusuya düşürmüş olan William Wallace'tan gelen bir taştır. Son örnek de "Son Samuray"dan. Yüzbaşı Algren (Tom C.), sopayla nasıl savaşması gerektiğini öğrenirken, "aşkın" (transandantal) bir zihin haline girmesi gerektiğini öğrenir. Bu sayede rakibinin darbelerini önceden görebilmektedir. Algren bu becerisini, filmin ilerleyen bir bölümünde, kendisini pusuya düşürmek isteyen Japonlara karşı da kullanır. 12) Kahramanlardan birini tehlikeli bir duruma sokun. Hikayenizin önemli karakterlerinden birini tehlikeye atmak, seyircinin hikayeye duygusal olarak daha fazla bağlanmasını sağlar. Karakterlerden birine yaklaşan bir tehlike olduğu sürece seyirci / okuyucu o karakterin o belayı atlatıp atlatmadığını öğrenmek isteyecek ve filmi izlemeye / senaryoyu okumaya devam edecektir. Bu teknik sadece gerilim filmleri için değil, komediler ve dramalar için de geçerlidir. 13) Hikayeniz inanılır olsun. Seyircinin / Okuyucunun hikayeye olabildiğince büyük bir bir duygusal bağ ile bağlanmasını sağlamak için hikayeniz "kendi kuralları içinde" mantıklı ve inanılır olmalıdır. Bir senaryoda istediğiniz her şey olabilir: insanlar uçabilir ("Superman"), gözden kaybolabilir ("Hollow Man" - Kevin Bacon), zaman ve mekan içinde hareket edebilirler ("Terminator", "Uzay Yolu"), ölümü ve yerçekimini yenebilirler. Ama gerçek hayatın kurallarını değiştirecekseniz, kurgusal karakterlerinizin ve dünyanızın parametreleri ve sınırları seyirciye net bir biçimde seyirciye açıklanmalıdır. Bunun en güzel örneklerinden birini "Matrix"de görüyoruz. Birbirini izleyen bir kaç sahnede Morpheus Neo'ya "Matrix"in özelliklerini anlatır: Matrix'i asıl gerçeklik değil sanal bir gerçeklik olduğunu, kendine özgü kuralları bulunduğunu, bu kuralların bazılarının esnetilebildiğini, bazılarının ise kırılabildiğini söyler. "Star Wars" 1 ve 2'de (Episode 4 ve 5) de Ben Kenobi ve Yoda, genç Jedi şövalyesi Luke Skywalker'a Güç'ün özelliklerini ve onu nasıl kullanabileceğini anlatırlar. Bu anlatımda sonra hem kendilerinin hem de Luke'un sergilediği bazı doğaüstü yeteneklere şaşmayız. Hatta en çok bunları görmek isteriz. 14) Seyirciye bir şeyin nasıl yapılacağını ayrıntısıyla öğretin. Eğer kahramanın bir şeyin nasıl yapıldığını öğrenmesi gerekiyorsa, hikaye duygusal olarak daha da çekici olur. Çünkü izleyici de o karakterle birlikte bir şeyler öğrenir. "Karate Kid"de Ralp Macchio'nun karatenin inceliklerini öğrenişine tanık oluruz. "Rocky"de Stallone profesyonel boksörlüğü öğrenirken "Paranın Rengi"nde Tom Cruise Paul Newman'dan bilardo tekniklerini öğrenir. 15) Hikayenize hem mizah hem de ciddiyet katın. Eğer ağır bir trajedi yazıyorsanız, hikayenize arada sırada hafif, eğlenceli anlar katın. Çünkü gerçek hayatta da durum böyledir: en ciddi ya da hüzünlü anlarda bile komik bir şeyler olur. Bu olaylar, o üzücü ânı yaşayanların duygusal olarak boşalmasına / rahatlamasına olanak tanır. "Titanic"in batışından sonra Jack buz gibi soğuk suyun içinde yüzerken Rose'a "Three Star şirketine çok sert bir şikayet mektubu yazacağını" söyler. "Son Samuray"ın finalinde de benzer bir komiklik vardır: Samuraylar intihar niteliğindeki son saldırılarını yapmadan önce Katsumoto Yüzbaşı Algren'e, kendisine 249

daha önce anlattığı "Thermapoli" savaşının neticesinin ne olduğunu sorar. Yüzbaşı Algren de herkesin öldüğünü söyler. Bu, o ânın ciddiyetiyle bir tezat yaratan komik bir sözdür. "Pulp Fiction" (Ucuz Roman) ise neredeyse tamamen bu teknik üzerine kuruludur. Film boyunca "adam öldürmek" gibi ciddi bir iş yapan kiralık katillerin aralarında geçen geyik muhabbetini dinleriz. Yapılan işin ciddiyeti ile konuşulanlar arasında öyle bir tezat vardır ki gülelim mi, dehşete mi düşelim bilemeyiz. Bunun tersi de geçerlidir: Komedi yazıyorsanız, ne kadar gülünç olursa olsun, hikayenizi ve karakterlerinizi ciddiye alın. Onları zor durumlardaki gerçek insanlar gibi sunun. "Bu nasılsa ucuz bir komedi, bu yüzden ne yaptığımızın hiçbir önemi yok" diye düşünmeyin. Buna bizden bir iki örnek vereyim: "Çocuklar Duymasın" dizisinin bu kadar başarılı olmasının temelinde yatan özelliklerden biri, o kadar gülmece arasına zaman zaman son derece duygusal anlar koymasıydı. Özellikle de Haluk ile Meltem'in ayrılma kararının yarattığı hüzün ve bundan haberdar olmayan diğer karakterlerin yarattığı komedi çok güzel bir tezat oluşturuyordu. "Şöhretler Kebapçısı"nda da buna benzer sahneler vardı. Ali Kıran'ın evine yeni taşındığı sırada, daha sonra ortağı olacak Babaç ile yaptığı "babasız büyümek" üzerine konuşma, diziye çok güzel bir tat katmıştı. Garson Oral'ın anasıyla yaptığı duygusal konuşmalar da dizinin havasını bir anda değiştiriyor, karakterlere ve durumlara bir derinlik katıyordu. (Bir bölümde Oral'ın öldüğü zannediliyor, bir çanta dolusu para için birbirini yiyen ekip bu parayı Oral'ın annesine yollamaya karar veriyordu. Gerçekten çok duygusal bir andı. Oral'ın aniden dirilip "İsterseniz parayı ben elden götüreyim" demesiyle gülmekten yerlere yuvarlandığımı hatırlıyorum.) 16) Filminize etkili bir giriş yapın! Senaryonun ilk 10 sayfası, bütün senaryonun en önemli 10 sayfasıdır. Seyirciyi derhal duygusal olarak yakalamalısınız. Bunu yapmanın en kestirme yolu heyecanlı bir aksiyon sahnesi koymaktır. "Kutsal Hazine Avcıları"nın girişindeki o muhteşem aksiyon sahnesinden sonra Indiana Jones 20 dakika boyunca bir sigorta poliçesi okusa bile seyirci "ne olacak acaba?" diye filmi izlemeye devam ederdi. Ama her filmin başına bu kadar aksiyon koyamazsınız. Bir çok film gündelik hayatını yaşayan sıradan insanları anlatır. O zaman da okuyucuyu başka bir biçimde yakalamalısınız: mizah ("Benden Bu Kadar"), birşeyler olacağına dair bir önsezi, kışkırtıcı bir karakter, hatta ilginç ve sıradışı bir mekan. 17) Hikayenizi etkileyici bir biçimde bitirin. Ticari açıdan başarılı bütün filmlerin iki ortak özelliği vardır: 1) Film hakkında yayılan olumlu söylentiler. 2) Filmi tekrar tekrar izleyen seyirciler. Eğer filminizin etkileyici bir finali olmazsa bunların ikisini de başaramazsınız. Etkileyici bir finalin iki öğesi vardır: doruk ("climax") ve doruk sonrası. Doruk, 3. perdenin ikinci yarısında, kahramanımızın en büyük engelle karşılaştığı andır. Doruk, filminizin duygusal olarak en yüksek noktasını oluşturur. Ve kahramanınızın dış motivasyonunu başarıp başaramadığını net bir biçimde ortaya koymalıdır. Dorukta Kahraman ve Düşman (Nemesis) son kez çarpışır. Hikayenizin doruğu ile ilgili hiçbir belirsizlik olamaz. Kahramanınız dış motivasyonunu ya elde eder ya da edemez. Seyirci bir buçuk saattir bunu öğrenmek için beklemiştir. Onları muallakta bırakamazsınız. Doruk sonrası, doruğu izleyen duygusal sönme / azalma sürecidir. Dorukta yaşanan yüksek duygulardan sonra, hikayeyi filmin sonuna taşıyan ve seyircinin doruktaki duyguları hazmetmesine olanak tanıyan sahnelerdir. Bazen bu sahneler çok uzun olabilir (Titanic). Ama bazı filmlerde son derece kısadır ("Rocky", "Er Ryan'ı Kurtarmak"). Filminizin sonu, seyircinizin duygusal olarak en tatmin edici bulacağı son olmalıdır. Bu, ille de filminize mutlu son vermeniz gerektiği anlamına gelmez. Ama finaliniz bir biçimde insan ruhunun yüceliğini korumalı, geleceğe doğru bir umut, bir gelişme, insanlık durumuyla ilgili bir aydınlanma içermelidir. "Guguk Kuşu"nun sonunda kahramanımız Jack Nicholson ölür. Ama film boyunca kendisine arkadaşlık eden Şef, kendisinden hiç beklenmeyen bir şey yapar ve akıl hastanesinden kaçar. Bu bize insan ruhunun hapsedilemeyeceğine dair çok güçlü bir mesaj verir.

250

Benzer bir durum "Er Ryan'ı Kurtarmak"ta da vardır. Filmin sonundaki büyük savaş sahnesinde, Tercüman Upham'a gıcık oluruz. Çünkü korkaklığından dolayı, ondan daha önce özdeşleştiğimiz bir askerin ölümüne izin verir. Fakat daha sonra Upham "titreyip kendine gelir" ve daha önce kendisini kandıran bir Alman askerini öldürerek gözümüze girer. Özetle şunu söylemek istiyorum: Seyirci "hayatın zor olduğunu, hayatın kırıcı olduğunu, hatta hayatın traji olduğunu" duymak ister, ama hayatın b.ktan olduğunu duymayı istemez. Zaten bu yönde son derece güçlü şüpheleri vardır. Ama bu duygusunun pekiştirilmesi içn 10 YTL vermeyecektir. (100 binden az seyirci çeken Türk filmlerine baktığınız zaman, şaşırtıcı bir biçimde bu filmlerin önemli bir bölümünün bu mesajı verdiğini görürsünüz) Son olarak: eğer mümkünse, filminizi mutlu bitirin. Çünkü "mutlu son satar". Seyirciler sinemaya sorunların çözüldüğünü görmeye, görünüşte çözülmesi imkansız sorunlarla boğuşan ve onların üstesinden gelen kahramanlarla özdeşleşmeye giderler. Bu da seyirciye bir umut ve tatmin duygusu verir. Kendi hayatları filmde anlatılanlardan daha kötü bile olsa. Özellikle de yazarlık kariyerinizin başlarındaysanız, seyirciye mutlu son vermek, başka işler almanızı kolaylaştıracaktır. (kaynak: Michael Hauge, "Writing Screenplays That Sell" - 1988; yorumların çoğu gezgin'e ait) posted by gezgin @ 3:42 PM

0 comments

Çarşamba, Şubat 23, 2005 "IM JULI" (TEMMUZ'DA) HAKKINDA Fatih Akın'ın "Duvara Karşı" filminden bir önceki filmi "Temmuz'da" son derece güzel bir film. Türk filmlerinin senaryolarında gördüğümüz hataların hiç birisi bu filmde yok. Fatih Akın da kendisini bir "Türk Yönetmen" olarak tanımlamıyor zaten. Türk filmi senaryolarında gördüğümüz bir çok hatanın, gerekli senaryo bilgilerine sahip olmamanın yanı sıra, bir Türk gibi düşünmekten de kaynaklandığını düşünmeye başladım. "Türkler nasıl düşünür?" konusunu burada uzun uzadıya ele almayacağım. Ama şu kadarını söyleyeyim: yazdığımız şeylere karşı nesnel, soğuk bir biçimde bakamıyoruz. Bir sahneyi seviyorsak, filmin bütününe zarar verse de kısaltmaya ya da atmaya yanaşmıyoruz. Bunun sonucunda da ritmi düşük ya da aksak filmler ortaya çıkıyor. (Bunun en son örneğini GORA'da görmüştüm. Arif ile Bob Marley Faruk arasında geçen o uzuuun sahne). Fatih Akın'ın filminde (Im Juli) ["im yuli" diye okunur] ise aksayan ya da fazla tek bir sahne yok. Akın filmin türünü net bir biçimde belirlemiş: Romantik Komedi. Bu da filmde çeşitli komik engellerle karşılaşan bir aşk olacağı ve bizim de, özdeşleştiğimiz kahramanlar bu engellerle uğraşırken güleceğimiz anlamına geliyor. Tür icabı, karşımıza çıkan bir sürü acayip raslantıyı da doğal karşılıyoruz. FİLMİN KONUSU: Kahramanımız Daniel sıkıcı denebilecek bir öğretmendir. Juli adlı bir takı satıcısı kız da ona aşıktır. Juli Daniel'e bir yüzük verir ve hayatının bu yüzük sayesinde değişeceğini söyler. Juli'nin planı Daniel'i o akşam kendine aşık etmektir. Ama Daniel gidip başka bir kıza (Melek) aşık olur ve onun peşinden İstanbul'a gitmeye karar verir. Cuma gününe kadar İstanbul'da olması gerekmektedir. Sevdiği adamın başkasına aşık olduğunu gören Juli de bir rastlantı eseri kendini Daniel'in arabasında bulur ve onunla birlikte İstanbul'a gitmeye karar verir. Bu yolculuk Daniel'in sıkıcı kişiliğinden kurtulup yeni ve cesur bir kimliğe kavuşmasını sağlar. Aynı zamanda Daniel yol boyunca yaşadıkları sayesinde asıl sevdiği kişinin Juli olduğunu fark eder. Film mutlu sonla biter. Akın filmin ilk sahnesinden itibaren izleyiciyi güldürmeyi başarıyor. Kahkahalarla gülmesek bile sürekli bir gülümseme halindeyiz. Bir taraftan da Daniel ile Juli'nin bir araya gelmesini istiyoruz. Ve Akın bizde bu isteği bizde organik (doğal, zorlama olmayan) bir biçimde oluşturuyor. Gençler en sonunda bir araya geldiklerinde seviniyor, duygulanıyoruz. Senaryo öğretmenleri yukarıda değindiğim mesele (uzun ya da gereksiz sahnelerin atılması) ile ilgili olarak şöyle bir tabir kullanırlar: "Kill your babies" yani "Bebeklerinizi Öldürün". Bir sahneyi ne kadar çok severseniz sevin, eğer filmin bütününe uymuyorsa onu atın. Çünkü neticede filmin bütünü, tek tek sahnelerden çok daha önemlidir. posted by gezgin @ 4:51 PM

0 comments

251

Çarşamba, Şubat 16, 2005 TRUBY ve KÜLTÜR Daha önce anlatılan toplumsal sistemler ve aşamaların her biriyle bağlantılı bir kültürel aşama vardır. • • •

Vahşi doğa ve köy aşamasında "utanç kültürü" Kasaba ve küçük şehir aşamasında "suçluluk kültürü" Şehir ve baskıcı şehir aşamasında "amoral kültür" (ahlakdışı kültür)

vardır. Şimdi bunları teker teker ele alalım. 1. Vahşi doğa ve köy aşamasında "utanç kültürü" Utanç kültürünün değerleri "görünüş, başarı, fiziksel yetenek, güç, cesaret, şan-şöhret, gurur, onur, tören, ifade edilmeyen duygular ve hatıralar"dır. Bu, "erkek değerleri"nin baskın olduğu bir kültürdür. - Şan-şeref, bir kahramanın tanrılara benzer bir hal almasıdır. - İronik bir şekilde, bu kültürde kahraman kendisini ölmek suretiyle gerçekleştirir. - Bu kültürde aşırı gurur neden zararlıdır? Çünkü gurur kahramanı utancın ya da kamuoyunun baskılarına karşı korur / bağışık kılar. Bu kültürde başarısızlık durumunda yaşanan temel duygu utançtır. - İnsanları motive eden (güdüleyen) şey ve ahlak, başkalarının gözünde başarılı olmaktır. 2. Kasaba ve küçük şehir aşamasında "suçluluk kültürü" Suçluluk kültürünün değerleri barınma ("accommodation"), iyi geçinme, adil davranmak, sadakat, güvenilirlik, kendini feda etme, (başarılı olmanın aksine) doğru olanı yapmaktır. Bu,"kadın değerleri"nin baskın olduğu bir kültürdür. Bu kültürdeki temel değer suçluluktur. Suçluluk kültürü, kasaba-küçük şehir aşamasındaki her toplumun doğal kültürüdür. Burada motiv (güdüleyici) ve ahlaki kurallar bireyler tarafından içselleştirilmiştir. (Yani vahşidoğa-köy kültüründe olduğu kadar büyük bir dış baskı yoktur) 3. Şehir ve baskıcı şehir aşamasında "amoral kültür" (ahlakdışı kültür) Şehir, ailenin aleyhine (aileye zarar verecek şekilde) bir şekilde büyür. Ailenin sorumluluklarından bir çoğunu üstlenir. Bu da insanlarda bir yabancılaşma ve gayrişahsilik duygusu yaratır. Bu durumda birey kendi başına kalır. Bunun sonucu olarak bu dünya "hiçbirşeyin değeri yok" / "herşey değersizdir" der. Bunun sahte bir değer olduğunu unutmayın. Bu düşünce kişiyi, yıkım yoluyla güç duygusunu hissetmeye sevk eder. Örnek: Brazil, Şebeke (Network) posted by gezgin @ 5:15 PM

0 comments

Cuma, Şubat 11, 2005 Eski Ayları Kırpıp Kırpıp Yıldız Yapmak 21 Eylül tarihli "Dramatik Fırsat Cambazı: David E. Kelley" yazımın sonunda, David Kelley imzalı dizilerin ilginç bir özelliğinin de oyuncu kadrosunda çok sık değişiklik yapılmasına karşın, dizilerinin tutmaya devam etmesi olduğunu söylemiştim. Boston Public'in en iyi karakterlerinden biri olan Harry Senate gitti dizi hâlâ devam ediyor. Ally McBeal'da da John Cage (Peter McNiccol - heyecanlanınca burnundan garip sesler çıkan tip) gitmişti ama dizi uzun süre devam etmişti. O yazının sonunda, Türk dizilerinde de benzer bir şeyin denendiğini söylemiştim: "Bu taktiği yerli dizilerde de görmeye başladık: Haluk ve Meltemsiz bir "Çocuklar Duymasın", Halil'siz bir "Kurşun Yarası", ya da Emrahsız bir "Kınalı Kar"... Bakalım senarist arkadaşlar tutturabilecekler mi?"

252

Tutturamadılar. Diziler teker teker yayından kalktı. Kınalı Kar bitti, Kurşun Yarası bitti, Çocuklar Duymasın başka bir hal aldı ve o yeni hali de Mart'ta bitecekmiş. Geriye bir tek "En Son Babalar Duyar" kaldı - bence onun da eli kulağında. Peki neden? Bu sorunun cevabını, bu sayfada çok sık değindiğim bir kavramla, "özdeşleşme" ile açıklamaya çalışacağım. Aşağıdaki yazılardan hatırlarsanız özdeşleşme, seyircinin bir kahraman ile duygusal bir bağ kurup, o kahraman (ya da kahramanlar) üzerinden çeşitli duyguları deneyimlemesiydi. Görülen o ki seyirci, bir kere özdeşleştiği önemli bir karakter diziden ayrılınca, o diziyle kurduğu toplam duygusal bağda bir zayıflama oluyor. Birden fazla ana karakter ayrılınca da dizi seyirciyi eskisi gibi duygulandırmaz oluyor, duygu uyandırmayan dizi de seyredilmiyor. Sanırım işin püf noktası burada: Duygusal olarak en çok bağlandığınız karakterler diziden sebepsiz yere kaybolunca siz de kendinizi "kandırılmış" hissediyorsunuz. Ve bu durumu protesto ediyorsunuz. Sokaklara dökülerek değil tabii, sadece diziyi izlemeyerek. Bir dizideki yan karakterlerin, ana karakterler ortadan kaybolduktan sonra baş role soyunması da benzer bir duygusal "kandırılma" hissi yaratıyor. En Son Babalar Duyar, Çocuklar Ne Olacak ya da Kurşun Yarası'nda böyle bir durum söz konusuydu. Yan karakter olarak beğendiğimiz tipleri baş karakter olarak kabul etmemiz isteniyordu. Kabul etmedik tabii... Burada Michael Hauge'un bir sözünü hatırlatmadan edemeyeceğim: "Bir karakter asla kategori değiştirmemelidir". (bkz. aşağılarda bir yer.) Bu kuralın en bariz ihlalini Kurşun Yarası'nda gördük. Halil'in düşmanı (nemesis) olan Kaymakam'ı kahraman olarak kabul etmemiz isteniyordu. Pekiii, David Kelley denen bu adamın dizileri nasıl oluyor da onca karakter değişimine karşın devam ediyor? Bir kere David Kelley asla baş karakterleri değiştirmiyor. Boston Public'te Müdür (Steve Harper) ve Müdür Yardımcısı (Scott Guber) dizinin başından beri aynı kişiler. Ally Mc Beal'da Ally Mc Beal bir yere gitmedi. (Ortadan kaybolan John Cage bile arada sırada geri döndü). Çok önemli karakterler değişeceği zaman, bir kaç bölüme yayılan bir zaman diliminde bu değişimin zemini hazırlandı. Örneğin Boston Public'te Harry Senate gideceği zaman önce bıçaklı bir saldırıya maruz kaldı, hastanelerde ölümden döndü, sonra öğretmenliğe olan inancının bittiğini söyledi ve diziden gitti. Bizde ise yeni sezon için oyuncularla anlaşılamayınca "Çocuğum sizin anne ve babanız Amerika'ya / yazlığa gitti" şeklinde aşırı kestirme bir açıklama ile yetiniliyor. Bu yola başvurulmasının nedenlerinin başında Türk gösteri dünyasında ("show biz") olayların çok hızlı gelişmesi geliyor. Ama sebep ne olursa olsun seyirci bu tür kestirmeleri hoş karşılamıyor ve tepkisini diziyi izlemeyerek gösteriyor. Ayrıca David Kelley, daha dizi fikrini en başta kurarken, karakter sirkülasyonunun çok olduğu alanlar seçiyor: Öğretmenler ve avukatlar. Öğretmenlerin sık sık okul değiştirmesi son derece makuldur. Farklı davalara farklı avukatların bakması da öyle. Bir de işin medya tarafı var. Seyirciler dizi etrafında dönen olayları medyadan da takip ediyorlar. Ve medyadan öğrendikleri şeyler, diziye olan ilgilerini büyük ölçüde etkiliyor. Bu durumu bir örnekle açıklayayım: "Çocuklar Duymasın" dizisinde ilk çatlama, Pınar Altuğ'un diziden ayrılmak durumunda bırakılmasıydı. Pınar Altuğ'un sansasyonel bir yaşam tarzı olduğu söylenmiş ve diziden ayrılması istenmişti. İzleyiciler, özdeşleştikleri bir oyuncunun yollanıp yerine benzer birinin konmasına duygusal olarak tepki duydular. Pınar Altuğ'a haksızlık yapıldığını düşündüler. Birol Güven imaj yönetimi yapacağım derken Pınar Altuğ'u haksız yere işinden eden kötü adam pozisyonuna düştü. Birol Güven'in bu manevra sırasında göremediği şey, Türk halkının (diğer ülkelerin halklarında olduğu gibi) ünlüleri "Olimpos Dağındaki Tanrılar" gibi gördüğüydü. Halkın nazarında, Olimpos'takileri bağlayan ahlak biraz daha farklıdır, sokaktaki insan için geçerli olan ahlak kuralları o ışıltılı dünyada biraz daha gevşektir. Eğer ortalama izleyici bunun böyle olduğunu düşünmeseydi, Pınar Altuğ'unkinden daha kötü bir duruma düşen Tamer Karadağlı'nın başrolünü oynadığı "Yağmur Zamanı"nı da seyretmezdi.

253

*** Bir de dizilerin "yavrulaması" durumu var. Bir dizideki bir karakter çok tutunca, sadece o karakter üzerine kurulu bir dizi yapılabiliyor. Bu durumun en ünlü örneği "Frasier" [Freyjır]. Frasier, "Cheers"taki bir yan karakterdi sadece. Ama çok tutunca kendi dizisi yapıldı. Ve sitcom tarihinin en iyi dizilerinden biri oldu. Benzer bir şekilde "Angel" da "Buffy"deki bir yan karakterdi. Çok karizmatik bir tip olduğundan kendi dizisi oluverdi. (Buffy'deki Spike'ın Angel'a transferi de çok ilginç bir durumdur. Buffy'de ölmesi gereken bu tipe kıyamayan senaristler, metafizik bazı açıklamalarla onu Angel'a transfer etmişlerdir.) Bizde bu tür yavrulamaları henüz görmüyoruz. Ama neden olmasın? Dizilerde öyle karakterler var ki kendi başına bir diziyi götürecek güçte. Önemli olan hangi karakterin bu güce sahip olduğunu doğru teşhis etmek. posted by gezgin @ 1:44 PM

1 comments

Salı, Şubat 08, 2005 TRUBY - TOPLUMSAL AŞAMA Bir kahramanı bir topluma yerleştirmenin en etkili yolu, onu belirli bir toplumsal aşamaya yerleştirmektir. Toplumsal Aşama, her toplumun büyürken mutlaka geçeceği evrimsel bir aşamadır. Burada da her toplumsal aşama, toprak, insan ve teknolojinin benzersiz bir bileşimidir. Her toplumsal aşama, kahramana etki eden güçleriden bazılarını ön plana çıkarır. Ve her aşama belirli bir kahraman türüyle bağlantılıdır. Bu dört toplumsal aşama ve onlarla bağlantılı kahramanlar şöyledir: 1) 2) 3) 4)

Vahşi doğa ve süperkahraman ya da tanrı Köy veya kasaba ve "Klasik" kahraman Şehir ve sıradan kahraman Baskıcı şehir ve anti-kahraman

Şimdi bu toplumsal aşamaları teker teker ele alalım. 1) Vahşi doğa ve süperkahraman ya da tanrı Vahşi doğada, doğa kadir-i mutlaktır (gücü herşeye yeter, çok güçlüdür), insanlar bir yerden başka bir yere göç eden göçebeler şeklinde yaşarlar. Hayat zordur ve insanlar genç yaşta ölürler. Bu toplumsal aşamada hikaye anlatıcıları, doğa güçlerini kontrol altında tutan tanrılar ve süperkahramanlar yaratırlar. 2) Köy veya kasaba ve "Klasik" kahraman Köy, vahşi doğadan sonra gelen toplumsal aşamadır. Göçebeler artık yerleşik hayata geçmiştir. Toplum gençtir ve yatay olarak genişlemektedir. İnsanlar ekinlerini ekmek ve çevreleri üzerinde hakimiyet kurmak istemektedirler. Fethedilecek çok miktarda arazi vardır. Bu, "Klasik" kahramanın dünyasıdır. Bu karakter fiziksel olarak yeteneklidir. Bir savaşçıdır, köylülerden daha büyük ve daha güçlüdür. Onun işi, köyü çevreleyen vahşi doğada yaşayan ve köyü yok etmek isteyen barbarları yenmektir. Klasik kahramanın temel özellikleri şunlardır: * Savaşçı yetenekleri: Klasik kahraman, zayıf toplumun kendi başlarına baş edemedikleri vahşi güçlerle savaşmasına yardımcı olmak için kuvvet kullanır. * İyi - kötü: Klasik kahraman, neyin iyi neyin kötü olduğu hakkında çok net bir görüşe sahiptir. Ona göre köydeki herkes iyidir, köyün dışındaki herkes kötüdür. Örnek: Cesuryürek, Kurtlarla Dans, Affedilmeyen (C. Eastwood), Terminator, Mad Max

254

3) Şehir ve sıradan kahraman Köyün yatay olarak genişlemeyi durdurması ve dikey olarak genişlemeye başlamasıyla şehir meydana gelir. Şehir, güç ve servet açısından büyük farklılıkların olduğu bir yerdir. Çok sayıdaki insanı idare etmek için çok sayıda kanun ve kural vardır. Bu özelliklere sahip olan şehir, sıradan kahramanın dünyasıdır. Sıradan kahraman ve şehirdeki insanların çoğu aynı güçlere ve statüye sahiptir. Sıradan kahraman şunlarla ilgilenir: * Kendisine toplumda bir yer edinmek * Adaleti sağlamak * Bürokrasinin yarattığı kölelikten kurtulmak Güce önem veren "Klasik" kahramandan farklı olarak sıradan kahraman hoşgörüye, terbiyeye (topluma uygunluğa), adalete ve işbirliğine inanır. Örnek: Los Angeles Sırları (LA Confidential), Good Will Hunting, Fargo, Postacı (Il Postino), Sense and Sensibility, Forrest Gump 4) Baskıcı şehir ve anti-kahraman Toplumsal gelişimin bu aşamasında şehir öylesine büyümüş, o kadar karmaşık ve çok katmanlı bir hal almıştır ki, toplum tamamen baskıcı bir hale bürünmüştür. Bu kapalı dünya da kahramanı bir "anti-kahraman"a dönüşmek zorunda bırakılmıştır. İki tür antikahraman hikayesi vardır: * Baskıcı toplum tarafından ezilmeyi reddeden, bu nedenle de toplum dışına itilen kahraman. Örnek: Cool Hand Luk, Esaretin Bedeli (Shawshank Redemption) * Şehirde kalan ve ezilen kahraman. Bu anti-kahraman güçsüzdür, toplum dışı (unsocial) ya da toplum karşıtı (antisocial) biridir. Bazen toplumun bireyler üzerinde uyguladığı baskı o kadar büyük olur ki antikahraman kendi hayal dünyasına (kendi zihnine) kaçar. Sözcük oyunları oynar. Hatta kendisini bir süper-kahraman olarak görmeye başlar. (Dikkat: Doğa küçüldükçe ve toplum büyüdükçe, kahraman da küçülmektedir) Örnek: İlk Woody Allen filmleri, Being There, Brazi, Taksi Şoförü, Geceyarısı Kovboyu, Şebeke (Network), Schindler'in Listesi, JFK, Kuzuların Sessizliği, Doğum Günü 4 Temmuz, Ucuz Roman (Pulp Fiction), Sıkı Dostlar (Good Fellas) *** İyi yazarlar kahramanlarını bir aşamadan diğerine geçmekte olan toplumlara yerleştirirler. Böylece değişim güçlerinin kahramanı nasıl etkilediğini gösterebilirler. Burada sorun şudur: Kahraman acaba bu güçler kendisini öldürmeden önce onlara ayak uydurabilecek midir? Bu yöntemi kullanan yazarlar genelde kahramanlarını 2. aşama ile 3. aşama arasındaki toplumlara yerleştirirler. Ama bu teknik her aşama arasındaki geçişlerde geçerli ve etkilidir. Örnek: High Noon (Kahraman Şerif), Kurtlarla Dans, Affedilmeyen, Cennet Sineması (Cinema Paradiso), Züğürt Ağa, Muhsin Bey posted by gezgin @ 1:36 PM

0 comments

TRUBY - BAĞLAM Hikayenizin geçtiği dünya, karakterinizin kimliğinin bir dışavurumu olmalıdır. BAĞLAM ("Context") sözcüğü, hikayenin başlangıcında kahramanınızın köle mi yoksa özgür mü olduğununun dünya tarafından nasıl ifade edildiğini anlatır. Kahramanınızın hikayeye bir köle ya da özgür 255

bir insan olarak başlaması gibi, kahramanın yaşadığı dünya da hikayeye kölelik ya da özgürlüğü ifade edecek şekilde başlar. Hikayenizin bağlamı üç büyük unsurun bir kombinasyonu tarafından belirlenir: toprak (arazi), insanlar, teknoloji. Bu unsurları benzersiz bir biçimde birleştirirseniz, benzersiz bir bağlam elde edersiniz. Bazı kombinasyonlar şunlardır: CENNET: Toprak (arazi), insanlar ve teknoloji mükemmel bir denge içindedir. Burada mükemmel bir özgürlük vardır. Burası bir ütopya, yeryüzündeki cennettir. Bu dünyada her insana kendi yeteneklerini geliştirme ve hayallerini gerçekleştirmek için çabalama olanağı tanınır. Ayrıca karakteri destekleyen bir toplum da vardır. SÖZDE CENNET: Eğer toprak, insanlar ve teknoloji dengede görünüyorsa ama aslında yüzeyin altında bir çürüme var ise, Sözde Cennet'ten bahsedebiliriz. Burada herkes psikolojik ya da ahlaki bir felaketi gizlemek için yüzünde bir maske taşımaya çalışmaktadır. (Örnek: "Demolition Man" - Sylvester Stallone, Wesley Snipes, Sandra Bullock) CEHENNEM: Eğer toprak, insanlar ve teknoloji radikal bir biçimde dengesini kaybetmişse, tam bir Distopya (Ütopya'nın zıddı) söz konusudur. Bu Distopya iki şekilde gerçekleşebilir: herkesin tam bir kargaşa/kaos içinde olması (Mad Max), ya da büyük çoğunluğun azınlık tarafından tamamen kontrol altına alınması (Matrix - 1). Kaliteli hikayelerde bu cehennemi dünya, karakterin içinde bulunduğu büyük kişisel zayıflığın bir dışavurumudur. posted by gezgin @ 1:18 PM

0 comments

TRUBY - KARAKTER DÜNYASI Karakterler bir boşlukta yaşamaz. Bir dünyada yaşarlar. Kahramanın benzersiz olması için bu dünyanın da benzersiz olması gerekir. Önemli: Hikayenizin yarattığı dünya, kahramanınızın kimliğinin bir yansıması/dışavurumu olmalıdır. Aynı zamanda kahramanınız da bu dünyanın bir yansıması olmalıdır. Bu sayede kahraman ve dünya, kısıtlı bir süre içinde birbirinin tanımlanmasına yardımcı olurlar. Hikayenizin dünyası, zengin bir doku yaratmaya başladığınız yerdir. Zengin bir doku da, yüksek kaliteli hikayeciliğin alameti farikasıdır. Kaliteli bir hikaye, bir çok ipliğin örülerek çok güçlü bir etki yarattığı bir kilim/halı gibidir. Hikayenin görsel yönünün çeşitli düzeylerinde zengin bir doku yaratmadan da iyi bir hikaye anlatılabilir, ama bu tek bir enstrümanla bir senfoni çalmaya benzer. ARENA Hikayenizin geçtiği dünyayı yaratmak için, ilk önce hikayenizi bir arenaya yerleştirmelisiniz. Areana, dramanın temel mekanıdır. Burası tek ve bütünlüklü bir mekandır. Bir tür duvar ile çevrilidir. Bu arenanın içindeki her şey hikayenin bir parçasıdır. Dışındaki şeyler de hikayeye ait değildir. Dikkat: Eğer hikayenizin bütünlüklü arenasını bozarsanız/kırarsanız, dramatik yapı paramparça olacaktır. Hikaye anlatırken güçlü bir görsel dünya kurmanın püf noktası, hikaye ilerledikçe gelişen bir arena kurmaktır. posted by gezgin @ 1:03 PM

0 comments

Cumartesi, Şubat 05, 2005 TRUBY ve ÇATIŞMA Bir hikaye, kahraman ile düşman(lar)ı ve onların değerleri arasındaki bir dizi çatışmadan meydana gelir. Çatışma vasıtasıyla, hikayenin daha derinde yatan meseleleri ele alınabilir. Basit bir hikayede kahraman sadece bir düşman ile karşılaşır. Bu iki uçlu zıtlık, yazarın daha derin ve daha güçlü çatışmalar geliştirmesine olanak vermez. 256

DÖRT UÇLU ZITLIK İyi hikayelerde genelde en az dört ucu olan bir zıtlık görürüz. Kahraman bir ana düşman ve iki yan (ikincil) düşman ile çatışmaya girer. Bu dört karakter küçük bir topluluk oluşturur ve yazarın, güçlü bir hikaye için gerekli olan çatışma kombinasyonlarını yaratmasına olanak sağlar. Dört uçlu bir zıtlık oluşturuken dikkat edilmesi gereken en önemli nokta, buradaki her karakterin sadece kahramanla değil, aynı zamanda birbirleriyle de çatışmalarıdır. Böylece hikaye son derece sıkı bir çatışma örgüsüne sahip olur. Dört uçlu zıtlıktaki karakterler birbirlerinden olabildiğince farklı olmalıdır. Bu da çatışmanın hikaye boyunca devam etmesine olanak tanır. Bir hikayedeki çatışma iki şekilde gerçekleşebilir: Yatay ve Dikey. YATAY ÇATIŞMA Bu tür çatışmada, güç ve yetenek olarak birbirine neredeyse denk iki karakter söz konusudur. Bu iki karakter de aynı amaca ulaşmaya çalışırlar. Onlar çatışırken, sahip oldukları değerler - ve yaşam biçimleri - de çatışır. Bazen bu iki karakterin değerleri hikayenin sonunda birbirine karışır. (Matrix REVOLUTIONS'ın sonunda olan budur). Bu birleşme her iki tarafın da en iyi değerlerini alır. BU da senariste göre doğru yaşama yöntemini teşkil eder. DİKEY ÇATIŞMA Bu tür çatışma, gücü elinde bulunduranlar ile bulundurmayanlar arasında yaşanır. Böyle bir çatışma eklemek, hikayenize büyük bir doku zenginliği katar. Dikey çatışmanın katıldığı bir hikayede çok çeşitli çatışma kombinasyonları mümkündür: Kahraman (güçlü) ------------

Düşman (güçlü)

3. Karakter (güçsüz) -----------

4. Karakter (güçsüz)

posted by gezgin @ 1:20 PM

0 comments

Cuma, Şubat 04, 2005 TRUBY - YAN KARAKTERLER Bir hikayede bulunması gereken diğer karakterler de şunlardır: MÜTTEFİK: Bu kişi Kahraman'a yardım eder. Kahraman bu kişiyle konuşmak suretiyle duygu ve düşüncelerini ifade etme olanağı bulur. Genelde Müttefik'in amacı Kahraman'ınkiyle aynıdır, ama bazen başka bir amacı da olabilir. (Matrix'teki MORPHEUS) DÜŞMAN - MÜTTEFİK: Bu karakter, Kahraman'ın dostu gibi görünüp aslında düşmanı olan kişidir. Hikayede böyle bir karakterin bulunması hikayenin ilginç ve derin olmasını sağlar. (Matrix'teki CYPHER, Rezervuar Köpekleri'ndeki Bay Turuncu - polis) MÜTTEFİK-DÜŞMAN: Hikaye anlatımında pek rastlanmayan bu karakter Kahraman'ın düşmanı gibi görünmesine karşın aslında en iyi dostudur. ALT-HİKAYE KARAKTERİ: Alt-hikaye karakteri, kahramanınkine benzer bir sorunla karşılaşmalıdır. Yazar, bu yan karakter vasıtasıyla bir karşılaştırma yapmamıza olanak tanır. (Hamlet'teki LEARTES de HAMLET gibi babasının katilinden intikam almak derdindedir). posted by gezgin @ 7:11 PM

0 comments 257

TRUBY ve "DÜŞMAN" Senaryodaki "DÜŞMAN", baş karakterin amacına ulaşmasını engellemeyi en çok isteyen kişidir. Düşman sadece Kahramanın önünde duran bir engel olmamalıdır. Bu çok mekanik bir anlatım olur. Düşman Kahramanla aynı şeyi istemelidir. Bu sayede Kahraman ile Düşman hikaye boyuncu defalarca doğrudan çatışmaya girerler. ÖRNEK: "TERMINATOR -2" filminde Arnold'un canlandırdığı eski model Terminatör ile yeni model Terminatör aynı şeyi istemektedirler: geleceğin lideri John Connor. Arnold bu çocuğu korumak, T-1000 modeli Terminatör ise onu yok etmek istemektedir. Bu nedenle iki robot film boyunca çeşitli kereler karşılaşır ve çatışırlar. Kahraman ile düşman arasındaki ilişki, filmdeki en önemli ilişkidir. Bu iki ana karakter arasında çatışma yaşanırken, hikayenin diğer meseleleri ve temaları da ele alınır. ÖRNEK: "Jurassic Park" filminde kahraman Alan (ve diğer insanlar) düşman ise Park'tır (parktaki dinazorlar). Ana çatışma Dinozorlar ile insanlar arasındaki yaşanır. Bu yaşanırken insanların (avukat, park sahibi, dinozor embriyosu çalmaya çalışan adam) aç gözlülüğünün nelere yol açtığını görürüz. Bir başka yan hikaye de Alan'ın (erkek arkeolog) çocuklara karşı duyduğu olumsuz duyguların yerini sevgiye bırakmasıdır. DÜŞMANIN KAHRAMANLA BENZERLİĞİ 1) Düşman'ın da tıpkı Kahraman gibi bir zayıflığı vardır ve bu zayıflıktan dolayı bu şekilde davranmakta, Kahramanın daha iyi bir hayata sahip olmasına engel olmaktadır. 2) Düşman'ın da, tıpkı kahramanda olduğu gibi, bu zayıflığa dayanan bir ihtiyacı vardır. 3) Düşman'ın da kahraman gibi bir arzusu vardır. Bu arzu büyük bir ihtimalle Kahraman'ın arzusuyla aynıdır. 4) Düşman, kahramanı doğduğuna pişman edecek, aynı zamanda başarılı olmaya itecek kadar güçlü ve yetenekli olmalıdır. Kahraman ve Düşman'ın bazı açılardan birbirine benzemeleri, kahramanın tamamen iyi, düşmanın da tamamen kötü olmasına engel olur. Böylece Kahraman ve Düşman iki zıt uç olmak yerine bir dizi olasılıktan sadece ikisi olurlar. ZIT DEĞERLER Düşmanın hareketleri de tıpkı kahramanın hareketleri gibi bir dizi inanca ve değere dayanır. Bu değerler, kahraman ve düşmana göre "iyi bir yaşamın temelini oluşturan değerler"dir. İyi hikayelerde düşmanın değerleri ile kahramanın değerleri taban tabana zıttır. Bu çatışma sayesinde seyirci, hangi yaşam felsefesinin daha üstün olduğunu görür. Hikayenin gücü büyük ölçüde değerler arasındaki bu tezatın kalitesine bağlıdır. ÖRNEK: "Cesuryürek" filminde William Wallace için en büyük değer "ÖZGÜRLÜK"tür. Düşmanı Edward Longshanks (Kral) için ise en büyük değer, Ada'daki bütün halkların her ne şekilde olursa olsun İngiliz İmparatorluğuna BOYUN EĞMESİdir. GEREKLİLİK Düşman, Kahraman için gerekli olmalıdır. Düşman, yeryüzünde Kahraman'ın zayıflığına en iyi saldırabilecek kişidir. Gerekli olan Düşman, Kahramanı zayıflığını yenmeye ya da yok olmaya zorlar. Kahraman bu şekilde - düşman sayesinde - büyür. Dramayı bir tenis maçı gibi düşünün. Dünyadaki en iyi tenisçi, amatör bir tenisçi ile oynarsa, bu maçı izlemenin hemen hiçbir zevki olmaz. Ama dünyadaki en iyi tenisçi, dünyadaki en iyi ikinci tenisçiyle oynarsa, o zaman seyretmeye değer bir maç olur. Aynı şekilde dramada da kahraman ve düşman birbirlerini "büyük" olmaya itmelidirler. AYNI MEKAN 258

Kahraman ve Düşmanı hikaye boyunca aynı mekanda tutmaya çalışın. Bu öneri biraz mantıksız gelebilir, zira iki insan birbirini sevmiyorsa birbirinden uzaklaşma eğiliminde olurlar. Ama hikayenizde böyle bir uzaklaşma olursa, taraflar arasında bir çatışmanın yaşanması da mümkün olmaz. Burada yapmanız gereken şey, kahraman ve düşmanın aynı mekanda bulunmasını makul gösterecek doğal bir neden bulmaktır. (Aynı yerde çalışmaları, aynı binada yaşamaları, aynı şeyin peşinde olmaları, vb.) posted by gezgin @ 6:49 PM TRUBY ve KAHRAMAN John Truby'ye göre hikayedeki her karakterin, hikayeyi ileri götürecek bir fonksiyonu olmalıdır. En önemli karakter de "baş karakter"dir. Baş karakter, hikayenin merkezinde bulunan soruna sahiptir ve bu sorunu çözmek için hikayeyi ileri doğru hareket ettirir. ÖRNEK: "Matrix" filminde sorun, insanlığın makinalar tarafından köle edilmiş olmasıdır. Bu herkesle beraber en çok Neo'nun sorunudur çünkü o seçilmiş kişidir. Bu işi çözecek kişi odur. Neo'nun hareketleri ve seçimleri hikayeyi ileri götürür. Kahramanın bir amacı vardır. Ama aynı zamanda onu bu amaca ulaşmaktan alıkoyan belirli zayıflıklıkları ve ihtiyaçları bulunmaktadır. ÖRNEK: "Rocky 1" filmindeki baş karakter Rocky'dir. Rocky'nin amacı, dünya ağır sıklet boks şampiyonunun karşısında 15 raund ayakta kalmaktır. Bunu neden yapmayı istemektedir? Çünkü Rocky'nin kendine karşı duyduğu saygı yerlerde sürünmektedir. Rocky başarılı bir boksör olabilecekken kolay yolu seçmiş ve mafya için para tahsildarlığı yapmaya başlamıştır. Rocky'nin zayıflığı ise kendine yeterince güven duymamasıdır. Bu zayıflık ve ruhsal ihtiyaç konusu son derece önemlidir. Karakterlere derinlik ve insancıllık veren boyut, bu zayıflık boyutudur. Türk filmlerinin genelde iki boyutlu ve sıkıcı karakterler içermesinin nedeni bu zayıflık konusunu yeterince işlememeleridir. Filmdeki diğer karakterlerin tümü ya kahramanın müttefikidir, ya düşmanıdır, ya da bu ikisinin ortasında bir yerde dururlar. İyi hikayelerdeki sürprizler büyük ölçüde bu diğer karakterlerin kahramana karşı aldığı tavırlarda görülen gel-gitlerden kaynaklanır. ÖRNEK: Matrix'in senaryosundaki en ilginç gelişim, Cypher'ın direnişçileri satmasıdır. Bu hainin varlığı hikayeyi bambaşka bir yöne iter. Onun ihanetiyle Morpheus ajanların eline düşer. Neo da kendisini seçilmiş kişi olmadığını bile bile ajanlarla kapışmaya gider. posted by gezgin @ 6:19 PM

0 comments

Pazartesi, Ocak 31, 2005 Karakter Bilgisinin Senarist'e Katkısı Son yazılarda insan karakterini oluşturan çeşitli öğeleri ve kaç tür karakter olduğunu gördük. Bu konuda söylenecek çok daha fazla şey bulunduğu kesin. Ama yerimiz ve zamanımız dar. Bu nedenle şimdiye kadar gördüklerimizi şöyle bir toparlayalım ve yolumuza devam edelim. TEMEL GÜDÜLER: Her insan, doğuştan gelen bazı güdüler (motivler) tarafından hareket ettirilir. Bunlar hayatta kalma, güvenli bir ortamda yaşama, çevresindeki insanlarla sevgi ve saygıya dayalı ilişkiler kurmaktır. (Maslow) SENARİST İÇİN ANLAMI: Bu temel ihtiyaçlardan birinin ya da bir kaçının tehlikeye girmesi çok güzel senaryolar üretir. Seyirciler de bu güdülere / ihtiyaçlara sahip oldukları için, kahramanlarla kolaylıkla özdeşlik kurarlar. "Titanic" filminin felaket öncesi bölümü, Rose karakterinin, para için ruhunu satıp satmamasıyla ilgilidir. Jack'in de yardımıyla ruhunu satmamayı tercih eder. Filmin felaket sonrası bölümünde ise en temel güdü olan "hayatta kalma" arzusunun kendini ifade edişine tanık oluruz. Özellikle de geminin batmaya yakın olduğu zamanlarda insanların özverili, digerkam tavırları ile bencil tavırları arasında çok hoş tezatlar izleriz.

259

KİŞİLİK TİPLERİ: İnsan karakterleri farklı farklıdır. Kimi içedönük bir yaşam sürmekten hoşlanır, kimi ise dışa dönük bir davranış biçimini benimser. (Myers-Briggs) Kimi karar verirken duygularıyla, insancıl bir biçimde hareket eder, kimi ise duygularını hiç karıştırmadan, nesnel bir biçimde hareket eder. SENARİST İÇİN ANLAMI: Karakterinizin ne tür davranışı benimsediğini bilmek, başına gelen olaylarda nasıl tepki vereceğini önceden kestirmenize ve hikayenizi ona göre kurmanıza yardımcı olur. İzleyiciler tutarlı karakterler görmek ister. Bir insanı filmin başında çekingen biri olarak gösterdiyseniz ve hikayede bu insanın değişmesi için hiç bir sebep yoksa, bu insanın hikaye sonunda da çekingen biri olarak görülmesi gerekir. Sırf hikaye daha ilginç olsun diye karakterlerde temelsiz değişiklikler yapmak, izleyicinin kopmasına neden olur. Yakın zamanda sinemada gösterilen "COLLATERAL" filminde buna bir örnek görüyoruz. Filmdeki katili canlandıran Tom Cruise, filmin başından sonuna kadar tutarlı bir kişilik sergiler. Adamın belirli bir hayat görüşü vardır. Ve ölene kadar bu görüşe sadık kalır. Katilin esir aldığı taksi şoförü Max (Jamie Fox) ise filmin başından sonuna kadar yayılan bir değişim geçirir. Filmin başında sakin, yumuşak başlı, insancıl ve çekingen biriyken, filmin sonunda girişken, sevdiği insanı korumak için eline silah alıp adam öldürebilen biri haline dönüşür. Bu dönüşüm filmin tümüne yayılır. Biz de inanırız. ENEGRAM: Her insanın topluluk içinde gördüğü fonksiyon farklıdır. Kimi öncüdür, kimi estettir (sanatçı), kimi bağlayıcıdır, kimi kötümserdir, kimi de aşıktır. SENARİST İÇİN ANLAMI: Lajos Egri'nin çok güzel bir sözü var: "Birbirine benzer karakterlerden oluşan bir oyun, davullardan oluşan bir orkestraya benzer". Seyirciler birbirinden farklı karakterlerin aynı olaya nasıl farklı tepkiler verdiğini görmekten hoşlanırlar. Senaristin bunu göz önünde bulundurarak birbiriyle çatışmalı bir ilişkiye girecek karakterleri hikayesine koyması doğru olur. Bu durum özellikle bir topluluğun hikayesi anlatıldığında geçerlidir. "Er Ryan'ı Kurtarmak" filmindeki takımı oluşturan karakterleri hatırlayın. Yüzbaşı Miller, Caparzo (Vin Diesel), Tercüman, Yahudi, Keskin Nişancı... Bu insanların hepsinin karakterleri, hikayenin ilginç bir biçimde ilerlemesine yardımcı oluyordu. Caparzo'nun Yüzbaşı'yı dinlemeyerek Fransız aileye yardım etmek isterken vurulması, daha sonra onu vuran keklikçinin ("sniper") Keskin Nişancı tarafından öldürülmesi, Yahudinin esir düşmüş Alman askerlerine kendisinin Yahudi olduğunu söylemesi... farklı kişilerin hikayeye nasıl hizmet ettiğinin güzel bir örneğidir. SONUÇ: Senaryonuz için karakter yaratırken gözlemlerinizden yararlandığınız kadar aşağıda sunulan psikoloji bilgilerinden de faydalanabilirsiniz. Karakterlerin tutarlı olması için biraz psikoloji bilmenin çok yararlı olacağı kanaatindeyim. posted by gezgin @ 6:07 PM

0 comments

Cuma, Ocak 28, 2005 Karakterlerin Ruhsal Sağlığı Filmlerdeki karakterlerin ruhsal sağlığı, senaryo yazarlığının önemli bir cephesini oluşturur. Çünkü izlenmeye değer filmler her zaman, kahramanın ya da kahramanların psikolojik durumu ile ilgili bir değişim hakkındadır. İzleyiciler kendilerinin psikolojik olarak mükemmel yaratıklar olmadıklarını bildikleri için, kendilerine benzer insanların dış dünya ile mücadele ederken iç dünyalarında yaşadıkları çatışmaları izlemekten zevk alırlar. Bu nedenle hikayenizin baş karakterini yaratırken ona bazı ruhsal eksiklikler vermeniz son derece faydalı olur. Bütün karakterlerin son derece sağlıklı ortamlarda yetişmiş olduğu, sağlıklı kararlar alabildiği, hiç bir dengesizlik göstermediği hikayeler pek ilgimizi çekmez. Yalnız burada kaçınılması gereken önemli bir tuzak vardır: O da bir karakterin davranışlarını sadece geçmişindeki bir travmaya atfetmektir. Örneğin Charles Bronson filmlerinde kullanılan yöntem budur. Sokak serserileri Charles Bronson'un karısını ve kızını öldürürler. Charles amca da film boyunca bunun intikamını alır. Bu tür bir "motivasyon" son derece yüzeyseldir. İzleyicide derin bir duygu ve kavrayış oluşturmaktan uzaktır. Sinema tarihi bu yüzeysel yöntemi kullanan binlerce kötü filmle doludur. Türk filmlerinde de sık sık bu "tek motivli" hikayeleri görürüz. Bu tür bir hikayecilik hatasına düşmemek için psikolojik sorunları yakından tanımak lazım. Nevrozdan 260

başlayarak daha ağır ruhsal rahatsılıklara kadar uzana bir yelpazede bilgi edinirseniz, yazdığınız hikayelerin çok daha derin ve etkili olduğunu görürsünüz. (Bu konuyla ilgili olarak aşağıda bir yerlerde bazı kitaplar önermiştim. Piyasada başka bir sürü kitap daha bulunuyor.) Yalnız "karakterimi psikolojik açıdan gerçekçi yapacağım" diye kendinizi kasıp çok derin analizlere ve gerekçelendirmelere girmeyin. Karakterlerinize bazı psikolojik sorunlar verin ve bunları da detaya girmeden kısaca açıklayın, yeter. *** Filmlerde işlenen ruhsal sorunlar hakkında daha fazla bilgi için buraya bakabilirsiniz. Çeşitli filmlerde görülen ruhsal sorunlara örnekler bulabilirsiniz. (İngilizce) posted by gezgin @ 3:42 PM

0 comments

Pazartesi, Ocak 17, 2005 CNBC-E'de Denetlenmeyen Küfür ve Cinsellik! CNBC-E kanalında yayınlanan filmler ile ilgili bazı endişelerim ve itirazlarım var. Şöyle ki: Bu filmler özellikle hafta sonunda erken denilebilecek saatlerde yayınlanıyorlar. Kimi saat 20.00'de başlıyor. Hafta içinde de 22.00'de başlayan filmler var. "İyi, güzel" diyeceksiniz, "bunda ne var?" Şu var: Bu filmlerin bazılarında çok açık cinsellik ve bu cinsellikten çok daha vahim bir biçimde küfürlü konuşmalar var. Bu tür sahneleri izlediğimde içgüdüsel olarak saate bakarım. Geçtiğimiz hafta içinde saat 20.30 civarında seyrettiğim bir film sahnesi (bayağı açık bir sahne idi) beni, bir süredir kafamda döndürdüğüm bu yazıyı yazmaya itti. "Bu saatte her yaştan çocuk ekran karşısındadır. Bu adamlar (CNBC-E'nin yöneticileri) ne yapıyor Allah aşkına?!" diye düşünmeden edemedim. Aynı şey küfürlü konuşmalar için de geçerli. Bu ülkede on binlerce çocuk İngilizce'yi ilkokuldan hemen sonra (kimi daha ilkokul sıralarındayken) öğrenmeye başlıyor. Bu çocuklardan bazıları da mutlaka CNBC-E izliyordur. Bu da bu çocukların bu konuşmalara maruz kaldığı anlamına geliyor. Küfür İngilizce olunca küfür sayılmıyor mu? "Nasılsa İngilizce, kimse anlamaz?" diye mi düşünülüyor? İngilizce bilen çocukların o küfürleri anladığından ve okulda arkadaşlarına karşı kullandığından emin olabilirsiniz. Bu çocuklar, İngilizce bilmeyen ve diğer kanalları (ki bu kanallarda CNBC-E'dekinden çok daha hafif küfürler - örneğin -Kemal Sunal'ın "eşşoğlu eşşek"leri - mutlaka siliniyor) izleyen çocuklar kadar korunmaya değer bulunmuyor mu? Ayrıca küfrün altyazıdaki çevirisinin "o... çocuğu" şeklinde olması, o küfrün tam olarak ne olduğunu anlamamıza yol açmadığı mı düşünülüyor? Birine "o... çocuğu" deseniz (boşlukları doldurmadan) ve o şahıs sizi dava etse, bu ülkedeki her hakim sizi mahkum eder. Çünkü "mesajın", denmek istenen şeyin ne olduğu, noktalara rağmen çok net anlaşılır. Çocuklar da bunları hemen anlar emin olun. "Artık çocuklar internet vasıtasıyla her türlü filme, metne ve görüntüye rahatlıkla ulaşıyor, bizim yayınlarımız onların maruz kaldıklarının yanında devede kulak kalır" diye düşünülüyorsa (pek sanmıyorum ama), bu hiçbir biçimde geçerli bir savunma olamaz. Çocukların bu tür ürünlere maruz kalması yanlıştır, zararlıdır. Teknolojinin bunu engelleyecek kadar gelişmemiş olması, hiçbir kurumun bu tür yayınlarla onlara zarar vermesini mazur gösteremez. Kişisel Not: Bu siteyi takip edenler benim sıkı bir CNBC-E izleyicisi olduğumu fark etmişlerdir. Senaryo yazımı ile ilgili bilgileri anlatırken sık sık CNBC-E dizilerine atıfta bulunurum. Ama yukarıda bahsettiğim uygulamalarının ve yaklaşımlarının son derece yanlış olduğu kanaatindeyim. RTÜK'ün bunu şimdiye kadar fark etmemiş olması ise, (CNC-E'de sık sık tanık olduğumuz Amerikan tarzında itiraz edeyim) "Bizim vergilerimiz nereye gidiyor?" sorusunu sordurtuyor bana, "RTÜK'tekilere uyku tulumu olarak mı?" posted by gezgin @ 4:06 PM

6 comments

Cumartesi, Ocak 15, 2005 "A" TİP DAVRANIŞ vs. "B" TİPİ DAVRANIŞ Bu davranış türleri arasındaki ayırım Friedman ve Rosenman adlı iki Amerikalı kalp cerrahı tarafından yapılmıştır. Bu doktorlar, kendi hastalarının genelde A tipi davranış sergilediğini fark etmişler, böylece davranış türü ile kalp rahatsızlıkları arasında bağlantı kurmayı başarmışlardır.

261

"A" TİPİ DAVRANIŞ A tipi davranış biçimi içinde olan kimseler, yoğun dürtüleri olan, saldırgan, ihtiraslı, rekabetçi, yapılması gereken birçok işin baskısını üzerinde hisseden ve zamana karşı yarışan insanlardır. Bu insanlar kendilerini hiç bitmeyen bir mücadele içinde hissederler. Mümkün olan en kısa sürede çevrelerinden en fazla şeyi elde etmek isterler. Bunu da aynı çevreyi paylaşan insanlara karşı ve onlara rağmen elde etmeyi tercih ederler. A tipi davranış biçiminde olan insanları belirleyen üç ana özellik şunlardır: 1) Rekabet içinde başarıya ulaşma çabası 2) Abartılmış bir zaman darlığı 3) Saldırganlık ve düşmanlık A tipi davranış biçimini benimsemiş bir kişinin kesin bir konuşma biçimi vardır. Bu kimseler konuşmalarını belirli bir noktaya yönelik sürdürürler ve bazı kelimeleri patlayıcı olarak vurgularlar. Sık ve kuvvetli jestlerle konuşurlar. Cümleler arasında kuvvetli nefes aralıkları bulunur. Bu insanlar kendileri ve başkaları için yüksek bir beklenti (ideal - amaç) düzeyi koyarlar ve bunun gerçekleşmemesi durumunda kuvvetli bir rahatsızlık duyarlar. Bu kimseler "başarılarının" az ve kısa bir mutluluk verdiği, harekete yönelik insanlardır. Bu tür bireyler kendileri ve başkaları ile sürekli bir yarış içindedir. Zaptetmek için gösterdikleri gayrete rağmen düşmanlık ve öfke duyguları kolayca ortaya çıkabilir. Bu insanlar çoğunlukla kendisiyle meşgul ve "benmerkezci" kişilerdir. Çoğunlukla hayatın diğer cephelerini ve ailelerini ihmal ederler. Kendilerini işlerine vermişlerdir. Bu kimseler bir arkadaşlarını ziyarete veya dişçiye gittikleri zaman bile telefonla iş görüşmesi yaparlar. Doktora çok seyrek olarak giderler. Bu kimselerin bir ruh sağlığı uzmanına gittikleri neredeyse görülmüş şey değildir. Bir kalp krizi sırasında bile yardım istemeyi reddettikleri ve geciktirdikleri için ölenlerin sayısı inanılmayacak kadar yüksektir. Bu insanları doktora götüren en önemli hastalık peptik ülserdir. Çoğunlukla sigara içerler. Pipo ile zaman kaybetmezler. Restoranda vb. bekletilmekten hoşlanmazlar. Yemeklerin tadına bakmadan tuzlarlar, büyük bir aceleyle yerler. Kendilerine, sağlıklarına ve tatile çok az zaman ayırırlar. Fizik egzersiz için zamanları çok azdır. Yaptıkları zaman da başkalarıyla ya da kendileriyle yarışırlar. "B" TİPİ DAVRANIŞ B tipi davranışı benimseyenler rekabetçi değildir. A'lar kadar güdülenmemişlerdir. Sabırlıdırlar. Onlarla anlaşmak kolaydır. Asla öfke nöbetleri geçirip kendilerini kaybetmezler. Son derece rahat insanlardır. Kendileriyle ve çevreleriyle barışıktırlar. Kızgınlık duygusu taşımamaları, yaşadıkları iç huzurundan kaynaklanır. Duygularını güzelce ifade edebilirler. Stresle etkili bir biçimde başa çıkabilirler. Çok güdülenmiş ve başarı düşkünü olmamalarına karşın iş hayatında A'lar kadar başarılıdırlar. *** Şunu belirtmek gerekiyor: Dünyada hiç kimse A tipi davranış biçiminin bütün özelliklerine sahip değildir. B tipi davranış özelliklerini taşıyan bir çok insan, A tipi davranış biçimi gösterebilir. Yani her insan A tipi veya B tipi davranış biçiminin farklı özelliklerini kişiliğinde barındırabilir. (Bu yazının hazırlanmasında büyük ölçüde Dr. Acar Baltaş ve Dr. Zuhal Baltaş'ın "STRES ve Başaçıkma Yolları" kitabından - Remzi Kitabevi - yararlanıldı.) posted by gezgin @ 4:05 PM

0 comments

Çarşamba, Ocak 12, 2005 ENEGRAM - 9 Kişilik Tipi Deneyimli senaristler hikaye (plot) ve karakterin Siyam ikizlerine benzediğini iyi bilirler. Eğer kardeşlerden birinde ölümcül bir hastalık varsa diğeri de aynı kaderi paylaşacak demektir. Sağlam yapılı bir hikayeye sahip olmak her senaryonun olmazsa olmaz bir özelliğidir, ama sadece iyi bir yapıya sahip 262

olmak, davranışları hem kaçınılmaz hem de şaşırtıcı olan karakterlerin oluşmasını garanti etmez. Enegram denilen kişilik tipi sistemi orijinal ve çok boyutlu karakterler yaratmada çok faydalı olabilmektedir. Bu sistemdeki dokuz temel tipi bilmek, karakterler arasındaki çatışmaları daha da şiddetlendirmemize ve dramatik durumların daha ilgi çekici olmasına yardımcı olabilir. Hikaye türleri (janr) ile Enegram tipleri arasındaki bağlantıları bilmek, seyircilerin neden gerilim, romantik komedi, bilim-kurgu ve diğer türlere karşı bir cazibe duyduğunu daha iyi anlamamızı sağlar. DOKUZ TİP * Eleştirici : İlkeli, düzenli, kendinden şüphe eden, çabuk kızan/alıngan. Eleştirici tipler kötü ya da yozlaşmış olarak görülmekten korkarlar. (‘To Kill a Mockingbird’teki Gregory Peck) * Aşık : Besleyici, baştan çıkarıcı, duygusal, gururlu. Aşıklar sevilmemekten ve takdir edilmemekten korkarlar. (‘Dead Man Walking’deki Susan Sarandon) * Başarılı : Enerjik, pragmatik, güçlü güdüleri olan/azimli, kibirli. Başarılılar başarısız/kaybeden kişiler olarak görülmekten korkarlar. (‘Jerry Maguire’daki Tom Cruise) * Estet (Estetiğe, güzelliğe önem veren): Orijinal, tutkulu, bunalımlı, kıskanç. Estetler sıradan insanlar olarak görülmekten korkarlar. (‘Out of Africa’daki Meryl Streep) * Analizci: Gözlemci, bağımsız, "cool" (serin), cimri. Analizciler başkaları tarafından ezilmekten/yenilmekten korkarlar. (‘The English Patient’taki Ralph Fiennes) * Kötümser : Sadık, otorite bilinci taşıyan, şüpheci, endişeli/kaygılı. Kötümserler başkaları tarafından desteklenmemekten korkarlar. (‘Norma Rae’deki Sally Field) * İyimser : Coşkulu/heyecanlı, eşitlikçi, kendi arzularına düşkün, , amatör. İyimserler mahrum kalmaktan ve acı çekmekten korkarlar. (‘My Dinner with Andre’deki Andre Gregory) * Öncü : İkna edici, etkileyici, mücadeleci, aşırılı, intikamcı. Öncüler alt/düşük/aşağı bir pozisyonda bulunmaktan korkarlar. (‘Patton’daki George C. Scott) * Bağlayıcı: Kabullenici, cömert, dikkati kolayca dağılan, tembel/uyuşuk. Bağlayıcılar çatışmadan ve uyumsuzluktan korkarlar. (‘Fargo’ Frances McDormand) Judith Searle kaynak: www.writersstore.com posted by gezgin @ 3:39 PM

1 comments

Daha Ne Kadar "Karakter"? Karakter konusunda dört büyük yazı grubu daha gelecek. Bu grupların konuları sırasıyla şunlar: 1) 2) 3) 4)

Enegram - 9 Kişilik Türü A Tipi davranış biçimi vs. B Tipi davranış biçimi Ruhsal Rahatsızlıklar - özet John Truby'nin ve diğer yazarların karakter yaratımı hakkındaki düşüncelerinin özeti.

Sıkın dişinizi. posted by gezgin @ 2:55 PM

0 comments

YARGILAMA vs. ALGILAMA Yargılama ve Algılama, daha düzenli bir yaşam tarzıyla, daha esnek bir yaşam tarzı arasındaki tercihimizi gösterir. Yargılayıcı tutumu tercih eden insanlar (Y), yaşamları planlı ve düzenli olduğunda mutlu olurlar. Genellikle kararları kolayca verebilirler ve bunları pek değiştirmeden uygularlar. Sabah uyandıklarında o gün ne yapacaklarını biliyor olmayı yeğlerler ve planların değişmesi onları rahatsız eder. Y'ler yaşamlarının bir amacı olmasını isterler ve beklenmedik ya da değişen durumlara ayak uydurmakta zorlanırlar. Genellikle bir aciliyet duygusu içindedirler. Bir seferde bir iş yapmayı tercih ederler. Bir proje 263

yarım kaldığında huzursuz olurlar. Algılayıcı tutumu tercih edenler (A) daha rahat ve geniş insanlardır. Yaşamlarının belli bir çevrede olmasından hoşlanmazlar. Ancak gerektiğinde karar verirler. Genellikle daha fazla bilgi toplayana kadar kararları ertelerler. "Bakalım neler olacak" şeklinde hareket ettikleri için de, kararları son ana bırakırlar. (Böyle bir tutum Yargılayıcıları dehşete düşürür). A'lar sabah uyandıklarında önlerindeki günün kendileri için sürprizlerle dolu olabileceğini hissetmekten mutluluk duyarlar. Beklenmedik olaylar ya da durumlara A'lar daha iyi uyum sağlarlar. Kendilerini hayatın akışına bırakırlar. Önlerinde çok zaman olduğu duygusunu taşırlar. Bekleyip neler olacağını görmekten mutluluk duyar. Genellikle aynı anda yürüyen bir sürü projeye girişirler. Bir projeyi tamamladıkları zaman huzursuz olurlar! Çünkü bir kapıyı kapattıklarını ve bunun dönüşsüz bir şey olduğunu hissederler. A'lar yaşamı severler ve başarılara daha az ilgi duyarlar. Amerikan halkının %55'i Yargılayıcı, %45'i Algılayıcıdır. (Türk halkı hakkında ne yazık ki ilgili veriler elimde yok.) posted by gezgin @ 2:37 PM

0 comments

DÜŞÜNME vs. HİSSETME Düşünme ve Hissetme, kararlarımızı nasıl verdiğimizi ve olaylar hakkında nasıl sonuç ve yargılara ulaştığımızı gösterir. Düşünme işlevini yeğleyen kişiler (Dş) akılcı ve mantıklıdır, daha kesin fikirli, tarafsız ve nesneldir. Bir durumu dışarıdan değerlendirebilirler. Bu insanlar duygularını daha az gösterme eğilimindedirler. İyi irdeleme yapabildikleri için genellikle kararlarına bağlı kalırlar. İnsanca duygularının pek etkisine kapılmazlar. Hisseden tiplerin mantıksız ve beceriksiz olduklarını düşünebilirler. Standartlara ve ilkelere inanan Dş'ler, genellikle hafifletici nedenlere pek prim vermezler. Duyguları güçlü olsa bile pek göstermezler. İster erkek ister kadın olsun, Dş'ler diğer insanlara hoş olmayan şeyleri daha rahat söyleyebilirler ve işlerine gelmese bile doğruyu söyleme eğilimindedirler. Beğenilen insan olmaya uğraşmazlar. Hissetme işlevini yeğleyen kişiler (H), insan ilişkilerindeki uyuma daha çok önem verirler. İnsanların gereksinimleri, koşullar, kişisel duygular ve sadakatten etkilenirler. Hisseden tipler diğer insanların duygularıyla özdeşleşir. Kararlarının insanları nasıl etkileyeceğine önem verir. Hissedenler duygularını gösterme ve başkalarına sempatiyle yaklaşma eğilimindedirler. Kararlarının çoğuna kendi kişisel özelliklerini katarlar ve birini memnun etmek için kendi yollarının dışına çıkabilirler. Düşünen tiplerin soğuk ve insanlıktan uzak olduklarını düşünebilirler. Hissedenlerin duyguları genellikle ortadadır. Yüzlerinden ve bedenlerinden açıkça anlaşılır. H'ler hoş olmayan şeyler söylemekten kaçınırlar ve karşılarındakini incitmemek için gerçeği söylemekte zorlanırlar. H'ler insanların kendilerini sevmesini isterler. Diğer insanlardan sıcaklık ve onay görmeyi isterler. Erkeklerin %65'i Dş iken %35'i H'dir. Kadınlarda ise bu durum tersinedir. Kadınların %65'i H iken %35'i Dş'dir. posted by gezgin @ 2:17 PM

0 comments

Cuma, Ocak 07, 2005 DUYUMSAMA vs. SEZGİSELLİK Duyumsama ve Sezgisellik, çevremizdeki dünyayı nasıl fark ettiğimizi ve bilgileri nasıl aldığımızı gösterir. Vereceğimiz kararlar ve bunları nasıl uygulayacağımız, çevremizdekileri nasıl algıladığımıza ya da nelere dikkat ettiğimize bağlıdır. Duyumsayan (Du) kişiler bilgiyi beş duyu kanalıyla alır. Bu insanlar her şeyi adım adım ele alır. Sorunlara sistemli bir şekilde yaklaşır. Sabırla kesin veriler elde etmeye çalışır. Direktifleri okur ve buna göre hareket eder. Herşey harfi harfine olmalıdır. Kesin ve ayrıntılı şeylere dikkat eder, resmin bütününü göremeyebilir. Gerçeklere önem verir. Gerçekçi biridir. Bugünde yaşar. Ayağı yere basar. Olmakta olanı, olabilecek olana tercih eder. Bu nedenle olasılıkları araştırmayabilir. Geçmişin önemli olduğuna ve kararlarımızı geçmiş deneyimlere dayandırmamız gerektiğine inanır. Belirli ve ölçülebilir şeyleri sever. Yararlı olmayı severler. Sezgisel (S) insanlar bilgiyi daha geniş bir biçimde alırlar. Verileri farklı parçalar olarak değil de bir bütün olarak özümserler. Yaratıcıdırlar. Hayal güçleri geniştir. Değişiklik ve çeşitliliği sever. Sezgisel tipler bazı gerçekleri ve direktifleri atlayarak tasarıları kendi bildiği gibi ele alabilir. Ayrıntılardan çok bütüne dikkat etme eğilimindedir. İyi gözlem yapamayabilir. Günlük yaşamın gerçeklerinden çok fikirler ve olasılıklar 264

ilgisini çeker. Gelecekte olabilecekleri düşünür. Gelecekte yaşama eğilimindedir. Elindekini değiştirip iyileştirme yollarını arar. Şu anki durumun daha iyi olabileceğini hisseder ve bunu gerçekleştirmenin yollarını araştırır. Yaratıcı olmayı sever. ABD'de yapılan araştırmalar genel nüfusun %75'inin Du, %25'inin de S olduğunu ortaya koymuştur. posted by gezgin @ 2:36 PM

0 comments

DIŞADÖNÜKLÜK vs. İÇEDÖNÜKLÜK Dışadönüklük (D) ve İçedönüklük (İ), dünyaya karşı tutumumuzu, yani insanlar ve nesnelerden oluşan dış dünyaya mı, yoksa düşünceler ve tasarılardan oluşan iç dünyayı mı yeğlediğimizi gösterir. Dışadönükler kendilerini harekete geçirmek ve enerjilerini şarj etmek için diğer insanlarla etkileşime girme ihtiyacı duyarlar. D'ler kolayca konuşur ve kendilerini ifade ederler. Çekingen değil dost canlısıdırlar. D'ler kolay karar verip eyleme geçerler, sorunlarla anında uğraşırlar. Herkes hakkında haber almayı severler. İlgi alanları geniş ve dışa dönüktür. Daha hızlı ve yüksek sesle konuşurlar. Bazen söyleyeceklerini ellerini kullanarak ifade ederler. İçedönükler daha çok yalnız kalmaya gerek duyarlar. Onlar için en değerli şey, düşünmeye ayırabilecekleri zamandır. Bu zaman içinde sorunları dikkatlice düşünürler. İşleri D'lere kıyasla daha yavaş yaparlar. Eyleme geçmeden önce düşünmeyi yeğlerler. Daha sabırlıdırlar. Diğer insanlardan haber alana dek beklemek eğilimindedirler. Daha yavaş ve olasılıkla daha alçak sesle konuşma eğilimindedirler. Beden ve yüz ifadelerini daha az kullanırlar. ABD'de yapılan araştırmalara göre genel toplumun %75'inde dışadönüklük, %25'inde de içedönüklük görülmektedir. D ve İ'lerin cinsiyete göre dağılımı eşittir. D'ler daha çok sayıda olduğu için İ'ler kendilerini, daha dışadönük ve dostcanlısı olmak için baskı altına alınmış hissederler. Evde D ve İ'ler birlikte yaşamakta zorlanabilirler. Her ikisi de diğerinin kendisine veremeyeceği şeyin ihtiyacındadır. D'nin herşey hakkında konuşma gereksinimi İ'nin enerjisini tüketir. D İ'den yanıt alamazsa daha çok konuşmaya çalışır! İ'ler ile karşılaşıldığında, bu insanların en iyi yönlerinin içlerinde gizli olduğunu unutmamak gerekir. Günlük iletişimde bu yönlere ulaşmak zordur. İ'ler karşısındakini iyi tanıdıktan ve ona güvendikten sonra en iyi yönlerini ortaya koymaya başlarlar. Bir çok çiftin D ve İ tercihleri farklıdır ve en başta birbirlerine cazibe duymalarının nedeni de bu zıt özelliklerdir. D'ler İ'lerin sessiz gücüne doğru çekilirler ve bunun kendi canlılıklarına bir denge getirdiğini hissederler. İ'ler ise D'lerin açıklığına ve dost canlısı tutumlarına çekilirler. Ne var ki birlikte yaşamak tamamen farklı bir deneyimdir. Bir eşin tutumunu anlamak, geçinmeyi kolaylaştırabilir. posted by gezgin @ 2:01 PM

0 comments

Çarşamba, Ocak 05, 2005 Bitmeyen Çatışma: YAPIMCI vs. SENARİST Aşağıdaki yazıyı, senarist.tk'da yayınlanan bir yazıya bir yorum olarak yazdım. İlginizi çekebilir: Yapımcı, herkesin bildiği gibi bu işe para kazanma motivasyonu ile girer. Bu iş onun için sadece ve sadece bir ticarettir. En büyük amacı en düşük maliyetle en yüksek geliri elde etmektir. Bu yüzden sinema hakkında bir birikiminin olmaması ile suçlanması abesle iştigaldir. Senaristlerin motivasyonu ise yeteneklerini sergilemek, bir yandan da bundan para kazanmaktır. Yapımcı ile çatıştığı nokta buradadır. Çünkü yapımcılar "ne satıyorsa onu yapmak" zorundadır. Senaristler ise "içlerinden geleni yapmak" zorunluluğu hisseder. Bu ikisi örtüşmeyince (ki genelde örtüşmez) her sanat dalında görülene benzer çatışmalar sinemada da görülmeye başlanır. Siz resimde, tiyatroda, ya da müzikte durum farklı mı zannediyorsunuz? Sergi salonu bulamayan figüratif ressamları, ya da komedi yazmayan oyun yazarlarını bir dinleyin hele... Yapımcı para kazanmak için herşeyi yapar, yapmalıdır da. Çünkü bir film para kazandırmıyorsa bu çark dönmez. Yapımcı bunun için format da satın alır, benzer filmleri tekrar tekrar da çeker. Dünyanın en büyük sinema endüstrisi olan Holywood'da da durum budur, başka ülkelerde de. Format satın aldıkları için yapımcıları suçlamak, çok "naif" bir yaklaşımdan başka bir şey değildir. Her sene 300-400 film üreten Hollywood'da, yapımcı ile senarist arasındaki çatışmayı hafifleten, hatta 265

bunu işbirliğine dönüştüren bir kurum vardır: bu da "menejerlik"tir. Yapımcının ticari kaygıları ile senaristin sanatsal güdülerini bu insanlar uzlaştırır. İnce ruhlu senaristlerin, para motivasyonlu yapımcılar ile mücadele edip yıpranmasını, moralinin bozulmasını, motivasyonunu kaybetmesini menejerler engeller. Sanattan pek fazla anlamayan yapımcılara da hangi senaryoların işe yarayabileceğine dair onlar destek olur. Her sene en fazla 15-20 filmin çekildiği ülkemizde ne yazık ki senaristler için bir menejerlik kurumu henüz oluşmamıştır. Oluştuğu zaman, "mutsuz ve umutsuz" senarist sayısında da büyük bir düşüş yaşanacağından eminim. İlk filmlerini çekenler, ya da filmini istediği gibi çekmek isteyenler her yerde büyük zorluklara katlanırlar. James Cameron'un "Terminator"e yapımcı ararken iki sene boyunca okul otobüsü şoförlüğü ve afiş çizerliği yaptığını biliyor muydunuz? Fikir ve senaryo çalma durumu Holywood'da ve başka ülke sinemalarında da sık sık görülen bir hadisedir. Bunun önünü almak için WGA (Writer's Guild of America) gibi yaptırım kurumları vardır. Türkiye'de SENDER'in kurulması da bu yönde atılmış çok önemli bir adımdır - peki ama bu hayırlı işin bu kadar geç yapılmasının müsebbibi kimdir? Yapımcılar mı? Yapımcıların kötü hikayelere para yatırması ve batırması da bütün dünyada görülen bir durumdur. En son ve en büyük örneklerden biri "Büyük İskender"dir. 150 milyon dolardan fazla bir paraya mal olan Oliver Stone'un bu filmi Amerika'da sadece 20 milyon dolar getirmiştir. (Filmin seyretmeye başladıktan 10 dk sonra "Eyvah, bu bir 'kaybeden' film" dedim kendi kendime. Benim 10 dk'da gördüğümü150 milyon dolar sahibi yapımcılar görememişti.) "Deprem Sigortası"nın gerekliliğini öğrenmek için nasıl bir deprem gerektiyse (ki hala yaptırmayanlar çok), senaryoların çekilmden önce "senaryo doktorlarına" gösterilmesi gerekliliğini öğrenmek için milyonlarca doların kötü hikayelerle batırılması gerekmetedir. KİŞİSEL NOT: Bence Türk sinemasını kurtaracak (ya da "Yeni Türk sinemasını kuracak" demek daha doğru galiba) olan, çok az parayla çok başarılı işlere imza atacak "GERİLLA Senarist-Yönetmenler"dir. Bizim filmini çekmek için hastane kobaylığı yapan Robert Rodriguez'lerimiz, araba kredisi ile film çeken Steven Soderberglerimiz (Sex, Lies & Video Tapes böyle çekilmiştir), ya da çalıştığı markette gece film çekme "yaratıcılığını" gösteren Kevin Smith'lerimiz nerede? Galiba reklam sektöründeler... Ortada "benim çok iyi bir senaryom var" diyen çok sayıda senarist var. Ama gerilla taktikleriyle film çekecek, elini taşın altına sokacak, ultra-girişimci genç yönetmenlerimiz yok. (Bir vaka incelemesi olarak, Robert Rodriguez'in "El Mariachi"yi nasıl yaptığını anlatan "Ekipsiz Asi" kitabını okumanızı tavsiye ederim.) Onlar ortaya çıkana kadar Türk sineması bu halini sürdürecektir. Arada sırada yapılan devlet yardımları ne yazık ki pek işe yaramayacaktır. Yarayacağını düşünenlere Alman sinemasını derinlemesine incelemelerini tavsiye ederim. posted by gezgin @ 4:53 PM

0 comments

Pazartesi, Ocak 03, 2005 Tekrar Seyrederken Geçenlerde TV'de Atilla Dorsay'ın aynı film ("Tabutta Rovaşata") hakkında farklı zamanlarda iki farklı görüş belirttiğini öğrendim. Bu benim de başıma sık gelen bir şey. İlk seyrettiğimde beğenmediğim bazı dizi ve filmleri ikinci seyredişimde beğendiğim oluyor. Ya da tam tersi. Bunlara bir iki örnek vereyim: "Gündoğmadan Önce" ("Before Sunrise") filmini ilk seyrettiğimde gıcık olmuştum. (Yönetmen Richard Linklater, "School of Rock"ı da yönetti). Ama filmi ikinci seyredişimde daha sevimli buldum. Filmi ilk seyredişimde gördüğüm hatalar aynen yerli yerindeydi, yine de bu kez gözüme daha hoş göründü film. Belki de o hataları artık kabullenmiş olduğum için. Aynı şey şu aralar CNBC-E'de tekrarları yayınlanan "Angels in America" için de geçerli. Filmin hâlâ bu ülkeye hiç uygun olmadığını düşünüyorum ama karakterlere karşı daha ılımlıyım bu izleyişimde. Bu kez artık bu şahısların eşcinselliğini ve Tanrı ile ilişkilerindeki bozuklukları görmüyorum (bunlara dikkat etmiyorum) galiba. Daha çok kişisel bunalımlarına odaklanıyorum. Ama bu dizinin hâlâ Türkiye'ye hiç uygun olmadığı kanaatindeyim. "Tanrı" kavramını 500 yıldır hallaç pamuğu gibi atmış ve neticede bir kenara fırlatmış Batı kültürünün bu ürünün, aynı kavramı hiç sorgulamamış ve yakın gelecekte de sorgulayacak gibi durmayan bir toplumda (bizde) doğru değerlendirilebileceğini zannetmiyorum. Dizinin "anadamar" kanallardan birinde değil de, yabancı kültüre maruz kalmış ve yabancı dili rahat konuşan insanların izlediği bir kanalda yayınlanması da bunun kanıtı bence. Bir filmi ya da diziyi ikinci seyredişinde beğenmek, algıda seçiciliğin bir ürünü olabilir. Zihin artık dizi ile 266

ilgili hataları elde var bir sayıyor ve eserin daha kenarda kalmış özelliklerine odaklanıyor olabilir. İkinci seyredişimde daha az beğendiğim filmler de var. Örneğin GORA. Filmi ikinci seyredişimde neredeyse hiç gülmedim. Ve kendi eleştirimi tekrar okuduğumda "eksik yazmışım" dedim. GORA'ya yöneltilen "haset eleştirileri rüzgarı" dindikten ve etkisini kaybettikten sonra (yani benim yazımın da bunlardan biri olarak görülme ihtimali ortadan kalkınca) rekor sayıda izleyici ( 4 milyon) çeken bu filmin senaryosunun daha detaylı bir analizini yapmak niyetindeyim. posted by gezgin @ 7:39 PM

0 comments

Cumartesi, Ocak 01, 2005 KİŞİLİK TİPLERİ (Meyers - Briggs) İnsanlar üçe ayrılır. Sayı saymasını bilenler ve sayı saymasını bilmeyenler ... İş bu kadar basit değil tabii. Psikologlar çok uzun bir süre insanları kişiliklerine göre ayırmaya çalışmışlardır. Bu yazıda bu amaçla oluşturulan yöntemlerin çok işe yarayanlarından birini ele alacağım: MEYERS-BRIGSS Kişilik Envanteri. Bu yönteme göre insanlarda toplam dört çift kişilik özelliği görülmektedir: • • • •

Dışadönüklük (D) - İçedönüklük (İ) Duyumsama (Du) - Sezgisellik (S) Düşünme (Dş) - Hissetme (H) Yargılama (Y) - Algılama (A)

Şimdi bunların hangi kişilik özelliklerine karşılık geldiğini kısaca görelim: DIŞADÖNÜKLÜK - İÇEDÖNÜKLÜK Bunlar, iç dünya ile dış dünya arasındaki tercihimizi belirler. Dışadönükler, kendilerini harekete geçirmek ve enerjilerini şarj etmek için diğer insanlarla etkileşime girme ihtiyacındadır. İçedönükler ise daha çok yalnız kalmaya ihtiyaç duyarlar. Onlar için en değerli şey düşünmeye ayırabilecekleri zamandır. (John Dunbar / Kevin Costner - "Kurtlarla Dans") DUYUMSAMA - SEZGİSELLİK Bunlar, çevremizdeki dünya hakkında bilgileri nasıl edindiğimizi belirler. Duyumsayan kişi genelde gerçekçi, pratik ve akılcıdır. Belirli ve ölçülebilir şeyleri sever. Pratik sorunları kolayca halleder. Direktifleri izler, yerleşik yöntemleri kullanır. Sezgisel insanlar ise verileri parçalar şeklinde değil de bir bütün olarak algılar. Hayal gücü geniştir. Direktifleri atlayıp işleri kendi sezgilerine göre yürütmek isteyebilir. Olasılıklara açıktır. (Örn. "24" dizisindeki kural tanımaz Jack Bauer) DÜŞÜNME - HİSSETME Bunlar, karar verme sürecimizin göstergesidir. Düşünerek karar verenler bir durumu dışarıdan değerlendirebilir. İyi irdeleme yaparlar, insanca duygulara pek kapılmazlar. (Scott Guber - Boston Public) Hissetme yönü baskın insanlar ise insan ilişkilerinde uyuma önem verir. Kararları daha kişisel ve öznel bir tarzda verir. (Steve Harper - Boston Public) YARGILAMA - ALGILAMA Bunlar, daha düzenli bir yaşam tarzıyla, daha esnek bir yaşam tarzı arasındaki tercihimizi gösterir. Yargılayıcı tutumu tercih eden insanlar, yaşamları planlı ve düzenli olduğunda mutlu olurlar. Genellikle kararları kolaylıkla verirler. Algılayıcı tutumu yeğleyenler ise daha rahat ve geniş insanlardır. Ancak gerektiğinde karar verirler. Herşeyin açık uçlu ve değişken olmasını isterler. Kendilerini yaşamın akışına bırakırlar. (Örnek: CNBC-E'deki "Two and a Half Men" dizisinin zıt kardeşler.) Kişilik özellikleri bu kadarla bitmiyor. Her insanın kişiliği bu dört özelliğin kombinasyonundan. Yani kimileri DDuDşY (Dışadönük - Duyusal - Düşünen - Yargılayıcı) iken kimileri de İSHA (İçedönük - Sezgisel Hisseden - Algılayıcı) olabiliyor. Ya da başka kombinasyonlar görülebiliyor. Bu bilgileri büyük ölçüde "Kişiliğinizi Tanımanın Yolları" (Rota Yayınları) kitabından derledim. Kitabı özelde senaristlere, genelde herkese tavsiye ederim. Karakter yaratırken, ya da zaman zaman kendinizle boğuşurken, neyi niye yaptığınızı anlamanıza çok yardımcı olacaktır. İleriki yazılarda bu kişilik tiplerini daha ayrıntılı olarak ele alacağım. 267

posted by gezgin @ 4:50 PM

0 comments

Çarşamba, Aralık 29, 2004 YAZI TAHTASI - Senaryo Yazımı Hakkında Yeni Bir Site Yazı Tahtası adlı sitede, senaryo yazımı ile ilgili ünlü kuramcıların yazdığı makalelerin hem çevirilerini hem de orijinallerini bulabilirsiniz. posted by gezgin @ 6:50 PM

1 comments

Pazartesi, Aralık 27, 2004 Karakterler ve İhtiyaçları - Bazı Örnekler İzleyicinin bir karakter ile özdeşleşmesi ve o karakteri beğenip bütün filmi onunla yaşaması, sadece özdeşleşme yöntemlerinin kullanılmasına bağlı değildir. Ana karakterin film boyunca tatmin etmeye çalıştığı ihtiyacının da makul ve anlaşılır olması gerekir. Eğer ortada böyle bir ihtiyaç yoksa, hangi yöntemi kullanırsanız kullanın izleyici o karakterle özdeşleşmeyecektir. Hikayesi iyi yazılmış bir çok film, böyle bir ihtiyaçtan yoksun olduğu için gişede başarısız olabilmektedir. Aşağıdaki yazıda ele alınan ihtiyaçların sinemadaki örneklerine bir bakalım. BİLİŞSEL İHTİYAÇ: Bu temel bir ihtiyaç değildir. Yani insanın hayatta kalması için gerekli değildir. Ama son zamanlarda en çok konuşulan filmlerden biri olan "The Matrix" bu ihtiyaç üzerine kuruludur. Neo (Thomas Anderson), hayatıyla ilgili bazı derin sorular sormakta ve bunların cevabını aramaktadır. Filmin reklamında kullanılan "What is the Matrix?" sorusu bile, filmdeki temel ihtiyacın, bilgi edinme ihtiyacı olduğunu ortaya koymaktadır. ESTETİK İHTİYAÇ: "Gerçek" bu başlık altında ele alınmıştır. Bu da temel bir ihtiyaç değildir. Ama bazen insanlar hayatlarını ve bütün temel ihtiyaçlarının giderilmesini tehlikeye atarak bu ihtiyacı gidermeye çalışırlar. "Başkan'ın Bütün Adamları" böyle bir filmdir. Bu filmde Dustin Hoffman ve Robert Redford'un canlandırdığı iki gazeteci, her ne pahasına olursa olsun gerçeği ortaya çıkarmak için çabalar, hatta hayatlarını tehlikeye atarlar. SEVGİ VE AİT OLMA: Kendine uygun bir eş bulma, bu eş ile bir aile kurma, bu aileye ait olma istekleri, bu ihtiyacın tezahürleridir. Bir takım tutmak, bir dine inanmak (kısmen), milliyetçilik de bu ihtiyacın farklı yansımalarıdır. "Kayıp Balık NEMO" filminin bu kadar tutulmasının altında yatan en temel nedenlerden biri bence bu ihtiyacı işlemesiydi. Bir babanın kayıp yavrusuna kavuşma öyküsü herkesi çok derinden yakalayan bir temadır. Bir filmde ne kadar temel bir ihtiyacı ele alırsanız, o kadar geniş bir izleyici kitlesine hitap edersiniz. Çünkü bir ihtiyaç ne kadar temel ise o kadar kültürler üstüdür. İnsanların hayatta kalma çabalarının işlendiği felaket ve korku filmlerinin dünyanın her yerinde bu kadar tutulmasının temel nedeni de budur. Ama sadece bir ihtiyaç üzerine kurulu filmler genelde yavan olur. Bir alt düzey ihtiyaç ile bir üst düzey ihtiyacın karşılanma çabaları aynı hikayede ele alınabilirse bu çok etkileyici olur. Örneğin "TITANIC" filmindeki Rose (Kate Winslet) karakteri, hem "Kendini Gerçekleştirme", hem "Sevgi ve Ait Olma" hem de "Hayatta Kalma - Fizyolojik" ihtiyaçlarını karşılamaya çalışmaktadır. "Billy Elliot" filminde Billy "Kendini Gerçekleştirme" ihtiyacını karşılamaya çalışırken Billy'nin babası ve ağabeyi "Fizyolojik İhtiyaçlar"ını karşılamak (işten kovulmamak, işlerine geri dönmek) derdindedir. Ama dikkat edin. Bir filmde ikiden fazla ihtiyacın karşılanmasını ele almak genelde risklidir. Hikayeyi toparlayamayabilirsiniz. Bu nedenle başlangıçta sadece iki ihtiyacı ele almanız doğru olur. posted by gezgin @ 5:33 PM

0 comments

Cumartesi, Aralık 25, 2004 TEMEL İNSAN GÜDÜLERİ İnsanlar neyi neden yapar? Bu sorunun cevabı, insanın temel ihtiyaçlarını inceleyen psikologlar tarafından çok net bir biçimde verilmiştir. Özellikle Abraham H. Maslow adlı "hümanistik" psikolog, bu konuyla ilgili çok ayrıntılı ve güzel şeyler söylemiştir. (Türkçe'deki en önemli kitabı "İnsan Olmanın Psikolojisi")

268

Temel İhtiyaçlar Bu ihtiyaçlar hiyerarşik bir özellik gösterirler. Yani ancak daha temeldeki bir ihtiyaç karşılandıktan sonra daha üst düzeydeki bir ihtiyaç kendini gösterebilir (istisnai durumlar vardır, ama genel kural budur). Aşağıdaki sıralamada en temel ihtiyaç "fizyolojik ihtiyaçlar"dır. Bir insan temel fizyolojik ihtiyaçlarını giderdikten sonra güvenlik, sevgi ve saygı ihtiyaçlarını gidermeye çabalamaya başlar. 1) Fizyolojik İhtiyaçlar: Yemek, su, ısı, cinsellik. 2) Güvenlik İhtiyaçları: Tehditkar olmayan, düzenli, öngörülebilir ortamlarda bulunma ihtiyacı. 3) Sevgi ve ait olma ihtiyacı: Karşılıklı sevgi alışverişinin yaşandığı ilişkiler kurma ve bir gruba ait olma ihtiyacı. 4) Saygınlık ihtiyacı: İnsanın kendisi hakkında olumlu bir görüşe sahip olma ve bunu devam ettirme ihtiyacı. Başkalarının nazarında da saygıdeğer biri olma ihtiyacı. Maslow'un piramidinde bu ihtiyaçlara "eksiklik" ("deficiency") ihtiyaçları da denir. Çünkü organizma, bu ihtiyaçlardan biri eksik olduğunda harekete geçer. İnsanı harekete geçiren motivler bunlarla sınırlı değildir. Bu ihtiyaçlar karşılandıktan sonra, adına "meta ihtiyaçlar" ya da "büyüme ihtiyaçları" denen bir başka grup ihtiyaç ortaya çıkar. Bunlar da aşağıdaki gibidir. 5) Bilişsel İhtiyaçlar: Bilgi edinme ihtiyacı, simetri ihtiyacı. 6) Estetik İhtiyaçlar: İyilik, güzellik, gerçek/hakikat, adalet 7) Kendini gerçekleştirme: Kişinin tüm potansiyelini kullanabilmesi, kendini yaratıcı ve üretken biçimde ortaya koyabilme ihtiyacı Bu ihtiyaçların kendini senaryo yazımında nasıl gösterdiğini başka yazılarda ele alacağım. posted by gezgin @ 3:41 PM

0 comments

Cuma, Aralık 24, 2004 KARAKTERİN ÖNEMİ Daha önce (26 Ekim 2004) "Orijinal Karakter Yaratmak" diye bir yazı yazmıştım. Ama karakter yazma konusunun işlenme zamanına asıl şimdi gelmiş bulunuyoruz. "Karakter mi hikaye mi daha önemlidir?" sorusu en az 2000 yıllıktır. Aristo sormuştur ve "hikaye" diye de kendi kendine cevaplamıştır. Ama daha sonra, özellikle de günümüzün kuramcıları ve yazarları, "Hadi oradan" şeklinde cevap vermişlerdir Aristo'ya, "asıl önemli olan karakterdir". Ben de bu ekolün taraftarıyım. Neden olduğunu açıklayayım: Her hikaye, izleyicinin karakter üzerinden yaşadığı bir deneyimdir. Eğer hikayeyi belirli bir yöne akan bir nehre benzetirsek, karakter o nehirde yol almamızı sağlayan sandal gibidir. O sandala bineriz (özdeşleşme) ve sandalın gittiği yere (dış motivasyon) gideriz. Eğer ortada bir sandal yok da bir sürü odun parçası varsa (karakter haline gelememiş tipler), bunlardan birine tutunmak zorunda kalırız. Neticede akıntılar, girdaplar arasında çok heyecanlı, bol aksiyonlu bir yolculuk yaparız belki ama, bunun doyurucu olduğu söylenemez. En azından ben öyle düşünüyorum. Karaktere önem vermeyen filmler genelde aksiyon filmleridir - "Con Air" böyle bir filmdir. Kim, neyi, niçin yapıyor soruları ya hiç yanıtlanmaz, ya da çok yüzeysel olarak geçiştirilir. Genel olarak seyirci bu tür filmlere zaten karakter izlemek için gitmez. İki hoş saat geçirmek için gider. Ama bu tür filmlerde bilen karakter hakkında bir şeyler söylemek, filmdeki aksiyonun gücünü büyük ölçüde artırabilir. Aksiyon dışındaki film türleri, karakterin yeterince işlenmemesini affetmez. Korku filmleri bile böyledir. Karakterin neyi neden yaptığına dair inandırıcı ve insancıl nedenler ("background") öğrenirsek, onunla daha derin bir duygusal bağlantı kurarız. Ve filmin izleyici üzerindeki etkisi bir kaç kat artar. Umursamadığımız birinin kafasına meteor düşse kılımız kıpırdamaz, ama uygun bir biçimde özdeşleşme sağladığımız kişinin eline iğne batsa bizim de canımız yanar. Bu tür filmlere örnek olarak "Yasak İlişki"yi verebilirim. C. Eastwood'un bu küçük başyapıtında Meryl Streep, çiftlikte yaşayan bir ev kadınını canlandırıyordu. Kadının monoton hayatı içindeki yalnızlığı o kadar güzel bir biçimde veriliyordu ki, sanırım filmi izleyen herkes, filmin sonunda kadının C. Eastwood ile gitmesini istemiştir. 269

Karakterin yeterince işlenmemesi, Türk filmlerinde genel olarak gördüğümüz bir sorundur. Son yılların favori türü "komedi" olduğu için genel olarak karakterler yüzeysel bir biçimde geçitirilmektedir. "Neredesin Firuze"de Ferhat'ın (Özcan Deniz) neden şarkıcı olmak istediğini bilmeyiz mesela. Olamayınca da çok önemsemeyiz. Oysa "Full Monty" ("Anadan Doğma") filmini hatırlayın. Bir grup işsiz İngiliz'in para kazanmak için bir striptiz şovu sahnelediği film. Filmde, her karakterin neden para kazanmak zorunda olduğunu tek tek öğreniyorduk. Bu sayede bir yandan gülmekten kırılırken diğer yandan "parasızlık insana neler yaptırıyor" diyerek onların duygularını paylaşıyorduk. Oysa Firuze'de karakterler çok yüzeysel kalıyordu. Sadece doğum sırasında karısını kaybeden adam hakkında biraz üzülüyorduk o kadar. posted by gezgin @ 6:18 PM

1 comments

Çarşamba, Aralık 15, 2004 Cem Yılmaz ve PAVLOV'un Köpeği Özellikle komedi oyuncularının başına gelen bir durumdur: adamın yüzünü görünce otomatikman gülmeye başlarsınız. Yüzünüze yayılan gülümsemeye mani olamazsınız. "Neden gülüyorsun?" diye sorarlarsa cevap hazırdır: "Adamın tipi komik." ("Tipi komik" dediğiniz adam her sabah aynaya bakınca kendine gülüyor mu acaba? Cevabı aşağıda.) Aslında "komik" diye bir tip yoktur. Sadece belirli bir tepki ("response" - burada "gülme") ile belirli bir uyaran ("stimulus" - bu örnekte "yüz") arasında kurulan bir koşullanma ("conditioning") bağı vardır. Bu koşullanma bağını kurduğunuz her yüz komik hale gelir. Bu durumu bir örnekle açıklayalım. Sonra da (bu aralar gündemde olduğu için) Cem Yılmaz üzerinden bu örneği genişletelim. 1-) Arının iğnesiyle insanı sokması koşullanmamış bir uyarandır ("unconditioned stimulus" - US). Bu uyaran sonunda 2-) Koşullanmamış bir tepki ("unconditioned response" - UR) olan acı çekme olayı yaşanır. Buradaki "koşullanmamış" ifadesinin anlamı "öğrenilmemiş"tir. Arının iğnesi doğada bulunan bir uyarandır. Aynı şekilde iğne batınca acı çekmek de öğrenilmez, bu vucüdun doğal bir mekanizmasıdır. 3-) Küçük bir çocuk düşünelim. Bu çocuğun eline ilk kez bir arı konsun. Çocuk bu arıdan korkmaz, bu arının görüntüsü onun için nötrdür. 4-) Bu arı iğnesini çocuğa batırınca (US) koşullanmamış tepki olan acı çekme olayı (UR) yaşanır. Ama bu arada bir başka olay daha yaşanır. O da arının görüntüsü ile acı çekme arasında bir bağlantı kurulmasıdır. Bu görüntü ile acı çekme olayı arasıda kurulan bağlantıya "koşullanma" denir. 5-) Bu koşullanmadan sonra arının sadece görüntüsü (koşullanmış uyaran - "conditioned stimulus" - CS) bile korkuya (koşullanmış tepki - "conditioned response" - CR) neden olur. Artık o çocuk her arı gördüğünde korku duyacaktır - ısırılmasa bile. Mekanizmayı sanırım anladınız: Önceleri insanda hiçbir tepki yaratmayan nötr bir uyaran (arının görüntüsü), bir ya da bir kaç olaydan sonra koşullanmış bir tepki (korku) uyandırıyor. Bu, günlük hayatta sandığınızdan da çok yaşadığınız bir olaydır. Limon görünce ağzınızın sulanması, güzel bir yemek kokusu duyunca midenizin guruldaması hep koşullanma sonucu verdiğiniz tepkilerdir. Hiç limon yememiş birinin ağzı limon görünce sulanmaz, ya da hiç tatmadığınız bir yemeğin kokusunu duyunca bir tepki vermezsiniz. Bu örneği Cem Yılmaz'a (ya da 10 yıl öncesinin Şener Şen'ine, 20 yıl öncesinin Kemal Sunal'ına) uyarlayarak "adamın yüzüne bakıp gülme" olayını inceleyelim. [Bu örneğin kolay anlaşılmasını sağlamak için "espri" ve "komiklik"i koşullanmamış uyaranlar, "gülme"yi de koşullanmamış tepkiler olarak kabul edeceğim. Gülmek doğuştan mıdır, yoksa bir üst düzey koşullanma mıdır ("higher order conditioning") meselesini burada tartışmayacağım] 1-) Komik bir espri, koşullanmamış bir uyarandır. Bu uyaran sonucunda, 2-) Koşullanmamış tepki, yani gülme olayı meydana gelir. 3-) Cem Yılmaz'ın yüzünü hayatınızda ilk kez (örneğin bir fotoğrafta ya da komik olmayan bir röportaj sırasında) gördüğünüzü düşünelim. Bu olayda Cem Yılmaz'a gülmezsiniz. Adamın yüzü sizin için nötrdür. 4-) Sonra bir Cem Yılmaz gösterisi izlediğinizi düşünelim. Cem Yılmaz arka arkaya sizi koltuğunuzdan düşürecek espriler yapıyor olsun. Siz bir taraftan gülerken diğer taraftan (hiç farkında olmadan) Cem 270

Yılmaz'ın yüzü ile gülme olayı arasında bir bağlantı kurarsınız. Artık koşullanmışsınızdır. 5-) Bundan sonra Cem Yılmaz'ı her gördüğünüzde ister istemez yüzünüzde bir gülümseme belirir. Hele bu koşullanma, Cem Yılmaz'ın şovlarını tekrar tekrar izlemek suretiyle güçlendirildiyse, adamın "tipinin bile komik" olduğunu söylersiniz. Yani iş sihir ya da keramet değil, basit bir koşullanma hadisesidir. Bu olay, Cem Yılmaz'ın şovlarının ve filmlerinin neden bu kadar çok kahkaha aldığını da kısmen açıklar (işin içinde başka -özellikle de bilişsel- etkenler de var). İnsanlar Cem Yılmaz'ın gösterilerine zaten gülmeye hazır, gülmeye kurulmuş bir biçimde gitmektedir. Bu nedenle Cem Yılmaz bazen hiçbir şey yapmayarak bile insanları dakikalarca güldürebilmektedir. Filmlerde "yıldız etkisi" dediğim şey de aslında büyük ölçüde "koşullanma" olayıyla ilgilidir. Bir oyuncu bir süre benzer rollerde oynarsa, o rolün uyandırdığı duygu ile o oyuncu arasında bir koşullanma bağı kurulur. Örneğin Bruce Willis ile aksiyon filmleri, Julia Roberts ile romantik komediler, Robert De Niro ile mafya ve suç filmleri arasında böyle bir bağ vardır. Bu bağın farkında olan yönetmenler, senaryodaki duyguya uygun oyuncuları tercih ederler ve izleyiciyi senaryoyla uzun uzadıya etkilemeye çalışmak yerine oyuncu ile seyirci arasında önceden kurulmuş bu bağdan faydalanırlar. "Bütün bunların senaryo yazımı ile ne ilgisi var?" diyebilirsiniz. Doğrudan bir bağlantısı yok, ama biraz düşününce aslında bayağı ilgili olduğunu göreceksiniz. posted by gezgin @ 3:06 PM

1 comments

Cuma, Aralık 10, 2004 TV'de Film İzlemek Üzerine Ne kadar iyi bir senarist ya da yönetmen olursanız olun, yazdığınız ya da çektiğiniz film, eseriniz üzerinde tasarrufu bulunduğunu zanneden bazı kişiler tarafından beğenilmeyip "yeniden kurgulanabilir". Sansür'den bahsetmiyorum - sansür bir grup "değer"e göre yapılır ve kabul edilir olmasa da anlaşılır nedenleri vardır. Ama TV'de oynayan filmlerin birileri tarafından kurgulanıp kısaltılması kabul edilebilir de değildir, anlaşılır da. Yakın zamanda bu uygulamanın bir örneğini bir özel kanalda izlediğim "Replacements" filminde gördüm. Keanu Reeves ve Gene Hackman'ın oynadığı bu filmi vaktiyle kaçırmıştım, ve TV'de oynayacağını öğrenince sevindim ve gecenin bir vaktinde TV'nin karşısına geçtim. (Film izlemenin "pasif" bir eylem olduğunu düşünenler çok yanılırlar. İzleyici düşünsel olarak gördüklerini izleyip analiz ederken duygusal olarak da karakterler ile bağlantı kurar. Bayağı yoğunlaşma ve emek isteyen bir iştir yani) Reklamdı, tanıtımdı derken filmin 3. Perdesinin zirvesine geldik. Saat de gecenin 1'ini geçmiş. Filmi izleyenler bilir: Keanu Reeves'in Rugby takımına geri döndüğü ve takımın kaderinin belirleneceği maçın ikinci yarısının oynanacağı sahne. Bütün film boyunca izleyeceğimizi içten içe bildiğimiz ve beklediğimiz, heyecanın doruklarda dolaştığı sahne. Fakat o da ne?! Keanu sahaya girdikten bir saniye sonra filmin finalinden 5-10 saniyelik bazı görüntüler görüyoruz. Maç oynanmış, kazanılmış, ve bizimkiler bunu kutluyorlar. Peki nerede "final"? GİTMİŞ! YOK! UÇMUŞ! Filmi oynatan kanalda birisi şöyle düşünmüş olmalı: 1) Ben Howard Deutch'tan daha iyi bir yönetmenim, film aslında böyle kurgulanmalıydı. 2) Bu saatte bu filmi seyredenin aklına şaşayım. Seyredenler kesinlikle bu "ufak" operasyonu anlamazlar. 3) Adam olana filmin bu kadarı çok bile. Nasılsa anlamışsınızdır bu sahnede neler olduğunu. Buna benzer bir durumu, en sevdiğim filmlerden biri olan "Point Break"de ("Kırılma Noktası") de yaşamıştım. Sahne sahne bildiğim filmi TV'de izlerken yaklaşık 30 dakikasının uçtuğunu fark etmiştim.

271

Özetle: Bir daha TV'de film izlemeye oturduğumda çok ama çok dikkatli olacağım. "Kara liste"ye giren kanallara bakmayacağım bile. posted by gezgin @ 6:29 PM

0 comments

Perşembe, Aralık 02, 2004 Sitcom'larda Durum Reenkarnasyonu Sitcom'larda belirli konular zaman içinde tekrar tekrar ortaya çıkar (durumsal "reenkarnasyon"). Bu kaçınılmaz bir durumdur ve bir kaç sebebi vardır: 1) Sictom formatı, yazarın belirli konular etrafında dönmesine neden olur. 2-3 saat sürebilen uzun metrajlı filmlerde olduğu gibi istediğin her konuyu işleme şansın yoktur. 30-60 dakikada ele alıp çözebileceğin konular bellidir. 2) Sitcom, bütün dünyada (özellikle de Amerika ve İngiltere'de) uzun süredir kullanılan bir formattır. Yani adamlar bu yola bizden çok daha önce yola çıkmış, hatta bütün yolu bir kaç defa kat etmişlerdir. Bu nedenle ortalıkta ele almadık konu neredeyse kalmamıştır. Amerika'da çekilen bir dizide ele alınan bir konunun, bir Türk dizisinde de görülmesi bu açıdan anlayışla karşılanmalıdır. 3) Şehirde yaşayan orta sınıfa mensup insanların başına gelebilecek olayların sayısı sınırlıdır. Toplasan 300'ü geçmez. (Aslında biri çıkıp "sitcom durumları envanteri" diye bir şey hazırlasa... Güzel olmaz mıydı?) Bu nedenle, benzer ekonomik ve kültürel sınıfları ele alan sitcomların, eninde sonunda benzer durumaları ("situation comedy") anlatması kaçınılmazdır. Burada dikkat edilmesi gereken mesele, başka dizilerden doğrudan çalıntı yapılmamasıdır. Yabancı bir dizinin bir bölümünün hemen hemen aynısının yerli bir dizide kullanılması, affedilecek bir hareket değildir. (Kim affetmiyor? sorusunun cevabı, oldukça felsefi kaçacağından, burada ele almıyorum) . Dün gece (1 Aralık 04) izlediğim "Avrupa Yakası"ndaki bir sahnenin benzerini "Coupling"de de görmüştüm. Hani Aslı'nın sevgilisi Cem'in, kendisi için düzenlenen doğumgünü partisinde, soyunması olayı. Olayın aynısı Coupling'de Jeff'in başına geliyordu. Ama aradaki benzerlik sadece bu soyunma olayından ibaretti, çünkü olaylar her iki dizide de daha farklı ilerliyordu. Cem sadece gömleğinin önünü açıyordu. Jeff ise iç çamaşırlarının tamamını çıkarıyordu - daha büyük bir kahkaha aldığını tahmin edebilirsiniz. Yine yakın zamanda "Avrupa Yakası"nda gördüğümüz "dizi çekme" olayının benzeri de, "Seinfeld"in ilk bölümlerinde karşımıza çıkmıştı. "A show about nothing" temalı bu bölümlerde Jerry ve George bir dizi çekmeye karar veriyorlar ve bu tekliflerini bir kanala kabul ettiriyorlardı. 4-5 bölüm süren bu macera da başarısızlıkla sonuçlanıyordu. (Seinfeld'in şu esprisini anlatmadan geçemeyeceğim: "Kadınlar ayakkabılara, erkekler de kadınların göğüs dekoltelerine bakarken Uzaylılar dünyaya gelip gitmiş ve hiç kimse onları görmemiş olabilir.") Avrupa Yakası'nda da Aslı ve Volkan bir dizide oyunculuk yapmaya başlıyor, ama dizi daha ilk gecesinde yayından kaldırılıyordu. Özellikle Aslı'nın (Gülse Birsel) "kötü oyuncu"yu canlandırdığı sahneler gerçekten çok eğlenceliydi. Özetlersem: Sitcomlarda benzer durumların görülmesi son derece normaldir, yeterki bu benzerlik makul bir yerde kalsın. posted by gezgin @ 3:29 PM

0 comments

Çarşamba, Aralık 01, 2004 3 Perdeli Yapı Hakkında Bir Kaç Söz Daha Yazdığım bir mail'den alıntılar: 3 Perdeli (dikkat edin, "Perdelik" değil) Yapı ve senaryo yazımı ile ilgili diğer bilgiler hakkında ilk kez ayrıntılı bilgi edinince keyfim kaçmıştı. Bir dosya dolusu film fikrim aniden 2. hatta 3. lige düşmüştü. Ama işe artık şöyle bakıyorum: eğer bu bilgileri kullanarak senaryo yazarsam, filmin başarılı olma ihtimali çok daha yükselir. Çünkü hemen tüm başarılı senaryolar bu yapıyı ve bu bilgileri kullanıyorlar. Her film 3 perdeli yapıyı kullanmaz. Hatta bizzat bu yapının öngördüğünün zıddını yapan filmler de vardır: "Pulp Fiction" bunlardan biridir. Avrupa filmleri arasında da 3 perdeli yapıyı çok gevşek kullanan ya da hiç kullanmayanlar var. Ve gayet de başarılılar.

272

3 Perdeli Yapı bir öneridir, izleyicinin algılama örüntülerinin ("pattern") uzun yıllar incelenmesi sonucunda ortaya çıkmıştır. Ve derdini anlatmakta yazara yardımcı olmayı amaçlar. Bir deli gömleği değildir, daha çok, terzilerin kullandığı patron kalıpları gibi düşünülebilir. Kalıplar her insan için hemen hemen aynıdır, ama elbisesi dikilen kişinin özgün beden yapısına göre bazı değişiklikler yapılır. posted by gezgin @ 3:45 PM

0 comments

"Mezarını Derin Kaz" ("Shallow Grave") Hakkında Yakın zamanda "Mezarını Derin Kaz" ("Shallow Grave" - 1995) bir televizyon kanalında yayınlandı. Bu filmi vizyona girdiğinde değil de DVD'de seyretmiştim geçen yaz (2003). Fena bir film değildi. Her film izledikten sonra yaptığım gibi IMDB'ye girip hakkında yazılan eleştirileri okumuştum ("external reviews" bölümü). Ve şaşırıp kalmıştım. Çünkü filmden, neredeyse İngiliz sinemasını kurtaran film olarak bahsediliyordu. "Herhalde İngilizler çok ümitsiz durumdaydılar" diye düşünüp konuyu kapattım. Ama yakın zamanda tekrar karşıma çıkınca SANARİST/SENARYORUM'a yazayım dedim. Filmin özeti şu: Aynı evde kalan üç kiracı, dördüncü bir kiracı alırlar. Ama yeni gelen adam, bir süre sonra arkasında para dolu bir çanta bırakarak ölür. Diğer kiracılar durumu polise bildirmek yerine cesetten kurtulmaya ve parayı bölüşmeye karar verirler. Sığ bir mezara ("Shallow Grave") gömdükleri ceset polis tarafından bulunur ve bir soruşturma başlatılır. Bu arada üç arkadaş da birbirine düşer. Vs. vs. Hadise bu. Orta karar bir kara-komedi yani. Filmde ilginç bulduğum tek yan, karakterlerden birinin kafayı sıyırdıktan sonra evin çatısına taşınması ve aşağıdaki arkadaşlarını görmek için evin tavanına delikler açmasıydı. Onun dışında "buluş" denilebilecek hemen hiçbir şey yoktu. Eğer bu film İngiliz sinemasını kurtardıysa, herhalde İngiliz sinemasının boğazına yemek kaçmış, bu film de sırta inen bir yumruk şeklinde sinemayı kurtarmış diye düşünüyorum. Büyük bir kalp ya da beyin ameliyatı söz konusu değil yani. Ama şunu da teslim etmek gerek: film kötü değil. Fazlalıklardan arındırılmış, temiz bir senaryosu var. Oyuncular da genel olarak başarılılar. Özellikle Ewan McGregor'un eğlenceli olduğunu hatırlıyorum. Film 2.5 milyon dolara mal olmuş ve 20 milyon dolar getirmiş. Ben yine "Türkiye'de böyle bir film senaryosunun yazılması için hiçbir engel yok" diyeceğim. (2.5 milyon dolar yatırım 20 milyon dolar kazanmak hangi yatırımcının hoşuna gitmez ki). Gereken tek şey kağıt, kalem (bilgisayar da olur), bir imla klavuzu, biraz da senaryo kuramı bilgisi... Roger Ebert'in filmle ilgili eleştirisini de faideli bulabilirsiniz. posted by gezgin @ 3:00 PM

0 comments

Cuma, Kasım 26, 2004 İLGİNÇ YAN KARAKTERLER "Tutan Dizi Yazmak" yazısında, kaliteli dizilerde bulunması gereken öğeleri sıralarken "ilginç yan karakterler"i de saymıştım. Bu yan karakterler, aslında göründüğünden daha büyük işlevler yüklenirler. Dizinin ana karakterleri nispeten akılcı davranırken, bu yan karakterler istedikleri kadar saçmalayabilir, böylece seyircinin dizi izlemekteki birincil motivasyonunu, yani sıkıntıdan kurtulma isteğini tatmin ederler. Bazı yabancı örneklere bakalım: "COUPLING" dizisinin ilk iki sezonunda en ilginç karakter kimdi sizce? Bu soruya "JEFF"ten başka bir cevap olacağını sanmıyorum. Kadınlarla ilgili bu kadar az deneyim yaşamış bir insanın, ilişkiler hakkında bu kadar çok (ve saçma) kuram üretmiş olması bile tek başına çok komik. Dizinin son sezonunda Jeff karakteri ayrılmış, yerine Oliver diye bir tip koymaya çalışmışlardı, ama tutmadı ve diziye son vermek zorunda kaldılar. (Alınacak ders: Yan karakterler bazen dizinin kaderini etkileyecek kadar önem kazanabiliyor.) "SEINFELD"e bakalım. İzleyicilerin yarısı, "Dizide en çok hangi karakteri seviyorsunuz?" sorusuna ne cevap vermişler biliyor musunuz? COSMO KRAMER! Sadece kapıdan girişi bile bir ekol olan, acayip saç kesimli, belirli bir işi bulunmayan, durmadan Jerry'nin dairesine dalıp buzdolabından yiyecek bir şeyler 273

alan, arada sırada "parlak" fikirler üreten bu adam, 9 sezon (169 bölüm) neticesinde dizinin en sevilen karakteri haline gelmiş. (Alınacak ders: izleyiciler, dizilerde herkesin aklı başında davrandığını görmek istemiyor. Arada bir saçmalayan karakterler de görmek istiyor. Hatta onlara bayılıyor.) Yerli örneklere de bakalım: "AVRUPA YAKASI" dediğiniz zaman, aklınıza ilk hangi isimler geliyor? Aslı ile Volkan mı? Şehsu ile Selin mi? Benim aklıma ikinciler geliyor çünkü insan beyni, yapısı itibariyle sıradışı olanı daha çok hatırlar. Bence hem konuşma şekilleri, hem de görüntüleri ile eksen karakterlerden daha dikkat çekiciler. (Alınacak ders: İlginç yan karakterler her ekonomik sınıftan, her kültürel arkaplandan olabilir.) "EN SON BABALAR DUYAR"ın ilk bölümlerindeki en ilginç tip kimdi sizce? Damat Kadir değil mi? Her işinde mutlaka bir sahtekarlık olan bu adam, dizinin tuzu biberiydi. Her bölümde ortaya kurnaz bir fikirle çıkmasını ve sonunda da cezasını bulmasını bekliyorduk. İlerleyen bölümlerde ailenin anne babası diziden ayrılınca, yazarlar/yapımcı öyküyü Kadir'in üzerine kurmaya karar verdiler. Dizi devam ettiğine göre, maliyetini yeterince karşılıyor olmalı. Ama o ilk sezondaki aile sıcaklığından da bir şeyler kaybettiğini düşünüyorum. (Alınacak Ders: Seyirci bu çılgın tipleri genelde yan karakterler olarak görmek istiyor, eksen karakter olmalarını pek istemiyor, çünkü onlarla özdeşleşme kurmak daha zor.) (Karşılaştırınız: ÇOCUKLAR DUYMASIN'daki Light Selami'nin ÇOCUKLAR NE OLACAK'ta eksen karakter haline gelmesi.) "EKMEK TEKNESİ"ndeki KİRLİ (Kadir Çöpdemir) ve CENGİZ (Peker Açıkalın) de, sıradışılıkları ile diziye renk katan, pek makul olmayan davranışlarıyla da dramatik fırsatlar yaratan tiplerdir. Yan karakterlerle ilgili bu durum, sinema filmlerinde de vardır. Bu gibi karakterler filmlerde de son derece işlevseldir, baş karakterlerin yapamayacağı saçma ama işe yarar şeyleri yaparlar. "NOTTING HILL" deki Mike (Hugh Grant'in ev arkadaşı), "LETHAL WEAPON 4"teki Joe Pesci, "STAR WARS" filmlerindeki CP3 ve R2D2 karakterleri bunlara örnektir. posted by gezgin @ 5:22 PM

0 comments

"TITANIC" ve 3 Perdeli Yapı Bu filme kısa bir analiz yapmak biraz ironik, ama başka çarem yok. Aksi takdirde o kadar uzun bir analiz yapmak zorunda kalırım ki, kimse okumaz. AŞAMA 1 - SERİM : Küçük denizaltıların Titanic'e girmesi ve bir kasayı yüzeye çıkarmaları, ama kasanın içinden "Okyanusun Kalbi" adlı elmasın çıkmaması. Yaşlı Rose'un izlediği TV programı sonucu, Titanic'teki araştırmacıları araması. DÖNÜM NOKTASI 1 - FIRSAT : Rose'un, torunuyla birlikte araştırma gemisi Keldysh'e gelmesi. AŞAMA 2 - YENİ DURUM : Yaşlı Rose hikayesini anlatmaya başlar: ("Flashback") Genç Rose'un annesi ve nişanlısıyla Titanic'e binmesi. Jack Dawson'un da Titanic biletini kazanması. Rose'un, nişanlısı ile pek anlaşamadığını gösteren sahneler. Jack ise resim çizmekle meşguldür. DÖNÜM NOKTASI 2 - PLANLARDA DEĞİŞİKLİK : Bilinmeyen bir nedenle Rose intihara kalkışır ama Jack onu ikna eder ve suya düşmekten kurtarır. AŞAMA 3 - İLERLEME : Jack, Rose'un nişanlısı Cal tarafından yemeğe davet edilir. Bu yemekten sonra da Jack Rose'u 3. sınıf yolcuların eğlencesine götürür. Rose orada gerçekten çok eğlenir. Cal, Rose'un Jack ile yakınlaşmasını tasvip etmez. Ama yaşadığı (ve yaşayacağı) hayattan mutsuz olan Rose, Jack'in vaad ettiği özgür yaşamı tercih eder. DÖNÜM NOKTASI 3 - DÖNÜŞÜ OLMAYAN NOKTA : Jack ile Rose, geminin ambarında sevişirler. Hemen akabinde Titanic buz dağına çarpar. (Cameron'dan çok akıllıca bir dönüm noktası seçimi) AŞAMA 4 - ENGELLER / ZORLUKLAR : Rose ve Jack, ilişkilerini Cal'e ve Rose'un annesine söylemeye karar verirler. Ama Cal, Jack'i hırsızlıktan tutuklattırır. Bu arada geminin batacağı kesin olarak anlaşılmıştır. Yapılacak tek şey, yolcuları tahliye etmektir. Ama gemideki cankurtaran sandalları, yolcuların ancak yarısını alabilecek kapasitededir. Rose, tam cankurtaran sandalına binecekken vazgeçer ve Jack'i bulmaya karar verir. Jack'in tutuklu bulunduğu bölüm kısmen su altında olduğu için bu çok zor olur, ama en sonunda iki genç aşık, büyük 274

engelleri aşarak güverteye çıkmayı başarırlar. DÖNÜM NOKTASI 4 - EN BÜYÜK AKSİLİK : Jack ve Cal Rose'u bir cankurtaran sandalına bindirirler. Rose bu kez de yarı yoldaki sandaldan gemiye geri atlar ve Jack'e koşar. Cal iki aşığı öldürmeye çalışır, ama başaramaz. AŞAMA - 5 - SON HÜCUM : Geminin batışı yaklaşmaktadır. Jack ve Rose'un hayatta kalma çabalarının yanı sıra, diğer yolcuların da bu can pazarında nasıl davrandıklarını izleriz ibretle. DÖNÜM NOKTASI 5 - DORUK : Bu, geminin ortadan bölündüğü, ardından da tamamen suya battığı sahnedir. Önce Jack ve Rose da gemiyle birlikte suya gömülür, sonra su yüzüne çıkarlar. AŞAMA 6 - SONUÇ : Jack soğuktan ölür. Rose ise geri dönen bir cankurtaran sandalı tarafından kurtarılır. ("Flashback" biter) Yaşlı Rose, kurtulduktan sonra neler olduğunu anlatır. Elmasın hâlâ kendisinde olduğunu söylemez. Herkes uyurken elması okyanusun derinliklerine bırakır. Sonra da yatağında ölür, ve öldükten sonra Jack ile buluşur. posted by gezgin @ 4:58 PM

0 comments

Salı, Kasım 23, 2004 Garantili Bir Aksiyon Sekansı: BİNALARA GİRİŞ VE ÇIKIŞ Giriş çıkışı çok sıkı kontrol edilen ya da polisler/askerler/güvenlik güçleri tarafından kuşatılmış binalara girmek ve çıkmak, aksiyon filmlerinde çok sık kullanılan sekanslardır. Seyirci olarak bizi bu kadar etkilemelerinin nedeni sanırım bilinçaltı düzeyde bu binaların elde etmeyi arzuladığımız şeyleri, ya da içinde çıkmaya çalıştığımız zor durumları temsil etmelerinde yatıyor. Aklıma ilk gelen örnekleri sıralayayım: "Görevimiz Tehlike 1" filminde Ethan Hunt'ın (Tom Cruise), kendi masumiyetini kanıtlamak için, CIA'in Langley'deki binasına girmesi gerekiyordu. Amerika'daki en sıkı güvenlik önlemlerinden birine sahip olan bu binaya girmek doğal olarak çok detaylı bir planlama ve son derece sıradışı bir düşünme tarzı gerektiriyordu. Ethan ve adamları bu işi ucu ucuna başarırken bizi de bayağı heyecanlandırıyorlardı. Benzer bir binaya girme zorunluluğu "Görevimiz Tehlike 2" filminde de vardı. Bu kez Ethan ve adamlarının, bir virüsü almak için çok sıkı korunan bir şirket binasına girmesi gerekiyordu. Ethan, yine bin bir türlü akrobatik hareketle bu görevi başarıyordu. "Ocean's Eleven" filminde kahramanlarımız, bir kaç kumarhanenin kazancının saklandığı bir binaya girmeye çalışıyordu. Bunun için o binayı gözetleyen kameralar devredışı bırakılıyor ve soygun gerçekleştiriliyordu. (Her nedense bütün dünyada 440 milyon dolar iş yapmış bu filmin özünü oluşturan bu soygun yöntemi bana yeterince yaratıcı gelmemiştir). "Matrix 1"de Neo ve Trinity'nin, Morpheus'u kurtarma planları sırasında gerçekleştirdikleri bir binaya giriş sahnesi vardı. Hani Neo'nun, her tarafı silahla kaplı olduğu halde metal detektöründen geçtiği sahne ve sonrası. Mükemmel bir giriştir. Kendine güvenen ve baştan aşağı silahlarla donanmış iki kişinin, bir grup askerle doğrudan çatışmaya girmesi, gerçekten de görülmeye değer bir sahne oluşturur. Wachowski kardeşler (filmin yönetmenleri) etkiyi artırmak için çok hoş özel efektler (mermilerden dolayı patlayan duvarlardan çıkan beton parçaları) ve ağır çekimler kullanmışlardı. Bir de binadan çıkma harekatları var. Aklıma ilk gelen, "Leon". Hatırlarsanız filmin sonunda polisler, Leon ve Mathilda'yı bir binada kıstırıyorlardı. Leon, neredeyse yüzlerce polis tarafından kuşatılmış binadan Mathilda'yı çıkarmayı başardıktan sonra, kendisi de bir kargaşa yaratıp polis kılığına giriyor ve binanın dış kapısına kadar ulaşıyordu. (Sonra ne olduğunu filmi izleyenler bilir, bilmeyenlerin de keyfini burada kaçırmayayım.) "Thomas Crown Affair" (yönetmen, ilk Die Hard'ın yönetmeni John McTiernan) filminin girişinde, zengin bir hırsız olan Thomas Crown (son James Bond, Pierce Brosnan), sıkı korunan bir müzeden bir resim çalıyordu. Bunun için sis bombaları ve çelik kapıyı durduran bir çanta kullanıyordu. Çalacağı resmi çaldıktan sonra da panik halindeki kalabalığa karışıyor ve elini kolunu sallayarak binadan çıkıyordu. Aynı filmin sonunda da bir binadan çıkış sahnesi vardır. Bu kez Thomas Crown (TC), polisler tarafından kuşatılmış olan müzeye bir yağlıboya tablo yerleştirmek ve yakalanmadan çıkmak durumundadır. TC doğrudan tuzağın içine girer, ama çıkışta polisleri atlatmak için müthiş bir planı vardır: Bir anda, TC ile 275

aynı şekilde giyinmiş onlarca adam ortaya çıkar ve polisler ne yapacağını şaşırır. Sonra bir anda yangın alarmı çalar. Giysisini değiştiren TC elini kolunu sallayarak müzeden çıkar. Müzeye koyması gereken resmin ise, aslında zaten müzede olduğu anlaşılır. "Matrix 1" filminde de çok önemli bir binadan çıkış sahnesi vardır. Hani Morpheus Neo'yu kahine götürür, Neo kendisinin "seçilmiş kişi" olmadığını anlar, sonra ekip Matrix'ten çıkmak için, giriş yaptıkları binaya geri döner, ve orada pusuya düşürülürler. Hatırladınız mı? Morpheus ve adamları, binadaki tesisat borularının bulunduğu çok dar aralıklardan inerek polisleri atlatırlar - en azından bir süre. Daha sonra Cypher hapşırır ve polisler kaçakların duvarların arkasına gizlendiğini anlar. Gerisi malum. "Terminator 2" filminin ikinci yarısında, Arnold ve ekibinin Syberdyne şirket binasından çıkışı da kayda değer bir sahnedir. Hatırlarsanız ekibin, çipi ve robot kolunu aldıktan sonra, polisler tarafında kuşatılan binadan çıkmaları gerekiyordu. Bunun için önce Arnold girişi tutan Özel Tim ekibini etkisiz hale getiriyor, sonra binanın içine bir minibüs sokuyor ve Sarah ve John Connor'ı minibüse bindirip binadan çıkarıyordu. Ama T1000'in (yani kötü Terminatör'ün) binadan çıkışı daha etkileyiciydi: Binaya bir polis motosikletiyle giren T1000, binadan yine motosikletiyle çıkıyordu - ama bu kez pencereden uçarak! Türkiye'de çekilecek bir filmde böyle bir binaya giriş ve binadan çıkışın inandırıcı bir biçimde zor olması için, o binanın çok iyi korunuyor olması gerekir. Bu, büyük bir şirketin merkez binası olabilir, askeri bir bina olabilir, polislere ait bir bina olabilir, ya da polisler tarafından kuşatılmış bir bina olabilir. Tabii bunun için, kahramanın çok güçlü ve makul bir dış motivasyona da ihtiyacı var. Bina giriş ve çıkışlarında dikkat edilmesi gereken nokta, girişin ve çıkışın silahlı kişilerce ve/veya güvenlik sistemleriyle kontrol ediliyor olmasıdır. Kahramanlar bu zorluğu çok büyük bir kaba kuvvet kullanarak ya da çok zekice bir yöntemle aşmalıdır. Bir binadan çıkarken havalandırmanın kullanılması ya da güvenlik kameralarının by-pass edilmesi, günümüz seyircisine pek yaratıcı gelmiyor artık. posted by gezgin @ 6:27 PM

0 comments

Pazartesi, Kasım 22, 2004 "BABA 1" VE 3 PERDELİ YAPI Sinema tarihinin en iyi filmlerinden biri olan Baba 1'in de 3 perdeli yapı kullandığını fark etmek, beni pek şaşırtmadı. Lafı uzatmadan, analize geçelim: Aşama 1 - Serim: Film, bir düğün sahnesiyle açılıyor. Don Corleone'nin ("Baba" - Marlon Brando) kızı Connie evlenmektedir. Bir yandan müzikler çalınır, şarkılar söylenir, danslar edilirken, diğer yandan Don Corleone karanlık işlerini sürdürmektedir. Çeşitli insanlar Baba'dan çeşitli isteklerde bulunur. Baba da onların bu isteklerini yerine getireceğini söyler. Filmin bu sahnesinde gördüğümüz herkes, filmin ilerleyen bölümlerinde farklı dramatik görevler üstlenir. Bu nedenle, nispeten uzun olsa da, bu düğün sahnesi, filmin iskeletinin çatılması açısından son derece fonksiyoneldir. Bu düğün sahnesinde aileyi tanırız: Don Corleone, oğulları Sonny (James Caan), Fredo (John Cazale), Michael (Al Pacino), Connie, (Talia Shire) ailenin danışmanı Tom Hagen (Robert Duvall), Connie'nin kocası, ve Baba'nın yardımcı adamları Clemenza ve Tessio. Bir sonraki sahnede, ailenin danışmanı olan Tom Hagen, Johnny'nin işini halletmesi için California'ya yollanır. Burada bir film yapımcısını ikna etmesi gerekmektedir. Yapımcı önce Tom'un isteğini geri çevirir, ama daha sonra "ikna" edilir. Dönüm Noktası 1 - Fırsat: Sollozzo ("Turk"), Don Corleone'ye gelerek, uyuşturucu işine girmesinde kendisine yardımcı olmasını ister. Ondan para ve nüfuz yardımı ister. Don Corleone onu reddeder. Aşama 2 - Yeni Durum : Don Corleone, Sollozzo'yu takip etmesi için Luca Brazzi'yi görevlendirir. Ama Solozzo Luca'yı öldürür. Tom'u rehin da alır. Dönüm Noktası 2 - Planlarda Değişiklik: Sollozzo'nun adamları Baba'ya suikast düzenler ama Baba beş kurşun yemesine rağmen hayatta kalmayı başarır. Aşama 3 - İlerleme : Sonny, bu suikaste hemen tepki vermek ister, ama Tom ona engel olur. Michael, suikasti öğrenir ve ailesinin yanına gelir. Aile meclisi, bu olaya nasıl tepki vereceğini tartışır. Önce, suikast sırasında Baba'nın yanında olması gerekirken olmayan (ve karşı tarafa satıldığı anlaşılan) Paulie ortadan kaldırılır. Michael sevgilisine, ailesinin yanına dönmesini söyler, çünkü "işlerinden" dolayı onu bir süre göremeyecektir. 276

Michael, babasına hastanede düzenlenecek olan suikaste engel olur. Hastanedeki yatağının başında babasına, bundan sonra hep yanında olacağına söz verir. Michael, hastaneye gelen polis yüzbaşısı McCluskey tarafından yumruklanır. Bu polisin Sollozzo ile bağlantısı olduğu anlaşılır. Michael, Solozzo ve bu polis yüzbaşısı ile bir akşam yemeği yiyecek ve durumun ne olacağını konuşacaktır. Dönüm Noktası 3 - Dönüşü Olmayan Nokta : Michael, bu yemek sırasında her ikisini de öldürür. Daha önce bir savaş kahramanı olan Michael, artık geri dönülmez bir biçimde ailesinin karanlık işlerine bulaşmıştır. Aşama 4 - Engeller/ Zorluklar : Michael Sicilya'da saklanmaktadır. Orada bir kız ile tanışır ve onunla evlenir. Filmin başında evlenen Connie'nin evliliği ise pek iyi gitmemektedir. Kocasından sürekli dayak yemektedir. Sonny bu nedenle bir kere Connie'nin kocasını sokak ortasında döver. Adam yine Connie'yi dövünce, Sonny iyice sinirlenir ve adamın peşine düşer. Fakat bu bir tuzaktır ve Sonny bir suikaste kurban gider. Michael da kendisine düzenlenen bir suikastten kıl payı kurtulur. Ama bu suikast sırasında karısını kaybeder. Dönüm Noktası 4 - En Büyük Aksilik: Nispeten iyileşen Don Corleone, büyük mafya babaları arasında bir toplantı düzenler, ve kendisinin Sonny'nin intikamını almayacağını söyler. Bu toplantıda uyuşturucu işi ile ilgili kararlar da alınır. Mafya aileleri arasında bir barış ortamı oluşur. Ama en önemlisi, Don Corleone bu toplantıda, bunca yıldır kendisiyle gizli bir savaş yürütenin Tataglia değil de Barzini olduğunu öğrenmiştir. Aşama 5 - Son Hücum : Michael Amerika'ya döner ve babasının yerine geçer. İşleri artık o yönetmektedir. Aile Nevada'ya taşınmaya karar vermiştir. Las Vegas'ta bir kumarhaneyi satın almak ister, ama kumarhanenin sahibi Moe Green Corleone'lerin artık zayıf olduğunu söyleyerek Michael'ı reddeder. Michael Ayrıca eski sevgilisi Kay'e (Diane Keaton) de geri döner. Don Corleone Michael'a ailenin içinde bir hain olduğunu söyler. Ona göre Barzini'nin toplantı isteğini ileten kişi, aynı zamanda haindir. Bir süre sonra Don Corleone, torunuyla sebze bahçesinde oynarken ölür. Artık ailenin başında sadece Michael vardır. Baba'nın cenazesinde Barzini, Michael'dan bir toplantı talep eder. Michael da kabul eder. Toplantı isteğini Michael'a bildiren kişi, Tessio'dur. Dönüm Noktası 5 - Zirve : Michael, kız kardeşi Connie'nin çocuğunun vaftiz törenine "vaftiz babası" sıfatıyla katılır. Bu sırada Michael'ın adamları, Corleone'lerin bütün düşmanlarını (hain Tessio ve kumarhaneci Moe Green dahil) teker teker temizler. Son olarak Michael, aileye ihanet eden ve Sonny'nin ölümüne neden olan kayın biraderini öldürtür. Artık Corleone'ler en büyük mafya ailesidir. Aşama 6 - Sonuç: Corleone ailesi, filmin başından beri kaldığı malikaneden taşınmaktadır. Bu sırada Connie gelir ve Michael'ı, kocasını öldürtmekle suçlar. Connie gittikten sonra, karısı da Michael'a bu iddianın doğru olup olmadığını sorar. Michael karısına yalan söyler. Karısı gittikten sonra, çeşitli insanlar, yeni "baba"nın elini öperler. Michael artık suç, şiddet, ve yalanlar üzerine kurulu bir imparatorluğun tek yöneticisidir. posted by gezgin @ 8:53 PM

0 comments

Pazar, Kasım 21, 2004 SANARİST Artık "www.senaryorum.tk" Da Aynı Zamanda SANARİST sitesinin adını ve adresini hatırlamakta zorluk çekenler, siteye artık www.senaryorum.tk adresinden de ulaşabilirler. Yeni adresin isim babası M.C. Saçıntı'ya çok teşekkürler. posted by gezgin @ 3:24 PM

0 comments

277

ÇİZGİROMANDAN SİNEMAYA - HEM DE YERLİ! Yabancı çizgiromanlardan (özellikle de Marvel kahramanlarından) sinemaya son zamanlarda çok sayıda transfer oldu. İlk akla gelenler Örümcek Adam, Hulk, Daredevil, Kedikadın... Eskilerden Superman (galiba yeni bir çevrimi yapılıyor), Batman. Yerli çizgiromanlardan sinemaya geçişler ise bildiğim kadarıyla pek fazla olmadı. Suat Yalaz'ın "Karaoğlan"ı ve Ersin Burak'ın "Tarkan"ı ilk aklıma gelenler. Çizgi dünyadan TV'ye de bazı transferler olmuştu: mesela Özden Ögrük'ün "Çılgın Bediş"i. Oğuz Aral'ın "Utanmaz Adam"ı (Okan Bayülgen canlandırıyordu) ise galiba hiç gösterime girmedi ya da çok çabuk gösterimden kalkmıştı, net hatırlamıyorum. Turhan Selçuk'un "Abdülcanbaz"ı ise tiyatroda can bulabilmişti. Hatırlayabildiğim bu kadar. Oysa Türk çizgiromanında 80'lerden itibaren ortaya çıkan bazı karakterlerin sinemada şansının olabileceğini düşünüyorum. Tabii ki çok sıkı senaryolarla desteklenmeleri önkoşuluyla. ("Koskoca" Hulk bile, eli yüzü düzgün bir senaryo olmayınca, gişede nasıl 2.80 uzanmıştı, hatırlarsınız.) Gelelim bana göre hangi çizgiroman karakterlerinin sinema şansı olduğuna: 1) EN KAHRAMAN RIDVAN (EKR): Bülent Arabacıoğlu'nun 1980'lerde GIRGIR'da ortaya çıkardığı bu karakterin bence gerçekten sinemada bir şansı var. Kendini süper kahraman zanneden bu genç ama saf adamın başına gelmedik kalmazdı, çizgi hikayelerinde. Ama eninde sonunda hep başarılı olurdu. EKR'den bence çok güzel bir (ya da bir kaç) aksiyon-komedi filmi çıkabilir. 2) HIZLI GAZETECİ : Necdet Şen'in bu unutulmaz karakteri 1980'lerde CUMHURİYET'te "BACI" hikayesi ile dikkatleri üzerine çekmiş, daha sonra bir süre HÜRRİYET'te görünmüş ("Değişim Rüzgarları"), sonra da müstakil kitaplar şeklinde varlığını sürdürebilmişti. Zeki, esprili, müzmin muhalif ve nevrotik bir karakter olan HIZLI, "Akbabanın 3 Günü" ya da "Başkanın Bütün Adamları" gibi bir filmde müthiş bir baş rol kapabilir. Sadece "BACI"nın dikkatli bir biçimde senaryolaştırılması bile HIZLI'nın sinemaya sağlam bir giriş yapması için yeterli olabilir. (Ama bu senaryolaştırma sürecine çok dikkat etmek gerekir. Aksi takdirde "Bütün Kapılar Kapalıydı" gibi izleyiciye uzak düşen bir filme dönüşebilir. HIZLI'nın karamsarlığını ve şiddetli nevrozunu da biraz hafifletmek gerekebilir. Sinema seyircisi çok karamsar hikayeler ve karakterler izlemekten hoşlanmaz.) 3) VAKUR BARUT : Suat Gönülay'ın LEMAN dergisinde yarattığı bu ilginç karakter, 70'lerde takılmış kalmış giysi stili, çatıların üzerinde koşması (ki bu özelliğini Matrix'ten çok daha önce ortaya koymuştu), başına ilginç belaların açılması ile dikkatimi çekmişti. "Flap" diye arkaya attığı saçları da, ona ayrı bir hava katıyordu. Hem aksiyon içeren, hem de eğlenceli, stilize bir senaryo ile bence sinemada şansı olabilir. Hikayesi "Ağır Roman" gibi karamsar bir havaya bürünmezse, aniden büyük bir popülerlik yakalayabilir. 4) HİLAL : Aklıma gelen bir başka karakter de Kenan Yarar'ın "HİLAL"i. Bu ağzı bozuk modern zaman çıtırı da, uygun bir senaryo ile sinema perdesinde çok hoş durabilecek bir karakter. Neticede dış motivasyonu çok güçlü, duyguları şiddetli, sonuca ulaşmak için acayip yollar denemekten çekinmeyen, zıpır ve isyankâr bir tip. Aşırı uçları biraz (çok değil) törpülenirse, bu "hanım kızımız" perdeye çok yakışacaktır. 5) MUHLİS BEY : Yine 80'lerin GIRGIR'ından bir karakter. Konuşma biçimi ve ileri düzey aptallığı ile hafızalara kazınan, şimdilerde Hürriyet'te "Press Bey"i çizen LATİF DEMİRCİ'nin belki de en unutulmaz karikatür kahramanı. Yalnız, Muhlis Bey'in perdede bir şansının olabilmesi için 1) Çok ama çok sağlam ve orijinal bir senaryoya, 2) Onu hakkıyla canlandıracak, tipi çok uygun bir oyuncuya ihtiyaç var. İlginç senaryo konusu bulmak için her yola başvurmak mübahtır. Hollywood tarihi, çizgiromanlar kadar İncil'den ve Homeros'tan esinlenen hikayelerle doludur. Bizim de kendi kültür ürünlerimizi arada sırada yeniden yorumlamamızın bir sakıncası olmadığını düşünüyorum. ("Hacivat Strikes Back" de böyle bir şey olacak kısmen). posted by gezgin @ 3:10 PM

0 comments

USTALAR VE TEKNİKLERİ Bu sitede anlattığım tekniklerin sadece ticari sinema yapanlar (yazarlar ve yönetmenler) tarafından kullanıldığını zannedebilirsiniz. Durum hiç de öyle değil. İki usta yönetmenin, benzer temalı iki filmde kullandığı tekniklere bir bakalım. İlk filmimiz "Er Ryan'ı Kurtarmak". Steven Spielberg'in en iyi filmlerinden biri, belki de en iyisi. 2. Dünya Savaşı'nın kaderini belirleyen Normandiya Çıkarmasını ve sonrasında gerçekleşen bir olayı anlatan film, 278

gösterildiği zaman büyük olay olmuş, Oscar kazanmıştı. Bu film şu anda da sinemaseverlerin koleksiyonunun ayrılmaz bir parçası. Spielberg'in bu filminin unutulmaz açılışında Yüzbaşı Miller (Tom Hanks) ve askerleri, Alman askerleri tarafından savunulan bir sahile çıkarma yapıyorlar. Yüzbaşının adamlarının büyük bölümü, sahilde konuşlanmış olan Alman askerleri tarafından, daha gemiden inmeden öldürülüyor. Hayatta kalanlar büyük bir güçlükle sahile çıkıyor. Amerikalı askerler büyük kayıplar veriyor. Miller, adamlarını korunaklı bir noktaya getirmeyi başarıyor. Daha sonra da bir keskin nişancı vasıtasıyla, bir koridor açıyor. Spielberg burada "Kahramanla Özdeşleşme" yazısında anlattığımız tekniklerden birini kullanıyor temel olarak: "Kahramanı tehlikeli bir duruma sok" (Yöntem 2). Filmin girişi o kadar etkili ki, biz de kendimizi o askerlerle birlikte o sahile çıkmış gibi hissediyoruz, ve yoğun ateşten kurtulmalarını istiyoruz. Ele alacağımız ikinci film olan "Full Metal Jacket" da, Stanley Kubrick'in başyapıtlarından biri. Bir çok yönden "Er Ryan"ın selefi de sayılabilir. Kubrick'in ortadan çok net bir biçimde bölerek anlattığı bu hikayenin ilk bölümünde, orduya yeni alınan askerlerin eğitimini izliyoruz. İkinci bölümünde ise, eğitimde tanıdığımız askerlerden birinin ("Joker") başından geçen bir olayı görüyoruz. Filmin ilk yarısına bakalım. Filmin daha yazıları akarken, askere alınan gençlerin saçlarının kesilişine tanık oluyoruz. Bu görüntü, bu genç insanların hayatında yepyeni ve zor bir dönemin başladığını çok güzel simgeliyor. Yazılardan hemen sonra izlediğimiz ilk sahne de, acemi erlerin Eğitim Çavuşu ile "tanıştığı" sahne. Bu, bildiğiniz sıradan tanışmalara benzemiyor. Çavuş, acemi erlere İngilizce'de edilebilecek en ağır küfürleri ardı arkasına sıralıyor, askerlerden birini ("Joker") yumrukluyor, diğerini ise ("Pile") neredeyse boğuyor. Bu iki karakter, filmin bu ilk bölümünde en önce ve en güçlü bir biçimde özdeşleştiğimiz karakter haline geliyor. Kubrick burada birinci özdeşleşme yöntemini kullanıyor: "Kahramana karşı sempati/acıma duygusu uyandır". Kubrick, askeri eğitimin ne kadar zor, ve zayıf/hassas kişilikli biri için ne kadar acı verici ve yıkıcı olduğunu, bu iki ana karakteri kullanarak bize gösteriyor. posted by gezgin @ 3:08 PM

0 comments

Cumartesi, Kasım 20, 2004 "BENDEN BU KADAR" - Bir "Komedi Nasıl Yapılır" Dersi Baş rollerini Jack Nicholson ve Helen Hunt'un paylaştığı "Benden Bu Kadar" ("As Good As It Gets"), bütün dünyada 313 milyon dolar iş yapmış, Nicholson'a bir Oscar kazandırmıştı. Film, çok iyi bir komedi olmasının yanı sıra çok kaliteli bir senaryoya da sahip. Senaryo 3 perdeli yapıya bire bir uyuyor. Nasıl olduğunu görelim: AŞAMA 1 - SERİM : Filmin ilk bölümünde 3 ana karakteri tanıyoruz: Melvin evinde roman yazan bir yazardır. Simon, Melvin'in kapı komşusudur ve bir ressamdır. Carol (Helen Hunt) ise Melvin'in gittiği bir restorandaki garsondur. Melvin sadece onun kendisine hizmet etmesini kabul etmektedir. Bu karakterler hakkında çeşitli bilgiler de ediniriz: Melvin obsesif-kompulsif bir tiptir, Simon eşcinseldir, Carol'ın ise solunum yolu rahatsızlığı olan oğlundan dolayı neredeyse hiçbir özel hayatı yoktur. DÖNÜM NOKTASI 1 - FIRSAT: Simon, kendisine modellik yapması için sokaktan bir genç seçer ve bu gence ertesi gün evine gelmesini söyler. AŞAMA 2 - YENİ DURUM: Model genç, Simon'ın evine gelir ve Simon onun resmini yapmaya başlar. Bu arada Melvin de restoranda Carol'a, oğlunun nesi olduğunu sorar. Carol da anlatır: oğlu nefes almakta güçlük çekmektedir. DÖNÜM NOKTASI 2 - PLANLARDA DEĞİŞİKLİK: Model genç, kendi arkadaşlarını hırsızlık yapmaları için Simon'ın evine alır. Simon hırsızlardan çok kötü bir dayak yer. AŞAMA 3 - İLERLEME: Simon hastanelik olur. Yüzü haşat olmuştur. Simon'ın köpeğine Melvin bakmaya başlar. Melvin ve köpek çok iyi anlaşırlar. Bu olay Melvin ile Simon arasında bir arkadaşlığın başlamasına vesile olur. Simon hastanede kaldığı sürede maddi olarak da iflas etmiştir. Bütün tanıdıkları ona, hastanedeyken bile kendisini aramayan anne-babasından yardım istemesini söyler, ama Simon buna yanaşmaz. Carol'ın çocuğu ağır bir rahatsızlık geçirdiği için genç kadın restorana gitmeye arar verir. Bunun üzerine 279

Melvin, Carol'ın evine özel bir doktor yollar. Bu olay Carol için gerçek bir mucizedir, ama genç kadın bunun karşılığı olarak Melvin'in kendisiyle birlikte olmayı istediğini zanneder. DÖNÜM NOKTASI 3 - DÖNÜŞÜ OLMAYAN NOKTA : Melvin, Frank'in (Simon'ın sevgilisi ve menajeri) ricası üzerine Simon'ı arabayla anne babasına götürmeyi kabul eder. Carol'ı da bu yolculuğa davet eder. Genç kadın teklifi kabul eder. AŞAMA 4 - ENGELLER / ZORLUKLAR: Melvin, Carol ve Simon yola çıkarlar. Carol ile Simon çok iyi anlaşmaya başlarlar. Bu durum Melvin'i rahatsız, hatta mutsuz etmektedir. Melvin Carol'ı eşcinsel Simon'dan kıskanmaktadır. DÖNÜM NOKTASI 4 - EN BÜYÜK AKSİLİK: Melvin Carol'ı yemeğe çıkarır. Çok iyi giden yemek, Melvin'in söylediği bir şey yüzünden mahvolur. Carol Melvin'i restoranda bırakıp gider. AŞAMA 5 - SON ZORLAMA : Simon ailesiyle görüşmekten vazgeçer. Bu yolculuk sırasında kendini bulmuş, güveni yerine gelmiş, tekrar çalışmaya başlamıştır. Ama Melvin ile Carol'ın arası buz gibidir. Üçlü, New York'a geri dönerler. Carol Melvin'in yanında bulunmaktan mutsuz olduğunu söyler. Evsiz kalan Simon Melvin'in yanına taşınır. Melvin Carol'ı çok özlemektedir. Ama ne yapacağını bilmez haldedir. Carol'a telefon eder. Genç kadının da kafası karışıktır. Simon Melvin'e Carol'a gitmesini söyler. Melvin bu fikri kabul eder. DÖNÜM NOKTASI 5 - DORUK : Melvin gecenin bir yarısı Carol'ın evine gider ve hissettiklerini genç kadına söyler. Ve tekrar birlikte olmaya başlarlar. AŞAMA 6 - SONUÇ: Melvin ve Carol bir şeyler yemek için sabahın dördünde bir fırına girerler. Mutlu son. posted by gezgin @ 10:57 AM

0 comments

"ER RYAN'I KURTARMAK" - 3 PERDELİ YAPI 3 Perdeli Yapı yazısı okumaktan bıkmaya başladığınızı tahmin ediyorum. Ama bu yazılarla göstermeye çalıştığım bir şey var: o da, büyük ve başarılı filmlerin rastlantı eseri ya da büyük ilhamlar sonucu oluşmadığı. Sadece doğru tekniklerin kullanılarak yaratıldığı. Ve Türkiye'de de iskeleti sağlam, dünya çapında senaryolar yazılabileceği. SANARİST'in ilk yazılarından biri olan "Son Samuray: Aslında Hiç De Zor Değil"de buna işaret etmeye çalışmıştım. Şimdi bunu biraz daha bilgiye dayalı bir biçimde yapmaya çalışıyorum. (Şunu da ekleyeyim: İnternette başka bir yerde bu tür analizler yapılmıyor. Yani bu analizleri başka yerlerden almıyor, kendim yapıyorum. İngilizce'leri yok yani. Kıymetini bilin. :) Sahi ya! Ben bunların İngilizcesini de yapayım. İyi fikir. Belkim dışarıdan bir teklif neyin gelir.) Er Ryan'a (bütün dünya hasılatı: 480 milyon dolar) gelirsek: Aşama 1 - Serim: İki bölümden oluşuyor. Birincisinde yaşlı bir adamın askeri bir mezarlığa yaptığı ziyareti görüyoruz. Zaman, günümüzdür. Bu şahsın kim olduğunu daha sonra öğreneceğiz. İkinci sahnede Omaha Kumsalı'na yapılan çıkartmayı görüyoruz. Yıl 1944. Kumsala çıkan yüzlerce askerin arasında Yüzbaşı Miller (Tom Hanks) ve takımı da bulunmaktadır. Bu sahne yaklaşık 25 dakika sürüyor. (Filmin tamamı 2 saat 42 dk. olduğuna göre, kabul edilebilir bir süre). Daha sonra, ölen askerlerin ailesine taziye mektuplarının yazıldığı merkezi görüyoruz. Mektup yazan kadınlardan biri, Ryan ailesinden üç gencin de öldüğünü fark ediyor. Bu ailenin 4. çocuğu da Fransa'nın iç bölgelerinden birine indirilmiştir. Amerikan Genel Kurmay Başkanı, bu dördüncü çocuğun orada bulunup ailesinin yanına getirilmesini emreder. Dönüm Noktası 1 - Fırsat: Yüzbaşı Miller'a yeni görevi verilir: James Francis Ryan'ı bulmak ve geri getirmek. Aşama 2 - Yeni Durum. Yüzbaşı Miller ekibini toplar ve yola koyulur. Askerlerin arazide yaptığı uzun bir yürüyüşü gösteren bu bölüm, girişteki şiddet dolu sahnelerden sonra bilerek ritmi düşürür, havayı yumuşatır. Diyaloglar vasıtasıyla ekipteki askerler ve Yüzbaşı Miller hakkında çeşitli bilgiler öğreniriz. Ekibe yeni katılan Onbaşı Upham, çeşitli sorular sorarak bizim de bilgilenmemizi sağlar. Dönüm Noktası 2 - Planlarda Değişiklik: Miller ve ekibi, yıkılmış binalardan oluşan bir Fransız kasabasına gelirler.

280

Aşama 3 - İlerleme : Burada Amerikalı askerler ile Almanlar çatışma halindedir. Yine şiddet dolu sahneler. Miller ve Ekibi de bu çatışmalara katılır ve bir noktada Caparzo (Vin Diesel) öldürülür. Miller, buradaki askerler arasında bir Ryan bulur, ama bu, aradığı Ryan değildir. Ekibimiz, işlerinin hiç de kolay olmadığını, kendilerinin bu iş sırasında ölebileceğini fark eder. Miller ve ekibi geceyi bir kilisede geçirir. Askerle sohbet ederler. Bu da bize nefes alma fırsatı ve karakterleri daha yakından tanıma fırsatı veren bir sahnedir. (Spielberg'in ritmi nasıl ayarladığına dikkat.) Ertesi gün ekip, bir hava indirme bölüğüne ulaşır. Burada Miller'ın askerleri, ölmüş askerlerin künyelerine bakarak Ryan'ı bulmaya çalışır. Ama Miller bunun diğer askerlerin moralini bozduğunu fark ederek farklı bir yöntem izler. Diğer askerlerin arasına dalar ve Ryan'ı tanıyan birinin olup olmadığını sorar. Dönüm Noktası 3 - Dönüşü Olmayan Nokta: Bir asker Miller'a Ryan'ı tanıdığını ve onun nerede olduğunu söyler. Aşama 4 - Engeller/ Zorluklar : Yüzbaşı Miller ve adamları, Ryan'ı bulmak üzere yola çıkarlar. Bir telsiz istasyonunda Alman askerleri ile çatışırlar ve bir adamlarını daha kaybederler. Bu durum, ekipteki askerlerin moralini çok bozar, hatta biri ekipten ayrılmaya bile kalkışır. Ama Miller'ın görevini tamamlamaya azimli olduğunu görünce gitmekten vazgeçer. Miller ve adamları bir arazide ilerlerken bir Alman tankı görürler. Tank, başka bir grup Amerikan askeri tarafından havaya uçurulur. Ve bu grubun üyelerinden biri de James Francis Ryan'dır. Miller Adamını bulmuştur. Dönüm Noktası 4 - En Büyük Aksilik: Miller Ryan'a kendisini götürmek için geldiğini, kardeşlerinin öldüğünü söyler. Ryan çok üzülür, ama geri dönmeyi reddeder. Arkadaşları ile kalıp, köprünün savunmasına katılacaktır. Bunun üzerine Miller ve ekibi de kalmaya karar verir. Aşama 5 - Son Hücum: Bu köprünün savunulması son derece önemlidir. Ve çok kısa bir süre sonra Almanlar'ın buradan geçmek için büyük bir saldırı yapacakları bilinmektedir. Köprüyü savunan Amerikan askerleri ise sayı ve cephane açısından kötü durumdadır, ama ellerinden geleni yapacaklardır. Burada da yine çok dingin ve etkileyici bir sahne var: Alman saldırısından önce, yıkılmış kasabanın boş sokaklarında Edith Piaf şarkıları yankılanır. Askerler arasındaki konuşmalar, bize onlar hakkında daha fazla bilgi verir. Artık Ryan'ı da tanımaya ve sevmeye başlarız. (Zaten arkadaşlarını terk etmeyerek, son derece onurlu bir harekette bulunmuş, ve kalbimizi kazanmıştı). Fakat bu sakin sahne Almanların gelmesi ile son bulur. Amerikalı askerler ellerinden geldiğince Almanlar'a karşı savaşırlar. Miller'ın ekibinden bir çok asker ölür. Almanlar, yavaş yavaş da olsa köprüye doğru ilerlemektedir. Dönüm Noktası 5 - Zirve : Filmin zirvesi, köprü üzerindeki savaştır. Amerikalı askerler köprüyü korumak için canla başla savaşırlar. Hatta Yüzbaşı Miller vurulur. Köprüyü havaya uçuracak mekanizma ne yazık ki çalışmaz. Ama son anda Amerikan uçakları imdada yetişir ve Alman araçlarını bombalar. Muharebe kazanılmıştır. Ama bu arada Yüzbaşı Miller ölür. Ryan'a söylediği son sözleri "Senin için yapılanları hak et"tir ("Earn this"). Aşama 6 - Sonuç: Tekrar filmin başındaki mezarlığa ve yaşlı adama döneriz. Bu yaşlı adamın Er Ryan olduğunu anlarız. Ryan'ın ziyaret ettiği mezar ise Yüzbaşı Miller'a aittir. Ryan, "hak etmek" için elinden geleni yaptığını söyler. Film biter. ************* Savaş filmlerinin kendine özgü bir çok özelliği vardır: "insan öldürme" olayının askerler üzerinde yarattığı ruhsal tahribat, uzun süredir savaşmanın ve evden uzak olmanın verdiği moral bozukluğu ve alaycılık ("cynicism"), uzun bir süre birlikte olan askerler arasında oluşan dostluk ve alt kültür (bunun Er Ryan'daki en güzel örneği "Fulbar" sözcüğüydü. Askerler, Almanca olduğunu sandıkları bir sözcüğe olumsuz bir anlam yüklemişlerdi ve hep onu kullanıyorlardı, oysa Almanca'da böyle bir sözcük yoktu, ama alt kültür öyle güçlüydü ki Almanca bilen Onbaşı Upham bile daha sonra bu sözcüğü kullanmaya başlamıştı), ve savaşırken bu dostlardan bazılarını kaybetmek ve buna rağmen yoluna devam etmek zorunda olmak. Er Ryan, bunları ve daha fazlasını son derece başarılı bir biçimde kullanıyor. Ve filmden çıktığımız zaman ruhumuzda kalan en derin iz "savaşın korkunçluğu" oluyor. Yüzbaşı Miller'ın ve diğer askerlerin ölümü, tam anlamıyla boğazımızı düğümlüyor. Ama bu etki, sadece korkunç savaş görüntüleri gösterilerek yaratılmıyor. Karakterlerin uygun bir biçimde tanıtılması, özdeşleşmenin yaratılması, ve üç perdeli yapının kullanılması ile meydana getiriliyor. 281

"Bizde de ne hikayeler var! Çanakkale'de, Kurtuluş Savaşı'nda, Kore'de..." diyerek savaş filmi çekmeye hazırlananların, hikaye tekniğine çok ama çok dikkat etmeleri gerekir. Aksi takdirde, anlattıkları olaylar ne kadar gerçek olsa da, film, istedikleri etkiyi yaratamayabilir. Bunun suçlusu da hikaye olmaz. Senarist ve yönetmen olur. posted by gezgin @ 10:57 AM

0 comments

AKSİYON SENARYOLARININ ÖZÜ "Bir aksiyon hikayesindeki en önemli öğe, kahramanın değil kötü adamın planıdır. Bir aksiyon senaryosunda kahraman "reaktif"tir, yani başına gelen olaylara tepki verir; aktif role sahip olan, kötü adamdır." William C. Martell ("Die Hard Analysis"ten) posted by gezgin @ 10:56 AM

0 comments

YAZAR TIKANMASINA ÇARE! "Yaşadığınız yazar tıkanması, senaryoya, orada olmaması gereken bir şeyi zorla sokmaya çalışmanızdan kaynaklanıyor olabilir." ("Your block may be that you are trying to force something in that should not be there...") (Screenplay.com'un forumundan ReidWrite - 2004) posted by gezgin @ 10:55 AM

0 comments

Bir Senarist'in Cinai İlhamı Stuart Beattie'nin Hollywood'un en gözde senaristi olma macerası, Sydney'de bir taksinin arka koltuğunda otururken aklına gelen acayip ve şiddet dolu bir düşünceyle başladı. Beattie o gün şöyle düşünmüş: "Eğer ben bir katil olsaydım ne olurdu? Eğer taksi Kingsford Smith Havaalanı'ndan, Sydney'in banliyölerinden birinde bulunan evime giderken şoförle hoş beş etseydim, şoför arka koltukta oturan manyaktan hayatta haberdar olamazdı." Bu düşünce Beattie'nin aklına bundan 14 yıl önce, kendisi daha 18 yaşındayken gelmiş. Beattie bu acayip hikayeyi bir senaryoya dönüştürdü, ve geçtiğimiz Pazartesi günü bu Avustralyalı genç adam, Los Angeles'in tarihi Orpheum Salonu'nun önündeki kırmızı halının üzerinde, Collateral'in prömiyeri vesilesiyle Tom Cruise ile birlikte duruyordu. "Olay çok acayipti" diyor Beattie. "Taksi şoförüyle güzel güzel sohbet ediyorduk, daha önce hiç tanışmamış olmamıza rağmen. Beni eve getirdiğinde şöyle düşündüm: sanki yıllardır çok yakın iki arkadaşmışız gibi bunca süre konuştuk, oysa ben rahatlıkla manyak bir katil olabilirdim, ve adam bunu kesinlikle bilemezdi." Screenwritersutopia.com'dan (2004-08-18) posted by gezgin @ 10:53 AM

0 comments

Pazartesi, Kasım 15, 2004 G.O.R.A. VE 3 PERDELİ YAPI DİKKAT: Bu yazıda "Keyif Kaçırıcı" ("Spoiler") var. Eğer GORA filmini henüz seyretmediyseniz, burada okuyacaklarınız seyir keyfinizi kaçırabilir. Şimdi gidin, filmi izledikten sonra tekrar uğrayın! GORA'yı vizyona girdiği gün (12 Kasım 2004) izledim. Ve "İşte bir 3 Perdeli Yapı yazısı daha çıktı" dedim kendime. GORA tam bir bilimkurgu parodisi değil. Parodi neydi hatırlayalım: "Belirli bir eseri ya da türün tamamını 282

ti'ye alan eserlere parodi denir." Örneğin bizde "ARABESK" ve "KAHPE BİZANS" filmleri tam bir parodidir. Yabancılarda da "SPACEBALLS" (galiba Mel Brooks yönetmişti), "HOTSHOTS", "AIRPLANE" (ZAZ ekibi yazıp yönetmişti) parodidir. Bu filmler, göndermede bulundukları filmler ya da türler ile sonuna kadar dalga geçerler. GORA ise, bir çok parodi öğesi içermesine karşın tamamen bir parodi değil. Düzgün bir hikaye anlatmaya soyunan, bu arada başka filmlere sık sık göndermede bulunan bir film. Bu nedenle de ciddi bir film gibi ele alınması gerekiyor. Filmin senaryosunu Cem Yılmaz yazmış. Şunu teslim etmek gerek: Cem Yılmaz kendi izleyicisinin beklentisini büyük ölçüde karşılıyor. Yani seyirciler filme çok gülüyorlar. Ama gülünen şeylerin çoğu Cem Yılmaz'ın esprileri. Yani karakterlerin ilginç bir biçimde çatışmasından (durum komedisinden) kaynaklanan bir gülme söz konusu değil. Bunda bir sakınca yok, bir film tamamen esprisiye de dayanabilir. Ama GORA bir hikaye de anlatmak istiyor. İşte bu nedenle yapı, dış motivasyon, vb. gibi senaryosal unsurlardan bahsetmek gerekiyor. Gelelim film hakkında söylenebileceklere: KARAKTERLER : ARİF : Arif ile pek fazla özdeşleşemiyoruz. Neticede turist döven, sahte ufo resimleri çekip bunları satmaya çalışan bir "şark kurnazı". Kaçırıldığı zaman kendisi için üzülmüyoruz, dünyaya dönmesini o kadar arzulamıyoruz, ya da sevgilisine kavuşmasını istemiyoruz. Çünkü özdeşleşme yöntemleri kullanılmamış. Seyircinin Arif ile bağlantısı, "star etkisi" (Cem Yılmaz) ile sağlanıyor büyük ölçüde. "5. Element"te Bruce Willis ile özdeşleşme nasıl sağlanıyordu hatırlayın: Bruce Willis eski bir askerdir. Artık taksi şoförlüğü yapmaktadır (1. Yöntem - bkz. "Kahramanla Özdeşleşme" yazısı). Bir gün bir kaza geçirir (2. Yöntem), ve taksisine biri "düşer". Bu Leeloo'dur (Milla Jovovich). Polis derhal Bruce Willis'in taksisini çevirir, ve kızı kendilerine teslim etmesini ister. Zaten ekonomik ve sosyal olarak zor durumda olan Bruce, en başta polisin istediğini yerine getirmeye karar verir. Ama sonra içindeki isyankâr kahraman uyanır ve polislere karşı gelip genç ve güzel kadını kurtarır - ve kalbimizi kazanır! (2. Yöntem). Bruce Willis daha sonra, Zorg yüzünden işten atılır. (1. Yöntem) Ayrıca sürekli olarak dinlemek zorunda olduğu bir annesi vardır. (1. Yöntem) Arif'in "romantik ilgi" ihtiyacının da filmin başında verilmemesi, daha sonra ortaya çıkan aşkın etkisinin zayıf kalmasına neden oluyor. Her güzel aşk filminin başında açık ya da örtük olarak kahramanın hayatındaki "romans" eksikliği belirtilmelidir (5. Element'te Bruce Willis'i ilk gördüğümüz sahnede bu ihtiyaçtan haberdar oluruz), böylece daha sonra ortaya çıkacak aşkın etkisi artar. Filmin sitesinde Arif'i tanıtırken şöyle denmiş: "Arif esareti kabul edecek biri değildir. Her duruma ve ortama ayak uydurabilir Arif". Bunun ne demek olduğunu anlamadım. (Aslında anladım). Her duruma ve ortama ayak uyduran kişi, esarete de ayak uydurmaz mı? Arif'in filmin %25 ile %50'si arasında düşük voltajlı bir motivasyon sergilemesi biraz da bu çelişkiden kaynaklanıyor olmasın? (Kişisel bir not: İyi komedi, komik tiplerin başına gelen ilginç olaylardan çok, ciddi ama sempatik tiplerin başına gelen komik/acayip/olağanüstü işlerden kaynaklanır. Eğer Arif biraz daha ezik, kendi halinde, sorunları/zayıflıkları/ihtiyaçları olan bir tip olsaydı, ve başına bir sürü kötü/acayip olay gelseydi, ve o da kendi Türk zekasıyla bu olayların altından kalkmayı başarsaydı, galiba çok daha fazla gülerdik.) LOGAR : Güzel isim! Bence filmdeki en eğlenceli tip. Filmde bir şeyi güçlü bir biçimde en çok isteyen oydu. İnsanlar perdede tutku görmek ister. Bu, kahramanların olumlu şeyleri tutkuyla istemeleri de olabilir, kötü adamların bencil şeyleri istemeleri de olabilir. Yeter ki biri perdede alev alev tutkuyla yansın. Ve bu tutku uygun bir biçimde (yani nedenleriyle birlikte) sunulsun. Logar da GORA'nın hükümdarı olmayı ve CEKU ile evlenmeyi tutkuyla istiyor. Bunun için GORA'nın üzerine dev bir alevtopu yolluyor, CEKU'nun peşinden giderek bir kasabayı yakıyor, etrafındaki insanları (Darth Vader gibi) gerekli gereksiz öldürüyor. Ama sanki LOGAR biraz daha yaratıcı ve acımasız olabilirmiş gibi geldi bana. Ne de olsa kötü adamsın, her türlü adiliğin sonuna kadar gidebilirsin. 5. Element'e bakalım. Burada kötü adam olarak karşımızda ZORG var (çok eğlenceli bir performansla GARY OLDMAN). ZORG da güç istiyor, bu gücü isteyişinin altında bir neden, bir felsefe var. (ZORG ile başrahibin konuştuğu ve ZORG'un boğazına vişne çekirdeğinin takıldığı sahneyi hatırlayın!) Ayrıca ZORG'un da korktuğu biri var: Mr. SHADOW, şu ateştopu. Bu korku da kendimizi ZORG'a yakın hissetmemizi, en azından onu biraz daha anlamamızı sağlıyor. Ayrıca ZORG kaliteli bir kötü adam. Çok yaratıcı. Yüzbinlerce taksiciyi bir kerede işten atıyor. Bir elemanını telefonda konuşurken bombayla öldürüyor. Ayrıca "4 TAŞ"ı bulmaları için tuttuğu kiralık katillere de fena halde faka bastırıyor (onlara bir sandık dolusu silah verdiği sahne). Tuttuğu katiller 283

başarısız olunca işe kendi girişiyor ve "FLOSTON CENNETİ" gemisini bizzat havaya uçuruyor. Arada kendisi de ölüyor ama olsun. (Kişisel bir not: Cem Yılmaz, bir başkasının ciddi bir filminde MÜKEMMEL bir kötü adam olabileceğini LOGAR performansıyla gösteriyor. İnşallah biri bunu fark eder ve kendisini kullanır. Ama seyirci buna iltifat eder mi, bilemem.) SENARYO GORA'nın senaryosunun en büyük handikaplarından biri şu: 3 Perdeli Yapı'da, olayların şiddetinin sona doğru artması, ve en büyük olayın 3. Perdede olması gerekir. Böylece izleyici doyuma ulaşır ve salondan ayrılır. Ama GORA'da en büyük olayı filmin ortasında görüyoruz. GORA gezegeninin varlığının ateştopu ile tehdit edilmesi, filmin tam ortasında gerçekleşiyor. Bu tehlike atlatıldıktan sonra, CEKU'nun finalde LOGAR ile evlendiği ve Arif'in düğünü bastığı sahne (filmin doruk noktası) zayıf kalıyor. Sıralamayı tersine çevirin ne demek istediğimi anlarsınız. Yani önce evlenme olayı olsaydı, sonra GORA'nın ateş topundan kurtarılması gerçekleşseydi, çok daha etkili olurdu. (Kişisel bir not: Filmin ana hikaye çizgisi, dünyanın kurtarılması olabilirdi - bu, izleyici olarak bizi de işe dahil ederdi. Böyle bir hikaye, Arif'in GORA'dan CEKU ile birlikte kaçmasından çok daha fazla etkilerdi bizi - neticede bu bizim de gezegenimiz.) Yine filmin bu aşaması (yani Arif'in GORA gezegenini kurtardığı sahne) ile ilgili bir eksiklik var. Arif ile CEKU ilk kez burada, yani filmin ortasında karşılaşıyorlar. Bu da iki gencin birbirlerini sevmeleri ve özlemeleri için yeterince zaman bırakmıyor. Oysa Arif ile CEKU'nun, filmin ilk %25'inde tanışması gerekiyordu - tıpkı 5. Element'te olduğu gibi. Senaryonun bir başka "yerleştirme hatası", Arif'in GARAVEL (Özkan Uğur) tarafından eğitildiği bölüm. Bu bölüm, filmin 2. yarısında yer alıyor ve yaklaşık %50 ile %75 arasındaki bölümü kaplıyor. Oysa bu bölüm (%50-75) her iyi senaryoda çatışmanın gittikçe tırmandığı ve kahramanın zaman zaman kazanıp zaman zaman kaybettiği (çoğunlukla kaybettiği) bölümdür. GORA'da ise bu aşamada filmin akışı durduruluyor ve araya aniden eğitim bölümü alınıyor. Bu eğitim bölümünün filmdeki doğru yeri ise filmin ilk %25'i ile %50'si - tıpkı MATRIX'te (Morpheus'un Neo'yu eğittiği sahne) ya da 5. Element'te (Leeloo'nun bilgisayardan kendi kendini eğittiği sahne) olduğu gibi. GORA'da ise Arif eğitilirken geçen zamanda neden LOGAR ile CEKU evlenmiyor diye merak ediyoruz. Görüldüğü gibi, GORA 3 Perdeli yapıyı kullanmış, ama bazı öğelerin yerleştirilmesini farklı yaptığı için, elde edebileceği etkinin tamamını yaratamamış. Hatta biraz daha ileri giderek, Joseph Campbell'in "Hero's Journey"(Kahramanın Yolculuğu) kalıbı kullanılsaydı çok daha eğlenceli olabilirdi diyorum (Star Wars Episode IV ve Matrix 1 bu kalıbı kullanmaktadır). Eğer Cem Yılmaz (senarist) bu kalıba sadık kalsaydı (gerekli yerlerde yaratıcı değişiklikler yaparak tabii), kendini filmin gidişatı ve ritmi konusunda çok daha rahat hisseder ve bütün enerjisini esprilere ve oyunculuğa verebilirdi. GENEL OLARAK Filmi seyrettiğim için memnunum. Bir çok yerinde de güldüm. Ama salon benden iki kat daha fazla güldü. (Herhalde senaryo ile teorik olarak ilgilenmenin bir laneti bu. Normal izleyici filmin dramatik özelliklerini görmezden gelip Cem Yılmaz ile derhal bağlantı kurar ve eğlenirken, ben senaryo, karakter, çatışma, vb.'ye takılıyorum.) Cem Yılmaz yeni projelerinde senaryo tekniğine uyarsa çok daha iyi ve çok daha kalıcı filmler yapabilir. GORA'da yaptıkları buna işaret ediyor çünkü. posted by gezgin @ 1:49 PM

1 comments

Perşembe, Kasım 11, 2004 "TUTACAK DİZİ YAZMA" İPUÇLARI Aşağıda, tutan dizilerin neden tuttuğu (ve bazılarının neden tutmadığı) ile ilgili olarak yazdığım bir epostanın geliştirilmiş versiyonu var. Daha aşağıdaki yazılar (ör. Özdeşleşme, Senaryodaki Kahramanlar, Çatışma, vb.) ile bağlantılı olarak okursanız, daha faydalı olabilir: AİLE : Türk izleyicisinin (hangi yaş, cinsiyet, etnik ya da dinsel köken, ya da ekonomik sınıftan olursa olsun) en büyük ortak paydası "AİLE"dir. Hâlâ çok büyük oranda Türk insanı kendi anne babasından oluşan aile içinde yetişmektedir. Bir Türk çocuğunun zihninde oluşan ilk kavramlar aile ile ilgili kavramlardır. ANNE ve BABA kavramı, Türk insanının bilincine ve bilinçaltına kazınmış en güçlü iki 284

kavramdır. Bu kavramları içeren her hikaye, çok ama çok geniş bir izleyici paydası ile buluşur. (örn. Bir İstanbul Masalı, Asmalı Konak, Ekmek Teknesi, daha eskilerden Süper Baba, Şehnaz Tango...) Bir ailenin kurulması ve korunması, (savaşmayan) Türk toplumunda hâlâ en yüksek değerdir - savaş olduğu zaman öncelik vatanın korunmasına geçiyor doğal olarak (bkz. Kurşun Yarası, 2. sezon). Aile kurumu genel olarak bir "mutluluk ve huzur kaynağı" olarak görülür. Aile içindeki standart ritüeller (birlikte yemek yemek, birlikte eğlenmek, sorunların paylaşılması, bir birey zora düştüğünde diğerlerinin onun yardımına koşması, kardeşler arası rekabet vb.) de izleyicide hemen karşılığını bulur. (Asmalı Konak'ta birlikte yenen yemekleri, Bir İstanbul Masalı'nda Selim ile Demir arasındaki rekabeti hatırlayın.) Aile kurumu dendiği zaman anlaşılması gereken ANNE + BABA + ÇOCUK'tur. Sadece Anne ve Baba'dan kurulu aileler, izleyicilerin gözünde çocuklu aileler kadar makbul degildir. (Asmalı Konak'ta Seymen ile Bahar'ın çocuk sahibi olması biraz da bundandır.) Aile yapısına yönelecek her türlü TEHDİT, izleyicilerin hiç zorlanmadan, kolayca anlayabileceği ve tepki verebileceği dramatik durumlar yaratır. Bu tehditler, anne-baba (özellikle de anne) ile çocuk arasına girilmesi; ya da eşler arasındaki ilişkinin bozulması (yani aldatma) şeklinde olabilmektedir. Anne ile çocuk arasindaki ilişki, bırakın bilinci, genetik düzeyde bir etkileyicilik gücüne sahiptir. Bir izleyici, bir anne ya da baba ile özdeşleştiği zaman, onun çocuğu ile olan ilişkisini bozan her dış etken, izleyicide çok büyük duygular uyandırır. (Ör. Bir İstanbul Masalı'nda Demir'in çocuğunun kaçırılması) Benzer bir durumu ALİYE'de de görüyoruz. Filmin başkahramanı ALİYE, çocuklarından birini, kocasından kurtarmak derdinde olduğu için hemen etkileniyoruz. Aile kurumuna gelen ikinci en büyük tehdit (yani dramatik firsat) aldatmadır demiştim. Dizinin başında hangi eş ile özdeşleşme sağlandı ise, diğer eşin aldatması, izleyicide yine çok güçlü bir etki yaratır. Böyle bir dizi örneği olarak yine ALİYE'yi verebiliriz. Çünkü ALİYE'de anne-çocuk meselesinin yanı sıra aldatma olayı da kullanılıyordu. Bir İstanbul Masalı'nda da ailenin babası, kötü kadın ile bir yakınlaşmaya girdiği zaman, herkesin yüreği ağzına geliyordu. Yabancı dizilerde de bu durumu görebiliriz: "24" dizisinde Bauer ailesini tehdit altında görüyoruz. "Boston Public"te de müdür Steve ile kızı bir aileyi temsil ediyorlar. Ayrıca zaman zaman öğrenciler ile ailelerini görüyoruz. Eski bir örnek olarak "Dallas" da, etkileyicilik gücünün önemli bir bölümünü aile olmasından alıyordu. FARKLI SINIFLARIN BİRLİĞİ : "Tutacak" bir dizide, farklı ekonomik sınıflardan insanların etkileşiminin bulunması gerekir. Aşağı sosyo-ekonomik sınıftan insanlar ile özdeşleşmek daha kolaydır, çünkü Türk izleyicilerin hâlâ çok büyük bir bölümü şu ya da bu şekilde ekonomik sıkıntı içinde, ya da ya da geçmişinde bu sıkıntıları yaşamış bulunuyor. Bu nedenle bu sınıftan insanlar ile kolayca özdeşleşebiliyor. Ama sadece alt sınıftakileri seyretmek de izleyicilerde "çıkışsızlık" "umutsuzluk" "karamsarlık" duyguları uyandırıyor. Bu nedenle ekranda "basarmış" "sınıf atlamış" "üst sınıftan" insanlarıi da görmek istiyor. Bu üst sınıf karakterleri, izleyicinin bilinçaltındaki "hayal"leri temsil ediyor. İzleyiciler, bu üst sınıftakilerin hayatını (yaşadıkları evlerin dekorasyonunu, yedikleri yemekleri, gezdikleri mekanları, eğlencelerini) izleyip bir anlamda tatmin oluyor. (Televole'ler neden bu kadar tutuyor zannediyordunuz?) Ama üst sınıfları izlemenin bir başka fonksiyonu daha var: Bu üst sınıftan insanların da sıkıntı içinde olduğunu görmek, izleyicide bir tür "adalet" duygusu yaşatıyor. İzleyiciler, bu insanların kendilerinden tek farklarının "ekonomik" üstünlük olduğunu görerek rahatlıyorlar. Onlar da ağlıyor, onlar da çıkmaz sokaklara giriyor, onlar da çaresiz kalıyorlar. (Bir zamanların "Zenginler de Ağlar" dizisinin adı, bu durumu çok güzel özetlemektedir.) Bu sınıf meselesinin örneklerini ise yine en yakın ASMALI KONAK ve BIR ISTANBUL MASALI'nda görüyoruz. Bir İstanbul Masalı'nda şoför ve ailesi, zengin aile ile bir tezat oluşturuyor. Bu dizide iki farkli SES'ten (Sosyo Ekonomik Statüden) gelen insanin evlenmesi, sınıflararası farklılığa rağmen gerçeklesen duygusal yakınlaşma olayını çok güzel kullanıyor. (Dünyanin en çok is yapan filmi Titanik'te de aynı yöntemi kullanıldığına dikkatinizi çekerim.) Keza, Asmalı Konak'ta da konağın çalışanları, konağın sahipleri ile sosyo-ekonomik bir tezat oluşutuyordu. Seymen Ağa'nın Dicle ile olan birlikteliği, duygusal ilişkilerin sınıf tanımadığının bir göstergesiydi. Ve bir çok bölümde dramatik malzeme sağladı bu durum. İLİŞKİLER: İzleyicilerin ekranda en çok görmek istediği şey, duygusal ilişkilerdir. (Bilenler, Maslow'un "İhtiyaçlar Piramidi"ni aşağıdan yukarıya doğru takip ettiğimizi fark etmişlerdir. Lütfen bu piramidi bir araştırın). İnsanı bedensel ve ruhsal olarak en çok etkileyen şeylerden biri, karşı cinsle kurduğu ilişkilerdir. Ergenlik çağında, hormonların en yüksek seviyede çalıştığı dönemde yaşanan heyecanlar, her izleyicide çok derin izler ve özlemler bırakır. Yeni aşık olan bir çift gördüğümüz zaman, derhal limbik sistemimizdeki (duygu merkezindeki) hatıralar uyanır. Ve o günlerin heyecanını tekrar yaşarız. O gençlere bir şey olmasın isteriz, sevdiklerine kavuşsunlar isteriz, düşmanlarını alt etsinler isteriz. (örn. Ekmek 285

Teknesindeki çeşitli karakterleri gönül maceraları, Bir İstanbul Masalı'ndaki kardeşlerin ilişkileri, Asmalı Konak'ta Seymen ve Bahar'ın yanı sıra, diğer karakterlerin ilişkileri) Michael Hauge'un çok güzel bir sözü var: "İlişkilerde ilginç olan, iyiye ya da kötüye doğru gitmeleridir". Bunu TV dizilerine uygularsak, dizilerde ya yeni, taze ilişkiler başlamalı, ya da mevcut, sağlam görünen ilişkiler çesitli badireler atlatmalı ve/veya sona ermelidir. Yalnız burada Türkiye'nin özellikleri unutulmamalı. İkinci buluşmada yatağa girmek, Türkiye'ye uyan bir davranış degildir. (Bu nedenle, METROPALAS ve OMUZ OMUZA'nın hatalı bir öncülden yola çıktığını düşünüyorum). Aynı şekilde bir kadının, aldatıldığını öğrenir öğrenmez boşanmak istemesi de Türkiye'ye uymaz. Türkiye'de aldatılan bir çok kadın bunu sineye çeker. Ve TV yazarı için aslında bu daha çok dramatik fırsat anlamına gelmektedir. "Sevdiğine kavuşamamış" insanlar izleyicide güçlü bir etki yaratır. Asmalı Konak'ta Dicle'nin durumu buydu. Anlaşılan seyircilerin önemli bir bölümünde böyle bir kavuşamama durumu var ki, ekranda bu tipleri gördüğümüz zaman içimiz cız ediyor. Ama bunların ana karakterler olması çok riskli, çünkü izleyici ana karakterin ilişkisinin havada asılı kalmasına ancak bir süre tahammül ediyor - ya ilişkinin tamama ermesini, ya da bitmesini istiyor. (İkincil karakterlerin ise kavuşamadan ölmesinde bir sorun yok!) ŞEHNAZ TANGO'da durum buydu. Artık bir noktadan sonra, kavuşamamaları sıktı. Dizinin ilerleyen bölümlerinde olması gereken, Şehnaz ile Kocasının biraraya gelmesiydi. Olmadı. Bir de Koca, genç bir kızla ilgilenmeye başlayınca, aile kavramına tamamen sırtını dönmüş oldu. Seyirci de artık ona karşı beslediği sempatiyi geri çekti. Aynı şekilde Şehnaz da bir başkasıyla ilgilenmeye başlayınca, dizinin iki baş karakteri, izleyicinin en büyük beklentisi olan "bunlar bir araya gelip yeniden bir aile olacaklar" düşüncesine ihanet etmiş oldu. Dizinin ratinglerinin düşmesinin en temel nedeni de bence buydu. ÇATIŞMA : Tutacak her dizinin temelinde, kahraman(lar) ile düşmanlar arasında yaşanacak bir çatışma olmalıdır. Yazar(lar), böyle bir çatışma durumu yakalamalı, bu çatışmayı sürdürecek ve ileride derinlemesine işlenecek yan karakterleri de kahramanların etrafına serpiştirmeyi unutmamalıdır. Çatışmanın bir kaç bölümlük değil, en az 20-30 bölüm sürecek nitelikte olması gerekir. Zaman zaman kahraman kazanmalı, zaman zaman da düşman üstün pozisyon elde etmelidir. Tam bir galibiyet, dizinin heyecanını kaçırır. KARAKTER ÇEŞİTLİLİĞİ : Bir dizinin başarısının en temel unsuru, yukarıda anlatılan aile, farklı ekonomik sınıfların birlikteliği, ve ilişki konuları göz önünde bulundurularak, kahraman (ya da kahramanlar) ile düşman (NEMESİS) arasında kurulan ÇATIŞMA'dır. Bu çatışma kurulduktan sonra, eksen karakterlerin etrafına renkli ikincil ve üçüncül karakterler yerleştirmek gerekir. (Bir aile dizisi olan AVRUPA YAKASI'nda Aslı ve Volkan eksen karakterlerdir. Ama Aslı'nın iş yerindeki arkadaşları ile Volkan'ın arkadaşları dizinin cazibesine büyük katkıda bulunurlar. "Oha Oldum" Selin ile Şehsu, neredeyse eksen karakterlerden bile ilginçler) Bir dizide FARKLI YAŞ GRUPLARInın bulunması, o dizinin başarısını olumlu yönde etkiler. Bu durum hem farklı yaş gruplarından insanları ekran başına çeker, hem de daha gerçekçi olur. Herkesin orta yaşlı ya da genç oldugu diziler, çok dar bir seyirci kitlesine kendisini hapseder. (Herkesin yaşlı olduğu bir huzurevi dizisi vardı değil mi? Neydi adı?) FARKLI MESLEK GRUPLARI da ilginçtir. Artık her dizide "doktor, öğretmen, işadamı" görmekten bıkmaya başladık. Biraz daha ilginç, toplum içindeki tanınırlığı ve prestiji gittikçe yükselen meslek dallarına yer vermek, dizinin ilgi çekiciliğini artırır. Bir Türk dizisi olmamasına karşın "Nip/Tuck"ı örnek vereceğim. Artık ülkemizde de orta sınıfın bile hayatına giren estetik cerrahi dünyasını ele alan dizide, bu cerrahların ve müşterilerinin hayatlarını görüyoruz. Ama farklı meslek seçeceğim diye, toplum ile tamamen kopuk alanları da ekrana taşımak abesle iştigal olur. "Sanatçılık" gibi halk arasında "entel" sayılan branşların izleyiciye geçebileceğini sanmıyorum. Çünkü bu gibi branşlar, günlük hayatta rastlanandan çok farklı kavramlar ve sorunlar içeriyor. İzleyici de anlamadığı kavramlardan bahseden dizilerden soğuyor doğal olarak. EGZOTİK MEKANLAR : Dizinin geçtiği mekanın egzotikliği de izleyici için bir cazibe unsuru teşkil ediyor. Yani konunun geçtigi yer, görsel olarak dikkat çekici olmalı. Asmalı Konak Kapadokya'da geçiyordu. Bir İstanbul Masalı "masal gibi" İstanbul görüntüleri ile bezeli. Ekmek Teknesi de görsel açıdan son derece zengin. Sadece apartman daireleri, sadece gökdelenler, lüks mağaza ve restoranlar, görsel açıdan bir zenginlik arzetmiyor. Yazarların bu mekan konusuna daha en baştan dikkat etmeleri gerekiyor. Ama bu prodüksiyon ile de alakalı bir mesele. KALİTELİ KÖTÜ ADAMLAR : Dizilerin kalifiye kötü adamlara da ihtiyacı var (Bkz. Aşağılarda bir yerde "Kaliteli Kötü Adamlar" yazısı). Biraz klasik olacak ama, Dallas'tan kimi hatırlıyorsunuz hemen? JR değil mi? Dizilerdeki ve filmlerdeki kötü adamlar, hayatın önümüze çıkardığı güçlükleri ve sorunları temsil 286

ederler, onların vücut bulmuş halleridirler. Bilinçaltı düzeyde onlara tepki vermemizin nedeni budur. KINALI KAR, kaliteli kötü adamı olmadan ne olurdu? ASMALI KONAK'in en büyük sorunu da bence, dizinin bir noktasından sonra "NEMESİS"in (düşmanın) ortadan kalkması oldu. Dizinin son bölümlerinde bir "düşman" yoktu. EGE AYDAN'in canlandırdığı karakter kategori değiştirmiş, düşmandan dosta dönüşmüştü - M. Hauge, bunun kesinlikle yapılmamasını söylüyor. Fakat burada ilginç bir nokta var: Bu dizide, dramatik anlamda güçlü bir çatışma kalmamasına karşın, dizi son bölümlerinde bile çok yüksek rating alıyordu. Bu da Türk izleyicisinin, bir kere kahramanlarla özdeşleşti mi, ona sonuna kadar bağlı kaldığını gösteriyor. (Kurtlar Vadisi'nde Çakır öldükten sonra verilen ölüm ilanlarının açıklamasını da, biraz bu özdeşleşme kavramıyla açıklamak gerekiyor.) BÜYÜK OLAYLAR : İnsanlar, kendi sıradan hayatlarının bir benzerini seyretmek için TV karşısına geçmezler. İzledikleri dizilerin ya da fimlerin, kendi hayatlarından bir iki tık daha yukarıda olmasını isterler. Yani biraz daha fazla heyacan, biraz daha fazla aksiyon, biraz daha fazla romantizm, biraz daha büyük sıkıntılar, biraz daha fazla cesaret, biraz daha farklı mekanlar ... Ama çok fazla değil. Çok fazla olunca, dizi inandırıcılığına kaybeder. (Şahsen çok sevmeme karşın, CNBC-E'de yayınlanan 24'ün büyük bir Türk seyirci kitlesi ile buluşabileceğini sanmıyorum. Bizim hayatımızdan o kadar kopuk, dizideki herşey o kadar fazla ki!) Dizide yer verilebilecek büyük olaylardan biri ÖLÜMdür. Ölüm, sıradan insanların hayatındaki en sıradışı, en etkileyici, en dramatik olaydır. Tutacak bir dizi yazarken ölümü (ya da ölüme yaklaşmayı - ölümcül kazayı, ölümcül hastalığı) çok dikkatli kullanmak gerekir. Kullanıldı mı tam kullanılmalı, kahramanı ya da onun çok sevdiği birini etkilemelidir. Ölümden sonra bir süre yas tutulması şarttır, ama makul bir süre sonra geri kalan kahramanlar, hayatlarını sürdürmeyi başarmalıdır. Çünkü normal olan, toplum içinde yaşanan budur. İzleyiciler, "ölenle ölünmeyeceğini" bilirler, ve özdeşleştikleri kahramanların bu badireyi atlattıklarını görmek isterler. Ölüme paralel olarak doğum da görmek ister izleyici. Çünkü hayat, hayatın sürmesi, en kutsal değer, en temel içgüdüdür. Bize milyarlarca yıl ötesinden, tek hücreli atalarımızdan kalan bir mirastır yaşamı devam ettirmek arzusu. Hayatın kendini yenileme ve devam ettirme yeteneği, izleyiciyi her zaman derinden, bilinçaltı bir düzeyde etkiler. (Özdeşleşme kurdururken, kahramanı tehlikeye atma yöntemi, bu gerçeğe dayanır). Hele makul bir biçimde bu doğum ve ölüm olayları yakın zamanlar içinde gerçekleşirse (önce ölüm sonra doğum) çok daha etkili olur. Ve izleyiciler dizi ile "ölüp" dizi ile "doğarlar". DEĞİŞİM ve ÇELİŞKİ : İzleyici, özdeşleştiği karakterin zaman içinde iyiye doğru değişmesini ister. Bunun için de dizinin en başında karakterin değiştirmesi gereken bazı özellikleri, geliştirmesi gereken bazı yönleri, kapatması gereken bazı eksiklikleri, ve üstesinden gelmesi gereken bazı zayıflıkları olmalıdır. Bu ne yazık ki Türk dizilerinde pek rastlanmayan (bence fena halde ıskalanan) bir durum. Ciddi bir değişiklik geçiren hatıryalayabildiğim tek karakter, "Biz Boşanıyoruz"daki ALİ KIRAN. Onun dışında hemen herkes, dizinin başında neyse, sonunda da o. Seymen Ağa (Asmalı Konak), Selim (Bir İstanbul Masalı), Polat (Kurtlar Vadisi), Afet Öğretmen (Hayat Bilgisi)... İzleyici açısından pek sorun olmuyor demek ki, karakterlerde pek bir değişme olmuyor. Oysa ben burada çok önemli bir dramatik fırsatın kaçırıldığı kanaatindeyim. Kahramanların dış dünya ile mücadeleleri kadar, iç dünyalarında kendileri ile yaşadıkları mücadeleler de etkileyicidir. Hangimiz öfkemize sahip olmak, kalp kırmamak, sigarayı bırakmak için iç dünyamızda mücadeleler vermiyoruz ki? Bu tür iç çatışmalar, çelişkili duygular, daha gerçek karakterler yaratmanıza olanak tanır. Türk dizilerinde ve sinemasında (ve tiyatrosunda ve edebiyatında), Hamlet gibi "karakter"lerin yaratılmamasının temel nedeni, karakterlerin hep %100 doğru, ya da %100 yanlış olmasıdır. Kendinden, yaptıklarından, düşüncelerinden şüphe etmemeleridir. posted by gezgin @ 6:48 PM

0 comments

"ANGELS IN AMERICA" Niye Bize Uymaz! Bu sene 11 Emmy ödülü alan bu diziyi, bazı parçaları hariç, pek sevmedim. Uzak geldi. Ama sanılabileceği gibi eşcinsellik temasından dolayı değil. Açıklamaya çalışayım. 1) Dizide "adam" gibi adam yoktu neredeyse. Al Pacino'nun canlandırdığı Roy karakteri hariç hemen hepsi fikirlerinde ya da duygularında dönek tiplerdi - döneklerle özdeşleşmek de çok zordur. Louis (şu çok konuşan, politik tip) Prior'u (şu elçi seçilen) satıyordu, Prior Melek'i satıyordu (kitabı ve elçiliği istemeyerek), Joe Pitt (şu avukat olan) karısını ve eşcinselleri satıyordu (onlar hakkında mahkeme kararlarına olumsuz gerekçeler yazarak), Harper (Joe'nun karısı) gerçek dünyayı ve dizinin sonunda kendisine dönmek isteyen kocasını satıyordu, Merly Streep'in anne karakteri de oğlunu (avukat Joe) satıyordu. Dizideki tek "adam" (yani özüne sadık olan şahıs) olan Roy da, kötü adamdı! Haksız yere Rosenberg'lerin ölümüne neden olmuştu, ve AIDS'li bir eşcinseldi. Ben kiminle özdeşleşeceğim şimdi? İnanmayacaksınız ama Al Pacino'nun karakteri için üzüldüm en çok! 287

2) Dizideki kültürel kodlar, bizim kodlarımıza o kadar uzaktı ki, bir çok gönderme ("reference") anlaşılamıyordu. Melek, elçi seçilmek, Mormonluk, Rosenbergler, Reagan dönemi Amerika'sı, Cumhuriyetçiler ile Demokratlar çatışması, ve tabii ki Amerika'nın hemen her köşebaşında görülebilirmiş gibi sunulan eşcinsellik. 3) Bazı olayları bizim kültürel kodlarımızla açıklamak imkansız, onlarınkini kullanarak bile açıklamakta zorlandım: örneğin Prior'ın melek karşısında cinsel olarak uyarılması, son bölümde Melek ile kavga etmesi, hepsi entel görünümlü bir grup baş melek olarak görünmeleri (şu son bölümde masanın etrafında oturdukları sahne), Melek gelmeden önce ortaya çıkan garip tipler ... Gel de çöz şimdi! 4) Hele dizinin son bölümünde Prior'un "Eğer Tanrı geri dönerse, o ....'nu dava edin!" demesi! Eğer Hristiyanlığı (İsa'nın göğe yükselişi ve yeniden gelişinin beklenişi, vb.) bilmiyorsanız, ve "Tanrı Öldü" diyen Nietzsche'den beri Batı Felsefesi'ni takip etmiyorsanız, bu cümleyi ve geçtiği sahneyi anlamanız mümkün değil. Sadece bu sahne bile sıradan bir müslümanın "Sümme haşa!" deyip TV'yi kapatmasına sebep olacak cinsten. 5) Dizinin teatral havasını sevmedim. Tiyatro oyunu gibi kapalı mekanlar (dizinin oyundan dönüştürüldüğünü biliyorum, ama bu sıkılmamı engellemiyor), uzun sahneler, upuzun diyaloglar... Hele o diyaloglar! Yani, Hamlet'ten beri hiçbir eserde bu kadar "özlü söz söyleyeceğim" diye uğraşılmamıştır (ki ben Hamlet'i çok severim). 6) Eşcinsellerin dünyası da açıkçası beni pek ilgilendirmiyor. Daha doğrusu bir grubu "kurban" olarak sunan hiçbir filmle ilgilenmiyorum. "Amerika'daki Melekler"i herhalde en çok Amerika'dakiler anlar. NOT: Dizinin kaynağı olan oyunun orijinal adı "Angels in America: A Gay Fantasia on National Themes" yani "Amerika'daki Melekler: Ulusal Temalar Üzerine Bir Eşcinsel Fantezisi" imiş. Filmin oyun hali ile ilgili ayrıntılı bir incelemeyi (İngilizce) "http://www.sparknotes.com/drama/angels/" adresinde bulabilirsiniz. posted by gezgin @ 6:41 PM

0 comments

Pazartesi, Kasım 08, 2004 Türk Çizgiromanındaki Temel Sorun: YAZAR Yokluğu Türk sinemasının en büyük sorununun, senaryo yazarlığı ile ilgili olduğunu biliyoruz. Benzer bir durum Türk çizgiromanında da görülmektedir. Türkiye'de çizgiromanın en büyük sorunu, "çizgiroman yazarlığı" diye bir branşın olmamasıdır. Türkiye'de çizgiroman yazarı ile çizeri aynı kişidir. Zaman zaman ilginç işbirlikleri olur, ama bu genelde bir çizerin başka bir çizere hikaye vermesi şeklinde gerçekleşir. Ülkemizde çizgiroman yazarlığı, çizerlik gibi ayrı ve kabul görmüş bir branş değildir. Çizgiroman üretiminde bütün yük, bir kişinin omuzundadır: çizgiroman çizerinin. Batı'da ise "ciddiye alınan" çizgiromanların hemen hepsi, bir yazar ve bir çizerin ortak çalışması ile yaratılır. Asteriks'ten Blueberry'ye, Örümcek Adam'dan Hellboy'a kadar hemen her çizgiromanın arkasında iki isim vardır: yazar ve çizer. Türkiye'de çalışan bir çizgiromancının, başlıbaşına muazzam zor bir iş olan çizimin yanı sıra, bir de konu bulmaya ve hikaye yazımına vakit ayırması gerekmektedir. Bir koltukta birden fazla karpuz taşımaya çalışmanın doğal neticesi, karpuzlardan birinden feragat edilmesidir. Bu da hemen hemen istisnasız, çizgiroman yazarlığı olmaktadır. Çok kısa bir sürede bulunan "orijinal bir fikir", fazla geliştirilmeden ve derinleştirilmeden çizer tarafından çizgiromana dönüştürülmektedir. Bunun sonucunda da çok fazla tat vermeyen, sık sık "ben bunu daha önce okumuştum" hissi uyandıran, sırf ilgi çekmek için cinselliğe çok yer veren, okurda hayatın özüne dair derin bir kavrayış uyandırmayan eserler ortaya çıkmaktadır. Çizgiromancıların "Batı'da çizgiroman çok ciddiye alınıyor" şeklindeki şikayeti ile ilgili olarak sorulması gereken soru "Türkiye'deki çizgiromanlar Batı'daki kadar kaliteli mi?" olmalıdır. Cevap ne yazık ki bellidir: Hayır! Yukarıda anlattığım sebeplerden dolayı, Türk çizgiromanları hep yerinde sayıyor gibidir. Hele yabancı çizgiromanlardaki ilerlemeye nispetle, geriye gittiğimiz bile söylenebilir. Peki bunun çaresi nedir? 288

Bu durumun çaresi, çizgiroman yazarları yetiştirmektir. Çok iyi konular yakalayabilen, insan psikolojisini derinlemesine çözmüş, günü takip eden, hayal gücü hem geçmişe hem de geleceğe uzanabilen, tarih, edebiyat, bilimsel düşünce ve teknoloji bilgisine sahip, dramatik yapı kurup bunu çizgiromana uygun bir şekilde sunabilen çizgiroman yazarları yetiştirmek! Çizgiroman yazarı olmak, bir meslek olarak kabul edilmeli ve özendirilmelidir. Bu alan, yapılacak "çizgiroman hikayesi yarışmalarıyla" teşvik edilebilir. Çizerler ile yazarların ortak çalışmalarından çıkacak güzel sonuçlar, çizgiromanın ülkemizdeki konumunun daha da iyileşmesine kesinlikle katkıda bulunacaktır. posted by gezgin @ 7:56 PM

1 comments

Pazar, Kasım 07, 2004 "SHARK TALE"de Çatışma ve Karakterler "Shark Tale"deki temel çatışma, balıklar ile köpekbalıkları arasındaki düşmanlıktır. Köpekbalıkları, resifte yaşayan diğer balıklara korku vermektedir, çünkü bazen onları yemektedirler. Senarist, bu ezeli çatışmadan yola çıkıyor. Köpekbalıklarına kafa tutar gibi yapan Oscar'ı, ve hiç de köpekbalığı gibi olmayan (aslında bir vejeteryan olan) Lenny'yi yan yana getiriyor. Oscar da, Lenny de kimlik/kişilik sorunu olan karakterler: Oscar, bir köpekbalığı katili olmadığı halde, öyle görünmeyi seçiyor. Lenny de bir vejeteryan olmasına karşın, dışlanma korkusuyla bunu diğer köpekbalıklarından gizliyor. Filmin anafikri (Lajos Egri'nin tabiriyle "önermesi"), "ancak kendimizi olduğumuz gibi kabul ettiğimiz takdirde mutlu olabileceğimiz"dir. Oscar, "önemli biri" olma saplantısından kurtulduğu zaman gerçek aşkı bulur; Lenny de, babasına, kendisini olduğu gibi kabul etmesini söylediği zaman onunla tekrar bir araya gelebilir. Filmdeki karakterleri de şöyle sıralayabiliriz. • • • •

Kahraman: Oscar Destek: Sykes ve Lenny Romantik İlgi: Angie Düşman: Don Lino ve diğer köpek balıkları

Ayrıca zıt dünyaları (yani resifte yaşayan balıkların dünyası ile köpekbalıklarının dünyası) oluşturan bir sürü sevimli yan karakter bulunuyor. Ama kişisel düşüncem, "Finding Nemo"nun (toplam hasılat: 865 milyon dolar) çok daha iyi ve derinlikli bir film olduğu yönünde. Çünkü Nemo'da senaryonun dayandığı duygu olan "babalık duygusu", Shark'taki (toplam hasılat: 230 milyon dolar - şimdilik) "kendin olma" duygusundan çok daha güçlü, çok daha içgüdüsel, çok daha evrenseldir. Bu kadar çok insanı derinden etkileyebilmesinin de bundan kaynaklandığını düşünüyorum. posted by gezgin @ 1:33 PM

0 comments

Perşembe, Kasım 04, 2004 Ally McBeal, Boston Public ve The Practice'in yazarı David E. Kelley ile Yapılan "Chat"ten Alıntılar TV sektöründe uzun bir süre çalışınca yeni ve orijinal fikir bulmak zorlaşıyor mu? Bu zor bir soru. Yeni fikirler bulma süreci son derece bilimdışı bir şey. Bazı gün oluyor, ömrünüzün sonuna kadar bir daha iyi bir fikir bulamayacağınıza emin oluyorsunuz. Ama bazı günler de, dişlerinizi fırçalarken iki üç iyi fikir bulabiliyorsunuz. Deneyimin bana öğrettiği şey şu: tıkandığınız günlerde paniğe kapılmayın. Çünkü panik, yazar tıkanıklığının en büyük nedenlerinden biridir. Eleştiriler şevkinizi çok kırıyor mu? Hayır. Eğer TV sektöründeyseniz, kendi vizyonunuza/hayalinize bağlı kalabilmek için yeterince duyarsız olmalısınız. Ama bu, başkalarını hiç dinlememeniz gerektiği anlamına da gelmiyor. Çünkü eğer herkes yaptığınız bir şeyin yanlış olduğundan şikayet ediyorsa, en azından bir şeyleri yanlış yapıyor olabileceğinize de ihtimal tanıyabilmelisiniz. 289

25 Ekim 1999 posted by gezgin @ 7:23 PM

0 comments

CNBC-E'de yayınlanan SCRUBS'ın Yazarı Bill Lawrence ile Röportaj'dan Alıntılar Dizide çok kısa bir sürede, çok farklı karakterleri tanıtmayı ve sevdirmeyi başardınız. Bunu bu kadar kolay nasıl yaptınız? İki şey söyleyeceğim: Birincisi, dış ses ("voice over"), serimin/tanıtımın en iyi arkadaşıdır. Bu nedenle insanlar bunu sık sık kullanırlar. Ama bu yöntemin bir koltuk değneğine dönüşmemesine de dikkat etmemiz gerekiyor. Ayrıca ben şu yöntemi hararetle savunuyorum: bir dizinin başında, karakterleri tanıtırken, insanların tutunabileceği/bağlanabileceği bir karakter seç, sonra da ondan yola çıkarak dışa doğru bir piramit oluştur. Bununla ilgili en hoşuma giden örnek "Cheers"ta bulunuyor. Coach (Koç) karakterinin nasıl hikayeye sokulduğunu hatırlıyorum. Bardaki telefon çalıyor, ve Koç telefonu açıyor, bir süre dinliyor, sonra telefonun mikrofonunu eliyle örtüp bara doğru bağırıyor, "Ernie Pantusa'yı arıyorlar" diye. Birisi, "O sensin Koç" diyor, Koç da telefona "Oh, buyrun benim" diyor. Şunu hiç aklımdan çıkarmıyorum: az şey ile çok iş başarmak her zaman mümkündür. Yazarlık kariyerinizin başlaması için hangi adımları attınız? Kariyerimin gerçekleşmesi için attığım en büyük adım, 21 yaşındayken cipime atlayıp ülkeyi bir baştan bir başa geçmek (ve Los Angeles'a gelmek - çn.) oldu. Bence sabretmek, benim başarımın kaynağını oluşturdu. Bence TV sektöründe bir yetenek çıtası var, ve eğer sen o çıtanın üzerinde bir yerdeysen, sektöre giriyorsun. Bundan sonra ne kadar başarılı olacağın ise, arzuladığın şeyi başarma güdünün büyüklüğüne, kendini satma yeteneğine, yazma yeteneğine, ve başkalarıyla geçinme yeteneğine bağlı. Bence yeteneği o çıtanın üzerinde olduğu halde, yeterince sabırlı olmadığı için ya da başarma güdüsü yeterince güçlü olmadığı için asla başarılı olamayan çok sayıda insan var. Hangi tema size ilham vermeye devam ediyor? Ben, "En kötü durumda bile, elinden gelenin en iyisini yapan sıradan insan" temasının büyük bir taraftarıyım. En nihayetinde bunun evrensel bir öykü olduğunu ve şaşırtıcı bir azlıkta anlatıldığını düşünüyorum. Bu nedenle, kendisiyle özdeşleşebileceğimiz birini bulmaya çalışıyor, ve aşılması imkansız zorlukları aşmaya çalışan kişiye bağlanıyoruz. Projeleriniz için nasıl araştırma yapıyorsunuz? Deli gibi okuyor, TV izliyor, film ve oyun seyrediyor, ve insanlarla konuşuyorum. Hoşuma giden bir şey yazmaya karar verene kadar araştırma yapmıyorum. Bence en iyi yöntemlerden biri, hayatın farklı alanlarındaki insanlar bulmak. "Spin City"yi hazırlarken, haftalarca New York'taki memurlar ile görüşmeler yaptık. Piyasadaki yüzlerce "yazarlık kitabı"ndan hiçbirini okuyor musunuz? Sizce bunları okumanın bir değeri var mı? Ben "yazarlık kitapları"nı pek tutmam. Televizyon ve Radyo Müzesi'ne gidip, sevdiğiniz dizilerin senaryolarını okumak ve bunların nasıl yazıldığına bakmak bence çok daha iyi bir yöntem. Ayrıca oyun okumaktan da hoşlanıyorum. Başarılı bir komedi yazarı olarak tanınıyorsunuz. Komedi yazmanın en kolay ve en zor yönleri sizce nelerdir? Komedi yazmanın en kolay yönü, espriler. En zor yönü ise öykü yazmak. Çünkü bir çok insan komik olabilir, ama komedinin başarılı olması için, diğer dramalar kadar iyi olması gerekiyor. Yazarlığa yeni başlayacaklara önerileriniz? Bu bir mücadele, ama ayrıca kendinize, her gün yazmanızı sağlayacak bir dizi de bulmalısınız. Sadece Los Angeles'e gelip bir şeyler olmasını bekleyemezsiniz. Kendinizi o çıtanın üstüne çıkarmaya çalışmalı ve adınızın başkaları tarafından da bilinmesini sağlamalısınız. posted by gezgin @ 7:16 PM

0 comments 290

Çarşamba, Kasım 03, 2004 Önemli Bir Senaryo Kavramı: "KANCA" Holywood senaryolarında en çok önem verilen özelliklerden biri, senaryonun bir "hook"unun (şimdilik "kanca" diyelim, "olta" ya da "çengel" de olabilir ) olmasıdır. "Kanca"sı olan senaryoların çekilme olasılığı daha yüksektir. De nedir bu "kanca"? "Kanca" senaryonuzun temelini oluşturan, okuyucunun ve izleyicinin hemen ilgisini çeken, yeni, orijinal, dikkat çekici fikirdir. Uzun uzadıya tanımlamaktansa bazı örnekler verelim: • • • • • • • • •

İntihar etmek üzere olan bir adamın karşısına bir melek çıkar ve ona, eğer kendisi hiç yaşamasaydı hayatın nasıl olacağını gösterir. ("It's a Wonderful Life") Birbirinden nefret eden iki kişi, birbirlerini tanımadan mektuplaşırlar ve aşık olurlar. ("The Shop Around the Corner", "You've Got Mail") Bir grup işsiz İngiliz, biraz para kazanmak için bir striptiz şovu yapmaya karar verirler ("The Full Monty" - Anadan Doğma) Alaycı bir reklamcı, aniden kadınların zihninden geçenleri okuma yeteneğini kazanır. ("What Women Want" - Kadınlar Ne İster) Bir avukat, aniden yalan söyleme yeteneğini kaybeder. ("Liar Liar" - Yalancı Yalancı) Üç sinemacı, efsanevi bir cadıyla ilgili bir belgesel yapmak için bir ormana giderler. Bu kasetler, onların kaybolmasının ardından bulunmuştur. ("The Blair Witch Project" - Blair Cadısı) Bir kuklacı, John Malkovich'in beynine giden gizli bir tünel bulur. ("Being John Malkovich" - John Malkovich Olmak) Kalabalık bir otobüse bir bomba konmuştur. Otobüs 75 km/s hızın altına inince bomba patlayacaktır. ("Speed" - Hız Tuzağı) Bir adam, yerini bir klonun aldığını öğrenir. ("The Sixth Day" - Altıncı Gün)

Türk filmlerinde de kanca'ya çok rastlıyoruz: • • • • • •

Halı satıcısı bir Türk uzaylılar tarafından kaçırılır. (GORA) Ölen bir öğrencinin hayaleti, ÖSS'ye hazırlanan öğrencilere dadanır. (Okul) Dış dünyadan kopuk bir köye ilk kez bir televizyon gelir.(Vizontele) Komser Cemil, ölmekte olan kızını mutlu etmek için, başında bulunduğu karakoldakiler ile "Pamuk Prenses"i sahneler. (Komser Şekspir) Bir kasabanın ortasından geçen dikenli tellerin, aileleri, arkadaşlıkları, aşkları nasıl böldüğünün hüzünlü ve komik öyküsü (Propaganda) 35 yıl sonra hapisten çıkan Baran, intikam almak ve aşkını bulmak için hiç bilmediği İstanbul'a gelir (Eşkıya)

Kancaya sahip hikayelerin bir senaryoya dönüşmesi nispeten daha kolay, bu tür senaryoların da çekilme ihtimali daha yüksektir. Çünkü seyirci seyredeceği filmin neye benzeyeceğini bir iki cümle ile anlamak ister. Kolay gibi görünse de, kanca bulmak o kadar basit bir iş değildir. Neticede 120 sayfalık bir senaryoya dönüşecek bir fikir, her köşe başında karşınıza çıkmaz. Tavsiyem, elinizi kanca bulmaya alıştırın. "Beyin fırtınası" yapın bol bol, bir sürü (onlarca, hatta yüzlerce) bir iki cümlelik abuk subuk fikir üretin. Göreceksiniz, aralarından bir kaç tanesi hikayeye, bir tanesi de senaryoya dönüşecek güçte olacak. (Bu yazının hazırlanmasında kısmen Alex Epstein'ın yazısından faydalandım.) posted by gezgin @ 4:14 PM

0 comments

"ÖRÜMCEK ADAM 3" DAHA MI KÖTÜ OLACAK? Örümcek Adam 1 filmi 800 milyon dolar iş yaparken, 2. film 770 milyon iş yapmış. Neden? Yönetmen aynı, oyuncular aynı, görsel efektlerin biraz daha geliştiği bile söylenebilir 2 senede. Peki bu düşüş neden? Sebep senaryoda gizli olabilir. 1. filmin senaryosu David Koepp tarafından yazılmıştı. Koepp zanaatkarlığı ile bilinen bir yazar. "Panik Odası"nın senaryosunu 4 milyon dolara satmış biri. Koepp'in senaryosu, 2. Örümcek Adam'ın senaryosundan bir kaç açıdan daha üstün: Koepp'in 291

senaryosundaki karakterler, bir aksiyon filminin el verdiği ölçüde geliştiriliyor, derinleştiriliyordu. Peter Parker'ın "inek" bir lise öğrencisinden bir süper kahramana dönüşüşüne tanık oluyor, aynı zamanda sevdiği kıza açılamayışından dolayı onunla birlikte üzülüyorduk. Mary Jane'in sorunlu ev hayatından kaçış için zengin arkadaşlar ile yüzeysel ilişkilere yönelmesini anlıyorduk. Ben Amca ve May Hala, sanki Amerikalı değil, Türk'tüler, o kadar sıcak bir ikiliydiler. Norman Osborn'un bile ticari hırsını ve bu hırs yüzünden bilim etiğini hiçe sayarak kendini bir canavara dönüştürmesini anlıyorduk. Harry Osborn'un zengin çocuk psikolojisine az da olsa girebiliyorduk. Ama 2. Örümcek Adam'ın senaryosunda bizi film kahramanları için duygulanmaktan alıkoyan bir çok eksiklik ve bazı fazlalıklar var: Peter Parker'ın başına gelenler, (tabir biraz kaba ama) bahtsız bedevinin başına gelmiyor. Pizzayı yetiştiremediği için işinden atılması, halasının ev kredisini ödeyememesi, okulda derslerinden geri kalması, kitaplarını bile yere düşürdüğünde birilerinin kitaplarına basması ya da çantasıyla Peter'ın başına arka arkaya vurması, kirasını ödeyememesi, Örümcek Adam'ı kötü gösterme pahasına sattığı fotoğrafların parasının, aldığı avansları bile karşılamaması, gittiği partide bir içki içemeyip bir kanepe yiyememesi... Bütün bunlar, "özdeşleşme" yazısında anlattığımız birinci yöntemin çok abartılı bir kullanımı. Artık Peter ile özdeşleşmiyoruz, ona acımaya, hatta onu biraz da küçümsemeye başlıyoruz. Filmin duygu uyandırmadaki yetersizliğinin nedenlerinden bazıları ise, "neden-sonuç" ilkesinin çok takip edilmemesi. Örneğin, Dr. Otto Octavius'un, füzyon deneyinde neden o kolları kullanmak zorunda olduğu hakkında ikna edici bir açıklama yok. Bu mekanik kolların neden "kötü" niyetli olduğunu da anlayamıyoruz. Dr. Otto'nun kişiliği de inandırıcılık açısından sorunlu: İlk karşılaştığımızda son derece sevecen, anlayışlı biri olarak görünüyor, ama sonra durup dururken hırsa kapılıyor, kötü oluyor - kolların etkisi mi?. Pek ikna edici değil. Filmin en büyük eksiği, filmin kahramanında güçlü bir "dış motivasyon"ın bulunmaması. Örümcek Adam'ın filmin %75'i boyunca en büyük derdi ise, "Örümcek Adam olsam mı olmasam mı?". Yani bu sorun, filmi ileri götürecek bir motor görevi üstlenemiyor. Aynı şekilde Dr. Ahtapot'un dış motivasyonu da zayıf: o füzyonu yapacak da ne olacak? Bilimsel merakını mı tatmin edecek? Güneşin gücü avcunun içinde olsa ne olur, olmasa ne olur? Böyle olunca da film baştan sonra, zar zor ilgimizi çekebilen, merakımızı fazla uyandırmayan, CGI görüntülerle dolu sahnelerden oluşuyor. Hele Peter Parker'ın, May Halası ile yaptığı konuşmadan sonra değişmesi, Hababam Sınıfı Merhaba'da, okul sahibinin, Güdük Necmi ile filmin sonunda yaptığı konuşmadan sonra fikir değiştirmesiyle aynı nitelikte: Hiç ikna edici değil! Peter'ın psikolojik sorunlarının, Örümcek Adam'ın "örümceklik" özelliklerine ket vurması da yeterince açıklanmamış. O açıdan "herşey aslında kafada bitiyor" düşüncesinin çok ucuz bir versiyonu olmuş. Ayrıca birinci filme en çok heyecan katan durumlardan biri olan "kimlik gizleme" olayı, bu filmde kullanılmayacak hale gelmiş. Artık herkes Peter'ın kimliğini biliyor: M.J., Harry Osborn, Dr. Ahtapot ve metrodakiler... Filmin finalinde gelinliğiyle koşan M.J. ise gerçekten de bayat! Gerçekten ilgi çeken tek sahne Örümcek Adam'ın metroyu durdurmaya çalıştığı sahne. Filmin iyi yönleri de yok değil. Aksi takdirde gişede bu kadar başarılı olamazdı: Oyuncular gerçekten çok güzel oynamışlar: Tobey Maguire ve Kirsten Dunst, yine minimalist oyunculukları ile bizi filme bağlıyorlar. Dr. Ahtapot ve May hala da öyle. Benim favorim ise Jonah Jameson. Neredeyse çizgiromandakinden daha başarılı bir tip olmuş. Filmin müzikleri de güzel, binalar arasında uçan Örümcek Adam görüntüleri de. Örümcek Adam 2'nin daha az iş yapmasının ve çok daha az kayda değer nitelikte olmasının nedenlerinden bazıları bence bunlar. Bu durum bana Matrix 1 ile diğer Matrixler arasındaki ilişkiyi hatırlattı. Matrix 1'in çok sağlam bir senaryosu var, Matrix 2 ise "eh", Matrix 3 ise, sırf üçlemeyi tamamlamak için seyredilebilecek bir film. Öyle ki, çok daha yüksek bir bütçeye (yaklaşık 130 milyon dolar) ve daha ileri bir teknolojiye karşın, ilkinden 4 sene sonra gösterime giren Matrix 3, bütçesi 65 milyon dolar olan Matrix 1'den daha az iş yaptı. Eğer senaryo sağlam birine teslim edilmezse, Örümcek Adam 3'te de böyle bir şey olabilir. İlkinden daha iyi bir devam filmi yapmak için James Cameron gibi biri olmak gerekiyor herhalde. Terminator 1 ile 2 arasındaki farka bakın! posted by gezgin @ 3:52 PM

0 comments

292

Salı, Kasım 02, 2004 3 PERDELİ YAPI Güzel Ama ... Aklınıza bir senaryo fikri geldiği zaman, üzerine hemen 3 perdeli yapı kalıbını geçirmeyin. Bu fikir ile oynayın, "brain storming" yapın, aklınızdan bir türlü çıkmayan ve "bu sahne filmde mutlaka olmalı" dediğiniz sahneleri bir kenara yazın. O sahneler, her ne kadar şimdi birbirinden bağımsız olsa da, zaman içinde bilinçaltınız (ya da bilinciniz) bu sahneleri birbirine bağlayacak güzel bir öykü yaratacaktır. Yaratıcılığınıza güvenin. Yani paniğe kapılmayın. Bir filmi güzel ve çekici kılan özelliklerin başında "şaşırtıcı" olması gelir. Sürpriz dönüşler, umulmadık virajlar, izleyiciye keyif verir. Bunların yavaş yavaş ortaya çıkmasına izin verin, ama biraz araştırma yapmanın da bir zararı olmaz. Elinizde yeterince hikaye malzemesi oluştuktan sonra 3 perdeli yapıyı kullanmaya başlayın. posted by gezgin @ 4:10 PM

0 comments

Cumartesi, Ekim 30, 2004 3 PERDELİ YAPI ÖRNEĞİ 2 - "SON SAMURAY" Serim ve Fırsat "Son Samuray"ın (2004) senaryosu da, tıpkı Örümcek Adam gibi, aşağıda anlattığımız 3 perdeli yapıya uyuyor. Son Samuray, 140 milyon dolara malolmuş, 435 milyon dolar getirmişti. AŞAMA 1 : SERİM / GENEL DURUM Senaryonuzun açılışındaki %10'luk bölüm, okuyucuyu ve izleyiciyi, hikayenin başlangıçtaki ortamına çekmelidir. (İlk 10 sayfa kuralını hatırlayın) Burada kahramanımızın günlük hayatını göstermeli, ve (kahramana haksızlık yapıldığını göstererek, kahramanı tehlike altında göstererek, kahramanın sevilebilir, komik, ve/veya güçlü biri olduğunu göstererek) onunla özdeşleşme sağlanmalıdır. SON SAMURAY'da Serim : Senaryo, Japon Adalarının görüntüleri ile başlıyor. Anlatıcı, Japonya'nın nasıl yaratıldığı ile ilgili bir efsane anlatıyor. Sonra kendi düşüncesini söylüyor: "Bana göre Japonya, onur için hayatını vermeye hazır bir avuç cesur insan tarafından yaratılmıştır" (Bu sahnenin amacı, en kısa yoldan, filmin bir ülke -Japonya- ile ilgili olduğunu anlatmak. Güzel görüntüler ve otantik müzik, atmosferi hemen oluşturuyor. Anlatıcının bahsettiği "onur" için ölmeye hazır insanlar ise, filmde izleyeceğimiz çatışmanın ipucunu veriyor.) Daha sonra bir tepenin üzerinde meditasyon yapan bir Japon görürüz. Japon, meditasyon sırasında bir vizyon görmektedir: Bir ormanda, japon savaşçılar tarafından kuşatılmış olan beyaz bir kaplan, çevresini saranlarla cesur bir biçimde mücadele etmektedir. (Henüz adını bilmediğimiz ve Anlatıcı'nın onur için hayatını hayatını vermeye hazır insanlardan bahsederken perdede gördüğümüz bu adam Katsumoto'dur. Gördüğü vizyon ise, gelecekte meydana gelecek bir olayı haber vermektedir. Bunu henüz bilmesek bile, vizyon görmek olayı bile tek başına ilginç.) Bir sonraki sahnede, kalabalık bir insan topluluğunun önünde yeni Winchester tüfeğini tanıtan bir adam (McCabe) görüyoruz. Bu adam, silahın niteliklerini anlatması için bir savaş gazisini, Yüzbaşı Algren'i sahneye çağırıyor. Yüzbaşı Algren sahnenin arkasındaki bir odada içki içmekle meşguldür ve çağrıldığı halde sahneye çıkmaz. McCabe sahne arkasına gider, biraz önce sahnede övdüğü Algren'e hakaretler yağdırarak onu sahneye çıkarır, ve bunun son gösterisi olduğunu söyler. (Burada, Algren ile özdeşleşmenin temelleri atılıyor. Algren fena halde sarhoştur. Acaba neden içmektedir? Bir savaş gazisi olduğu halde hakaretlere uğraması, onunla özdeşleşmeyi başlatır.) Algren sahneye çıkar, silahı tanıtmaya başlar. Ama bir süre sonra, önceden hazırlanmış metnin dışına çıkar ve savaşın vahşetini kendi sözcükleriyle anlatmaya başlar. Hemen sonra da tüfeği doldurup, seyircilerin arkasındaki bazı eşyalara büyük bir isabetle ateş etmeye başlar. Silahı McCabe'e verir, ve tekrar sahne arkasına gider. Bu arada, seyircilerin arasında, beyaz saçlı beyaz bıyıklı bir adam dikkatimizi çeker. (Burada Algren'in geçmişi hakkında bilgi ediniyoruz. Belli ki Algren kızılderililere karşı savaşmış bir 293

askerdir, ve vicdanı, yaptıklarından dolayı rahat değildir. Tüfeği ile seyircilerin arkasındaki bazı şeyleri tam isabet vurması da özdeşleşmeyi artırıyor - kahramanın yaptığı işte -silah kullanma/askerlik- iyi olması ve kendi gücüyle temas halinde bulunması kuralı) DÖNÜM NOKTASI 1 : FIRSAT Senaryonun %10'luk bölümünün bitiminde, kahramanımıza yeni bir fırsat sunulmalıdır. Bu da onda yeni ve görülebilir bir istek uyandırmalıdır. Böylece kahraman, yolculuğuna başlar. SON SAMURAY'da Fırsat : Bir sonraki sahnede Algren'i bir binadan çıkarken görürüz. Binanın dışında onu, seyircilerin arasında gördüğümüz beyaz saçlı beyaz bıyıklı adam (Çavuş Gant) beklemektedir. Algren'e bir iş teklifi olduğunu söyler. Sonraki sahnede ise Algren ve Çavuş Gant, büyük ve lüks bir restorana girerler. Gant, Algren'i bir masaya götürür. Masada bir kaç Japon ve Algren'in eski komutanı Albay Bagley oturmaktadır. Bagley, Japonların ordularını modernleştirmek, bunun için de Amerika'dan eğitmen tutmak istediklerini söyler. Yüzbaşı Algren'e ayda 400 dolar teklif ederler. Algren fiyatı 500 yaparak kabul eder. Japon grubun başındaki Omura, imparatorun yeni bir düşmanı olduğunu söyler: bu, Katsumoto adlı bir samuraydır. Algren, yeni Japon ordusunu, bu düşmana karşı eğitecektir. Sahnenin devamında Algren ile komutanı Bagley'in arasının iyi olmadığını öğreniriz. Bagley, geçmişi unutmayı teklif eder, ama Algren kabul etmez. Bagley'e olan nefreti öyle büyüktür ki, onu bedavaya bile öldürebileceğini söyler. (Bu sahnede kahramanımız Yüzbaşı Algren'e bir fırsat sunuluyor, o da bunu kabul ediyor. Filmin ilerleyen bölümlerindeki çatışmanın da ipuçları veriliyor: bastırılması gereken bir asi vardır - Katsumoto. Fakat Algren ile Bagley arasındaki sürtüşme de ileride bu alanda bir şeyler olacağına işaret ediyor.) (Burada dikkatimizi çeken bir başka nokta daha var: Filmin başında iş arkadaşı olarak sunulan Omura ve Albay Bagley, aslında filmin ilerleyen bölümlerinde Algren'in en büyük düşmanı olacaktır. Yine en başta "düşman" olarak nitelenen Katsumoto da, Algren'in en yakın dostu haline gelecektir. Benzer bir yöntemin -değişen roller- Örümcek Adam'da da kullanıldığını görmüştük.) posted by gezgin @ 8:04 PM

0 comments

3 PERDELİ YAPI ÖRNEĞİ 1 "ÖRÜMCEK ADAM" Örümcek Adam 1'in (2002) David Koepp tarafından yazılan senaryosu, aşağıda anlattığımız 3 perdeli yapıya neredeyse bire bir uyuyor. Filmin 800 (sekiz yüz) milyon dolar iş yaptığını düşünürseniz, senaryosunu incelemeye değer bulabilirsiniz. AŞAMA 1 : SERİM / GENEL DURUM Senaryonuzun açılışındaki %10'luk bölüm, okuyucuyu ve izleyiciyi, hikayenin başlangıçtaki ortamına çekmelidir. (İlk 10 sayfa kuralını hatırlayın) Burada kahramanımızın günlük hayatını göstermeli, ve (kahramana haksızlık yapıldığını göstererek, kahramanı tehlike altında göstererek, kahramanın sevilebilir, komik, ve/veya güçlü biri olduğunu göstererek) onunla özdeşleşme sağlanmalıdır. ÖRÜMCEK ADAM'da Serim : Senaryo bir okul otobüsünde başlar. Peter Parker, öğrencilerle dolu bir okul otobüsünün yanında koşmakta, bağırarak otobüsü durdurmaya çalışmaktadır. En sonunda Mary Jane'in (M.J.) müdahalesi ile otobüs durur. Peter otobüse biner, fakat kimse onu yanına oturtmaz, hatta onunla alay ederler. Son olarak da biri ayağına çelme takarak Peter'ı yere düşürür. (Bu sahnede Peter'ın bir Lise öğrencisi olduğunu, -dış ses yardımıyla- M.J.'i sevdiğini, ama arkadaşları tarafından pek sevilmediğini öğreniriz. Peter'a yapılan üçlü haksızlık -otobüs şoförünün kasten durmayıp Peter'ı koşturması, insanların ona yer vermeyip onunla alay etmesi, ve son olarak da ona çelme takmasısonucunda genç adamla özdeşleşme de sağlanır.) Bir sonraki sahnede üniversite önünde duran Peter, M.J.'nin kendisine el salladığını zannederek ona el sallar. Ama M.J., Peter'ın arkasındaki kız arkadaşlarına el sallamaktadır. (Peter yine aptal durumuna 294

düşürülerek özdeşleşme güçlendirilir.) İzleyen sahnede Norman Osborn ve Harry Osborn ile tanışıyoruz. Zengin bir bilim adamı olan Norman Osborn (W. Dafoe) oğlu Harry'yi, Rolls Royce'u ile okula bırakmaktadır. Babası ile tartışan Harry arabadan inip Peter'ın yanına gider. İki gencin arkadaş olduklarını anlarız. Hemen sonra Norman Osborn yanlarına gelir ve Harry'ye unuttuğu okul çantasını verir. Harry de Peter ile babasını tanıştırır. Peter, Norman'ın makalelerini okumuş ve çok etkilenmiştir. Norman da, bu genç dahiden çok hoşlanmıştır. (Bu sahne, Peter'ın arkadaşı Harry ile Peter'ın gelecekteki düşmanı Osborn'u bize tanıtıyor. Fakat senaryo, müstakbel düşmanları önce birbirine arkadaş yaparak, ilginç bir durum yaratıyor. Peter'ın genç bir dahi olduğunun belirtilmesi de onunla özdeşleşmeyi artırıyor.) Bir sonraki sahnede, okul otobüsünün taşıdığı öğrenciler, Columbia Üniversitesi'nin bir laboratuarını gezmektedir. Liseli öğrencileri gezdiren rehber, örümcekler hakkında bilgiler verir, bu laboratuarda örümceklerle ilgili genetik deney yapıldığını, ve şu anda 15 adet süper örümcekleri olduğunu söyler. Fakat örümceklerden biri kayıptır. Sahnenin devamında Peter ile okulun kabadayıları arasındaki çekişme, Peter'ın M.J.'e olan ilgisi fakat kendinde yeterli cesareti bulamaması, onun yerine Harry'nin (Peter'dan öğrendiği bilgileri kullanarak) M.J.'le sohbet etmesi, en sonunda da Peter'ın cesaretini toplayarak M.J.'e yaklaşması anlatılıyor. (Bütün bunlar, hem Peter'la özdeşleşmeyi artırıyor, hem de senaryonun ilerleyen bölümlerinde karşımıza çıkacak durumların ve çatışmaların temelini atıyor). DÖNÜM NOKTASI 1 : FIRSAT Senaryonun %10luk bölümünün bitiminde, kahramanımıza yeni bir fırsat sunulmalıdır. Bu da onda yeni ve görülebilir bir istek uyandırmalıdır. Böylece kahraman, yolculuğuna başlar. ÖRÜMCEK ADAM'da Fırsat : Bu, M.J.'nin fotoğrafını çekmekle meşgul olan Peter'ın, kayıp örümcek tarafından ısırıldığı sahnedir. Böylece Peter Parker, bu süper örümceğin sahip olduğu özellikleri kazanır. AŞAMA 2 : YENİ DURUM Hikayenin %10'u ile %25'i arasındaki bölümde kahramanımız, karşısına çıkan fırsattan kaynaklanan yeni duruma tepki verir. BU yeni ortama alışır, neler olup bittiğini anlamaya çalışır; ya da genel amacını gerçekleştirmek için bir plan yapar. ÖRÜMCEK ADAM'da Yeni Durum : Peter Parker örümcek tarafından ısırıldıktan sonra kendinde bazı değişiklikler gözlemeye başlar. Olayın ertesi sabahı gözlüklere artık ihtiyacının olmadığını, ve vücudunun bir önceki geceye göre çok daha kaslı olduğunu fark eder. Sonraki bir sahnede Peter filmin başındaki gibi yine otobüsü kovalamaktadır. Ama bu kez otobüsün yanına asılmış olan afiş Peter'ın eline yapışır. Peter buna anlam veremez. Okula gider. Okul yemekhanesinde yemek yerken, yanından M.J. geçer. Fakat genç kız ıslak zeminden dolayı kayar ve düşmeye başlar. Peter sadece onu tutmakla kalmaz, yemeğini de yere düşmeden yakalar. M.J. (romantik ilgi) Peter'ın bu hareketinden etkilenir. Hemen sonrasında Peter, bir çatalın eline yapıştığını fark eder. Hemen sonra da kolundan fırlayan bir ağ, biraz ilerdeki yemek dolu tabldota yapışır. Paniğe kapılan Peter, ağı hızla çekince, ağla birlikte gelen tabldot, Peter'ın arkasında oturan Flash'ın (Peter'a filmin başından beri eziyet eden, okulun kabadayısı) üzerine dökülür. Peter hiçbirşey olmamış gibi yemekhaneden kaçar. Ama Flash peşindedir. Okuldaki dolabına giden Peter, "örümcek hissi" sayesinde Flash'ın arkasında olduğunu ve kendisine yumruk atmak üzere olduğunu fark eder ve bu yumruktan kaçmayı başarır. Sonra da, kendisinden hiç beklenmeyen bir çeviklik ve güç ile Flash'ı bir yumrukta devirir. Kendi yaptıklarına şaşıran Peter, koşarak okuldan uzaklaşır. Bir ara sokağa girer. Ve kendisindeki değişimlerin sebebini anlar: bu, dün kendisini ısıran örümcektir. Bunu fark edince, biraz içgüdüsel bir biçimde, arkasındaki düz duvara tırmanmaya başlar. Evet, Peter bir örümcek gibi düz duvara tırmanabilmektedir. Sonraki sahnede Peter'ı çatıların üzerinde sıçrarken görürüz. (Doğrudan "The Matrix"e yapılan bir gönderme!) Peter yeni güçlerini denemektedir. Son olarak, sokağın karşısındaki bir binanın üzerine, 295

kolundan çıkan ağ yardımıyla, kısmen başarılı bir atlayış yapar. (Bu arada çeşitli sahnelerde, Norman Osborn'un projesinin tehlikeye girdiğini, Osborn'un "performans artırıcı" denen bir maddeyi kendi üzerinde denediğini, bunun sonucunda fiziksel olarak çok güçlendiğini ama akıl sağlığını da yitirdiğini görürüz. Belli ki bir taraftan Örümcek Adam yavaş yavaş ortaya çıkarken, diğer taraftan da Norman Osborn onun en büyük düşmanı olarak belirmektedir. Fakat bu, B hikayesidir. A hikayesini, yani senaryonun ana eksenini Peter'ın hikayesi oluşturur.) DÖNÜM NOKTASI 2 : PLANDA DEĞİŞİKLİK Hikayenizin dörtte birine geldiğinizde, kahramanımıza öyle bir şey olmalı ki, kahramanın başlangıçtaki arzusu net bir sonucu olan, spesifik, gözle görülür bir hedefe dönüşmeli. Bu, kahramanımızın dış motivasyonunun açıklandığı/belirlendiği andır. (Syd Field'a göre "Plot Point 1") ÖRÜMCEK ADAM'da Planda Değişiklik : Peter Parker artık yeni kimliğinin ve güçlerinin tam olarak farkındadır. Fakat hâlâ gizli gizli sevdiği M.J.'e açılacak hâlde değildir. M.J.'in Flash'ın arabasından çok hoşlandığını görünce, Peter da araba almak düşüncesine kapılır. Ama parası yoktur. Para kazanmanın yolunu da, yine araba dergisinde görür: Amatör Güreşçilere üç dakika ringde kaldıkları takdirde, 3 bin dolar verilmektedir. Peter buraya katılmaya karar verir. Kendine bir kostüm tasarlamaya ve ağ fırlatma becerisini geliştirmeye başlar. AŞAMA 3 : İLERLEME Hikayenin %25'i ile %50'si arasındaki süre boyunca, kahramanımızın hedefe ulaşmada kullandığı planı işe yarar gibi görünmektedir. ÖRÜMCEK ADAM'da İlerleme : Peter Parker, "Amatör Güreşçiler Aranıyor" ilanına başvurur. Bu, Peter'ın paraya -> arabaya -> M.J.'e ulaşma planıdır. Peter ringe çıkar ve Kemik Kıran ("Chainsaw") deden bir ızbandutla kapışır. Bir ara dayak yese de, sonunda adamı fena halde pataklar. Fakat 3 bin dolarını almaya gittiğinde, organizatör ona sadece 100 dolar verir, çünkü Peter adamın işini 3 dakikadan önce bitirmiştir. Peter buna itiraz eder, ama organizatör "bu benim sorunum değil" diyerek Peter'ı odasından çıkarır. Peter odadan çıkar ve asansöre gider. O sırada bir hırsız organizatörün odasına dalar ve silah zoruyla adamın bütün parasını alır. Sonra da koşarak bürodan çıkar, Peter'ın çağırmış olduğu asansöre biner ve kaçar. Peter bütün bu olanları seyretmekle yetinir. Hem polis hem de organizatör, neden hırsızı durdurmadığı sorar, ama Peter, bunun kendisinin sorunu olmadığını söyler. Dövüş salonundan çıkan Peter sokakta yürürken bir şeyin etrafında toplanmış bir kalabalık görür ve içgüdüsel olarak aralarına girer. Yerde amcasının yattığını görünce çok şaşırır. Bir araba hırsızı amcasını vurmuş ve arabasıyla kaçmıştır. Yaralı yaşlı adam oracıkta, Peter'ın gözleri önünde ölür. Peter da yeri tespit edilen katilin peşine düşer. Peter binaların arasında ağ fırlatarak uçmaya başlar. (Bu kendi kendine belki asla cesaret edemeyeceği bir şeydir. Ama şu anda amcasının katilini yakalamak gibi güçlü bir motivasyonu vardır.) Ve kısa bir süre sonra da araba hırsızını eski bir binanın içinde kıstırır. Fakat araba hırsızının yüzüne ışık vurunca, Peter, amcasını öldüren adamla, kendisinin kaçmasına izin verdiği hırsızın aynı kişi olduğunu görür ve çok şaşırır. Yani Peter, kendi bencilliği, kendi sorumsuz davranışı yüzünden amcasının ölümüne neden olmuştur. Ayağı takılan adam bir kaç katlık binadan düşerek ölür. . (Bu arada Yeşil Cin'in, Norman Osborn'u işinden eden adamları öldürdüğüne tanık oluruz. Örümcek Adam'ın muhtemel ve müstakbel düşmanı, kötülüklerine başlamıştır.) DÖNÜM NOKTASI 3 : DÖNÜŞÜ OLMAYAN NOKTA Senaryonuzun tam ortasında (yaklaşık 60. sayfada), kahraman kendini amacına tamamen adamalıdır. Bu âna kadar kahraman geri dönme, planından vazgeçme, ve filmin başındaki gibi yaşama şansına sahipti. Ama bu noktada kahraman bütün gemileri yakmalıdır. (Syd Field'a göre "Midpoint") ÖRÜMCEK ADAM'da Dönüşü Olmayan Nokta : Peter mezuniyetinden sonra kendi odasına gider. Halasıyla bir süre konuşur. Amcasının ölümü onu hâlâ çok etkilemektedir. Tek başına kaldığı bir anda, artık bir kutuya kaldırdığı eski örümcek adam giysisini ve örümcek adam kostümü eskizini çıkarır. Ve zihninde amcasının sözleri yankılanır: "Unutma, büyük güç, 296

büyük sorumluluk gerektirir." Bu, Peter'ın -belli ki bir süredir rafa kaldırdığı- örümcek adamlığa dönmeye karar verdiği andır. Bundan sonra büyük güçlerini, insanların iyiliği için kullanacaktır. AŞAMA 4 : ENGELLER, ZORLUKLAR, BÜYÜK KAYIP TEHLİKESİ Senaryonun %50'si ile %75'i arasındaki bölümde, gözle görülür amacı gerçekleştirmek gittikçe zorlaşır. Bu aşamada kahramanımız başarısız olduğu takdirde kaybı, başlangıca göre çok daha fazla olacaktır. ÖRÜMCEK ADAM'da Engeller : David Koepp'in senaryosunda Örümcek Adam'ın önünde bir kaç engel/tehlike bulunmaktadır. Bunlardan biri, yaşadığı şehirdeki suçlulardır. Diğeri, Örümcek Adam'ı kötü tanıtmaya çalışan gazete sahibi Jonah Jameson'dur. Üçüncüsü, Peter'ın sevgisini bir türlü M.J.'e açamaması sonucunda genç kızın, Peter'ın en yakın arkadaşı Harry Osborn ile çıkmaya başlamasıdır. Sonuncusu ise şehre musallat olan Yeşil Cin'dir. Norman Osborn, şirketinin elinden alındığını öğrenince, şirketin yönetim kurulunu bir festival günü toptan ortadan kaldırır. Ama karşısına ilk kez Örümcek Adam çıkar, ve kısmen de olsa ona engel olur. Hikayenin bu aşamasında, Yeşil Cin'in dış motivasyonu önem kazanıyor. Yeşil Cin, üstün güçlerini kullanarak şehirde hakimiyet kurmak istemektedir. Örümcek'i de yanına almaya karar verir. Ona birlikte çalışmayı teklif eder. Ama Örümcek onu reddeder. Yeşil Cin bütün çabalarına karşın, Örümcek'i alt edememektedir. Bu arada Örümcek Adam adam ile, onun Peter Parker olduğunu bilmeyen M.J. arasında duygusal bir yakınlaşma olur. Buna paralel olarak, Harry Osborn ile M.J.'in arası gittikçe bozulmaktadır. Hikayedeki önemli herkesin toplandığı bir Şükran Günü yemeğinden Norman Osborn, Peter Parker'ın Örümcek Adam olabileceğinden şüphelenir. Bunun üzerine Örümcek Adam'a farklı bir noktadan saldırmaya karar verir. ("Düşmanın hassas noktası beyni ya da vücudu değildir: kalbidir!") Onun sevdiği insanlara saldıracaktır. İlk olarak Peter Parker'ın halasına saldırır. Kadın hastanelik olur. (Burada Koepp çok güzel bir hareketle, sıkıcı olabilecek hastane sahnesini, Peter-M.J.-Örümcek arasında duygusal bir yakınlaşmanın kurulması için kullanır). Fakat Yeşil Cin'in Örümcek'e yapacağı kötülükler bununla bitmeyecektir. DÖNÜM NOKTASI 4 : EN BÜYÜK AKSİLİK 120 sayfalık senaryonun yaklaşık olarak 90. sayfasında, kahramanımıza öyle bir şey olmalı ki, izleyici onun herşeyini kaybettiğini düşünmelidir. (Syd Field'a göre "Plot Point 2") ÖRÜMCEK ADAM'da En Büyük Aksilik : Yeşil Cin, M.J.'i kaçırmış ve bir köprünün üzerine yerleştirmiştir. Aynı zamanda, köprünün yanındaki çocuk dolu bir telefiriği de ele geçirmiştir. Yeşil Cin her ikisini de elinde tutar, belli ki ikisini de köprüden aşağı atacaktır. Örümcek Adam'ı ahlaki bir seçim yapmak zorunda bırakır: Çocukları mı kurtarmalıdır, M.J.'i mi? AŞAMA 5 : SON HÜCUM / ZORLAMA Yenilmiş ve hırpalanmış olan kahramanınız, sahip olduğu herşeyi riske atmalıdır. Tüm gücünü ve cesaretini, hedefine ulaşmak için kullanmalıdır. ÖRÜMCEK ADAM'da Son Hücum : Örümcek Adam, önce M.J.'i kurtarır. Sonra da çocuklarla dolu teleferiği güvenli bir biçimde bir teknenin üzerine indirir. DÖNÜM NOKTASI : 5 DORUK Filmin doruğunda bir kaç şey birden olmalıdır: kahraman, bütün hikayedeki en büyük engelle karşılaşmalıdır; kendi kaderini belirlemelidir, ve dış motivasyon meselesi tamamen hallolmalıdır. Hiçbir film, kahramanın büyük meselesinin hallolması ile sona ermez. Artık yolculuğunu bitirmiş olan kahramanın yeni hayatını da göstermelisiniz.

297

ÖRÜMCEK ADAM'da Doruk : Filmin doruğu, Örümcek Adam ile Yeşil Cin'in yıkık bir bina içinde bire bir kapıştığı sahnedir. Yeşil Cin, Örümcek'i öldüresiye döver. Örümcek'in kolunu kaldıracak hali kalmaz. Ama Yeşil Cin'in M.J.'i de öldüreceğini söylemesi, Örümcek'e son bir kuvvet verir ve bununla da düşmanını alt eder. AŞAMA 6 : SONUÇ Bazı filmlerde, doruk noktasından sonra gösterecek pek bir şey kalmaz. Bu tür filmlerde yazarın amacı, seyirciyi şaşırmış/afallamış ya da mutlu/memnun halde bırakmaktır. Bu yüzden doruk, filmin sonlarına yakın bir yerde meydana gelir. Ama bir çok romantik komedide, gizem filminde ve dramada, sonuç senaryonun en son 5 ila 10 sayfasını oluşturur. ÖRÜMCEK ADAM'da Sonuç: Örümcek Adam'ın sonucunda biri uzun, diğeri kısa iki sahne var. İlki, Örümcek'in, Norman'ın cesedini evine bıraktığı sahne. İkincisi de Norman Osborn'un cenazesinin olduğu sahne. Bu sahnede, Koepp ilginç bir şey yapıyor: Harry, Örümcek Adam'dan intikam almaya yemin ediyor, ama aynı zamanda ailesinin tek bireyinin Peter olduğunu söylüyor. (Buna benzer bir sahneyi aşağıda incelemiştik: You've Got Mail). Daha sonra M.J. ile Peter arasındaki sahneye geçiyoruz. M.J., aslında Peter'ı sevdiğini fark etmiştir ve bunu ona söyler. Ama Örümcek Adam'lık sorumluluğunu omuzlarında taşıyan Peter, içi yansa da, genç kızın aşkına karşılık vermemeyi tercih eder. (NOT: Bu film de önemli ölçüde "kimliğini gizleme" teması etrafında dönmektedir. Tıpkı You've Got Mail, Superman ya da Batman gibi. Bu temanın ayrıntılı bir değerlendirmesini, John Truby'nin yaklaşımını incelerken göreceğiz - yakında) posted by gezgin @ 8:00 PM

0 comments

Cuma, Ekim 29, 2004 3 PERDELİ YAPI - Dikkat! Çok Önemli Bir Yazı! M. Hauge, üç perdelik yapıyı, çeşitli alt bölümlere ayırmıştır. Bunlar şöyledir: Serim (Aşama 1 + Dönüm Noktası 1 + Aşama 2) Gelişme (Dönüm Noktası 2 + Aşama 3 + Dönüm Noktası 3 + Aşama 4) Çözüm (Dönüm Noktası 4 + Aşama 5 + Dönüm Noktası 5 + Aşama 6) Şimdi bu aşama ve dönüm noktalarını teker teker inceleyelim. Bu ayrım, çok katı gibi görünse de senaristin işini büyük ölçüde kolaylaştırmaktadır. AŞAMA 1 : SERİM / GENEL DURUM Senaryonuzun açılışındaki %10'luk bölüm, okuyucuyu ve izleyiciyi, hikayenin başlangıçtaki ortamına çekmelidir. (İlk 10 sayfa kuralını hatırlayın) Burada kahramanımızın günlük hayatını göstermeli, ve (kahramana haksızlık yapıldığını göstererek, kahramanı tehlike altında göstererek, kahramanın sevilebilir, komik, ve/veya güçlü biri olduğunu göstererek) onunla özdeşleşme sağlanmalıdır. DÖNÜM NOKTASI 1 : FIRSAT Senaryonun %10luk bölümünün bitiminde, kahramanımıza yeni bir fırsat sunulmalıdır. Bu da onda yeni ve görülebilir bir istek uyandırmalıdır. Böylece kahraman, yolculuğuna başlar. (Bu, Neo'nun Morpheus ile tanışmaya götürüldüğü andır). AŞAMA 2 : YENİ DURUM Hikayenin %10'u ile %25'i arasındaki bölümde kahramanımız, karşısına çıkan fırsattan kaynaklanan yeni duruma tepki verir. BU yeni ortama alışır, neler olup bittiğini anlamaya çalışır; ya da genel amacını gerçekleştirmek için bir plan yapar ("Yalancı Yalancı"daki -Liar Liar- Fletcher, kendisinin gerçeği söylemek üzere lanetlendiğini kavrar; "Mrs. Doubtfire" da çocuklarını görmek için bir plan yapar.) Bir çok filmde kahraman bu yeni duruma isteyerek, büyük bir heyecan ve beklenti duyarak girer, ya da en azından yeni sorunun kolayca çözülebileceğini düşünür. Ama çatışma geliştikçe/ilerledikçe, karşısındaki engellerin sandığından da büyük olduğunu fark eder.

298

DÖNÜM NOKTASI 2 : PLANDA DEĞİŞİKLİK Hikayenizin dörtte birine geldiğinizde, kahramanımıza öyle bir şey olmalı ki, kahramanın başlangıçtaki arzusu net bir sonucu olan, spesifik, gözle görülür bir hedefe dönüşmeli. Bu, kahramanımızın dış motivasyonunun açıklandığı/belirlendiği andır. (Syd Field'a göre "Plot Point 1") AŞAMA 3 : İLERLEME Hikayenin %25'i ile %50'si arasındaki süre boyunca, kahramanımızın hedefe ulaşmada kullandığı planı işe yarar gibi görünmektedir. (Görevimiz Tehlike 2'de Ethan Hunt, kötü adama iyice yaklaşır.) Bu aşamada da çatışma vardır, ama kahramanımız karşısına çıkan engelleri aşabilmektedir. DÖNÜM NOKTASI 3 : DÖNÜŞÜ OLMAYAN NOKTA Senaryonuzun tam ortasında (yaklaşık 60. sayfada), kahraman kendini amacına tamamen adamalıdır. Bu âna kadar kahraman geri dönme, planından vazgeçme, ve filmin başındaki gibi yaşama şansına sahipti. Ama bu noktada kahraman bütün gemileri yakmalıdır. (Syd Field'a göre "Midpoint") AŞAMA 4 : ENGELLER, ZORLUKLAR, BÜYÜK KAYIP TEHLİKESİ Senaryonun %50'si ile %75'i arasındaki bölümde, gözle görülür amacı gerçekleştirmek gittikçe zorlaşır. Bu aşamada kahramanımız başarısız olduğu takdirde kaybı, başlangıca göre çok daha fazla olacaktır. DÖNÜM NOKTASI 4 : EN BÜYÜK AKSİLİK 120 sayfalık senaryonun yaklaşık olarak 90. sayfasında, kahramanımıza öyle bir şey olmalı ki, izleyici onun herşeyini kaybettiğini düşünmelidir. ("Benden Bu Kadar"da - As Good As It Gets- Carol, Melvin'i terk eder. "The Matrix"te Morpheus yakalanır.) (Syd Field'a göre "Plot Point 2") AŞAMA 5 : SON HÜCUM / ZORLAMA Yenilmiş ve hırpalanmış olan kahramanınız, sahip olduğu herşeyi riske atmalıdır. Tüm gücünü ve cesaretini, hedefine ulaşmak için kullanmalıdır. (The Matrix'te Neo, Morpheus'u kurtarmak için tekrar Matrix'e girer.) DÖNÜM NOKTASI : 5 DORUK Filmin doruğunda bir kaç şey birden olmalıdır: kahraman, bütün hikayedeki en büyük engelle karşılaşmalıdır; kendi kaderini belirlemelidir, ve dış motivasyon meselesi tamamen hallolmalıdır. (Bu, Rocky 1'in finalindeki büyük maç, "Er Ryan'ı Kurtarmak"ta Almanların köprüyü ele geçirmek için yaptıkları son saldırı, "The Matrix"te de Neo ile Ajanlar arasındaki son kapışma ve kovalamacadır.) Hiçbir film, kahramanın büyük meselesinin hallolması ile sona ermez. Artık yolculuğunu bitirmiş olan kahramanın yeni hayatını da göstermelisiniz. AŞAMA 6 : SONUÇ Bazı filmlerde, doruk noktasından sonra gösterecek pek bir şey kalmaz. (Örneğin "Thelma & Louise"de doruk noktası, iki kadının arabayla uçurumdan atlamasıdır. Film bu görüntüyle sona erer.) Bu tür filmlerde yazarın amacı, seyirciyi şaşırmış/afallamış ya da mutlu/memnun halde bırakmaktır. Bu yüzden doruk, filmin sonlarına yakın bir yerde meydana gelir. Ama bir çok romantik komedide, gizem filminde ve dramada, sonuç senaryonun en son 5 ila 10 sayfasını oluşturur. ("Er Ryan'ı Kurtarmak"ta doruk noktasından -köprünün savunulması ve Yüzbaşı Miller'ın ölmesi- sonra, Ryan'ı ailesiyle birlikte mezarlıkta görürüz. Ryan, Yüzbaşı Miller'ın mezarını ziyaret etmektedir. "The Matrix"te Neo ile Trinity öpüşür, sonraki sahnede Neo'nun "Sistem"e telefon edişini ve uçuşunu görürüz.) (Makalenin orijinalini http://www.screenplaymastery.com/structure.htm adresinden bulabilirsiniz) posted by gezgin @ 4:00 PM

0 comments

CÜMLEDEN ÖYKÜYE (3 Perdeli Yapıya Giriş) Diyelim ki elimizde bir cümlelik bir senaryo fikri var. Bu bir cümleden, senaryonun temelini oluşturan hikayeye nasıl ulaşacağız? Burada "3 perdeli yapı" (3 Act Structure) yardımımıza koşuyor. Aristo zamanından (hatta daha öncesinden) günümüze kadar kullanılan bu yapıyı aslında hepimiz genel hatlarıyla biliriz: 299

• • •

Giriş (Serim) Gelişme (Çatışma) Sonuç (Çözüm)

Bu yapı tiyatroda yüzyıllar boyunca kullanılmıştır. Ama yüz yaşını yeni devirmiş olan sinemada (özellikle de ticari sinemada) daha bir "özelleşmiş"tir, yani kendine has bazı özellikler edinmiştir. Bu yapının sinemada kullanımını yakın zamanda en iyi analiz edenler Syd Field ve Michael Hauge olmuştur. Senaristin "sanatçı" yönü, ruhunda serbest uçuş halindeki duygu ve düşünceleri böyle bir kalıba sokmakta isteksiz olabilir. Bu son derece anlaşılır bir duygudur. Ama bu 3 perdelik yapı, birileri ya da kanunlar tarafından zorla dayatılan bir şey değildir. Yüzyıllar boyunca süren deneyimler sonucunda, "izleyici" denen insan kitlesinin, bir öyküyü en kolay nasıl anladığı ile ilgili gözlemlere dayanan bir "öneri"dir. Bu öneriye uyabilir, uymayabilir, bazı taraflarını alıp bazı taraflarını değiştirebilirsiniz. Ama şundan emin olun: izleyicilerin büyük bir kesimi, bu yapıya uygun olarak yazılmış senaryolardan hoşlanmaktadır. Bir sonraki yazıda, 3 perdelik yapı ile ilgili çok önemli, temel nitelikli bilgiler bulacaksınız. Bundan sonra da, bir çok filmin bu yapıya ne kadar uyduğunu inceleyeceğiz. posted by gezgin @ 3:52 PM

0 comments

"İYİ FİKİR" ÖRNEKLERİ "Bu kadar laf yeter. İyi fikre örnek görmek istiyoruz" diye söylendiğinizi duyar gibiyim. Öyleyse biraz kendi senaryo fikirlerimden bahsedeyim, naçizane. Bu fikirlerin mükemmel olduğunu iddia etmiyorum. Onları buraya koymamın nedeni, içinde dramatik potansiyel barındıran fikirlere örnek vermek. Eh, başkasının fikirlerini de buraya koyamayacağıma göre (hırsızlık olmasın diye) ... Bu vesileyle senaristlerde görülen bir meslek hastalığına da işaret edeyim: PARANOYA! "Ya senaryo fikrim çalınırsa" korkusu. Aslında son derece makul olan bu korku, belirli bir şiddetin üzerine çıkınca, insanın yaratıcılığına ket vuruyor. "Bir gün bu senaryoyu çekeceğim ve ünlü olacağım" düşüncesine fazla sıkı tutunmak, başka fikirlerin gelmesine engel oluyor. Fikriniz o kadar değerliyse notere gidip tasdik ettirin. Sonra da rahatlayın. Yaratıcı fikirler ancak rahatlamış, gevşemiş, alıcı hâle girmiş zihinlere akabilir. Bir ya da iki fikre sıkı sıkıya tutunmuş zihinlere değil. Ve inanın, yaratıcı fikirlerin kaynağı asla kurumaz. Aşağıda yer alan fikirler, benim "Fikir Dosyam"dan çıkardığım orta kalitede örneklerdir. Çalınabileceklerini bile bile, eğitim maksadıyla buraya koyuyorum. Çalınırlarsa üzülürüm, ama aynı zamanda biraz gurur da duyarım - bende çalınmaya değer fikirler var diye! 1) BANKA SOYGUNCUSU HACİVAT Yaklaşık bir kaç aydır zihnimde şöyle bir görüntü var: Hacivat, elinde son model otomatik bir silahla, ve üzerinde geleneksel yeşil kıyafetleri ve sivri şapkası olduğu halde, bir bankanın ortasında durmuş, etraftakilere bağırıyor. Belli ki bir soygun sahnesi bu. Bu kadar. Ne bir hikaye, ne başka bir şey. Bilinçaltım bu görüntünün üzerine kuluçkaya yatmış durumda. Bundan iyi bir senaryo fikri çıkacağından eminim. 2) YERLİ KUNG-FU FİLMİ Hayır, yeni bir Cüneyt Arkın filminden bahsetmiyorum. Bu, en harbisinden, oyuncuların çatır çatır dövüştüğü, yumruk ve tekme sallayıp yediği, çok sıkı bir aksiyon olacak. Böyle bir filmimiz yok, biliyorsunuz değil mi? Bizi gerçekten dövüşüldüğüne inandıran bir kung-fu filmimiz yok. Nokta. Bu fikir (yerli kung-fu filmi) de çok genel. Yani ortada ne bir hikaye var, ne de bir karakter. Burada dikkat edilmesi gereken, sırf dövüş olsun diye insanları kavga ettirmemek, dövüş olayını hikayeye organik bir biçimde yedirmek. 3) GENÇ TSM ŞARKICISI Bu hikayede de genç bir TSM (Türk Sanat Müziği) sanatçısı var. Aslında kavramın kendisi, hikayenin tohumlarını içinde barındırıyor. Türk Sanat Müziği, artık var olmayanan bir yaşam tarzının müziğidir. Müzik mükemmeldir, ama artık o aşklar, o ilişkiler, o duygular ... yok. Acı, ama gerçek bu. İşte benim ilgimi çeken de bu: Artık var olmayan incelikleri ifade eden ("Vücûd ikliminin sultanı sensin, 300

efendim derdimin dermanı sensin"i söyleyen), hatta yaşayan bir insanın, günümüzün vahşi, duyarsız, sonuna kadar kapitalistleşmiş dünyasında içine düşeceği durum. Bence ilginç ve içinde bir film potansiyeli taşıyan bir fikir. İyi uygulanırsa, gişede şansı olabilir. Yalnız, kahraman mutlaka güzel ve genç bir kız olmalı - ticari olmayı unutmamak gerek. Yukarıdaki fikirlere (ya da kendi senaryo fikirlerinize) bakın. Bir "orijinallik", bir "çatışma", özdeşleşilebilecek bir "karakter" görebiliyor musunuz? Görüyorsanız, o fikir büyük bir ihtimalle iyidir, işlemeye devam! posted by gezgin @ 3:43 PM

2 comments

"İYİ FİKİR" PAHALI OLMAK ZORUNDA DEĞİLDİR İyi senaryo fikirleri, ille de yıldız oyuncular, pahalı setler, ya da özel efektler gerektirmez. Nispeten az parayla da çok kaliteli ve seyirciye cazip gelen filmler çekilebilir. Hem de bu her film türünde ("genre") olabilir. ("Tür" konusu yakında geliyor) Bunun çeşitli örneklerini Amerikan sinemasında görüyoruz: "School of Rock": Film tipik bir "what if..." (... olsa ne olur?) senaryosu: "Sistem dışı bir rock'çı, asıl kimliğini gizleyerek özel bir okulda öğretmen olarak ders verse ve öğrencilerinden bir rock grubu kurup onları yarışmaya soksa ne olur?" 35 milyon dolara mal olan filmin getirisi 131 milyon dolar olmuş. "Blair Witch": Bir grup sinemacı genç, Blair Cadısı ile ilgili bir belgesel film yapmak için Maryland'de bir ormana giderler. Bir yıl sonra, bu gençlere ait filmler bulunur. Filmin maliyeti 35 (otuz beş) bin dolar iken, getirisi 248 (iki yüz kırk sekiz) milyon dolar olmuştu! Bu filmin ikincisi 15 milyon dolara yapıldı ama pek tutmadı (toplam getiri: 47 milyon dolar), çünkü fikrin orijinalliği kalmamıştı. "El Mariachi": Meksika'da bir kasabaya aynı gün bir gitarist (mariachi) ve intikam peşindeki bir katil gelir. Fakat iki adam da birbiriyle karıştırılır ve masum gitarist kendini kanlı olayların ortasında bulur. Filmin toplam maliyeti yaklaşık 200 (iki yüz) bin dolar (prodüksiyon maliyeti, R. Rodriguez'in cebinden çıkan 7000 -yedi bin- dolar). Sadece Amerika'daki getirisi 2 milyon dolar olmuştu. Filmin, Antonio Banderas ve Salma Hayek ile yeniden çevrimi yapıldı (Desperado), ama fanatikler El Mariachi'yi el üstünde tutuyor. "My Big Fat Greek Wedding": Geleneklerine sıkı sıkıya bağlı bir ailenin kızı, bir Amerikalıya aşık olursa ne olur? Maliyeti 5 milyon dolar (+ 19 milyon dolar pazarlama), toplam getirisi ise 356 milyon dolar. Gelmiş geçmiş en kârlı romantik-komedi. (Bu filmin bir Türk versiyonunun yazılmış olmaması için hiçbir neden yok.) "Clerks" (Tezgahtarlar): Kevin Smith'in efsanevi "ultra low budget" (aşırı düşük bütçeli) filmi. Kevin Smith, kendisinin bizzat çalıştığı mağazada, mağazanın kapalı olduğu gece saatlerinde çekmiş bu filmi. Tezgahtarların komik hayatını anlatıyor. Maliyeti 27 (yirmi yedi) bin, getirisi ise 3 milyon dolar. Tabii Kevin Smith'i sektöre sokmasının bedelini ölçmek mümkün değil. İyi fikrin pahalı olmadığını gösteren daha çok sayıda örnek verilebilir. Meraklısı "Sundance Film Festivali"ni ya da diğer bağımsız film festivallerini, internette bir araştırıversin. Türk sinema piyasasında bir şey yapmak isteyen genç senaristlerin çok iyi bir fikirle ortaya çıkması gerekmektedir. Çünkü halkın ortalama drama ihtiyacı (evet, insanların böyle bir ihtiyacı vardır), hâlihazırda TV tarafından karşılanıyor. Fikriniz öyle orijinal, ama öyle uygulanabilir ("feasible") olmalı ki, yapımcılar insanların bu film için sinemaya gideceğine ikna olsun ve bu senaryoya para yatırsın. posted by gezgin @ 3:21 PM

0 comments

Perşembe, Ekim 28, 2004 SENARYO İÇİN FİKİR KAYNAKLARI 1) Kendi Hayal Gücünüz: Eğer bu siteyi takip ediyorsanız, yani sinema ile ilgili iseniz, mutlaka zaman zaman aklınıza çeşitli film fikirleri geliyordur. Yani hayal gücünüz aktiftir. Bilinçaltınız, zaman içerisinde biriktirdiği verileri harmanlayıp yeni bir şeyler üretir ve bunları belirli periyodlarla bilincinize postalar. Size düşen, bu fikirleri hemen bir yere kaydetmek, mümkünse de geliştirmektir. Büyük küçük demeden bu fikirleri defterinize yazın, ve zaman zaman bunlara dönüp bir şey çıkıp çıkmayacağına bakın. İki sene önce zayıf gibi gelen bir fikir, iki sene sonra çok ilginç gelebilir. (Mutlaka bir fikir defteriniz olmalı, mutlaka!) 301

Kendi hayal gücünüzü düzenli olarak BESLEYİN. Hayal gücünüzün besini, başkalarının hayalgücü ürünleridir. Hem kendi ilgilendiğiniz alanda eserler okuyun ya da filmler seyredin, hem de sizinle tamamen ilgisiz konularda eserlere maruz bırakın bilincinizi ve bilinçaltınızı. Eğer siyaset ile ilgileniyorsanız, biyoloji ile ilgili filmlere de bakın, bilim kurgu ile ilgileniyorsanız pedagojiye de bir göz atın. (Ünlü teknoloji şirketi 3M, ar-ge bölümündeki insanlara düzenli olarak, teknolojiyle hiç alakası olmayan, farklı alanlardan gelen uzmanların konferanslar verdirtirmiş. Bir gün balinaların iletişim yöntemleri hakkında bir uzman konuşurken, izleyicilerden biri ayağa fırlayıp kendi odasına koşmuş, çünkü aylardır kafasını meşgul eden bir sorunu, adamı dinlerken çözmüş). Size çok yakın gelmeyen müziklerin, kitapların, filmlerin de tadına bakın. Sıkılırsanız tabii ki bırakın, ama sıkılmıyorsanız, devam edin. Mutlaka bir şey bulabilirsiniz. 2) TV - Gazete - Dergi - Internet: Dünya tarihinde insanoğlu ilk kez bu kadar çok enformasyona maruz bırakılmaktadır. Senin görevin ey yazar, eğer kabul edersen, bu enformasyon bombardımanını süzüp, içinde dramatik potansiyel barındıranları ayırmak ve dosyalamaktır. (Bu dosyalama bölümü önemli. Obsesif bir titizlikle enformasyon dosyalamaktan bahsetmiyorum. Ama ilginç gelen fikirleri kesip bir dosyaya koyun. Çok yorulduğunuzda, ya da Writer's Block -yazar tıkanması- size geldiğinde, bu dosyayı karıştırarak yaratıcılığınızı harekete geçirebilirsiniz.) 3) Edebi eserler: Halihazırda yayınlanmış bulunan hikaye ve romanlar da, senaryo için kaynaklık edebilir. Ama burada dikkat edilecek bir kaç nokta var. Birincisi: Eserin başarısı, sözcüklerin sanatsal bir biçimde kullanılmasından mı kaynaklanıyor, yoksa içerdiği dramatik çatışmadan mı? Eğer birinci durum (sanatsal sözcük kullanımı) söz konusuysa ve siz bunu fark etmeyip hikayenin/romanın senaryosunu yazmaya kalkarsanız, sonuç genelde başarısız olur. Ama bazı eserlerin, sinemaya son derece uygun bir dramatik potansiyel içerdiği de doğrudur: Dövüş Kulübü, Jurassic Park, Kurtlarla Dans, Azınlık Raporu, Ağır Roman, Hababam Sınıfı, vb. Edebi eserlerden yola çıkıp senaryo yazarken dikkat etmeniz gereken bir diğer nokta da eserin sahibi ile temasa geçme zorunluluğudur. Aksi takdirde istemeseniz de "hırsız" konumuna düşersiniz. 4) Gerçek Kişiler ve Olaylar: Bazı insanların hayatı gerçekten de tam film konusudur. Eğer yazar olarak bunu fark ederseniz, ve gerekli izinleri alırsanız, bu kişi hakkında senaryo yazabilirsiniz. "Schindler'in Listesi" gerçek bir insandan ve gerçek olaylardan yola çıkılarak yazılmıştır. Yakın zamanda gösterilen "Terminal" de öyle. (Spielberg, Terminal'de kendisinden esinlendiği adama büyük bir para ödemiştir). Başka örneklere de bakalım: "A Beautiful Mind", gerçekten şizofren olan bir matematikçinin hayatını anlatmaktadır. "JFK" de, Kennedy suikastini araştıran gerçek bir savcının hikayesidir. "Erin Brokovich" de gerçek karakterler ve olaylar üzerine kuruludur. Yerli örnekler olarak Abdülhamit Düşerken, Cumhuriyet, vb. verilebilir. Bazen gerçek ile kurgu birbiriyle harmanlanır, ve ortaya çok güzel sonuçlar çıkar: Titanic, Bravehart, Aşık Shakespeare böyle filmlerdir. İstanbul Kanatlarımın Altında da böyle bir Türk filmidir. posted by gezgin @ 5:32 PM

0 comments

"İYİ SENARYO FİKRİ" NEDİR? Önce neyin iyi senaryo fikri olmadığını söyleyelim: 1) Kendi hayat hikayeniz ... değildir. (Tabii eğer Indiana Jones ya da James Bond değilseniz). Bir çok insanın kendi hayatını roman ya da film konusu olmaya değer bulmasının sebebi, hayatını meydana getiren olayları bizzat, birinci elden yaşamış olmasıdır. Yani bu olayların kendisi üzerindeki duygusal etkisi çok büyüktür. Fakat aynı olayı ikinci ya da üçüncü kişilere anlattığınız zaman, onlarda aynı duygusal tepki oluşmayabilir - hatta hiçbir tepki meydana gelmeyebilir. Bu nedenle, kendi hayatınızı bir film yapma fikrini şimdilik bir kenara koyun. 2) Sıradan insanların hayatındaki sıradan olaylar, küçük güzellikler, farkedilmeyen acılar ... değildir. Unutmayın, seyirciniz de sıradan bir insan neticede. O da evden kalkıp sinemaya gelene kadar 3 film konusu olabilecek kadar olay yaşıyor. Ama sıradan insanların hayatındaki sıradışı, büyük olaylar, eğer iyi işlenirse, çok iyi film senaryosu olur (bkz. "Yeni başlayanlar için İtalyanca", "Geçmişi Olmayan Adam", "Fargo") 3) Büyük politik ya da dinsel sloganlar ... değildir. Senarist şunu asla aklından çıkarmamalıdır: Sinema EĞLENCE sektörünün bir dalıdır. Her ne kadar zaman zaman "sanat" olarak da adlandırılsa, asıl 302

amacı, filmin yapımına katılan herkesin parasını fazlasıyla geri kazanmasıdır. Bu nedenle de bir biçimde EĞLENDİRMELİDİR. Ayrıca, sinemanın politik gücü olduğu dönem, TV'nin ortaya çıkışıyla sona erdi. Artık insanlar TV yoluyla propagandalarını yapıyorlar. ÖYLEYSE "İYİ FİKİR" NEDİR? İyi senaryo fikirlerinin bazı özelliklerini sıralayayım: 1) Fikir orijinaldir. Yani bir biçimde izleyiciyi, günlük hayatın monoton gerçeklerinin dışına çıkarmayı vaad etmelidir. Ayrıca, benzerleri sinemada ya da TV'de daha önce pek yapılmamış olmalıdır. Ya da benzeri yapılalı uzun süre geçmiş olmalıdır. Ve senarist, bu fikre orijinal bir yaklaşım eklemelidir. Örneğin Titanic'in fikri, aynen J. Cameron'un deyimiyle "Romeo and Juliet on a boat"tur - Romeo ve Juliet bir gemide'dir. (Orijinal fikirlerle ilgili olarak bkz. aşağılardaki bir yazı). 2) Fikir, içinde özdeşleşebileceğimiz sıradan bir insanı, ya da sıradan yönleri olan üstün karakterleri içermelidir. Aşağıdaki bir yazıda değindiğimiz dünyanın en çok iş yapan 15 filminin 15'inde de, böyle karakterler vardır. Titanic'te Jack ve Rose, Yüzüklerin Efendisi'nde Frodo, Harry Potter'da Harry, Yıldız Savaşlarında Luke Skywalker, Örümcek Adam'da Peter Parker, vb. Yerli filmlere de bir bakalım: Vizontele'de Deli Emin, Eşkiya'da Baran, Komser Şekspir'de Komser Cemil, Herşey Çok Güzel Olacak'ta Altan (C. Yılmaz), GORA'da Arif (C. Yılmaz). Hiç hata yapmayan, üstün insanların hikayeleri perdeden izleyiciye pek "geçmez". 3) Fikir, içinde büyük bir ÇATIŞMA, büyük bir AKSİYON potansiyeli içermelidir. "Eşkiya" burada çok güzel bir örnek oluşturur. Filmin daha adı bile bir ÇATIŞMA olacağı mesajını vermektedir: Eşkiya önce Berfo ile, sonra Mafya ile, sonra da polislerle çatışır. "Yıldız Savaşları"nda, daha filmin adında savaş vardır. (Bu filmin adı "Yıldızlarda Piknik", konusu da buna uygun bir şey olsaydı, kaç kişi izlerdi merak ediyorum.) Luke Skywalker adında genç bir çiftçi, galaksiyi ele geçiren İmparatorluğa kafa tutan asilere katılır ve onlarla birlikte çatışır. "Jurassic Park", yeryüzünde yaşamış en büyük ve güçlü hayvanlarla, yeryüzünde yaşayan en zeki canlıyı (insanı) karşı karşıya getirmektedir. "Jaws", dev bir köpekbalığı ile onu öldürmek isteyen 3 kişi arasındaki çatışmayı anlatmaktadır. Rocky'nin rakibi, dünya ağır sıklet boks şampiyonudur. "Casablanca"da olaylar, insanlık tarihinin gördüğü en acımasız insan gruplarından birninin, NAZİ'lerin gölgesinde yaşanır. Şimdi diyeceksiniz ki, "İyi ama, bunlar genelde Amerikan sinemasından örnekler. Adamların elinde imkan/para var ki böyle şeyler hayal edip çekiyorlar." Ben de diyeceğim ki, "Senaryonuzda ille de dünyanın ya da galaksinin geleceğini tehlikeye atmanız gerekmiyor. Bir mikrokozmos yaratın, onun içine genel özellikleriyle sıradan insanlar koyun, sonra o sıradan insanlardan çok daha güçlü düşmanlar yaratın. Bu yeter." Örnek mi istiyorsunuz? : "Evde Tek Başına" (Home Alone) filmi, bir evde yalnız kalan bir çocuğun iki soyguncuyla mücadelesini anlatmaktadır. Ve bütün başarısı, mekanın ve mekandaki olanakların çok zekice kullanılmasına dayanır. Filmin maliyeti 15 (on beş) milyon dolar, dünyadaki getirisi ise 533 (beş yüz otuz üç) milyon dolardır. "Panik Odası" (Panic Room - David Fincher) da yine bir evde geçer. Filmin başlıca karakterleri bir kadın, onun kızı, ve üç soyguncudur. (Filmin maliyeti 48 milyon dolar, getirisi ise 196 milyon dolardır. Paranın çoğunun yıldız sanatçılara ve görsel efektlere gittiğini söyleyebiliriz.) Jaws'un önemli bir bölümü denizdeki bir teknede, 3 adam ve 1 köpekbalığı arasında geçer. (Filmin maliyeti 12 milyon dolar, dünyadaki getirisi ise 470 milyon dolar. Spielberg'e dahi denmesinin sebebi bu olsa gerek). Robert Rodriguez, El Mariachi için cebinden 7 (yedi) bin dolar harcamıştır. Filmi beğenen Columbia, bunun üzerine 200 bin daha harcamıştır. Filmin toplam getirisi, sadece Amerika'da 2 milyon dolar olmuştur. Yapımcıya, koyduğu paranın 10 katını getirmiştir. (Film, bir kasabaya aynı gün gelen, ve görünümleri birbirine benzeyen bir gitarist ve bir katili anlatmaktadır) posted by gezgin @ 4:27 PM

0 comments

Çarşamba, Ekim 27, 2004 SENARYONUN EN ÖNEMLİ ÖĞESİ - "DIŞ MOTİVASYON" Dış motivasyon, bir karakterin, filmin sonunda elde etmeyi umduğu, başarmayı istediği şeydir. Hikayeyi ileri götüren, kahramanın bu dış motivasyonudur. Onun bu isteği, hikayenin omurgasını meydana getirir. 303

(İç motivasyonu sonra göreceğiz) Dış motivasyonun en büyük özelliği, gözle görülür, somut bir şey olmasıdır. "Mutlu olmak" "yalnızlıktan kurtulmak" "zengin olmak" gibi ifadeler, bir dış motivasyon değildir, çünkü yeterince somut değildirler. "En iyi arkadaşının evliliğini engellemek" somut bir amaçtır (En İyi Arkadaşım Evleniyor - Julia Roberts). "Las Vegas'ın en büyük kumarhanelerinden birini soymak" da somut bir amaçtır (Ocean's Eleven - George Clooney). Kahramanın her isteği, dış motivasyon değildir. Örneğin Gladyatör filminde Maximus, en büyük isteğinin emekli olup çiftliğinde ailesiyle yaşamak olduğunu söyler. Ama bu Maximus'un dış motivasyonu değildir. Onun dış motivasyonu, Roma'ya bir gladyatör olarak dönüp ailesini öldüren imparatordan intikam almaktır. Senaryo, başlangıçta özdeşleştiğimiz kahramanın, bu amacı gerçekleştirip gerçekleştiremediğini anlatır. Kahramanın bu amacı gerçekleştirmesini ister, onunla sevinir, onunla heyecanlanırız. Yüzbaşı Miller'ın er Ryan'ı bulmasını ister, Marlin'in oğlu Nemo'ya kavuşmasını en az onun kadar arzularız. Kahramanın bu gözle görülür motivasyonu, bütün senaryonun EN ÖNEMLİ ÖĞESİdir. Ne karakterler, ne görsel efektler, ne de diyaloglarla ya da hareketle yaratılan komedi, bu kadar büyük bir önem taşır. Bu omurgadan yoksun, ya da zayıf bir dış motivasyonlu filmler bu eksiklerini genelde yıldız oyuncularla ya da göz boyayan görsel efektlerle kapatmaya çalışırlar, ama nafile. Böyle bir filmi izleyen seyircide bir tatminsizlik, bir tamamlanmamışlık duygusu kalır. Başarılı bazı filmlerde kahramanların dış motivasyonları şöyledir: • • • • •

Örümcek Adam : Peter Parker/ÖA Yeşil Cin'i durdurmak istemektedir. E.T. : E.T'nin en büyük amacı evine dönmektir. Jurassic Park : Arkeolog Alan'ın amacı, kendisinin ve diğer insanların Park'tan sağ sağlim çıkmasını sağlamaktır. Kaçak (The Fugitive) : Dr. Kimble'ın amacı, karısının öldürülmesi olayında masum olduğunu kanıtlamak ve katili bulmaktır. The Matrix : Neo'nun amacı, insanları makinaların egemenliğinden kurtarmaktır.

posted by gezgin @ 8:01 PM

0 comments

Salı, Ekim 26, 2004 ORİJİNAL KARAKTERLER YARATMAK Sinema seyircisi, zaten kendi sıradan hayatından bunalmış, ilginç bir şeyler görmek için onca parayı bastırıp ve üşenmeden kalkıp sinemaya gitmiş kişidir. Bu nedenle de sıradışı olaylar, sıradışı ortamlar, orijinal (ilginç anlamında) insanlar görmek ister. Orijinal karakterlere örnek olarak Hannibal Lecter'ı (Anthony Hopkins - Kuzuların Sessizliği), Yüzbaşı John Miller'ı (Tom Hanks - Er Ryan'ı Kurtarmak) ya da Peter Parker'ı (Tobery Maguire) verebiliriz. İzleyiciler olarak bu karakterlerin ne yapacağını, sıradışı olaylara nasıl tepkiler vereceğini görmek isteriz. Orijinal karakterler yaratırken şu konulara dikkat edin: 1) Kahramanınızı tanıyın. Bir çok senaryo öğretmeni, senaryoyu yazmaya başlamadan önce, kahramanınızın biyografisini yazmanızı öneriyor. Bu biyografi 3 sayfa ila 30 sayfa arasında olabilir. Kahramanın fiziksel özelliklerinden hangi liseyi bitirdiğine, kaç kardeş olduğundan ekonomik durumuna kadar herşeyi bu biyografide anlatmalısınız. Senaryonuzda kullanacak olsanız da olmasanız da bu özellikleri bilmelisiniz. 2) Karakterinizin, senaryoda görülen yönlerini daha detaylı araştırın. Örneğin kahramanınız bir polis ise, polislikle ilgili geniş bir araştırma yapın. Mümkünse polisler ile konuşun. İnternetten polis sitelerini araştırın. Polislerin sorunlarını öğrenin (Örn. Neden bu kadar çok intihar vakası görülüyor polisler arasında, vb.) 3) Klişeleri kırın. Bir mahallenin muhtarı genelde erkek oluyorsa, sizin muhtarınız kadın olsun. Kahve falı yerine kazandibi falı bakın (bu örnek Avrupa Yakası'ndan). Alien filminin en büyük özelliği, baş karakterin (Teğmen Ripley) kadın olmasıdır. Eğer Ripley erkek olsaydı, o film o kadar tutmayabilirdi. 4) Temel insan güdülerini bilin (bkz. Maslow'un "İhtiyaçlar Piramidi") ve karakterinizi bu güdülerden biri ile hareket ettirin. O zaman gerçekten güçlü bir karakter yaratmış olursunuz. Örneğin babalık 304

güdüsünü ele alalım. Kayıp Balık Nemo, oğluna kavuşmak isteyen bir babanın hikayesidir. Marlin (Nemo'nun babası) oğluna kavuşmak için neredeyse bir denizi baştan sona geçer. Jedi'nin Dönüşü'nde (Star Wars - Episode VI) de Darth Vader, oğlunu kurtarmak için, Gücün Karanlık Yönünün başındaki kişiye, yani İmparatora karşı çıkar. Mrs. Doubtfire'da da Robin Williams, çocuklarını daha çok görmek için kadın kılığına giriyordu. Görüldüğü gibi güdü aynı, ama dışa vurum şekilleri farklı. Çevrenizde, okuduklarınızda, izlediklerinizde bu güdüleri teşhis etmeye çalışın. Eğer karakterinize böyle güçlü bir güdü verirseniz (Çocuğunu koruyan bir anne - "Terminator 2"; özgürlüğüne kavuşmak isteyen bir adam - "Shawshank Redemption" Esaretin Bedeli, vb.), emin olun seyirci koltuğuna çakılı kalacaktır. posted by gezgin @ 5:57 PM

0 comments

Pazartesi, Ekim 25, 2004 SENARYODAKİ KARAKTERLER Bir senaryoda olması gereken 4 ana karakter şunlardır: 1) 2) 3) 4)

Kahraman Düşman Destek Romantik İlgi

Şimdi bu karakterleri teker teker inceleyelim: 1) Kahraman (Hero): Ana karakterdir. Onun dış motivasyonu (daha sonra göreceğiz) filmin hikayesinin ilerlemesini sağlar. İzleyiciler kahraman ile özdeşleşirler ve onun vasıtasıyla çeşitli duygular yaşarlar: onun için ve onunla birlikte sevinirler, üzülürler, korkarlar, heyecanlanırlar, vb. Perdede en çok görülen kişidir. Kahramanın bir dış motivasyonu ve bir çatışması olmalıdır. İç motivasyonu ve iç çatışması da olabilir ama bunları ille de görmek zorunda değiliz. 2) Düşman (Nemesis): Bu karakter, kahramanın hedefine ulaşması önünde engel teşkil eden kişidir. Düşman, "kötü adam" da olabilir, bir rakip de, hatta iyi bir insan da. Yani düşman demek, ille de Darth Vader ya da Agent Smith demek değildir. Eğer kahramanımız bir sporcu ise, düşmanı başka sporculardır, ama bu diğer sporcular ille de kötü kişiler olmak zorunda değildir (Örneğin Rocky 1 ve 2'deki Apollo Kötü Adam değildir, Rocky 4'teki İvan da öyle). Şöyle bir kural vardır: "Kaliteli kötü adamlar, kaliteli filmler yaratır" (Bkz. Aşağılardaki bir yazı). Düşman ne kadar güçlü ise, hikayeniz o kadar etkileyici olur. Rocky 1'deki Apollo Creed, Rocky'nin mahallesinde yaşayan başka bir boksör değildir, dünya ağır sıklet boks şampiyonudur! Aynı şekilde Darth Vader'in bu kadar etkileyici olması GÜÇ'ü en az Obi-Wan kadar iyi kullanmasında yatmaktadır. Terminator 1'de Arnold Schwarzenegger'in canlandırdığı robot, neredeyse yokedilmesi ve durdurulması imkansız olduğu için bu kadar etkileyicidir. Terminator 2'deki T1000 modeli (Robert Patrick) de aynı nedenden dolayı bizi heyecanlandırır. Düşman, gözle görülebilen, belirli bir karakter olmalıdır. "Mafya" "doğanın güçleri" ya da "dünyadaki kötülükler" gibi belirsiz bir şey olmamalıdır. Eğer kahramanınız teröristlere karşı mücadele ediyorsa, terör saldırısının bütününü temsil eden bir terörist yaratın ve bu kişiyi kahramanınızın düşmanı olarak senaryoya koyun (Örneğin Gerçek Yalanlar - True Lies - filmindeki Arap Terörist gibi). En önemli kurallardan biri, düşman ile kahraman arasındaki nihai çarpışmayı göstermenizin gerekliliğidir. Yani filmin sonunda kahraman ile düşmanı feci şekilde kapışmalıdır. (Matrix Revolutions'ın sonundaki kapışma; İmparator'un -Empire Strikes Back- sonundaki Luke ile Darth Vader arasındaki kapışma, Eşkiya'nın sonunda Baran (Ş. Şen) ile Berfo'nun (K. Usluer) yüzleşmesi + Baran'ın mafya ile hesaplaşması, vb.) Bir çok filmde, bu son çatışma, aynı zamanda bütün filmin zirvesini (climax) de oluşturur. Bu olayda kahraman, dış motivasyonunu gerçekleştirmekte ya başarılı olur ya da başarısız. 3) Destek (Reflection): Bu karakter, kahramanın dış motivasyonunu gerçekleştirmesine yardımcı olur. Destek, bir arkadaş da olabilir, iş arkadaşı da, eş de, sevgili de. Yeter ki kahramanın amacını gerçekleştirmesine destek olsun. Örneğin Rocky 1 filminde Rocky Balboa'nın Destek'i antrenörüdür. Terminator 2 filminde Sarah Connor ve 305

John Connor, Arnold'a yardım etmektedirler. Şrek filminde de Eşek, Şrek'in desteğidir. Destek karakterinin iki önemli işlevi vardır filmlerde. Birincisi, kahramana yardım ederek hikayenin inanılırlığını artırır. Örneğin Karete Kid 1 filminde öğretmen Miyagi olmasaydı Daniel (R. Macchio) başarılı olamazdı. İkincisi, Destek, kahramanın kendisi, dış motivasyonu, sevgilisi, vb. hakkında konuşacağı biridir. Kahramanın bu konularda kendi kendine konuşması hiç inandırıcı olmaz. 4) Romantik İlgi : Bu karakter, kahramanın cinsel ya da romantik ilgisidir. Kahramanınızın dış motivasyonu, bir başka karakterinin sevgisini kazanmak ya da onunla birlikte olmak ise, o karaktere "romantik ilgi" denilebilir. Bir karakter, eğer kahramanın dış motivasyonunun en azından bir bölümü onun aşkını kazanmaksa, "romantik ilgi" olabilir. Bu dört kategorinin en önemlisi "KAHRAMAN"dır. Diğer karakterler olmayabilir de. Örneğin "İlk Kan" filminde John Rambo'nun bir Romantik İlgisi bulunmamaktadır. Ama düşmanı (Şerif Teasle) ve Destek'i (Ordukaki Albay'ı) vardır. UYGULAMA Yukarıda anlatılanları Eşkiyafilmi üzerinden inceleyelim: Kahraman: Tartışmasız Baran. Çünkü ana hikaye onun hikayesi. Baran hapisten çıktıktan sonra köyüne döner, ne olduğunu öğrenmek ister. Kendilerini jandarmaya ihbar edenin arkadaşı Berfo olduğunu öğrenir. Berfo ayrıca Baran'ın sevgilisi Keje'yi de satın alıp İstanbul'a gitmiştir. Hikaye artık bellidir: Baran İstanbul'a gidecek, Berfo'dan intikamını alacak, sevgilisi ile tekrar bir araya gelecektir. Düşman: Berfo (K. Usluer). Baran'ın onu ortadan kaldırması için iki sebep vardır. Kendisini ihbar etmiş olması ve sevgilisini çalmış olması. Destek : Cumali (U. Yücel). Cumali, Baran'ın hedefine ulaşmasına yardımcı olur, hiç bilmediği İstanbul'da kaybolmasını engeller, ona kalacak bir yer gösterir. Romantik İlgi : Keje (Ş. Hürmeriç). Baran'ın İstanbul'a gelişinin ikinci ana nedenidir. Baran bunca yıl, onunla birlikte olmak için beklemiştir (Kritik alıntı: "..keje.. keje.. beni hapiste vurdular keje.. ölmedim.. hastalandım.. bir ciğerimi orda bıraktım, gene ölmedim.. çok dövdüler beni.. kan kustum, ama ölmedim.. yaşadım.. seni bir kez daha görebilmek için yaşadım.. şimdi bana dediler ki; kimse sesini duyamıyormuş.. susmuşsun.. benimle de konuşmayacak mısın keje.. sesini duyamayacak mıyım..?") Eşkiya tabii ki sadece bunlardan ibaret değil. Ama temel başarısı, karakterleri yerli yerine oturtmasından kaynaklanıyor (Senaryo Yavuz Turgul). NOT: Bu yazı, Michael Hauge'un "Satan Senaryolar Yazmak" (Writing Screenplays That Sell) kitabındaki bilgilerin tarafımdan yorumlanması ile oluşturulmuştur. posted by gezgin @ 5:07 PM

0 comments

Pazar, Ekim 24, 2004 SENARYO YAZARKEN YARDIMCI OLABİLECEK KİTAPLAR 1 - PSİKOLOJİ Başarılı senaryo yazarlığının en önemli unsurlarından biri, ister kahraman, ister kötü adam, ister 2. derece bir karakter olsun rolünde olsun, "unutulmaz karakterler" yaratmaktır. Unutulmaz bir karakter yaratmak için yazar, gözlemlerinden ve hayalgücünden faydalanabileceği gibi, psikoloji biliminden de faydalanabilir. Bir yazar olarak, insan ruhunun yapısı hakkında biraz kuramsal bilgi edinmenin çok faydasını görebilirsiniz. İnsanları temel olarak hangi güdülerin motive ettiğini bilmek, belirli bir durumda bir karakterin nasıl davranmasının "doğal" olduğunu kolayca kestirmenize yardımcı olacaktır. Bu doğallık, hikayenizin inandırıcılığına katkıda bulunur ve izleyicinin karakterlerle özdeşleşmesine yardım eder. Bir çok insan, bir kriz anında en "doğru" biçimde davranmaz. (Filmler hep bu kriz anlarına dayanır). Hepimiz korkularımız, kendilerimize özgü bedensel ya da psikolojik ihtiyaçlarımız, komplekslerimiz, nevrozlarımız ne emrederse ona göre hareket ederiz. Bu ihtiyaçların, komplekslerin, nevrozların ne olduğunu her insan kişisel deneyimleri sayesinde az çok bilir, ama psikoloji biliminin bunlar hakkında bildiklerini en azından genel olarak bilirseniz, çok daha derinlikli karakterler yaratabilirsiniz. Lafı daha fazla uzatmayalım. Kısaca: "Psikoloji iyidir." 306

Türkçe'de yayınlanmış çeşitli psikoloji kitapları var. Bunlardan bazılarının senaryo yazarı için özellikle faydalı olduğunu düşünüyorum. İşte onlardan örnekler: "İnsan ve Davranışı" - Doğan Cüceloğlu (Psikoloji bölümlerinde birinci sınıfta okutulan bir kitap. Konuya giriş için bire bir. El altında bulunsa iyi olur) "İçimizdeki Çocuk" - Doğan Cüceloğlu (İnsan ruhunun temel işleyiş mekanizmalarını anlatıyor. Davranışların temel kaynağının içimizdeki çocuk olduğunu, ve bu çocuğun içimizdeki "anne-baba" tarafından denetlendiğini, nihai davranışın bu ikisinin bileşimi ile oluştuğunu söylüyor. İçimizdeki çocuk ile anne-baba arasındaki denge bozulduğunda da ruhsal rahatsızlıkla baş gösteriyor. Kötü adam yazma sorunlarına bire bir çare!) "İnsan Olmak" - Engin Geçtan (Yine insanın ruhsal yapısı ile ilgili çok güzel bir eser. Kitaptan bazı başlıklar: İnsanlardan Korkmak, Öfke ve Düşmanlık, Değersizlik Duygusu, Sorumluluktan Kaçış, Kendini Yaşamak, vb.) "Çağımızın Nevrotik Kişiliği" - Karen Horney (Baş ucu kitaplarımdan biri. Modern toplumların, neden 'nevrotik insan yetiştiren' birer makine olduğunu anlatıyor. Ve nevrotik bireylerin neden 'sağlıklı tepkiler' veremediğini açıklıyor.) "İnsan Olmanın Psikolojisi" - Abraham Maslow (Maslow, insan doğasının üstün ve güçlü yanlarına odaklanan hümanist bir psikolog. Özellikle "ihtiyaçlar piramidi" kuramının çok iyi bilinmesi gerektiğini düşünüyorum. Bu kitap da, "kahraman"ları yazarken yardımcı olabilir.) Şimdilik bu kadar. Yalnız, şu uyarıyı yapmadan da geçemeyeceğim: Psikoloji kitapları, insan ruhunun işleyiş mekanizmasını anlatmakla beraber, "yasa kitabı" değildir. Yani bir karakterin nasıl davranacağını emretmez. Sadece, genel olarak insanların o durumda neler yaptığını anlatır. Bir çok unutulmaz karakter, kendisinden beklenmeyen biçimde davrandığı için unutulmazdır. Casablanca'nın sonunda Rick'in sevdiği kadından vazgeçmesi, Cesuryürek'in ("Braveheart") sonunda William Wallace'ın acı çekmekten kurtulma şansının bulunmasına karşın, işkence ile ölmeyi tercih etmesi, buna örnektir. Yani her sanat alanında olduğu gibi, kuralları bilin, ama yaratıcı olmak için bu kuralları gereken yerlerde esnetin, hatta çiğneyin. posted by gezgin @ 5:24 PM

0 comments

SENARYODA ÇATIŞMA, İLLE DE YUMRUKLAŞMA DEĞİLDİR. Senaryoda çatışma olmasından bahsedilir hep. Çatışma, ille de kahraman ile düşmanının birbirine tekme tokat girmesi (örn. Matrix 1'de - Neo ile Agent Smith'in kapıştığı Metro sahnesi) değildir. Duygusal ya da düşünsel düzeyde de çatışma olabilir. Bunun en güzel örneklerinden birini "Titanic" filminin "intihar" sahnesinde görüyoruz. İntihar sahnesi, filmin başlarında, Titanic'in kıç bölümünde geçer. Bir nedenle morali çok bozulmuş olan Rose (Kate Winslet) ağlayarak ve koşarak geminin kıç bölümüne gelir. Buradaki parmaklıkları tırmanır, diğer tarafa geçer, ve hafifçe arkaya doğru sarkar. Denize düşmesi ve ölmesi için ellerini bırakması yeterlidir artık. O sırada Jack (Leonardo Di Caprio) gelir ve Rose ile konuşmaya başlar. Jack ile Rose'un niyetleri farklıdır. Rose intihar etmek istemektedir, Jack ise onu vazgeçirmek niyetindedir. Jack, Rose atlarsa kendisinin de atlayacağını söyleyerek genç kadının dikkatini dağıtır, ayrıca ona istemediği bir sorumluluğu (Jack'in de suya daldığında ölmesi ihtimali) yükler, ve onu intihar fikrinden biraz uzaklaştırmayı başarır. Daha sonra Jack "Hiç Wisconsin'e gittin mi?" diye sorar. Rose, sorunun alakasızlığı karşısında biraz daha durumundan kopar. Jack Wisconsin'deki kışların soğukluğundan, bir keresinde buz tutmuş bir gölde balık tutarken buzun kırılması sonucu soğuk suya düşüşünden bahseder. Rose atladığı takdirde öyle soğuk bir suyla karşılaşacaktır. Bu son örnek Rose'u iyice ikna eder. Jack son olarak Rose'un bir çılgınlık yaptığını söyleyerek ikna operasyonunu tamamlar. Bu sahnenin bu ilk bölümünde, birbirine zıt iki niyetten doğan bir çatışma vardır. Bu çatışma Rose'un intihardan vazgeçmesi ve güverteye dönmeye karar vermesiyle sona erer. Ama sahne bitmez. Jack Rose'u parmaklıklardan yukarı çekerken, genç kadının ayağı kayar ve Rose 307

geminin arkasından düşmeye başlar. Jack son anda onu yakalar. Genç kadın artık geminin arkasında sallanmaktadır ve onu hayata bağlı tutan tek şey, Jack'in elidir. Rose, ilk tırmanma denemesinde başarısız olur, neredeyse tekrar denize düşer, ama Jack yine onu tutar. İkinci seferde Jack genç kadını güverteye çekmeyi başarır. Bu bölümde de çatışma vardır. Ama bu kez iki gencin ortak niyeti ile doğa güçleri (daha spesifik olmak gerekirse yerçekimi, buz gibi deniz, ve düştüğü takdirde Rose'u parçalayabilecek olan pervaneler) çatışma halindedir. Bu çatışma da genç kadının güverteye çekilmesi ile son bulur. Ama bitmedi. Cameron (filmin senaristi ve yönetmeni), bu sahneden sonuna kadar faydalanmaya kararlıdır - her iyi senarist ve yönetmen gibi. Rose'un geminin arkasında sallanırken attığı çığlıkları duyan tayfalar geminin kıç bölümüne gelirler ve yüksek sınıf görünümlü Rose'u yerde yatarken, alt sınıf görünümlü Jack'i de onun yanında diz çökmüş halde görürler. Görünüşe (ve duydukları seslere) göre alt sınıftan bir adam, üst sınıftan bir kadına tecavüz etmektedir. Derhal yetkili birini çağırırlar. Bu kısa bölümdeki çatışma Jack ile tayfalar arasındadır. (Gelen tayfalardan biri Jack'e "Geri dur, ve bir santim bile hareket etme" diye bağırır. Jack de söyleneni yapar.) Sahnenin son bölümünde Jack, Rose'un kocası Cal, Cal'in arkadaşları, ve gemi mürettebatı ile karşı karşıyadır. Herkes hâlâ Jack'in Rose'a tecavüze yeltendiğini sanmaktadır. Öyle ki genç adamın bileklerine kelepçeleri takarlar. Hatta Cal, Jack'in üzerine yürür, "Nasıl olur da nişanlıma dokunursun!" diye bağırır. O sırada Rose hatanın kendisinde olduğunu, pervanelere bakmak için eğildiğinde ayağının kaydığını ve düştüğünü, Jack'in de kendisini kurtardığını söyler. Bunun üzerine Jack serbest bırakılır, hatta Rose ve Cal ile yemek yemeye davet edilerek ödüllendirilir. Cameron'un bu sahnedeki başarısı, çatışma odağını başarılı (yani akla son derece yakın) bir biçimde sürekli kaydırmasındadır: • • • •

önce Jack X Rose, sonra Jack+Rose X Doğa Güçleri, sonra Jack X tayfalar, son olarak da Jack X Cal+Arkadaşları+Mürettebat

İzleyicinin ilgisini ayakta tutan şey, bir sahnede yukarıda anlatılanlar gibi zıt güçlerin çatışmasının bulunmasıdır. Yukarıdaki sahneyi bir de çatışmasız haliyle düşünelim: Rose koşarak geminin kıç bölümüne gelir, parmaklıkları tırmanıp arka tarafa geçer. O sırada Jack gelir ve Rose'a intihar etmemesini söyler. Rose hemen ikna olur, parmaklıkların bu tarafına geçer. (Diyelim ki burada ayağı takıldı ve iki genç de yere düştü). Oradan geçmekte olan tayfalar "ne oluyor burada" diye sorarlar, Jack de durumu anlatır, ve tayfalar ikna olurlar, "Peki tamam" derler. Yine raslantı eseri Cal ve arkadaşları güvertede gezerken Jack'i Rose'un tepesinde görürler, onlar da gelir, "ne oluyor" diye sorarlar, bu kez Rose olanları anlatır, ve herkes ikna olur. Rose sıcak süitine, Jack de 3. sınıf kamarasına döner. Ne heyecanlı (!), ne ilgi çekici (!) değil mi? Tuttuğunuz nefesinizi bırakabilirsiniz artık. Senaristin çatışmalı sahne yazarken dikkat etmesi gereken önemli bir nokta da, çatışan güçlerin, anlamlı bir nedenden dolayı çatışmasını sağlamaktır. Yani sırf hareket olsun diye kahramanın önüne nereden ve neden çıktığı belli olmayan engeller koymamak gerekir. Bir senaryo, sadece duygularımıza değil, zekamıza da hitap ederse, yani bize "Evet, kahramanın bu durumda böyle davranmaktan başka çaresi yoktu" dedirtirse, unutulmaz filmler arasına girer. posted by gezgin @ 5:15 PM

0 comments

Cuma, Ekim 22, 2004 TEK DERSTE SENARYO YAZIMI “Sempatik bir karakterin, gittikçe büyüyen, ve aşılması imkansız gibi görünen bir dizi engeli aşmasını ve büyük bir arzuyu gerçekleştirmesini sağlayın”. Bu 20 kelimelik cümle, hemen her başarılı filmin yaptığı şeyi özetlemektedir. Az sayıda istisnada ana karakter, o büyük arzuyu gerçekleştiremez (örn. “Guguk Kuşu”, ya da “Out of Africa”) ya da arzusunun bir hata olduğunu anlar (örn. “Wall Street” ya da “Raising Arizona”). Ama bütün büyük filmlerin özü 308

aynıdır. Michael Hauge - "Writing Screenplays That Sell"den posted by gezgin @ 2:18 PM

0 comments

İZLEYİCİYİ HEYECANLANDIRMANIN 10 YOLU 1 - Duygu Uyandırın. Çoğumuz sinemaya başkası yerine duygu hissetmek için gideriz. Kendilerine karşı duygusal özdeşleşme hissedebileceğimiz karakterler yaratın. Bu karakterler inandırıcı olmalıdır, çünkü karakterler, kendileri vasıtasıyla duyguların bize geçtiği aracılar olarak hizmet görürler. Bir başka deyişle onlarla aynı duyguları paylaşmalı ve onların hissettiğini hissetmeliyiz. 2 - Çatışma Yaratın. Kendilerini bir davaya adamış iki güç, her zaman gerilimi artırır. İlkokuldayken kavga eden iki kişinin etrafına nasıl toplandığımızı hatırlayın. Kavga edenleri kimse ayırmazdı, çünkü herkes kimin kazanacağını merak ederdi. Hikayenin başında böyle bir çatışmanın ipuçlarını vermek de bizde bir beklenti yaratır. 3 - Düşman Yaratın. Ana karakterinizin karşısına, Goliath gibi güçlü bir düşman koyun; daha sonra ana karakterinizi bu düşmanla kapışmaya sevk edin. UZAY YOLU II filmindeki Han, bu tür düşmanlara çok güzel bir örnek teşkil eder, çünkü bedensel ve zihinsel olarak Kaptan Kirkt’ten daha üstündür. Hepimiz Kaptan Kirk’in bırakın onu yenmeyi, nasıl hayatta kalacağını merak ederiz. 4 - Beklenti yaratın. Bir tehlike beklentisi yaratın. DOKUNULMAZLAR’daki bebek arabasını hatırlıyor musunuz? Bu sahnede Eliot Ness (Kevin Costner – çn.) Capone’un adamlarıyla tren istasyonunda kapışması gerekiyordu. Ness kapışmaya hazırdır ve yerini almıştır, ama bir kadın bebek arabasını güçlükle merdivenlerden yukarı çıkarmaya çalışmaktadır. Kadının, iki tarafın arasına gireceğini “biliriz”. Gerilim artar. 5 - Gerilimi Artırın. Kahramanınızın, içinde bulunduğu tehlikeyi bilmemesini, ama seyircinin bu tehlikeden haberdar olmasını sağlayın. Örneğin özdeşleştiğimiz ve önemsediğimiz bir çifti göz önünde bulundurun. Bu çift dışarıda akşam yemeği yerken biri onların evine girer ve yataklarının altına bir bomba yerleştirir. Daha sonra mutlu çiftimiz eve döner ve yataklarına girerler. Biz bombanın orada olduğunu biliriz, ama onlar bilmez. Biz, yani seyirciler, çiftten daha üstün bir konuma sahibiz. 6 - Sürpriz Kullanın. Arada sırada hikayeye bir sürpriz dönüş (“twist”), yani olayların aniden yön değiştirmesini ekleyin. (Matrix filminde Neo’nun filmin ortasında seçilmiş kişi olmadığını öğrenmesi böyle bir sürpriz dönüştür. O andan itibaren filmdeki bütün olayların anlamı değişir. “Seçilmiş Kişi herkesi kurtaracak” hikayesinden, “acaba bu seçilmemiş, sıradan insan ne yapacak?”a geçeriz - Gezgin) 7 - Acil bir durum yaratın. Karakter için son derece önemli olan bir şey tehlikeye düştüğünde, o şey bizim, yani seyirci için de önemli hale gelir. Bu şey dünyanın güvenliği de olabilir, genç bir suçlunun ahlaken kendini kurtarması da. İki aşığın birbirini bulmasının getireceği duygusal tatmin de olabilir, gizli bir belgenin korunması da, ya da bir değerin zafer kazanması da. Tehlike ne kadar büyükse, gerilim de o kadar yüksek olur. 8 - Sonuçlar Yaratın. Bir önceki maddeyle yakından bağlantılı olan bir şey de, korkunç sonuçların oluşturulmasıdır. Bunlar, kahraman amacını gerçekleştiremediği takdirde meydana gelecek olaylardır. Challenger uzay mekiği patladığı zaman çok sayıda insan üzüldü. Bu olaydan birkaç yıl sonra bir başka uzay mekiği uzaya gidecekti. Bu ikinci mekiğin geri sayımında yaşanan gerilimi hatırlıyor musunuz? İçinizi kemiren bu duygu, daha önceki mekiğin patlamasının yarattığı korkunç sonuç beklentisinden dolayıydı. 9 - Zamanı sınırlayın. Saat verin. “Dünyayı kurtarmak için 24 saatin var James, iyi şanslar.” Son tarihler (“deadline”) her zaman gerilim yaratırlar, çünkü ikinci bir düşmanı devreye sokarlar. Bu düşman “zaman”dır. Kahramanın, patlamak üzere olan bir bombayı, gerisayım sona ermeden etkisiz hale getirmek zorunda olduğu onlarca filmi bir çırpıda hatırlarsınız. KIZIL EKİM (“The Hunt For Red October” – Sean Connery) filminin torpido ateşleme sahneleri özellikle heyecanlıydı. Aynı şekilde OZ BÜYÜCÜSÜ (“The Wizard of OZ”) filminde kötü cadı Dorothy’yi yakaladığında bir kum saatini ters çevirir. “İşte bu kadar yaşayacaksın tatlım” der. Dorothy’nin ne zaman öleceğini bilmememize rağmen endişeleniriz. Hitchcock “şiddet tehdidi şiddetten daha güçlüdür” dediğinde haklıydı. Siz de örtülü bir zaman sınırlaması yaratabilirsiniz. Genç bir kız raylara bağlanmıştır. Acaba Batman kız tren tarafından ezilmeden önce kızı kurtarabilecek mi? Alın size örtülü, ya da suni bir zaman sınırlaması. 10 - Şüpheyi Sürdürün. Eğer bir sahnenin ya da filmin nasıl sona ereceği ile ilgili akla yakın bir şüphe varsa, gerilim artar. DOKUNULMAZLAR’ın açılış sahnesinden Capone’nun adamlarından biri bir dükkana içi patlayıcı dolu bir çanta bırakır. Sonra bu çantayı küçük bir kız alır ve çanta patlar. Bu noktada, bu filmdeki 309

herkesin ölebileceğini fark ederiz. Elliot Ness’in küçük kızı ve karısı için bütün film boyunca endişeleniriz. Neden? Çünkü bu sonucun gerçekleşebileceğine dair ciddi bir şüphe vardır. Yukarıda anlatıla araçlar birbirleriyle yakından bağlantılıdır. Bunları kendi senaryonuzu yazarken akıllı bir biçimde kullanın. Seyircileriniz gerçekten heyecan duyacaklar. David Trottier (http://www.hollywood.net/) (Not: Yazının çok az bir bölümünde tarafımdan güncelleme yapılmıştır – Gezgin) posted by gezgin @ 1:39 PM

0 comments

Perşembe, Ekim 21, 2004 SENARİST NE YAZMALI? Birine "-meli, -malı" ekiyle biten cümleler söylemek her zaman çok tehlikelidir. Çünkü cevap çok hızlı bir "hadi oradan" "sen kendi işine bak" ya da en kötüsü "... diyosuuun!" olabilir. Buna rağmen bu konuda bir iki şey söylemek istiyorum. 1) Senaristler "tutku" duydukları konularda yazmalılar. Yani yazdıklarına kendileri inanmalı, hem de çok inanmalılar. "Biri bunu söylemeli" dediğiniz şeyleri yazın. İnanmadığınız bir konuda yazmak, İSTİSNASIZ kötü, bayat, yavan sonuçlar verir. "Profesyonel yazar herşeyi yazar" diyebilirsiniz. İnançlarınızla taban tabana zıt bir konuda yazmayı deneyin de ne demek istediğimi görün. (Sol görüşleriniz varsa, ve önünüze A. Çatlı'nın hikayesi gelse... ne yazabileceğinizi düşünün. Ya da feminist iseniz, bir maçoyu yücelten bir senaryoyu nasıl yazacaksınız, hayal edin.) 2) Senaristler bildikleri bir konuda yazmalıdır. Ya da pek bilmedikleri bir konuda yazıyorlarsa, mutlaka araştırma yapmalıdırlar. İtfaiyecileri anlatmak istiyorlarsa, itfaiyeciler ile takılmalı, boş vakitlerini nasıl geçirdiklerini, en çok hangi şarkıcıyı dinlediklerini, aralarında en sık tekrarlanan geyikleri öğrenmelidir. Bunun için kitap okumaktan daha etkili bir yöntem, gidip o kişilerle röportaj yapmaktır. (Buna en somut örnek "Kurtlar Vadisi" dizisidir. Bir çok mafya dizisinin arasından Kurtlar Vadisinin sıyrılması, arkasında Soner Yalçın gibi bu konuda uzman bir araştırmacının bulunmasından kaynaklanıyor). 3) Senaristler güncel eğilimleri ("trend") göz önünde bulundurarak yazmalıdır . Matrix'in 1999 yılında yapılması bir rastlantı değil. Örneğin o film 1985'te ya da 1975'te yapılamazdı, çünkü kişisel bilgisayarlar hiç yaygın değildi, sanal gerçeklik kavramı da öyle. Ya da "Casablanca"yı ele alalım. 2. Dünya savaşı sırasında (1942) çekilen bu film, savaşın yaralarının kanadığı bir dünyada aşkı ve vatanseverliği çok başarılı bir biçimde işlemiştir. (Filmin senaryosunun son anda, hatta bazen çekim gününde yazıldığını biliyor muydunuz? Bu kadar acele ve bu kadar güzel yazılması çok ilginç bence). 4) Senarist, kime hitap etmek istediğini iyi bilmeli. Yani hedef kitlesini doğru saptalamalı. Her filmin belirli bir seyirci kitlesi vardır ve birilerini seçmek, diğerlerini seçmemek demektir. Çok az film her kesimden insana hitap eder (örn. "Titanic"). Seçtiğiniz hedef kitlenin ilgi alanlarını bilin, nelerden hoşlandığını, nelere gıcık kaptığını, dinlediği müzikleri, nasıl giyindiklerini, duyarsız ve duyarlı oldukları noktaları. Örneğin 1980'den sonra doğanlara 12 Eylül öyküleri anlatmak çok manalı değil, çünkü politik aktivizm bu kuşağı hemen hiç ilgilendirmiyor. 5) Senaristler "anlamlı" bir konuda yazmalı. Yani insan kardeşlerimizin hissettiği ortak arzu ve acıları ile ilgili yazmalı. Çok küçük bir insan grubunun özlemleri ya da sıkıntıları geniş bir izleyici kitlesine başarılı bir biçimde sunmak çok ama çok zordur. Kendinizi aniden marjinal bir konumda bulabilirsiniz. ÖNEMLİ NOT: Tabii ki aslında "her konuda" senaryo yazılabileceğini biliyorum. Belki yazılmalı da. Ama senaristin hizmet ettiği sinema sektörü o kadar nazlı, o kadar ticari bir sektördür ki, senaristin yazarak para kazanması ve sinema sektörünün mevcudiyetini sürdürmesi için, bence yukarıdaki öneriler (en azından bazıları) göz önünde bulundurulmalıdır. Türk sinema sektörünün "nâmevcut" durumda olması da, bence biraz, bu önerilerde anlatılanları (özellikle de 5. maddeyi) görmezden gelmesinden kaynaklanıyor. posted by gezgin @ 5:26 PM

0 comments

310

Pazar, Ekim 10, 2004 "BÜYÜK HESAPLAŞMA" ("HEAT") NEDEN BÜYÜK DEĞİL? Al Pacino (polis) ile Robert De Niro'yu (hırsız) bir araya getiren ilk ve tek film (Baba 2'yi saymazsak; orada farklı zamanlarda yaşadıkları için hiç karşılaşmıyorlardı.) neden bu kadar sönük? Yanıt senaryoda gizli. Michael Mann Collateral'de (bkz. en aşağılarda bir yerler) çok iyi bir iş çıkarmışken, "Büyük Hesaplaşma"da ne yazık ki ortalama bir iş bile çıkaramıyor. Bunun günahı katmerli olarak onun boynuna, çünkü senaryoyu da kendisi yazmış. Senaryodaki hatalar saymakla bitecek gibi değil. Ama en büyük hata, yakın zamanda "The Mexican"da (Brad Pitt ve Julia Roberts oynamıştı) yapılan hatanın aynısı: Filmin en büyük kozu olan iki ana karakteri çok az yan yana görüyoruz. "Meksikalı"da J. Roberts ve B. Pitt, bir filmin başında, bir de sonunda bir araya geliyordu. Ama seyirci, bu ikisini yan yana görmek için can atıyordu. Ve hevesi kursağında kalıyordu. "Heat"te de aynı şey oluyor. De Niro ile Pacino, sadece alakasız bir kafeterya sahnesinde karşılıklı oynuyorlar, onun dışında hep bambaşka yerlerdeler. Bu da seyircide büyük bir hayal kırıklığı yaratıyor. Çünkü bir çok insan, senaryosu için değil, bu iki büyük oyuncuyu yan yana görmek için gitti bu filme, ve umduğunu da bulamadı. Senaristin, oyuncular belli olduktan sonra, izleyicinin beklentilerini göz önünde bulundurarak senaryoyu değiştirmesi gerekirdi. Diğer hatalara bakalım: Film, ilk 10 dk.(=10 sayfa) kuralına uygun olarak aksiyonla başlıyor. Orta derece zeka gerektiren bir soygun oluyor ve bu vesileyle tarafları tanıyoruz. De Niro ve adamları, becerikli soygunculardır. Pacino ve adamları da iyi polisler. Fakat bundan sonra, çok ama çok uzun bir süre, her iki tarafın da "kişiliklerinin gelişitirilmesi"ne tanık oluyoruz. Yani Pacino'nun, De Niro'nun, ve yan karakterlerin (Val Kilmer) ne kadar mutsuz, ne kadar berbat kişisel ilişkileri olduğunu görüyoruz. Pacino üçüncü evliliğini yapmış, sorunlu bir üvey evladı var, karısı da kendisiyle ilgilenilmemesinden şikayetçi - pek parlak bir buluş değil yani. De Niro ise, "polis baskın yaptığında 30 saniyede herşeyi bırakıp çıkacak şekilde" yaşamaktadır. Bu nedenle insanlarla duygusal ilişkiler kurmak istemez, yaşadığı eve eşya bile almaz. Val Kilmer da kumar borcu yüzünden hırsızlıklarına devam etmektedir. Sevdiği bir karısı ve çocuğu vardır, ama onlarla da sorunlar yaşamaktadır. Bu arada yavaş yavaş, ikinci ve üçüncü soygunların olacağını öğreniriz. Ama bunlar ile ilgili gelişmeler çok yavaş ilerler. Filmin ortalarında, ikinci soygun, De Niro'nun yakalanacaklarından şüphelenmesi üzerine tam ortasındayken bırakılır. Bu arada, Pacino ve adamları De Niro ve adamlarını takip etmektedir, ama eski kurt De Niro, izlendiğini fark etmiştir, ve polisleri atlatmayı başarır. Üçüncü soygun yapılır: fakat başarılı olmaz. Son anda polis gelir ve De Niro ve adamlarını kovalamaya başlar. De Niro iki adamını kaybeder, ama kendisi ve Val Kilmer kaçmayı başarır. Bu noktada bir acayiplik var: Bu üçüncü soygun sahnesi, seyirci için duygusal zirveyi oluşturuyor. Yani, olayın bu soygun ile hallolmasını, De Niro ile Pacino'nun bu soygunda zeka ve yeteneklerini konuşturmasını bekliyor. Ama hayır, senaristin hayal gücüne kıran girmiş gibi, sırada bir soygun ve sıradan bir kaçış oluyor. Bu zirveden sonra izleyici duygusal bir "anti-climax" (zirve sonrası) yaşıyor. Senarist de bize yeni bir şey sunmuyor. İlk soygundan sonra olduğu gibi yine ilişkilere yoğunlaşıyor. De Niro yeni edindiği sevgilisi ile hesaplaşıyor, Pacino da karısının kendisini aldattığını öğreniyor. Val Kilmer'ın sevgilisi de Val'ı aldatmaktadır. Ama Pacino, Val'ın sevgilisini kullanarak soyguncuları ele geçirmeye kararlıdır, vs. Son büyük olay, De Niro'nun şehri ve ülkeyi uçakla terk etmesi olacaktır. Her şey ayarlanır. De Niro sevgilisini de kendisiyle gelmesi için ikna eder. Geride tek bir pürüz vardır. Üçüncü soygunu ihbar eden adamın hakettiği cezayı bulması. Senarist burada gereksiz bir biçimde, filmin başında De Niro'ya kazık atan işadamının öldürülmesini katıyor. Ritmi zaten düşük filmde, gereksiz bir kaç sahne daha izliyoruz (ya da bazılarımız, masanın üzerindeki eski gazete ve dergileri incelemeye başlıyor). Final sahnesi ise, gerçekten de sinema okullarında "film nasıl kötü bitirilir"e örnek olarak okutulacak cinsten: De Niro, sevgilisiyle kurtuluş (havaalanı) yolundayken, aniden ispiyoncuyu cezalandırmaya karar veriyor (Buram buram "trajik hata" kokan bir hareket. Ama kahramanın değil, senaristin trajik hatası). De 311

Niro, polis tarafından gözetlenen ispiyoncuyu otel odasında buluyor, öldürüyor, sonra da kaçmaya başlıyor, peşinden de Pacino kovalıyor. Ne beklersiniz? Pacino ve De Niro kıyasıya kapışacaklar değil mi? Her iki taraf da kanının son damlasına kadar mücadele edecek, arada bir sürü güzel diyalog havada uçuşacak, sonra biri -ya da ikisi- çok hüzünlü bir biçimde ölecek... Çok beklersiniz! Ne buluyoruz? Bir havaalanının ücra bir köşesinde, bir kaç kıytırık konteynırın arasında, silahın bir kez atıldığı ve De Niro'nun pisi pisine vurulduğu, ve ölmeden önce son derece anlamsız bir laf ettiği ("Sana hapse geri dönmem demiştim!") bir final. De Niro ve Pacino el ele tutuşur (her nedense?!), De Niro ölür. Son. Film, bu yönetmene, bu oyunculara karşın gişede iki seksen uzanmıştı. Seyircinin yerinde bir tavrıyla. Bu da şunu kanıtlıyor. Bir filmin "star"ı her zaman, ama her zaman SENARYO'dur. Senaryo kötüyse, Pacino da, De Niro da filmi kurtaramaz. Birbirini anlayan hırsız ve polisin anlatıldığı, öyküsü bir sahne bile sekmeyen, canavar gibi bir ritmi olan, karakterlerin çok iyi geliştirildiği bir film izlemek istiyorsanız, "Kırılma Noktası"nı (Point Break) öneririm. Yazarı kim? James Cameron! Titanik'i ve Terminator 2'yi yazan adam desem, sanırım yeterli olur. (İnsan şuna hayıflanıyor: Pacino'ya ya da De Niro'ya verdiğiniz paranın 20'de birini bir "Senaryo Doktoru"na verseniz, elinizde bir "blockbuster" olurdu. Böyle uyduruk bir hikaye değil.) posted by gezgin @ 2:40 AM

0 comments

Çarşamba, Ekim 06, 2004 KOŞUŞTURAN ÖYKÜLER "Bütün senaryoların amacı, izleyicide bir duygu uyandırmaktır." - Michael Hauge. Bunu başarmanın en emin yollarından biri, öyküyü "zamana bağlamak"tır. Zamana bağlamak'tan kastettiğim şu: Öykü temel olarak, bir işin belli bir zamanda yapılmasına bağlı olsun. Yani kahramanımız bir işi belli bir zamana ("deadline") yetiştirmek zorunda olsun. Ve bu zaman da çok "dar", az olsun. Bu nedenle de kahramanımız, bu işi, çok kısa bir süre içinde, önüne çıkan her türlü engeli parçalayarak geçmek suretiyle başarsın. Bu tür filmler "roller-coaster" yolculuğuna benzer. İzleyici filmi izlemeye başladığında roller-coaster'a binmiş olur. Ve o andan itibaren olaylar büyük bir hızla ilerlemeye başlar. Öyle ki izleyici heyecandan "Durun, inecek var" demeyi bile akıl edemez. Zaten inmesi de mümkün değildir. Bir çok film bu yöntemi kullanır. Filmdeki karakterlerden biri "Bu iş X kadar sürede olacak/olmalı" dediği an, saat işlemeye başlar. Bazı örneklere bakalım: 1-) TİTANİK: Dünyanın en çok iş yapan filmi (1.8 milyar dolar hasılat!), böyle bir filmdir. Gemi buz dağına çarptıktan sonra yapılan toplantıda geminin mühendisi Thomas Andrews "Gemi 1, en geç 2 saat içinde batacak" dediği andan itibaren, filmin sonunda nihayet bulan ve sona doğru hızlanan, zamana bağlı bir koşuşturmanın içinde buluyoruz kendimizi. 2-) CAZCI KARDEŞLER: Filmin ilk 15 dakikasında, filmin kahramanları olan Jake ve Elwood, kendilerini yetiştiren ve "Penguen" adını taktıkları rahibeden, büyüdükleri yetimhanenin satılacağını öğrenirler. Eğer 11 gün içinde 5000 dolar namuslu bir yöntemle bulunmazsa, yetimhane elden çıkacaktır. Bu 11 gün içinde Jake ve Elwood, eski "blues" grubunu bir araya getirmeli, başarılı bir konser vermeli, ve parayı vergi dairesine yatırmalıdırlar. Bu filmde koşuşturma, filmin finalinde zirveye ulaşır. Polisler, sabahın köründe, parayı vergi dairesine yetiştirmeye çalışan iki "cazcı" kardeşin peşine düşer. Biz de sinema tarihinin en eğlenceli araba takibi sahnelerinden birine tanık oluruz. 3-) 24: Bu aralar Cnbc-e'de 3. sezonu yayınlanan ve Amerika ve Avrupa'da çok tutan bir TV dizisi bu. Dizi adını, günün 24 saatinden alıyor. Her sezon 24 bölümden oluşuyor, ve CTU (Counter-Terrorism Unit; Anti-Terör Birimi) ajanı Jack Bauer'ın başından geçen bir olayı anlatıyor. İlk sezonda, Jack Bauer, Başkan adayı David Palmer'a yapılacak bir suikasti önlemekle görevliydi. İkinci sezonda, Los Angeles'ta bir atom bombası patlatmaya çalışan bir terörist grupla mücadele etti. Üçüncü sezonda ise, Salazar adlı bir terörist serbest bırakılmazsa, şehre ölümcül bir virüs yayma tehdidinde bulunan Meksikalı uyuşturucu kaçakçıları ile mücadele ediyor. Salazar belirli bir saate kadar serbest bırakılmalıdır. Jack Bauer ve ekibi, bu vakte kadar bu sorunu çözmek zorundadır. (Mutlaka izlemenizi tavsiye ederim. Her bölümü bir senaryo yazarlığı dersi niteliğinde bir dizi). 312

Yukarıdakiler kadar başarılı olmasa da, aynı mantık üzerine kurulu bir başka film de geçen sezonlarda sinemalara uğrayan "Koş Lola Koş"tur. Bu filmde,yarım saat içinde sevgilisi için yüklü miktarda para bulmak zorunda olan genç bir kızın öyküsü anlatılmaktadır. Fakat filmin nispeten başarısız olmasının nedeni, en başında kahramanla özdeşleşme (bkz. aşağıdaki ilgili yazı) kurdurmamasıdır. Kahramanla özdeşleşme kurulmadığı için Lola'nın davası (sevgilisini kurtarmak için acilen para bulmak) bizi pek ilgilendirmiyor. Duygusal olarak bağlanmadığımız genç bir kızın koşuşturmasını izliyoruz. Koşuşturma öykülerinin en büyük dezavantajlarından biri budur. Senaristler "Çok hareketli, müthiş bir senaryom var" der ve özdeşleşmeyi göz ardı eder. Bu, affedilmez (düzeltiyorum: seyircinin affetmediği) bir hatadır. Ne kadar ilginç, çarpıcı, heyecanlı bir öykünüz olursa olsun, seyirci kahramana bağlanmıyorsa, o film başarılı olamaz. posted by gezgin @ 11:14 AM

1 comments

ETKİLİ FİLM GİRİŞLERİ - 4 "GÖREVİMİZ TEHLİKE 2" Görevimiz Tehlike 2'nin ilk 10 dakikası üç ana sahneden oluşuyor. Birinci sahnede, laboratuvardaki bir bilimadamının kendi vücuduna bir virüsü aşıladığını görüyoruz. Bu bilimadamının, 20 saat içinde Dimitri adında bir adamla buluşması gerekmektedir. Bir bilim adamının kendine gizlice bir şey aşılaması yeterince ilginç bir durum. Ama devamı var. İkinci sahnede, bu bilim adamını bir uçakta görüyoruz. Yanında da birinci Görevimiz Tehlike'den tanıdığımız "Ethan Hunt" (Tom Cruise) oturuyor. Ama bilimadamı ona sürekli olarak "Dimitri" diyor. İkilinin konuşmasından, virüsün ve tedavisinin şu anda bilimadamının yanında olduğunu öğreniyoruz. Bundan hemen sonra bulundukları uçak, birileri tarafından kurnaz bir biçimde ele geçiriliyor (oksijen maskesi numarası güzel). Bilimadamı ve korsanlar hariç herkes bayılıyor. Dimitri bilimadamını öldürüyor ve virüsün bulunduğu çantayı alıyor. Dimitrinin, aslında Tom Cruise olmadığını, gerçeğe çok benzeyen bir maske kullandığını görüyoruz. Daha sonra bütün korsanlar paraşütle uçaktan atlıyorlar ve uçak bir dağa çakılıyor. (Burada çok güzel bir geçiş var: Dağa çakılan uçağın alevlerinin içine dalıp kendimizi kaya tırmanışı yapan Tom Cruise'un yanında buluyoruz) Gerçek Ethan Hunt, kaya tırmanışı yapmaktadır. Bu "gerçek" bir kaya tırmanışıdır. Herhangi bir bilgisayar efekti ile üretilmemiştir. Bu nedenle tehlikelidir. (Özdeşleşme ile ilgili aşağıdaki yazıyı hatırlayın: "Kahramanla özdeşleşme sağlamanın en emin yollarından biri, kahramanı tehlikeli bir pozisyona koymaktır.") Hatta bir yerde Ethan kayalardan sürüklenerek düşer. Acaba tamamen düşecek mi diye nefesimizi tutarız. Hayır, düşmez. Ve kayaların en üstüne çıkmayı başarır. En üste çıktığında, bir helikopter belirir ve Ethan'a özel bir gözlük ulaştırır. Bu gözlüğü takan Ethan kendisine yeni bir görev verildiğini öğrenir. Bütün bu olaylar tamı tamına 10 dakika sürer. Ne bir saniye eksik, ne bir saniye fazla. İnanmazsanız DVD'nin saatine bakın. Yönetmen John Woo sanki "Alın size 10 dk. kuralı ile ilgili bir ders" diyor bize. Küçük bir not: 2000 yılında gösterime giren "Görevimiz Tehlike - 2"nin toplam hasılatı 545 milyon dolar. Buna DVD ve TV gelirleri dahil değil. posted by gezgin @ 1:00 AM

0 comments

Salı, Ekim 05, 2004 SENARYO HIZI Senaryoda anlatılan öykünün belirli bir hızda ilerlemesi gerekir. Yani belirli bir hızın altına düşmemesi, berlili bir hızın da üstüne çıkmaması gerekir. Çok yavaş ilerlerse, seyirci sıkılır - Bu, bir senaristin işleyebileceği en büyük günahtır. Çok hızlı ilerlerse, seyirci zihinsel ve duygusal olarak öyküden kopabilir. Bu da senaristin hiç istemediği bir şeydir. AŞIRI YAVAŞ ANLATIM Bazı noktalarda senarist, seyircinin kavrayış gücüne dayanmak zorundadır. Yani, öykünün iki noktası arasında öyle bir geçiş yapmalıdır ki, seyirci, bu iki nokta arasındaki boşluğu kendi zihninden doldurabilsin.

313

Bunun bir örneğini "Patch Adams" filminin finalinde görüyoruz. Hunter "Patch" Adams (Robin Williams), okuldaki bir arkadaşından yardım ister. Konu, Patch Adams'ın okuldan atılmasıdır. Dekan, Patch'i okuldan atmaya karar vermiştir, Patch de buna karşı ne yapabileceğini, okuldan bir arkadaşıyla konuşmaktadır. Arkadaşı, "Eyalet tıp komitesine başvur, onlar da dava açılmasını önlemek için kendi soruşturmalarını yapar ve bir karara varırlar" der. Hemen bir sonraki sahnede kendimizi, çoktan kurulmuş olan Komitenin Patch Adams hakkında karar verilecek oturumunda buluruz. Artık filmin finalindeyiz. İki saattir finali beklemiş olan seyircinin, daha fazla ayrıntıya tahammülü yoktur. Senarist, seyircinin, Patch'in Komiteye başvurduğunu, ve bu başvuru sonucunda bir soruşturma açıldığını, ve bu soruşturmanın karar aşaması için toplanıldığını anlayacağını var sayar. Ve iyi yapar. Çünkü bunu hemen anlarız. Bu tekniğe (yanlış hatırlamıyorsam) "Eksiltileme" deniyor. (Bu yöntem filmlerin "kurgu" aşamasında da çok kullanılır.) Bir çok yerli filmin (ve dizinin) en büyük sorunu, yeterince eksiltileme kullanmamasıdır. Örneğin kahramanımız iş yerinden çıkıp evine gidecektir. Senaristin yapması gereken şey, 1-) Adamın işten çıktığını 2-) Adamın eve girdiğini göstermektir. Bu kadar. Tabii aradaki süreçte önemli bir şey yoksa. Ama genelde acemi senaristler şu adımları gösterir. 1-) Adam işten çıkar 2-) Adam garaja ya da otobüs durağına gider 3-) Adam arabasına ya da otobüse biner 4-) Adam yolda ilerler 5-) Adam evinin önünde araçtan iner. 6-) Adam evinin merdivenlerinden çıkar 7-) Adam evine girer. Ortalama bir senaryoda, ilk ve son adımları göstermek yeterli. (Tabii adamın hayatının ne kadar sıkıcı olduğunu göstermek istiyorsak, bütün bu süreci göstermekte bir sakınca yoktur, hatta gereklidir de). AŞIRI HIZLI ANLATIM Senaristler bazen, olayların neden-sonuç ilişkisinin seyirci tarafından tam olarak sindirilmesine olanak tanımadan, bir sahneden diğerine atlarlar. Seyirci "Dur bi dakka, n'ooluyoruz? Bu kadın ölmemiş miydi?" gibi sorulara yanıt ararken kendini hikayenin bambaşka bir aşamasında bulur. Bu durum genelde, senaristin de yazdığı şeyden pek emin olmadığı durumlarda meydana gelir. Bilgi olarak emin olmadığı konuları hemencecik geçerek, asıl "vurucu" sahneye ulaşmaya çalışır. Ama şunu unutur: Bir sahneyi vurucu kılan, bizi o sahneye hazırlayan önceki sahnelerdir. Yani hiçbir sahne tek başına vurucu değildir, her "büyük" sahne, kendisinden önce gelen sahnelerin yarattığı beklenti ve gerilim miktarınca büyüktür. Aşırı hızlı ilerleyen bir öykü, bu tür büyük sahnelerin oluşmasına olanak tanımaz. Bu tür sahnelere burada örnek veremeyeceğim. Örnek olmadığından değil, her taraf bunun örnekleriyle kaynadığından. TV'yi açın, kalitesiz olduğunu 30 saniyede anladığınız bir filmi ya da diziyi 5 dakika seyredin. Hikayenin nasıl "uçarcasına" ilerlediğine şaşacaksınız. Neymiş? Demek ki senarist izleyiciyi ne çok aptal, ne de çok akıllı yerine koymalıymış. posted by gezgin @ 1:15 AM

0 comments

Cuma, Ekim 01, 2004 ETKİLİ FİLM GİRİŞLERİ - 3 - CAZCI KARDEŞLER "Blues Brothers" (Cazcı Kardeşler) filminin senaryosunun ilk 10 dakikasına bakalım: Filmin başında Chicago görüntüleri görüyoruz. Burası bir sanayi şehridir. Sonra sabahın ilk ışıkları ile, bir hapishane perdeye geliyor. Gardiyanlar bir mahkumu (Jake - John Belushi) uyandırıp hapse girmeden önce sahip olduğu eşyaları geri veriyorlar ve adamı hapishanenin ön kapısına koyup serbest bırakıyorlar. (6 dk. 20 saniye) Kapının önünde, Jake'i eski bir polis arabası beklemektedir. Ama içinden polis değil de, Jake'in kardeşi Elwood çıkar. Bir süre arabayla giderler, bu arada araba hakkında konuşurlar. Jake, arabayı beğenmemiştir. Ama şoför koltuğundaki kardeşi arabanın iyi olduğunu söyler. Bunu kanıtlamak için de, bir nehrin üzerindeki yarıya kadar ayrılmış köprünün üzerinden uçarak geçer. Evet, Jake ikna olmuştur. Bütün bunlar tamı tamına 10 dk (=10 sayfa) içinde olur. Bu 10 dk içinde şunları öğreniriz: 1-) Jake eski bir mahkumdur. 2-) Öykünün hapis çıkışında başlamış olması, Jake'in suça (= maceraya) eğilimli olduğunu gösterir. 3-) Jake'in bir de kardeşi (Elwood - Dan Aykroyd) vardır. 314

4-) Her ikisi de baştan aşağı siyah giymektedir. Ve serin ("cool") tavırları vardır. 5-) Yarıya kadar açılmış bir köprünün üzerinden atlayacak kadar maceracı, ve bunu sıradan bir olaymış gibi karşılayacak kadar da serin kanlıdırlar. Bu 10 dakika bize seyretmeye değer bir film ile karşı karşıya olduğumuzu göstermeye yetiyor. Biraz daha sabredersek (ki bu girişten sonra hiç sorun olmuyor), 16. dk'ya kadar, Jake ve Elwood'un büyüdüğü yetimhanenin satılmak üzere olduğunu, ve onları yetiştiren rahibenin bu satıştan sonra büyük sıkıntılar çekeceğini öğreniyoruz. Yetimhanenin borcu olan 5000 doların 11 gün içinde yatırılması gerekmektedir. Ve rahibe, Jake'in yasadışı yollar ile elde edeceği parayı kabul etmeyeceğini çok açık bir biçimde ifade eder. 16 dakika içinde, çok komik iki tipi tanıyor, ve 11 gün içinde başarmak zorunda oldukları zor bir görev olduğunu öğreniyoruz. 23. dakikada ise bu görevi nasıl başaracakları ortaya çıkıyor: "Grubu tekrar bir araya getirmek ve verecekleri konserden kazanacakları para ile yetimhaneyi kurtarmak." Hikayenin geri kalan bölümü ise, sinema tarihine mal olmuş durumda zaten. posted by gezgin @ 10:14 PM

0 comments

Perşembe, Eylül 30, 2004 SENARYO PROGRAMLARI Senaryo yazmak için batıda, özellikle Amerika'da kullanılan bir çok bilgisayar programı vardır. Bu programlar, senaristin işini biçim ve içerik açısından büyük ölçüde kolaylaştırır. Bu programların başlıcaları "Final Draft" "Dramatica Pro" ve "BlockBuster"dır. Bu programların hepsi İngilizce'dir. Ve demoları internetten indirilebilir. "Final Draft", belki de en çok kullanılan program. Ünlü senaryo gurusu Syd Field tarafından geliştirilmiş. "www.sydfield.com" adresinden daha fazla bilgi edinebilirsiniz. "Blockbuster" John Truby tarafından geliştirilmiş bir program. Şahsen bu adamı çok tutarım, özellikle "www.writersstore.com"daki makaleleri çok güzeldir. Bazı filmlerin neden başarısız olduğunu çok net bir biçimde açıklar. Programı "www.truby.com"dan indirebilirsiniz. İndirdikten sonra "help" dosyasını inceleyin. En az iki kitap dolusu bilgi bulacaksınız. "Dramatica Pro" da, senaryo yazmayı kolaylaştıran bir program. Yazım aşamasından önce sorduğu sorular, "ilham" bekleyen senaristleri gıcık edebilir. Ama bu sorulara yanıt verdikçe, gerçekten de derinliği olan karakterler yaratmaya başladığınızı hissediyorsunuz. "www.dramaticapro.com" adresinden daha çok bilgi edinebilirsiniz. Senaryo yazmanın bir sanattan çok, bir zanaat olduğunu düşünüyorsanız, bu programların faydasını görebilirsiniz. İlham bekleyenlerdenseniz, mekanik yapılarından dolayı bu programlar size uygun gelmeyebilir. posted by gezgin @ 6:54 PM

0 comments

Cuma, Eylül 24, 2004 DİKKAT ÇEKEN BENZERLİKLER - 1 Bazı filmlerin senaryoları arasında ilginç benzerlikler görmek mümkün. "Tibette Yedi Yıl" (Yön: Jean Jacques Annaud) ve "Son Samuray" (Yön: Edward Zwick) böyle iki film. Her iki filmde de, batıda yaşadığı hayatta mutsuz olan iki insan var. Samuray'da Nathan Algren (Tom Cruise), Kızılderililere yaptığından dolayı pişman olan bir askerdir. Tibet'te ise Heinrich Harrer (Brad Pitt), başarılı bir dağcıdır, ama mutsuz bir evliliği vardır, bencil ve kibirli tavırları hem kendisi hem de etrafındakiler için sıkıntı kaynağıdır. Her iki karakter de, başka kültürler içinde yaşamak durumunda kalınca, eski benliklerinin ne kadar mutsuz ve hatalı olduğunu fark ederler. Bu sadece kişisel bir mutsuzluk değildir. Eski kültürleri (yani batı kültürü) kendi başına bir mutsuzluk kaynağıdır.

315

Her iki karakter de, yeni girdikleri kültür (Algren geleneksel Japon kültürüne, Harrer ise geleneksel Tibet kültürüne girer) içinde, kendileri ile daha barışık bir hal alırlar. Hayatın özü ile doğru bir ilişki kurarlar, ve Batı kültürünün insanı yabancılaştırıcı etkilerinden arınıp, yeni kültürü benimserler. Her iki filmde de baş karakterler, filmin sonuna doğru, benimsedikleri bu yeni kültürden ayrılıp eski kültür ortamlarına geri dönerler. Ama son Samuray'ın sonunda Nathan Algren yeniden Katsumoto'nun köyüne dönerken, Heinrich Avusturya'da kalmayı tercih eder. Bu iki film ile parallelik gösteren bir başka film daha var. Doğru tahmin ettiniz:"Kurtlarla Dans"! Bunlar arasındaki benzerlikleri de siz bulun, beni uğraştırmayın. posted by gezgin @ 6:26 PM

0 comments

KAHRAMANLA ÖZDEŞLEŞME "Her senaryonun amacı, izleyicide duygu uyandırmaktır". Michael Hauge'a ait bu söz, senaryoların birinci işlevini çok net bir biçimde özetliyor. Seyircinin bir filmi izlerken çeşitli duygular yaşayabilmesi için uyulması gereken en temel kural, perdede gördüğü insanlarla özdeşleşmesini sağlamaktır. Seyirci, bir biçimde kahraman ya da kahramanlar için üzülmeli, endişelenmeli, sevinmelidir. Eğer böyle bir özdeşleşme sağlanamazsa, senaryo ne kadar ustaca yazılmış olursa olsun, seyircide bir etki bırakmaz. Seyirci "Bana ne X'ten" der, ve salondan omuz silkerek çıkar. Böyle bir durumu kısa bir süre önce "TROY" filminde gördük. Seyircinin, öykünün kahramanı olan Aşil ile özdeşleşmesi sağlanamamıştı (Nedenleri aşağıda açıklanıyor). Sonuçta, hayatta tek derdi "unutulmamak" olan Aşil'in (Brad Pitt tarafından canlandırılmasına rağmen) yaşadıkları ve ölümü bizi pek de etkilemedi. Oysa, benzer tarzda bir film olan "BRAVEHEART"ta -Mel Gibson'ın "Cesuryürek"i- seyircinin, filmin kahramanı William Wallace ile özdeşleşmesi çok başarılı bir biçimde sağlanıyordu. Filmin Türkiye'de 100 yüz- hafta vizyonda kalması biraz da bundan kaynaklanıyordu. KAHRAMANLA ÖZDEŞLEŞME NASIL SAĞLANIR? Kahramanla özdeşleşme sağlamak, çok zor bir şey değildir. Çok basit kuralları vardır. Bu basit kuralların, senarist tarafından yaratıcı bir biçimde yorumlanması, senaryonun başarısının temel şartlarından biridir. Kahramanla (ya da herhangi bir karakterle) özdeşleşme yaratmanın kuralları: 1) Kahramana karşı sempati, acıma duygusu uyandır. İzleyici haksız bir durumdan dolayı kahraman için üzülsün. Bu, en hızlı özdeşleşme yöntemidir. Hikayenin ne kadar başında yapılırsa o kadar etkili olur. (TITANIC'te Jack -DiCaprio- Rose'u -Winslet- kurtardığı için haksız yere suçlanır. ÖRÜMCEK ADAM'da Peter Parker'ı (Tobey Maguire) gördüğümüz ilk sahnede Peter okul otobüsünü kaçırdığı için koşmak zorunda kalır, otobüsün şöförü sadistlik edip durmaz, ama M.J.'nin talebi üzerine durmak zorunda kalır. Peter otobüse bindiği an, hiç kimse onun kendi yanında oturmasını istemez. Peter Mary Jane'e gülümserken okulun kabadayılarından biri Peter'a çelme takar, ve Peter yüz üstü düşer. Bu kesinlikle çok başarılı bir giriştir. Dakika bir, gol bir!) 2) Kahramanı tehlikeli bir duruma sok. İnsanlar, tehlikedeki birini görünce otomatik olarak onun için endişelenirler. Bu, insan kardeşlerimize karşı duyduğumuz içgüdüsel bağlantıdan kaynaklanır. (INDIANA JONES filmleri hep, Indiana Jones'un tehlikede olduğu bir olayla başlar) 3) Kahramanı, sevilebilir bir insan yap. Bunun için: a) Kahraman iyi, hoş biri olsun (Hugh Grant'in canlandırdığı karakterler, örneğin NOTTING HILL'deki William Thacker) b) Kahramanı komik biri yap (ENEMY OF THE STATE'de Will Smith'in canlandırdığı karakter, iyi bir avukat olmanın yanı sıra, ağzı iyi laf yapan, komik biridir). c) Kahramanı işinin ustası yap (JURASSIC PARK'taki arkeolog Alan -Sam Neil- kendi alanındaki en iyi arkeologdur. SPEED -Hız Tuzağı- Filminde Kenau Reeves'in canlandırdığı karakter hem espritüeldir hem de bomba uzmanıdır. Film başladığında da bir asansördeki bombayı etkisiz hale getirmeye çalışmaktadırlar. - yani 2 numaralı maddeye de uygun bir özdeşleşme var.)

316

4) Özdeşleşmeden sonra kahramanın karakter hatalarını göster. Böylece kahramanın bizim gibi biri olduğunu görür ve kendimizi ona daha yakın hissederiz. (JURASSIC PARK filmindeki arkeolog Alan, kendi alanında çok iyidir, ama çocukları sevmemek gibi bir kusuru vardır.) Burada dikkat edilmesi gereken nokta, önce özdeşleşmenin kurulması, sonra kusurların gösterilmesidir. 5) Kahramanı hikayenin olabildiğince başında göster. Film izlemeye başladığımızda ilk gördüğümüz insanla özdeşleşmemiz daha kolaydır. Filmin başında bir sürü başka insan gördükten sonra Kahramanı görürsek, özdeşleşmemiz (imkansız değil ama) biraz daha zor olur. 6) Karakteri, kendi gücüyle temas halinde göster. Yani karakter, kendisinin en büyük gücünü/yeteneğini başarılı bir biçimde kullanıyor olsun. Bu, başka insanlar üzerindeki bir güç olabilir (BABA). Yapılması gerekeni tereddüt etmeden yapma yeteneği olabilir (CNBC-'deki "24" dizisinde Jack Bauer -Keifer Sutherland-). Ya da duygularını, başkaları ne de diye düşünmeden ifade edebilme yeteneği olabilir. (AS GOOD AS IT GETS'te, -Benden Bu Kadar- Jack Nicholson'un canlandırdığı karakter.) 7) Karaktere bildik hatalar ver. Bu hatalar hepimizin bildiği ve makul gördüğü hatalar olabilir. (Örneğin CESURYÜREK'te William Wallace'ın -M. Gibson- en büyük hatası, sevgilisine duyduğu aşktır. Ve bu aşktan dolayı hayatını kaybedecektir.) 8) Öyküyü kahramanla birlikte yürüt. Yani izleyici, olayları ve bilgileri, kahramanla birlikte öğrensin. Böylece ister istemez o kişiyle bir özdeşleşme kurulur. Bu yazıdaki bilgiler temel olarak Michael Hauge'un, "SATAN SENARYOLAR YAZMAK" ("Writing Screenplays That Sell") kitabından alınmış ve zenginleştirilmiştir. posted by gezgin @ 3:16 PM

0 comments

Çarşamba, Eylül 22, 2004 KALİTELİ "KÖTÜ ADAMLAR" Bir çok senaryo hocası, iyi bir filmin en önemli koşullarından birinin, kaliteli bir "kötü adam" ya da "düşman" yaratmak olduğunu söylerler. Buradaki kaliteli sözcüğü, kötü adamın gerçekten de bizi derinden etkileyebilecek bir biçimde kötü olduğunu anlatmakta kullanılmaktadır. Kötü adamın kaliteli olması, kahraman ile kötü adam (ya da düşman) arasında gerçekleşecek çatışmanın da kalitesini belirler. Eğer kötü adamımız sığ ve mizahtan yoksun olursa, kahramanla aralarındaki çatışma da tatsız olur. Kaliteli kötü adamlara en yakın örnek, "The Matrix" filmindeki "Ajan Smith"tir. Ajan Smith, hem yaratıcı bir biçimde kötüdür, hem de mizah duygusuna sahiptir. Üstelik zaman zaman filozof gibi konuşmayı da unutmaz (İlk filmde Morhpeus'a işkence yaptığı sahne). Bir başka kaliteli kötü adam örneğini "İlk Kan" filminde görüyoruz. John Rambo'nun karşısındaki kötü adam, kasabanın şerifidir. Bu kötü adamın kaliteli olmasının sebebi, aslında tamamen kötü olmamasıdır. Şerif, ortalama bir insan gibi düşünür ve kasabasını, bela çıkaracak yabancılardan korumak ister. Bunun için de John Rambo'ya kasabayı terk etmesini söyler. Ama zaten ülkesi için savaşmaktan dengesi bozulmuş olan Rambo, bir de kasabaya alınmak istemeyince iş inatlaşmaya biner. Son kötü adam örneğimiz de LEON'dan. Leon bir kiralık katildir. Ama senarist bize bu katili "kahraman" olarak sunmayı başarır. Eğer bir katili kahraman kabul ediyorsak, kötü adam katilden de kötü olmak zorundadır. Bu da Stan'dir (En iyi performanslarından birinde Gary Oldman). Stan kirli bir polistir, uyuşturucu işine bulaşmıştır, ve bu uğurda kadın, çocuk demeden herkesi öldürmektedir. Ama Stan'i ilginç kılan bazı özellikleri vardır: mizah anlayışı, suçluları koklayarak bulması, ve klasik müzik sevgisi. Stan, sıkı bir BEETHOVEN hayranıdır. Jurgen Woff ve Kerry Cox, "Successful Scriptwriting" (Başarılı Senaryo Yazımı - Türkçe'ye henüz çevrilmedi) adlı kitabında üç boyutlu kötü adam yaratmanın en önemli şartlarından birinin, kötü adamların davranış motivasyonlarına dair bir iki ipucu vermek olduğunu söylerler. İzleyicilerin, kötü adamın motivasyonunu haklı bulması gerekmez, sadecekendince de olsa bir motivasyonu olduğunu bilmeleri yeterlidir. Bir çok filmin başarısız olmasının sebebi, kötü adamların sadece kötülük yapmak için kötü olmalarıdır. posted by gezgin @ 5:30 PM

0 comments

317

ETKİLİ FİLM GİRİŞLERİ - 2 - "LEON" Daha önce (aşağıda) bahsettiğimiz "İlk 10 Sayfa" kuralına uyan bir başka film de LEON'dur (Sevginin Gücü). Bu ilk 10 sayfayı okuduğunuz anda zaten kendinizi çok güzel bir filmin içinde bulacağınızdan emin oluyorsunuz. Filmin ilk 10 dakikasında sadece 2 sahne bulunuyor: Leon'un "iş"i aldığı ve lokantada geçen ilk sahne, ve uyuşturucu satıcısı Mr. Jones'un otel odasında geçen ikinci sahne. İlk sahnede çok yalın bir anlatımla LEON'un "iş"i alışına tanık oluruz. (Bu yalınlığın sebeb-i hikmetini daha sonra öğreniriz: Leon pek de zeki biri değildir). Lokantanın sahibi, Leon'a, fotoğrafını gösteridiği bir adamın, Morizio adlı birinin işlerine karıştığını söyler. Leon'un görevi, fotoğraftaki adamın Morizio'yu dinlemesini sağlamaktır. Leon fotoğrafı alır ve sütünü içer. (Süt buluşuna dikkat). Bu sahne sadece filmin başlangıcından 2 dk 50 sn sonra biter. İkinci sahnede fotoğraftaki adamın Mr. Jones adında biri olduğunu öğreniriz. Mr Jones ve 6-7 adamı bir otele gelirler. Mr Jones, bir kadınla birlikte olacak, adamları da etrafı gözleyecektir. Ayrıca yanlarında yüklü miktarda kokain vardır. Bir süre sonra, kadınla işini bitirmiş Mr. Jones'a otel lobisinden bir telefon gelir. Arayan kendi adamıdır ve lobideki birinin (kim olduğunu görmeyiz) Mr. Jones ile konuşmak istediğini söyler. Hemen sonra, telefon eden adamın öldüğünü görürüz. Jones paniğe kapılır, diğer adamları alarma geçirir. Hepsi eli silahlı olan adamlar derhal önlemlerini alırlar. Ama Leon hepsini teker teker öldürür. En son Mr. Jones kalır. Leon, boğazına bıçak dayadığı Mr. Jones ile Morizio arasında bir telefon görüşmesi yapılmasını sağlar. Sonra da hayalet gibi ortadan kaybolur. Bu etkili giriş tamı tamına 10 dakika sürer. Ne bir dakika eksik, ne bir dakika fazla. Artık seyirci, Leon'un kim olduğunu ve bundan sonra neler yapacağını öğrenmek istemektedir. Senarist bu isteği 10 sayfada / 10 dakikada yaratmayı başarmıştır. Sahnede iyi bir film izleyeceğimizi gösteren bir çok unsur vardır: 1) Uyuşturucu, uyuşturucu satıcısı, ve eli silahlı adamlar (Ellerindeki silahlar, olası bir çatışmaya dalalet ediyor) 2) Bir kadın (Çok fonksiyonel olmasa da sahneye bir renk katıyor) 3) İnsanları ustaca öldüren kiralık katil 4) Çok akıllı bir biçimde düzenlenmiş silahlı çatışmalar "Leon" filmi şiddeti özendirmesi ve "pedofili" (sübyancılık) içermesi nedeniyle eleştirilmişti. Filmin bütününe (özellikle de "Yönetmenin Kurgusu"na) bakarak bu suçlamaların yer yer haklı olduğunu söyleyebiliriz. Ama filmin girişi kesinlikle etkilidir, bu nedenle de başarılıdır. posted by gezgin @ 5:28 PM

0 comments

Salı, Eylül 21, 2004 DRAMATİK FIRSAT CAMBAZI: DAVID E. KELLEY Biz onu "Ally McBeal"in senaryo yazarı olarak biliyoruz. Ama David Kelley Türk TV'lerinde gösterilen iki başka dizinin daha yazarı: "Boston Public" (Cnbc-e) ve "The Practice" (TV8). (Kendisi aynı zamanda Michelle Pfeiffer'in kocası oluyor). Bütün bu dizilerin en temel özelliği, çok ilginç ana karakterlere, daha ilginç yan karakterlere, ve her bölümde insanı şaşırtmayı başaran olaylara sahip olması. David Kelley'nin senaryolarının en temel özelliklerinden biri, bir dramatik durum yarattığında, bundan en iyi biçimde ve sonuna kadar faydalanmasıdır. Orta kalite senaristlerin en sık düştüğü "karakterlerin akla ilk gelen biçimde hareket etmesi" hatasına düşmez. Kelley karakterleri, o dramatik an içinde en şaşırtıcı, en ilginç, ama aynı zamanda son derece makul olan hareketi tercih ederler. Biz de sürekli olarak sürprizler yaşarız. Bu anlamda, bir Kelley dizisi seyretmek, Lunapark'ta gezmeye benzer: Hiç sıkılmazsınız. Kelley'nin bir özelliği de, her sezonda, yazdığı dizilerden çeşitli karakterleri çıkarması, ve yerlerine aynı derecede ama farklı biçimde ilginç olan karakterleri koymasıdır. "Bu dizi bu adamsız/kadınsız olmaz" 318

dediğiniz tipleri, bir sonraki sezonda göremezsiniz, çünkü yerlerine yeni "cinsler" gelmiş olur. (Bu taktiği yerli dizilerde de görmeye başladık: Haluk ve Meltemsiz bir "Çocuklar Duymasın", Halil'siz bir Kurşun yarası, ya da Emrahsız bir Kınalı kar... Bakalım senarist arkadaşlar tutturabilecekler mi?) İlginç karakter ve dramatik durum yaratımı... Kelley'nin usta olduğu alanlar. Bu adamın kadar çok para kazanmasına şaşmamak lazım. posted by gezgin @ 1:11 AM 0 comments Pazartesi, Eylül 20, 2004 ORİJİNAL FİKİR 2 - "TELEFON KULÜBESİ" Yakın zamanda sinemalara uğrayan en orijinal fikirli filmlerden biri de "TELEFON KULÜBESİ" ("Phone Booth") idi. Joel Shumacher'in yönettiği (başrolde Colin Farrel, yakında BÜYÜK İSKENDER olarak karşımıza çıkacak) bu film, senaryo açısından gerçekten de hem çok ilginç bir fikre dayanıyor, hem de bu fikrin yol açtığı bütün güçlüklerin altından kalkmasını biliyor. Filmin konusu kısaca şöyle: "Stu" (Colin Farrel), medya yıldızları ile yayın kuruluşları arasında aracılık yaparak geçimini sağlayan biridir. İşi gereği sürekli olarak yalan söylemekte, ya da gerçekleri saptırmaktadır. Bu tavrı kişisel ilişkilerinde de sürdürmektedir: karısına ve asistanına da yalan söylemektedir. Evli olduğu halde, ünlü olmak isteyen genç bir oyuncu adayını yatağa atmaya çalışmaktadır. O oyuncuya da çeşitli yalanlar söyler. Stu'nun hayatı yalandır yani. Bir gün, bir telefon görüşmesi yaptığı telefon kulübesindeki telefon çalar. Ve Stu, belki hayatının en iyi hatasını yaparak telefona cevap verir. (Neden en iyi olduğunu filmin sonunda anlıyoruz). Telefondaki ses, Stu'yu uzaktan izleyen ve dürbünlü tüfeğini şu anda ona doğrultmuş bir adama aittir (Keifer Sutherland). Ve telefon kulübesinden çıktığı takdirde Stu'yu vuracağını söyler. Bunun üzerine Stu ile telefondaki adam arasında çok ilginç diyaloglar başlar. Telefondaki adam Stu hakkında herşeyi bilmektedir. Karısının nerede çalıştığını, yatağa atmaya çalıştığı genç kızı, bütün yalanlarını. Stu buna sinir olur, ama yapabileceği bir şey yoktur. Fakat telefondaki adam, karısını ve müstakbel sevgilisini arayıp onlara bütün gerçekleri itiraf etmesini ister. Stu itiraz eder, ama eli tüfekli adam, talebinde ciddidir, onu buna zorlar. Bu sırada Stu, kendisini telefon kulübesinden çıkarmaya çalışan bir pezevenk ile tartışmaya başlar. Telefondaki adam, pezevengi tüfeğiyle öldürür, ama herkes cinayeti Stu'nun işlediğini zanneder. Bu cinayet üzerine işin içine polis de girer (Forest Whitekar). Gerilimin yavaş yavaş arttığı ve finalde patlama noktasına geldiği müthiş bir film "TELEFON KULÜBESİ". Ve, ağırlığı birinde olmak üzere, iki mekanda geçiyor. İlk mekan, uzun bir stedicam çekimi: New York sokakları. İkinci mekan ise, Telefon Kulübesi'nin bulunduğu sokak. O kadar. "Telefon Kulübesi", iyi film için pahalı mekanlara, görsel efektlere, ya da büyük setlere gerek olduğunu zannedenler için hızlandırılmış bir kurs niteliğinde. İyi bir film için gereken ilk ve en önemli şeyin iyi bir senaryo olduğunun somut bir kanıtı. Ayrıca, dar bir alanda oluşturulan dramatik gerilimin en iyi malzemesinin "insan ruhu" olduğunu da gösteriyor bize. posted by gezgin @ 6:07 PM

0 comments

HİKAYE GİRİŞLERİ Ana akım ("mainstream") filmlerin senaryolarında kullanılan çeşitli giriş teknikleri vardır. Yani yazar, "Şu hikayeye nerden ve nasıl girsem" diye düşünürken, aşağıdaki yollardan birini ya da bir kaçını kullanır. 1-) Kahraman aksiyon içinde (Rocky 1'in daha ilk sahnesinde Rocky'yi ringde dövüşürken görürüz. Bu giriş bize, kahramanımızın ne yaptığını, hayatının nasıl kazandığını, ve hikayedeki en önemli aksiyonun ne olduğunu anlatır.) 2-) Büyük olaydan önceki sıradan hayat (Geleceğe Dönüş 1 filminin başında Marty McFly'ı günlük hayatını yaşarken görürüz.) 3-) Kahramansız aksiyon (Burada ilk olarak Kahramanı değil, kahramanın düşmanının bir iş çevirdiğini görürüz. Kahramanımız daha sonra bir biçimde bu aksiyona tepki verecektir) 319

4-) Yeni gelen biri (Kurulu bir düzene yeni katılan biri -örneğin bir şirkete yeni alınan eleman, bir polisin yaptığı soruşturma, vb- girdiği ortamla ilgili sürekli sorular sorar, böylece onunla birlikte seyirci de bilgilenir) 5-) Montaj (Kahramanın hayatını özetlemek için, çok kısa sahneler hızlı bir biçimde arka arkaya konur. TOOTSIE filminde, Dustin Hoffman'ın canlandırdığı aktörün kendine oyuncu olarak iş aradığını ama bir türlü kabul edilmediğini kısa sahneler şeklinde görürüz.) 6-) PROLOG (Ana olaydan bir süre -uzun ya da kısa bir süre olabilir bu- önce yaşanan ve hikayeyi tetikleyen olayı görürüz. BEŞİNCİ ELEMENT filmi böyle başlar. Film, asıl hikayeden yaklaşık 300 yıl önce, Mısır'da geçen bir olayla, uzaylıların gelip 5. Element'i almasıyla, başlar.) 7-) Geridönüş / FLASHBACK (Önce önemli bir olay görürüz. Sonra da bu olayın nedenlerini öğrenmek için geçmişe döneriz. Kodadı: KILIÇBALIĞI böyle başlar. Önce polisler ile Travolta arasındaki pazarlığa ve büyük patlamaya tanık oluruz. Sonra da bu noktaya nasıl gelindiğini öğrenmek için aylar öncesine döneriz) NOT: Yukarıdaki bilgiler Michael HAUGE'un "Satan Senaryo Yazmak" ("Writing Screenplays That Sell") kitabından derlenmiş, ve örneklerle zenginleştirilmiştir. posted by gezgin @ 1:05 PM

0 comments

"EEE? ŞİMDİ NE OLACAK?" DEDİRTEN SAHNELER İyi filmlerin bir özelliği de, senaryonun bir noktasında (genelde filmin yarısında ya da dörtte üçünde), çok acayip bir sürpriz gelişmeye ("twist") yer vermesidir. Bu öyle bir sürpriz gelişmedir ki, artık filmin olay akışına ve ritmine alışmış olan seyirci, zınk diye uyanır, ve aklından, başlıktaki cümle geçer: "eee? ne olacak şimdi?" Böyle bir sürprizi Matrix filminde görmüştük. Bu sahnede Kahin, Neo'ya "Seçilmiş Kişi" olmadığını söylüyordu (Bu kadar önemli bir sahnenin bu kadar sıradan bir ortamda geçmesini düşünmek de, bence çok yaratıcı). Morpheus ve adamları da, aslında seçilmiş kişi olmayan Neo'yu korumak için hayatlarını tehlikeye atıyorlardı. Biz de içimizden "Boşuna uğraşıyorsunuz, Neo kurtarıcı değil" diyorduk. Benzer bir sürpriz, Azınlık Raporu'nda vardır. Kahramanımız John Anderton (Tom Cruise), filmin bir noktasında (yaklaşık %15'inde), birini öldüreceğini öğrenir. Bunu yapmamaya kesin kararlıdır, ama koşullar onu, bir otel odasında, oğlunu kaçırdığını sandığı kişiyi öldürecek hale getirir. John'un, filmdeki kahinlerin öngördüğü gibi adamı öldürmesi için her sebep vardır, ama John öldürmemeyi seçer. Böylece iki şeyi yapmış olur: Bir, kendisinin körü körüne savunduğu sistemi (Pre-coglar -yani kahinler- yoluyla suçu önceden görerek engellemek) çökertmiştir, ayrıca kendisinin suçsuzluğunu kanıtlamıştır. Yanındaki kahin "Seçebilirsin" (You can choose) diyerek, filmin ana fikrini söyler aslında. Fakaaat... John'un öldürmek üzere olduğu adamın niyeti kesinlikle ölmektir. Çünkü kendisi öldüğü takdirde, adamın ailesi yüklü bir para alacaktır. Ve adam kendisini zorla John'a öldürtür. Bu noktada tam anlamıyla apışır kalırız: Pre-cog sistemi çalışmaktadır, ve John cinayet suçlusudur. Peki şimdi ne olacaktır? Aynı derecede şaşırtıcı olmasa da, çok etkileyici bir başka sürprizi "Dövüş Kulübü"nde (Fight Club) görüyoruz. Tyler Durden'ın (Brad Pit), Jack'in (Edward Norton) kendi zihninde yarattığı hayal ürünü bir kişi olduğunu öğrendiğimizde de, şaşırıyoruz, ve finali daha bir heyecanla beklemeye başlıyoruz. Bu tür sürprizlerin temel özelliği, daha sonradan düşünüldüklerinde, son derece mantıklı gelmeleridir. Yani sürpriz olsun diye senaryonun içine anlamsız, hikayeden kopuk bir olay koymak son derece yanlıştır, etkileyici olmaz, o ana kadarki emekleriniz boşa gider. Böyle noktalarda senarist yaratıcılığını konuşturmalı, hikayenin kendisine sunduğu dramatik olanakları, özgür bir zihinle, sonuna kadar araştırmalıdır. Seyirci sürprizlere bayılır. İnanmayan "Altıncı His"si sevenlere sorsun! posted by gezgin @ 1:51 AM

0 comments

Cuma, Eylül 17, 2004 ETKİLİ FİLM GİRİŞLERİ - 1 - "AZINLIK RAPORU" Holywood'da senaryolar değerlendirilirken şöyle bir kural vardır: Bir senaryo okuyucuyu 10 sayfa (yani 10 dk) içinde içine çekmiyorsa, o senaryo okunmaz bile. Bu şu demektir: bir senarist, yapımcının dikkatini çekebilmek için, 10 sayfalık bir şansa sahiptir. Bu nedenle bu ilk 10 sayfalık şansını çok iyi kullanmak, çok 320

etkili bir giriş yapmak zorundadır. Etkili girişlerin en önemli ve yakın örneklerinden birini AZINLIK RAPORU'nda görüyoruz. Philip K. Dick'in bir hikayesinden uyarlanan bu filmin girişi, insanı yaka paça hikayenin ortasına atmaktadır. Senaristler (Scott Frank ve Jon Cohen), hikayenin geçeceği yakın geleceği yaklaşık 15 dakika içinde bize anlatmayı başarıyor. Bunu nasıl yaptıklarına bir bakalım: Film, flu, içiçe geçmiş ve bozulmuş ("distorted") bazı görüntülerle başlar. Ama bu görüntülerden bir adamla bir kadının seviştiğini, ve bir cinayet işlendiğini anlarız. Sonra filmin kahramanı John Anderton'ın SUÇ ÖNCESİ (Pre-Crime) kurumuna girişini görürüz. İş arkadaşı John'a, bir adamla bir kadının öldürüleceğini söyler. John da, bu "kehanette bulunan" "pre-cog"lardan alınan görüntü ve sesleri analiz etmeye başlar. Bunlar, bölük pörçük görüntülerdir. John'un yapması gereken şey, cinayet gerçekleşmeden (ki kahinlerin söylediğine göre bu cinayet, yarım saat içinde işlenecektir) cinayet mahallini ve katili bulmak, ve mümkünse katili engellemektir. John elindeki verilerden anlamlı bilgiler edinmeye çalışırken, Adalet bakanlığından gelen Danny adlı bir müfettiş de "Suç Öncesi" mekanizmasının nasıl işlediğini öğrenmek için John'un yardımcılarına sorular sorar. Onunla birlikte biz de "Suç Öncesi"nin ne olduğunu ve Kahinlerin ne iş yaptığını öğreniriz. Zaman gittikçe daralmaktadır. John, en sonunda cinayet mahallini saptar ve sadece bir iki saniye farkla cinayeti önlemeyi başarır. Cinayet sona erdikten sonra Kahinler hala cinayetin görüntülerini algılamaktadır. Kahinlerden sorumlu kişi, "yansıma" ("echo") denen bu görüntüleri siler, ve müfettiş Danny de bunu görür. Bütün bu olaylar 15 dk. içinde olur. Senaryo sadece girişiyle bile takdiri hak ediyor. Çünkü yazarlar ve yönetmen, bu 15 dakika içinde bizi hem koltuklarımıza yapıştırıyor, hem de film boyunca ihtiyaç duyacağımız en önemli bilgileri bize çok etkili bir biçimde veriyor: 1 -) Hikayenin gelecekte geçtiğini öğreniyoruz: Yıl 2054 2 -) Suç-Öncesi diye bir polis departmanı olduğunu öğreniyoruz. 3 -) Kahramanımızla (John Anderton) hemen tanışıyoruz, ne iş yaptığını görüyoruz. 4 -) Kısa bir süre sonra bir cinayet işleneceğini öğreniyoruz. 5 -) John ve adamlarının görevi bu cinayeti işlenmeden önlemek. John acaba başarabilecek mi? diye merak ediyoruz. 6 -) Suç-Öncesinin nasıl işlediğini, "hikayeye yeni giren adamın soruları" yöntemiyle biz de öğreniyoruz. 7 -) Cinayetin nasıl son anda engellendiğini görüyoruz. 8 -) Kahinlerin, cinayetten sonra bile bazı görüntüler aldığını ve bunların silindiğini görüyoruz. (Başlangıçta önemsiz gibi görünen bu detay, filmin sonundaki "çözüm"de anahtar bir rol oynuyor.) Yazarlara ve yönetmene (S. Spielberg) helal olsun demekten başka bir şey kalmıyor bize. posted by gezgin @ 3:28 PM

0 comments

ORİJİNAL FİKİR - 1 Senaryoların başarılı olmasını sağlayan en önemli etkenlerden biri de, senaryoya kaynaklık eden fikrin orijinalliğidir. Bir fikir ne kadar orijinalse, seyirci tarafından beğenilme olasılığı da o kadar fazla olur. Orijinal fikirlere dayanan filmlere örnek olarak "Jurassic Park" "The Matrix" ya da "Monsters Inc" (Sevimli Canavarlar) verilebilir. Jurassic Park'ta, 60 milyon yıldır yeryüzünde yaşamayan bir canlı türünün, yani dinozorların, tekrar üretilmesi ve insanla karşılaşması fikri işleniyordu. "The Matrix" filminde, içinde yaşadığımız dünyanın, bilgisayarlar tarafından üretilen sanal bir dünya olduğu fikri işleniyordu. "Sevimli Canavarlar"da ise, Canavarların, küçük çocukları korkutarak, onların "çığlık enerjisi"nden faydalanması fikri ele alınıyordu ("Çığlık enerjisi" ha... Vay canına, fikre bakınız!). Bu filmler kadar iş yapmayan, ama yine çok orijinal bir fikre dayanan bir film var: "GATTACA". (Yanlış hatırlamıyorsam bu film Türkiye'de gösterime girmedi, ama VCD olarak Pinema - Palermo tarafında yayınlandı.) Filmin dayandığı ilginç fikir şu: Pek de uzak olmayan bir gelecekte, insanlar, doğacak çocuklarının özelliklerini "sipariş" edebilmektedir. 321

Bunu da genetik bilimindeki gelişmeler sayesinde yapmaktadırlar. Artık bütün hastalıklar, daha doğmadan önce bebeğin genlerinden çıkartılmaktadır. Hatta bebeğin saç, göz, ten rengi ve cinsiyeti bile önceden belirlenmektedir. Bu şekilde genetik olarak "ısmarlanmış" insanlara "VALID" (Geçerli) denmektedir. Ismarlanmamış, doğal yöntemlerle doğan insanlara ise "INVALID" (Geçersiz) denmektedir. Ve bu dünyada, Geçerli insanlar lehine bir ayırım yapılmaktadır (örneğin işe alırken). Hikaye bu ortamda geçer. Doğuştan Geçersiz olan Vincent adlı bir genç, sadece Geçerlilerin yapabileceği bir işe, yani uzaya gitmeye karşı büyük bir arzu duymaktadır. Genetik yapısının uygun olmaması, onu bu rüyayı gerçekleştirme fikrinden alıkoymaz. Bir başka Geçerlinin (Jerome ile ilk önemli rolünde Jude LAW) kan ve idrar örneklerini kullanırak ve kendini de geliştirerek, insanları uzaya götüren GATTACA adlı şirkete girer, ve uzaya gitmeye hak kazanır. Fakat Vincent'in uzaya gitmesine bir hafta kala GATTACA'da işlenen bir cinayet, bütün çalışanların sorgulanmasına neden olur. Bu, Vincent'in foyasının ortaya çıkma riskini doğurur. Acaba Vincent bu soruşturmayı atlatıp arzusunu yerine getirebilecek, yani uzaya gidebilecek midir? Bilim kurgu gibi görünen, ama gerçekleşmesine çok az kalmış bu dünyanın mükemmel bir eleştirisidir GATTACA (yazıp yöneten: Andrew NICCOL). "İnsan ruhunun geni yoktur" anafikri, sadece kaliteli genlere sahip olmanın, bizi insan yapmaya yetmediğini çok güzel anlatır. 20-30 yıl sonrasının bu klasiğini kaçırmayın. Kendinizi zayıf ve yenilmiş hissettiğinizde de çok işe yarayacaktır. posted by gezgin @ 1:35 AM

0 comments

Perşembe, Eylül 16, 2004 STEVE MOFFAT - BİR SENARYO SİHİRBAZI Türk izleyicilerin dizi zevki aşağı yukarı bellidir. İster hüzünlü aşk hikayeleri olsun, ister mafya dizileri olsun, ister "sitcom" olsun, izleyicinin senaristten beklentileri kaba hatlarıyla aynıdır. Çok fazla karmaşıklık istemez, belirli tipleri görmek, belirli "dramatik anları" yaşamak ister. (Bu konuya ileride daha ayrıntılı olarak gireceğiz). İngiliz TV'lerinin bizden daha önce yayın hayatına başlamış olmasından olsa gerek (artı, 500 yıllık bir tiyatro geleneğinin etkileri), İngiliz dramatik eserlerinde insanı daha şaşırtan senaryo yapıları görmek mümkün. Bunun en güzel örneklerinden birini, CNBC-E'de yayınlanan "Coupling" dizisinde görüyoruz. Dizinin senaristi Steve Moffat, iki sezondur yaptığı "aynı hikayeyi farklı açılardan anlatma" numarasını, üçüncü sezonda da devam ettiriyor. "Bunda ne var?" demeyin. Bu yöntem sayesinde bir karakter tarafından söylenen bir cümle, üç kez, üç ayrı durumda komik olabiliyor. Hem yazarlık açısından büyük bir ekonomi (!), hem de insanın zekasına da hitap eden bir yaklaşım. Bizde de örneklerini görmek dileğiyle... posted by gezgin @ 1:02 AM

0 comments

Çarşamba, Eylül 15, 2004 GÜÇLÜ SAHNELER - 7 "KOD ADI: KILIÇBALIĞI" filminde de bir kaç güçlü sahne var. Bunlardan biri, filmin başındaki "patlama" sahnesi. CGI ile geleneksel çekimlerin çok güzel bir biçimde yapıldığı bu sahne, aslında "The Matrix"te kullanılan yöntemin ("bullet time" - Neo'nun çatıda Ajan'ın kurşunlarından kaçışını gösteren sahnede kullanılmıştı) biraz daha abartılmış hali. Yine de etkileyici olduğu kesin. Normalde bir saniyeden kısa bir sürede olup biten bir olayı hem yavaşlatılmış olarak, hem de 360 derecelik bir bakış açısıyla izliyoruz çünkü... Filmi izleyenlerin aklında kalacak bir başka sahne ise, bilgisayar korsanı "Büyük Stan"in 60 saniye içinde Amerikan Savunma Bakanlığının bilgisayarını "hack" etmek zorunda kaldığı sahne. Sahnede bir kaç unsurun bir araya gelmesi sahneyi dikkat çekici kılıyor: Stan'in bu işi 60 saniyede yapmak zorunda kalması, başına birinin silah dayamış olması, ve bir kadının bu sırada Stan'e oral seks yapması. Bu son eklenti, sahneyi aynı zamanda komik yapan iyi bir buluş bence. Filmdeki etkili sahnelerden biri de John Travolta'nın Halle Berry'yi vurduğu sahnedir. Burada da Stan'in, boğazından asılı Halle Berry'yi kurtarmak için çok kısa bir sürede bir bilgisayar işlemi yapması gerekmektedir. Stan, kadın boğulmadan bu işi yapar, ama Travolta yine de Halle'i vurur. Stan'in bütün 322

çabası bir anda anlamsızlaşır. Bu gibi güçlü sahnelerine ve iyi oyuncularına karşın Kılıç Balığı çok başarılı bir film değildir. Bunun temel nedeni ise sonunu iyi bağlayamamasında yatar. Bu, ne yazık ki burada tartışılamayacak kadar uzun bir konu. Ama filmin sonunda derin bir tatmin duygusu yaşamamamız, bu gerçeğin en basit kanıtı sayılabilir. posted by gezgin @ 3:31 PM

0 comments

Pazar, Eylül 05, 2004 HABABAM SINIFI: MERHABA – GELENEKTEN KOPUŞ “Hababam Sınıfı Merhaba” (“HSM”) filmi, 1,5 milyon seyirciyi sinemaya çekmiş ve gişede başarılı olmuş bir film. Ama, bütün Türkiye’nin televizyonlarda döne döne seyrettiği ve bıkmadığı bir dizinin yeni filminin daha başarılı olmasını bekliyor insan. Bu göreceli başarısızlığın nedenlerinden bazıları senaryoda yatıyor olabilir. HSM’nin senaryosunu incelediğimiz zaman, bazı noktalarda öncüllerinden büyük bir kopuş içinde olduğunu söyleyebilirim. Bu kopuşların başında (ve bence en önemlisi), öncül filmlerde okul yönetimi (müdür ve öğretmenler) ile öğrenciler arasındaki diyalektiğin (çatışmalı ilişkinin) HSM’de farklı bir biçimde kurulmuş olmasıdır. Öncül filmlerde yönetim (özellikle de Mahmut Hoca) ve öğrenciler arasındaki ilişkinin özünde büyük bir iyi niyet ve sevgi vardır. Hem Mahmut hoca öğrencileri çok sever, hem de öğrenciler Mahmut hocayı. Mahmut hoca, okuldaki “baba figürü”dür. (Anne figürünün Adile Naşit olduğunu söylemeye gerek yok). Her baba gibi, hem çocuklarını sever, hem de onların iyiliği için onları disipline etmeye çalışır. Oya HSM’de durum farklıdır. Karşımızda Mahmut Hoca gibi sevgi dolu bir insan değil, Bedri (M. A. Erbil) gibi paragöz biri var. Ve öğrencilere (hatta kendi oğluna) karşı bir sevgi göstermiyor. Bedri, sadece “bir sınıf çok haylaz” diye okulu satmaya karar verecek kadar sağduyudan ve ticari zekadan da yoksun biri. Sınıftaki öğrencilerini tekme tokat dövecek kadar (kopya aramak için sınıfa girdiği sahne) insafsız. Yani daha önceki Hababamlarda gördüğümüz, “büyük bir aile”nin içindeki sevgi dolu çekişmenin yerini, tatsız bir ticari çekişme almış. Eski Hababamları sevenlerin, HSM’de yokluğunu en çok hissettikleri şeylerin başında bence bu geliyor. HSM’de senaryo bazında eksik olan başka şeyler de var. Bunlardan biri, renkli bir öğretmen yelpazesi. Beden Öğretmeni (Şener Şen), Kül Yutmaz, vb. öğretmenlerin karşılıklarını ne yazık ki HSM’de göremiyoruz. HSM’deki eksiklerden biri de, eski Hababam’larda “anne figürü”nü canladıran Adile Naşit. Senaristin, Adile Naşit’in fonkisyonunu ıskaladığı, onun yerine bir erkeği koymasından (Zeki Alasya) belli. Eğer okul müdürü Hülya Koçyiğit'in bu fonksiyonu yerine getireceği düşünüldüyse, bu başarısız olmuş bir fikir. Hülya Koçyiğit ne tip olarak, ne de senaryodaki karakter olarak bu görevi üstlenemiyor. Ayrıca HSM’yi “post-Hayat Bilgisi” dönemde izlediğimiz de unutulmamalı. Bence bir çok anlamda “Hayat Bilgisi”, manevi olarak eski Hababamların mirasçısıdır. Orada okul yönetimi ("Amirim", Mennan) ve öğrenciler arasındaki ilişki doğru konulmuş, Hababam'da Mahmut Hoca'nın oynadığı rölü, Perran Kutman'ın karakteri üstlenmiştir. Bir serinin son bölümlerini yazarken, ilk bölümleri çok iyi analiz etmek, o bölümleri başarılı kılan özellikleri korumak, ve ekleme yapılacaksa, mevcut yapı ile "organik" olarak birleşebilecek öğeler eklemek gerekiyor. Aksi takdirde seyirci, sadece eski filmlerin hatrına o filme gitmiş oluyor. Terminator - 3 filminin başına gelen de kısmen budur: yönetmen, ilk iki filmi o kadar başarılı yapan öğeleri ıskalamıştır. posted by gezgin @ 2:15 PM

0 comments

YÖNETMENİN TERCİHİ – 1 ("The Matrix") Yönetmenler, çekim ya da kurgu sırasında senaryoda “hayati” denilebilecek değişiklikler yapabilirler. Bazen senaryonun çok önemli bir bölümünü filme dahil etmeyebilirler. Böylece filmin anlamında büyük değişiklikler olur. Bunun en güzel örneklerinden biri “The Matrix” filminde görülebilir. Filmin senaryosunun (Numbered Shooting Scritp March 29, 1998 – internette pdf dosyası olarak bulunabilir) 71 numaralı sahnesinde (Cypher ile Neo’nun sohbet ettikleri, Cypher’ın Neo’ya içki sunduğu sahne), Cypher, Neo’ya, filmde 323

duymadığımız bir şeyler söyler. Cypher’a göre Morpheus daha önce beş kere daha “seçilmiş kişi”yi bulduğunu sanmıştır. Ve bu kişilerin hepsi, kendilerinin seçilmiş olduklarını düşündükleri için Ajanların karşısına dikilmiş ve ölmüşlerdir! Bu, hiçbir biçimde filmde bahsedilmeyen bir bilgidir. Filmde sanki Neo, Morpheus’un hayatı boyunca aradığı tek kişidir. Oysa senaryoya göre Morpheus, Neo ile karşılaşana kadar sanki “deneme-yanılma” yöntemiyle arayışını sürdürmüştür. Daha sonra “hain” olduğunu öğreneceğimiz Cypher’dan bu bilgiyi alan Neo, Morpheus’la Kahin’e giderken bu konuyu tartışır (Kahin’in dairesinin bulunduğu koridorda geçen 78. sahne). Morpheus, Kahin’in kendisine söylediklerini (“Seçilmiş kişiyi bulacaksın”) yanlış anladığını itiraf eder: “Yapmam gereken tek şeyin birine işaret edip onu seçilmiş kişi olarak atamak olduğunu sandım. Yanılmıştım Neo, hem de çok kötü yanılmıştım. Onları (daha önce ölen “seçilmiş kişi”leri) düşünmeden bir günüm dahi geçmiyor. Beşinciden sonra yolumu kaybettim, Kahinin söylediği herşeyden şüphe ettim. Kendimden şüphe ettim. Sonra seni gördüm Neo, ve dünyam değişti...” Senaryonun bu değişmemiş hali, Morpheus’a daha insani (derinlikli) bir karakter veriyor. Senaryonun aynı sahnesi Neo’yu daha “inançsız” biri olarak da gösteriyor. Aynı (78.) sahnede Neo: “Kahin ne derse desin ona inanmayacağım zaten, öyleyse bütün bunların ne anlamı?” der. Senaryodaki haliyle karakterler daha hatalı, daha insancıl, daha derin. Filmdeki karakterler ise daha iki boyutlu, daha çizgiromansal. Ama bu durum, “The Matrix”in mükemmel bir film olmasına engel olmuyor. posted by gezgin @ 2:14 PM

0 comments

GÜÇLÜ SAHNELER - 6 İzlerken donup kaldığım sahnelerden biri de James Cameron (Titanic, Terminator 1-2) tarafından yazılmış olan Kırılma Noktası'nda (Point Break) bulunuyor. Gerçekten de çok güzel yazılmış bir senaryodur. Bigelow da hakkını vererek çekmiştir. Keanu Reeves'in ilk büyük rollerinden biridir. Ve film tekrar tekrar seyretmeye karşı dayanıklıdır. Sadede gelelim: Filmin kesinlikle en güçlü sahnesi, Keanu'nun canlandırdığı genç polisin, sevgilisini rehin tutan Bodhi'nin (Patrick Swayze) peşinden, uçaktan paraşütsüz atlamasıdır. Evet, adam, uçaktan paraşütsüz atlıyor - elinde bir revolver silah olduğu halde. Amacı da Bodhi'yi havada yakalamak ve beraber yere düşmek. Bunu başarıyor da. Cameron çok da güzel bir ikilem yaratıyor - Keanu ya elindeki silahı bırakıp paraşütü açacaktır, ya da Bodhi ile beraber yere çakılacaktır. Keanu çok hızlı bir biçimde karar veriyor ve silahını (elindeki tek avantajı) bırakıp paraşütün ipini çekiyor. Ve iki genç adam, paraşütün geç açılmasından dolayı, büyük bir hızla yere iniyorlar. James Cameron'un yazdığı ve çok sıkı bir sistem eleştirisi de içeren bir film. Keanu'nun şansı olsa gerek, 90 yılların, belki de 20. yüzyılın en sıkı sistem eleştirilerinden biri olan "The Matrix"te oynamak da yine ona nasip olmuştu. posted by gezgin @ 2:09 AM

0 comments

GÜÇLÜ SAHNELER - 5 Yakın zamanda izlediğimiz en güçlü sahnelerden birini "Dikey Limit" (Vertical Limit) filminin başında görüyoruz. Filmin açılışında, bir baba, oğul ve kızdan oluşan bir ailenin bir dağa tırmanmakta olduğunu görürüz. Fakat bir aksilik olur ve bu üç kişi aynı ipte, havada asılı kalır - fakat ip üç kişiyi taşıyamayacak haldedir. İpteki sıralamada en altta duran baba, çocuklarını kurtarmak için kendi hayatını feda eder ve bıçakla kendi ipini keserek aşağı düşer/atlar. Aile bağlarını hayat memat meselesi ile bağlayan güzel bir giriş. Filmin devamı bu kadar etkileyici değil, ama bu girişten sonra ne olursa olsun filmi sonuna kadar izliyorsunuz. posted by gezgin @ 2:01 AM

0 comments

324

Cumartesi, Eylül 04, 2004 ANİMASYON FİLMLERİN SENARYOLARI NEDEN ÇOK KALİTELİ? Piyasaya çıkan "animasyon" türü filmleri incelediğiniz zaman, hemen hepsinin senaryosunun mükemmel olduğunu görürsünüz. Tek bir sahne bile aksamaz, bütün karakterler yeterince geliştirilmiştir, öykünün ritmi tam ayarındadır, ve mizah dozu son derece yerindedir. En son örnekleri şöyle bir hatırlayalım: Shrek 1 ve 2, Ice Age (Buz Çağı), Monsters Inc. (Sevimli Canavarlar), Aslan Kral, ve benim favorim Finding Nemo (Kayıp Balık Nemo). İki örnekten iki karakteri inceleyelim. Bunlardan biri Buz Çağı'ndaki Manfred (mamut). Manfred, ailesini kaybetmiş bir mamuttur. Ve bu kayıbın neden olduğu üzüntü onu, iç güdülerinin aksi yönde hareket etmeye itecek kadar büyüktür. Artık hiçbir şey umrunda değildir. Yaklaşan buz çağı bile. Herkesin tersine, kuzeye doğru ilerler. Bu gövdesi devasa ama yüreği yumuşacık hayvanın acısını biz de paylaşırız. İnceleyeceğimiz ikinci karakter, Kayıp Balık Nemo'nun babası Marlin'dir. Marlin, yüzlerce yumurtasını ve eşini kaybettikten sonra, hayatta kalan tek yavrusu Nemo için aşırı endişelenmektedir. Nemo ise diğer yavru deniz yaratıkları gibi özgür olmak, hayatı deneyerek ve yanılarak tanımak istemektedir. Ve bir gün Marlin'in korktuğu başına gelir. Biricik oğlu, bir balıkadam tarafından kaçırılır. (Bu senaryoya, filmin yazar-yönetmeni Andrew Stanton'un kendisi kaynaklık etmiş. Bir röportajında Stanton, kendisinin de Marlin gibi küçük çocuğuna karşı aşırı korumacı bir tavır içinde olduğunu, bunu fark etmesi üzerine Nemo'yu kaleme aldığını söylüyor.) Her iki karakteri de anlıyor ve duygularnı paylaşıyoruz. Birinin mamut, diğerinin ise palyaço balığı olması bizi etkilemiyor. Taşıdıkları insani özellikler sayesinde onlarla kolayca özdeşleşme kurabiliyoruz. Her iki karakter de film boyunca yaşadıkları olaylar sonucunda anlamlı bir değişim geçiriyorlar. Manfred karamsarlığından kurtuluyor, Marlin de çocuğunu daha serbest bırakması gerektiğini, hayatta herşeyi kontrol edemeyeceğini öğreniyor. Gösterime giren animasyon filmlerinin hemen hepsi, karakter yaratımı konusunda ders olarak incelenebilecek nitelikte oluyor. posted by gezgin @ 2:01 PM

0 comments

Çarşamba, Eylül 01, 2004 GÜÇLÜ SAHNELER - 4 Romantik komedi filmlerinde görülen en güçlü sahnelerden birini de "You've Got Mail" filminde görüyoruz: Joe Fox (Tom Hanks), internetten tanıştığı kız ile buluşmaya gider, ama uzun süredir yazıştığı, hatta hoşlandığı kızın, ticaret hayatındaki azılı rakibi Kathleen Kelly (Meg Ryan) olduğunu fark eder. Bu fark ediş anı, aslında senarist açısında çok önemlidir. Joe Fox, bu acı gerçeği kabul edip evine de dönebilirdi. Ama çok güzel bir dramatik sahne fırsatı da kaçmış olurdu. Bunun yerine Fox, kızın beklediği kafeye girer ve rakibinin masasına oturur. Fox'un, beklediği kişi (ki o da internette tanıştığı kişiden hoşlanmaktadır) olduğunu bilmeyen Kelly, Joe Fox'a demediğini bırakmaz: "You are nothing but a suit!" (Sen takım elbisesinden başka bir şey değilsin!). Ama bundan hemen önce de, beklediği kişinin çok komik ve çok duyarlı olduğunu söyler - o kişinin bizzat Joe Fox olduğunu bilmeden. Ortada çok komik bir durum vardır. K. Kelly'nin bahsettiği "yeryüzünün en duyarlı insanı" ile "kalbinin yerinde bir yazarkasa" olan kişi aslında aynıdır. Bu diyaloglar bize, birini "gerçekten tanımanın" aslında ne kadar zor bir iş olduğunu çok çarpıcı bir biçimde anlatır. Sahnenin bir başka fonksiyonu ise, K. Kelly'nin kendi içinde bir aşama (breakthrough) kaydetmesi ve duygularını "spontane" bir biçimde dışa vurabilmesidir. posted by gezgin @ 1:50 PM

0 comments

325

Pazartesi, Ağustos 30, 2004 BAŞARILI YABANCI FİLMLERİN SENARYO ÖZELLİKLERİ -1 Alttaki yazıda, 1 milyondan fazla seyirci çeken 13 Türk filmini incelemiştik kısmen. Şimdi yabancılarda durum ne, ona bakalım. IMDB'nin bütün dünyada en çok iş yapan filmler listesinde ilk 15 şöyle: • • • • • • • • • • • • • • •

Titanic Yüzüklerin Efendisi: Kralın Dönüşü Harry Potter 1 Star Wars - Episode 1 Yüzüklerin Efendisi: İki Kule Jurassic Park Harry Potter - 2 (Sırlar Odası) Kayıp Balık Nemo Yüzüklerin Efendisi: Yüzük Kardeşliği Şrek Bağımsızlık Günü Örümcek Adam Star Wars - Episode 4 Aslan Kral Harry Potter - Azkaban Tutsağı

Bu filmleri de, aşağıdaki yazıda olduğu gibi inceleyelim: 1) Bu 15 filmden 6'sı (Yüzüklerin Efendisi ve Harry Potter), filmden önce çok ünlü olmuş kitaplardan uyarlanmıştır. (Yabancı filmlerdeki "kitap" etkeninin Türk filmlerinde "TV" haline gelmesine dikkat!). Örümcek Adamı da aslında bu gruba dahil etmek gerekir 2) Bu filmlerden 5'i, (Harry Potter 2 ve 3, Yüzüklerin Efendisi 2 ve 3, Star Wars Episode 1) daha önce çekilmiş filmlerin devamı niteliğindedir. Yani ilk filmin gişede yarattığı etkinin kaymağını yemektedirler. (Türk Filmlerinde sadece Vizontele Tuuba için böyle bir durum söz konusudur). 3) Bu filmlerin biri hariç hepsinin baş kahramanı erkektir. Bu tek istisna da, Cameron'un TITANIC'idir (Baş kahraman: Rose Dawson). (Bu konuda da Türk filmleri yabancı filmlere paralellik göstermektedir) 4) Bu filmlerin "hepsi" hafif ya da ağır bilgisayar desteklidir (CGI), ya da animasyondur! 5) Bu filmlerin biri hariç hepsi, "aşk"ı ikincil ya da üçüncül bir tema olarak kullanmaktadır. (Bu tek istisna yine Cameron'un TITANIC'idir.) "Kötülük ile İyilik" arasındaki mücadele, şaşırtıcı bir sıklıkta işlenmektedir. (Harry Potter'lar, Yüzük filmleri, Star Wars'lar). (Bu filmlerin, Türk Filmleri ile bu noktada da ayrıldıklarını söyleyebiliriz). 6) Filmlerden ikisi ("Örümcek Adam" ve "Jurassic Park"), senarist David Koepp tarafından yazılmıştır. (Adamın bu kadar çok para istemesine şaşmamak gerek) posted by gezgin @ 6:02 PM

0 comments

BAŞARILI TÜRK FİLMLERİNİN SENARYO ÖZELLİKLERİ - 1 Türk sinemasının artık bir "sanayi" olarak varolmamasının temel nedenlerinden biri, film yazan ve çeken insanların artık geniş halk kitlelerine hitap etme kaygısını terk etmelerinde yatıyor bence. Geniş halk kitlelerinin kullandığı kodları, sembolleri kullanmıyorlar - ya kullanmayı reddediyorlar, ya da kullanamıyorlar. Yazdıkları büyük ölçüde, "bilinçli seyirci" denen ve sayıları 50 ila 100 bin arasında bulunan bir insan kitlesine hitap ediyor. Böyle bir rakamın bir sektörü döndürmesi de beklenemez zaten. Rakamlar yalan söylemez: Ağustos 2004 tarihi itibariyle 1 milyondan fazla seyirci çekmiş filmlere bakalım. • • • • •

Vizontele 1 Vizontele 2 Eşkiya Kahpe Bizans Asmalı Konak 326

• • • • • • • •

Şimdi Asker Hababam Sınıfı Komser Şekspir Güle Güle Herşey Çok Güzel Olacak Propaganda Deli Yürek Neredesin Firuze

Bu filmlerdeki ortak noktalara bakarak, onları gişede neyi başarılı yaptığını bulmaya çalışalım. 1) Bu 13 filmden 4'ü ağır TV destekli (Vizonteleler, Asmalı Konak, Deli Yürek). Yani, bu filmlerde oynayanlar ya da filmlere kaynaklık eden diziler, TV sayesinde ün kazanmıştır. Yılmaz Erdoğan "Bir Demet Tiyatro"nun kendisini kazandırdığı ünden çok faydalanmıştır Vizontele'lerde. Asmalı Konak, malum. Deli Yürek de öyle. 2) Bu filmlerin hemen hepsinde ekonomik olarak orta-alt sınıftan gelen ya da o sınıfta yaşayan insanların öyküleri anlatılmıştır. Kullanılan kodlar, orta-alt sınıfta kullanılan kodlardır. (Bu listede 14 numarada olan Ağır Roman, bir alt sınıf öyküsü anlatmaktadır). 3) Bu filmlerin hemen hemen hepsinde bir aşk öyküsü bulunmaktadır. (Bu durum, aşktan başka konuda ürün verilmeyen pop müzik endüstrisini hatıra getirmektedir) Kimi filmlerde aşk hikayesi, senaryonun omurgasını oluşturmaktadır (Asmalı Konak, Eşkiya). 4) Filmlerin hepsinin başrolünde bir ya da bir kaç erkek vardır. Yani başarılı Türk filmlerinde kahramanla özdeşleşme, genel olarak "erkek" cinsi üzerinden sağlanmaktadır. 5) Bu filmlerin 9'u, ocak, şubat ya da mart ayında gösterime girmiştir. Diğer 4 film ise ekim, kasım, aralık aylarında vizyona girmiştir. Yılbaşı ve sonrası, daha fazla "blockbuster" çıkarmaktadır. 6)Filmlerden hiçbiri bilimsel (ör. Contact) ya da felsefi (ör. Solaris) içerikli değildir. Yani izleyici diyor ki: "Ey senarist, beni boşuna düşündürtmeye uğraşma. Ben zaten hayatımdan bezmişim, ancak güzel şeyler 'hissetmek' için giderim sinemaya." 7) Bu filmlerden onu (sayıyla 10!) (Vizontele 1-2, Kahpe Bizans, O Şimdi Asker, Hababam Sınıfı: Merhaba, Komser Şekspir, Güle Güle, Herşey Çok Güzel Olacak, Propaganda, Neredesin Firuze) komediyi ana eksen olarak almakta ya da çok miktarda komik öğeye yer vermektedir. En çok iş yapan üçüncü film olan "Eşkiya"nın iki baş rol oyuncusunun (Şener Şen ve Uğur Yücel) komedi ağırlıklı rollerle ünlendiği de unutulmamalıdır. Bundan şu sonuç çıkartılabilir: orta gelirli sinema seyricisi ezici bir ağırlıkla komedi filmlerini tercih etmektedir. Bunlar, ilk bakışta göze çarpan ortak özellikler. Yazar ve yönetmenler "Benim filmin niye 1 milyon barajını aşmadı?" diye sorduklarında, cevabın bir kısmı yukarıda anlatılanlarda bulunabilir. posted by gezgin @ 5:25 PM

0 comments

GÜÇLÜ SAHNELER - 3 Güçlü bir sahne yazmak için ille birilerinin hayatının tehlikede olması gerekmiyor (ama en güçlü sahnelerin genelde "hayat-memat" meseleleri etrafında döndüğü de bir gerçek). "NOTTING HILL" filminin sonlarında, Anna Scott'un (Julia Roberts) William Thacker'a (Hugh Grant) sevgili olmayı teklif ettiği sahne de, mükemmel yazılmış bir sahnedir. Filmin bu sahnesine gelene kadar hem adam hem de kadın, hem çok iyi zaman geçirmişler, hem de zaman zaman birbirlerinin kalbini kırmışlardır. En son kalbi kırılan William'dır (Anna'nın kendisi hakkında "öyle biri işte" dediğini duymuştur, film setinde). Sözü geçen güçlü sahne ise, William'ın kitapçı dükkanında geçer. Anna ile William bir süre kitapçıda ayakta konuştuktan sonra Anna can alıcı cümleyi söyler "I am also just a girl, standing in front of a boy, asking him to love her" (Ben aynı zamanda, bir çocuğun karşısında durmuş, ondan kendisini sevmesini isteyen sıradan bir kızım da) der. (Bu sahnenin bu kadar güçlü olmasını sağlayan şeylerden biri de, J. Roberts'in en güzel performanslarından birini göstermiş olmasıdır). Buna rağmen William kızın teklifini kabul etmez. Ve Anna duygusal olarak dağılır. (Bu kadar büyük bir duygusal sarsıntı, bu kadar minimalist oyunculukla ancak anlatılabilir). William'ı yanağından öper, ve dükkandan çıkar. 327

Sadece iki kişinin ayakta durup konuştuğu bir sahneyi bu kadar güçlü yapan şey her iki karakterin de çıplak bir ruh ile konuşmalarından kaynaklanmaktadır. Her ikisi de kırılmış ve üzülmüştür. Ama her ikisi de aslında birbirini çok sevmektedir. Buna rağmen bir araya gelmeleri mümkün olmaz. posted by gezgin @ 5:19 PM

0 comments

GÜÇLÜ SAHNELER - 2 İzleyenin aklından çıkmayacak sahnelerden biri de James Cameron'un "ABYSS" filminde vardır. Filmin ikinci yarısında Bud (Ed Harris) ve Lindsey (M. Mastrantonio) küçük bir denizaltında mahsur kalırlar. Denizaltı su almaktadır, kullanılabilir tek bir dalgıç giysisi vardır, ve gitmeleri gereken petrol arama istasyonu çok uzaktır. Zaman kısıtlıdır: kimin dalgıç giysisini giyeceğine karar vermeleri gerekmektedir. Eskiden evli olan Bud ve Lindsey çok hızlı bir biçimde tartışırlar ve Lindsey Bud'î giysiyi giymeye ikna eder. (Tipik, güçlü Cameron kadını). Biraz sonra denizaltı tamamen su dolacak ve Lindsey "resmen" boğulacaktır. Su dolar, ve Lindsey, eski kocasının kollarında göz göre göre boğulur. Fakat sahne bununla bitmiyor. Bud, ölmüş olan Lindsey'i ana istasyona kadar götürür. Orada havuzun kenarında kadına suni teneffüs ve elektroşok uygular. Lindsey geri dönmez! Bud, "resmen" eski karısını öldürmüş ve geri getirememiştir. Herkes (Bud dahil) Lindsey'den ümidi keser. Fakat Bud daha sonra tekrar Lindsey'e masaj uygulamaya başlar ve kadın canlanır! Cameron'un yazdığı belki de en etkilici sahne böylece biter. Bu sahnenin gücü, bir insanın, sevdiği bir başka insan için göz göre göre ölmeyi kabul etmesindedir. (Aynı tema, yine Cameron'un yazıp yönettiği Titanic'in sonunda da görülebilir). Doğa koşullarının yarattığı dış baskı da, bu sahnenin gücünü artıran başka bir etkendir posted by gezgin @ 5:05 PM

0 comments

Çarşamba, Ağustos 25, 2004 GÜÇLÜ SAHNELER - 1 Bir çok filmden geriye, bizde güçlü bir etki bırakan sahneler kalır. Bir filmin kalitesi aslında, bu gibi sahnelerin varlığı ve doğallığı (yani hikayenin gidişatına uygunluğu) ile ölçülebilir. Böyle güçlü bir sahneyi SON SAMURAY'da da görüyoruz. Bu, Yüzbaşı Algren'in (T. Cruise), alayın hazır olmadığını göstermek için bir Japon askerden kendisine ateş etmesini istediği sahnedir. Bu sahnede Algren'in komutanı, hiçbir şekilde hazır olmayan Japon askerlerinin, isyancı Katsumoto'ya karşı savaşması gerektiğini söylemiştir. Algren ise bunun bir intihar saldırısı olacağının farkındadır. Çünkü Japon askerler henüz tüfek doldurmayı dahi öğrenememiştir. Düşüncesinin doğruluğunu kanıtlamak isteyen Algren, eğitmek için çabaladığı bir askerden kendisine ateş etmesini ister, hatta adamı buna zorlar. Acemi asker, büyük bir stres ile tüfeğini doldurmaya çalışır. Bu sırada, zaten Kızılderililere yaptıklarından dolayı kendisinden nefret eden Algren'in söylediği söz çok etkilidir: "Shoot me God damn it!" (Vur beni kahrolası!). Yani Algren bir yandan askerlerin hazır olmadığını göstermeye çalışmakta, bir yandan da artık yaşamaya değer bulmadığı bu hayatına son verdirmeye çalışmaktadır. Acemi asker en sonunda tüfeğini doldurmayı başarır ve Algren'e "doğru" ateş eder. Ve tabii ki ıskalar. Algren bu mustarip hayatı yaşamaya devam edecektir. Bu sahne bize (ve sahnedeki diğer insanlara) bir çok şeyi öğretir: Algren'in korkusuzluğunu, intihar eğilimini, kendi yargısına olan güvenini, komutanı Albay Bagley'e karşı olan nefretini, acemi Japon askerlerin gerçekten hazır olmadığını, ve Albay Bagley'in muhakeme zayıflığını. Sahnenin bu kadar güçlü olmasını sağlayan bir başka etken de, otantik Japon müziği. Flüt ile gerilimin nasıl tırmandırıldığına dikkat. posted by gezgin @ 5:36 PM

0 comments

328

"SON SAMURAY" - Aslında Hiç De Zor Değil Geçen sezonun bence en iyi filmlerinden biriydi SON SAMURAY. Edward Zwick'in yönettiği film, 400 milyon dolardan fazla iş yaptı tüm dünyada. Yani ticari açıdan başarılı bir filmdi. Ama filmin başarısı bence, ortalama sayılabilecek bir senaryo ile izleyiciyi tavlamasında yatıyordu. Filmde, yüzbaşı Algren'in (T. Cruise) Japonya'ya askeri eğitmen olarak gitmesi, sonra orada Samuraylar ile savaşıp esir düşmesi, bir dönem onlarla kalınca Samuraylara karşı büyük bir muhabbet ve hürmet beslemeye başlaması, en sonunda da kendisini tutan insanlara karşı savaşması ve yenilmesi anlatılıyordu. Bu senaryo yapısında bizi şaşırtan hemen hiçbir şey yok. Senaryonun yapısı klasik: yani önce bir kahraman tanıtılıyor, ama en başta onu çok sevip sevmeyeceğimiz belli değil, neticede alkolik bir eski asker. Sonra bu kahraman bir başka ülkede çalışmaya gidiyor (Burada otantik japon kültürü ile ilk karşılaşma var. Bu açıdan ilgi çekici). Senaryo bize düşmanı (nemesis) tanıtıyor: Samuraylar. Biz önce kahramanla birlikte düşmana karşı savaşıyoruz. Ama kahramanımız düşmana yenik düşüyor. Burada filmin ikinci perdesi (2nd Act) başlıyor. Bir taraftan "düşman"ın aslında düşman olmadığını öğreniyoruz, bir taraftan da kahramanımızı daha fazla sevmeye başlıyoruz, çünkü daha önce Amerikan yerlilerine yaptıklarından dolayı büyük bir pişmanlık yaşıyor. Filmin ikinci perdesi, bize otantik Japon kültürünü tanıtıyor. Böylece sadece şiddet içeren bir filmle karşı karşıya olmadığımızı anlıyoruz. Bir kültürü, derinlemesine denebilecek bir düzeyde tanımaya başlıyoruz. Japonların bence ürkütücü olan "ölüm" anlaşıyışı bile, bir noktadan sonra anlaşılır bir hale geliyor. Filmin 2. esas adamı Katsumoto ile Yüzbaşı Algren arasındaki dostluk da, filme tat katıyor. Başlangıçta Algren'e gıcık olan samurayın daha sonra ona saygı duymaya başlaması da, senaryonun bize ilişki düzeyinde tattırdığı hoşluklardan biri. Üçüncü hoşluk ise, Algren'in öldürdüğü samurayın karısı ve onun oğlu ile gittikçe yakınlaşması. 2. perdenin sonunda, Samurayların modern Japon ordusu ile karşılaşmak zorunda kalacağını öğreniyoruz. İmparator, Başvekili Omura'ya ve yabancı devletlere çok fena halde bağımlıdır. Ve aslında Japonya'nın iyiliğinden başka bir şey düşünmeyen Samuray'ları yok etmesi gerekmektedir. (İyinin iyi ile mücadelesi, bu filme trajedi havası da katıyor) 3.Perde, "son savaş" hazırlıkları ile geçiyor. Ve filmin sonunda samuraylar yeniliyorlar. Sadece Yüzbaşı Algren hayatta kalıyor. O da İmparator'a gidip Katsumoto'nun yapmak istediği şeyleri anlatıyor. (Filmin bence en zayıf yönü bu finali, o da, filmin bütününe göre). Buna benzer bir senaryonun Türkiye (ve Osmanlı) ile ilgili olarak yazılmamasını, yazılamamasını anlamak mümkün değil. posted by gezgin @ 3:06 PM

0 comments

Salı, Ağustos 24, 2004 SENARYO KAYNAKLARI İyi bir senarist olmanın belki de birinci kuralı, bolca senaryo okumaktır. Da, nereden bulacağız bu senaryoları? Türkçe senaryo bulmak çok zor, hatta neredeyse imkansız bir iş. (Hatta, Türk filmlerinin senaryolarının yabancı film senaryolarının yanında bu kadar yüzeysel ve işlenmemiş kalmasının temel nedenlerinin birinin, senaristlerin senaryo okuyabilecekleri bir kaynaktan yoksun olmaları olduğunu düşünüyorum.) Ama yabancı senaryoları bulmak, çok kolay. Eğer İngilizce biliyorsanız, bir çok yabancı TV dizisi ve sinema filminin senaryosunu ya da dökümünü (transcript) şu adresten bulabilirsiniz: www.script-o-rama.com. Ayrıca senaryo yazımı ile ilgili en iyi İngilizce makaleleri şu adreste bulabilirsiniz: www.writersstore.com Senaryo yazımının üç büyük gurusunun adresleri de şunlar: www.michaelhauge.com ("Satan Senaryo Yazmak" kitabının yazarı - Türkçe'ye çevrilmedi)

329

www.sydfield.com (Bir endüstri klasiği olan "screenplay"in yazarı - Mülakatlar bölümü mühim) www.truby.com ("Blockbuster" programının yaratıcısı John Truby'nin sitesi. Sitenin "Truby Story Techniques" bölümündeki eleştirilere dikkat) posted by gezgin @ 4:06 PM

0 comments

"COLLATERAL" Bu filmde Tom Cruise bir katili canlandırıyor! Tom C. gibi "star" bir oyuncunun kötü adamı canlandırması, filmi seyretmek için yeter bir sebep zaten. Ama daha da iyisi, film Michael Mann tarafından yönetilmiş (En sevdiğim filmi Mohikanların Sonuncusu), ve çok da güzel bir senaryosu var (yazan: Stuart Beattie, bir önceki senaryosu Karayip Korsanları - şu, Johnny Depp'li korsan filmi) Senaryo, dairesel bir yapıya sahip: eğer dikkat ederseniz, filmin başladığı mekan, aslında filmin bittiği yer. Tek bir olay var, ve herşey aynı gecede olup bitiyor. Bu anlamda Aristo'nun yer, zaman ve olay birliği ilkesine tamamen uyan, klasik bir yapısı var. Ama bunun dışında, iyi bir senaryoda olması gereken herşey de var: Aşk var (Esas kız'ı tanıyabilecek misiniz bakalım? Matrix 2 ve 3'ten Kaptan Niobe!); iyi adam yeterince değişim geçiriyor; kötü adam da bomboş bir kötü adam değil, hatta filmin en güzel replikleri hep kötü adam tarafından söyleniyor. En önemlisi de, film seyrettikten sonra bizde, seyircinin ruhunda kalıyor, kalabiliyor, yani etkili, diyecek sözü olan bir film. Bence kaçırmamak gerek. Yine bir "iyi senaryo dersi" ile karşı karşıyayız. posted by gezgin @ 1:45 AM

0 comments

MERHABA ! "SANARİST"e hoş geldiniz. Site, senaryolarla ve senaristlerle ilgili, ama bu ismi koymamın bir kaç nedeni var: 1) "www.senarist.tk" diye bir site hâlihazırda var ve çok faydalı bir iş yapıyorlar. 2) "sanmak" fiilinden türeyen "sanar" sözcüğüyle oynayıp ilginç bir şey yapayım dedim. Ne de olsa senaryo yazımı büyük ölçüde "sanmak" fiiliyle ilgili: sanal, sanrı, sansar, vb. Bu sitede, çok sık ilgilendiğim senaryo yazımı ile ilgili bazı kişisel notlarımı bulacaksınız. Umarım bir paylaşıma ve bilgi artışına vesile olur. Tartışmayı sevmediğimden, tartışma kabilinden hiçbir şeye yer vermeyeceğim. Onun için içiniz rahat olsun. http://www.blogger.com girin ve kendi sitenizi çok kısa bir sürede yaratın, derim. Buradan onlara da bir teşekkür, ve helal olsun. Gezgin ... posted by gezgin @ 1:42 AM

0 comments

"BEN ROBOT" Bilimkurgu filmlerini çok seven biri olarak bu filmi görmem kaçınılmazdı. ASIMOV'un "üç robot yasası" (Mealen: Bir robot kesinlikle insanlara zarar veremez; bir robot, birinci yasayla çelişmediği sürece, insanlaren emirlerine itaat eder; bir robot, birinci ve ikinci yasalarla çelişmediği sürece, kendi varlığını devam ettirmek için çabalar) üzerine kurulu bir hikaye. Bu yasalar, robotlarla ilgili en ideal yasalar (şimdilik öyle görünüyor), ve doğal olarak da dramatik bir durum ancak bu yasaların çiğnenmesi ile yaratılabilir. Film (ve hikaye) de bunu yapıyor. (Bu açıdan, "Terminator" ve "Matrix" filmlerinin atası sayılır bu hikaye).

330

Genel olarak heyecan verici bir film. Ama başrolde Will Smith'in olması, insanda anadamar ("mainstream") bir film izleyeceğimiz hissini uyandırıyor (Kötüler kaybeder, iyiler kazanır, esas kız esas oğlana aşık olur vb.) ve bu hissimiz de yanlış çıkmıyor. Çok fazla ifşaat (revelation), çok acayip sürprizler (twist) yok, yani hikaye izleyiciyi çok fazla şaşırtmıyor. Azınlık Raporu ya da Matrix kadar da yenilikçi bir film değil, ama türün sevenleri kadar iyi vakit geçirmek isteyenler de hoşlanacaktır filmden. (Başta Honda olmak üzere çeşitli firmaların ürettiği insansı robotların artık hayatımızın bir parçası olması, filmi biraz daha ilginç kılıyor. Artık, filmlerde anlatılan bilim kurgu geleceğinde mi yaşıyoruz ne?) posted by gezgin @ 1:19 AM

0 comments

"STUCK ON YOU" Bu filmin senaristlerini zaten "Ah Mary Vah Mary" filminden hatırlayacaksınız: Farrelly Kardeşler. Bence bu film (Stuck... http://www.imdb.com/title/tt0338466) daha çok senaryoya dayanıyor, çünkü ortada Ben Stiller gibi komedyenliği ile senaryoyu gölgeleyecek biri yok. Matt Damon ve Greg Kinnear var. Birbirine yapışık (Siyam İkizi) iki kardeşin kadınlarla ve birbirleriyle ilişkilerini anlatıyor. Film bence "Ah Mary" kadar komik olmasına karşın dışarıda o kadar iş yapmadı. Ama filmin senaryo açısından çok başarılı olduğunu düşünüyorum. Farrelly kardeşler sanki oturmuşlar, bir siyam ikizinin başına gelebilecek bütün komik durumları düşünmüşler (ikizlerden biri hapisteyken diğerinin serbest olması, biri bilgisayarda yazı yazarken diğerinin bir kadınla sevişmesi, ikizlerin birbiriyle kavga etmesi vb.) ve hikayenin en uygun yerlerine koymuşlar. Hatta biraz düşününce, filmin çıkış noktası bile çok sıradan gözüküyor: siyam ikizlerinin kişilikleri farklı olsaydı nasıl olurdu? Tipik bir "what if..." senaryosu. Ama Farrelly'ler senaryoyu çok güzel bir biçimde işlemeyi başarıyorlar: ritm hiç düşmüyor, karakterler yeterince derin işleniyor, ve sonunda da hikaye çok hoş bir biçimde bağlanıyor. Komikliği bir yana, senaryo tekniği yüzünden bile bence izlenmeye değer bir film. posted by gezgin @ 12:56 AM

0 comments

331

İÇİNDEKİLER (Koyu harfle yazılanlar “Senaryo Yazımı” ile ilgilidir) Sanatçılık: Zor Zenaat (Genel)..............................................4 Bu Sizin Umrunuzda Bile Değil! (Çevre)..................................4 2007 Yaz Notları - 1 (Sinema)...............................................5 Geleceğin Sineması (Sinema)................................................6 Aheste Vites! (Genel)...........................................................6 Yorum Adabı (Genel) ...........................................................7 Rüya Bilmecesi ("The Science Of Sleep") (Eleştiri)....................7 Sanatın Kaynağı (Yaratıcılık) ................................................8 Düzeltme, ve Ne Özrü?! (Genel)............................................9 Biri Bizimle Kafa Buluyor! (Siyaset)........................................9 Hürriyet'ten Bir Haber (Genel).............................................10 That's The Way I Wanna Rock N Roll (Film Yapımı).................11 Derin İletişim (Psikoloji).....................................................12 Kısa Filmcilere Neden Gıcık Oluyorum! (Kısa Film)..................13 Robert Mckee Türkiye'de! (Duyuru)......................................14 Ağlama Yar, Ağlama! (Bağımsız Film Yapımı).........................15 Hazır Meclisin Eli Değmişken... (Tv)......................................19 Dondurmam Gaymak (Eleştiri)............................................20 Demokrasi V.2.0 (Siyaset)..................................................20 Ölüm Nedeni: Cehalet (Senaryo Kitapları).............................22 "28 Gün Sonra" - Dijital İle Ne Yapılabilir (Dijital Film Yapımı)..22 Ne Pars, Ne Kiraz, Ne Operasyon (Eleştiri)............................23 Farklı Bir Şey Yapın! (Kendini Geliştirme)..............................24 Sınav'da Çakmak (Eleştiri)..................................................25 Şeriatçılar Neden Kazanacak? (Siyaset)................................26 Meraklılara... (Genel).........................................................29 Pixar Tarzı Hikaye Anlatmak (Senaryo Yazımı)..................29 Pars Fragmanı (Eleştiri)......................................................30 Kendini Kandırmanın Psikolojisi (Psikoloji).............................31 Pirates Of The Caddikoyh (Korsan).......................................34 Barda (Eleştiri)..................................................................34 Duygu İmparatorluğu (Psikoloji)..........................................37 Senaryo Yazarının Başarısı Neye Bağlıdır (Snr. Yazarlığı)..38 John Truby Kimdir? (Kişi Tanıtım)........................................38 Poliiiiis! (Eleştiri)................................................................39 "Post It"Lik Basit Hikaye Tanımı (Senaryo Yazımı)............39 Yanlış Form Yüzünden Soykırım! (Siyaset)............................39 Olay Örgüsü: 22 Adım (Senaryo Yazımı)............................40 Gelecek Program: John Truby (Tanıtım)................................45 Komple Komplo (Genel)......................................................46 Değişen Görüş Açıları (Senaryo Yazımı).............................47 Karakter Değişimi Ve Yapı (Senaryo Yazımı)......................47 Yeşil Yorum (Çevre)...........................................................48 Hrant Dink Cinayeti (Genel)................................................50 Kurtlar Vadisi: Tekrarlanan Yanlışlar! (Eleştiri).......................50 "Tepki" - Mckee Notları - 08 (Senaryo Yazımı)...................51 Tetikleyici Olay - Mckee Notları - 7 (Senaryo Yazımı).........52 Jack vs. Polat (Eleştiri).......................................................52 Alan Sokal Ve Tuna Erdem: "Sallamanın" Dayanılmaz Hafifliği..52 800 Richest People - 800 Millions of Poor People (Gen)...........54 "Searching For Levent Kırca" (Tv)........................................55 Yeşil Test (Çevre)..............................................................56 Gezgin Online - En Azından Bazen (Duyuru)..........................57 Senelerrr! Senelerrr! (Genel)...............................................58 Hikayenin Geçtiği Dünya - Mckee Notları - 6 (Sen. Yazımı)59 İyi Senaryolar Tepkilere Odaklanır - Mckee Notları 5......60 Risk Hakkında - Mckee Notları - 4 (Senaryo Yazımı)..........60 Boşluk - Mckee Notları - 3 (Senaryo Yazımı)......................61 Sahili Taramak (Senaryo Fikri Bulmak)...............................62 İlginç Cazibe Unsuru ("Strange Attactor") (Sen. Fikri Bul.)...65 "Binbir Gece" Ve "Mükrimin" (Tv).........................................67 Bakalım Ne Olacak?! (Tanıtım)............................................67 Kanca Avı (Senaryo Fikri Bulmak).......................................67 Parlak Fikri Fethetmek (Senaryo Fikri Bulmak)...................69 "İyilik Merkezi" (Senaryo Yazımı)......................................72 Dedin mi, Demedin mi? (Senaryo Yazımı)..........................73 Anakronistik Bir Kahraman: Mükremin Çıtır (Tv)....................74 Romantik Komedinin Sırları (Tür - Senaryo Yazımı)............75 "24"Ü Neden Seviyoruz (Tv)................................................78 Tıkanık Beyinlere Açılış Çareleri (Senaryo Yazarlığı)..........80 "Bu Da Geçer" Demeyin! (Senaryo Yazımı)........................81 Gülünecek Bir Şey Mi Var? (Tür - Senaryo Yazımı)..............82 Wait Till Xmas! (Duyuru)....................................................87 Son Bir Kaç Söz (Duyuru)...................................................87 Danıştay'a Saldırı (Siyaset).................................................88 Aksiyon Filmlerinden Örnekler (Tür - Senaryo Yazımı).......89 Halet-i Ruhiye (Genel)........................................................91 Aksiyon Filmleri Hakkında ... (Tür - Senaryo Yazımı)..........92 Aksiyon Senaryosu Yazmak (Tür - Senaryo Yazımı)............93 Aksiyon Türünde Ortak Temalar (Tür - Senaryo Yazımı).....94 Aksiyon Filmlerindeki Aksiyonun Kaynağı (Tür-Sen. Yaz.).96

332

Aksiyon Türüne Giriş (Tür - Senaryo Yazımı)......................97 Something For Nothing (Genel)...........................................98 Boşluk - Mckee Notları - 3 (Senaryo Yazımı)......................98 İlk Adım - Mckee Notları - 2 (Senaryo Yazımı)...................99 Engin Ardıç ve Başka Şeyler... (Genel)................................100 "Beyza'nın Kadınları" Hakkında "Var Olmayan" Yazı (Eleştiri)..100 Babamın Bana Yapmadığı İyilik (Senaryo Yazımı)............101 "V" For Vasat (Eleştiri)......................................................103 Vay Canına: "Screenplay"In Yeni Baskısı Çıkmış! (Sn. Ktp.)...104 Karakter İki Kelimeden Oluşur: Baskı & Seçim (Sen. Yz)105 Kurtlar Vadisi: Hikayeden Irak, Allah'a Yakın! (Eleştiri)..........107 Neredesin Hacivat? (Eleştiri)..............................................110 Modern İnsan: Uyaran Bağımlısı (Genel).............................112 "Aşure" Testi (Genel)........................................................114 Bir Kaç İyi Adam: Danıştay (Siyaset)..................................115 3 Hikaye Yapısı (Senaryo Yazımı).....................................115 Senaryo, Perde, Sekans, Sahne... Başka? (Sen. Yazımı)...116 Kötü Adamların Kötülük Kaynağı: Sağlam Bir Felsefe (Senaryo Yazımı).............................................................117 Mckee Notları - 1 (Senaryo Yazımı)..................................118 Eski Yazılar Nerede? (Genel)..............................................119 Yaygın Bir Hastalık Kurbanı: İki Genç Kız (Eleştiri)................119 Overdose: Kurtlar Vadisi (Eleştiri)......................................121 Kendini Bulamayan Film: "Babam Ve Oğlum" (Eleştiri).........122 Yanılmamışım - 2 : Peter Jackson Saçmalamış (Eleştiri)........125 İyi Film Nedir? (Sinema)...................................................126 Paniği Bilgi Önler: Kuş Gribi (Genel)...................................126 Silinmiş Rüyalar - "Deleted Dreams" (Sinema).....................127 Dramatik Kurallar Gerçek Hayatta Da Geçerli Midir? Geçerliyse Lütfen Örneklerle Cevap Veriniz? (Genel)............................128 Istavan Szabo: Mesele Neymiş? (Sinema)...........................129 Mutlu Seneler ! (Genel).....................................................129 Orhan Pamuk'un Saçmalama Özgürlüğü (Genel)..................130 Deorganize İşler !... (Eleştiri)............................................131 Çözümlenmemiş Cinsel Gerilim: Dizi ve Filmlerin Tadı Tuzu... (Senaryo Yazımı)..................................................134 Yeni Yıl Kararları (Genel)...................................................135 Anlama Testi - Bir, Ki! (Genel)...........................................135 "King Kong": Şaka Yapıyorsunuz Herhalde Bay Jackson!(Elş.)136 Gladyatör ve Terminal: İstek ve İsteksizlik (Sen. Yaz.)..138 "Gönül Yarası" - Ahhh! (Eleştiri).........................................138 "Makinist"!.. Uyuma!.. (Eleştiri).........................................142 Cnbc-E'de Küfür Ve Cinsellik - 2 (Tv)..................................143 Charlie Harper Ve Christian Troy: Don Juan'ın Çöküşü (Senaryo Yazımı).............................................................143 "Selvi Boylum, Al Yazmalım", İç Seslim (Eleştiri )...........144 Martın Scorsese'den Bir Öğüt (Sinema)...............................145 Batmanlar Başlamasın - Revisited (Eleştiri)..........................145 Hikaye Yazma Yeteneği ve Başka Şeyler (Sen. Yazımı)....148 Batman'ler Başlamasın! (Eleştiri)........................................148 "Londra Seni Öldürmezse" Bana Gel! (Eleştiri).....................150 Coupling: Yeniden Ve Yeniden (Tv).....................................152 İstek ve İhtiyaç (Senaryo Yazımı)...................................152 TRT 2'nin Kahreden Spikerleri Ve Başka Şeyler! (Tv - Genel).153 40 Yıllık Bekar : Acele Etmese Olurmuş! (Eleştiri).................156 Felaket Anında Voliyi Vurmak: Görevimiz "Roche" (Genel).....157 Senaryo Yazarının Vakti Nasıl Geçer? (Senaryo Yazarlığı).158 Senaryo Yazarlığı - 201 (Senaryo Yazarlığı)......................159 Senaristlik İle İlgili Bir Kaç Söz (Senaryo Yazarlığı)..........160 Korsan: Müyap, BSA Ve Nottingham Şerifi (Korsan)..............160 Banyorum :) (Eleştiri).......................................................164 "Banyo" Yorumu (Eleştiri).................................................165 İlham Ve Hikaye Cümlesi (Senaryo Yazımı)......................166 Senaryoda Tema (Senaryo Yazımı)..................................168 Sanaristin 1. Yılı Hatrına Birkaç Kişisel Söz (Genel)...............170 İyi Hikaye - Kötü Hikaye (Senaryo Yazımı).......................170 Vizontele: Son Yorum (Eleştiri)..........................................172 Ortak Özellikler: Hababam, Vizontele Ve Çocuklar Duymasın..172 Orada Olmayan Hikaye: Vizontele Tuuba (Eleştiri)................173 Hababam Sınıfı: Bir Türk Klasiği (Eleştiri)............................175 Üç Perdeli Yapının Nimetleri: "Gazap Ateşi"Nin Kötü Örneği....187 Yazmanın 3 Kozmik Kuralı (Senaryo Yazarlığı).................188 Olay Örgüsü Yaratmanın 10 Kuralı (Senaryo Yazımı).......190 Yalnız Değilim: Spielberg Saçmalamış (Eleştiri)....................192 Kendine Güvenmeyen Karakterler Yaratın (Sen. Yazımı).192 "Online Senaryo Atölyesi" Devam Ediyor (Duyuru)...............194 O Ben Değilim! (Duyuru)...................................................194 Evlilikte Aksiyon! (Eleştiri).................................................194 İyi Senaristlerin Çalışma Alışkanlıkları (Sen. Yazarlığı)....195 Başarısız Türk Filmlerinin Ortak Özellikleri (Sinema).............199 "Kameranla Kampüste" Kal, Dışarı Da Çıkma! (Kısa Film)......200

Online Senaryo Atölyesi: Hem De Ücretsiz (Duyuru).............202 Spielberg: Ne Dedin Şimdi Sen? (Eleştiri)............................202 Mustafa Hakkında Bazı Şeyler (Eleştiri)...............................203 Online Senaryo Atölyesi: Hem De Ücretsiz (Duyuru).............204 Sertap Erener'in Bize Öğrettikleri! (Genel)...........................207 Mükemmel Bir Üç Perdeli Yapı Örneği: Devlet Düşmanı (El.)..207 The O.C. (Cnbc-E): İzlemeyeni Döverim! (Tv)......................208 İyi Bitir Beni! (Senaryo Yazımı)........................................208 Tutkularını Takip Et! (Senaryo Yazarlığı)..........................209 "Pardon"A Pardon (Eleştiri)................................................210 "Bir İstanbul Masalı" Neden Mutsuz Bitmeli (Tv)...................213 Film Türleri ("Genre" Ya Da Janr) (Senaryo Yazımı).........214 Türk Senaryolarında Zeka ve Bilgi (Senaryo Yazımı)........217 İki ve Daha Fazla Kollu Hikayeler (Senaryo Yazımı).........218 Neden Hep Amerikan Filmlerini Örnek Veriyorum (Genel)......220 Hangi Sahneleri Atmalı? (Senaryo Yazımı).......................221 Büyük İstek Örneği: Amadeus (Senaryo Yazımı)..............222 Uyanamayan Dev: Türk Sineması (Sinema).........................223 Gevşek Senaryo – Sıkı Senaryo (Senaryo Yazımı)............224 Avrupa Yakası ve Naziler: Konserve Kahkahaların Sırrı (Tv)...225 O.C. Tekrarını Kaçırmayın (Tv)...........................................226 En Taze “Show”Lar (Tv)....................................................227 Sahneye Giriş Ve Çıkış - Revisited (Senaryo Yazımı)........227 İyi Filmlerin Ortak Özelliği: Büyük İstek (Sen. Yazımı)....229 Tarantino - Amoral Bir İkon (Sinema).................................230 Yalnız Değilsiniz: Senarist Filmleri (Sinema)........................231 Kötü Diyalog - İyi Diyalog (Senaryo Yazımı).....................232 Eğreti Senaryo: Kaçırılmış Fırsatlar Silsilesi (Eleştiri).............233 Başarılı Bir Senarist Olmanın 3 Sırrı (Senaryo Yazarlığı)...237 Sahne Yazımında Eşsiz Bir Yardımcı! (Senaryo Yazımı)....237 Diyalog Yazma Sanatı (Senaryo Yazımı)...........................238 Sahne Yazarken - Biçim (Senaryo Yazımı)........................239 "Closer" (Eleştiri).............................................................240 Sahne Türleri (Senaryo Yazımı).......................................240 Sahne Nedir (Senaryo Yazımı).........................................240 Sahne Yazımına Geçmeden Önce Yapılacak Son Şey: Sahne Listesi (Senaryo Yazımı)........................................242 Senaryo Öğretmenlerine Tavsiyeler (Senaryo Eğitimi)...........243 Senaryo Yazarken Dikkat Edilecek Hususlar (Sen. Yaz.).244 “Best Of Cnbc-E” (Tv).......................................................245 Senaryo Yapısı Kontrol Listesi (Senaryo Yazımı)..............247 "Im Juli" (Temmuz'da) Hakkında (Eleştiri)...........................251 Truby ve Kültür (Senaryo Yazımı)....................................252 Eski Ayları Kırpıp Kırpıp Yıldız Yapmak (Tv - Sen. Yazımı)253 Truby - Toplumsal Aşama (Senaryo Yazımı).....................254 Truby - Bağlam (Senaryo Yazımı).....................................255 Truby - Karakter Dünyası (Senaryo Yazımı).....................256 Truby ve Çatışma (Senaryo Yazımı).................................256 Truby - Yan Karakterler (Senaryo Yazımı)........................257 Truby ve "Düşman" (Senaryo Yazımı)..............................258 Truby ve Kahraman (Senaryo Yazımı)..............................259 Karakter Bilgisinin Senarist'e Katkısı (Senaryo Yazımı)....259 Karakterlerin Ruhsal Sağlığı (Senaryo Yazımı).................260 Cnbc-E'de Denetlenmeyen Küfür Ve Cinsellik! (Tv)...............261 "A" Tip Davranış Vs. "B" Tipi Davranış (Psikoloji)..................261 Enegram - 9 Kişilik Tipi (Psikoloji)......................................262 Daha Ne Kadar "Karakter"? (Duyuru)..................................263 Yargılama vs. Algılama (Psikoloji)......................................263 Düşünme vs. Hissetme (Psikoloji)......................................264 Duyumsama vs. Sezgisellik (Psikoloji).................................264 Dışadönüklük vs. İçedönüklük (Psikoloji).............................265 Bitmeyen Çatışma: Yapımcı Vs. Senarist (Genel)..................265 Tekrar Seyrederken (Sinema)............................................266 Kişilik Tipleri (Meyers - Briggs) (Psikoloji)............................267 Yazı Tahtası - Senaryo Yazımı Hakkında Yeni Bir Site (Duy.)..268 Karakterler ve İhtiyaçları - Bazı Örnekler (Psikoloji)..............268 Temel İnsan Güdüleri (Psikoloji).........................................268 Karakterin Önemi (Psikoloji)..............................................269 Cem Yılmaz Ve Pavlov'un Köpeği (Psikoloji).........................270 Tv'de Film İzlemek Üzerine (Tv).........................................271 Sitcom'larda Durum Reenkarnasyonu (Tv)...........................272 3 Perdeli Yapı Hakkında Bir Kaç Söz Daha (Sen. Yazımı).272 "Mezarını Derin Kaz" ("Shallow Grave") Hakkında (Eleştiri)....273 İlginç Yan Karakterler (Senaryo Yazımı)..........................273 "Titanic" ve 3 Perdeli Yapı (Senaryo Yazımı)....................274 Garantili Bir Aksiyon Sekansı: Binalara Giriş Ve Çıkış (Senaryo Yazımı).............................................................275 "Baba 1" ve 3 Perdeli Yapı (Senaryo Yazımı)....................276 Sanarist Artık "Www.Senaryorum.Tk" Da Aynı Zamanda........277 Çizgiromandan Sinemaya - Hem De Yerli! (Sinema)..............278 Ustalar ve Teknikleri (Sinema)...........................................278 "Benden Bu Kadar" - Bir "Komedi Nasıl Yapılır" Dersi (Senaryo Yazımı).............................................................279 "Er Ryan'ı Kurtarmak" - 3 Perdeli Yapı (Senaryo Yazımı).280 Aksiyon Senaryolarının Özü (Senaryo Yazımı)..................282

333 2

Yazar Tıkanmasına Çare! (Senaryo Yazarlığı)...................282 Bir Senarist'in Cinai İlhamı (Alıntı)......................................282 G.O.R.A. ve 3 Perdeli Yapı (Eleştiri)....................................282 "Tutacak Dizi Yazma" İpuçları (Tv - Senaryo Yazımı).......284 "Angels In America" Niye Bize Uymaz! (Tv - Eleştiri).............287 Türk Çizgiromanındaki Temel Sorun: Yazar Yokluğu (Ç.R.)....288 "Shark Tale"de Çatışma ve Karakterler (Eleştiri)..................289 Ally Mcbeal, Boston Public ve The Practice'in Yazarı David E. Kelley ile Yapılan "Chat"ten Alıntılar (Alıntı)........................289 Cnbc-E'de Yayınlanan Scrubs'ın Yazarı Bill Lawrence İle Röportaj'dan Alıntılar (Alıntı).............................................290 Önemli Bir Senaryo Kavramı: "Kanca" (Senaryo Yazımı)..291 "Örümcek Adam 3" Daha Mı Kötü Olacak? (Eleştiri)..............291 3 Perdeli Yapı Güzel Ama ... (Senaryo Yazımı).................293 3 Perdeli Yapı Örneği 2 - "Son Samuray" Serim ve Fırsat (Senaryo Yazımı).............................................................293 3 Perdeli Yapı Örneği 1 (Senaryo Yazımı).........................294 3 Perdeli Yapı - Dikkat! Çok Önemli Bir Yazı! (Sen. Yaz.)298 Cümleden Öyküye (3 Perdeli Yapıya Giriş) (Sen. Yaz.)....299 "İyi Fikir" Örnekleri (Senaryo Yazımı)..............................300 "İyi Fikir" Pahalı Olmak Zorunda Değildir (Sen. Yazımı)..301 Senaryo İçin Fikir Kaynakları (Senaryo Yazımı)...............301 "İyi Senaryo Fikri" Nedir? (Senaryo Yazımı)....................302 Senaryonun En Önemli Öğesi - "Dış Motivasyon" (S.Y.).303 Orijinal Karakterler Yaratmak (Senaryo Yazımı)..............304 Senaryodaki Karakterler (Senaryo Yazımı).......................305 Senaryo Yazarken Yardımcı Olabilecek Kitaplar 1 - Psikoloji...306 Senaryoda Çatışma, ille de Yumruklaşma Değildir (S.Y.)307 Tek Derste Senaryo Yazımı (Senaryo Yazımı)...................308 İzleyiciyi Heyecanlandırmanın 10 Yolu (Senaryo Yazımı).309 Senarist Ne Yazmalı? (Senaryo Yazımı)............................310 "Büyük Hesaplaşma" ("Heat") Neden Büyük Değil? (Eleştiri)..311 Koşuşturan Öyküler (Senaryo Yazımı)..............................312 Etkili Film Girişleri - 4 "Görevimiz Tehlike 2" (Sen. Yaz.)313 Senaryo Hızı (Senaryo Yazımı).........................................313 Etkili Film Girişleri - 3 - Cazcı Kardeşler (Senaryo Yazımı)314 Senaryo Programları (Genel).............................................315 Dikkat Çeken Benzerlikler - 1 (Sinema)...............................315 Kahramanla Özdeşleşme (Senaryo Yazımı)......................316 Kaliteli "Kötü Adamlar" (Senaryo Yazımı)........................317 Etkili Film Girişleri - 2 - "Leon" (Senaryo Yazımı).............318 Dramatik Fırsat Cambazı: David E. Kelley (Genel)................318 Orijinal Fikir 2 - "Telefon Kulübesi" (Senaryo Yazımı)......319 Hikaye Girişleri (Senaryo Yazımı).....................................319 "Eee? Şimdi Ne Olacak?" Dedirten Sahneler (Sen. Yaz.).320 Etkili Film Girişleri - 1 - "Azınlık Raporu" (Sen. Yazımı)...320 Orijinal Fikir - 1 (Senaryo Yazımı)....................................321 Steve Moffat - Bir Senaryo Sihirbazı (Senaryo Yazımı).....322 Güçlü Sahneler - 7 (Senaryo Yazımı)................................322 Hababam Sınıfı: Merhaba – Gelenekten Kopuş (Eleştiri)........323 Yönetmenin Tercihi – 1 ("The Matrix") (Senaryo Yazımı).323 Güçlü Sahneler - 6 (Senaryo Yazımı)................................324 Güçlü Sahneler - 5 (Senaryo Yazımı)................................324 Animasyon Filmlerin Senaryoları Neden Çok Kaliteli? (Senaryo Yazımı).............................................................325 Güçlü Sahneler - 4 (Senaryo Yazımı)................................325 Başarılı Yabancı Filmlerin Senaryo Özellikleri -1 (Sn.Y.).326 Başarılı Türk Filmlerinin Senaryo Özellikleri - 1 (Sn.Yz.).326 Güçlü Sahneler - 3 (Senaryo Yazımı)................................327 Güçlü Sahneler - 2 (Senaryo Yazımı)................................328 Güçlü Sahneler - 1 (Senaryo Yazımı)................................328 "Son Samuray" - Aslında Hiç De Zor Değil (Sen. Yazımı).329 Senaryo Kaynakları (Senaryo Yazımı)..............................329 "Collateral" (Eleştiri).........................................................330 Merhaba ! (Duyuru)........................................................330 "Ben Robot" (Eleştiri).......................................................330 "Stuck On You" (Eleştiri)...................................................331

Related Documents

Sinema
June 2020 4
Pazarlama-notlar
May 2020 9