1905 Vs 1908

  • May 2020
  • PDF

This document was uploaded by user and they confirmed that they have the permission to share it. If you are author or own the copyright of this book, please report to us by using this DMCA report form. Report DMCA


Overview

Download & View 1905 Vs 1908 as PDF for free.

More details

  • Words: 59,333
  • Pages: 240
T.C. ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ KAMU YÖNETİMİ (SİYASET BİLİMİ) ANABİLİM DALI

1905 RUS DEVRİMİ İLE 1908 JÖN TÜRK DEVRİMİ’NİN KARŞILAŞTIRMALI İNCELEMESİ

Yüksek Lisans Tezi

Esra ATALI

Ankara – 2002

T.C. ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ KAMU YÖNETİMİ (SİYASET BİLİMİ) ANABİLİM DALI

1905 RUS DEVRİMİ İLE 1908 JÖN TÜRK DEVRİMİ’NİN KARŞILAŞTIRMALI İNCELEMESİ

Yüksek Lisans Tezi

Esra ATALI

Tez Danışmanı Prof.Dr. Taner TİMUR

Ankara – 2002

T.C. ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ KAMU YÖNETİMİ (SİYASET BİLİMİ) ANABİLİM DALI

1905 RUS DEVRİMİ İLE 1908 JÖN TÜRK DEVRİMİ’NİN KARŞILAŞTIRMALI İNCELEMESİ

Yüksek Lisans Tezi Tez Danışmanı:Prof. Dr. Taner TİMUR

Tez Jürisi Üyeleri

Adı ve Soyadı

İmzası

Prof. Dr. Sina AKŞİN

....................................

Pof. Dr. Mehmet Ali AĞAOĞULLARI

....................................

Prof. Dr. Ömer KÜRKÇÜOĞLU

....................................

Tez Sınavı Tarihi: 06.06.2003

İÇİNDEKİLER ÖNSÖZ......................................................................................................................... 6 BÖLÜM I. 1908 RUS DEVRİMİ ................................................................................ 7 1.1.Rus Siyasal Sisteminin Kökenleri ...................................................................... 8 1.2. 19. Yüzyılda Rus Otokrasisi............................................................................ 15 1.3. 19.Yüzyılda Rus Çarlığı’nın Sosyo-ekonomik Yapısının Dönüşüm Süreci ... 31 1.3.1. Köylüler ve Aristokratlar: Rus Taşrasının Açmazları.............................. 31 1.3.2. Rusya’da Burjuva Sınıfının Gelişimi ....................................................... 39 1.3.3. İşçi Sınıfının Doğuşu................................................................................ 44 1.4. 1905 Devrimi Arifesinde Rusya’da Siyasal Hareketler .................................. 47 1.4.1. Liberaller .................................................................................................. 48 1.4.2. Sosyalistler ............................................................................................... 52 1.5. 1905 Devrimi’nin Oluşum ve Yayılma Süreci................................................ 62 1.5.1. Papaz Gapon Hareketi.............................................................................. 62 1.5.2. Ekim Genel Grevi..................................................................................... 70 1.5.3. Devrim Sonrasında Çarlık’ta Siyasal Yaşam ........................................... 76 BÖLÜM II. 1908 JÖN TÜRK DEVRİMİ ................................................................. 80 2.1. Osmanlı Siyasal Sisteminin Kökenleri............................................................ 82 2.2. Osmanlı Siyasal Sisteminin Modernleşme Süreci .......................................... 91 2.3. 19. Yüzyılda Osmanlı Sosyo-Ekonomik Yapısının Dönüşüm Süreci........... 111 2.3.1. Reaya Sınıfı ............................................................................................ 111 2.3.2. Kayıp Burjuvazi ..................................................................................... 117 2.3.3. Osmanlı’da İşçi Sınıfının Doğuşu .......................................................... 122 2.4. Dönüşen Osmanlı Aydını ve Jön Türk İdeolojisinin Doğuşu ....................... 125 2.5. İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin Kuruluşu ve 1908 Devrimi’nin Örgütlenme Aşamaları .............................................................................................................................. 137 2.5.1. İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin Oluşum ve Yayılma Süreci.................. 137 2.5.2. Makedonya’da Ayaklanma .................................................................... 152 2.5.3. Devrim Sonrasında Osmanlı İmparatorluğu’nda Siyasal Yaşam........... 158

BÖLÜM III. 1905 RUS DEVRİMİ İLE 1908 JÖN TÜRK DEVRİMİ’NİN KARŞILAŞTIRMASI.............................................................................................. 166 3.1. Rusya ve Osmanlı İmparatorluklarının Geleneksel Yönetim Yapılarının Karşılaştırması .............................................................................................................................. 167 3.2. Rus ve Osmanlı Modernleşmesinin Karakteristik Özellikleri ve İtici Güçleri Üzerine Bir Değerlendirme................................................................................................ 173 3.3. 19.Yüzyılda Rus ve Osmanlı İmparatorluklarının Sosyo-Ekonomik Yapılarının Dönüşüm Süreçlerinin Karşılaştırması................................................................. 188 3.4. 19. Yüzyılda Rus ve Osmanlı İmparatorluklarında Oluşan Muhalif Siyasal Hareketler Üzerine Bir Karşılaştırma..................................................................................... 203 3.5. 1905 Rus ve 1908 Jön Türk Devrimleri’nin Oluşum ve Örgütlenme Karakterleri Üzerine Bir Karşılaştırma..................................................................................... 214 SONUÇ .................................................................................................................... 227 TEZ ÖZETİ .............................................................................................................. 229 SUMMARY ............................................................................................................. 230 KAYNAKÇA ........................................................................................................... 230

ÖNSÖZ Bu tez çalışmasında birbirlerine bir çok yönden büyük benzerlikler gösteren iki mutlak monarşi olan Rus Çarlığı’nı ve Osmanlı İmparatorluğu’nu anayasal monarşi olma eşiğine getiren 1905 Rus ve 1908 Jön Türk Devrimleri’ni, imparatorlukların o tarihe dek geçirmiş oldukları kapitalistleşme sürecine yoğunlaşılaraktan incelenmeye çalışılmıştır. Bu çerçevede konu, her iki imparatorluğun 19. yüzyılda geçirdikleri siyasal, sosyo-ekonomik ve düşünsel dönüşüm süreçleri geleneksel-modern çatışmasına vurgu yapılaraktan işlenmiştir. Avrupa kıtasının doğusunda konumlanan bu imparatorlukların, Batı dünyasıyla aralarındaki gelişmişlik farkını kapatmak için giriştikleri modernleşme çabalarının, bu iki devrimin gerçekleşme şekilleri bağlamında ulaşmış olduğu boyutlar, “geç kapitalistleşme” olgusu temel alınaraktan açıklanmaya çalışılmıştır. Ayrıca söz konusu devrimlerin meydana geldiği siyasal ve sosyo-ekonomik koşullar incelenerekten her iki imparatorluğun 19.yüzyılda geçirmiş oldukları modernleşme sürecinin değerlendirilmesi de amaçlanmıştır. Sözkonusu devrimler, güçlü merkezi yönetim geleneğine sahip ve toplumsal sınıfların aşırı biçimde iktidarın tahakkümü altında gelişimini sürdürdüğü Rus ve Osmanlı İmparatorluklarında, tabandan gelerek saltanat güçlerini dize getiren ilk siyasal ayaklanmalar olmuşlardır. Bunların, Rusya’da 1917’de kurulan Sovyetler Birliği ve Osmanlı İmparatorluğu’nun enkazı üzerinde 1923 tarihinde yükselen Türkiye Cumhuriyeti devletlerine ve yeni rejimlerine hazırlayıcı

safha olarak büyük etkiler yapması, seçilen konunun tarihsel önemi açısından da oldukça açıklayıcıdır. Bu tez çalışması, Rus ve Osmanlı İmparatorluklarının modernleşme süreçlerinin başlangıçlarından itibaren genel bir değerlendirmesini içermektedir. Rus modernleşmesi Büyük Petro dönemi başlangıç alınaraktan tartışılırken, Osmanlı örneğinde ise, III. Selim dönemi başlangıç noktası alınmıştır. Her iki impratorluğun tarihsel evriminde üzerinde yoğunlaşılan zaman dilimi, 19.yüzyılın ikinci yarısından itibaren devrimlerin gerçekleşmesine dek süren dönemdir. Bu devrimler ayrı ayrı değerlendirilirken, ortaya çıktıkları sosyoekonomik ve siyasal koşulların yanısıra dönemin hakim düşünsel akımlarına da yoğunlaşılmış ve devrimlerin örgütlenme safhalarına görece daha az yer verilmiştir. Bu çalışmada söz konusu iki devrimi hazırlayan siyasi, sosyo-ekonomik ve düşünsel platformlarda geçirilen 19.yüzyıldaki dönüşüm süreci ayrı bölümlerde incelendikten sonra devrimlerin benzeştiği ve farklılaştıkları yönlerinin analiz edildiği bir üçüncü bölümle çalışma sonlandırılmıştır. Bu çalışmada her aşamada eleştiri ve görüşleriyle beni yönlendiren Sayın Hocam Prof. Dr. Taner Timur’a teşekkürlerimi sunarım Esra ATALI 2002

BÖLÜM I. 1908 RUS DEVRİMİ Aktif olarak Rus proleter sınıfı tarafından gerçekleştirilen ancak sonucu itibariyle burjuva devrimi niteliği kazanacak olan 1905 Devrimi Rus Çarlığı’nın mutlak monarşi yönetiminden meşruti monarşi yönetimine geçmesine yol açmıştır. Fransız Devrimi ve Britanya’da başlamış olan Sanayi Devrimi’nin siyasal ve sosyo-ekonomik yapısını hazırladığı 19.yüzyılın en öne çıkan özelliklerinden biri, temelleri 16.yüzyıl Avrupa’sında atılan kapitalist düzenin tüm dünyaya ihraç edilme seferberliğinin muazzam bir hız kazanmasıdır. Avrupa devletler topluluğunun bir üyesi ve kıtanın güç dengesinde belirleyici bir role sahip, devasa büyüklükte bir imparatorluk olan Rusya, bu yüzyılda Batı’dan esen rüzgarlara karşı

oldukça kırılgan bir pozisyonda kalmıştır. Rusya’nın Batılı rakipleri karşısında ekonomik azgelişmişliği ve otokrasinin, gelişme ve çeşitlenme sürecine giren toplumsal yapının taleplerine cevap verememesi ülkenin 20.yüzyılın başlarında oldukça şiddetlenecek olan bir çeşit kaosa sürüklenmesine yol açmıştır. Özellikle 1890’larda girişilen hızlı sanayileşme atılımı sosyo-ekonomik yapıda kökten değişimleri beraberinde getirirken, İmparatorluğun siyasi modernleşme ile süreci destekleyemediği noktada rejim tıkanmış ve sonuç geniş bir toplumsal yelpazeyi arkasına alan kitlesel bir devrim olmuştur. 20.yüzyılın başlarında Rusya Batı Avrupa ile karşılaştırıldığında bir çok yönden oldukça geri kalmış bir görünüm sergiliyordu. Sanayi Batı’ya oranla zayıf olmasına rağmen hızlı bir genişleme sürecine girmişti; ancak taşralılık halen toplumsal yapıdaki hakim ton olmayı sürdürüyordu. Köhnemiş bir iktidarın zulmü altındaki bu uçsuz bucaksız ülkede yoksulluk kol gezerken, imparatorluğun sömürgecilik maratonunda aktif rol oynamaya soyunması iktidarla halk arasındaki iletişimsizliğin göstergesiydi. 19.yüzyılda başa geçen Rus Çarları’nın tebaalarına karşı takındığı anlayışsız ve uzlaşmaz tutum taraflar arasındaki uçurumu sürekli genişletirken, halk “Çar” sözcüğüne atfettiği tüm yüce değerleri kaybetmeye başlamıştı. 1905 yılında meydana gelen iktidar karşıtı eylemler halk tabanındaki bu ruh halinin ulaştığı boyutu açığa çıkarması bağlamında oldukça anlamlıydı. Genel olarak bakıldığında

Rusya, Batı Avrupa’nın çok önceden tecrübe etmiş olduğu, mutlakıyetçi

yönetimin temsili unsurlar kazanacağı safhayı geçiriyordu. Ancak Rusya’nın sosyo-ekonomik ve siyasal yapısının kendine has koşulları, hem 1905’te hem de 1917’deki

devrimci

hareketlere damgasını vurmuş ve ülkenin siyasal yapısındaki evrimi Batılı ülkelerdekinden çok farklı noktalara sürüklemiştir.

1.1.Rus Siyasal Sisteminin Kökenleri Rusya üzerine çalışan uzmanların genel olarak birleştiği nokta Rus tarihinin ülkenin

yayıldığı coğrafyanın öznel koşulları tarafından belirlenmiş olduğudur. Devasa büyüklükte bir kara parçasını kaplayan Rus Devleti, Avrupa ve Asya kıtaları arasında bir geçiş sahasıdır. İki ayrı dünyanın karşılaşma sahasında ikamet eden Rus halkının bu ayrık kültürler arasında bocalaması, Rus tarihinin en merkezi temalarından biri olmuştur. Batı ve Doğu kültürleri arasında sıkışmış olma durumu kendini en bariz olarak Rus devlet geleneğinde göstermektedir. Birbirlerinden bağımsız olarak kurulan knezlikler ilk Rus siyasal örgütlenmeleridir. 9.yüzyılda Kiev Knezliği’nin gelişerek diğerlerini boyunduruğu altına alması sonucu tarihin ilk Rus devleti ortaya çıktı. Rus devlet sisteminin şekillenmesinde 10.yüzyılda Ortodoks Hıristiyanlığının kabul edilmesi çerçevesinde Bizans İmparatorluğu ile kurulan yakın ilişkilerin büyük bir etkisi vardır. Hıristiyanlığın Bizans versiyonunun kabulü Ruslar’ı Katolik Batı dünyasından kültürel, ekonomik ve siyasal izolasyona itmesi ülkenin Orta Çağ’da farklı sosyo-ekonomik süreçlere sürüklenmesine yol açmıştır. 12.yüzyılda Bizans’ın gerileme dönemine girmesiyle Ruslar Batı’yla ilişkilerini güçlendirmeye başladılar. Ancak, aynı yüzyılda Moğol-Tatar istilasıyla Doğu’nun boyunduruğuna giren Ruslar, bir kez daha Avrupa’dan izolasyona maruz kalmışlardır. Moğol-Tatar istilası Rus yönetim geleneğinin oluşmasında çok önemli bir safhaya işaret eder. Avrupa ile bağlantısı kesilen Rusya Batı’dan bir ölçüde farklı, kendine has bir feodal düzen yaratmış ve bu karakteristik feodalite ülkenin daha sonraki tarihinde belirleyici bir unsur olmuştur. Tatar boyunduruğunun altında Rus knezlerinin rolü vergi toplayıcılığına indirgendi. 13.yüzyıl ortalarında Moskova knezliği yükselme dönemine girdi. Tatar hanlarının himayesini arkasına alan Moskova prensleri Tatar yönetim metodlarından fazlasıyla etkilendiler. 15.yüzyılın sonlarına doğru Tatar yönetimi sona erdikten sonra Moskova prensleri bu mirası devralarak güç tekeline dayanan yönetimi sürdürmeye devam ettiler. Buna ek olarak Bizans İmparatorluğu’nun kiliseyi iktidara hizmet eden bir kurum şeklinde kurguladıkları ideoloji ve ritüeller Moskova prensleri tarafından da benimsenmişti. İdeal hükümet formu olarak otokrasi

kültünün sağlam bir şekilde inşası bu döneme denk düşer 1. 1633-1654 yılları arasında hüküm süren IV. Ivan, Rus yönetim geleneğine mutlakçılık ve terör gibi hiçbir zaman sıyrılamayacağı nitelikler kazandırmıştır. IV. Ivan yeni bir siyasi rejim tarzı yaratmadı; sadece “Asyatik Despotizm” olarak adlandırılabilecek Rus yönetim geleneklerini sağlamlaştırdı. Devletin her alanda aşırı kontrolü ve özel mülkiyetin gelişememesi gibi birbiriyle ilişki içindeki iki unsur Rus siyasal sistemini Batı’dan çok Doğu’ya yaklaştırdı 2. IV. Ivan, Rus aristokrat sınıfı Boyarlar’ın nüfusunu kırarak iktidarın keyfiyetine tehdit oluşturacak sınıfsal baskı unsurunu ortadan kaldırarak, hükümdarın güç tekeline bağlı oldukça merkezi bir siyasal yapı kurdu. Batı Avrupa’daki devletlerle karşılaştırıldığında Rus hükümdarının etki sahası muazzamdı. En güçlü sınıf olan Boyarlar dahi Çar’ın hizmetçisi olmaktan daha ötesine geçemediler. Toprak sahipleri bölgelerinde güçlü siyasal kimlikler kazanamadı ve Rus şehirlerinin yönetimi direkt olarak prensler ve prenslerin atadığı yöneticiler tarafından yürütüldü. Avrupa’nın tamamında karakteristik bir özellik olarak ortaya çıkan yerel aidiyet bilincine ulaşmış özerk komünler Rusya’da oluşamadı *. Rusya’da bölgesel aidiyet bilincinin ve özerk şehir meclislerinin noksanlığı merkezi yönetimin tahakkümüne karşı yerel ve sınıfsal ayrıcalıkları savunacak temsili kurulların oluşamaması sonucunu doğurmuştur 3. Rus siyasal sisteminde öne çıkan bir diğer unsur da kilisenin iktidara hizmet eden bir konumu benimsemiş olmasıdır. Ortaçağ’da Katolik Avrupa’da olduğu gibi Rus kilisesi de birbirlerinden kopuk ve siyasal olarak bölünmüş yerleşim bölgelerinde kültürel ünite sağlanması yönünde birleştirici bir rol oynadı. Rus kilisesi kuruluşundan beri ritüellerini ve 1

MOSSE, W.E., The Economic History of Russia (1856-1914), London & New York, I.B.TAURIS, 1996, s: 8

2

DANILOV, A. A., The History of Russia, New York, Heron Press, 1996, s: 362

*

Novgrod Eyaleti bu duruma istisnadır. Bkz. KOENIGSBERGER, H. G., Medieval Europe ,400-1500,

London, 1991, s: 320 3

Koeningsberger, a.g.e.

tüm dinsel düşünüş sistemini oluştururken Slav dilini kullandı. Çok az sayıda Hıristiyan metinleri Slav diline çevrildi. Grek ve Latin teoloji metinleri ve teoloji tabanlı antik felsefe Ruslar’a oldukça yabancıydı 4. Rus kilisesi, Bizans İmparatorluğundaki kilise ve devlet arasındaki uyumlu işbirliği tavrını benimsedi, fakat devlet her zaman daha güçlü olan partner oldu; uyum, devletin kilise üzerindeki hakimiyetiyle sağlandı. Bu yüzden Latin-Hıristiyan tarihinde sıkça olan devlet-kilise çekişmesine Rus tarihinde rastlanmaz. Aynı zamanda Rus kilisesi İstanbul’daki metropolit kiliseden bağımsızlığını kazanmayı başardı. İstanbul’un Türkler tarafından fethedilmesinden altı ay sonra Moskova’da toplanan Rus piskoposlar meclisi, Moskova’daki Rus metropolitanının artık İstanbul patrikhanesinin onayını almaya ihtiyaç duymayacağını ilan etti 5. Rus siyasal sisteminin yapısal analizlerinde I. Petro dönemi özel bir yer tutar. 16891725 yılları arasında hüküm süren ve ülkedeki ilk geniş ölçekli modernizasyon hareketini başlatan I. Petro, otokratik Rus yönetim geleneğinin kurucusu olmuştur. Batılılaşma ereği çerçevesinde saltanatı boyunca taş üstünde taş bırakmayan Petro, geleneksel yapıya Batılı değerleri ve teknikleri eklemlendirerek Rus otokrasisinin temellerini atmıştır. St.Petersburg şehri Petro rejiminin simgesel anıtıdır; St.Petersburg’u kalkıştığı modernleştirme projesinin merkezine yerleştiren Petro, yüzyıllara dayalı bir geleneği ve dinsel havası olan Moskova’nın etkisini kırmak istiyordu. Bu, Rus tarihinin tertemiz bir sayfada yeni bir başlangıç yapması gerektiği düşüncesinin dışavurumudur. Yeni sayfaya yazılanlar tamamen Avrupalı olacaktır. Bu amaç doğrultusunda St.Petersburg’un inşası baştan sona İngiltere, Fransa, Hollanda ve İtalya’dan getirilen yabancı mimar ve mühendislerce planlandı. 10 yıl içinde bataklıkların ortasında 35 bin bina yükseldi; 20 yıl içinde nüfus yüz bine yaklaştı ve şehir kısa sürede Avrupa’nın büyük metropollerinden biri oldu. Batı’daki hiçbir yönetici böylesine muazzam 4

Mosse, 1996, s: 74

5

Koeningsberger, 1991, s: 324

ölçekte bir inşaata girişemezdi. Petro, soyluların büyük bir bölümünün yeni başkente taşınmasına ve burada saraylar yaptırmalarını emretti; aksi halde soyluların unvanları ellerinden alınacaktı. Üç yıl içinde yeni kent sakat kalanlar ve ölenler olarak yüzelli bine yaklaşan işçi ordusunu yuttu. Şehrin inşası uğruna halkını kitle halinde yok edebilecek bir kudrete sahip olan Petro, çağdaşı olan Batılı hükümdarlardan çok Doğulu despotları andırıyordu 6. Sonuç olarak Petro, Rusya’yı Batılılaştırmak için tamamen doğulu olan metodlara başvurmuştur. I. Petro’nun reformlarından bir diğeri otokrasinin laikleştirilmesidir. Ortodoks kilisesi üzerinde tam bir egemenlik kurarak onu, iktidarın elinde uysal bir aygıt durumuna getiren Petro, Rus siyasal sisteminin tekelci niteliğini daha da güçlendirmiştir. Patrikliği kaldırarak Ortodoks Kilisesini “yüksek ruhani meclis” e yani kilise işleri bakanlığına çevirerek zaten çok sınırlı olan iktidara karşı yaptırım gücünü de tamamen elinden almıştır 7. Kendi siyasal düşünceleri ve reform projeleri için Kiliseyi propaganda aracı olarak kullanan Çar, aynı zamanda kilisenin eğitim üzerindeki tekelinden de yararlanmıştır. Petro zamanında eğitim iki hedefe yöneltilmiştir: geleneksel olarak hükümdara itaatin gereklerini yeni jenerasyona aktarma çabası ve kilisenin vasıtasıyla ülkedeki her bireye, öncelikle, eğitim aracılığıyla ulaşmak. Petro’nun bir diğer çabası da kilisenin eğitim tesislerini laik kullanıma açmaya çalışmasıdır 8. Petro’nun saltanatında öne çıkan bir diğer unsur Çar’ın ve burjuva sınıfına tam destek vermesi ve bu sınıfı güçlendirmek için yaptığı geniş iktisadi reformlardı. Petro’nun tüm dış politikası ticari sermayenin geliştirilmesi çerçevesinde şekillenmiştir. Açık denizlere ulaşma yönünde temellenen dış politika tüccar sınıfı geliştirme ereği ile yakından 6

BERMAN, M., Katı Olan Her Şey Buharlaşıyor, İstanbul, İletişim Yayınları, 1999, s: 237-239

7

Mosse, 1996, s: 8

8

BISSONETTE, G. A. A., “Peter The Great And The Church As An Educational Institution”, Essays In

Russian And Soviet History (In Honour Of Geroid Tanquary Robinson), Der John Stelthon Curtiss, New York, Colombia University Press, 1963, s: 18

bağlantılıydı. Saltanatının son yıllarında Avrupa’dan Asya’ya giden ticari yolların önemli bir kısmı Rusya’nın eline geçti. Batıda olduğu gibi Rusya’da da bürokrasinin gelişimi ile, para ekonomisinin genişlemesi ve ticari sermayenin ortaya çıkması arasında yakın bir ilişki vardır. 17.yüzyılda Moskova’da yükselişe geçen ticari kapitalizm kaçınılmaz olarak Moskova’daki bürokrasinin büyük ölçüde genişlemesine zemin yarattı 9. Ancak Batı Avrupa tarzında Rus bürokrasisinin doğuşu, Petro zamanına rastlar. Rusya’nın ilk gerçek bürokratik kurumu olan Çar konseyi (Duma)’nın yerini alan senatoydu. Duma, Moskova’lı Çarlar’ın gözde vasıllarının kuruluydu. Senato ise Petro tarafından soy yada toplumsal pozisyona bakılmaksızın atanan memurların oluşturduğu kuruldu 10. Petro’nun kurumları sadece soy ve unvanları yadsımakla kalmıyor, bariz bir burjuva karakteri de taşıyordu. I. Petro dönemindeki modern Rus devleti inşası, madalyonun sadece bir yüzüydü. Petro’nun reformları halkın refahını önemli ölçüde düşürdü ve ölüm oranlarında muazzam artış oldu. Petro’nun modern Rusya yaratma yönündeki atılımları ülkenin Avrupa’da büyük bir güç olarak ortaya çıkmasının temellerini attı ve bu sayede Rus Çarlığı Avrupa uygarlığının bir parçası oldu. Ancak, söz konusu kapitalist gelişmenin sağlanabilmesi için geniş ölçekte bir emek sömürüsü yapıldı. Şunu da belirtmek gerekir ki Petro reformları ülkenin feodal düzenini kökten etkileyecek ya da köylülerin yaşam tarzını değiştirecek köklü sonuçlar doğurmadı. Rus köylüsü geleneksel değerlerine bağlı kalmayı sürdürdü. Petro’nun sistemi yine de toplumun alt ve üst katmanları arasındaki sosyokültürel hizipleşmenin artmasını sağlamak yönünde bir etki yapmıştır 11. Petro’nun önderlik ettiği süreç nitelik bakımından “yukarıdan yönetici zümrenin yürüttüğü modernleşme 9

POKROVSKII, M. N., Bureaucracy In Russia , Russia In World History (Selected Essays By M.N.

Pokrovskii), Der: Roman Szporluk, Michigan, The University Of Michigan Press, 1970a, s: 60-61 10

Pokrovskii, a.g.e.

11

Danilov, 1996, s: 363

hareketi” olarak şekillenmiş ve Rus Çarlığı’nın yıkılışına dek söz konusu durum değişmemiştir; Rusya’da modernleşme her zaman sıkı bir şekilde merkezi yönetimin kontrolünde sürdürülmüştür. Petro öldükten sonra aristokratlar, oluşturdukları “yüksek özel kurul”a önemli yetkiler vererek hükümdarın otoritesini az çok frenlemeyi başarsalar da bu durum fazla uzun sürmedi. Gerçek bir toprak aristokrasisi olan Boyarlar’ın üzerlerinde artık bir bürokratik asiller sınıfı kurulmuştu 12. Çarlık ile asiller arasında gelişen asillerin bağımlılığına dayalı ilişki tarzı Rus siyasal sisteminin önemli bir karakteristiğidir; asiller kendilerini, devletin hükümranlık sahasında dengeleyici bir unsur olarak hiçbir zaman hissettirememişlerdir. Aristokrasi oldukça geniş imtiyazlara sahip olmasına karşın devlete karşı kayda değer bir yaptırım gücüne sahip değildi. Ancak bu durum devletin asillere muhalif bir tutum takındığı anlamına gelmez. Örneğin, II. Katerina’nın saltanat döneminde (1762-1796) asiller, mahalli idarenin yönetimine ortak olmuş ve “Asiller İmtiyaz Kanunu” ile devlet hizmetlerinde aldıkları görevler arttırılmıştır; ancak bu onlara devlet yönetimi üzerinde herhangi bir güç odağı yaratma şansı getirmemiştir 13. Otokrasi, 18. ve 19.yüzyıllarda asiller sınıfının çıkarına değilse bile isteklerine aykırı politikaları ertelemiştir; ancak söz konusu durum asillerin gösterdiği direnişten çok, devlet cihazının yavaş işleyişinden kaynaklanmıştır 14. Yayıldığı topraklar üzerinde tartışmasız egemen olarak gelişen Rus otokrasisi Batı’daki emsallerine göre ülkesindeki tüm güç odaklarını kontrolüne almış gözüküyordu. Ancak köylü kitlelerinin köleliği, ülkenin kanayan yarasıydı. Az çok kişisel kabul edilecek sayısız bölgesel ayaklanma dışında, bizzat köylüler 17.yüzyılda Razin ve 18.yüzyılda 12

LIEBMAN, M., Rus İhtilali (Bolşevik Başarısının Kaynakları, Gelişmesi ve Anlamı), İstanbul, Varlık

Yayınevi, 1968, s: 13 13

Mosse, 1996, s: 9

14

Liebman, 1968, s: 13

Pugatçev isyanları olmak üzere devletin tüm sistemini yerle bir etme potansiyeli taşıyan iki isyan hareketine kalkıştılar; ancak her iki hareket de toplumsal düzeni bütünüyle yıkmak gibi radikal bir düşünce etrafında gelişmemiş, doğrudan düşmana yani kır ve şehir aristokrasisi ile işbirlikçi idarecilere, yönelmiştir. Sonuçta bunlar kendiliğinden ve bilinçsiz hareketler olmanın ötesine geçememişlerdir. Bu isyanların yenilgiye uğratılmasını takiben, devlet, din adamları zümresi ve muhafazakar unsurları yanına çekerek köylülere boyun eğdirmeyi başarmış ve en azından psikolojik açıdan büyük isyan girişimlerini neredeyse imkansız hale getirmiştir 15.

1.2. 19. Yüzyılda Rus Otokrasisi 19.yüzyıl Rus Çarlığı açısından son derece çalkantılı geçmiştir. Bu yüzyıl tüm Avrupa’yı kasıp kavuracak denli büyük bir uluslararası olayla, Fransa’da monarşi sisteminin yıkılmasına yol açmış olan devrim ile başladı. Napolyon’un 1804’de kendini imparator ilan etmesi ve Avrupa’da Fransız hegemonyasını kurması üzerine Fransa’ya karşı oluşturulan devletler bloğuna Rusya da etkin olarak katılmıştı. 1812 yılında Napolyon’un Rusya’yı istila etme girişimi başarısızlığa uğradı. Rus savunmasının başarısında, tüm maddi ve manevi güçlerini seferber ederek savaşmalarının ve halkın tüm vatanseverlik hislerinin kamçılanarak savaşın bir ölüm kalım mücadelesi mahiyetine sokulmasının etkisi büyüktür. Çar I. Aleksandr tüm Avrupa’yı kontrol altında tutan Fransız imparatoruna karşı galip gelmiş bir devletin hükümdarı olarak Rusya’nın Avrupa’daki prestijini en üst seviyeye taşımış oldu. Napolyon’un istilasının Alman siyasal yaşamına olan kökten etkisi Rusya’da görülmedi. Almanlar Leipzig Savaşı’nı ulusal bir efsane haline getirdiler ve böylece savaş halk tabanında Alman milliyetçiliğinin yeşermesine yol açtı. Ancak, Moskova savunması aynı tür bir sonuç doğurmadı. Bu durum Rusya’daki ulusal bilincin zayıflığı ve siyasal gündemle halkın günlük 15

VOLINE, Rus Devrimleri, İstanbul, Babil Yayınları, 2000, s: 9

yaşamı arasındaki geniş bir uçurumun varlığı ile açıklanabilir 16. 1815 yılında Napolyon kasırgasının bertaraf edilmesini izleyen Viyana Kongresi’nde Çar Aleksandr’ın teklifi üzerine Avusturya ve Prusya’nın katıldığı “Kutsal İttifak” kuruldu. Kongre sonrasında uzun zaman Avrupa politikasında önemli rol oynayan bu ittifakın üyeleri, Kutsal İncil’in emirlerine göre hareket etmeyi prensip edindiklerini ve her ülkede meşhur olan hanedanın üyelerinin hakimiyeti için birbirlerine yardım etmeyi taahhüt ediyorlardı. Bu üç devlet arasında kurulmuş olan ittifaka diğer Avrupa devletleri de katıldı *. Rusya’nın kongre esnasında Polonya Krallığı’nı da bünyesine katması Batı’yla, özellikle de Almanya ile ilişkilerini arttırdı 17. 19.yüzyılın ilk Çar’ı olan I. Aleksandr (1801-1825), Rusya için tamamen Batı Avrupa tarzında bir gelişim evrimi kurguladı; Çar, anayasal bir düzen kurmayı ve serfliği kaldırmayı planlayacak kadar ileri görüşlüydü. Çar’ın sağ kollarından biri olan Speranski Rus tarihinin en büyük reformcularından biri olarak kabul edilir. Siyasal sistemde hukuksal reformlara gidilmesi gerektiğini savunan Speranski, bir anayasa taslağı da hazırlamıştı. 19.yüzyılın başlarında bir çok Rus gibi, Speranski de sistemde yapılacak bir revizyon için “yukarıdan” bahşedilecek bir anayasanın serflerin özgürleştirilmesinden daha az sorunlu olacağını düşünüyordu. Anayasa sadece toplumsal hakların genişletilmesini içerecekti; oysa serflerin

16

*

THOMSON, D., Europe Since Napoleon, New York, Alfred A. Knopf, Inc., 1982, s: 102

Bu ittifaka giren devletler arasında 1818-1822 döneminde dört kongre yapıldı ve Avrupa’nın çeşitli yerlerinde

baş gösteren ihtilalci hareketlerin önü alındı. İttifakın önderliği Çar Aleksandr’dan Avusturya baş vakili Metternich’e geçince Çar ittifak ruhuna aykırı hareket etmeye başladı ve gayri resmi olarak Osmanlı padişahına karşı isyan eden Yunanlılar’a yardım etti. Ancak Avusturya ve İngiltere’nin resmi müdahaleleri sonucu Ruslar yardımı kestiler. 17

Thomson, 1982, s: 105

özgürleştirilmesi nüfuzlu bir çok serf sahibinin haklarını sınırlayacaktı 18. Bu bağlamda, ivedilikle bir anayasanın hazırlanıp kabul edilmesini; ancak serflerin özgürleştirilmesi kanunun ertelenmesi gerektiğini düşünüyordu. Aynı zamanda mülkiyet kualifikasyonuna dayalı oy kullanımı sonucu eyaletlerden seçilecek vekilleri içeren bir yasama organının oluşturulması fikrini önerdi. Bu yasama organının kararları, İmparator’un onayına tabi olacaktı. Aleksandr, Speranski’nin, planlarını sempatiyle karşılamış olsa da bunların çoğu hayata geçirilmedi. Yine de kanun geçirme ve beyanname yayınlama gücü olan bir devlet konseyi kurulabildi; ancak konseyin * tüm eylemleri Çar’ın onayına bağlıydı ve yüzden de bürokratik bir kurum olmanın ötesine geçemedi 19. Speranski 1812 yılında savaşın arifesinde St.Petersburg’dan sürüldü ve kariyeri sona erdi. Napolyon’a karşı yapılan savaşlar ve Rusya’nın zaferi Çar Aleksandr’ın reformist siyasetinde de değişime yol açtı. I. Aleksandr 19.yüzyıl muhafazakar Çarlar silsilesi içinde bir istisna olsa da anayasal düzenin ilkelerini benimseyecek ya da serfliği kaldırma gibi bir riski alacak denli cesur değildi. İktidarının son döneminde ilk dönemine oranla daha muhafazakar bir tavır sergiledi. Reform planlarının uygulamaya geçirilmesindeki tereddütleri ve bunları ertelemeye gitmesi Rusya için büyük bir şansın kaçırılmasına neden oldu. Otokratik rejimi hedef alan ve az çok anayasal bir rejim kurulmasını amaçlayan bir programa sahip olan ilk bilinçli devrim hareketi, 1825 yılında Çar I. Aleksandr’ın doğrudan bir mirasçı bırakmadan öldüğü dönemde gerçekleşti. Çar, oğlu olmaksızın ölünce büyük kardeşi Konstantin’e hükümdarlık hakkı geçti. Senatörlerin diğer kardeş olan Nikola’ya 18

CHERNUKHA, V.G. & ANAN’ICH, B.V., Russia Falls Back, Russia Catches Up: Three Generations Of

Reformers, Reform In Modern Russian History (Progress Or Cycle), Der: Theodore Taranovski, New York, Woodrow Wilson Center Press & Cambridge University Press, 1995, s: 56 *

Konsey, 1905 devrimine kadar varlığını korudu; 1905’te ise parlamentonun üst komisyonuna

dönüştürüldü(Bkz. Chernukha & Anan’ich, a.g.e. 19

Chernukha & Anan’ich, a.g.e.

bağlılık yemini etmelerini engellemek için 30 subay, 3 bin askerin başında yürüyüşe geçti. Ayaklananlar 10 tane ölü vererek çabucak yenildiler. Ayaklanma Aralık (Rusça “Dekabre”) ayında gerçekleştiği için ayaklananlar “Dekabristler” olarak adlandırılır. Hareket ezilen sınıflardan çok, ayrıcalık sahibi kesimler içinde destek bulmuştur. Hanedanın içinde bulunduğu kararsızlıktan yararlanan yönetim karşıtları uzun zaman önce hazırlamış oldukları planı uygulamaya geçirdiler. Adaletsiz ve keyfi bir düzen altında kölelik, cehalet ve yoksulluk içinde çırpınan halkları görmekten acı duyan aristoktasi kökenli ve yüksek tahsilli kişilerin yanı sıra, 1812 ve 1813 yıllarındaki Napolyon savaşlarında orduya hizmet eden ve ülkelerinin Batı’dan ne denli geri kalmış olduğunun bilincine varan bir çok subay da hareketin aktif kanadını oluşturdular. Söz konusu subaylar Rusya’ya dönüşlerinde gizli örgütler halinde birleştiler ve devrimci planlar üretmeye başladılar. “Rus Şövalyeleri Tarikatı”, “Kurtuluş Birliği” ve “Kamu Yararı Birliği” gibi gizli cemiyetler kuruldu; cemiyetlerin en yoğun faaliyet gösterdiği yer St.Petersburg’du 20. Dekabrist ayaklanma Fransız Devrimi’nin özgürlük ve adalet fikirlerinden etkilenilerek düzenlenmiştir. Dekabristler, Rusya’yı bir Avrupa devleti olarak gördüler ve Despotik yönetime ve serfliğe karşı dururken yurttaşların özgürleştirilmesinin gereğini savundular. Dekabrisler’in liderlerinden biri olan Paul Pestel, programında bizzat sosyalist motifler içeren bazı fikirleri telaffuz eder 21. Dekabristler taktik olarak askeri darbeyi kabul ettiler, ancak şiddeti en az düzeyde tutabilmeyi amaçladılar. Darbeyi zorunlu bırakıldıkları bir yöntem olarak gördüler ve hükümetin reformları ertelemesinin hareketlerini gerekli kıldığını savundular 22. Pestel’in yönetimi altında gerçekleşen ayaklanma hızla bastırıldı ve Pestel ile

20

Liebman, 1968,s:32

21

Voline, 2000, s: 10

22

Chernukha & Anan’ich, 1995., s: 60

birlikte diğer ele başları da kendilerini darağacında buldular. Başarısızlıkla sonuçlanmasına rağmen Dekabrist ayaklanma Rus tarihinde önemli bir yer edinmiştir; ayaklanma, rejimin zorbalığı ve tekelci tutumuna karşı, demokratik bir amaç çerçevesinde birlik olarak gerçekleştirilen ilk iktidar karşıtı hareketti. Dekabristler 19.yüzyılın huzursuz genç kuşaklarına örnek olacak bir eylem gerçekleştirmişlerdi. Hareketin zor kullanmaya başvurmuş olması iktidara karşı artık barışçıl yöntemlerle muhalefet etmenin bir sonuç getirmeyeceğine duyulan inançtı 23 ki bu da Rus devrim tarihi açısından ulaşılmış önemli bir bilinçsel safhadır. Olağanüstü koşullar altında tahta çıkmış olan I. Nikola, muhalif unsurların ulaşmış olduğu bu düzey karşısında tavrını polis devleti yaratmak yönünde koydu. Tahtta kalmanın ve otokrasiyi korumanın tek yolunun toplumsal güçleri sindirmek olduğu görüşünden hareketle tam bir baskı ve yıldırı rejimi kuran I. Nikola’nın saltanatı, modern Rus tarihinin en karanlık dönemlerinden biri olmuştur. Nikola rejiminin en ayırt edici özelliklerinden biri, “3. Bölüm” adı altında siyasi bir polis örgütü oluşturarak Rusya’da hayatın her alanına sızabilen tipik bir polis devletinin temelini atmış olmasıdır. Kurduğu özel jandarma birimi de bu paramiliter örgütün yürütme kolu işlevini görmüştür. Gizli polis örgütü bir çok devlette olduğu gibi, Rusya’da da uzun zamandır varlığını sürdürüyordu; ancak Nikola’nın yarattığı 3. Bölüm, devlet güvenliği olgusunun aşırı öne çıkartılmış olması bağlamında yeni bir durum arz ediyordu 24. Bu noktada daha da önemli olan Nikola’nın amacıdır;büyük Petro’dan beri hiçbir Çar Batılılaşma ereğine sırtını dönmemişti. Nikola, Batılı fikirleri otokrasi için yıkıcı bularak Rus tarihinde eşi benzeri görülmemiş bir sansür uygulamasına gitmiştir ve geniş muhbirler ağı da onu bu amacında başarılı kılmıştır. Sansür, ayrıca resmi bir ideolojinin propagandasıyla da desteklenmiştir. Eğitim bakanı Kont Uvarov’un özetlediği ünlü slogan “Ortodoksluk, Otokrasi ve Ulus” Nikola rejiminin temel ilkeleri olarak tüm resmi kurumlarda özellikle 23

Voline, a.g.e.

24

Mosses, 1996., s: 18

vurgulanmıştır. Ulusal şovenizm, bir yandan Ortodoks dini ile ilişkilendirilirken diğer yandan monarşiye kendini adama hissiyatıyla desteklenmiştir 25. Dönemin bir çok düşün insanı gibi sürgüne gönderilmiş olan * ünlü yayıncı Aleksandr Herzen, Nikola rejiminin tasvirini yaptığı bir yazısında şöyle der: “Avrupalı olmayı bıraktı, ama Rus da olamadı...Sisteminde bir motor yoktu...her özgürlük çığlığını her ilerleme düşüncesini kovuşturmak dışında hiç bir şey yapmadı...Saltanatı esnasında tek tek her kurumu etkiledi; her yere felç, ölüm unsurları yaydı.” 26 Nikola, kendi evinde sürdürdüğü gerici rejimle kalmayıp, Orta ve Doğu Avrupa’daki milliyetçi ve liberal hareketlere karşı Avusturya ve Prusya’ya tam destek çıktı. Sırayla 1931 yılında Polonya’da, 1948’de Macaristan’da patlak veren liberal ayaklanmaları ezerek Avrupa’nın polisliği rolüne soyundu. Rus reformcuları tarihinde Nikola dönemi tamamen boştur; reformcu önerilere karşı aldığı uzlaşmaz tavır Batı Avrupa’daki devletlerin ve A.B.D.’nin ekonomilerinin kalkışa geçtiği zamanda Rusya için büyük bir zaman kaybına yol açtı. I. Aleksandr döneminde gündemi oldukça meşgul eden serfliği kaldırma reform tasarısı konusunda Nikola gayet korkakça bir tavır sergiledi; toplumsal ve siyasi istikrarın bozulmasından çekindiği için hakim düzene dokunmadı. İngiltere’de Endüstri Devrimi’nin başlamış olduğu ve Avrupa’nın sanayileşmeye ve demiryolu inşalarına yoğunlaştığı dönemde I. Nikola ülkenin ekonomik kaynaklarını geniş Rus ordusunun ayakta kalabilmesi için seferber ediyor ve ülkenin ekonomik kalkınması için geriye çok az kaynak bırakıyordu. Daha da önemlisi Nikola’nın bu durumu gayet bilinçli olarak yaratmasıydı; sınai kalkınmanın 25

*

Mosses, a.g.e.

Dönemin en ünlü sürgünlerinden biri, anarşist düşüncenin önde gelen ideologlarından olan Bakunin’dir. Büyük

Rus yazarı Feodor Dostoyevski ise idam kararının infazına 30 saniye kala affedilmiştir. 26

Zikreden, M. Berman, 1999., s:255

toplumsal değişime ve siyasi huzursuzluğa yol açtığı gerçeğini Batı’da olup biteni izleyerek farketmişti. Örneğin Çar’a uzun süre maliye bakanı olarak görev yapmış olan Kont Karkin, bazı bölgelerde demiryolu hatlarının inşası üzerine gelen teklifleri, demiryolunun sık ve lüzumsuz yolculukları teşvik ederekten çağın huzursuz ruhsal durumunu arttırmaktadır şeklinde bir savunmayla reddetmiştir 27. Ekonomik gelişmenin toplumsal hareketliliği arttırması ve Batı Avrupa’da olduğu gibi burjuvazi ve proleterya gibi modern sınıfların iktidara karşı talepkar tutumlarda bulunmaları, otokrasinin karabasanıydı ve Nikola sağlam bastığı toprağın ayaklarından kaymaması için elinden geleni yaptı. İçeride ayakları yere sağlam basan Nikola, darbeyi dışarıdan aldı; Osmanlı’ya karşı başlattığı savaş Rus tarihinin dönüm noktalarından biri oldu. 1915 yılında toplanan Viyana kongresinde şekillenen yeni Avrupa güçler dengesinin sadık savunucusu olan ve dengeyi bozacak milliyetçi hareketlerin savuşturulmasında komşularına tam destek veren Rusya, Osmanlı devletine karşı açtığı emperyalist amaçlı savaşla tüm Avrupa’yı karşısına aldı. Viyana kongresinden itibaren Avrupa’da önemli bir uluslararası savaş olmamıştı; bu dönemde Avrupa çoğunlukla sınıfsal olan ve yer yer azınlık milliyetçiliğine dayanan kargaşalarla çalkalanıyordu. 1848 devrimlerinden etkilenmeyen tek büyük Avrupa devleti, Rusya’ydı. Avrupa’daki istikrarsız durumdan medet uman Çar, Avrupa’nın hasta adamı Osmanlı İmparatorluğu’ndan koparabileceği kadarını almak için giriştiği bu büyük savaşta tahmininin çok çok üzerinde bir bozguna uğradı. İngiltere ve Fransa tüm Avrupa’nın desteğini alarak dengeyi bozmaya çalışan Nikola karşısında Osmanlı Devleti’nin tarafına geçti. Nikola, kesin yenilgiyi görecek kadar yaşayamadı. Kırım savaşındaki yenilgi rejimin tamamen iflası anlamına geliyordu. Rusya’nın, gelişmişlik açısından Avrupa’dan ne denli geri olduğu artık aşikardı. Yönetici katman, özellikle Rusya’nın büyük güç statüsünü kaybetmesinden ve Avrupa’dan izolasyona doğru kaymasından endişe etmekteydi. 27

Danilov, 1996., s: 363

Rus tarihinin en önemli hükümdarlarından biri olan II. Aleksandr, I. Nikola gibi olağanüstü şartlarda tahta geçti. Ancak I. Nikola’nın Dekabrist ayaklanmadan çıkardığı ders muhafazakar siyasete gömülmek olurken, II. Aleksandr farklı bir istikamet izledi ve Rusya’da köklü reformlar dönemini başlattı. Rus tarihinde reform ihtiyacının farkına varılması genelde dış faktörlerle bağlantılıdır; özellikle bir savaşta yenilme sonucu Batı’dan ne denli geri kalındığının anlaşılması şeklinde reform ihtiyacı kendini açığa çıkartmıştır. Ancak dış politikadaki başarılar aksi etkiler yapmış ve hakim düzenin korunması yönünde bir siyasete meyledilmiştir 28. Kırım Savaşı halen sürerken Rusya’nın ivedilikle bir iktisadi reforma kalkışmasının gereği ortaya çıkmıştı; özellikle bütçe açığı tehlikeli boyutlara ulaşmıştı. Devletler geniş bir reform programı hazırlamak için güçlü bir dürtüye ihtiyaç duyarlar; Kırım savaşındaki yenilgi de Rusya’da bu işlevi gördü. Yenilgi, Rusya’nın ekonomik, askeri ve teknolojik geriliğini gözler önüne sermesinin ve Avrupa’daki statüsünü tehdit etmesinin yanı sıra kırsal kesimdeki huzursuzluk, büyüyen aydın muhalefeti ve iktisadi istikrarsızlık gibi iç gelişmelere de zemin hazırlayarak yeni Çar’ı etkili bir reform programını hayata geçirmek yönünde bir zorunlulukla karşı karşıya bıraktı. II. Aleksandr öncelikle Nikola döneminin reform konusuna hiçbir alaka göstermeyen bürokratik elitlerinin tasfiyesi ile işe başladı. Reformdan başka seçenek yoktu; tek problem halen serf düzeninin hüküm sürdüğü Rusya’nın kapitalist bir ülkeye nasıl dönüştürüleceği idi. 1850’lerin sonu itibariyle basında sansür oldukça gevşetildi. 30 yıllık Nikola dönemi sonucu reformist düşünce durağanlığa itilmişti. Bu yüzden II. Aleksandr başa geçtiğinde halihazırda hiçbir reform programı yoktu ve Çar bu konuda basından medet umdu. Sansürün gevşetilmesini takiben Rus basını Avrupa’nın tarım reformunu, idari özerklikleri ve adil yönetimi ne şekilde gerçekleştirdiği üzerine yorumlarla

28

Danilov, 1996., s: 371-372

doldu 29. Toplumun genelindeki huzursuzluk, aydınların baskısı, muhtemel bir köylü ayaklanmasına yönelik korku ve son olarak da taşradaki toplumsal düzenin yarattığı ekonomik sıkıntılar II. Aleksandr’ı 1861 yılında Rus tarihinin en köklü reformlarından biri olacak olan serfliğin kaldırılması kararını almaya zorladı. Serfliğin kaldırılmasından taşradaki toprak sahiplerinin mağdur olmaması için Aleksandr bir takım önlemler almayı da ihmal etmedi. Serliğin kaldırılması ve aristokratların idari ve adli bir çok yetkilerinin ellerinden alınması, yerel yönetim alanında da bir takım yeniliklere gidilmesini zorunlu kıldı. Bu çerçevede 1964 yılında eyaletlerde ve taşrada “zemstvo” adlı öz yönetim birimleri oluşturularak kamu yaşamının bazı alanlarına bir takım özerklik unsurları kazandırıldı. Zemstvolar merkezi yönetimden ayrı gerçek öz yönetim birimleri olarak Rus toplumsal hayatına eklemlendiler. Zemstvoların, eğitimin yaygınlaştırılması, tarım, ticaret ve sanayinin geliştirilmesi, yolların inşası, gıda temini gibi geniş bir sorumluluk sahası vardı. Rusya’daki toplumsal hareketler üzerine yapılan analizlerde önemli yer tutan zemstvo birimleri özellikle 19.yüzyılın sonlarında oldukça keskinleşen devlet-toplum mücadelesinde siyasal muhalefetin yöneldiği odak noktalarından birini teşkil etmişlerdir. Zemstvo birimlerinin kurulması, otokratik bir devletin yerel öz yönetim birimleri oluşturduğu tek örnek olması 30 yönüyle ilgi çekicidir. II. Aleksandr döneminde yapılan reformlar bütüncül ve koordineliydi. Genel olarak Batılı bir karakter taşıyan reformlar yine de içlerinde muhafazakar ve slavofil temalar içerdiler. Örneğin II. Aleksandr, I. Aleksandr’ın tersine anayasal yönetime geçilmesi yönünde hiç bir vaadde bulunmadığı gibi bu yöndeki taleplerin aleyhine tavır aldı. I. Aleksandr 29

WALKIN, J., The Rise Of Democracy In Pre-Revolutionary Russia, New York, Frederick A. Praeger, Inc,

1962, s: 111 30

Walkin, a.g.e.

dönemindeki reformcular Batı modellerini adapte ederek anayasal bir rejim kurmayı planlarken, II. Aleksandr, Rus devletinin milli karakterine vurgu yaparak ülkenin anayasal rejime henüz hazır olmadığı kanaatiyle hareket etti; temsili unsurların otokrasiyi güçlendirici nitelikte olması ön koşuluyla sisteme kattı 31. Reformları eskiye göre ileriye yönelik önemli atılımlar içermesine rağmen gelişen sınıfların özlemlerini karşılamaktan hayli uzaktı. Baskı eskisi gibi kaldı. Yurttaşlık haklarına ilişkin herhangi bir ilerleme olmadı. Köylüler bireysel özgürlüklerini

aldılar

ancak

bunun

bedelini

üzerlerine

bindirilen

aşırı

ödeme

yükümlülükleriyle oldukça ağır ödediler. II. Aleksandr reformlarının yanlışlığı ve eksikliği 1870’lerde oldukça hissedilir boyutlara ulaştı. Taşrada yapılan reformun kofluğu iyice aşikar olmuştu; köylülerin yaşam seviyesi düşmeye devam ediyordu. Şehirlerin emekçi nüfusu ise gittikçe artan sömürü karşısında eli kolu bağlı bırakılmıştı. Basın ve düşünce özgürlüğüne getirilen kısıtlamalar ve otokrasiye muhalif siyasal örgütlenmenin mutlak surette yasak olması Rusya’nın karakteristik olguları olmaya devam ediyordu. 1870’lerde Batı Avrupa’daki sınıf çatışmaları kendini oldukça yoğun bir şekilde hissettirmekteydi. Bu dönemde sosyalist propaganda yaygınlaşmış ve işçi sınıfı Marksizm önderliğinde siyasal örgütlenmesini gerçekleştirme yolunda önemli adımlar atmaya başlamıştı. 1871 Paris Komünü bu yöndeki sürecin ulaştığı boyutun simgesi olmuştur. Batı’daki düşünsel ve siyasal gelişmelerden oldukça renkli düşünsel geleneğe sahip Rusya’nın da etkilenmesi kaçınılmazdı. 1861’de “Genç Rusya” ve 1862’de “Toprak ve Özgürlük” gibi illegal örgütler, zorba otokratik rejimi yıkmak için harekete geçmeye kararlı ilk Rus devrimcilerini bir araya getirdiler. Köylülerin vurdumduymazlığı ve siyasete ilgisizliği, işçi sınıfının belli belirsiz olması ve burjuvazinin güçsüzlüğü, bu örgütlerin kitlelere güvenmesini imkansız kıldı. Söz konusu durum, bu devrimcilerin Çarlık otoritesine

31

Chernukha & Anan’ich, 1995, s: 67

karşı savaşımlarında “tedhiş” yöntemini kullanmaya itti 32. 1860’lar bu örgütlerin bir çok suikast girişimlerine tanık oldu; 1866’da II. Aleksandr’a karşı düzenlenen suikast girişimi başarısızlıkla sonuçlandı. 1870’lerin sonlarına doğru Toprak ve Özgürlük örgütünün zor kullanma yönünde tavır alan fraksiyonun oluşturduğu “Narodnaya Volya (Halk Özgürlüğü)” hareketi, 1879 ile 1881 yılları arasında tüm Rusya’yı teröre boğdu. Parti, Çar II. Aleksandr’ı hedef tahtasına yerleştirdi; 1979 yılı Eylül’ünde örgüt Çar’ı ölüme mahkum ettiğini açıkladı. Narodnaya Volya’yı yönetenlerin düşüncelerine göre ancak hükümdarı öldürmek zihinlerde derin etki yaratarak halk arasında da yankı bulacaktı 33. Narodnikler, amaçlarına 1 Mart 1881’de ulaştılar; bindiği kızağa iki bomba atarak Çar’ı öldürdüler. Çar’ın ölümü Narodnikler için bir zafer değil, tersine sonun başlangıcı oldu. Çok geçmeden Narodnik hareketinin ele başları idam edildi ve hareket tamamen yok edildi. Çar’ın suikastını takiben tahta çıkan büyük oğlu Aleksandr, baskıcı bir siyaset yönünde tavrını koydu. 28 Nisan 1881 tarihli bildirisinde “ülkemin kaderini bundan böyle ancak Tanrı ile tartışacağım” diyordu 34. Kendini Rusya’daki otokrat rejimin muhafazasına adayan Çar, II. Aleksandr zamanında başlamış olan devrimci hareketleri kökünden temizlemeyi amaçladı. 1880’ler tam bir durgunluk dönemi oldu; daha çok bir önceki iktidarın yaptığı reformlara muhafazakar, siyasal ve toplumsal ilkelerle tekrar şekil verilmesi söz konusuydu 35. II. Aleksandr döneminin son yıllarının en nüfuzlu bakanlarından biri olan Loris-Melikov, yarımeşruti rejim yönünde projeler sunmuş olsa da bunlar Çar’ın sağ kolu olan Kutsal Sinod (Rus 32

Liebman, 1968., s: 52

33

Liebman, a.g.e.

34

Liebman, 1968, s: 17

35

ZAKHAROVA, L. G., From Reform ‘From Above’ To Revolution ‘From Below , Reform In Modern

Russian History (Progress Or Cycle), Der: Theodore Taranovski, New York, Woodrow Wilson Center & Cambridge University Press, 1995, s: 99

Kilisesi İşleri) başkanı C. Pobyedonotsev’in gerici zihniyetine kurban edildi. III. Aleksandr’ın, saltanatının başından beri anayasal talepler karşısında olumsuz ve küçümser bir tavır takınmıştır. Batı Avrupa modelinde anayasal reformlar yerine Rusya’nın ulusal karakterlerine uygun evrimi teorisinin vurgulandığı bu dönemde, iç politikada milliyetçi temalara vurgu artmıştı. I. Nikola döneminin simgesel sloganı olan “Ortodoksluk, Mutlakiyet ve Milliyetçilik” söylemi yeniden güncelleştirildi. Ortodoksluk ve Rus milliyetçiliği I. Nikola döneminde olduğundan bile daha fazla vurgulanarak, mutlak monarşi sisteminin oturduğu ideolojik taban görevini gördü. Dinsel zulüm ve azınlıklara karşı takınılan hoşgörüsüz tutum özellikle imparatorluğun sınır bölgelerinde yoğunlaştı. Polonya’da Katolikler, Baltık eyaletlerindeki Lutherciler ve Transkafkasya’daki Müslümanlar ağır baskı gördüler. Polonya kültürünü bastırmak için ilkokullarda dahi eğitim genelde Rusça yapılmaktaydı. Ancak en sert ayrımcılığa maruz kalan, Yahudiler oldu. Hem III. Aleksandr hem de yakın danışmanları, ateşli anti-semitistlerdi ve özellikle de bir çok Yahudinin devrimci teröristlerin saflarında yer almaları, bu ayrımcı tavırları için mazeret oldu 36. Dönemin kilit adamları olan Katkov ve Pobyedonotsev, otokrasiyi güçlendirmek için ulusal sanayinin geliştirilmesine dayalı bir ekonomi politikasının benimsenmesi yönünde görüş bildirdiler. Hükümetin işine yarayacak sanayi dalları da sermaye birikiminin desteklenmesi, korumacılık, gümrük işlemlerinde sıkı devlet kontrolü ve kapitalist tarıma iktisadi destek, planlarının merkezinde yer alıyordu. Ulusal ekonominin gelişmesi, taşradaki komünal mülkiyetin desteklenmesi ile eş güdüm içinde olması siyaseti benimsendi 37. Liberal ekonomik politikalarının kendi içlerinde bir çok çelişki ihtiva etmesi ülkenin kapitalizm doğrultusundaki sosyo-ekonomik evrimini gecikmeye uğrattı. 1891-1892 arasında yaşanan trajik kıtlık tüm dünyaya Rus halkına aciz durumunu bir kez daha gösterdi. Kıtlık, Rus 36

Chernukha & Anan’ich, 1995., s: 81

37

CHARQUES, R., Twilight Of Imperial Russia, London, Oxford University Press, 1965, s: 44

tarihinde sıradan bir olgu olsa da artık toplum kıtlıklardan hareketle ülkenin geri kalmışlığını kavrayacak bilince ulaşmıştı. Kıtlık hem devrimci hem de reformist hareketin gelişmesine elverişli bir zemin hazırladı. III. Aleksandr döneminde sosyalist hareket zayıf olsa da kendini hissettirmeye başlamıştı. 1872’de Marks’ın Kapital’i Rusça’ya çevrilmişti. Yurtdışında sürgün yaşayan “Rus Marksizmi’nin Babası” Georgi Pleakhanov, 1883’de “Emeğin Kurtuluşu” örgütünü kurarak Rus devrim hareketinin tümünü Marksçılık’ta toplamayı amaçlayan büyük bir işe girişmişti 38. III. Aleksandr döneminde başlatılan sanayileşme hamlesine paralel olarak genişleme sürecine giren proleter sınıfı, Rus Marksizmi için gelecek vaadetmekteydi. III. Aleksandr’ın 1894’teki ölümünü takiben tahta, Rus Çarlar’ının sonuncusu olacak olan II. Nikola geçti. Babasının akıl hocası olan Pobyedonotsev tarafından eğitilen Nikola, temsili sistemlerin otokrasiyi zehirleyen nitelik taşıdıkları yönündeki eğilimini iktidarının sonuna dek sürdürmüştür. Nikola tahta geçtiğinde parlamentosu olmayan sadece üç tane Avrupa ülkesi kalmıştı: Rusya, Osmanlı İmparatorluğu ve Karadağ. Rusya gibi dev bir ülkeyi yönetmek için Nikola, ne yeterli dünya görüşüne ne de idari yeteneğe sahipti. Eğitimi bu rolü üstlenmek için oldukça yetersizdi: tek yol gösterici ilkesi, otokrasinin doğruluğu ve tarihsel gerekliliğiydi 39. II. Nikola döneminin en öne çıkan temaları hızlı sanayileşme ve bunu izleyen toplumsal hareketliliğin devrimci bir yapı kazanarak muhafazakar kalmakta ısrar eden siyasal sistemi yerle bir etmesidir. 1890’lardaki iktisadi kalkınmanın mimarı olan Maliye Bakanı Sergei Witte, dönemin en popüler ekonomisti olan Alman Frederick List’in görüşleri ışığında

38

POKROVSKII, M. N., Tsarism And 1917 Revolution , Russia In World History (Selected Essays By M.N.

Pokrovskii), Der: Roman Szporluk, Michigan, The University Of Michigan Press, 1970b, s: 106 39

ROGGER, H., Russia In The Age Of Modernization And Revolution (1881-1917), London & New York,

Longman Inc.,1983, s: 18

ekonomik güçle siyasal nüfuz arasındaki bağlantıyı vurgulayarak imparatorluğun baki kalması için sanayileşmenin zorunlu olduğunu savunmuş ve bu erek doğrultusunda hızlı bir sanayileşme planını yürürlüğe koymuştur. Söz konusu sanayileşme hamlesinde devlet hem süreci denetleyerek hem de gerekli sermayeyi sağlayarak kontrolü elinde tutmuştur. Ancak 19.yüzyılın sonunda geniş ölçekte kullanılan dış kredi Rusya’yı dünyanın en çok dış borcu olan ülkesi durumuna getirdi 40. Bunun yanı sıra Witte’nin sanayileşme hamlesini sürdürebilmek için gerekli finansmanı taşradaki sınıflara ağır vergi uygulayarak sağlamaya çalışması ülkedeki tarımsal krizin boyutunu arttırmış ve köylülerin proleterleşme sürecine büyük bir ivme kazandırmıştır. Hızlı sanayileşme, tarım krizi ve artan kentleşme sonucu Rus proletaryasının nüfusunda patlama yaşandı. Proletaryanın genişlemesi, Narodnikler’in ütopik sosyalizmini Marksist bir temele oturtan Pleakhanov’un düşünsel öncüsü olduğu sosyalist devrimciler için kitlesel tabanın oluşturulmasına hizmet etmekteydi. 1890’larda artan grevler karşısında, Nikola’nın polis devletinin yapabildiği tek şey grevcilerin arasına işbirlikçiler göndermekti. Ancak 1905’te silah geri tepti ve işçilerin Çar’a itaatini sağlamak amacıyla propaganda için görevlendirilen Papaz Gapon bir anda kendini tamamen tersi yönünde gelişen bir hareketin öncüsü konumunda buldu. 1905’in Şubat ayında Çar’dan merhametini dilemek için Gapon’un önderliğinde yürüyüşe geçen, kadın ve çocukların da içinde bulunduğu işçi kitlesine ateşle karşılık verilmesi ve bunun sonucunda katledilen yüzlerce insan Çar efsanesinin bitişinin resmini çekti. Kışlık sarayı önündeki katliamı Çarlık’ın moral temelinin yıkılışını simgelediği, üzerinde görüş birliği olan bir olgudur. II. Nikola yönetimi ezilen sınıfların durumunu daha da kötüleştirmekle kalmamış, hakim sınıflar da taleplerine cevap alamamıştır. İçişleri bakanı Plevhe’nin aktif olarak takipçisi olduğu baskı rejimi, burjuvazinin yanı sıra aristokrat sınıfın liberal eğilimli katmanını da muhalefetin saflarına çekti ve bir kısım liberal sosyalist hareketle işbirliği 40

Rogger, 1983, s: 103

yaparak Çarlık’ın meşruti rejime geçmesini zorlayacak harekete iştirak ettiler. Hakim sınıfların da gözünden düşen Çar, 1905 yılında tabandan gelen ve Ekim genel grevinde gövde gösterisi yapan anti-monarşist hareket karşısında eli kolu bağlı kaldı. Emperyalist amaçlarla girişilen Rus-Japon savaşındaki hezimet devletin güçsüzlüğünü bir kez daha ortaya çıkarırken, akabinde gelen genel grev Çar’ı, “Ekim Bildirgesi” olarak tarihe geçen bildirgeyi yayınlayarak meşruti rejime geçmeyi ve Rus parlamentosu Duma’yı göreve çağırmayı kabul etmeye mecbur bıraktı. Ancak 1905’te verilen ödünü hiç bir şekilde hazmedemeyen Nikola eski düzene geri dönmek için elinden geleni yaptı. Ekim bildirgesi ile tanınmış olan bazı özgürlükler, Japonya ile savaşın bitirilmesi ve hükümetin ekonomik krizi bertaraf edecek finansmanı Fransa’dan borçlanarak bulması sonucu ortaya çıkan güven ortamı içinde geri alındı. Yeniden iş başı yapan hükümet, 1905 yılının sonlarına doğru devrimci basını yasakladı ve toplu tutuklamalara başladı. Devrimci ve işçi örgütlerinin hareket kapasitelerini engelleyici tedbirler aldı, ancak bu partiler faaliyetlerini açık ve legal olarak sürdürebiliyorlardı. Witte, çok radikal bir reformist olduğu için iktidarı varlığıyla rahatsız etti; devrimci dalga çekilir çekilmez istifaya zorlandı ve yerini koyu bir reaksiyoner olan Goremyıkın getirildi. İktidar, Duma’ya dokunmaya cesaret edemedi. Zaten Duma mutlakıyetçiliğin karşısına dikilebilecek bir kurum olarak görünmüyordu; anayasal bir kurum olması sıfatıyla sadece gerekli durumlarda yetkililere yardım edecekti. Bu yüzden iktidar Duma’nın muhtemel bir muhalif tutumuna tepki gösterileceği ön kararıyla sol partilerin seçim propagandalarına tolerans gösteriyordu 41. 1905’ten önce ülkede illegal faaliyet gösteren iki parti vardı: Sosyal Demokrat Parti ve Sosyalist Devrimci Parti. Ekim bildirgesinden sonra monarşistler, “Rus Halkının Birliği Partisi”, görece daha az gerici unsurlar ise “Oktobrist Parti” etrafında toplandılar. Orta sınıfa mensup hali vakti yerinde kesimler ve aydınların çoğunluğu monarşiyi koruyan ancak yetkilerine çok ciddi sınırlamalar getiren “Anayasal-Demokrat Parti (KADET)” adını alan 41

COQUIN, E. X., 1917 Rus Devrimi, İstanbul, İzlem Yayınları, 1966, s: 18

partide toplandılar. 1905 ile Çarlık’ı yerle bir edecek 1917 Ekim Devrimi arasında geçen 12 yıllık süre, Rus halkına özgürlük açısından kayda değer hiç bir şey getirmedi. Gericilik her alanda hakim olmayı sürdürdü. Sosyalist devrimcilerin sürekli olarak kitlesel tabanlarını genişletmeleri ve iktidarın halk tabanında olan biteni anlamaktaki beceriksizliği siyasal sistemi krize soktu. 1914’te başlayan I. Dünya Savaşı’nda Rusya’nın askeri başarısızlıklara uğraması zaten oldukça kırılgan bir durumda olan otokrasiyi gittikçe sona yaklaştırdı. II. Nikola’yı 1917 yılında tahttan sosyalistler değil, Duma’nın liberal kanadı indirdi. Çar’ın saltanatının sona erdirilmesini takiben oluşan otorite boşluğunda, çanlar Bolşevikler için çaldı. Ve devasa imparatorluğun yıkıntıları üzerinden sosyalist bir devlet yükseldi. Rus Çarlık’ının yönetim sistemi, kurulduğu tarihten 1905 yılına dek tekelci bir yapı sergiledi. Büyük Petro’nun iktidarı sırasında otokrasi rejimi köklü bir yapılanmaya gitmiş ve Romanov hanedanının son Çar’ına dek hükümdarların iktidarı paylaşmama yönündeki tavırları

inatla

sürdürülmüştür.

Rusya’daki

toplumsal

sınıfların

iktidara

yaptırım

uygulayabilme yetilerinin zayıflığı –ki bu otokrasinin bilinçli olarak yarattığı bir durumduÇarlar’ın bu güç tekellerini sürdürebilmelerini sağlayan temel neden olmuştur. Troçki’nin Rus toplumsal tarihine ilişkin şu yorumu bu olguyu açıklamak için oldukça aydınlatıcıdır: “Daha zengin olan Avrupa’nın baskısı altındaki Rus devleti, Batı’ya oranla, halkının zenginliğinin çok daha büyük bir kısmını yuttu ve böylelikle sadece halkını iki misli fakirliğe mahkum etmekle kalmayıp mülk sahibi sınıfların temellerini de zayıflattı. Aynı zamanda, mülk sahibi sınıfların desteğine ihtiyaç duyduğunda onları gelişmeye zorladı ve tasnif etti. Sonuç olarak bürokratize edilmiş sınıflar asla kendilerine ait bir güce ulaşamadılar ve Rus devleti böylece daima Asyatik Despotizm’e daha yakın durdu 42. 42

Aktaran, MELOTTI, U., Marx And The Third World, Stokholm, The MacMillan Press, 1982, s: 93.

Muhalif unsurları şiddetle cezalandırma eğilim Rus Çarlar’ında daima had safhalarda olmuştur.

Muhalefeti

bastırmak

için

barbarlık

boyutuna

ulaşan

katliamlardadan

çekinilmemiştir; Petro 1698 yılının Ekim ayında başarısızlığa uğrayan bir ayaklanmanın ardından 700’e yakın insanı idam ettirirken 43 yaklaşık iki yüzyıl sonra II. Nikola, 1905 Ocak’ında merhametini dilemek için saraya yürüyen işçileri kurşun yağmuruna tutup yüzlerce kişiyi katlettirmekte tereddüt etmemiştir. Muhalefeti bastırmanın kan dökülmeden yapılan şekli de sansürdü; Batı’dan gelen zararlı fikir akımları ya da otokrasinin varlığına muhalif olarak nitelendirilen her türlü fikre karşı uygulanan katı sansür modern Rus tarihinin en öne çıkan

karakteristiklerinden

biri

olmuştur.

Rus

düşünce

geleneğinin

öne

çıkan

karakteristiklerinden biri olan soyut uslamlama alışkanlığında sansürün büyük rolü vardı 44. Sansürün yanı sıra gizli polis örgütlenmesi muhalif unsurları etkisizleştirme aygıtı olarak otokrat rejimin simgelerinden biri olmuştur. 19.yüzyıl boyunca Çarlık rejimi varlığını idame ettirebilmek ve Batı’yla arasındaki gelişmişlik uçurumunu en aza indirebilmek için çeşitli reform hareketlerine girişmiş olsa da otokrasiden taviz vermeyen bakış açısı bu hareketlerin başarı şansını oldukça zayıflatmıştı.

1.3. 19.Yüzyılda Rus Çarlığı’nın Sosyo-ekonomik Yapısının Dönüşüm Süreci 1.3.1. Köylüler ve Aristokratlar: Rus Taşrasının Açmazları Çarlık Rusya’sında hakim toplumsal yapı köylülüktü: 20.yüzyılın başında dahi rus köylüsünün tüm nüfusa oranı aşağı yukarı yüzde 80 gibi oldukça büyük bir rakamdı. Dağınık, kendine yeter, küçük köy topluluklarından oluşan Rus taşrası 1861’de II. Aleksandr’ın serfliği kaldıran reformuna kadar kendine özgü feodal ilişkiler sistemi içinde durağan bir yapı 43

Liebman, 1968., s: 22

44

Charques, 1965, s: 40

göstermiştir. 1861’e dek serflik Rus taşrasında en öne çıkan unsur olmuştur. Serfler ekip biçtikleri toprağın demirbaşı idiler; toprakla birlikte alınıp satılırlardı. Çarlık’a ait topraklarda yaşayan serfler ise diğerlerine göre daha şanslıydı. Toprak beylerinin uyruğu olan serfler efendilerinin keyfi yönetimlerine tabiydiler. 1649 yılında çıkarılan kanun çerçevesinde asiller, serflerinin hemen hemen mutlak sahibi haline geldiler; 18.yüzyılda ise bu yetkileri daha da arttırıldı. Toprak sahiplerinin serflerini öldürme hakkına dahi sahip olması serflerin ne denli aciz konumda olduğunu açıklamak için yeterlidir. Ayrıca gerek gördüklerinde serflerini Sibirya’ya sürgüne gönderebiliyorlardı; örneğin, 1766’dan 1772’ye kadar geçen sürede 20.000 köylü Sibirya’ya sürgün edilmiştir. Aynı zamanda serfleri aile halinde toplu olarak ya da aileleri dağıtıp bireyleri tek tek satma hakkı da toprak sahiplerine bahşedilmişti 45. Pleakhanov’un “serflere özgürlük verilmeden önce Rusya bir çeşit Çin’di” 46 şeklindeki yorumu Rusya’daki toplumsal şartları açıklaması açısından oldukça çarpıcıdır. Köylü kitlelerinin köleliği ülkenin kanayan yarasıydı. Köylüler 17.yüzyılda Razin ve 18.yüzyılda Pugatçev gibi iki büyük ayaklanma hareketine giriştiler. Ancak bu isyanlar hakim taşra düzenininde herhangi bir değişim yaratacak nitelikte sonuçlar üretemedi;zaten bunların sistemi yıkmaya yönelik olmaktan öte yerel bir bakış açısı ve kişisel basit amaçlarla şekillendikleri üzerinde akademik çevrelerde görüş birliği vardır. 18.yüzyılda devrimci fikirler Ruslar’ın eğitimli kesiminde yankı bulmaya başlamıştı ancak bunların Pugatçev isyanında etkisi olduğu üzerine hiçbir kanıt yoktur 47. Köylülerin bir yandan devlete karşı ayaklanmaları, diğer yandan Çarlar’a körü körüne bir itaat ve içten sadakat göstermeleri arasında aslında bir çelişki yoktu. Öncelikle köylü hareketleri daima görünen zorbalara yani toprak sahiplerine, 45

Liebman, 1968., s: 24-25

46

Aktaran, Melotti, 1982., s: 91

47

ROBINSON, G. T., Rural Russia Under The Old Regime (A History Of The Landlord-Peasent World And A

Prologue To The Peasent Revolution Of 1917), New York, Green & Company, 1932, s: 207

devlet memurlarına ve güvenlikle sorumlu kişileri hedef almıştı. Çar’ın bu kişilerin hamisi olduğu gerçeği köylü tarafından idrak edilememişti. 1861’de II. Aleksandr’ın serfliği kaldırması köylülerden gelen yakarış yada isyan hareketinin sonucu olmadı *. Özellikle I. Nikola döneminde serflerin özgürleştirilmesi yönündeki istekler bir hayli yoğunlaşmıştı, ancak muhafazakar Çar verdiği sözlere rağmen bu reformu hasır altı etti. Kırım savaşında uğranan yenilgi ve ülkenin ne denli geri kalmış olduğu herkesçe aşikar olunca, savaş daha bitmeden saltanata geçen II. Aleksandr bu yapısal reformdan artık kaçış olamayacağını görmüştü. Daha da önemlisi savaş, ekonomiyi oldukça zora sokmuştu ve acilen yapısal önlemlerin alınması gerekmekteydi. Serflik düzeni Rusya’nın kapitalist ekonomik düzeni gerçekleştirmesi yönünde atacağı adımlar için büyük bir engeldi. Köydeki nüfus toprağa çivili kaldığı sürece sanayinin muhtaç olduğu emekçileri bulmak mümkün değildi. Köylerin kendine yeter yapısını değiştirerek dışarıya açılmalarını sağlamak için para ve emeğin serbest dolaşım üzerindeki engelleri kaldırmak zorunluluk arz ediyordu. Serfliğin kaldırılması konusuna toprak sahipleri açısından bakıldığında bu sınıfın 19.yüzyılın başından beri bir birlik göstermiyor olması önemli bir ayrıntıdır. Rus buğdayının dünya pazarına açılması asillerin topraklarını buğday üretim fabrikalarına çevirmelerini beraberinde getirmişti. Güney ve özellikle de Güney-Doğu’daki bakir topraklarda gübre bile gerekmeksizin sadece iş gücü kullanılaraktan muazzam ölçüde verime ulaşılıyordu. Buradaki tarım sahaları Amerikan plantasyonlarını andırıyordu; sadece zencilerin rolünü serfler oynuyordu. Fakat Rusya’nın iç kesimlerinde toprak beyleri makinalı tarıma dayalı kompleks bir ekonomiye geçişi gerçekleştirmeye başlamışlardı ve tek ihtiyaçları, sermayeydi. Bunlar,

*

1830’dan başlayaraktan Sovyet historiyografisi, serflerin özgürleştirilmesinde köylü hareketlerinin rolünü

fazlaca abartmıştır. Aslında köylerdeki huzursuzluk isyan boyutunda değildi; daha çok çıkması muhtemel olan bu kararın beklenmesi genel tavırdı. (Bkz, Larissa G. Zakharova, 1995, s: 101)

köle plantasyonlarının daha az karlı olduğunu savunuyorlardı 48. Sanayiciler, daha kapitalist mantıkta düşünen tarafı desteklediler. Toprak sahipleri içinde çoğunluk reforma karşı çekimser tavır alsa da sonuç, köylülerden çok bunların lehine oldu. II. Aleksandr reform planını hazırlarken aristokratların çıkarını zedelememek için büyük çaba harcadı. Reformun kaçınılmaz zorunluluk olduğu bu dönemde süreci sürükleyecek bilince ve örgütlenmeye sahip herhangi bir sınıfın olmaması reform tasarısının şekillenmesinde devletin baştan sona lider rolü oynamasını gerektirdi. Serflerin özgürleştirilmesi programının ilk safhasında, mülk sahibi köylülerin kişisel bağlardan kurtarılması ve ulaşılacak son safhada da tüm köylülerin küçük toprak sahiplerine dönüşmeleri beklenmiştir; bu süreç içinde aristokratların mülklerinin ve geniş sahada tarımın korunması amaçlanmıştı. Fransa ve Prusya’daki deneyimler kullanılaraktan Rus koşullarına uygun bir taslak ortaya çıkarılmaya çalışıldı. Programın kilit noktası komün ve komünal toprak sahipliğinin korunması idi. Böylece köylülerin mülksüzleşmesi ve proleterleşmesi önlenerek Batı Avrupa’da söz konusu olan tarzda devrimci ayaklanmaların önüne geçilebileceği hesap edilmişti 49. Bu çerçevede özgürleştirme,

köylüleri

toprak

beylerine

bağımlı

olmaktan

kurtarırken

komünal

sorumluluklar yükledi. Serflere bahşedilen özgürlük ekonomik olmaktan çok hukuksal nitelikteydi. Üzerlerinde yaşadıkları topraklar ancak yüksek bir tazminat bedeli ödedikten sonra kendilerinin olabilecekti. Daha da çarpıcı olan, borcunu ödedikten sonra dahi eski serfin toprağının mülkiyetini kazanamayıp, ancak bundan yararlanma hakkına sahip olabilmesiydi. Yani köylünün tuttuğu toprak özel mülk değil, geleneksel toprak kurulu olan “Mir”in kolektif mülkiyetinde bir paydı. “Mir” köydeki bütün erkeklerin katıldığı dernekti; ekonomik, adli ve mali sorumluluk alanları vardı. Bu tarz bir örgütlenme köylünün hareket kabiliyetini oldukça 48

Pokrovskii,1970b., s: 99-100

49

Zakharova, a.g.e.

sınırladı. Ticaret yapma ya da köyden başka yere göçmek için Mir’in izni gerekiyordu. Ancak komünler ortak olarak vergilendirildiğinden ve bireylerin ayrılması diğerlerinin yükünü arttıracağından bu iznin verilmesinde oldukça çekimser tavır alınıyordu 50. Komünal bağlayıcılıkların yanı sıra birde hane içinde bireyler arasında bağımlılık tarzında bir ilişki vardı. Haneler, vergi ve rehin bırakma işlerinde ortak sorumluluğa tabiydiler. Bu sorumluluklar o kadar katıydı ki hanedeki bir bireyin herhangi bir mali taahhüdü yerine getirmemesi durumunda hanedeki herhangi bir birey zorunlu çalışmaya tabi tutulabiliyordu 51. Buradan da anlaşılacağı gibi özgürleştirme kanunu köylüleri bireyler olarak değil grup olarak tanıyor ve bireysel işlevleri grup içinde tanımlıyordu. İktidar özgürleşen serflerin üzerine aşırı ödeme yükümlülükleri getirmişti ve bu ödemelerin yapılabilmesini sağlamak için hane ve komün gibi köy hayatının iki geleneksel kurumunu yasal garantilerle sağlamlaştırdı 52. Sonuç olarak reform eski serfler için tam bir hayal kırıklığı oldu. Reform bildirgesinin ardından köylerde ciddi kargaşalıklar baş gösterdi. Özellikle paylarına düşen toprak hisselerinin yetersizliği ve araziler çok yüksek tazminat bedellerinin biçilmesi köylülerin huzursuzluğunu arttırdı. Kreditör olan devlet toprak beylerine verdiği paranın üç katını köylülere tazminat bedeli olarak ödetti 53. Doğal olarak reform sonrası köylerin yaşam standardı düşmeye devam etti ve şehre göç hızlandı. Köylülerin yanı sıra küçük toprak beyleri de tatminsizler cephesinde yer aldı. Genel olarak bakıldığında aristokrat sınıf reformlardan fazlasıyla karlı çıkmıştı; hem serflerin yükünü üzerinden atarken hem de serflerden aldıkları devir tazminatlarıyla ellerine yüklü miktarda para geçti. Ancak reform, büyük toprak

50

Thomson, 1982., s: 304

51

Robinson, 1932., s: 67

52

Robinson, a.g.e.

53

Zakharova, 1995., s: 116

beylerinin ihtiyaçlarına göre hazırlanmıştı, karlarını temel olarak emek sömürüsüyle sağlayan küçük toprak beyleri için serflerini kaybetmek oldukça aleyhte sonuçlar üretti 54. II. Aleksandr’ın reformlarının yanlışlığı 1870’lerde iyiden iyiye hissedilir hale geldi. Aleksandr her ne kadar reformcu bir Çar olsa da politikaları halkın yararı değil otokrasiyi güvence altına alma gayesiyle tasarlanmıştı. Taşranın aşırı vergilendirilmesi, devletin köylülere yeterince rehberlik etmemesi ve köylülerin elindeki toprakların geçimlerini sağlamaya yetmemesi sorunların sadece bir kısmını oluşturuyordu. Taşradaki asıl problem, düşük üretkenlikti; gelişmiş tarım metodlarının kullanımı, makinalaşma ve pazara kolay erişim gibi tarımda verimi arttıracak önlemlerin alınması gerekiyordu ancak bu konuda fazla bir ilerleme katedilmedi. Komünal mülkiyet –ki ülkedeki tüm köylü hanelerinin yüzde kırkbeşini kapsamaktaydı- üretkenliğin arttırılmasına önemli bir engel teşkil ediyordu. Çünkü bu tarz mülkiyet ilişkisi hem geniş ölçekli planlama hem de modern tarım metodlarının uygulanabilmesi için uygun değildi 55. Tarımdaki üretkenliğin artışı nüfus artışını dengeleyemiyordu. Örneğin 1883-1903 yılları arasında üretkenlik yüzde on artarken nüfus ve fiyatların artışı bunun çok çok üstünde olmuştu 56. 1861-1905 yılları arasında devlet hazinesinin masraflarının yüzde sekizyüz artması çoğu tüketici vergilerine uygulanmış olan bir çok yeni vergiyi de beraberinde getirdi 57. Köylünün toprak tazminatının yanı sıra bu vergileri de ödemek zorunda kalması taşradaki mevcut gerilimi daha da arttırdı. 1881-1887 yılları arasında Maliye Bakanlığı yapan Bunge, köylülerin mali yükümlülüklerini yüzde 25 azaltmış olsa da bu sadece mütevazı bir rahatlama 54

Pokrovskii, 1970b, s: 103

55

ASCHER, A., The Revolution Of 1905 (Russia In Disarray), Stanford & California, Stanford University

Press, 1988, s: 26 56

Rogger,1983, s: 80

57

Ascher, a.g.e.

yarattı. Devlet köylülere ne denli yüklendiğinin farkında olmasına rağmen zengin sınıfları kendinden uzaklaştırma korkusundan dolayı köklü bir vergi reformuna gitmekten kaçındı 58. 1897’deki hasatın düşük olması dönemin maliye bakanı Witte’nin kırsal kesimde var olan krizi görmesini sağladı. Ülkenin sınai gelişimini hızlandırmak ve dış yatırımı çekebilmek için kırsal kesimde aşırı vergilendirme politikasını güden Witte, tarımsal krizi daha da derinleştirmişti. 1898’de bakanlar konseyinin özel bir toplantısında Witte, çare olarak köylüye toprağı üzerinde tam bir mülkiyet hakkının verilmesini yani üstü kapalı olarak komünün tasfiye edilmesini önerdi. Daha önceki yıllarda toprak komünlerinin korunmasını savunmuş olan bakan, bu kez bireylerin mali hükümlülüklerinde komünal sorumluluğun ve toplu cezalandırmaların kaldırılmasını teklif etti. Ancak dönemin muhafazakar İçişleri Bakanı Plevhe, bu yönde bir adımın getireceği sosyo-politik sonuçların tahmin edilmesinin zor olacağından hareketle fikre olumsuz tavır koydu ve statükoyu bozmaya zaten pek gönüllü olmayan hükümet de onun yanında yer alarak projeyi erteledi 59. Gecikmeli de olsa 1903’te kolektif mali yükümlülükler, 1904’te ise toplu cezalandırmalar kaldırıldı; fakat komün hala ayaktaydı *. Serfliğin kaldırılması iktidarın hesaplarının aksine aristokrat sınıfta önemli ölçüde güç yitimine

yol

açtı.

Aristokratlar,

1861-1905

arası

satışlarla

yada

ipotekleri

kaldıramadıklarından dolayı topraklarının yüzde 41’ini kaybettiler 60. II. Aleksandr serfliğin kaldırılması bu sınıfı olumsuz etkilemesin diye serflerin üzerine aşırı yüklenmişti. III. Aleksandr ise aristokratları otokrasinin dayandığı temel toplumsal sınıf olarak görmüş ve 58

Rogger, a.g.e.

59

Mosses, 1996., s: 117-118

*

1906-1910 yılları arasında başbakanlık görevini yapan Stolipin tarım reformu çerçevesinde Mir’in tasfiyesi

sürecini başlatmıştır. 60

Rogger, 1983, s: 89

bunların yararına bir çok politika üretmişti. Aristokratlar dışında hiç bir sınıf devletle bu denli kader bağı kurmadı; aristokratların ekonomik bağımlılıkları söz konusu durumun temel nedeniydi. Fakat sahip oldukları mülkleri kapitalist temelde işletemeyen bir çok aristokrat mülklerini satmak zorunda kaldı. Bunun yanı sıra 19.yüzyılın son çeyreğinde meydana gelen tarım krizleri ve ürünlerin fiyatlarındaki keskin düşüşler bu sınıfın ekonomik kapasitesini oldukça düşürdü. Serflik düzeni sırasında çok çalışma idari beceriler ya da tutumluluk gibi yararlı özellikler geliştirememiş olan bu sınıfın büyük bir kısmı Pazar ekonomisinde bocaladı 61. 1861’de yapılan reformlar aristokrat sınıf bir de siyasal nüfus kaybına uğramasına yol açtı. Serflik döneminde geniş yerel idari yetkileri olan sınıf bulundukları kazalardaki adli makamları işgal etmişlerdi; ayrıca vergi toplama ve ordu için adam toplama gibi işleri de üzerlerine almışlardı. 1861 reformu aristokratların bir çok idari yetkilerini Mir’e devretmelerini beraberinde getirdi. Sağlık, eğitim, köy hizmetleri ve vergi toplama gibi bir çok işlevi kapsayan geniş etkinlik sahası olan zemstvo kurullarının yaratılmasıyla, taşradaki idari örgütlenmenin çehresi değişti. Üyelerinin yüzde 42’sini asillerin oluşturduğu bu kurullarda 1890 yılında yapılan değişikliklerle grubun oranı daha da arttırıldı. Bürokratik kontrolden kısmen uzak özerk örgütlenmeler niteliğindeki kurulların yetkileri III. Aleksandr’ın karşı reformları kapsamında oldukça kırpıldı. 1890’ların ortalarında zemstvolar ulusal konularla da ilgilenmeye başladılar; bürokrasiye ve bir ölçüde otokrasiye muhalif nitelik kazandılar. Böylece “zemstvo hareketi” olarak bilinen ve liberal muhalefete eklemlendirilen akım ortaya çıktı. Ancak yine de aristokratların otokrasiye karşı genel bir muhalefeti hiç bir zaman oluşmadı. Sınıf içindeki çıkar bölünmeleri, ortak bir bilinç ve hedef tutturmayı engellemişti ve çoğunluk iktidara desteğini sonuna dek sürdürmüştür. 20.yüzyılın başı itibariyle Rus taşrası tam bir açmazdaydı. Yaşam standartları temel 61

Ascher, 1988., s: 28-29

hayati ihtiyaçları karşılayamayacak denli düşen köylüler akın akın şehrin yolunu tuttular. 1890’lardaki hızlı sanayileşme hamlesini desteklemek için Witte’nin taşrayı şehre kurban eden politikaları varolan tarım krizini daha da derinleştirdi. 1902 yılında Karkov ve Poltova eyaletlerinde isyan hareketleri meydana geldi. 160’dan fazla köy isyana destek verdi ve birkaç gün içinde sadece Poltova eyaletinde 75’i asillere ait olan 80 mülke saldırı düzenlendi 62. Genel olarak bakıldığında taşrada huzursuzluklar daima söz konusu olmasına rağmen siyasal ya da toplumsal değişime yol açacak potansiyelde herhangi bir başkaldırma hareketi meydana gelmedi. Cehaletin kol gezdiği * Rus kırsalı siyasal bilinçten yoksundu. Narodnikler’in başlattığı köylüyü iktidara karşı bilinçlendirme amaçlı devrimci aydın hareketleri hiç bir ilgi görmedi; hatta çoğu kez düşmanca karşılandı. Rus muhalif ve devrimci hareketleri için Rus köylüsü tam bir kapalı kutu görünümü arz ediyordu. Köylünün ne yönde saf tutacağı belirsiz olduğu için onlara güvenilemiyor ancak nüfusun ezici çoğunluğunu oluşturan bu kitle arkasına alınmadan da girişilecek herhangi bir hareketin de başarısı aynı derecede şüphe uyandırıyordu.

1.3.2. Rusya’da Burjuva Sınıfının Gelişimi Rusya’da burjuvazi sınıfının ortaya çıkışı ülke tarihinin oldukça geri dönemlerine uzanır. 10.yüzyılda Kiev Prensleri ve Bizans İmparatorluğu arasında yapılan bir anlaşmada “tüccar” kelimesine rastlanmıştır. Özellikle IV. Ivan döneminde Moskova’lı tüccarların iç politikadaki nüfuzu oldukça güçlüydü ve tam bir sınıfsal görünüm arz ediyorlardı. Ivan’ın

62

*

Robinson, 1932., s: 138

1897’deki nüfus sayımına gore köylerde yaşları 20 ve 59 arasında değişen erkek nüfusun sadece yzde 37’si

okur-yazardı. (Bkz, Rogger, 1983 s: 84)

saltanatının yarı zamanını alan Livonya mücadelesi tam bir ticari savaş karakterindeydi 63. Büyük Petro’nun sıcak denizlere ulaşmak için yaptığı savaşlarda da yine ticari burjuvazinin çıkarı gözetilmişti. Burjuvazi, Petro rejiminin mali aygıtı işlevini gördü. Batı Avrupa’da olduğu gibi Rusya’da da bu sınıf gelişirken büyük ölçüde devlet desteğinden yararlandı. Fakat Batı Avrupa’da burjuvazi 18.yüzyılda mutlakıyetçi rejimden kendini ayırabilmişken Rus burjuvazisinin otokrasi ile girdiği ittifak 20.yüzyılın başına dek sürdü. Rus burjuvazisinin bileşim tarzı da Batı Avrupa’dakinden farklıydı; Batı’da girişim sahiplerinin oluşturduğu sınıf, Rusya’da büyük çoğunlukla memur ve serbest meslek sahiplerini ihtiva etmekteydi 64. Söz konusu durum Rus burjuvazisini enerjik bir iktisadi ve toplumsal temelden yoksunluğunun göstergesidir. Bunun yanı sıra Rusya’da kent nüfusunun kırsala oranının Batı’ya oranla oldukça düşük olması ve şehirlerin ticari aktivitelerden öte idari ve askeri merkezler olma özellikleriyle öne çıkmaları burjuva sınıfının toplumda belirleyici bir unsur olarak güçlenmesini engellemiştir. Rus sanayisinin temelleri 19. yüzyılın başındaki Napolyon Savaşları esnasında atıldı. Napolyon’un uyguladığı Kıta Bloku sonucu dış dünyadan izole edilen Rusya’da tüketici pazarına hizmet edecek ilk tekstil fabrikaları kuruldu. Sınai sermaye önceli olan ticari sermayeyle karşılaştırıldığında iktidarla daha yoğun bir bağımlılık ilişkisi geliştirdi. Rusya’da sanayileşme süreci Çarlık’ın prestijine ve askeri amaçlarına hizmet edecek şekilde yukarıdan biçimlendirildi 65. Sanayi burjuvası uygun vergi yükümlülükleri ve dış rekabeti önleyici korumacı tarifelerle devlet tarafından sıkı bir şekilde desteklendi. I. Nikola, Büyük Petro gibi dış politikanın yönünü Rus kapitalizminin çıkarları doğrultusunda belirledi; ancak bu sefer 63

POKROVSKII, M. N., iBourgeoisie In Russia, “Russia In World History (Selected Essays By M.N.

Pokrovskii), Der: Roman Szporluk, Michigan, The University Of Michigan Press, 1970c, s: 69-70 64

Liebman, 1968., s: 34

65

Melotti, 1982., s: 86

söz konusu olan ticari değil sanayi burjuvazisinin çıkarları idi. Sanayi kapitalizmi gelişiminde doğal olarak feodal emek ilişkileriyle çelişkiye düştü. Fabrikalarda çalışan işçiler, realitede kazançlarının bir kısmını toprak beylerine ödeyen serflerdi. Bundan dolayı 1830-1840 yılları arasında Rusya’da işçi aylıkları örneğin Almanya’dakinden daha yüksekti 66. Aynı zamanda serf sahipleri köylülerin nafakalarını en aza indirerek iç pazarın genişlemesini de engellediler. Sonuç olarak burjuvazi feodal düzenin tepesinde oturan otokrasiye düşman olmasa da en başından beri serflik düzenine karşı oldu. Serfliğin kaldırılması sanayi burjuvasına verilen ilk ödün oldu. Ancak bu reform sınai kalkınmada belirgin bir yükselme eğrisine yol açmadı. 1861’i izleyen bir çeyrek yüzyıl içinde sınai büyüme oldukça düşük düzeyde kaldı. Bunun en önemli sebebi iktidarın sanayiyi destekleyen tutarlı bir politika izlemeyi başaramamasıdır 67. Yine de sınai kalkınmada patlamanın yaşandığı 1890’lara dek otokrasi boş durmadı. Kırım Savaşı’nın yaraları sarılır sarılmaz İç Asya’yı ele geçirmek için sefer düzenlendi ve 1870’lerin başından itibaren Yakın Doğu’da etkin bir politika izlenmeye başlandı. Otokrasi her iki hamlesinde de hem ticari hem de sanayi burjuvazisinin çıkarlarını öne çıkarttı. 1878’de yüzde 50 arttırılan gümrük tarifeleri otokrasinin korumacı politikalarında yeni bir safhayı temsil ediyordu; otokrasi ve sanayiciler arasında artık çok daha sıkı bir ittifak söz konusuydu. Korumacı politikalar 1891 tarifesiyle en yüksek noktasına ulaştı ve yeni ittifak Witte’nin bakanlığıyla taçlandırıldı. Witte, Rus devletinin sınai kalkınma olmaksızın büyük devlet olarak kalmasının imkansız olduğunun farkındaydı. II. Nikola’ya sunduğu bir momerandumda Witte, Rusya’nın Batı Avrupa karşısındaki ekonomik pozisyonunun daha çok koloni-metropol ilişkisini andırdığını ve ülkenin sanayi ürünleri satın almak için dışarıya ucuz tarım ürünleri satan bir

66

Pokrovskii, 1970c, s: 76

67

Rogger, 1983, s: 101

ekonomik kimliğin ötesine geçememiş olduğunu vurgulamıştı 68. Rusya’nın artık kendisinin metropol olması gerektiği hedefiyle yola çıkan Witte’nin sanayileşme projesinde en öne çıkan unsurlarından biri yabancı sermayenin öneminin çok fazla vurgulanmasıydı. Yabancı sermaye yerel sermaye birikimini hızlandıracaktı. Bu doğrultuda dışarıdan kredi bulunmasına öncelik verildi. Rublenin istikrara kavuşturulması ve 1897’de parada altın standardına geçilmesi dış kaynakların ülkeye akışını kolaylaştırdı. Ancak yurtdışına buğday satan toprak sahibi sınıf ve tüccarlar bu politikanın bedelini oldukça ağır ödediler; yurtdışından makina getiren fabrika sahipleri içinse söz konusu durum oldukça kazançlıydı 69. Demiryolu inşa ağlarının genişletilmesi hızlı sanayileşme programında anahtar rol oynayan bir diğer konuydu. Ülkenin birbirinden izole parçalarını ve halkını birleştirmenin yanı sıra pazarı bütünleştirecek olan demiryollarının etki alanı muazzamdı. Demiryolu inşası projesinin kilit hattı olan TransSibirya hattıyla Rusya’nın Uzak Doğu ile olan ekonomik bağlarını güçlendirme amacı güdülmüştü. Bu hat sayesinde İngiltere’nin Çin pazarından uzaklaştırılması ve Rusya-Çin ilişkilerinin güçlendirilmesi bekleniyordu. Bu yöndeki beklentiler Rus emperyalizmi için de bir dönüm noktasıydı; söz konusu durum 1871’den itibaren dünyanın büyük sanayi imparatorluklarının küresel ölçekte sürdürdükleri emperyalist yayılma aktivitelerine Rusya’nın da etkin katılımına işaret ediyordu. Sonuç olarak Witte’nin döneminde demiryollarının uzunluğu büyük ölçüde arttı; 1855’te sadece 850 mil olan demiryollarının uzunluğu 1885’ten itibaren 17.000 mile ulaşmıştı; 1896 ve 1902 yılları arasında ise 17.000 mil daha eklendi ve 1905 yılına gelindiğinde demiryollarının toplam uzunluğu 40.000 mile ulaşmıştı 70. Demiryolları ağının genişlemesinin ağır sanayinin gelişimine destek olacağı

68

Mosses, 1996., s: 99

69

Pokrovskii, 1970c, s: 77

70

Demiryolları hakkında istatistiksel veriler için, Bkz. Rogger, 1983, s: 105

hesaplanmıştı. Rus sanayileşme programının bir diğer öne çıkan unsuru, devletin sınai yatırımlara aşırı orandaki iştirakı idi. Devlet, tüm sanayileşme sürecini kontrol etmek ve gerekli desteği sağlamakla yetinmiyor, Batılı hiçbir ülkede görülmeyen oranlarda ulusal ekonomiye nüfuz ediyordu. Örneğin 1899’da devlet tüm metalurji üretiminin hemen hemen üçte ikisinin alıcısı durumundaydı; 20.yüzyılın başlarında demiryollarının yüzde 70’ini devlet işletiyordu 71. Bu yoğun iştirak, özel girişimcilerin kaderlerini geniş ölçüde St. Petersburg’daki otoritelerin ellerine bırakıyordu ki bu durum burjuvazinin siyasal olarak takındığı pasif tavırın en önemli nedenlerinden biriydi. Tüm 19.yüzyıl boyunca ülkedeki liberal hareket, burjuvazi tarafından değil de girişimci karaktere sahip olan aristokratlar tarafından yürütülmüştür. Bunun en bariz örneği, dekabrist ve zemstvo hareketleri idi. 1870’lerden itibaren proletarya yavaş yavaş siyasal olarak örgütlenmeye başlamıştı; 20.yüzyılın başında kendi partileri dahi vardı. Burjuvazi ise ilk siyasal partisini 1905 Devrimi’nden sonra kuracaktı. Bu tarihe kadar çıkar ya da baskı grupları şeklinde örgütlenmeyi seçtiler. 1874’ten itibaren sanayinin çeşitli branşlarında faaliyet gösteren girişimciler periyodik kongreler düzenlediler ve çalışmalarını koordine edebilmek için bürolar açıp kurullar organize ettiler 72. Ancak otokrasi ile açık şekilde çatışılmamaya daima itina gösterildi. Burjuvazinin devlete bu denli bağımlı olması Rus modernleşme tarihinin kendine has sürecini belirleyen en önemli unsurlardan biri oldu. Batı’daki orta sınıfların yararlandığı ileri derecedeki özgürlük bu sınıfları dinamik kılarken, ülkelerindeki sosyo-politik hareketlerde çekim merkezi ve öncü olmak konumuna yükseltmişti. Rusya hem ekonomik hem de ideolojik açıdan bir sanayi toplumu değildi. Sanayi toplumlarında bireylerin ekonomik çıkarlarını her şeyin üzerinde tutması en öne çıkan unsurlardan biridir. Rusya’da ise bu durum ne iktidar ne de tebaa için söz konusu değildi; 71

Ascher, 1988., s: 21

72

Rogger, 1983, s: 123

sadece iş çevreleri için kısmen geçerliydi. Bir çok burjuva tüm girişimlerinden el ayak çekerek taşrada toprak alıp, aristokrat bir hayat sürmeyi tercih etmişti 73. Bu ironik durum Rus burjuvazisinin sınıfsal bilincindeki eksikliği ve tarihte oynaması gereken rolün niteliğini kavrayamamış olduğunu gösterir. Daha da önemlisi burjuvanın siyasal olarak geri kalmışlığı ülkedeki devrimci hareketi temelden etkileyecekti. Rus burjuvazisi hiçbir zaman yozlaşmış otokrasinin yapılarını sarsacak denli radikal ve bağımsız bir hak arama mücadelesine girişmedi. Ancak 20.yüzyılın başında anayasal bir yönetimin ne denli kendi çıkarlarına olacağını sezmeye başlayarak muhalif hareketlerle bütünleşmeye başladılar. Hatta devrimci örgütleri materyal anlamda destekleyecek kadar ileri gittiler.

1.3.3. İşçi Sınıfının Doğuşu Rusya’da sanayi üretiminin gelişmeye başlamasıyla işçi sınıfı da genişleme sürecine girdi. İşçi sınıfının Rusya’da sınıfsal bir karakter kazanması serfliğin kaldırılması kararından sonra olmuştur. Serflik döneminde işçilerin fabrikadaki kazançlarının bir kısmını toprak beylerine ödemelerinden anlaşılacağı üzere ekonomik ve hukuki açıdan taşradan bağlarını koparamamışlardı. Serfliğin kaldırılmasıyla hukuksal bazda bireysel bağımsızlıklarını kazanan sınıf, ekonomik olarak oldukça düşük hayat standartlarına mahkum olmayı sürdürdü. Bu durum Rusya’ya özgü değildi; sanayileşmenin başlangıç evrelerinde Avrupa’da da çalışma koşulları oldukça ağır ve ücretler de bir o kadar düşüktü. İşçileri destekleyecek herhangi bir örgütsel yapılanma da henüz mevcut olmadığından kaderleri işverenlerin insafına terk edilmişti. 1890’lara dek Rus sanayileşmesinin ağır aksak ilerlemesi paralelinde işçi sınıfının genişleme hızını da yavaşlattı. 1890’lardaki sınai kalkınma bu sınıfın nüfus içindeki yoğunluğunu arttırırken toplumsal etkinlik alanının da genişlemesine yol açtı. 1905’e kadar

73

Rogger, a.g.e.

işçilerin sayısı 2 milyon 700 bine ulaşmıştı 74. Rus işçi sınıfının gerçek bir toplumsal sınıf hüviyetini kazanması da doğal olarak bu döneme rastlar. 1890’lardaki hızlı sınai kalkınmayı mümkün kılan en önemli olgulardan biri ülkenin ucuz işgücü cenneti olmasıydı. Taşradaki düşük üretkenlik ve toprak yetersizliği Rus tarımını tam anlamıyla bir kaosa sürüklemişti. 1890’ların başı itibariyle Avrupa Rusya’sında köylülerin üçte ikisinden fazlası kendilerine yetecek kadar dahi üretimde bulunamıyorlardı 75. Bunun yanı sıra hemen her yıl taşranın vergi yükümlülüklerinin arttırılması köylüleri nakit sıkıntısına soktu. Köylerdeki ekonomik durumun bu denli kötüleşmesi köylüleri şehirlere doğru göç yollarına döktü; göç seçim olmaktan öte zorunluluktu. 1897’de St. Petersburg nüfusunun yüzde 38’i, Moskova’nın ise yüzde 21’i diğer eyaletlerden göç edenlerden oluşmaktaydı 76. Ancak Rus işçi sınıfının köylerle bağlantısı halen oldukça güçlüydü; köylerden yeni ayrılmış olmalarının yanı sıra sanayi üretiminin önemli bir bölümü sayısı altı milyona kadar varan mevsimlik işçilerle sağlanmaktaydı 77. Bunlar harman zamanı köylere gidiyorlar, ölü mevsimde ise fabrikalara dönüyorlardı. Söz konusu durum işçilerin bağımsız bir sınıfsal bilinç kazanmalarını engelleyici bir unsurdu. Rus sanayisinin temel karakteristiklerinden biri yüksek seviyede merkezileşmiş olmasıydı. 1895 itibariyle binden fazla işçi çalıştıran işletmelerin oranı yüzde 31 gibi büyük bir rakamdı ki bu oran Almanya’da yüzde 13’te kalmaktaydı 78. Büyük işletmelerin bu denli yoğunluğu emekçi örgütler ve siyasi propaganda için oldukça uygun bir ortam yaratıyordu. 74

Liebman, 1968., s: 29

75

VON LAUE, T. H., Russian Labor Between Field And Factory(1892-1903), California Slavic Stalies,

Vol:III, 1964, s: 36 76

Von Laue, a.g.e.

77

Liebman, 1968., s: 299

78

Rogger, 1983, s: 113

Sanayileşmenin ilk evrelerinde ortak bir olgu olan uzun çalışma saatleri Rusya örneğinde de söz konusu idi; bir iş günü 12-14 saat arası bir süreyi kapsıyordu. 1897’de St. Petersburg işçilerinin çalışma saatlerinin kısaltılması için yaptıkları grev sonuç verdi ve çıkarılan kanun sonucu erkekler için 11.5, çocuklar için ise 9 saatlik çalışma süreleri belirlendi. Ayrıca kanun Pazar gününü tatil olarak kabul etti. Köylülerin ucuz emek rezervleri olarak iş beklediği ortamda ücretlerin oldukça düşük tutulması gayet normaldi. Bölgeler arası ücretlerde farklılaşma vardı; örneğin emekçinin az olduğu Güney’de, özellikle de maden sanayisinde, ülkedeki en yüksek ücretler ödeniyordu, kırsal kesimin tam bir yıkım içinde bulunduğu Penza eyaletinde ise en düşük ücretler söz konusuydu 79. Ücretlerin ödenme şekli işverenlerin keyfine bırakılmıştı. İş sırasındaki tahribatlar yüzünden ücretlerde aşırı kesintiye gidilmesi, saat ücretlerinden yapılan kırpmalar oldukça sık rastlanır durumlardı. 1886’da çıkarılan kanunla işçilerin refahını arttıracak faaliyetler dışındaki para kesintileri ve anlaşmalardaki ücretlerden düşük meblağlar ödenmesi yasaklandı. Ödemelerin nakit olarak yapılması zorunlu kılındı. Ancak iktidar işçileri savunur düzenlemeler yaparken greve başvuranların cezalarını da arttırmaktaydı. 1903 yılına dek iş kazaları ile ilgili herhangi bir düzenleme yapılmadı. Bu zamana dek kazalar nasıl meydana gelirse gelsin işçi herhangi bir tazminat talep edemiyordu. Genel olarak iktidarın işçilere verdiği tavizler gönüllü olarak verilmedi; işçiler yaptıkları eylemlerle bunları elde ettiler 80. Yine de amaçlarına ulaşmak için kanuni yollar işçilere kapalı tutuldu. Sendikaların varlıklarının iktidar tarafından tanınması 1906 yılını buldu. O zamana dek her türlü sendikal faaliyet sistematik olarak önlendi. 1905 yılına dek işçi yığınları otokrasiyle değil işverenleriyle mücadele etti. 1862-1869 yılları arasında toplam altı grev hareketi olurken; 1870-1885 yılların arasında ortalama olarak yılda yirmi grev meydana gelmişti. Artan sanayi işletmeleri sayısına paralel olarak 1886-1894 79

Von Laue, 1964., s: 54

80

Liebman, 1968., s: 87

arasında yıllık grev ortalaması da otuz üçe yükseldi; 1895-1904 yılları arasında ise yüzyetmişaltı gibi bir orana ulaşarak çok büyük bir sıçrama gösterdi 81. 1899 yılında fabrikadaki ekonomik hayatı ve işçilerin çalışma koşullarını denetlemek için kurulan ancak asıl amacı potansiyel grev liderlerini saptamak ve greve gidilmeden önce onları tutuklamak olan iç işlerine bağlı bir polis ağı örgütlendi. Ancak bu istihbarat örgütü muhalif eylemlere engellemekte yeteri kadar başarılı olamıyordu. 1900’den itibaren devrimci propagandanın faaliyet alanının genişlemesi ve işçi topluluklarının bu illegal örgütlere sempati göstermesi hükümeti oldukça tedirgin etti. Çare olarak hükümet, dizginleri kendi eline alacak biçimde işçi örgütlerini yasal bir prosedüre sokma kararı aldı. Başarılı olunduğu taktirde hem işçi sınıfının sempatisi kazanılacak hem de devrimci ajitasyon tehdit olmaktan çıkacaktı. Hükümet işçileri tamamen kendi ideolojisini empoze edebilmek için toplumsal ve ekonomik bazı tavizler vermeyi dahi göze almıştı. Bir çeşit polis sosyalizmini andıran bu deneysel girişim adeta iktidarın elinde patlayacak bir bomba oldu ve 1905 yılındaki devrime zemin hazırladı.

1.4. 1905 Devrimi Arifesinde Rusya’da Siyasal Hareketler Rusya’daki otokrat rejim Batı Avrupa’daki siyasal rejimlerle karşılaştırıldığında çok daha zayıf muhalefetle karşılaştı. Ülkedeki tüm sosyo-ekonomik ve siyasal unsurları sıkı bir denetim altında tutarak tam bir güç tekeli kuran Rus Çarları 19. yüzyıla dek, arasıra patlak veren köylü isyanları dışında iktidara yönelen çok ciddi bir iç tehdide maruz kalmadılar. Otokrasinin ülkedeki sosyo-ekonomik süreç içindeki yoğun kontrol kabiliyeti ve feodal tabanlı toplumsal düzenle iktidarın uyumu bu rejimi mümkün kıldı. Ancak özellikle 19. yüzyılın ikinci yarısında ekonomik yaşamda meydana gelen hızlı ve yoğun dönüşüm süreci bürokratik-polis devlet karakterindeki Rus yönetim metodlarını çıkmaza soktu. Ekonomik 81

Rusya’daki grev istatistikleri için, Bkz. Ascher, 1988., s: 22-23

hayattaki çeşitlenme toplumun sınıf kompozisyonunu ve çıkar ilişkilerini baştan aşağı yenilerken, otokrasi, siyasal yapıda oluşacak açılımlara karşın savunmacı bir politika izledi. Ancak bu yüzyılda yüzlerini Batı’ya çevirmiş olan aydın kesim ülkenin ne denli geri kalmış olduğunun fazlasıyla bilincindeydi; daha da önemlisi bunun sorumluluğunu otokrat yönetim metodlarına yükleyecek kadar iktidardan düşünsel kopuş safhasına gelinebilmişti. 19.yüzyıl Rus aydınlarının önceki nesillerden farkı düşündüklerini eyleme dökmenin gereğini anlayarak pasif konumlarından sıyrılmaları ve kendilerine kitlesel taban arayışına girişerek otokrasiyi yıkacak devrimin temellerini atmaya çabalamalarıydı.

1.4.1. Liberaller 19.yüzyılda otokrasiye karşı yönelen ilk ayaklanma hareketi toplumun liberal eğilimli kesiminden geldi. Batılı eğitim almış aristokrat kökenli gençlerin başını çektiği ve aynı zihniyetteki subayların da fiili olarak katıldığı isyan hareketi, Rus tarihine "dekabrist ayaklanma” olarak geçti. Ayaklanma iktidar tarafından bastırılmış olsa da dekabristler arkalarında önemli bir düşünsel miras bıraktılar; otokrasinin kendini ıslah etmeye yanaşmamasına karşın ilk defa zora başvurularak çare aranmaya çalışılmış olunması, Rusya’yı modernleştirmek için devrimden başka çıkar yol olmadığı fikrini gelecek nesillere de aşıladı 82. Dekabristlerin başarısızlığını takiben liberal hareket, I. Nikola’nın despot yönetimi karşısında durgunluk dönemine girdi. Reformcu Çar II. Aleksandr, yerel öz-yönetim birimleri olarak oluşturduğu zemstvo örgütlerinin Rus siyasal hayatında yeni bir dönem başlattığının ve sürecin anayasanın kabulüne doğru ilerleyeceğinin farkındaydı 83. Ancak şu an için Rus toplumunun anayasal bir yönetim için yeteri kadar olgun olmadığını düşünüyordu. Konuya Rus liberal çevreler açısından bakıldığında ise Rus liberalizmin kökenleri itibariyle 82

Liebman, 1968. s:51

83

Walkin, 1962. s:156

ılımlı olduğu ve bu görüştekilerin önemli bir kısmının da daima böyle kalmayı başardığı görülüyor. Monarşi ile liberal değerlerin uzlaştırılabileceği ve işbirliğinin mümkün olduğu düşüncesi liberaller arasında yaygın kanıydı. 1879 yılında Cherginov’da zemstvo lideri olan Ivan Petrunkeviç, liberalleşen otokrasi fikrini reddetmiş ve Rus hükümetinin gidişatını belirleyecek seçilmişlerin oluşturduğu bir kurucu meclisten bahsetmiş 84 olsa da 20. yüzyıla dek bu tarzda devrimci çıkışlar çok nadirdi. Rus liberalizminde zemstvo örgütleri hareketin çekim merkezi olma işlevini yerine getirdiler. Merkezi yönetimden ayrı yerel öz-yönetim birimleri olan ve aristokratların üyeler içinde çoğunluğu oluşturduğu bu örgütler, II. Aleksandr dönemindeki hareket kabiliyetlerini, III. Aleksandr döneminde büyük ölçüde yitirdiler. Bir önceki saltanat döneminde sahip oldukları yetkilerin kırpılmasının yanı sıra merkezi yönetim karşısında bağımsız hareket kabiliyetleri oldukça sınırlandı. Ancak 1890’lara dek zemstvo üyeleri siyasetle oldukça yakından ilgilenmelerine rağmen, iktidara karşı ılımlı tavır sergilemeye devam ettiler. 1891’de kırsal alanda başgösteren kıtlık üzerine zemstvo üyeleri ortak bir örgüt altında birleşme çalışmalarına başladı. 1895’te II. Nikola’nın zemstvoların bu yöndeki çalışmalarını “saçma düşler” olarak nitelendirerek reddetti. Aldıkları bu sert cevaba rağmen zemstvo üyeleri iktidara sadık tavırlarını muhafaza ettiler 85. Zemstvo konferansları 1900 yılına dek illegal olarak düzenlendi, ancak, bu tarihten sonra yavaş yavaş kendilerini ortaya sermeye başladılar. 20.yüzyılın başlarında liberal akımlar için en çarpıcı olan yasalara dayalı yönetimin ve temsili hükümetin oluşması için barışçı yöntemlerle mücadelenin artık mümkün olmadığına inanan yeni bir akımın ortaya çıkmasıydı. Yeni jenerasyon liberaller hükümetle uzlaşmanın boş düşler olduğunu ve siyasal sistemde radikal reformlar gerçekleştirmek için otokrasinin 84

Rogger, 1983, s:155

85

Rogger,1983, s: 157

yıkılarak, yerine Batı tarzında parlamenter rejimin kurulmasının ön koşul olduğunun ayırdına varmışlardı. Yeni liberal trendi daha da radikal kılan bir diğer unsur, varolan devrimci hareketi kendileri için kaçınılmaz müttefik görmeleriydi. Bu eğilimler çerçevesinde bir araya gelen liberaller, devrimci sosyalist partiler gibi illegal bir örgütün yanı sıra yurtdışında basılan “osvobozhdenie (özgürlük)” adında bir yayın organı da kurdular. 1902 yılında Stutgart’ta yayın hayatına başlayan gazetenin editörlüğünü Peter Struve üstlendi. Rus liberalizminin sola doğru meyletmesinin fikir babalarından olan Struve, eski bir sosyal demokrattı. Revizyonizm akımı çerçevesinde Marksizm’den liberalizme kayan Struve, özgürlüğe ulaşma gibi bir etik düşüncenin tek bir sınıfın edimleriyle gerçekleştirilemeyeceğinin ve siyasal özgürlük hedefine ulaşmak için en iyi yolun geniş tabanlı bir liberal partinin kurulması olduğunu savunuyordu 86. Yeni liberal akımın toplanacağı çatı görevini görmesi için “Özgürlük Birliği” adlı bir örgütün kurulması planı 1903 yılında Almanya’da oluşturuldu. Almanya’daki toplantının ardından Karkov’da bir araya gelinerek Birlik’in öncelikle zemstvo eyaletlerinde örgütlenmeye gitmesi ve mümkün olduğunca diğer eyaletlere de yayılmasını içeren bir plan yapıldı. 1904 yılının Ocak ayında St. Petersburg’da Özgürlük Birliği’nin kurucu kongresi yapıldı. Öncelikle zemstvo eyaletlerinde örgütlenmeye gidilmesi, buralarda zaten güçlü bir örgütsel yapının mevcut olmasıyla ilgilidir. Hem Osvobozhdenie’nin yayınlanmasında hem de Özgürlük Birlik’inin örgütlenmesinde iki farklı grup faaliyet gösterdi: zemstvo üyeleri ile profesör ve gazeteciler. Bu iki grup Almanya’daki toplantılarda da St Petersburg’da seçilen kurulda da eşit olarak temsil edildi. Liberalizmdeki bu yeni trendin fikir babaları doğal olarak profesör ve gazetecilerdi. Rus hayatının realitelerinden öte teoriler ışığında hareket yönü belirleyen bu grup, zemstvoların o zamana dek liberalizme yaptıkları katkıları küçümsüyordu. Otokratik yönetimin yıkılması hedefi çerçevesinde kitlesel huzursuzluğun iktidara karşı muhalefete yönlendirilmesinin gereğine inanan grup, ulaşmak istedikleri amaç her ne kadar farklı olsa da 86

Ascher, 1988. s:34

devrimcilerle benzer taktikler benimsemişti 87. Devrimcilerle ittifakın gerekli görülmesi üzerine 1904 yılının Eylül ve Ekim aylarında Paris’te diğer partilerin temsilcileri ile işbirliği kurma yönünde görüşmeler yapıldı. Azınlıkların liberal ve devrimci partileri ile SoyalistDevrimci Parti görüşmelere katılırken, Sosyal Demokratlar burjuva partileriyle herhangi bir anlaşmaya gidemeyeceklerini belirterekten görüşme teklifini geri çevirdiler. Müzakereler sonucunda otokrasiyi yıkmak için birbirlerine paralel eylemlere girişilmesi yönünde bir anlaşmaya varıldı. Ancak anlaşmanın olumlu noktaları, her partinin kendine uygun olduğu sürece işbirliği yapılacağı şeklinde pratik olarak net olmayan terimler içeriyordu 88. Liberaller her ne kadar devrimcilerle ilişkiye girmiş olsalar da varmak istedikleri hedef diğerlerinden oldukça farklıydı; onlar bir cumhuriyet değil anayasal monarşi peşindeydiler. Özgürlük Birliği’nin 1904 yılında kabul edilen programı, otokrasinin tasfiyesini, anayasal

bir

hükümetin

kurulmasını,

azınlıkların

kendi

geleceklerini

kendilerinin

belirlemelerini ve sosyo-ekonomik reformların gerçekleştirilmesini içeriyordu. Ayrıca program detayla bir açıklaması yapılmadan işçi sınıfının çıkarlarının savunulmasından bahsetmekteydi. Ancak bir çok zemstvo üyesi liberalizmin bu denli radikalleşmesine karşı çıktı. Bu çerçevede liberal hareket kendi içinde anayasal düzen savunucuları ve yasalara bağlılık gösteren otokrasi savunucuları olarak keskin şekilde bölündü 89. Gerçekte Özgürlük Birliği bir parti değil, farklı politik eğilimi olan kişi ve grupların ittifakıydı. Birlik’in konseyinde altı zemstvo üyesi bulunmasına rağmen yönetim, zemstvolu anayasalcılara göre sola yakın olan entelektüellerin elindeydi 90. Birlik, liberal hareketin hakimiyetini ele geçirdi

87

Walkin, 1962. s:194

88

Walkin, a.g.e.

89

Ascher, 1988 s: 196

90

Walkin, 1962, s: 201

ve kitlelerin ilgisini çekmeye başladı. Ama hiçbir zaman devrimci hareketlerin yarattığı kitlesel katılım oranlarını ve grup içinde bir hedef doğrultusunda birleşme olgusunu yakalayamadı. Liberallerin hareket sahalarını kısıtlayan en büyük engel, hakim sınıflar olan burjuva ve aristokratların genel eğilim olarak otokrasi ile çatışmak istememeleriydi. Rus liberal hareketini Batı’dakilerden bir ölçüde farklı kılan unsur, burjuvalardan çok Batılı görüşe sahip aristokrat sınıfın hareketi desteklemesiydi ve bunun en büyük göstergesi de zemstvo birimlerinin hareketin çekim merkezini oluşturmasıdır.

1.4.2. Sosyalistler 19.yüzyılın ikinci yarısından itibaren Rusya’da toplumsal yapıda köklü değişimlere yol açan kapitalistleşme süreci yaşanırken, eş zamanlı olarak ülkede radikal siyasal hareketler de filizlenmeye başladı. II. Aleksandr’ın sertliği kaldırma kanununu takiben hakim sosyoekonomik düzenin çözülmesi ve yapılan reformların yetersiz olmasının yanı sıra yanlışlığı, varolan toplumsal huzursuzluğun boyutlarını daha da genişletti. 1860’ların başında kurulan “Genç Rusya” ve “Toprak ve Özgürlük” hareketleri otokrat rejimi yıkmak gibi radikal bir amaç çerçevesinde toplanan ilk Rus devrimcilerini bir araya getirdi. Bu dönemde iktidar muhaliflerinin kafalarını en çok meşgul eden sorun, siyasete karşı oldukça ilgisiz kalan kitlelerin devrimci harekete iştiraklerinin nasıl sağlanabileceği idi. Bu konudaki tartışmalarda iki cephe belirdi: halka eğitim yoluyla ulaşarak iktidarın zorbalığı konusunda onları bilinçlendirmeyi savunanlar ve iktidar temsilcilerine yapılacak suikastlerle kitlelerin ilgisini çekerek onları bu savaş yönünde cesaretlendirebileceklerini savunanlar. Her iki cephe de halkın kendi kaderini eline alması gerektiğine inanıyordu ve temel olarak halka inanç beslemektelerdi. 1860-1890 yıllarındaki tüm devrimci hareketlerin ana ilham kaynağı halka inanç olacaktı 91. Proletaryanın belli belirsiz olduğu bu dönemde nüfusun ezici çoğunluğunu 91

Liebman, 1968. s:54

oluşturan köylüler, hedef kitle olarak belirlendi. Dönemin aydınlarının ve üniversite öğrencilerinin parola olarak benimsedikleri “halka gidiş”, bir anda eyleme odaklanan örgütlü bir hareket kimliğini kazandı. 1874 yılı baharında yola çıkan çoğunluğu öğrenci olan, sayıları 2 ile 3 bin arasında değişen devrimci kitle, köylere giderek orada onların hayatını sürmeye başladı. Köylülerin arasına girerek onların bilinçlenmesini sağlayacaklarını sananlar, kısa sürede hayal kırıklığına uğradılar; köylüler onları sahiplenmenin aksine çoğu kez ele verecek denli düşmanca tavır sergiledi. Halka doğru sefer bir çok devrimcinin tutuklanmasıyla son buldu. 1876’da kurulan “Toprak ve Özgürlük” örgütü halkçı harekette yeni bir safha açtı; artık devrimci hareket daha sistemli ve teorik bir yapı kazanmıştı. Örgüt, köylülerin memnuniyeti esasına dayanan bir program yazmakla işe başladı; programa göre büyük toprak sahiplerinin arazileri ellerinden alınarak köy derneklerine devredilecek ve onlar da bu toprakları yeni baştan köylülere dağıtacaktı 92. Ulaşmak istedikleri hedef, iktidardaki zorba bürokrasiyi devirerek yerine köylü sınıfının başrolü oynayacağı halkçı bir düzen kurmaktı. Ancak örgüt içinde faaliyet yöntemi konusunda ayrılıklar baş gösterdi; tedhiş yönteminin örgüt içinde ağırlık kazanmasından rahatsız olanlar, 1879 yılında “Topyekün Bölüşme (Çernyi Peredel)” grubunu kurarak başına Georgi Pleakhanov’u getirdiler. Bu grup, zor kullanılmasına karşı olmamakla beraber yığınlara

eğitim,

propaganda

ve

kışkırtma

faaliyetleri

çerçevesinde

ulaşılmasını

savunuyorlardı. Suikastleri ve terörü esas faaliyet yöntemi olarak görenler ise “Narodnaya Volya (Halk Özgürlüğü)” hareketi içinde yeni baştan toparlandılar. 1879 ile 1881 yılları arasında tüm Rusya’yı teröre boğan Narodnaya Volya, 1 Mart 1881’de Çar II. Aleksandr’a karşı suikast düzenleyerek ölümüne sebebiyet verdi. Ancak bu suikast hesaplanandan çok daha farklı bir sonuç doğurdu. Hükümet Narodnik avı başlatarak ele başlarını idam etti ve hareketi yok etti. Narodnik hareketi devrimden başka hedefi bulunmayan ve kendini tamamen 92

ROSENBERG, A., Bolşevizm Tarihi, İstanbul, e Yayınları, 1969, s:55

halka adamış profesyonel devrimcileri ortaya çıkardı, ancak fikirlerinde varolan kargaşalık hareketin başarısını oldukça aleyhte etkiledi. Narodnikler, Rusya’nın kapitalist dünyada eşitlikçi tarım toplumu hayaliyle yaşayamayacağı gerçeğini bir türlü kabul etmiyorlardı. Sanayileşme Rusya’da ne gibi bir değişim sağlayacak sorusunu yanıtsız bırakıyorlardı; kapitalizmi, Rus sorunundan ya ayrı tutmak istiyorlar ya da tamamen görmezlikten geliyorlardı 93. Davalarında kendi yanlarına çekmek istedikleri köylülerden hiçbir ilgi görememelerinde düşüncelerindeki zaafların büyük etkisi vardır. Sonuç olarak Narodnikler, ütopik sosyalistler olarak Rus devrimci tarihinde yerlerini aldılar. Narodnaya Volya’nın Çarlık’a karşı yürüttüğü şiddet eylemlerinin başarısızlığı 1881 sonrasında ülkedeki devrimci hareketin düşünsel dönüşümüne büyük etkide bulundu. Devrimciler, hareketin handikapları üzerine bir hayli kafa yordular. Narodnikler’in başarısızlığını takiben devrimci hareketin düşünsel dönüşümünde en öne çıkan unsur, Marksist düşüncenin devrim fikrine eklemlenmesiydi. 1880’lerin ortasında Çarlık rejiminin askeri ihtiyaçlarını karşılamak için girişilen sanayi hamlesi, yabancı sermeyenin de yardımıyla bir anda ülkenin çehresini değiştirmeye başladı. Büyüme sürecine giren işçi sınıfı, devrimciler için köylüler dışında kitlesel bir alternatif yarattı. 1871 yılında Marks’ın Kapital’i Rusça’ya çevrilmişti ve 11 yıl sonra ilk Rus Marksist grup yurtdışında oluştu. Daha önce Narodnik hareketin saflarında yer alan ancak örgütün terör yöntemini tasvip etmediği için yolunu ayıran Georgi Plekhanov, devrimci hareketi Marksizm çatısı altında toplamayı amaçladığı büyük projesine girişerek “Rus Marksizminin babası” payesine erişti. İsviçre’de sürgünde yaşayan Plekhanov, 1883’te kurduğu “Emeğin Kurtuluşu” adlı grubuyla devrimci harekete yeniden hayat aşıladı. Plekhanov, kapitalizmin ve de çelişkilerinin daha üst dereceye varabilmesinin ancak otokrat rejimin yıkılmasıyla mümkün olabileceğini ve Rus kapitalizminin de zaten otokrasinin temellerini sarsacak denli ilerlemiş olduğunu 93

Rosenberg, 1969, s:56

düşünmekteydi. Yakın gelecekte bu rejimin sona ereceğini tahmin ediyordu. Rus despotizmini, geleneksel tarım toplumu olarak adlandırılan sosyo-ekonomik ve kurumsal kompleksin üst yapısı olarak gören Plekhanov, kapitalizm yönünde ilerleyen ekonomik dönüşüm çerçevesinde oluşan yeni toplumsal güçlerin Rus siyasal sisteminde anakronizm yarattığını

belirledi.

Sosyo-ekonomik

düzlemdeki

Avrupalılaşmaya

uygun

biçimde

otokrasinin bir devrimle yıkılıp siyasi Avrupalılaşmanın da gerçekleşeceğini ve böylece siyasal düzenle sosyo-ekonomik düzen arasında uyumlu bir ilişkinin kurulabileceğine inanmaktaydı. Plekhanov, muhalif ve devrimci kombinasyonlar için burjuvazi ve proletarya dışında güvenilecek toplumsal bir güç görmüyordu. Zihinsel gelişmişlik açısından geri bulduğu köylü sınıfını potansiyel bir devrimci güç olarak kabul etmeyen Plekhanov onların katkısını istikrarlı bir şekilde küçümsedi 94. Plekhanov, devrimci strateji olarak otokrasiye karşı burjuvazi ve proletarya arasındaki karşılıklı

ilişkiler

konusuna

yoğunlaştı.

Sınıfsal

çatışma

konusunda

proletaryanın

eğitilmesinin gereğine inanarak yukarıdan empoze edilecek devrim fikirlerini, sosyalist ideallere ihanet olarak gördü 95; işçilerin sosyal demokrat liderlik şemsiyesi altında mücadeleye girmelerini ve süreç içinde bağımsız ve kendi çıkarları peşinde koşan bir güç olarak savaşımlarını sürdürmelerini savundu. Lenin’in aksine Pleakhanov asla burjuvaziyi dışlamadı; rejimin siyasal özgürlüğü için burjuvazi ve onun temsilcilerince yapılacak herhangi çabanın desteklenmesinin gereğini savundu.Bu çerçevede “Kanlı Pazar” olayına dek “ayrı yürü, birlikte vur” sloganını benimseyecekti 96. Gelecekteki Rus devriminin 1848’de Orta

94

BARON, S.H., Pleakhanov And The Revolution Of 1905, Essays In Russian And Soviet History (In

Honour Of Geroid Tanquary Robinson) içinde, Der: John Shelton Curtiss, New York, Columbia University Press, 1963, s: 134 95

Charques, 1965. s: 41

96

Baron, a.g.e.

Avrupa’da meydana gelen devrimlerin ilerisine geçmemesi gerektiğini savundu; mütevazı, düzenli küçük bir devrim olması gereğini vurgulamasının yanı sıra 1789’daki Fransız devrimi kadar büyük olmaması yönünde adeta uyarıda bulundu 97. 1880’lerde Marksist düşünce sanayi işçilerine henüz ulaşmamıştı. Marksizm entelektüel bir hareketti ve özellikle de üniversite öğrencileri tarafından büyük ilgiyle karşılanıyordu. 1884’teki üniversitelerle ilgili bir Çar fermanı hem akademik personele hem de öğrencilere düşünce özgürlüğüne dair sınırlamalar getirirken tüm toplu öğrenci aktivitelerini de yasakladı. Buna rağmen öğrenciler, 19.yüzyılın ikinci yarısında da Çarlık’a muhalif tavırlarını ve devrim hareketine bağlılıklarını koruyabilmişlerdir. 1890’ların başından itibaren Marksist sınıf mücadelesi doktrininin basitleştirilmiş versiyonu küçük sanayi işçi gruplarınca da benimsenmeye başlandı. Lenin bu dönemde Marksist düşüncenin Rusya’da yayılışını şöyle ifade etmiştir: “Otokrasinin egemen olduğu bir ülkede, tamamen köleleştirilmiş bir basınla, en küçük bir siyasal huzursuzluk ve karşı gelmenin filizlenmesinin ezildiği kudurgan bir siyasal gericilik döneminde, devrimci Marksizm’in teorisi, birdenbire, sansür altında bulunan yazına girme yolunu buluyor ve Ezop

dilinde

ifade

edilmekle

birlikte,

“ilgili”

herkes

tarafından

anlaşılıyor… Hükümetin olup biteni anlamasına kadar ve koca sansürcüler ve jandarmalar ordusu yeni düşmanı keşfedip üzerine çullanana kadar (bizim Rus ölçülerimize göre) epey zaman geçti. Oysa bu süre içinde, Marksist kitaplar birbiri ardına yayınlanıyordu. Marksist dergiler ve gazeteler kuruluyordu; hemen hemen herkes Marksist olmuştu, Marksistler övülüyorlardı, onlara binbir iltifat yağıyordu, yayınevleri Marksist

97

Pokrovskii, 1970b, s: 140

yapıtların olağanüstü hızlı satışlarından çok memnunlardı.” 98 1890’larda Marksizm, öğrenci ve aydınların başı çektiği entelektüel bir hareket olmaktan çıkıp örgütsel taban arayışına girdi. Çarlık’ın ilk sosyalist partisi 1888’de Polonya’da kuruldu. Yahudi işçi ve zanaatkarların kendi çıkarları için oluşturdukları örgütler, 1897’de Litvanya, Polonya ve Rusya Yahudi İşçi Federasyonu altında birleşerek “Bund” adındaki organizasyonu oluşturdular. Rusya’da ise 1890 yılına doğru bir sosyal demokrat derneği Petersburg’da bir çok işçiyi üye yazabilmeyi başarmıştı. Fabrika işçileri ile sıkı bağlar kuran ilk grup “İşçi Sınıfının Kurtuluşu İçin Savaş Birliği” oldu. O zamanlar adı sadece Vladimir İlyiç Ulyanov olan genç Lenin’in de kurulmasında pay sahibi olduğu bu örgüt, 1895-1900 yılları arasında Rusya’da ortaya çıkan benzer bir çok kuruma örnek oldu 99. 19.yüzyılın son yıllarında sosyalist grupların sayısında hızlı bir artış oldu ve 1898 yılında Bund’un ön ayak olmasıyla ulusal ölçekte sosyalist bir parti kurmak için ilk girişim yapıldı. Minsk’te yapılan kongrede “Rusya Sosyal-Demokrat İşçi Partisi” kuruldu. Yine aynı yıl Plekhanov liderliğinde İsviçre’de “Yabancı Ülkelerdeki Rus Sosyal Demokratları Birliği” kuruldu. Birlik, anavatandaki işçi sınıf ve örgütleriyle olabildiğince sıkı ilişkiler kurmayı amaçlıyordu. Ancak Plekhanov bu örgütlenme çabalarından pek de memnun değildi, çünkü kendisi tamamen teorici bir çizgideydi 100. Sosyalist hareketin örgütlenmeye giriştiği bu dönemde Plekhanov’un nüfuzu düşüşe geçti. Onun söz konusu itibar kaybını Troçki şöyle ifade etmiştir: “… onun gücünü, Lenin’e güç veren şey kırdı –devrim yaklaşımı. Plekhanov’un tüm eylemleri hazırlayıcı, teorik günlerde ortaya çıkmıştı.

98

LENIN, V. I., Ne Yapmalı? (Hareketimizin Canalıcı Sorunları), Ankara, Sol Yayınları, 1998, s: 22

99

Liebman, 1968., s: 63-64

100

Liebman, a.g.e.

O, temelde, Marksist bir propagandacı ve polemistti, fakat proleteryanın devrimci bir politikacısı değildi.” 101. Plekhanov’un eylem yönündeki handikabı üzerine sürgün cezası biten Lenin, 1900 yılında Rusya’dan Almanya’ya geçtikten sonra örgütsel çalışmaların yürütülmesinde söz sahibi olmaya başladı. Lenin’in faaliyet planının öne çıkan noktalarından biri olan devrimci basın organı kurma fikri doğrultusunda hem Rus işçi militanlarını bilinçlendirmek hem de örgüt içindeki koordinasyonu sağlamak için 1901’den itibaren İskra (Kıvılcım) adlı haftalık gazete çıkarılmaya başlandı. Plekhanov, Martov ve Lenin’in en öde çıkan yazarları olduğu gazete, ideolojik ve faaliyetlere ilişkin taktik problemleri üzerine yoğunlaştı. İskra ekibi özellikle Marksistleri devrimci eğilimlerinden vazgeçirme tehlikesi yaratan akımları hedef almışlardı. Gazete içinde Plekhanov’la Lenin legal Marksistler’le ekonomizm savunucularına tam anlamıyla savaş açmıştı 102. Bu dönemde Lenin, eylemci kişiliğinin yanı sıra teorik nitelikleriyle de öne çıktı. Lenin’in Marksist düşüncesinin ana teması, işçi sınıfının kendi başına asla sınıf bilincine ulaşamayacağı idi. İşçilerin ekmek kavgası peşinde burjuva ideolojisine hizmet etmeyi sürdüreceği öngörüsüyle bunların bilinçlendirilmesinde devrimci sosyalist aydınların üzerine düşen görevleri vurgulamıştır. Lenin’in işçi bilinci teorisi özde Marks’ın sınıfsız topluma giden tarihsel süreçte ekonomik öğelerin belirleyiciliği fikriyle çelişikti. Lenin, işçi sınıfının düzen karşıtı mücadelesinin kendiliğinden oluşması fikrine “Ne Yapmalı?” adlı eserinde şöyle karşı çıkmıştır: “…işçi

sınıfı

hareketinin

kendiliğinden

gelişmesi,

onun

burjuva

ideolojisine tabi olmasına, … yol açar; çünkü kendiliğinden işçi sınıfı hareketi,

trade-union’culuktur,



ve

trade-union’culuk,

işçilerin

burjuvaziye ideolojik köleliği demektir. Demek oluyor ki görevimiz, sosyal 101

TROTSKY, L., My Life, New York, Penguin Books, 1979, s: 155

102

Liebman, 1968, s: 67

demokrasinin görevi, kendiliğindenciliğe karşı savaşmak, işçi sınıfı hareketini burjuvazinin kanatları altına sokma yolundaki bu kendiliğinden trade-union’cu çabadan uzaklaştırmak, ve devrimci sosyal demokrasinin kanadı altına sokmaktır.” 103 Lenin “trade-unionist” dediği zamanın İngiliz sendikalarına özgü eylem şeklini kesinlikle reddediyordu. Rus sosyal demokratlarının kışkırtma ve propagandalarının tüm halk katmanlarında, özellikle de köylüler arasında devam etmesi gerektiğini ve işçilerin fabrikalardaki huzursuzluklarının genelleştirilerek bu stres birikiminin tüm kötülüklerin kaynağı olan Çarlık rejimine yöneltilmesini savundu. Parti’yi yığınların faaliyetlerinde genel çekim odağı olacak şekilde hareketin merkezine koyan Lenin öğretisi, Rus sosyalistlerinin önemli bir bölümünün tepkisini çekti. Böylece iki ayrı akım açığa çıktı. Birinci akım Rus sosyal demokrasisinin görev olarak, proletaryanın durumunu düzeltmeyi üstüne alacak bir işçi partisi olmasını ve Çarlık rejimine karşı verilen siyasal savaşta yerini almasını savunuyordu. Buna göre gelecekteki Rus devriminin her şeyden önce bir burjuva devrimi olacağından hareketle devrimin gidişatına biraz da burjuvazi karar verecekti. İkinci cephe, Rus sosyal demokrasisinin profesyonel devrimcilerden kurulu gizli bir örgüt halini almasını ve halk yığınlarının burjuva devrimini itme görevini üstlenmesini savunuyordu 104. 1903 yılının Ağustos ayında Londra’da toplanan kongre Rusya Sosyal Demokrat Partisi’nin kurulmasıyla sonuçlandı. Ancak kongre delegelerin dayanışma duygusunu ateşlemekten çok farklılıkların açığa çıkmasını körükledi. Parti tüzüğü hazırlanırken daha ilk paragrafta uyuşmazlıklar ortaya çıktı ve kimin parti üyesi olarak nitelendirileceği üzerine çıkan tartışma iki cepheyi karşı karşıya getirdi. Lenin, “bir parti örgütüne bağlı olan kişi parti üyesidir” denmesini savunurken, Martov “parti denetiminde çalışan kişi parti üyesidir” denmesini 103

Lenin, 1998., s: 48

104

Rosenberg, 1969., s: 60-61

istiyordu 105.Bu kavramsal anlaşmazlık partiyi parçaladı. Kongredeki oylama esnasında bir kaç oy fazla alan Lenin’e bağlı olanlar bundan sonra çoğunluk anlamına gelen “Bolşevik” adıyla,

Martov’u

destekleyenler

ise

azınlık

anlamına

gelen

“Menşevik”

adıyla

tanımlanacaklardı. Dünya tarihinin en önemli sayfalarından birini yazacak olan Bolşevikler böyle bir ortamda doğmuş oldu. Bolşevik ve Menşevikler’in teorik yaklaşımları arasındaki farklar üzerine oldukça fazla görüş mevcuttur. Öncelikle farklılık bir demokrasi problemiydi; temelde Bolşevizm aktif bir azınlığın önderliğini esas alırken Menşevizm, kitlelerin aktifleşmesini vurguladı; Bolşevizm’in temel fikri “liderlik” iken, Menşevikler “hizmet” temasını öne çıkardılar. Bolşevizm mantıksal olarak bakıldığında diktatörlüğe ait kavramsallaştırmalar ve pratikler geliştirirken, Menşevizm tamamen demokratik kaldı 106. 1904’ün sonlarına dek tartışmalar organizasyonlar üzerinde yoğunlaştı. Devrimci taktiklerdeki farklılaşmalar ise özellikle 1905’in başındaki Kanlı Pazar eylemini takip eden süreç içinde ortaya çıktı. Genel olarak bakıldığında Bolşevizm gençlere ve özellikle de üniversite öğrencilerine daha çekici geliyordu. Kendisi de 1905 yılında bir Bolşevik olan Solomon Schwarz, en ateşli ve aktif genç sosyal demokratların Bolşevik olmayı seçtiklerini ve Menşevik taktiklerini anlayamadıkları için Bolşevik olmanın oldukça doğal olduğunu ifade etmiştir 107. Ancak bu dönemde Bolşevikler’in sosyal demokratlar içinde çoğunluğu oluşturduklarını söylemek oldukça zordur. Lenin, organizasyon yönündeki kişisel becerileri ve Rus koşullarına daha fazla hitap eden fikirleri sayesinde süreç içinde sosyalist hareketin lideri olma konumuna gelmeyi başaracaktı. 105

Rosenberg, a.g.e.

106

SCHWARZ, S.M., The Russian Evolution Of 1905 (The Worker’s Movement And The Formation Of

Bolshevism And Menshevism), Chicago, The University Of Chicago Press, 1969, s: 29 107

Schwarz, a.g.e

1901 yılından başlayarak devrimci faaliyet yeni bir öğeyle zenginleşti; Sosyal Demokrat Parti’nin yanında programı hatırı sayılır bir başarı kazanan Sosyalist-Devrimci Parti de Rus siyasal yaşamındaki yerini aldı. Felsefi ve sosyolojik olarak anti-marksist olan Parti, strateji ve doktrinleriyle eski Narodnik hareketin dirilişini temsil etmekteydi. Köylülerin

çıkarlarıyla

sosyalizmi

uzlaştırmaya

çalışan

hareket,

taşradaki

“Mir”

organizasyonu emsal göstererek Rus köylüsünün doğuştan sosyalist olduğunu savunuyordu. Bu çerçevede köylü sorununa yaklaşımları sosyal demokratlardan oldukça farklıydı; sosyal demokratlar işçi sınıfına dayanarak köylülüğün önemini göz ardı ediyor ve köylülerin hızla proleterleşeceğini düşünüyordu, ancak sosyalist devrimciler, köylünün proleterleşmesinin beklenemeyeceğinden hareketle bu kitleyi devrimci harekete eklemlendirebilmek için taşrada etkin bir propaganda faaliyeti yürütüyordu. Programında tüm toprakların doğrudan kamulaştırılmasına yer veren parti, taşra siyasetinde sadece köylere ait toprak hisselerinin arttırılmasını tasarlayan sosyal demokrat partiden oldukça ayrılıyordu 108. Sosyalist devrimciler köylüye bu denli odaklanmalarına karşın sanayi proletaryasını göz ardı etmiyor ve işçileri gelecekteki sosyalist devrimin muhafızları olarak görüyorlardı, ancak yine de köylüler devrimin ana ordusu olacaktı 109. Her iki partinin bir diğer farklılaştıkları konu devrimci faaliyetin yöntemiydi; sosyal demokratlar her türlü suikast ve terör eylemini reddederken, sosyalist devrimciler belli şartlar altında iktidar güçlerine karşı düzenlenecek şiddet eylemlerini gerekli buluyor ve bunu gerçekleştirmekle görevli merkez komitesine bağlı özel bir birimi de bünyelerinde barındırıyorlardı. Genel olarak bakıldığında bunların faaliyet planı taşradaki propagandayla hükümet güçlerine uygulanacak yıldırı eylemlerinin birleşimiydi. Sosyalist devrimciler sosyal demokratlar gibi sosyalizme doğru evrime yol açacak olan demokratik burjuva devrimini hedeflemiyor ve sosyalist devrimin hemen 108

Voline, 2000., s: 25-26

109

Charques, 1965., s: 69

gerçekleştirilebileceğini düşünüyorlardı.

1.5. 1905 Devrimi’nin Oluşum ve Yayılma Süreci 1.5.1. Papaz Gapon Hareketi 1890’ların

sonundan

itibaren

giderek

faaliyet

alanını

genişleten

devrimci

propagandalar ve bunların işçiler arasında sempati kazanmaya başlaması Çarlık hükümetini oldukça rahatsız etmeye başladı. İktidar, sosyalist tehdidin kendi varlıklarına yöneldiğini idrak ederek bu yönde çözümler aramaya başladı. İktidar daha önce başvurulmuş olan sansür, sürgün cezaları ve fabrikalardaki hükümet ajanlarının yetersiz savunma araçları olduğunun farkına vararak işçi hareketini ele geçirmek için oldukça riskli bir plan yaptı. İşçileri kendi yanına çekmek ve hükümete olan güvensizliklerini ortadan kaldırmak amacıyla onların arasına işçi psikolojisinden anlayan ve iktidara sadakati onaylanmış ajanlar gönderilecekti. Moskova için Zubatov, St. Petersburg için ise Peder Gapon hükümetin bu projesinde görev almaya talip oldular. Moskova’da Zubatov’un maskesi çabuk düştü, ancak St. Petersburg’da işler oldukça iyi gidiyordu. Usta bir ajitasyoncu ve örgütleyici olan Gapon, hükümetle işbirliği içinde bizzat liderliğini yaptığı sözde “işçi seksiyonları”nı faal hale getirdi; 1904’ün sonuna doğru bu seksiyonların üye sayısı on bine ulaştı. İşçiler akşamları sorunlarını konuşmak, gazetelere göz atmak ve birkaç konferans dinlemek için kalabalık gruplar halinde bu seksiyonların lokallerine geliyorlardı. Lokallere geliş, Gaponcu işçiler tarafından sıkıca denetleniyor ve devrimci militanların buralara sızmalarına kesinlikle izin verilmiyordu 110. Kısa sürede işçilerin güvenlerini kazanan Gapon, onlara devrimci militanlardan uzak durmalarının gerektiğini ve siyasi değil ekonomik çıkarlarına odaklanmalarını tavsiye ediyordu. Ancak hareket kısa sürede yoğunluk kazanarak farklı bir istikamete yöneldi. 1904 yılının Aralık 110

Voline, 2000., s: 28

ayında, Gapon’un çok sayıda taraftarının çalıştığı St. Petersburg’un en önemli fabrikalarından biri olan Putilov fabrikasının işçileri eyleme başlama kararı aldılar. Gapon’un yardımıyla hazırladıkları oldukça ılımlı ekonomik talepler listesini fabrika müdürüne sundular, fakat talepleri kabul edilmedi. Yasal yolla mücadelenin başarısız olması sonucu oluşan hayal kırıklığı işçilerin kendilerini aldatılmış hissetmesine yol açtı. Gapon, prestijini korumak için hepsinden daha kızmış gibi görünerek Putilov fabrikasının işçilerini var gücüyle tepki göstermeye teşvik etti. İşçiler davalarını grev yoluyla sürdürmeye karar verdiler ve böylece Rusya’daki ciddi boyutlara ulaşan ilk işçi grevi olan Putilov fabrikaları grevi, Aralık 1904’te başlamış oldu. Greve, St.Petersburg’taki tüm işçi seksiyonları destek verdi 111. Gapon’a güvenen hükümet duruma müdahale etmedi. Putilov grevi bir kaç gün içinde adeta St. Petersburg genel grevine dönüştü. Başta ekonomik konulara odaklanan işçilerin siyasal talepler yönünde seslerini yükseltmeleri fazla zaman almadı. 5 Ocak 1905 tarihinde Gapon, Çar’a sunulacak bir dilekçe hazırlama fikrini ortaya attı. Bunu önerirken kafasında işçi kitlesini sakinleştirme beklentisi vardı ve iki gün sonra da bunun hakkında şehrin idarecilerini bilgilendirdi. Sonraki üç gün boyunca Gapon, işçi gruplarıyla görüşerek plana destek vermelerini istedi ve onlara Çar’ın iyi bir insan olduğunu, amaçlarını anladığında mutlaka halkına yardım edeceğini söyledi. Ancak, II. Nikola’nın kendilerini dinlemeyi reddetmesi durumunun söz konusu olması halinde Gapon şunu belirtti: “O zaman bizim Çar’ımız yok” 112. Papazın biri işçi davasında kendini bu denli lider konumuna yükseltirken hem Bolşevikler hem de Menşevikler olan biteni hiç de hoş karşılamadılar. 4 Ocak’ta Menşevikler, işçileri hükümetin hizmetçileri tarafından kurulan cemiyetlere itibar ederek asıl çıkarlarını izlemekten sapmamaları yönünde uyaran broşürler dağıttılar. Bolşevikler ise 111

Voline, 2000, s: 29

112

Ascher, 1988., s: 83

Gapon’un taktiklerine daha sert şekilde karşı çıktılar ve 8 Ocak’ta Çar’dan ricada bulunmanın ne denli boş olduğuna dair broşürler dağıttılar. Broşürlerinde şunlar yazılıydı: “Özgürlük kanla satın alınır, özgürlük sert bir muharebede silahla kazanılır. Çar’a dilenme, hatta ondan hiçbir şey talep etme. 113” Sosyal demokratlar bu görüşlerini Gapon’un cemiyetlerinde işçilere anlatmaya çalıştılar ancak buralardaki ateşli işçilerce susturuldular ve bazen de kapı dışarı edildiler; Gapon’a desteklerini belirtmedikleri hallerde kesinlikle özgürce konuşturulmuyorlardı. Bu arada dilekçe vakası, çeşitli siyasi örgütlere üye muhaliflerin Gapon’a müdahale ederek yazacaklarında daha sert ve daha onurlu üslup kullanması yolundaki ikna çabaları sonucu farklı mahiyete bürünmeye başladı. İlerici iş çevreleri de Gapon üzerinde benzer baskılar uyguladılar 114. Bunu izleyen günlerde Gapon dilekçesinde bunların telkinleri çerçevesinde değişiklikler yaptı. Son biçimiyle dilekçe 115 tam bir çelişki durumu arz ediyordu; yazılış tarzı ile içeriği arasında uyum yoktu; Çar’a “baba olarak” hitap edilen dilekçenin özellikle ilk kısımlarında halkın ne denli aciz durumda yaşadığını oldukça dokunaklı biçimde anlatılıp ondan merhamet dilenilirken dilekçenin yarısından sonrası bir reform paketini andırmaktaydı. “Halkın temsili gerekli; bu halkın kendisine yardım etmesi ve kendisini yönetmesi için gereklidir” gibi radikal bir talebin yanı sıra ifade, basın, toplanma ve ibadet özgürlükleri gibi modern insan hakları istemleri söz konusuydu. Dilekçenin ilk kısımlarında Çar’a yalvaran ifadeler, ikinci kısımda tüm yurttaşlar için medeni hakların maddelendiği içeriğe bürünüyordu. Demokratik seçim sistemi, insan hakları, sendika kurma hakkı ve 8 saatlik çalışma günü istemleri ile Gapon açıkça kendini iktidardan ayrılıp muhalif

113

Schwarz, 1969., s:68

114

Voline, 2000., s: 31

115

Dilekçenin örneği için Bkz. Ascher, 1988., s: 87-89

hareket saflarına katılmış görüntüsü veriyordu. Ancak dilekçede kesinlikle mutlakıyetin kaldırılması ya da isteklerinin kabul edilmemesi halinde şiddete başvuracakları gibi tehdidkar ifadeler yer almıyordu; dilekçe tamamen Çar’a karşı samimi bir tonda yazılmıştı. Çar’a bir dilekçe ile toplu müracaat edilmesi halkın onun iyi niyetine olan safça inancını gösteriyordu. Rusya’daki işçiler taşradan bağlarını tamamen koparmış değildi ve köylülerin onu baba olarak gören sadakat geleneği halen üzerlerinde etkiliydi. İşçi lokallerinde dilekçe örneği okunarak işçilerden imza toplandı ve Kışlık Sarayı önündeki Çar’la randevularından haberdar edildiler. Polis ise Gapon’a güvendiğinden dolayı gelişen olayların gerçek mahiyetini kavrayamamış ve bunları engellemekte oldukça geç kalmıştı. 9 Ocak * Pazar günü aralarında kadın ve çocukların da bulunduğu sayısı 50 bin ile 100 bin arasında olduğu tahmin edilen * devasa işçi yığını Gapon’un önderliğinde kışlık saraya doğru yürüyüşe geçti. Yürüyüşü önceden haber almış olan güvenlik güçleri de harekat planlarını oluşturmuşlardı; buna göre kalabalık kesinlikle saraya yaklaştırılmayacak ve eğer ısrarlı olunursa kimsenin gözünün yaşına bakılmaksızın ateş açılacaktı. Olayların gelişimi de bu yönde seyretti; başkentin sokaklarında katledilen yüzlerce insanın ardından 1905 yılının 9 Ocak günü tarihe “Kanlı Pazar” olarak geçti. Olayların bilançosu hakkında resmi kaynaklar – ki sayıyı daha az göstermiş olmaları mümkündür- 130 ölü ve 299 yaralı olduğu şeklinde bir kayıt düşmüştür 116. Ne Çar’ın ne de adamlarının bir katliam planlamadıkları üzerinde görüş birliği vardır. II. Nikola’nın o gün kışlık sarayda bulunmuyor olması dahi hedef tahtasına yerleştirilecek kişiyi değiştirmedi; tüm kamuoyu katliamda Çar’ı sorumlu tuttu. Halkın hissiyatını o günlerde Odessa’da görev yapan Birleşik Devletler Konsolosu şöyle ifade *

Ruslar’ın eski takvimine göre verilen 9 Ocak günü miladi takvimde 16 Ocak gününe karşılık gelir.

*

Kışlık saraya yürüyen kitlenin sayısı konusunda tam bir mutabakat olmayıp olaya şahit olanlar kitlenin çok

büyük olduğunu ve sayının bu rakamlar arasında olacağını söylemişlerdir. Bkz. Ascher, 1988, s: 90 116

Ascher, a.g.e.

etmiştir: “Tüm sınıflar, otoriteleri ve özellikle de Çar’ı suçluyor. Şu anki hükümdar Rus halkının sevgisini tamamen yitirdi ve gelecek bu hanedan için ne saklıyorsa saklasın, şimdiki Çar bir daha asla halkının arasında güvende olamayacaktır.” 117. Yaşanan bu olaylarda en çarpıcı olan Çar’ın halkının gözündeki yüce imgesinin tamamen yerle bir olmasıydı; yüzyıllardır yaşatılan Çar efsanesine bizzat Çar, kendi elleriyle son vermişti. Katliamın ertesi günü başkentte tek bir atölye ya da fabrika işbaşı yapmadı. Grev yapmanın illegal olduğu ve bir çok işçinin bir tane greve katılırken bile yoğun psikolojik ikilemler yaşadığı bu ülkede, tüm sonuçlarını göze alarak böyle bir eyleme girişilmesinin taşıdığı anlam muazzamdır. Başkentin yanısıra diğer şehirlerde yaşayan işçiler de iş durdurma eylemleriyle katliama tepkilerini gösterdiler. Gapon’un liderlik ettiği işçi eylemleri gibi St. Petersburg grevi de kendiliğinden gelişti. Grevin başlamasında hiçbir siyasi parti ya da grev komitesinin rolü yoktu. Kanlı Pazar’dan üç hafta sonra ülkedeki işçi huzursuzluğunun nedenlerini araştırmak ve çözümler üretmek amacıyla hükümet bir komisyon kurdu. Senato ve devlet konseyi üyesi Shidlovski’nin başına atandığı ve bu yüzden “Shidlovski Komisyonu” olarak adlandırılan platformun, devletin temsilcileri ve işverenlerin yanı sıra işçiler tarafından bizzat oy kullanılarak seçilecek işçi temsilcilerinden oluşması öngörülmüştü. Hükümet daha önce de işçi huzursuzluğunun sebeplerini inceleyen komisyonlar kurdurmuştu, fakat hiç biri işçilerin seçilmiş temsilcilerini içermiyordu. Menşevikler düzenlenecek olan temsilci seçimi sürecini ajitasyon için bulunmaz bir fırsat olacağı öngörüsüyle konuyla ilgilenmeye karar verdiler; Bolşevikler ise komisyona küçümser bir edayla yaklaştılar 118. Menşevik ajitasyonun etkisiyle işçi seçmenleri komisyona seçilecek temsilciler için konuşma özgürlüğü ve kişisel dokunulmazlık gibi haklar talep etti. Hükümet taleplerini cevapsız bırakınca işçi temsilcileri 117

Aktaran, Ascher, a.g.e.

118

Schwarz, 1969 , s: 27

komisyona katılmayı reddetti ve komisyon hiç toplanamadan dağılmış oldu. Komisyon sonuç itibariyle bir fiyasko olsa da işçi temsilcilerini seçmek için düzenlenen kampanyalar St. Petersburg’daki işçilerin siyasal eğitiminin gelişmesinde ve özellikle de “İşçi Temsilcileri Sovyeti” fikrine hazırlanmalarında oldukça etkili olmuştur. Kampanyalar, Menşevikler’in fikirlerini de etkilemiş ve kitlelerle daha yakın iletişimi sağlayacak örgütsel biçimlere yönelişi teşvik etmiştir 119. 1905 yazıyla birlikte ordu ve donanmada büyük çapta karışıklıklar ortaya çıktı. Haziran ayında Potemkin adlı Karadeniz donanmasına ait bir zırhlıda çıkan isyan bunların en ünlüsüdür. Tüm ülke yavaş yavaş kaosa sürükleniyordu. Rus-Japon savaşında ard arda gelen bozgunların zayıflattığı iktidar, muhalif harekete karşı savaşabilmek için gereken paradan da yoksundu. Çarlık rejiminin düştüğü bu aciz durum kitleler tarafından da gözle görülür bir hal alırken muhalif güçler de mücadelelerinde cesaretleniyorlardı. Axelrod’un liderliğindeki Menşevikler, 1905 yılının bahar aylarından itibaren kitlelerle ilişkilerinde iki yönteme meylettiler; birincisi, Rus işçilerinin partizan olmayan geniş bir işçi örgütü kurmaya teşvik etmekti; ikincisi ise tüm Rus halkının kendilerini ifade edebilmelerini sağlamak amacıyla bu mücadele içinde yer almaya ve devrimci kendi kendini yöneten yerel kuruluşlar kurmaya çağırmaktı. Axelrod, Iskra bünyesinde bu fikirlerini geliştirirken, Lenin’den sert eleştirilere maruz kaldı. Lenin’e göre Axelrod saçmalıyor ve tam bir ihanet sergiliyordu. Axelrod’un zamanla milli kongre şekline dönüşeceğini düşündüğü kendi kendini yöneten devrimci yerel örgütler fikri merkezden güdümlü devrim anlayışına aykırıydı. Lenin, milli kongrenin, dağınık ve örgütsüz kitlelerin ve de yerel toplulukların delegelerinin toplanmasıyla değil, büyük ölçüde örgütlenmiş bulunan devrimci partinin delegelerinin toplanmasıyla oluşması gerektiğini düşünüyordu. Lenin, partinin devrimin ve devletin öncüsü ve de yönetici gücün çekirdeği olmasının gerektiğini savunurken, Axelrod aşağıdan başlayan ve sonunda milli 119

Schwarz, 1969 , s: 28-29

temsil oluşumuna dönüşecek bir devrimi savunuyordu 120. Lenin’in Menşevikler’le ayrıldığı bir diğer nokta sınıflara yaklaşım tarzıydı. Lenin, 1905 yılındaki olayları izleyerekten aynı yılın Haziran ayında yayınladığı “BurjuvaDemokratik Devriminde Sosyal Demokrasinin İki Taktiği” adlı çalışmasında proletarya ve köylünün demokratik diktatörlüğü fikrini ilk kez formüle etti. Buna göre Rusya’da oluşmaya başlayan devrim, burjuva devrimi olmalıydı ve eğer bu devrim başarılırsa sadece, Batı Avrupa’daki gibi medeni haklar ve siyasal özgürlükleri içeren burjuva karakterli parlamenter sistemin kurulmasına yol açmalıydı. Fakat Rus burjuvazisinin bir devrime önderlik etmek için çok zayıf olmasından dolayı Parti tarafından önderlik edilecek işçi sınıfı, lider rolünü oynayacaktı. İşçi sınıfı bu savaşımında köylüyle ittifaka girmeliydi. Lenin, işçi-köylü ittifakından bahsederken Menşevikler burjuvaziyi müttefik olarak seçme yanlısıydı. Menşevikler, köylüyü geri, siyasete ilgisiz ve ne yapacağı kestirilemeyeceğinden dolayı güvenilmez buluyordu. Lenin de köylülerin bu niteliklerini inkar etmiyordu ancak onların daha fazla toprağa sahip olmak içten içe besledikleri yıkıcı potansiyelin farkındaydı. Ayrıca köylü kitlelerinin son kertede kaybedecek çok daha fazla şeyi olan burjuvalara göre kolaylıkla devrimci harekete eklemlendirilebileceklerini düşünüyordu 121 ki tarih onu bu yönde fazlasıyla haklı çıkaracaktı. 1905 yılında şehirler kadar olmasa da köylerde de yoğun huzursuzluklar söz konusuydu. Özellikle de sosyalist devrimci parti ülkenin dört bir yanında yürüttüğü devrimci propagandasında taşraya odaklanmıştı. Bunlar, köylüleri toprak beylerine karşı kışkırtarak tarım sahalarında genel bir greve yol açmak ve eğer bununla da hükümet dize getirilemezse

120

WOLFE, B.D., Devrim Yapan Üç Adam, Ankara, Türk Siyasi İlimler Derneği Yayınları, 1969, s: 370-371

121

MC KENZIE, K.E., Lenin’s “Revolutionary Democratic Dictatorship of the Proletariat and Peasantry”,

Essays in Russian and Soviet Historiographi (In Honour of Geroid Tanquary Robinson), Der: J. Shelton Curtiss, New York, Columbia University Press, 1963, s: 153

vergi ödememe ve orduya asker vermeme gibi boykot girişimlerine yönlendirmek gibi taktikler

benimsemişlerdi 122.

Sosyalist

devrimcilerin

Moskova’da

Mayıs

ayında

düzenledikleri bir kongrede bir araya gelen köylü delegeleri “Bütün Ruslar’ın Köylü Birliği” adında bir örgüt kurmaya karar verdi. 31 Temmuz’da toplanan birliğin ilk kongresinde 22 eyaletten gelen delegeler, Sosyalist Devrimcilerin söz konusu taktiğini kabul ettiler. Yapılan kongre esnasında taşradaki soruna, toprakta özel mülkiyetinin kaldırılması ve toprağın tüm köylülerin ortak mülkiyetine geçirilmesi şeklinde çözümler önerildi. Köylü birliği tüm köylünün bakış açısını vermekten oldukça uzaktı; delegeler daha çok sosyalist devrimci ve diğer radikal entelektüel hareketlerin etkisinde olduklarından dolayı görüşleri de bunların etkisinde şekillendi 123. 1905 yılındaki köylü ayaklanmalarında bu birliğin kışkırtmaları oldukça etkili oldu. Ekonomik stres, devrimci kışkırtmalar ve özellikle sınır bölgelerindeki yerleşim yerlerinde beliren milliyetçilik köylü ayaklanmalarının geniş ölçekte yayılması sonucunu verdi. Japonya ile halen süren savaşın Rusya adına kötü geçtiği üzerine köylere ulaşan haberler, cepheye bir çok insanını göndermiş bu kesimde iktidara karşı kızgınlığın artmasına yol açtı. Daha çok toprak beylerinin mülklerini yakıp yağmalamak şeklinde gelişen bu isyanların örgütlenme ve siyasallaşma boyutu ülke tarihi içinde örneği görülmemiş oranlara vardı 124. Ülke bu denli kaynarken liberaller de boş durmadı; Mayıs ayında Moskova’da yapılan bir toplantıyla “Birlikler Birliği” kuruldu ve başkanlığına da Prof. Milyukov seçildi. Bunlar önceden var olan özgürlük birliği ve zemstvo hareketiyle birlikte bir yasama meclisi kurulması yönündeki kampanyaya katıldılar. Üç liberal hareket de aynı eğilimdeki kişilerce

122

SETON-WATSON, H., The Russian Empire (1801-1917), London, Oxford University Press, 1967, s: 602

123

Charques, 1965 .,s: 162

124

Rogger,1983, s: 210

kontrol ediliyor olsa da üyeleri en radikal olanlar Birlikler Birliği’nin saflarında yer alıyordu 125. Zemstvo hareketi de 1905’in ortalarından itibaren tam bir parlamenter yönetim isteyen eğilimin hakimiyetine geçmişti. 6 Haziran 1905 tarihinde Çar’ı ziyaret eden zemstvo üyelerinin oluşturduğu bir heyet, Duma’nın çağrılması gerektiğini kendisine iletti. Ülkedeki huzursuzluktan telaşlanan hükümet, 6 Ağustos tarihli bir kanunla Duma’nın çağrılacağını ilan etti. İçişleri bakanı Buligin tarafından hazırlanan Duma projesi tam bir hayal kırıklığı oldu, çünkü bu Duma, ancak danışma mahiyetinde olacak şekilde tasarlanmıştı; yani tek başına kanun çıkarma gibi bir işlevi olamayacaktı. Ayrıca Duma'nın seçimlerinde benimsenmesi öngörülen sistem, eşitsizlik üzerine kuruluydu; seçmenlerin yüzde 43.4’ünü köylüler, yüzde 33.4’ünü toprak beyleri ve yüzde 23.3’ünü varlıklı kentlilerin oluşturacağı bir seçim sisteminde kentliler, fakirler ve gayri-Ruslar için ayrımcılık arz eden bir çok nokta vardı 126. Hükümetin bu kararı, halk çapında hoşnutsuzluğu arttırmaktan başka bir işe yaramadı ve zemstvo üyelerinin de çok küçük bir azınlığını memnun edebildi. Ağustos ayı sonunda “Anayasal-Demokratik” adını taşıyacak bir parti kurmak için zemstvo birlikleri ve Özgürlük Birliği ortak bir komisyon oluşturdu. Bu noktada köklü zemstvo hareketi ikiye bölündü; çoğunluk radikal bir politik programı kabul ederken, azınlıkta kalan bir kısım üye sadece danışma niteliği taşıyan bir meclisle yetinilmesi gerektiği şeklinde tavır aldı. Anayasal Demokrat Parti’nin kuruluş kongresi 17 Ekim manifestosuyla aynı günde yapılacaktı.

1.5.2. Ekim Genel Grevi Papaz Gapon’un önderliğindeki işçi gösterisi ve akabinde gelen katliamın ateşini yaktığı devrimci süreci sonuca bağlayacak olan tarihsel olay, Ekim Genel Grevi’dir. Grev, Rus tarihinin yanı sıra dünya tarihi için de o zamana dek eşi benzeri görülmemiş devasa bir 125

Seton-Watson, 1967 ., s: 603

126

Rogger, 1983, s: 212

hareketti. Tüm ulusun topluca gittiği başka bir grevin örneği tarihte yaşanmamıştı. Ekim Genel Grevi, Kanlı Pazar olayının ertesi günü yapılan greve oranlandığında daha az kendiliğindendi; aylar öncesinden böyle bir grevin yapılacağı dedikoduları tüm ülkeye yayılmış, çok sayıda grev komitesi ve Sovyet tarafından planlanma ve örgütlenme çalışmalarına girişmişti. Ancak grevin adım adım planlanmış olması gibi bir durum da kesinlikle söz konusu değildi. Grev ateşinin yakılmasının ardından peş peşe gelen meslek gruplarının katılımları sayesinde hareket genişledi. Grevin en öne çıkan unsurlarından biri planlamada ve yürütmede herhangi bir siyasal örgütün tekelci bir pozisyonunun olmayışıydı; tüm sınıfların ve muhalif örgütlerin otokratik rejimi yıkmak için girdikleri geçici ittifak, grevin en öne çıkan niteliğiydi. Kanlı Pazar olayını takiben Ekim ayına dek Rusya’da son on yılda olan grevinden daha fazla grev olmuştu. Ekim’deki genel greve giden grev zincirini ise başlatan 19 Eylül tarihinde Moskova’daki matbaa işçilerinin yaptığı genel grevdi; fırın ve tütün sektöründe çalışan işçiler de kısa süre sonra onlara eşlik ettiler. 7 Ekim tarihinde Moskova-Kazan demiryolu işçilerinin başlattığı grevin ülke hayatına etkisi çok daha büyük oldu; çünkü bu sektörün işçileri kadar hareket kabiliyetine sahip bir başka sektör olamazdı. Bir gün bir şehirde diğer gün başkasında olabilen demiryolu işçileri grevin yaygınlaşması için büyük çaba harcadılar; 26 bin millik demiryolu hatlarındaki 75 bin işçi ve diğer personel on gün içinde greve katıldı 127. Demiryollarının durması tüm Rus sanayisinin durması anlamına geliyordu. 11 Ekim’de grev, tüm fabrika ve kuruluşlara yayılarak genel bir hal aldı. Rusya’da tüm demiryolu, fabrika, posta-telgraf işçileri ve okullar faaliyetlerini durdurdular. Bu noktada orta sınıf aydınları, serbest meslek sahipleri ve sanayicilerin de greve katılmış olmalarının önemi büyüktü. İşverenlerin çoğu greve sempatiyle bakıyorlar ve

bazıları greve giden

işçilere yarım ücret ve hatta tam ücret ödemeye devam ediyordu. Bunun yanı sıra işverenlerin 127

Pokrovskii, 1970b ., s: 148

bir kısmı devrimci basını da maddi olarak destekledi. Bolşevikler’in yayın organı olan Novaya Zhin gazetesinin parasının büyük kısmını zengin kapitalistler verdi; Menşevik ve Sosyal Devrimciler’in günlük gazetelerinde de aynı durum söz konusuydu 128. Anayasalcı Demokrat Parti ilk ulusal genel kurul toplantısını grev esnasında yapmış ve grevi desteklediğini bildirmişti. Ekim Genel Grevi’nin en öne çıkan yanlarından biri, 13 Ekim’de St. Petersburg’daki işçilerin grevi yönetme amacıyla temsilciler seçme şeklinde “İşçi Temsilcileri Sovyeti *” kurma girişimleriydi. Grevin en karışık günlerinde kurulan St. Petersburg Sovyet’i, sosyalist örgütler tarafından değil, Shidlovski komisyonu için daha önceden seçilmiş kişilerce oluşturuldu. Menşevikler’in, Shidlovski komisyonu çerçevesinde yoğun çalışmaları sonucu sovyetin kurucularının bu fraksiyona eğilimleri daha güçlüydü, ancak kurulan Sovyet Menşevik ve Bolşevikler’in dışında bir girişimdi. Ekim Genel Grevi esnasında St. Petersburg Sovyeti’nin genel başkan yardımcılığını yapacak olan Troçki, oluşumu şu şekilde nitelendirmiştir: “Sovyet, olayların seyrinden doğan nesnel bir gereksinmeye yanıt olarak ortaya çıktı. Otorite sahibi olan ama hiçbir geleneğe dayanmayan Sovyet, gerçekte hiçbir örgütsel mekanizmaya sahip değilken, dağınık durumdaki yüzbinlerce insanı hemen içine alabilen; proleterya içindeki devrimci akımları birleştiren, insiyatif ve kendiliğinden bir öz denetim yeteneğine sahip olan; ve hepsinden önemlisi 24 saat içinde yer altından çıkabilen bir örgütlenmeydi…Böylesi bir örgütlenme, ortaya çıktığı gün kitlelerin gözünde otorite sahibi olmak için, en geniş temsile dayanmak zorundaydı. Bu nasıl başarılırdı? Yanıt kendiliğinden geldi. Üretim süreci, örgütsel 128

*

Wolfe, 1969 ., s: 381

Sovyet, Rusça’da “meclis” anlamına gelir.

anlamda henüz oldukça deneyimsiz olan proleter kitleler arasında tek bağ olduğundan, temsil fabrika ve tesislere uygulanmak zorundaydı.” 129 Sovyetlerin kurulması konusu daha önceleri Bolşevik ve Menşevikler arasında hararetli tartışmalara konu olmuştu. Menşevikler, Sovyetler’in kurulmasını savuna geldikleri “partizan olmayan işçi örgütleri” fikriyle paralel görerek oluşumda etkin rol almaya soyundular. Bolşevikler ise Parti’nin yerine, kontrolü imkansız ve güvenilemez olarak niteledikleri bu tarz oluşumlara sıcak bakmıyorlardı; hatta Bolşevikler’in Petersburg Komitesi toplantıları boykota dahi kalkıştı 130. Ancak daha sonra fikirlerini değiştirerek oluşuma iştirak ettiler. St. Petersburg Sovyeti her ne kadar kendiliğinden ortaya çıkmış olsa da kurulduğu andan itibaren Menşevikler, sovyet içinde etkin bir rol oynamaya soyundular. Ekim ayındaki genel grevi yönetecek işçi kurulunun belirlendiği seçimlerde, Menşevikler delegeler arasında çoğunluğu elde ederek, sovyet üzerinde güçlü bir nüfuz kurdular. Partili olmayan Georgii Nasar adında bir hukukçuyu Sovyet Birinci başkanlığına getiren Menşevikler, sovyet içindeki kendi grupları için sovyet başkan yardımcılığı görevini de Troçki’ye verdiler. Ekim Grevi’nin başlarında Finlandiya’da bulunan Troçki, grev başlar başlamaz St. Petersburg’a gelmişti. O ana dek gelecek vadeden bir partili olan Troçki, sovyetteki görevi esnasındaki başarıları sayesinde bir anda oluşumun en parlak önderi oldu. Ekim Genel Grevi’nin kendisinin de hem teorik görüşünde hem de siyasal kariyerinde çok büyük önemi olduğunu anılarında belirten Troçki, grev esnasında proletaryanın devrimci önderlik niteliğinin kendini kaçınılmaz bir gerçek olarak ortaya çıkarmasını, kendisine ait olan “sürekli devrim” teorisinin geçirdiği ilk başarılı test olarak görmüştür 131.

129

TROÇKİ, L., 1905, İstanbul, Tarih Bilinci Yayınları, 2000, s: 103

130

Wolfe, 1969 , s: 376

131

Trotsky, 197., s: 185

Ekim Grevi esnasında ülke çapında görülen muazzam birlik ve dayanışma duygusu karşısında Çarlık hükümetinin eli kolu bağlı kaldı. Kentlerin grevine köylülerin ağalarının topraklarını yakıp yağmalayarak ve ordudaki özellikle erlerin de isyan ve yağma girişimleriyle eşlik ettiği böyle bir ortamda Nikola’nın direnmeye gücü kalmamıştı. Eski maliye bakanı, hükümet kabinesinin yeni başkanı Witte, ne yapacağını şaşıran hükümet üyelerini Duma’nın çağrılmasının ve halkı tatmin edecek bir bildirinin gereği konusunda ikna etmeyi başardı. II. Nikola her ne kadar ilkelerine aykırı olsa da başka bir çıkar yol bulamadığından dolayı Witte’nin önerisini onayladı ve 17 Ekim 1905 tarihinde otokrasiyi meşruti monarşi rejimine dönüştürecek olan ünlü “Ekim Bildirisi” yayınlandı. Bildiriyle Çar, en kısa zamanda basın, örgütlenme, toplanma ve düşünce özgürlüklerini içeren siyasal hakların halka bahşedileceğinin ve ülke yönetiminde kendisine yardımcı olması için Duma’nın toplantıya çağrılacağı vaadinde bulundu. Sonuç olarak bu şekliyle bildiri, bir anayasa sözünün verildiği anlamına geliyordu. Bu bildiriyi imzalarken Nikola’nın ne denli çaresiz bir durumda kaldığı, annesine yazdığı mektuptaki şu satırlarda açıkça görülebilir: “hatırlayacaksınız, kuşkusuz, “Kanlı Pazar” sonrası Ocak ayı günlerini. O zamanlar hep beraber Tsarkov’daydık. Çok yoksul ve zavallılardı, öyle değiller miydi? Fakat bunlar; şimdi olup bitenler hiç onlara benzemiyor… Beni hasta ediyorlar… Bakanlarım zamanında ve tez kararlar alacakları yerde, ürkütülmüş tavuklar gibi nazırlar kuruluna giriyorlar ve ortaklaşa bir karar almaksızın tavuklar gibi gürültü patırtı ediyorlar… insan yaz ortasındaki gök gürlemesi ve fırtınaların kokusunu duyuyor sanki… Açık kalan sadece iki yol vardı: enerjik bir asker bulmak ve (ordu ile) ihtilali, kuvvet kullanıp bastırmak… böyle bir şey demek, seller gibi kan akması ve sonunda gene, ilk başladığımız noktaya gelmemiz demek olacaktı… Diğer çıkar yol ise halkın siyasal hürriyetlerini tanımak, söz ve basın hürriyetini

kabul etmek ve ayrıca Devlet Duma’sının tespit edeceği kanunlara baş eğmek –bu, hiç kuşkusuz, bir anayasa demek olacaktı. Bunu iki gün süreyle tartıştık ve sonunda, Allah’ın yardımına sığınarak, imzaladım… Boyun eğmekten ve kim ne istiyorsa vermekten başka çare kalmamıştı… İdare cihazımız görünür bir başıboşluk içindeyken, kendimizi bir ihtilalin içinde bulduk. En büyük tehlike devlet cihazının bu başıboşluğunda… 132 Çar’ın bildirisinin ardından ülkede tam bir ihtilal havası yaşandı; caddelerde ihtilalci gösteriler yapılıyor, mitingler düzenleniyor ve ateşli nutuklar atılıyordu. Ancak Bildirge, devrimci eylemleri bıçak gibi kesemedi; St. Petersburg örneğinden etkilenilerek, Moskova, Odessa ve diğer bazı şehirlerde de sovyetler kuruldu. Hatta Mançurya’da bulunup henüz terhis edilmemiş askeri kıtaların bazılarında “Asker Murahhasları Sovyeti” kuruldu. 27 Ekim tarihinde Petersburg’un yanı başındaki Kronştad’taki deniz erleri ayaklanarak şehri ele geçirdiler ve şehrin subaylarının ve zenginlerinin mülklerini yağmaladılar. Hükümete sadık kalan kıtaların yetişmesiyle isyan bastırıldı. Bu arada her ne kadar ülke çapında grev ve ayaklanmalar devam ediyor olsa da Bildiri, halkın ılımlı kısmını grevden ayırma olan amacına ulaşmıştı. Grevin ateşli günlerinde hükümet dize getirmek için lokavt yoluyla işçileri sokağa döken sanayiciler, bu sefer lokavtı işçi hareketini bastırmak için kullandılar 133. Bunun yanı sıra, Bildirge ile uğruna savaştıkları şeylere ulaştıklarını sanan işçiler büyük kitleler halinde savaşımlarından geri çekilmeye başlıyorlardı. 31 Ekim’de Moskova grevi biterken, 3 Kasım’da Petersburg Sovyeti düzenli bir şekilde fabrikalarda işbaşı yapılacağını duyurdu. Kasım ayında 8 saatlik işgünü için bir genel grev düzenlendi ancak işverenlerin karşı safa geçmesi sonucu başarısız oldu. Aralık ayında Moskova’da başlayan ve işçilerin yanı sıra köylü ayaklanmaları ve askeri birliklerdeki isyanların eşlik etmesiyle genel grev 132

Aktaran, Wolfe, 1969, s: 382

133

Pokrovskii, 1970c, s: 80

havasına bürünen hareket, öncekilerin aksine katılımcıların silahlanması çerçevesinde farklı bir niteliğe büründü. Grev, hükümetin sert tedbirler alması çerçevesinde Moskova şehrinin dörtte birinin topçu bombardımanına tutulmasıyla sonuçlandı.

1.5.3. Devrim Sonrasında Çarlık’ta Siyasal Yaşam Ekim Grevi’ni sonlandıran Çar Manifestosu Rus siyasal sisteminde parlementer dönemin başlangıcı oldu. Manifestonun ardından geçen bir buçuk aylık süre “Özgürlük Günleri” olarak anılır. Sansür bir hayli gevşetildi; bu dönemde söz konusu olan tek sansür, Sovyet’in basımevi dizgicilerini kullanarak kendilerine sataşan yazı ve kitapların basılmaması için yürüttükleri basını engelleyici çabalardı. Ayrıca hapishanelerdeki bir kısım mahkum serbest bırakıldı. Ancak Japonya’yla olan savaşı bitiren ve Fransa’dan borç alınarak ekonomik olarak güven kazanan hükümet, Ekim Bildirgesi’yle verilen kimi özgürlükleri geri almaya başladı; 1905 sonuna doğru devrimci basın yasaklandı ve toplu tutuklamalar başladı; el altından devrimcilerin ve işçilerin örgütlerinin tasfiyesine başlandı. Özellikle karışıklıkların yoğun olduğu bölgelerde sert polisiye önlemler alındı. Hükümet, verdiklerini bir bir toplarken, dokunmaya cesaret edemeyeceği tek bir kurum vardı; yakında toplanacak olan Duma. 11 Aralık 1905’te Başbakan Witte’nin hazırladığı seçim kanununda seçme hakkı herkese verilmiyordu; kadınlar, 50’den az kişi çalıştıran işletmelerdeki işçiler, topraksız köylüler, fiilen askerlik yapanlar ve öğrenciler oy kullanamayacaktı. Seçmenlerde yaş sınırının 25 olacağı seçimlerde toprak sahipleri 2 bin, şehirliler 7 bin, köylüler 30 bin ve işçiler 90 bin kişide bir milletvekili seçebileceklerdi134. Seçim sistemindeki bu eşitsizlik hali, iktidarın halen en yakın müttefik olarak toprak beylerini gördüğünün ve en çok da işçilerin siyasi katılımından korktuğunun göstergesiydi. Ama asıl hayal kırıklığı Duma’nın toplanmasından birkaç gün önce, 27 Nisan 1906’da “Devlet Temel Yasaları” idi. Yasa, 134

Rogger, 1983, s:53

Duma’yı birçok yönden kısıtlayan maddelerle doluydu; öncelikle Duma’nın anayasayı değiştirme yönündeki yetkilerini es geçiyordu; hükümet Duma’yı yılda sadece iki ay çağıracaktı. Yasaya göre, Rusya Devleti içinde en yüksek hakimiyet Çar’a ait olacaktı ve eğer Çar temel kanunlarda değişiklik yapma gereği görürse bunu Duma’da görüşmeksizin yapabilecekti. Bunun yanı sıra Duma’nın sahip olduğu hakların aynısına sahip olan bir Devlet Konseyi’nin varlığı söz konusuydu; iki yüz üyesi bulunan konseyin üyelerinin yarısı Çar tarafından atanırken, geri kalan kısmı Ortodoks kilisesi, zemstvolar, üniversiteler, aristokratların birlikleri ve ticaret ve sanayi örgütleri tarafından seçilmek suretiyle oluşturulacaktı. Kanun teklifleri önce Duma’da müzakere edilip kabul edildikten sonra Devlet Konseyi’ne gidecek ve burada kabulünü takiben Çar’ın onayına sunulacaktı; Çar bu kabulleri onaylamak yada reddetmekte özgürdü. Çar, böylece tüm yürütme erkini bir şekilde yine elinde tutmuş oluyor ve tüm yasama faaliyetlerinde karar mercii olma durumunu sürdürüyordu. Temel Yasa’nın 87. Maddesine göre Duma toplantı halinde değilse, daha sonra onaylaması kaydıyla, aciliyet gerektiren konularda kendi başına ferman yayınlama hakkı da Çar’a tanınmıştı. Bunun yanı sıra Devlet Konseyi’nin oluşturulmuş olması da tamamen Duma’nın yasama faaliyetlerindeki nüfuzunu kırmak maksadını taşıyordu. Bu haliyle Duma’nın konumu tamamen bir danışma organı olmaktan öteye gidemiyordu; temel faaliyet alanı çıkarılacak yasaları tartışmak, üzerlerinde düzeltme yapmak ve bakanlardan gelecek önerileri onaylamak olacaktı. Faaliyeti bu kadar kısıtlanmış olan Duma, Batı Avrupa’daki parlamentolara göre oldukça sınırlı hareket alanı olan bir kurumdu. Halka böyle bir parlamento bahşederek Nikola, 17 Ekim Bildirgesi’nde dile getirilmiş olan yeni yönetim ilkelerinden de sapmış oluyordu.

Çar’ın radikal bir reformist olduğu için Witte’yi

başbakanlıktan azlederek yerine koyu reaksiyoner olan Goreyemkin’i getirmesi de yeni rejimin mahiyetini açıklayıcı bir durum teşkil ediyordu. Ekim Bildirgesi’ne kadar Rusya’da sadece iki parti vardı; Sosyal Demokrat Parti ve

Sosyalist Devrimci Parti. İllegal olarak faaliyet gösteren bu partilere, Bildirge yayınlanır yayınlanmaz kurulan “Anayasal-Demokrat Parti (KADET)” eklendi. Şehirli memur ve serbest meslek sahipleri, liberal toprak ağaları ve liberal aydınların çoğunluğunu arkasına alan Kadet Partisi büyük iş çevrelerinin çıkarlarını savunuyordu. Ticari ve tefeci sermayenin çıkarları ise Oktobrist Parti tarafından gözetilecekti. Ülkenin muhafazakar unsurları ise “Rus Halkının Birliği Partisi” çatısı altında buluştular. Siyasetin sağ kulvarında yer alan bu partiler içinde Kadetler ilk seçimdeki başarılarıyla öne çıktılar ve liberal eğilimin odak merkezini oluşturdular. Parti, Ekim Genel Grevi’ni desteklemiş olsa da, sular durulduğu gibi monarşiyi savunur bir taktiği benimsedi. Ekim Bildirgesi’ni izleyen bir buçuk aylık özgürlük günlerinde Sosyal-Demokrat Parti geniş ve özgür bir hareket sahası buldu. Bu durum St. Petersburg Sovyeti için de geçerliydi. Ancak Kasım ayının sonunda hükümet Sovyet genel başkanı Nassar’ı tutukladı ve 3 Aralık’ta Sovyet binası zaptedilerek 190 kişi tutuklandı, bunların arasında Troçki de vardı. Hükümet bununla da kalmayarak Moskova ve diğer eyaletlerdeki sovyetleri dağıttı. SosyalDemokrat gazeteler kapatıldı ve sosyalist olan olmayan tüm işçi örgütleri ardarda ortadan kaldırılmaya başlandı. Sosyal-Demokrasi bir anda kendini, Ekim Grevi öncesindeki sıkıntılı durumunda buldu; her ne kadar parti artık legal olsa da faaliyetleri büyük baskı altındaydı. Nisan 1906’da Sosyal Demokrat Parti 4. Kongresini Stokholm’de düzenledi. Kongrede Bolşevikler ve Menşevikler bir araya gelebilmiş olsalar da aralarındaki ayrılıklar keskinleşmeye devam ediyordu. Kongrede üyeler Duma seçiminde alacakları tavrı tartıştılar. Partinin geneli, seçimleri boykot etmek yönünde eğilim sergiledi; silahlı devrimci eylemlerin başarıya ulaşma şansı olabileceğini tahmin ettikleri bu ortamda gerçek bir politik güce sahip olunmadan iştirak edilecek yarı-parlamenter nitelikteki bir seçimin kitleleri asıl hedeflerinden saptırabileceğini düşünüyorlarlardı 135. Kongre sonunda Parti’nin Duma’da bir grup 135

Seton-Watson, 1967 , s: 620

oluşturmasına ve söz konusu grubun partinin merkez teşkilatının direktifleri doğrultusunda hareket etmesine karar verdi. Parti, 1906’daki seçimlere, güçlü oldukları Transkafkasya bölgesi dışında katılmadı. 1906 yılının Nisan ayındaki seçimleri takiben oluşan ilk Duma’da 179 vekil çıkaran Kadetler en güçlü grup oldu. Sosyalist Devrimciler seçimlere girmemiş olsalar da kendi sempatizanlarını seçtirmeyi başardı ve bunların “Emekçi Grubu” adıyla oluşturdukları birlik 94 kişiyle Duma’nın ikinci büyük grubu oldu. Sosyal Demokratlar, çoğunluğu Gürcistan’dan gelen 18 milletvekiliyle temsil edilirken, Oktobristler 17 ve Rus Halkının Birliği Partisi’nde toplanan aşırı muhafazakarlar 15 vekille Duma’da yer aldılar 136. Bunların yanı sıra azınlıklar da güçlü bir şekilde mecliste temsil edildiler. Mayıs’ta toplanan I. Duma, monarşiye muhalif bir yapı arz ettiğinden dolayı Çar tarafından beğenilmeyip feshedildi. Çar, bunu yaparken Duma’nın tamamen ortadan kaldırılmasını istemiyor ancak daha itaatkar bir meclisin seçilmesini arzuluyordu. I. Duma dağıtıldığı sırada Çar Goremyıkin’i azledip, kabine başkanı olarak yerine Stolipin’i getirdi. II. Duma’yı oluşturacak seçimlerde Kadetler’in oyu yarı yarıya azalırken, daha muhafazakar olan Oktobristler güçlendi. Bu seçimlerde Sosyal Demokratlar 65, Sosyalist Devrimciler 34 vekil çıkardılar. II. Duma ilkine oranla daha dik kafalı bir tutum takındı ve bunun sonucunda dört ay sonra dağıtıldı. III. Duma seçimleri yapılmadan önce Stolipin seçim kanununda ülkenin muhafazakar unsurlarının milletvekili seçme oranlarını arttıran bazı değişiklikler yaptı. Değişiklikler etkisini hemen hissettirdi ve III. Duma’da Oktobristler 120 sandalyeyle en fazla temsilciye sahip oldu. Rus Milliyetçileri 76 sandalyeyle onları takip ederken, eski Kadet yeni “Halkın Özgürlük Partisi” 52 sandalyeyle kan kaybını sürdürdü; Sosyal Demokratlar ise 14 sandalyeyle yetindiler 137. III. Duma 1907-1912 yılları arasındaki normal süresini doldurabildi. 1912’de seçilen ve 136

Seton-Watson, a.g.e.

137

Seton-Watson, 1967 , s: 623

çoğunluğunu Oktobristler’in oluşturduğu IV. Duma da varlığını 1917’ye dek sürdürdü. 1905 Devrimi’yle gelen parlamenter rejim, Çar’ın otoriteyi paylaşmama yönündeki istikrarlı tutumu ve Duma’ya olan müdahaleleri sonucu içi boşaltılmış bir niteliğe büründü. Yeni rejim halk tabanında tam anlamıyla hayal kırıklığı yaratırken her geçen gün sayıları artan Çarlık karşıtı kesimlerin şiddete eğilimleri de bu paralelde artmaktaydı. Devrimin neredeyse tek çıkış yolu olarak kaçınılmaz hale geldiği ülke ortamında eksik olan kıvılcım 1914’te geldi. I. Dünya Savaşı’ndaki başarısızlık ülkeyi devrimin kucağına sürüklerken proletarya 1905 yılında başladığı işe 1917 yılının Ekim ayında Çarlık’ın külleri üzerinden yükselttiği sosyalist cumhuriyetle son noktayı koyacaktı.

BÖLÜM II. 1908 JÖN TÜRK DEVRİMİ 1908 yılının Temmuz ayında Makedonya’da bulunan İttihat ve Terakki örgütüne bağlı askerlerin anayasal rejim talepleriyle Osmanlı hükümetini dize getirmeleri ve 30 yılı aşkındır süren II. Abdülhamit’in istibdat rejimine son vermeleri sonucunu doğuran ayaklanma hareketi, Osmanlı İmparatorluk tarihinin dönüm noktalarından birini teşkil etmektedir. Fransız Devrimi’nin ardından dünyayı saran ulusalcı akımların iyiden iyiye

zayıflatmış olduğu çok uluslu İmparatorluğun yaşama ya da yaşatılma sebebi 19.yüzyılın sonu itibariyle sadece yıkıldıktan sonra kopacak gürültüden Büyük Devletler’in çekinceleriydi. Özellikle Endüstri Devrimi’nden sonra gelişmiş kapitalist devletlerle yarısömürge tarzı bir ekonomik ilişki kuran Osmanlı Devlet’i, kapitülasyon rejimi yüzünden ülkenin kaynaklarını yabancılara sunmaya zorlanırken içinde bulunduğu kriz sürekli derinleşti. Bu yüzyılda Batı’ya öykünen aydın bir bürokrat grubun imparatorluğu yıkımdan kurtarmak için giriştiği sistematik reformlar, ülkenin sosyo-politik yapısında devrimci dönüşümlere zemin hazırlarken, eşzamanlı olarak dönüşen aydın kesim siyasal katılım talepleriyle iktidara karşı ciddi bir muhalefet yarattı. II.Abdülhamit’in despotik polis devleti niteliğindeki rejimi esnasında kurulan İttihat ve Terakki Örgütü, Jön Türk olarak adlandırılan bu muhalif aydınların düşünsel mirasını devralarak, idealize edilen siyasal düzeni kurmak için eyleme geçti. Daha önce bürokratik bir karar olarak adapte edilen anayasal rejimin bu kez bu rejime kökten inanan kişilerce zor kullanarak tekrar uygulamaya konması ülke tarihinde eşi benzeri olmayan bir devrimci başkaldırı hareketidir. 1908 Devrimi, imparatorlukta ilk modern devrim hareketidir. Ülkenin 19.yüzyılda geçirmiş olduğu modernleşme sürecinin ortaya çıkardığı aydın tabaka, siyasal alanda Abdülhamit’in reaksiyoner-despot rejimiyle çatışması devrimci başkaldırıya zemin hazırlamıştır. Devrim, modern olanın gelenekseli ezdiği dünyadaki sayısız örneklerinden biridir. İttihatçı kadrolar devleti çözülmekten kurtarmaya çalışırken aynı zamanda sosyoekonomik yapıyı modern nitelikte dönüştürmeyi amaçlamışlardı. 1908 Devrimi I. Dünya Savaşı’ndaki yenilgi yüzünden çok kısa bir süre iktidarda kalacak olan İttihat ve Terakki Partisi her ne kadar İmparatorluk’u yıkılmaktan kurtaramasa da iktidarı boyunca gerçekleştirmeye çalıştıkları toplumsal mühendislik yönündeki çabaları, İmparatorluk’un yıkıntıları üzerinden yükselen Türkiye Cumhuriyeti için tamamlanması gereken bir ödev olmuştur.

2.1. Osmanlı Siyasal Sisteminin Kökenleri 13.yüzyılda küçük bir uç beyliği olan Osmanlı Beyliği’nin 16.yüzyılın ortalarına dek süreklilik gösteren istikrarlı büyüme süreci, devasa genişlikte topraklara yayılan dev bir imparatorluğu vücuda getirmiştir. Osmanlı Beyliği’nin Anadolu’daki diğer beyliklerin arasında liderliği nasıl ele geçirdiği ve üç kıtaya yayılan genişleme başarısını mümkün kılan iç ve dış mekanizmalar üzerinde bu konuda çalışan uzmanların görüş birliğine vardıkları bir çok nokta vardır. Öncelikle zaman ve mekanın Osmanlı Beyliği’ne sağladığı uygun koşullar böyle bir genişleme sürecinin yolunu açmıştır; Bizans İmparatorluğu’nun özellikle 12.yüzyıldaki Haçlı Seferi’nden sonra sürekli olarak güç yitirmesi, daha sonra Osmanlı egemenliğine tabi olacak Balkanlar bölgesindeki devletlerin dağınık ve güçsüz oluşları ve Osmanlı Beyliği’nin coğrafi olarak Anadolu’nun kuzey-batı bölümünde yerleşik olması sonucu diğer beyliklere göre uygun bir yayılım sahasında bulunması Avrupa’ya doğru genişlemeyi mümkün kılmıştır. Osmanlılar’ın genişleme sürecinde öne çıkan bir diğer unsur, “Gaza” fikridir; İslam aleminin tüm dünyayı kaplamasına dek sürdürülecek dini savaş idealinin özellikle Hıristiyan Bizans’a komşu olan bir beylikte çok güçlü bir esin kaynağı olması kaçınılmazdı. Gaza dini bir görev olarak uç beyliklerinde yaşayan toplulukların tüm toplumsal değer sistemlerine nüfuz etmişti 138. Ancak bu dini savaş, gayri-müslimleri yok etmek ya da İslam’a döndürmek için değil onlara boyun eğdirilmesini öngörüyordu. Osmanlı devleti hiçbir zaman fethettiği yerlerde yerleşik olan halkın dini inançlarına uygun bir şekilde yaşamalarını engelleyecek uygulamalara gitmedi. Osmanlılar’ın 13.yüzyılın sonu ve 14.yüzyılın başını kapsayan dönemdeki spektaküler yükselişi, küçük toprak beylerinin, yerel ve göçebe aşiret reislerinin ve onların 138

İNALCIK, H., The Ottoman Empire (The Classical Age 1300-1600), New York, Praeger Publishers, 1975,

s: 6

mahiyetlerindekilerin askeri bir yönetici gruba dönüşmelerinin sonucuydu 139. Osmanlı Devleti’nin kuruluş döneminde dayandığı bir diğer toplumsal grup, esnaf ve zanaatkarların tüm Anadolu yerleşim birimlerinde örgütledikleri “ahi” teşkilatıydı. Anadolu’nun büyük şehirlerinde önemli bir nüfusa sahip olan ahiler, ekonomik bir örgüt olmanın yanı sıra toplumsal olarak bütünleştirici işlevlere sahipti. Beylik döneminde Osmanlı merkezi otoritesinin temel işlevi askeri işbirliği sağlamak, toplumun katmanları arasında görev dağılımını belirlemek ve uçbeyleri arasında yüksek hakem olarak hareket etmekti 140. Beyler hüküm sürdükleri toprakları üzerinde kendi ordularını oluştururlar ve savaş zamanı merkezi otoriteden gelen direktifler doğrultusunda ordularının başına geçip onları savaştırırlardı. Bu yönden bakıldığında Osmanlılar bir aşiret konfederasyonunun işbirliğine dayalı bir sosyoekonomik ve askeri oluşumun tepesinde oturan bir yönetici aile görünümü vermektedir. Osmanlı sisteminin temel mekanizmasını işleten temel unsur fetihlerdi; tam bir savaş makinesi görünümü arz eden Osmanlı siyasal ve toplumsal düzeninde askeri unsur kilit noktaydı. Osmanlı toplumsal sisteminde askeri sınıf yönetici katmanı oluştururken, toplumun geri kalan unsurları sürü anlamına gelen “reaya” olarak adlandırılmıştır. Padişahın başını çektiği askeri sınıfı, ulema ve yürütme ile ilgili işler gören ve kul statüsündeki askerler oluşturmaktaydı. Yönetenler, ulema örneğinde de görülebileceği üzere askerlikle doğrudan ya da dolaylı bir ilişkileri olmasa da askeri sınıfa mensup sayılırlardı. Yürütmeyle ilgili olan işlerin başlıcaları yönetim ve askerlik olup bu işleri gören yeniçeriler, sipahiler ya da devletin üst düzey adamlarının hepsi padişahın kulu statüsündeydi. Padişahın tek emriyle katledilebilecek denli kırılgan bir konumda olan kulların, öldükleri takdirde mallarına devlet

139

KARPAT, K. H., Structural Change, Historical Stages Of Modernization And The Role Of Social Groups In

Turkish Politics, Social Change And Politics In Turkey: A Structural-Historical Analysis, der: Kemal H. Karpat, Leiden, E.J.Brill, 1973, s: 28 140

Karpat, a.g.e.

tarafından el konurdu 141. Yönetilen sınıf olan reaya, yönetici sınıfa dahil olmayan ve devlete vergi ödeyen Müslüman ya da gayri-müslim herkesi kapsayan bir kategoridir. Reaya arasında da Müslüman-gayri müslim, şehirli-köylü, yerleşik-göçebe şeklinde kategoriler mevcut olup her grup farklı statü ve vergi yükümlülüklerine tabiydi. Buradan da anlaşılacağı üzere vergi, Osmanlı toplumunun sınıfsal kategorizasyonunda en öne çıkan göstergedir. Osmanlı ülkesinde tüm topraklar hukuki açıdan padişahın malı sayılırdı. Bizans İmparatorluğu’nda da bütün topraklar şeklen devlete ait olduğu için Osmanlılar fethedilen yerlerin toprak mülkiyetini üzerlerine almakta herhangi bir sorun yaşamadılar. Bizans döneminde hakim olan bağımsız köylülük, imparatorluğun son döneminde gerileme göstermiş ve özellikle 11.yüzyıldan sonra otoritenin bölünmesi ve köylülüğün bağımlı bir statüye sokulması, Bizans toplumsal yapısının çökmesine yol açmıştı. Feodalleşmenin başlangıcı görülmeye başlandığı esnada iktidarın Osmanlı eline geçmesi bu gelişmeye son verirken Avrupalı anlamda bir aristokrat sınıfın evrimini de durdurmuştur 142. Osmanlı’da tarım arazisinin kullanımını düzenleyen hukuksal yapıyı şeriat ve padişahların koyduğu örfi kanun belirliyordu. Şeriat, bireyin genel anlamda toprak üzerindeki tasarruf haklarını güvenceye alırken, kanun daha çok devlet denetiminin devam ettirilmesine odaklanıyordu. Devletin toprak üzerindeki denetiminde en öne çıkan unsur tımar sisteminin adaptasyonudur. Tımar sisteminde toprağın ve tarımsal üretimin denetimi fiilen devlet, sipahi ve çiftçi arasında paylaştırılıyordu; sipahiye bir tımar verilir ve o da maaş olarak sınırları belli bir arazide sabit ölçekteki devlet gelirini köylülerden toplardı. Toprağın belli kişiler tarafından kullanımı ya da başkasına devri konusunda devletin koyduğu kuralları uygulatan da sipahilerdi. Osmanlı tarım sisteminde bir diğer unsur çift hane sistemidir. Çift hane sistemi tarımsal üretimin, her birine bir çift ya da çiftlik verilmiş köylü haneleri temelinde 141

AKŞİN, S., Türkiye’nin Yakın Tarihi, Ankara, İmaj Yayıncılık, 1996, s: 7

142

KEYDER, Ç., Türkiye’de Devlet ve Sınıflar, İstanbul, İletişim Yayınları, 1999, s: 20-21

düzenlenmesidir. Bu çiftlikler, bir hanenin yaşam nafakasını çıkarmasına ve devlete kirayı ödemesine yetecek genişlikte araziler olup, bunların büyüklüğü toprağın verimli oluşuna göre 60 ile 150 dönüm arasında değişmektedir. Tımar sistemi ve devletin katı denetimi altında işleyen çift hane sistemi, büyük toprak mülkiyetinin güçlenmesinin merkezi yönetim tarafından kontrol edilebilmesini sağladı. Osmanlı, 14.yüzyıl itibariyle güçlü daimi ordusu ve geniş bürokratik örgütlenmesi olmadığı dönemde gücünü büyük ölçüde beylerin işbirliğine dayandırsa da gelecekte kuracağı büyük ölçüde merkezileşmiş bürokrasinin tabanını erken dönemlerinden itibaren oluşturmaya başlamıştı 143. Genellikle İslam'a döndürülen Hıristiyan ailelerin çocuklarından oluşturulan “devşirme”ler devlet yüksek bürokrasisinin personeli olacak şekilde küçük yaşlardan itibaren eğitime tabi tutulmaktaydı. Sahip oldukları her şeyi padişaha borçlu olan devşirmeler (ya da kullar) zamanla bürokrasideki Türk unsurunun yerini aldılar. Özellikle II. Mehmet döneminde yayınlanan ve 19.yüzyıla dek varlığını sürdüren “Kanunname” imparatorluğun temel idari yapısına şekil verdi. Bu yasa ile beylerin bürokratize edilmesi süreci hız kazanırken toprakları katı bir denetime tabi kılındı 144. II. Mehmet İstanbul’un fethinin hemen ertesinde güçlü Türk ailelerine karşı saldırıya geçmiş ve ilk iş olarak Bizans’la mali ilişkileri olan Çandarlı Halil Paşa’yı öldürtmüş ve de dört kuşaktan beri veziri azamlığı ellerinde tutan Çandarlı sülalesinin siyasal gücünü kırmıştır. Çandarlılar’ın yanı sıra iktidar kavgası güden tüm feodal eğilimli aristokrat ailelerde bu saldırıdan paylarına düşeni almış ve çiftlikleri müsadere edilmiştir. Balkanlar Türk egemenliğine geçtikten sonra bölgedeki feodal çiftlikler, kendi isimleriyle yeni sisteme eklemlenmiştir. Osmanlı merkezi güçleri bunları “miri arazi” olarak mümkün olduğunca tımar sistemi içinde bütünleştirmeye çalışsalar da, tımar sisteminin kendisi de feodal gelişime elverişliydi; tımarlı sipahiler daima 143

Karpat,1973., s: 30

144

Karpat, 1973, s:30

hassa çiftliklerini raiyet çiftlikleri aleyhine geliştirme eğilimindeydiler. Ayrıca Osmanlı padişahları anti-feodal yaklaşımlarında çelişkili durumların ortaya çıkmasına yol açacak davranışlar göstermişlerdir. Örneğin, tımar sistemini mülk sistemi aleyhine yaygınlaştırmaya çalışılırken aynı zamanda güçlü ailelere büyük malikaneler niteliği kazanacak ölçüde geniş tımar arazileri bahşedilmiştir 145. Fetihler, tüm Osmanlı politik ve sosyo-ekonomik sisteminin motor gücüydü; fetihler durduğunda sistemin tüm çelişkileri ve açmazları su yüzüne çıktı. Osmanlı, 16.yüzyılın ortalarında sınırları üç kıtayı kapsayan muazzam büyüklükte bir imparatorluk haline gelmişti; Avrupa’da güçlü devletlerle sınır olan Osmanlı’nın daha ileriye gitmesi oldukça zorlaşmıştı. Fetihlerin azalması ve zorlaşması ülkenin ekonomik düzenini sarsan etkiler yaptı; savaşta kazanılan gelirlerin azalması imparatorluğun mali dengelerini sarstı. Osmanlı’nın destansı devrinin kapanmasının en önemli sebeplerinden biri coğrafi keşifler sonrası ticaret yollarının değişmesi ve Avrupa’daki fiyat devrimiydi. Yeni Dünya’nın keşfinin ardından İspanya’nın vasıtasıyla Avrupa’ya altın ve gümüşün akışı, para miktarının artışına ve dolayısıyla bu ülkelerde parasallaşma ve enflasyona yol açtı. Avrupa’daki fiyat devrimi, Osmanlı’da da kendisini göstererek ekonominin bir ölçüde parasallaşmasına ve köylüyü pazar ilişkilerine sokmaya başladı. Ayrıca 1550’lerden sonra nüfusun hızla artması ve bunu karşılayacak denli üretim artışının sağlanamaması sefalet ve açlığın yanı sıra kanunsuzluk ve eşkıyalığı da beraberinde getirdi 146.

Tarımdan çıkarılan artı-değer hükümetin modern ateşli silahlar

almasına ve sayıları artan askeri sınıfı beslemeye yetmemeye başlamıştı. Ayrıca eyaletlerdeki tımarlı sipahilerin gözden düşmesi ve ateşli silahlara sahip Yeniçerilerin sayılarının arttırılması, kırsal alandaki hakim sistemin çözülmesine yol açtı. Gelirlerin masrafları karşılayamadığı noktada, eyaletlerdeki idareciler yasadışı faaliyetlere yöneldi. Anadolu’daki 145

Timur, T., Osmanlı Toplumsal Düzeni, Ankara, İmge Kitabevi, 2001, s: 134-135

146

Akşin, 1996, s: 10-11

sosyo-ekonomik sistemin feodalleşmesinin başlangıcı olan Celali isyanları, merkezi hükümetin gelir kaynakları üzerinde denetimini kaybetmesinin ve gelirlerin eyalet idarecileri ve vakıflar üzerindeki nüfuzlarıyla ulema tarafından kontrol edilmesinin sonucuydu 147. Toplumsal statü ve gelir kaybına uğrayan sipahiler, feodal ailelerin ve yöneticilerin çocuklarının yanı sıra ortakçı köylülerin de etkin olarak katıldığı isyan dalgası, sınıf tabanlı yeni bir sosyal örgütlenmeye yol açacak evrimi başlattı 148. Devletin ateşli silah kullanabilen yaya askerlere odaklanması maaşlarını hemen alan yeniçerilerin sayısının artmasına yol açtı. Bu duruma bir de askeri teçhizattaki masraflar eklenince, vergilendirme tarzının yeni koşullara uygun olmadığı ortaya çıktı. Devletin temel likidite kaynağı olan ve gümrük, hayvan vergisi gibi belirli bazı gelir kaynaklarına uygulanan iltizam sistemi, 17.yüzyılın başından itibaren geleneksel tarım vergisi öşüre de uygulanılmaya başlandı. Mültezimler devlete ödünç para sağlarken aynı zamanda kırsalda tefecilik tarzı ekonomik ilişkiler dönemini başlattı. Tefecilik hiçbir zaman küçük köylü mülkiyetini temel alan sistemi yıkacak boyutlara ulaşamasa da bağımsız köylülük şartlarını ortadan kaldırdı ve sermaye birikimi sağladı 149. Gelişen yeni ekonomik ilişkiler çerçevesinde tarımsal alanın vergilendirmesi kapsamında merkezi yönetime nakit sağlayan bir anlayışla yeniden düzenlenmesi, buradaki köklü asillere yeni bir ekonomik saha açtı. Daha önce hükümetle köylüler ve şehirlerde ikamet edenler arasında ilişkiyi sağlayan aracılar rolü gören ayanlar vergi toplayan ve köylülerin devletin topraklarındaki kiracılık koşullarını denetleyenler olarak büyük bir ekonomik güce ulaştılar. Ayanlar, feodal toprak beyleri

147

İSLAMOĞLU, H.&KEYDER, Ç., “The Ottoman Social Formation”, The Asiatic Mode of Production ,

Science and Politics, içinde, der: Anne M. Bailey&Joseph R. Liobena, London, Routledge and Kegan Paul, 1981, s: 2 148

Karpat,1973., s: 34

149

İslamoğlu&Keyder, a.g.e.

değillerdi; daha çok yükselişe geçen bir toplumsal katman görünümü çizen bu kişilerin ekonomik etkinlik sahası tarım dışında ticaret ve imalat sektörlerini de kapsamaktaydı 150. Osmanlı İmparatorluğu’nun siyasal sistemi 17.yüzyıldan itibaren büyük ölçüde değişime uğradı. Güçlü padişah figürlerinin olmadığı ve askeri-ulema takımının devletin idaresinde sürekli nüfuzunu arttırdığı bu dönemin en öne çıkan özelliği eski mutlu günleri geri getirmek için birçoğu başarısızlığa mahkum olacak reform hareketlerine girişilmesidir. Dışarıdan gelen tehditlere karşı padişah ve bürokratlarının giriştiği reformlar, genel olarak bakıldığında geleneksel düşünce kalıplarıyla ele alınmış ve askeri kaygılara odaklanmış bir görünüm arz etmektedir. Reformlar padişah ve yakın çevresinin kaygılarıyla biçimlenmiş olmasının yanı sıra 16.yüzyıldan itibaren Batı’daki sosyo-politik ilişkilerin kapitalist ekonomiyle şekillendiği sürecin içsel bir değerlendirmesinin gereğince yapılamamış olduğu barizdir. Ayrıca, eyaletlerdeki ulemanın ve gücünü sürekli arttıran ayanlar kendi çıkarlarına ters geldiği durumlarda reformlar karşı direnişi, bunların sınırlı olan başarı ihtimalini daha da aşağıya çekmiştir. 17.yüzyılda, az çok topraklarını elinde tutmayı başaran Osmanlılar 1699 yılında imzaladıkları Karlofça Anlaşması’yla Avrupa’da büyük toprak kayıplarına uğradılar. Kanuni Sultan Süleyman’ın saltanatın son dönemlerinden itibaren ülke idaresi, padişahlardan çok saray içindeki güç odaklarının eline geçmiştir. Osmanlı padişahlarının düştüğü aciz durumun en sembolik örneklerinden biri II. Osman’dır. Bu padişah, yeniçerilerin ve ulemanın gücüne set çekmek için yaptığı planlar daha uygulamaya geçirilmeden bu güç odaklarının tepkisini çekmiş ve muhalefetleri, padişahı Yeniçeriler tarafından boğularak öldürülmesine varacak denli şiddet içermiştir. Devletin siyasal ve ekonomik anarşi içinde bulunduğu bir dönemde başa geçen IV. Murat ise geleneksel kurumların işlemesinde kişisel çıkarların önüne geçmeyi denemiştir. Demir yumruğuyla imparatorluğa kısa bir süre de olsa disipline edebilmiş olsa da 150

Karpat, 1973, s: 37-38

geleneksel yöntemlerin ve kurumların Avrupa’da olanlardan daha üstün olduğu öncülüyle 151 kalkışan reformlar ülkedeki yapısal sorunları çözmeye yetmemiştir. Köprülü Döneminde de aynı şekilde işleyen bir reform mantığı söz konusudur. Bu dönemin en anlamlı olan unsurlarından biri artık Osmanlı tarihinde padişahlardan çok sadrazamların kişiliklerinin öne çıkması ve de sadrazamlığın bir hanedanlık mantığında aynı aileden kişilere kesintisiz geçebilmiş olmasıdır. Köprülü sadrazamlarının sonuncusu olan Kara Mustafa Paşa’nın yeterince hazırlanmadan girişmiş olduğu Viyana seferi sonunda imzalanan Karlofça Anlaşması ise Osmanlı’nın Avrupa’daki topraklarından çekilme sürecini başlatmış ve imparatorluktaki

gerilemenin

henüz

farkında

olmayan

Avrupa

devletlerini

adeta

uyandırmıştır. 18.yüzyıl Osmanlı için bir öncekini aratacak denli çökertici olmuştur. Bu yüzyıldan itibaren defansif bir konuma itilen imparatorluk Avrupa’da yükselen yeni büyük güç olan Rusya’yla adeta bir varolma mücadelesine girmiştir. Toprak kayıplarının sürdüğü bu dönemde, yeniçeriler şiddet ve yıldırı yoluyla devletin üst mevkilerine yerleştirdikleri üyeleriyle güçlü pozisyonlarının devamını sağlamışlardı. Ülkenin eğitim, dini ve kültürel kurumlarında tekelci bir hakimiyeti olan ulema sınıfı ise yayınladıkları fetvalarla hükümet işlerinde etkin nüfuzlarını sürdürmekteydiler. Eğitim yoluyla kitlelere dolaysız ulaşabilen bu sınıfın elindeki en büyük silah çıkarları için binlerce insanı sokağa dökebilme yetileriydi ki bu Yeniçeri birliklerinden sonra en etkili yıldırı silahıydı 152. Denetimleri altındaki vakıf arazileri ve mülkleri sayesinde önemli bir ekonomik güce sahip olan ulema sınıfının kazalarda ve naipler yoluyla kazalardaki adli örgütlenmede de büyük bir otoriteye sahipti. Osmanlı’nın gerileme döneminde idari yapının bozulması sonucu büyük miktarda miri arazi vakıflara ve özel şahıslara ait çiftliklere dönüştürüldü. Borcu olan pek çok köylü, 151

Shaw, 1978, s: 197

152

Shaw, 1978, s: 282

yerel kadının bir kararıyla topraklarını bölgedeki ayana ve sipahilere vermek durumunda kaldı. Süreç içinde bu topraklar özel mülkiyete dönüştü 153. Bunun yanı sıra iltizam hiyerarşisini denetim altında tutan ayanlar 18.yüzyılda hakimiyetlerini daha da arttırdılar. Bulundukları bölgelerde devletin otoritesini temsil ederek tarımsal artığa el koyan bu kişiler, köylüden topladıkları vergilerle kırsal kesimde hakimiyet sağlamalarının yanı sıra ticarete de el koyarak şehir ekonomisini yönetmeye başladılar. 18.yüzyılın ikinci yarısından itibaren, taşra merkezlerindeki ayan meclisleri Batı Avrupa’dakine benzer bir şehir aristokrasisi olma boyutuna erişti; bu meclisler ekonomiyi düzenleyen bir çok kararların yanı sıra, şehir gelirleri ve harcamalarıyla ilgili kararlar da vermeye başladı. Ayanın nüfuzuna gittikçe daha fazla boyun eğmeye başlayan hükümet taşradaki bu tarz örgütlenmeyi tanımak zorunda kaldı 154. 18.yüzyılın sonu itibariyle Osmanlı devleti tam bir kısır döngü içinde bir görünüm arz etmekteydi. Merkezi yönetim, saray içindeki güç odaklarınım çekişmeleri sonucunda galip olanın yörüngesinde şekillendiği bu ortamda yeni başa geçecek padişahın tahta çıkma evresi tam bir entrika yumağıydı. Yeniçeri, ulema ve saray kadınlarının kendi çıkarları için en iyi adayı seçmeye çabaladıkları bu ortamda güçlü kişiliklerin tahta çıkabilmesi ya da tahta çıkanların özgür hareket edebilmeleri çok zayıf ihtimallerdi. Ayanların güçlerini kendi çıkarlarına alet etmeleri sonucu idare, yerel bazda daha da yozlaştı. Herhangi bir temsil gücüne sahip olmayan reaya sıfatındaki kitlelerin yaşam koşulları durağan ve verimsiz üretim ilişkileri ve de merkezi-yerel güç odaklarının işbirliği içindeki sömürüsü sonucu sürekli seviye kaybına uğradı. Hükümetin başı sıkıştığı yerde yeni vergiler koyması, köylünün artıdeğerinin daha yüksek oranlarda sömürüsüne zemin hazırlarken bu kitleyi yoksulluğa mahkum etti. Temel toplumsal yapısını köylülüğün oluşturduğu imparatorluk, taşradaki 153

İNALCIK,H., “Çiftliklerin Doğuşu”, Osmanlı’da Toprak Mülkiyeti ve Ticari Tarım içinde, der: Ç. Keyder

& F. Tabak, İstanbul, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 1998, s: 23 154

Keyder, 1999, s: 26-27

idarenin yozlaşması beraberinde başıbozukluk ve illegal ekonomik ilişkileri getirerek tüm sistemi kaosa sürükledi. Her alanda tam bir yapısal çürümenin yaşandığı imparatorluk, Avrupa’nın gücüyle tam bir gövde gösterisi yapacağı 19.yüzyıla enkaz halinde girdi.

2.2. Osmanlı Siyasal Sisteminin Modernleşme Süreci Osmanlı İmparatorluğu’nun en çalkantılı dönemine sahne olan 19.yüzyıl, kesintisiz devam eden siyasal ve sosyo-ekonomik çözülme sürecini dizginlemek için planlanan reformlar zincirine sahne oldu. 19.yüzyıldaki Avrupa’nın siyasal ve ekonomik olarak tüm dünyadaki geleneksel iktidarları tehdit ettiği ve hatta yuttuğu ortam Osmanlılara önceki yüzyıllardaki rehaveti gibi bir lüksü tanımamıştır. Bu yüzyıla damgasını vuran Fransız Devrimi’nin beraberinde getirdiği ulusçuluk düşüncesi, bünyesinde bir çok etnik halkı barındıran Osmanlı İmparatorluğu için kaçınılmaz bir tehdit oluşturduğu ortamda toprak bütünlüğünü korumak için birçok reformlara girişildi. Önceki yüzyıllara göre daha kapsamlı ve bütüncül karakter gösteren reformların en çarpıcı özelliklerinin başında Batılılaşma ereği çerçevesinde ele alınmış olmalarıydı. 17. ve 18.yüzyıllardaki Osmanlı’nın destansı dönemlerindeki sistemin üstünlüğü ve geleneksel olanı diriltme fikriyatı oldukça gözden düştüğü bu yüzyılda, reformlar imparatorluk nasıl kurtulur telaşıyla gönüllü ya da Batılı devletlerin baskılarıyla hayata geçirildi. Batı’nın kurumlarının ve metodlarının adaptasyonu sonucu ortaya çıkan yapısal dönüşümler ülkenin siyasal ve sosyo-ekonomik evrimine damgasını vurmuştur. Daha önceki yüzyıllarda Osmanlı’nın Batı’yı yeterince tanımaması ve orada olup bitenlerin kendi gelecekleri için teşkil ettiği yıkıcı gelişim potansiyelini kavrayamama, yapılan reformların sınırlı bir çerçevede ele alınmış olmasına yol açmıştı. 19.yüzyılın hemen başında tahta geçen III. Selim saltanatı, Osmanlı Batışlılaşmasında

bir dönüm noktası teşkil eder . III. Selim reformlarında 155 temel dürtünün, imparatorluğu askeri yönden güçlendirmek ve özellikle de en büyük tehdit unsuru olan Rus Çarlığı karşısında direnmekti ve bu bağlamda öncellerinden pek de farklı olmayan bir reform felsefesine sahipti. Onu farklı kılan ise amacına geleneksel olmayan yollardan ulaşmaya çalışmasıdır; reformlarını siyasal ve toplumsal alanlara yaymasıyla, daha çok kendilerini askeri alanla sınırlayan öncellerinden ayrılmıştır. Hakim düzende köklü dönüşümler yapmayı hedefleyen III. Selim’in tüm yenilik girişimleri “Nizam-ı Cedit (Yeni Düzen)” başlığı altında anılır. “Nizam-ı Cedit” terim olarak ilk kez Fazıl Mustafa Paşa tarafından imparatorluğa getirilen iç düzen için kullanılmıştır ve III. Selim’e dek bu terimin kullanımına bir daha rastlanmamıştır. İktidarının başlarında Viyana’ya gönderdiği Ebubekir Ratıb Efendi, Avusturya örgütleri ve siyaset hakkında yazdığı bir yazıda Avusturya’daki mevcut idare düzenini Nizam-ı Cedit olarak adlandırmaktadır. Bunun yanı sıra Fransız Devrimi sonunda kurulan yeni rejim de Osmanlı devletinde “Fransa Nizam-ı Cedidi” şeklinde anılmıştır. Buradan da anlaşılacağı üzere “Nizam-ı Cedit”, Osmanlı İmparatorluğu’nda mevcut idari düzenin yerine yenisinin konulması anlamını taşımaktadır 156.III. Selim, yeniçerilerin devletten çok kendine hizmet eder bir vaziyette olduklarını ve böyle bir ordunun İmparatorluğun ihtiyaçlarının çok gerisinde olduğunun bilincindeydi. Ancak mevcut asker ocaklarını bir çırpıda kaldırmanın ve yerine yenisini kurmanın imkansız olduğunu kavrayarak, bir yanda Batı tarzında modern bir ordu kurma hazırlıklarına başlarken diğer yandan eski ocakları olabildiğince düzene sokmaya çalıştı. Bu çerçevede Nizam-ı Cedit adında modern silahlarla donatılmış bir ordu kurdu ve çoğunlukla Anadolu’daki Türk köylerinden toplanan yeni ordunun askerleri, Avrupa tarzında bir eğitime tabi tutuldu. Yeni 155

III. Selim döneminde yapılan reformların geniş bir özeti için, Bkz. KARAL, E.Z., Osmanlı Tarihi, 5. Cilt,

Ankara, Türk Tarih Kurumu Yayınları, 1995, s: 13-76 156

Karal, 1995, s:61

ordunun yetiştirilmesine paralel olarak tophane, tersane ve mühendishanenin de düzenlenmesine girişildi. Bu çerçevede kurulan daha önce kurulmuş olan Mühendishane-i Bahri Hümayun (Deniz Okul)’un yanında Mühendishane-i Berri-i Hümayun (Topçu Okulu) kuruldu. Bu girişimlerde Avrupalı ve özellikle de Fransız uzmanlardan geniş ölçüde yararlanıldı. III. Selim’in ordudaki modernleşmenin bu denli üzerinde durmasının bir diğer nedeni ülkedeki ayanlaşma sürecinin doruğa ulaşarak ülke bütünlüğünü tehdit eder boyutlara gelmesiydi. Ayanların aracılığı olmaksızın hükümetin asker ya da vergi toplamasının çok zor olduğu bu koşullarda ayanlaşmanın padişahın otoritesini kısıtladığı açıktı 157. Kendi emirleri altında hareket edecek bir ordu hem yeniçerilerin hem de ayanların hakim konumunu sarsacaktı. Bunun yanı sıra yeni orduyu finanse etmek için kurulan “İrad-ı Cedit” adındaki ayrı özel hazinenin, belirli mevki ve ayrıcalık sahibi toplumsal kesimlerden toplanacak vergilerle ayakta tutulması öngörülmüştü Bu durum ilk olarak ayanların tepkisini çekti158. 1806 yılında askeri reformların Balkanlar bölgesine genişletilmesi amacıyla yeni birliklerin Anadolu’dan

buraya

sevk

edilmesi

planı,

ayanların

büyük

tepkisini

çekti.

Anadolu’dakilerden daha güçlü olan Balkanlar’daki ayanlar, Edirne’de toplanarak bu birliklerin ilerlemesine karşı çıktılar; Selim’in geri çekilmek zorunda kalması sonun başlangıcını hazırladı. Bu geri çekilme Nizam-ı Cedit düşmanlarını cesaretlendirdi; ulema ve yeniçerilerin aktif bir propagandayla yürüttükleri muhalif hareket 1807 yılında doruğa ulaştı. Yeniçeri yamaklarının kurduğu örgütün başlattığı isyan, Nizam-ı Cedit’in kaldırılmasını talep etmekteydi. Kabakçı Mustafa İsyanı olarak tarihe geçen hareket yeniçeri birliklerinin ve ulemanın aktif katılımıyla daha da genişledi ve sonunda Selim’in Nizam-ı Cedit ordusunu kaldırmasına sebep oldu. Bu olayı takiben Şeyhülislam Ataullah Efendi’nin yayınladığı 157

Akşin, 1996, s: 17-18

158

İnalcık, 1964, s: 50

Selim’in halifeliğe uygun olmadığı ve sorumsuzluğuyla gücünü kötüye kullanarak Müslüman halka zulmettiği yönündeki ferman

159

asilere eylemlerinde meşruiyet bahşetmiş oldu.

Köşeye sıkışan Selim, tahttan çekildiğini bildirdi. III. Selim’in reformlarının bu yüzyıl boyunca devam edecek modernleşme çabaları için yolu açma işlevi görmüş olduğu şüphesizdir. Askeri reformların yanı sıra uluslararası ilişkilerde Osmanlı’nın kendi başının çaresine bakacak güçte olmadığı kavranarak, Batılı devletlerle karşılıklı anlaşmalar yapıldı ki bu Osmanlı’nın denge politikasına adapte olmasının başlangıcıydı 160. Bu yeni uluslararası politika, 19.yüzyıl boyunca devletin ayakta kalmasını sağlayacak başlıca unsurlardan biri olacaktır. Avrupa’da daimi elçiliklerin kurulması da yine bu politikayı tatbik edebilmek için Batı’yı tanıma gereğinin bir yansımasıdır.

Daimi

elçilikler,

imparatorluğa

Batı

etkisinin

sızmasını

oldukça

kolaylaştırmıştır. III. Selim’in makamından çekilmesini takiben isyancılar, saf ve cahil olan IV. Mustafa’yı, kendilerinin asi eylemleri için cezaya tabi tutulmayacakları sözünü alarak, padişah tahtına oturttular. Bu iktidar değişikliği yeniçeri ve ulemanın hükümette tam kontrolü ele geçirmesini sağladı. Ancak Nizam-ı Cedit taraftarı ayanlar Rusçuk ayanı Alemdar Mustafa Paşa önderliğindeki 15 bin asker İstanbul’a yürüdü. Geliş amaçları, sarayda hapsedilen III. Selim’i kurtarmak ve Nizam-ı Cedit’in tekrar yürürlüğe konmasını sağlamaktı. İstanbul’da güç toplayan Alemdar Mustafa Paşa yeniçerileri bastırsa da III. Selim’in katledilmesini engelleyemedi. Saraya girdiğinde onun cesedini bulan Alemdar, Şehzade Mahmut’u yeniçerilerin elinden kurtardı. Şehzade’yi II. Mahmut olarak tahta geçirirken kendisini de onun sadrazamı yaptı. Daha önce ayanlar hiçbir zaman yeniçeri birliklerine karşı ittifak oluşturmamıştı. 1806’da Rumeli ayanları, III. Selim’e karşı 159

Karal, 1995, s: 83

160

Karal, a.g.e

yeniçerilerle işbirliğine girerken, Anadolu’daki bazı güçlü ayanlar Nizam-ı Cedit’i desteklediler. Fakat şu an hem Rumeli hem de Anadolu ayanları gericilere karşı birleşirken, reformlara sempatilerinden çok merkezi hükümeti kontrol etmek ve eyaletlerdeki konumlarını güvence altına alma güdüleriyle harekete geçmişlerdi 161. Alemdar Paşa, 17.yüzyılın sonlarından beri iyice keskinleşen merkezi yönetim-ayan çekişmesine bir anlaşma yoluyla son verilmesi gerektiğini düşünüyordu ve bu nedenle valileri ve ünlü ayanları başkente davet etti. Ayanlar yapılan müzakerelerden sonra orduya Sened-i İttifak adındaki ünlü belge hazırlandı. Sened-i İttifak, Osmanlı tarihi açısından benzeri bulunmayan bir belgedir; devlet ayanların varlığını tanımış olmanın yanı sıra bu kişilere dokunmamayı ve alacağı vergileri dahi bunlarla pazarlık ederek saptayacağını kabul ediyordu. Bunun karşılığında ayanlar, padişaha başkaldırmamayı, eğer aralarından birisi ayaklanırsa onu yola getirmek için aralarında ittifak kuracaklarını ve İstanbul’da herhangi bir ayaklanma olduğu taktirde yine onun yardımına koşacaklarını taahhüt ediyorlardı. Bu anlaşmayla Osmanlı tarihinde ilk kez padişahın yetkileri sınırlanıyordu. Sened-i İttifak bu yönüyle Magna Carta’ya benzetilmiş olsa da şekil olarak benzer karakter gösterir; Magna Carta, İngiltere’nin liberal-demokratik gelişmesinde bir safhaya denk düşerken, Sened-i İttifak yerel güç odaklarının kurmuş oldukları feodal sistemi meşrulaştırmalarıydı. II. Mahmut Sened-i İttifak’ı gönülsüzce imzaladı ve onu hazırladığı için de Alemdar Paşa’ya büyük öfke duydu. Ayanların eyaletlerine dönmelerinden hemen sonra Alemdar, eski Nizam-ı Cedit ordusu tarzında kurduğu askeri ocağa tepki çekmemesi için Segban-ı Cedit adını verdi. Yeni askeri ocağın kuruluşuna paralel olarak yeniçeri ocaklarında giriştiği düzenlemeler büyük tepki çekti. Yeniçeriler ayaklanarak Alemdar’ı öldürdü; Mahmut sadrazamının öldürülmesi karşısında kılını kıpırdatmadı. İsyanın devam etmesi üzerine padişah, Segban-ı Cedit ordusunu kaldırdı ama kafasındaki düşünce yeniçeri ocağını 161

İnalcık, 1964, s: 51

kaldırmaktı ve uygun zamanı beklemeye koyuldu. 1821’de çıkan Yunan isyanı karşısında yeniçerilerin ne denli beceriksiz ve disiplinsiz oldukları bir kez daha ortaya çıktı. Bu dönemde İstanbul halkı ve ulema arasında da yeniçerilere karşı düşmanlık ve nefret gelişmeye başlamıştı. Osmanlı tarihine “Vaka-i Hayriye” olarak geçen Yeniçerileri ocağının kaldırılması tam bir ihtilal havası içinde oldu. Yeniçeri ocağının yanında kurulan yeni birliğin askerleri, yanlarında ulema, medreseliler ve İstanbul halkı ile yeniçerilere karşı saldırıya geçtiler. Binlerce yeniçerinin öldürülmesinin yanı sıra, ocakla ilgisi olanların ve olduğu sanılanların kısa bir sorgulama sonrasında katledilmesiyle II. Mahmut tam anlamıyla terör estirdi 162. Kuruluş amacının tamamen dışına çıkarak sadece kendine hizmet eden yeniçerilik kurumu, sistemde yapılmak istenen her türlü reform hareketine direnerek imparatorluğun gelişmesine ket vuran başlıca unsurlardan biri olmuştu. Bu gerici güç odağının tasfiyesi sırf II. Mahmut’un değil, onların mirasçılarının da modernleşme çabalarında yolu temizlemiştir. Yeniçerilerin kaldırılmasını takiben yerine Batı tarzında Asakir-i Mahsure-i Muhammediye adında yeni bir ordu kuruldu. Askeri reformları idari alana da yayan II. Mahmut padişah, sadrazam ve şeyhülislamda toplanmış yetkileri nezaret sistemi kurarak çeşitli bakanlıklara paylaştırdı. II. Mahmut’tan önce yapılan reform çalışmaları hükümet kurumlarının yapısına dokunmamıştı; yüzyıllardan beri geleneksel yapının korunmuş olduğu imparatorlukta hükümetin örgütsel yapısında yapılan değişiklikler, Batılılaşma yönünde önemli adımlardı 163. II. Mahmut ana hedef olarak, merkezi otoriteyi tüm imparatorluk çapında etkin kılmak ve merkezi yönetimin de kendi içinde bütünlük arz eden bir yapıya kavuşmasını istiyordu. Ayanlar bu hedef için büyük bir tehditti ve padişah bu grubu tasfiye etme amacındaydı. Ancak, bu ayanların en güçlülerinden biri olan Mısır valisi Kavalalı 162

ORTAYLI, İ., İmparatorluğun En Uzunyüzyılı, İstanbul, İletişim Yayınları, 1999, s: 38

163

Karal, 1995, s: 194

Mehmet Ali Paşa’nın isyanı, devletin adeta varlığını tehdit eder bir mahiyete büründü. Mehmet Ali Paşa, Mısır’da Fransızlar’dan yardım alarak geniş ölçüde askeri ve ekonomik reform çalışmalarına girişmiş ve bir hayli de başarılı olmuştu. Reformlarına II. Mahmut’tan önce başlayan ve ondan daha başarılı olan Paşa ile padişah arasındaki çekişme iç savaş boyutlarını da aşarak uluslararası bir sorun haline geldi. Anadolu’nun içlerine kadar gelen ve İstanbul’daki hanedanın varlığını tehdit eden isyan, Büyük Devletler’in yardımıyla bastırılabildi. Mehmet Ali Paşa’nın Anadolu içlerine ilerlediği esnada ölen II. Mahmut, devletin sarsılan otoritesini tekrar kurmak için giriştiği reformlar mevcut sistemi disipline etmenin çok da ilerisine geçemedi. Batılı yöntem ve kurumlar padişah otoritesini tartışmasız kılmak amacıyla adapte edilmişti, ancak devletin dayanakları önceki devirlerde olduğu gibi kaldı 164. II. Mahmut, güçlerinin doruğundayken siyasal ve ekonomik tabanlarını yok ettiği ayanlar için asıl vurucu darbe Büyük Devletlerin Osmanlı İmparatorluğu’nun iç evrimi karşısındaki tavırlarını netleştirerek Mehmet Ali Paşa’nın isyanında merkezi yönetimin tarafını tutmalarıydı 165. Bu dönemde idarenin merkezileşmesi yönündeki atılımlar içinde özellikle ilk nüfus sayımının yapılması ve ülkede posta teşkilatının kurulması önemli gelişmelerdir. II. Mahmut’un eğitim alanına gösterdiği ilgi, kayda değerdir; ilköğretimin zorunlu kılınması ve Avrupa’ya ilk kez öğrenci gönderilmesi onun dönemine rastlar. Batı tarzında bir müfredatın izlendiği yüksek öğrenim kurumlarının kurulması gelecek nesil Osmanlı aydınlarının yetişeceği ortamın temellerini atmıştır. 1839’da babasının ölümü üzerine tahta geçen Abdülmecit’in sadrazamı olan Mustafa Reşit Paşa, Osmanlı’nın en köklü reform hareketine giriştiği Tanzimat Dönemi’nin mimarı olacaktı. 3 Kasım 1839’da ilan edilen Gülhane Hattı Hümayunu’yla başlayan bu dönemde 164

Karal, 1995, s: 143

165

Keyder, 1999, s: 27

imparatorluğu çözülmekten kurtarmak için girişilen geniş kapsamlı ve köklü reformlara girişilmiştir. Fransız Devrimi’nin getirdiği ulusçuluk akımı Osmanlı İmparatorluğu’nda yıkıcı etkilerini çok çabuk göstermişti. İmparatorluğun çeşitli dinlere ve etnik kökenlere mensup unsurları arasında 16. yüzyıldan beri gerek kültürel gerek kısmen ulusal nitelikli kıpırdanmalar zaten mevcuttu. Özellikle Balkan halklarının ulusal bilinci onlara Ortaçağ’daki ulusal karakterli devletlerinin ve kültürlerinin mirasıydı. Bu yüzden Balkanlar’daki ulusal hareketlerin sebebi doğrudan doğruya Fransız Devrimi’ne bağlı değildi. 166 Devrimin söz konusu mirası bu halkların gözünde bir gelecek hedefi olarak tekrar gözden geçirerek hareketlerine taban oluşturmalarını sağlayacak düşünsel açıyı vermiş olduğu söylenebilir. Balkanlar’daki ulusal hareketlerde, bu ulusal efsanelerin yanı sıra, 18.yüzyıldan beri gelişen ticari hayatın yarattığı burjuva nitelikli sınıfların doğuşu ve burjuvaların Osmanlı iktidarını kendileri için bir yük ve engel olarak görmeye başlamalarının etkisi çok büyük olmuştur. 1804’te maruz kaldıkları kötü idarenin düzeltilmesi için padişaha ricada bulunan Sırpların eli boş gönderilmesinden sonra milliyetçi bir niteliğe bürünen ayaklanma, süreç içinde Ruslar’ın da aktif desteğiyle 1916 yılında Sırbistan’a özerklik verilmesiyle sonuçlandı. 1815 yılında başlayan ve en başından beri milliyetçi karakter gösteren Yunan ayaklanması ise Avrupalı Büyük Devletler’in de bu halk lehinde taraf olmaları sonucu 1830 yılında Yunanistan’ın bağımsızlık kazanmasıyla son buldu. Osmanlı’nın milliyetçi ayaklanmalar sonucu Balkanlar’daki iki önemli bölgesini kaybetmesi, imparatorluğun geleceği açısından oldukça endişe verici nitelikteydi. Ayrıca Büyük Devletlerin özellikle Yunan isyanında takındıkları Osmanlı aleyhtarı tutum, yöneticileri fazlasıyla telaşlandırmış ve acil reform ihtiyacını su yüzüne çıkartmıştır. Bu çerçevede, azınlık milliyetçiliklerinin Osmanlı modernleşmesini hızlandırdığı söylenebilir. Tanzimat Fermanı Osmanlı tarihinde tam bir dönüm noktası olmuştur; daha önceki 166

Ortaylı, 1999, s: 61

dönemlerde askeri ve siyasal alanda sıkışıp kalan modernleşme çabaları, Tanzimat döneminde sosyo-ekonomik yapıyı da içine alarak “toplumsal mühendislik projesi” şekline dönüştü. Tanzimat döneminde girişilen reformlar, nitelik olarak bürokrat elitin toplumu yukarıdan dönüştürmek için giriştiği modernleşme çabaları kategorisinin tipik örneğidir 167. Eski güzel günleri geri getirmek yönündeki klasik yaklaşımını tamamen bir yana atılarak, Batı’nın üstünlüğünü kabul edilip bu gelişmişlik düzeyini yakalamak için girişilen Tanzimat reformları her şeyden öte imparatorluğun tarihsel evriminde Batı medeniyetine dahil olmak için verilen büyük ve cesur bir karardır 168. “Nizam Verme” (düzenleme) sözcüğünün çoğulu olan “Tanzimat” sözcüğü, Lale devrinde yeni tarzda tertip edilmiş birliklerden oluşan ordu düzenlemesi anlamına gelirken, bu dönemde hükümet yönetimine yeni bir düzen verme anlamına geçti 169. Aydın bürokratik bir kadronun sürüklediği Tanzimat reformları, Osmanlı bürokrasisinin dönüşümünün ulaşmış olduğu modernleşme düzeyi bakımından oldukça çarpıcıdır. Tanzimat bürokratlarının en ayırıcı özellikleri askerlikten habersiz kişiler olup bürokrasi içinde yetişerek yükselen devlet memurları olmalarıydı; Batılı ülkelerin başkentlerinde görev yaptıkları esnada bu kültürle iletişime geçen bu kişiler Avrupa devlet yapılarını ve zamanın uluslararası koşullarını inceleme fırsatı bulmuşlardı. Fransızca konuşan ve diplomasi üstatları olarak yetişen bu kişiler, güçlerini askeri yada ulemalık kariyerlerinden değil kişisel becerilerinden almaktaydılar. Yeni bürokrasi ne “kul” ne de “din adamı”ydı; bunlar, diplomat nitelikleriyle öne çıkan devlet memurlarıydı. Bu çerçevede Osmanlı

167

Bu tarz bir kategorik yaklaşım için Bkz. BLACK, C.E., Çağdaşlaşmanın İtici Güçleri, Ankara, İş Bankası

Kültür Yayınları, s: 100-104 168

Sina Akşin, Tanzimat dönemini, Türk toplumunun Ortaçağ’dan Yeniçağ’a geçmesi olarak niteler, Bkz Akşin,

1996, s: 17 169

BERKES, N., Türkiye’de Çağdaşlaşma, Ankara, Bilgi Yayınevi, 1973, s: 187

bürokrasisinin bu dönemde laik bir nitelik kazanmış olduğu söylenebilir. Babıali’nin yönetimde egemen unsur olduğu Tanzimat dönemi, Osmanlı tarihinde modern merkeziyetçi devlet yapısının kurulduğu dönemdir; Osmanlı bürokrasisi geleneksel yapısını, ideolojisini, eğitim ve çalışma biçimini dönüştürerek toplumu kontrol etme tekniklerini ve tarzını değiştirmiştir 170. Modern toplumsal sınıfların oluşma süreçlerinin başlarında oldukları ve devlet yönetimine baskı yapma safhasına henüz ulaşamadıkları imparatorlukta, modern zihniyetli bürokratların iş başına gelmelerinin anlamı kuşkusuz çok büyüktü. Tanzimat Fermanı’nın ilan edildiği tarihsel koşullara bakıldığında Balkanlar’daki azınlık ayaklanmalarının etkisinden daha çok Kavalalı Mehmet Ali’nin isyanı öne çıkar. Bir valinin devlete bu denli kafa tutacak gücü bulması ve devletin ordularını bozguna uğratmasının yarattığı eziklik psikolojisi, yöneticileri derinden etkiledi. Nizip savaşının kaybedilmesi gün yüzüne çıkan askeri iflasın 171, Batı’nın yardımıyla bertaraf edilmesi düşüncesi çerçevesinde 1838 yılında İngiltere’yle Balta Limanı Anlaşması olarak bilinen Osmanlı-İngiliz Ticaret Anlaşması imzalandı. İngiliz mallarına iç gümrüklerin kaldırıldığı ve bazı ürünlere Osmanlı’nın uyguladığı tekelin kırıldığı bu anlaşma imparatorluğun gelecekteki sosyo-ekonomik evrimine yön verecek nitelikler arz etmekteydi. Bir dönem Londra büyükelçiliği yapan ve zamanın Hariciye Nazırı Mustafa Reşit Paşa’nın girişimleriyle imzalanan anlaşma, İstanbul’daki İngiliz nüfuzunun güçlenmesinin yolunu açmıştır. İngilizlere yakınlığıyla bilinen Mustafa Reşit Paşa, Osmanlı Devleti’nin kendi başına varlığını sürdüremeyeceği ve Avrupa güçler dengesinin koruyucu şemsiyesi altında toprak bütünlüğünü destekleyen İngiltere ve Fransa’yla yakınlaşmasının gerektiğini düşünüyordu. Osmanlı Devleti’nin kurumsal yapısının Batı tarzında dönüştürülmesi hem devleti

170

Ortaylı, 1999, s: 90

171

Akşin, 1996, s: 23

güçlendirecek hem de İngiltere ve Fransa’nın güveninin kazanılmasını sağlayacaktı 172. Tanzimat Fermanı dış müdahalenin en fazla yoğunluk kazandığı dönemde bu Paşa tarafından hazırlandı. Kendisinden önce zaten başlamış olan reformların çerçevesini genişletmek ve devamını sağlamak amacıyla kaleme alınan Tanzimat Fermanı, Avrupa ya da İngiliz baskısına bir ödün değil gönüllü olarak girişilen bir çabanın eseriydi. 3 Kasım 1839’da Mustafa Reşit Paşa tarafından okunan Gülhane Hattı, bir anayasa ya da kanun olmayıp daha çok Avrupalı hükümdarların halkları ile arasındaki ilişkilerde değişiklikler yapılacağını vadeden bir “charter” (senet) türünde bir belgedir. Böyle bir belgeye dayanılarak bir yazılı anayasa ya da bir dizi yeni kanun hazırlanmasına gidilebilirdi 173. Osmanlı bürokratları ise ikinci yolu benimsemiştir. Osmanlı tarihinin gerçek anlamda ilk anayasal belgesi olan Hatt, tüm uyruklara yurttaşlığa ilişkin temel haklar tanırken, bu hakları düzenleyen yasalara bizzat padişahın da uyacağını açıkça belirtmiştir. Ancak, buna uyulmaması halinde uygulanacak yaptırımların belirtilmemesi belgenin anayasalcılık yönünden çok büyük bir eksiğidir 174. Osmanlı hükümdarı bu belgeyle kendi iradesinin sınırlanmasını kabul etmiş; halkın can, namus ve mülkünün güvencesini kendi iradesinin dışına, kanunların yargılarına bırakmıştır. Hükümet yönetiminin hükümdarın keyfiyetine göre değil, “Mevadd-ı Esasiye” (temel ilkeler) olarak nitelendirilen ölçülerle yapılacak kanunlar doğrultusunda yürütüleceğini ilan etmiştir 175. Bunun yanı sıra Müslümangayri-müslim tebaaların kanun önünde eşit kılınması devletin halkına yaklaşımında devrimci bir dönüşüme karşılık gelse de, gayri-müslimlerin haklarını asıl genişleten Islahat Fermanı

172

Karal, 1995, s: 170

173

Berkes, 1973, s: 187

174

EROĞUL, C., Anatüzeye Giriş, Ankara, İmaj Yayıncılık, 1997, s: 180-181

175

Berkes, 1973, s: 138

olacaktır. Devlet adamlarına can ve mal güvenliğini bahşeden Gülhane Hattı bürokratları “kul” statüsünde ele alan klasik Osmanlı anlayışının kırılmış olduğuna işaret eder. Bunların yanı sıra Hatt, İltizam usulüne son vermiş olsa da, devlet, örgütsüzlüğünden dolayı bu işi yürütememiş ve 2 yıl sonra iltizama geri dönülmüştür. Tanzimat bildirisi her ne kadar Osmanlı modernleşmesi için atılmış dev bir adım olarak görülse de, eksikler ve çelişkilerle doluydu. Bunların pratikte yarattığı en büyük handikap, padişahın iradesini sınırlayacak halkı temsil eden bir meclisin bulunmadığı ortamda reformların Babıali tarafından büyük devletlerin müdahaleleri ile yürütülmeye çalışılmasıydı. Hükümetin askeri, mali, hukuksal alanlar gibi bir çok alanda merkezileşme çerçevesinde sorumluluğu artmasına rağmen sorumlu bir kabine sisteminde az çok geriye dönüş bile söz konusu olmuştur 176; bakanların ataması ya da azledilmesi padişah ve çevresindeki kişilerin eline kalmış olmasının yanı sıra büyük devlet elçileri baskı ve nüfuzlarıyla hükümet işlerine daha fazla karışmaya başlamışlardı. Bu yüzden Tanzimat dönemi hükümetleri sürekli ve tutarlı hükümetler olamamışlardır. Tanzimat Fermanı’nda göze çarpan bir diğer eksiklik teoride Müslüman ve gayri-müslim tebaa arasında eşitlik sağlansa da bunun pratik alanda uygulaması yönünde kayda değer bir gelişmenin kaydedilememesiydi. Söz konusu sorunu Osmanlı bürokratları çözemeyince Kırım Savaşı’nı takiben 1856’da toplanan Paris Kongresi esnasında konu gündeme geldi. Kongre sürerken yayınlanan “Islahat Fermanı”, Osmanlı devlet adamları, şeyhülislam ve Büyük Devletler’in elçilerinin müzakereleri sonucunda ortaya çıkarılmış

bir belgedir. Gülhane Hattı’ndaki

ilkeleri tekrarlayan ve genişleten Islahat Fermanı, genel olarak ülkedeki gayri-müslim tebaanın durumuna odaklanıyordu. Ali ve Fuat Paşa’ların çaresizlik içinde imzaladıkları ferman adeta Kırım Savaşı’ndaki yardımlarından dolayı Büyük Devletler’e ödenen bir diyetti. Büyük Devletler’in Osmanlı üzerindeki garantörlük isteklerini savmak amacıyla 176

Berkes, 1973, s: 192

Osmanlı devletinin gerekli reformları kendinin yapacağını göstermek için ilan edilen ferman, Tanzimat Fermanı gibi anayasa benzeri bir nitelik taşımaktan çok ondaki vaatleri gerçekleştirecek somut reformları öngörmüştür 177. Müslüman- gayri-müslim tebaa arasındaki eşitlik konusunda cizyenin kaldırılması ve gayri-müslimlerin de askerlik yapması gibi yenilikler getiren ferman, Müslüman halktan büyük tepki çekti. Öncelikle Müslümanlar, kendilerini devletin sahibi olarak görüyorlardı. Gayri-müslimlerin bir kısmı, Batı sermayesiyle işbirliği içinde zenginleşerek göze batan bir hayat seviyesini yakalamışlardı. Bu da yetmez gibi bir de eşitlik haklarını elde etmeleri Müslümanları oldukça kızdırmıştı 178. İronik biçimde Hıristiyanlar da pek memnun olmuşa benzemiyordu; öncelikle kilise mensupları, millet sistemi çerçevesinde sahip oldukları yetki ve çıkarlar kısıtlandığından dolayı fermandan rahatsız oldular. Hıristiyan halk sağlanan haklardan memnun olmasına rağmen, askerlik görevi kısmından hoşnut kalmadı. Askerliğin yapılmaması durumunda ödenecek bedelin, kaldırılan cizyenin yeniden geri çağrılması olarak gördüler. Bunların yanı sıra ferman her ne kadar Büyük Devletler’in azınlıkları bahane ederek iç işlerine karıştırmasını bertaraf etmek amacıyla ilan edilmiş olsa da söz konusu durumda herhangi bir gerileme olmadı. Tanzimat döneminde, birçok alanda göze çarpan gelişmeler kaydedilmiştir. Bu alanlardan biri eğitimdir; bir komisyon çerçevesinde ele alınan reformlar, ilk, orta ve yüksek öğrenim kurumlarında ulemanın nüfuzunu kırarak bunların devlet otoritesi altına alınmasını sağlamaya yönelikti 179. Ancak bu amaca tam anlamıyla ulaşılamadı; medreseler yerinde kalırken, Batı tarzında eğitim veren okullar açıldı. Eğitimdeki bu ikilik birbirinden tamamen

177

Berkes, a.g.e.

178

Akşin, 1996, s: 27

179

Karal, 1995, s: 182

farklı düşünce sistemine sahip nesillerin yanyana yaşayacağı koşullar yarattı. Eğitimin modernleşmesi konusunda ulemanın tavrı da oldukça kayda değerdir; 19.yüzyıldan itibaren Osmanlı’da Batılı eğitim veren okullar kurulmuş ve bunlar dini eğitim verenlerin aleyhine yayılıp gelişmeye başlamışlardı. Osmanlı reformcuları, din adamları ve kurumlarıyla hiçbir zaman çatışmadılar. Ulemanın ve medreselerin dışında laik eğitim örgütlenip laik bürokrasiye taban oluştururken, ilmiye sınıfı bir kenarda kaldı ve modernleşme sürecinden bir şekilde izole oldu 180. Tanzimat reformlarının başarısı ya da başarısızlığı tartışmaya açıktır; ancak şu bir gerçektir ki ekonomik alanda başarısız olunmuş ve ülkenin Büyük Devletler tarafından maruz bırakıldığı yarı sömürge tarzı ilişkilerin niteliğinde herhangi bir değişim olmamıştır. 1854 yılından itibaren Avrupa’dan borç alınmaya başlanmış ve bu paralar kazançlı ekonomik yatırımlara dönüştürülemeyip büyük oranda sarayın lüks harcamaları ve silah alımında kullanılmıştır. Kaçınılmaz olan 6 Ekim 1875 yılında geldi ve Sadrazam Mahmut Nedim Paşa, borçlarını erteleme kararını açıkladı. Karar Avrupa kamuoyunu Osmanlı aleyhine döndürdü. Bunun yanı sıra Bosna-Hersek ve Bulgaristan’da ayaklanmaların çıkması işleri içinden çıkılmaz hale soktu. Sıkıntıların faturası tahttaki padişah Abdülaziz’e kesildi; 1876 yılının Mayıs ayında iktidara gelmiş olan Mütercim Rüştü Paşa hükümeti Abdülaziz’i tahttan indirerek yerine V. Murat’ı geçirdi. Hükümet sarayın harcamalarını denetim altına almak istiyordu. Bunu yapabilmek için önlerinde iki seçenek belirdi; Mithat Paşa’ya göre meşrutiyet ilan edilirse seçilecek olan meclis sarayın israflarına kısıtlama getirebilirdi; bakan olan Hüseyin Avni Paşa ise görüntüde bir padişahla hükümet tüm yetkileri eline almalıydı. Başlarda ikinci görüş öne çıktı, ancak Hüseyin Avni Paşa’nın öldürülmesi ve ardından V. Murat’ın akli dengesini kaybetmesi meşrutiyet yanlılarının yolunu açtı 181. Tahta geçtiğinde 180

Ortaylı, 1999, s: 186

181

Akşin, 1996, s: 32-33

meşrutiyeti ilan edeceğine söz veren II. Abdülhamit başa geldi. İmparatorluğun meşruti yönetime geçmesinin mimarı olan Mithat Paşa, anayasa ve parlamentonun adaptasyonu padişahın yetkilerinin kısıtlanmasından öte, önemli toplumsal gruplar arasında denge ve işbirliği sisteminin kurulabilmesi için araç olarak görmekteydi. Merkezi otorite ve yerel güçler arasında sağlıklı bir denge kurmak için geçerli bir yöntem aranmaya başlanması, siyasal bir idealizmden çok orta sınıfın artan gücünün tanınmasıydı ki Mithat Paşa bu toplumsal gerçeğin farkındaydı ve yapmaya çalıştığı da bununla başa çıkılmasıydı 182. Abdülhamit de Paşa’ya verdiği sözü boşa çıkarmayarak iktidara geçer geçmez anayasa hazırlanması için bir komisyon kurdurdu ve müzakerelere etkin biçimde katılarak istediği değişiklikleri yaptırdı; Padişaha muhaliflerini sürgün etme yetkisini veren 113. madde hükmü de Abdülhamit’in komisyon üyeleriyle yaptığı pazarlıklar sonucuydu. Meşrutiyet, Balkanlar bölgesinde gereken düzenlemeleri görüşmek üzere bir araya gelen Büyük Devlet temsilcilerinin düzenlediği Tersane Konferansı açılmak üzereyken ilan edildi. Osmanlı Devleti’nin ilk anayasası olan Kanun-i Esasi Batı tarzında bir yasama işlevleri öngörürken, anayasa ve yürütme organı arasındaki ilişkiler, İslam’dan gelen şura (konsey) ve meşverete (danışma) atıfta bulunularak meşrulaştırılmıştır. Anayasa, padişahlık makamını ülkenin en yüce ve yetkili kurumu olarak kabul etmiştir. Yürütme organının başı saydığı padişaha, bakanları atama ve azletme yetkisi bahşeden yasa, hükümeti de yasama organına sorumlu kılmadı. Kanun-i Esasi böylesine güçlü yürütme organı karşısında, oldukça zayıf nitelikte bir parlamentoyu öngörmüştü. İki kanattan oluşacak olan parlamentonun “Heyet-i Ayan” kanadının üyeleri tümüyle padişah tarafından seçilerek yaşam boyu görevde kalacak kişilerden oluşturulurken, Heyet-i Mebusan üyeleri dört yılda bir yapılacak genel seçimle belirlenecekti. Her iki kanadın başını da padişahın seçtiği parlamentonun hükümeti 182

KARPAT, K., The Transformation of the Ottoman State, 1789-1908”, Int. Middle East Studies 3,1972, s:

267-268

düşürme yetkisi yoktu ve hükümetin Heyet-i Mebusan’la tartışmaya girdiği taktirde en az altı ay içinde yenisi toplanmak şartıyla padişaha heyeti dağıtma yetkisi verilmişti. Sancak ve kazalardaki idari meclis ve seçim komiteleri tarafından belirlenen adaylarda, halk arasında itibar kazanmış olma ve vergiye tabi mülklerinin olması gibi koşulları arandı. İki dereceli seçimler sonucunda oluşan meclis, 20 Mart 1877’de ilk kez toplandı. Anayasa ilanından kısa bir süre sonra Abdülhamit, Mithat Paşa, Ziya Paşa ve Namık Kemal’i malum 113. maddeye dayanarak sürgüne göndermiş olması, padişahın yeni rejime karşı takınacağı olumsuz tavrın işaretlerini vermeye başlamıştı. Böyle bir hava içinde siyaset hayatına başlayan Osmanlı Meclisi tüm olumsuzluklara rağmen başarılı bir meclisti. Eyaletlerden gelen mebuslar, padişaha, İslam’a ve devlete bağlı olduklarını sürekli yinelerken, kendi pratik taleplerini tartışma sırası geldiğinde gayet gerçekçi ve işlevsel tutum takınıyor olmanın yanı sıra bürokrasiyi de açıkça eleştiriyorlardı. Mebusların büyük kısmı Avrupa’yla hiçbir iletişime geçmemiş ve hatta onun kültürüne ve politikalarına düşman olsa da bunların önemli bir kısmı Batı liberalizminin terminolojisine aşinaydı 183. Mebuslar adil ve verimli bir vergi sistemi, basın özgürlüğü, özel mülkiyetin korunması, paranın değeriyle fazla oynanmaması, girişim özgürlüğü ( ki bu çoğunlukla gayri-müslimlerin fazlaca ilgilendiği bir konuydu) gibi gayet liberal-burjuva mantığında taleplerini dile getirdiler. II. Abdülhamit, meşrutiyetin ilan edilmesi sürecinde her ne kadar uzlaşmacı bir tutum sergilese de içten içe söz konusu durumdan hiç de haz etmediği, sonraki eylemlerinden anlaşılabilir. Mithat Paşa’yı Tersan Konferansı’nın son bulmasından 16 gün sonra azletmişti. İlk Mebusan Meclisi’nin toplandığı sıralarda imparatorluk Rusya ile savaş halindeydi ve Sırbistan ve Karadağ’da ayaklanmalar sürüyordu. Meclis, bu olan bitenler karşısında hükümeti oldukça sert biçimde eleştirerek tam anlamıyla bir meclis olduğunu kanıtlamıştır. Bu çıkışlardan gözü korkan Abdülhamit, 28 Haziran 1877’de mebus meclisini dağıtırken, 183

Karpat, 1972, s: 268

Ahmet Vefik Paşa’nın da söylediğine göre, söz dinleyen yeni mebusların gelmesinin yolunu açmak istemiştir 184. Rusya Osmanlı Devleti’ne savaş açarken, geleneksel çıkarlarının yanı sıra Fransız Devrimi’nden bu yana mutlakçılığın kalesi olarak Osmanlı’daki meşruti rejime de duyduğu öfkeyle güdülenmiş olması ihtimali yüksektir 185. Arada yapılan seçimler sonucu 13 Aralık 1877’de toplanan yeni meclis eleştirisellik açısından diğerini aratmamış ve bu kez padişah öncekinden daha kısa bir süre sonunda, 14 Şubat 1878’de meclisi tatil etmiştir. Rus ordusu İstanbul önlerindeyken verdiği bu karara rağmen, Nisan 1880’e kadar Abdülhamit, meşrutiyet devam edecekmiş gibi davranmıştı. Bu tarihe dek kanunlar, meclis toplandığında görüşmek üzere diye çıkarılmış ve ayan meclisine üyeler atanmıştı. Fakat Nisan 1880’de İngiltere’de açıkça Türk düşmanı olan Gladstone’un partisi iktidara gelince, Abdülhamit meşrutiyeti yaşatacakmış gibi görünmenin gereksiz olduğunu düşünmüş olduğu ihtimali yüksektir 186. Bu tarihten sonra da Abdülhamit rejimi sıkılaştırarak sert bir polis devlet olma yoluna sokmaya başladı. Abdülhamit dönemi Osmanlı tarihinin en tartışmalı dönemlerinden biridir. Kurduğu despot rejimden dolayı “Kızıl Sultan” diye de anılan bu padişah, 33 yıl gibi uzun bir dönem saltanat sürdü. Abdülhamit’in otoriteyi eline alması, aynı zamanda tohumları yeniçerilerin kaldırılmasıyla atılan ve Tanzimat dönemi boyunca kesintisiz süren “Babıali” yani bürokratlar iktidarının da sonunu getirdi; 1876’dan imparatorluğun sonuna dek hiçbir sadrazam, Tanzimat dönemindeki gibi bir güce ve hareket özgürlüğüne sahip olamadı. Abdülhamit bütün yürütme gücü üzerinde etkili bir kontrol kurarak sadrazamları idari memur durumuna düşürdü. II. Mahmut da yeniçeri ocağını kaldırdıktan sonra otokrat bir yönetim

184

Eroğul, 1997, s: 188

185

Akşin, 1996, s: 35

186

Akşin, 1996, s: 35

sürmüştü ancak o bunu yaparken eski Osmanlı geleneği olan hüküm ve örfe yani yürütmenin mutlak kudretiyle devletin iyiliği için otoritenin ele alınması fikrine dayanıyordu. O, hiçbir zaman otoritesinin meşrutiyetini İslami kurallarda aramadı; sadece yaptıklarının İslam’la bağdaşır mahiyette olduğunu öne sürdü. II. Abdülhamit ise bu büyük ölçüde laik siyasal geleneği bozarak hükümet işlerine İslam’ı öne çıkararak eylemlerine meşrutiyet aradı ve halife olma statüsünü kullanarak kendi için yarı ilahi, otokrat bir padişah imajı oluşturdu 187. III. Selim döneminden beri padişahların kaderlerinin başta yeniçeri, ulema ve daha sonra bürokratlar tarafından belirlenmiş olması onda büyük bir komplo korkusu yaratmıştı. Genelde “istibdat rejimi” olarak nitelendirilen Abdülhamit döneminin en öne çıkan yanlarından biri padişahın jurnalci denen kuşkulu kişileri ihbar eden kimseleri teşvik etmesi ve bunları ödüllendirmesiydi. Bunun yanı sıra gizli polis teşkilatına çok önem veren Abdülhamit , hafiyeleriyle halka büyük korku ve tedirginlik yaratmıştı. Abdülhamit’in polisdevletinin bir diğer baskı aracı, basına uyguladığı bazen güldürücü boyutlara varan aşırı sansürüydü. Öyleki devletin resmi gazetesi olan Takvim-i Vekayi kendisini münasebetsiz bir duruma düşüren bir baskı yanlışı yüzünden 1890’da kapatıldı ve 1908’e kadar da bir daha yayınlanmadı 188. Abdülhamit devrine kadar Osmanlı’da oldukça renkli bir basın hayatı vardı. Özellikle gazeteler Osmanlı düşünsel hayatını zenginleştirerek yeni Osmanlı aydınlarının yuvalandığı merkezler halini almıştı. Gazetenin kamuoyunda ne denli etkileyici bir nüfuza sahip olduğunun farkında olan Abdülhamit, başlarda gazetecileri yanına çekmek için onlarla yakın ilişkiler kurmaya çalışmış olsa da aşamalı olarak basın özgürlüğünü kısıtlamaya başladı. Gazeteler, devletin icraatları ve yurt dışındaki padişahı ya da Türkler’i öven yazılarla

187

Karpat, 1972, s: 271

188

Akşin, 1996, s: 37

dolduruldu 189. Söz konusu sansür durumu 1908 Devrimi’ne dek kesintisiz sürdü. Abdülhamit döneminde en büyük sorunlardan biri dış borçların devletin ödeme gücünü aşmış noktaya ulaşmış olmasıydı. 1875 yılında devletin aldığı borçların faizini ödeyemeyeceğini ilan etmesinden itibaren 1881 yılına dek yabancı tahvil sahiplerinin temsilcileriyle Osmanlı devlet adamları devletin iflasını tartıştı ve çözüm olarak Düyun-u Umumiye İdaresi’nin kurulması kararlaştırıldı. Elinde Osmanlı tahvilleri bulunan Avrupa’lı yatırımcıları korumak amacıyla kurulan bu kurum, devletin bazı sektörlerden alacağı vergileri toplayarak doğrudan alacaklılara verecekti. Düyun-u Umumiye merkezi otorite karşısında

Avrupalılar’ın

daha

önceki

dönemlerde

merkezileşmeyi

desteklerken

benimsedikleri çelişkili yola meyletti; bir yandan Babıali’yi uluslararası sahnede daha itibarlı muhatab haline getirirken, aynı zamanda içerde radikal bir dğeişimi ve mali reformu engelledi 190. 19.yüzyılın son çeyreğinde ikinci endüstriyel devrim çerçevesinde sömürgecilik yarışı hız kazanırken, gelişmiş kapitalist ülkeler dünya üzerinde ayak basılmadık yer bırakmadılar. Bu yarışa geç katılmış ülkelerden özellikle Almanya, hiç Müslüman sömürgesi olmaması ve Abdülhamit’in islamcı politikasını desteklemesinden dolayı imparatorlukta yükselen değer oldu. Almanya’nın Ermeni sorunundaki tarafsız tutumu ve İngiltere’ye rakip olacak bir duruma gelmesini Osmanlı’ya nefes alma olanağı sağlayabileceğinin düşünülmesi 191 bu yakınlaşmayı güdüleyen diğer nedenler oldu. Fransa ve İngiltere’nin 1870’lerden itibaren imparatorluğu parçalama eğilimleri artarken, Abdülhamit, bütünlüğü savunan II.Wilhelm’e yaklaştı. Kayzer ise bu ilişkide imparatorluğun ekonomik zenginliklerine göz dikmiş olmanın 189

KARPAT, K. H., Mass Media in Turkey, Political Modernization in Japan and Turkey, içinde, der:

Robert E. Ward&Dankwart A. Rustow, New Jersey, Princeton University Press, 1964, s: 264-266 190

Keyder, 1999, s: 61

191

AKŞİN, S., Jön Türkler ve İttihat Terakki, Ankara, İmge Kitabevi, 1998, s: 20

yanı sıra padişahın halifelik statüsünü öne çıkararak Abdülhamit’le kurulacak samimiyet sayesinde dünya Müslümanları arasında sempati kazanmak istiyordu. Dünya Müslümanları, hilafeti üniversal ruhani bir kurum gibi görüyordu ki Batı da aynı imgeye sahipti. Panislamist bir politika izleyen Abdülhamit kendi sınırları dahilindeki gayri-Türk Müslüman halktan çok, halife sıfatıyla Rusya, Britanya, Fransa ve Hollanda kolonilerinde Müslümanlar üzerinde bir etki kurmuş ve onlar arasında sempati kazanmıştı 192. Abdülhamit döneminin başarı hanesine yazılabilecek gelişmelerin başında eğitim alanı gelir. Bu dönemde ortaokulların sayısının katlanarak arttığı ve askeri okul ve lise sisteminin yaygınlaştığını ve bir çok yeni yüksek okulun açılırken mevcut olanların da geliştirildiği görülmektedir. Bunun yanı sıra demiryolu inşası alanında da büyük çapta gelişmeler olmuştur. Despot Abdülhamit yönetiminin en büyük handikapı ise yeni jenerasyon bürokrat ve memur takımına ve kendinin yaygınlaştırdığı eğitim kurumlarında yetişen Osmanlı aydınlarına sadakat aşılayamamasıydı; Mülkiye ve Harbiye gibi okullarda yetişen yeni jenerasyon, el altından ulaştıkları Yeni Osmanlılar’ın vatansever fikirleri kadar liberal ve anayasal düşünce sistemlerini de cazip bulmaktaydılar 193. İçerdeki baskıcı yönetimden dolayı bu dönemde Osmanlı fikir hayatı, Avrupa’ya kaçan ya da sürgün edilen aydınlarca oralarda sürdürülüyordu. Abdülhamit aydınları küstürmekle kalmadı, mektepli subayların büyük çoğunluğu da tatminsizler cephesine itildi. Abdülhamit, sadık bulduğundan dolayı orduda mekteplilerin yerine alaylıları terfi ettiriyordu. Örneğin, sarayda ve İstanbul’da bulunan I. Ordu’da alaylı subayları tercih edilirken mektepliler başta Makedonya eyaleti olmak üzere, İstanbul dışında en çok kendilerine ihtiyaç duyulan yerlere yollanıyordu. Böylece aralarında bir çok devrimci olan mektepli subayların başkentte kalması önlenerek 192

ORTAYLI, İ., 19.yüzyılda Panizlavizm ve Osmanlı Hilafeti, Osmanlı İmparatorluğu’nda İktisadi ve

Sosyal Değişim (Makaleler I), Ankara, Turhan Kitabevi Yayınları, 2000, s: 247 193

ZURCHER, E. J., Turkey (A Modern History), London,&New York- I.B. Tauris, 1994, s: 90

tehlike savuşturuluyor, hem de oralardaki yetenekli asker ihtiyacı karşılanıyordu. Ancak bu ayrımcı

tutum

meyvelerini

vermekte

gecikmedi;

ihtilal

Abdülhamit’in

kapısını

Makedonya’dan çaldı. 1889’da Askeri Tıbbiye’de kurulan İttihad-i Osmanlı adındaki gizli örgütün serüveni 1908 yılında Makedonya’daki subayların eylemciliğiyle hedefine ulaştı ve Abdülhamit’in istibdat rejimini dize getirdi. 19.yüzyılda Osmanlı Devleti geleneksel kalıplarını kırmış ve derin ve kapsamlı reformlar zinciriyle hem kendini hem de toplumu dönüştürmüştü. Abdülhamit dönemine dek süreklilik arz eden Batılılaşma nosyonu tek bir hedefe yönelmişti; imparatorluğu parçalanmaktan kurtarmak. Osmanlı devlet adamları, milliyetçilik çağında, her ne kadar çözülmeyi durduramamış olsalar da arkalarında Batı’nın sistemi ve değerleriyle paralel kurumlar ve daha da önemlisi bunları özümsemiş bireyler bıraktılar. Abdülhamit döneminde geleneksele daha doğrusu gericiliğe meyledilmesi, önceki dönemlerin temelini attığı yeni ilerici jenerasyon tarafından hazmedilememiş ve Osmanlı tarihinde ilk kez ilerici unsur saray darbeleriyle değil Batılı anlamda bir devrimle iktidara ortak olmuştur. Atılan ok geri dönmez ilkesi çerçevesinde I. Meşrutiyet’in tanıştırdığı anayasal rejim bir kez realite olunca, Abdülhamit rejiminin gericiliği baki kalamamıştır.

2.3. 19. Yüzyılda Osmanlı Sosyo-Ekonomik Yapısının Dönüşüm Süreci 2.3.1. Reaya Sınıfı Osmanlı İmparatorluğu’nun klasik kurumsal yapısı, az çok birbirine yakın büyüklükte toprakları elinde tutan ve merkezin atadığı memurlara oransal vergi ödemekle yükümlü bağımsız bir köylü kitlesinin varlığına dayanır 194. İmparatorluktaki tüm toprakların padişaha 194

Keyder, 1999, s: 22

ait olduğu ve köylülerin toprağı işlemek ve keyfince boş bırakmamakla yükümlü kiracılar oldukları bu sistemde, topraklar çift-hane sistemi çerçevesinde 60-150 dönüm arasında değişen arazi ölçüsüyle sınırlandırılmıştı. Batı Avrupa’dakine benzer bir feodal sistemin Osmanlı ülkesinde ortaya çıkmamasının sebeplerinden biri, arazinin bu şekilde geçimlik ölçekte tutularak, köylüler arasındaki toprak devri hususunun sıkı bir devlet denetimine tabi tutulmasıydı. Devletin kırsal alandaki denetim aygıtı, tımar sistemi çerçevesinde belirli ölçüde toprakta yerleşik olan tımarlı sipahilerdi. Güçlü bir merkezi otoritenin varlığını gerektiren bu toprak sistemi, İmparatorluğun güçten düşmeye başlamasıyla çözülmeye başladı. Merkezkaç kuvvetlerin illegal yollarla ya da yöneten sınıfa dahil kişilerin devletten bağış yoluyla elde ettikleri topraklar, taşrada geniş topraklara sahip bir sınıfı vücuda getirdi. 16.yüzyılda Avrupa’da gerçekleşen fiyat devrimi çerçevesinde ekonominin parasallaşması, Osmanlı ekonomik yapısında da etkisini çabuk gösterdi 195. 17.yüzyıldan itibaren devlet, nakit ihtiyacından dolayı, kendisine parayı peşin veren ve devletin vergilerini köylüden bizzat toplayan kişilerin yön verdiği iltizam sistemini geleneksel tarım vergisi öşürü de kapsayacak şekilde genişletti. Ateşli silahların Avrupa’da savaş tekniklerini değiştirmesi çerçevesinde Osmanlı ordusunda nüfuzunu kaybeden tımarlı sipahilerin ekonomik olarak da ihmal edilmesi tımar sisteminin çözülmesine yol açtı. Bu durumun en önemli sonucu taşradaki devlet denetiminin zayıflamasıydı. Köylüden toplanan vergilerde denetimi ele geçiren yerel idareciler ve köklü aristokrat aileler ayanlar olarak eyaletlerde ekonomik ve siyasal nüfuz elde ettiler. Osmanlı tarihinin en tartışmalı olaylarından biri Anadolu’daki Celali isyanları 195

16.yüzyıl fiyat devriminin etkisi çerçevesinde Osmanlı ekonomik dönüşümünü yorumlama eğilimi özellikle

ünlü Fransız tarihçisi Fernand Braudel’in görüşlerinden etkilenen Ö.L. Barkan ve H. İnalcık’ın eserlerinde oldukça öne çıkar. ZaferTtoprak ise fiyat devriminin etkisinin, ekonominin çok sınırlı kesiminin parasallaştığı ortamda Osmanlı sistemini temelden sarsmasının güç olduğunu, ancak klasik yapıyı çözücü etkide bulunmuş olabileceğini, ancak yapısal dönüşümlerin ortaya çıkışının 19.yüzyılda gündeme gelebilmiş olduğunu öne sürer. Bkz. TOPRAK, Z., İktisat Tarihi, Türkiye Tarihi (Osmanlı Devleti, 1600-1908), IV. Cilt, Der. Sina Akşin, Ankara, Cem Yayınevi, 1988, s: 193-194

böyle bir ortamda yeşerdi. Devletin denetim aygıtlarının zayıfladığı bir ortamda merkezkaç güçler ve ortakçı köylülerin sürüklediği isyan dalgası zincir halinde genişleyerek, merkezi otoritenin varlığını kritik bir noktaya getirdi. Celali isyanları, tarımda değişen ve çeşitlenmeye başlayan sınıfsal ilişkilerin kendini ortaya döktüğü bir tarihsel sahne olarak, Osmanlı sistemindeki feodalleşmenin vardığı boyutları gösterme açısından oldukça anlamlıydı. Celali isyanlarının kendisi de feodalleşmeyi arttırıcı etki yaptı; kimi bölgelerde Celali isyanlarından kaçan köylülerin toprakları nüfuzlu kişilerce sahiplenilerek kendi özel arazileri şekline dönüştürüldü 196. Avrupa’daki klasik aristokrat sınıftan oldukça farklı bir nitelik arz eden ayan sınıfı, ekonomik gücünün kaynağını, vergi gelirlerinin toplanmasında denetleyici konumundan alıyordu.Ayanlar, köylünün tarımsal artığının önemli bir kısmına el koyarak büyük servetler elde ettiler. Bulundukları bölgelerdeki ticari hayatın üzerindeki denetim güçleriyle bu alandan da sağladıkları gelirler de oldukça önemli miktarda idi. 18.yüzyılın özellikle ikinci yarısında Avrupa’daki ticaret devrimi çerçevesinde Doğu Akdeniz bölgesinin tarım ürünlerine dış talebin artması eş zamanlı olarak ayanlarında gücünü arttırdı. Ayanlar bu dönemde çift-hane sistemine bağlı miri araziyi muktaa olarak tasarruf altına alırken, terk edilmiş toprakları ya da mevat statüsündeki arazileri de tarıma açtılar 197. 16.yüzyılın ortalarından itibaren klasik Osmanlı toprak sisteminin çözülmesiyle birlikte gelişen kendine özgü bir tarzda feodal ilişkiler sisteminin iktidar tarafından tanınması, 1807 tarihli Sened-i İttifak belgesiyle gerçekleşmiştir. Gücünün zirvesindeki ayan sınıfının, teoride padişahın tekelinde olan iktidar otoritesini yerel güç sahipleriyle paylaşmaya zorladığı bu belge, hiçbir zaman uygulamaya geçirilmedi. Sened-i İttifak’ın imzalanmasını takiben merkezi otorite, adeta ayanların üzerine yaylım ateşi açarak sınıfın hem siyasal hem de ekonomik gücünü 196

İnalcık, 1998, s: 22

197

İnalcık, 1998, s: 25

kırdı. Bunu tek başına başaramadığı tek örnek olan Mısır valisi Kavalalı Mehmet Ali Paşa’yla savaşımında ise Büyük Devletlerin yardımına başvurularak badire atlatıldı. 19.yüzyılın başındaki bu merkezi ve yerel otoriteler arasındaki denge değişimini takiben, merkez, yerel muhalefeti besleyen kaynakları kurutmak için atağa geçti. İçi boşaltılmış ve işlerliği kalmamış olan tımar sistemi 1831 yılında resmen kaldırıldı. Miri topraklar üzerindeki fiili tüm mülkiyet şekilleri tasfiye edildi ve büyük malikaneler kamulaştırıldı. Merkezi yönetime geri döndürülen bu topraklar vergilendirimeleri için mültezimlere kiralandı. Ancak bu önlemlerle merkezi hükümetin amaçlarının ne kadarına ulaşmış olduğu tartışmalı olsa da Doğu Anadolu ve Kuzey Suriye bölgelerinde dahi Kürt aşiret beylerinin elinden topraklarının hacz edilerek bir kısmının küçük köylüye dağıtıldığı örnekler mevcuttur 198. Tüm bu gelişmeler merkezi otoritenin yerel feodal ilişkileri çözerken, tarımsal yapıda küçük köylülüğün tabanını sağlamlaştırmıştı. 19.yüzyılın başı itibariyle Osmanlı toplumsal sistemi, önceki devirlerden süregelen kendine yeter geçimlik yapısını genel ölçekte kırabilmiş olmaktan uzaktı Klasik toplumsal yapıdaki tüm iktidar ilişkilerindeki denge değişimlerine rağmen hakim toplumsal yapı, en önemli yükümlülüğü yıllık öşür ödemek olan bağımsız köylü üreticilere dayanmaya devam etmiştir. Ayanların alternatif bir emek kullanım sistemi meydana getirememiş olmalarının ve kırsal üretimin özüne dokunamamasının söz konusu durumda payı büyüktü. Osmanlı ülkesinde tarımsal üretim biçiminde en öne çıkan yapısal niteliklerden biri, toprağın emeğe oranla fazla oluşudur. Düşük nüfus yoğunluğu toprakta mülksüzleşme ve emek fazlası oluşumunu engellerken küçük üreticiliğin yaygınlığı ve bölgesel bağımlılığı, emeğin dolaşımını sınırlamıştır. Ancak bu güçlü küçük köylülüğe dönük yapı tarımın

198

PAMUK, Ş., Commodity Production for World-Markets and Relations of Pruduction In Ottoman Agriculture,

1840-1913, The Ottoman Empire And The World Economy, içinde, der: Nuri İslamoğlu-İnan, Cambridge University Press, 1987, s: 183

kapitalistleşmesinin önünde büyük bir engeldi. Kapitalist tarımsal üretimin temellerini oluşturan özel mülkiyet, işletme ölçeğinde üretimin yoğunlaşması, tarım dışına itilen bir emek fazlalığı gibi koşullar Osmanlı toplumunun henüz ulaşılabilmiş olduğu aşamalar değildi Osmanlı köylüsü proleterleşmeyi doğuracak bir mülksüzleşme ve kıtlık yaşamamıştır. Büyük çiftliklerdeki ortakçılık ise toprak edinmenin güçlüğünden değil, köylünün elindeki çift hayvanlarını yada tarım araçlarını kaybetmesinden kaynaklanmaktaydı 199. Osmanlı ülkesinde kapitalist tarım işletmeleri gelişimlerini engelleyen faktörlerden biri emeğin pahalılığıydı. Söz konusu toprak-emek oranı ve köylülerin marjinal arazilere yayılmalarının görece kısıtlı olmadığı bir toplumsal oluşumda, ücretlerin yüksek olması kaçınılmazdı. Örneğin 20.yüzyılın başlarında İzmir-Aydın, Adana ve Selanik gibi hayli ticarileşmiş tarımsal üretimin söz konusu olduğu bölgelerde, büyük toprak sahiplerinin bazıları, kıt olan emekçilere bağımlılıklarını azaltmak için yurtdışından tarım aletleri ve emek tasarrufu sağlayan makinaları ithal etmeye başlamışlardı 200. Osmanlı kırsalındaki pre-kapitalist öğelerin güçlü olmasının ülkenin kapitalist ilişkileri adaptasyonuna set çekmesi beklenemezdi. Her şeyden önce 19.yüzyıl itibariyle Osmanlı, Avrupalı kapitalist devletlerin ortak sömürgesiydi. 16.yüzyıldan beri Osmanlılar, Batılı tüccarlarla ilişkileri çerçevesinde Avrupa’nın sosyo-ekonomik etkisine maruz kalmışlardır. Ancak merkantalist çağın Osmanlı ülkesi üzerindeki etkisi, Sanayi Çağı’ndaki etkisiyle karşılaştırılamayacak denli sınırlıdır. Osmanlı’nın Batı’yla yoğun bütünleşme süreci Napolyon Savaşları’nın hemen ertesinde 1820’lerde başlamıştır; 1838 yılında İngilizler’le imzalanan Baltalimanı Sözleşmesi ve onu izleyen diğer devletlerle yapılan ticareti

199

Keyder, 1999, s: 31

200

Pamuk, 1987, s: 184

sözleşmeler bu bütünleşmenin yasal düzenlemeleridir 201. Tanzimat Fermanı’ndaki tebaaya can ve mülk güvencesinin bahşedilmesi de merkezi otorite ve bürokrasinin ayanlarla savaşımında kitleleri canlandırmak için bir girişimdi 202. Toprağın mülkiyetinin devlette olması liberal bir ekonominin önünde engel olduğu, yabancı danışmanlarca sürekli olarak vurgulanıyordu. Devlet topraklarının sirkülasyonunun arttırılması ve burada ekim şartlarının geliştirilmesinin buraların parasal değerini arttıracağı fikri devlet erkanının da ilgisini çekmiş olsa da 1858’deki Toprak Kanunu büyük devletlerin baskısıyla çıkarıldı. Kanun, prensip olarak miri topraklardaki devletin ünvanını korurken kiracılık haklarını büyük ölçüde geliştirdi. Sonunda kanun, özel mülkiyetteki toprak devri ve satışı mantığı işleyecek denli kiracılık haklarını genişletti 203. Bu durum, özel girişime dayalı olarak ekonominin dönüşmesinin temelini attı. Bu gelişmenin açtığı yol çerçevesinde toprak biçimindeki tarım sermayesi geniş ölçüde yerel Müslüman-Türk elitlerin ellerinde birikti. 1838 İngiliz-Osmanlı Ticaret Anlaşması, ticaret tekellerini kaldırarak yabancıları Osmanlı tüccarları önünde daha avantajlı duruma getirerek olası bir toplumsal çözülme ve işsizlik koşulları hazırladı. Bu durumun köylüye yansıması ise sınırlıydı. Küçük köylü taban, pazarlanabilir artık ürün hacminin yanı sıra, geçimlik ürünlerden ihraç ürünlerine yönelik üretimin geçiş hızını da sınırladı. Riskten kaçınan çok sayıda üreticinin geçimlik üretimden tek ürüne dayalı ticari üretime geçişi oldukça yavaş ve güçlükle gerçekleşebilirdi 204 Sonuç itibariyle, ticari üretim, Anadolu’nun güney ve batısındaki kıyı kesimleri ve Balkanlar bölgesinde gelişirken, Anadolu’nun kıyılarla bağlantısı az olan kesimlerinde geleneksel

201

Toprak, 1988, s: 195

202

Karpat, 1972, s: 258

203

Karpat, 1973, s: 43

204

Keyder, 1999, s: 47

yapısını az çok korudu. Tarımda üretkenliğin arttırılmaması da bu alanın kapitalist ticari ilişkilere açılamaması yönünde bir diğer engeldi.

2.3.2. Kayıp Burjuvazi Yeni dünyanın keşfi ve buralarda kurulan geniş sömürge ağı sonrasında Avrupa’da görülen üretim artışı, Osmanlı İmparatorluğu’nun Batı ile arasında olan ticareti yoğunlaştırdı. Ticareti teşvik etmek için ilk kez 15.yüzyılda İtalyanlar’a tanınan kapitülasyonlar daha sonra diğer Avrupa ülkelerine de tanınmaya başlandı. Kapitülasyonlar, 18.yüzyılda Osmanlı Devleti’nin bunları tek taraflı feshetme yetkisini yitirmesiyle birlikte gittikçe Batılıların lehine işleyen mahiyete büründü. Avrupa’daki sanayi devrimini takip eden dönemde kapitülasyonların sosyo-ekonomik yapıyı çözündürücü etkileri açığa çıkmaya başladı. Kapitalist dünya ekonomisine hammadde ihraç eden ve karşılığında sınai ürün ithal eden bir ülke konumunda eklemlenen Osmanlı İmparatorluğu’nun 19.yüzyıldaki sosyo-ekonomik gelişimi büyük ölçüde bu olgu çerçevesinde şekillenmiştir. Kısa sürede Avrupa’dan gelen sınai metalarla dolan ülke piyasası, yüksek maliyetle mal üreten geleneksel imalat sektörünü çökertmeye başladı. Bunun yanı sıra Balkanlar’da imparatorluğun diğer bölgelerine göre daha erken başlayan Batı’yla yoğun ticari ilişkilerin sonucu ortaya çıkan ticari burjuvazi Osmanlı yönetimini kendi gelişimi için elverişsiz görmüş ve Fransız Devrimi’nin de ideolojik etkisi çerçevesinde bağımsızlık savaşımına girmiştir. Bu durumu en iyi örnekleyen olaylar Sırp ve Yunan uyrukların bağımsızlık mücadelesidir. Buralardaki Türk köylüleri geçmişteki ekonomik ilişkilerini sürdürürken Hıristiyan köylülerinden zenginlik açısından geride kaldı. Şehirlerde ise Müslüman-Türkler daha çok idari görevler ve imalat sektöründe varlık göstermekteydiler. 18.yüzyıl sonu ve 19.yüzyılın başlarını kapsayan yoğun ticari ilişkiler süreci içinde bunlar, Hıristiyan burjuvazi tarafından arka plana itildiler 205. 205

Karpat, 1972, s: 249

Osmanlı İmparatorluğu’nun kapitalistleşme sürecinde handikap yaratan bir diğer unsur, milli bir burjuvazinin oluşamamasıdır. Osmanlı ülkesinde burjuvazi,ancak dış güçlerle işbirliği yapan komprador nitelikli bir sınıftı. Büyük oranda gayri-müslim teba mensubu kişilerin oluşturduğu “Levanten” olarak adlandırılan bu sınıf kapitülasyon rejiminin bir uzantısıydı. Osmanlı’nın iyiden iyiye güçten düştüğü 18.yüzyılda güçlenen bu sınıf, yabancı diplomatların müşterilerinin kendi devletlerinin güvencesinde olduğunu belirten “berat” adındaki belgeleri elde ederek büyük bir ayrıcalığa sahip oldular. Beratların içerdiği ayrıcalıkların nesilden nesile miras yoluyla aktarılabilir bir niteliğe bürünmesi bu sınıfın gerçek anlamda doğuşuna karşılık gelir 206 Bu çerçevede kapitülasyonlar imparatorluktan yabancılaşmış bir burjuva sınıfını vücuda getirmiş oldu. Yabancılara yakın duran azınlıklar kültürel yakınlık ve onların dilini bilmek gibi iki önemli avantaja sahiptiler. Bunlar yabancı ülkelerin vatandaşlığına girerek cizye ödemekten muaf olmanın ve sultanın mallarını müsadere etme tehlikesini savuşturmanın yanı sıra onların sahip oldukları ticari ayrıcalıklara kavuşuyorlardı. Bunların bir tanesi özellikle önemliydi: Yabancıların ödedikleri rüsum miktarı Osmanlı tacirlerinin ödemek zorunda olduklarından çok daha düşüktü 207. Osmanlı ülkesinde iş gören yabancı tüccarlar karşılaştıkları ekonomik engeller karşısında gayrimüslim tüccarları arabulucu olarak kullanıyorlardı. 18.yüzyılın sonuna dek padişah, Avrupalı tacirlerin Karadeniz bölgesinde ticaret yapmalarını kati suretle engellediğinden dolayı bunlar, azınlıkları kullanarak ticari taleplerini karşılıyorlardı. Oysa sultan aynı şekilde Karadeniz’de ticaret yapan Müslümanların sayısını da sınırlamıştı ki bu durum da onların çıkış noktası

206

SUGAR, P., “Economic and Political Modernization In Turkey”, Political Modernization in

Turkey&Japan, içinde, der: R.E.Ward&A. Rustow, New Jersey, Princeton University Press, 1966, s: 154-155 207

GÖÇEK,F.M.,Burjuvazinin Yükselişi, İmparatorluğun.Çöküşü (Osmanlı Batılılaşması ve Toplumsal

Değişme), Ankara, Ayraç Yayınevi, 1999, s: 205

olamamıştı 208. Sonuçta giderek daha fazla sayıda azınlık mensubu tüccar yabancı bandıralı gemilerle Osmanlı’nın Batı’yla yaptığı ticaretten büyük zenginlik elde etmiş ve ortaya Avrupa devletleriyle kader birliği yapmış olan komprador nitelikli bir burjuva sınıfı çıkmıştı. Bu sınıfın Osmanlı Devleti’ni kendilerinin olarak algıladıklarını söylemek zordur, ancak söz konusu durumu tüm gayri-müslim topluluklara genellemek de bir o kadar hatalı olur. Azınlık topluluklarının Osmanlı Devleti’ne yaklaşımları, topluluğun Avrupa’nın hakim olduğu ekonomik sektörle ne kadar bütünleşmiş olduğuyla dolaysız olarak bağlantılıydı 209. Komprador sınıfı, varolan ticari ilişkilerini sürdürmek için devlet otoritesinin zayıf olmasına muhtaçtılar. 18.yüzyılda yoğunlaşmaya başlamış olan ticari faaliyetler çerçevesinde Osmanlı’nın 1873’te 4.4 milyon Sterlin olan Avrupa’yla ticaret hacmi, 1845 yılında 12.2 milyon, 1876’da 54 milyon olarak sürekli bir artış gösterirken, 1911 yılına gelindiğinde toprak kayıplarına rağmen 63.5 milyon Sterlin’e ulaşacaktı 210. Söz konusu ticari hacmindeki genişleme etkisini, ilk Balkanlar bölgesinde ve sonrasında ise Akdeniz havzası boyunca gösterirken en son iç bölgelere yayılmıştı. Rum, Ermeni, Kıpti ve Maruniler’in oluşturduğu Hıristiyan topluluklar bu ticaretten aslan payını alırlarken Yahudiler’in karı daha sınırlı ölçülerde kalmıştı. Ticaretin genişlemesi, makam sahibi olmayı ticari kariyerden daha çekici kılan bürokrat sınıfa pek kar getirmedi 211. Bunlar ticareti ek gelir kaynağı olarak görüp fazla uzmanlarken, özellikle Balkanlar ve Ege bölgelerinde yaşayanlar başı çekmek üzere ayanlar, padişahın 208

Göçek, a.g.e.

209

AHMAD, Feroz, “Vanguard of a Nascend Bourgea’sie : The Social and Economic Policy of Young Turks”,

Social and Economik History of Turkey, içinde, der: O. Okyar&H. İnalcık, Ankara, Meteksan Yayınları,1980, s: 330 210

Karpat, 1973, s: 40

211

Göçek, 1999, s: 198

kontrolü dışında oldukça canlı bir ticaret hayatı yürütebilmişlerdir. Ancak 19.yüzyılda devletin merkezileşme çabaları çerçevesinde hedef tahtasına yerleştirilen ayanlar büyük bir servet kaybına uğradılar. Varlığı Sanayi Devrimi’ne dek kendini yıkıcı bir nitelik taşımayan Kapitülasyonlar, 19.yüzyılın özellikle ikinci yarısından sonra imparatorluğun tüm sosyo-ekonomik dengelerini alt üst etti. Bu süreçte, 1838 tarihli İngiliz-Osmanlı ticaret anlaşmasının ve bunu takip eden diğer devletlerle yapılan aynı mantıktaki anlaşmaların ticaret tekellerini ve iç gümrükleri kaldırarak piyasayı ucuz mamül ürünlere boğmasının etkisi büyüktür. Geleneksel imalat sektörünü işsizliğin ve kargaşanın kucağına atan bu gelişme, aslında Müslüman bir burjuvazinin oluşma dinamiğini yok eden başlıca sebep değildi. Öncelikle siyasal faktör, imparatorluktaki imalat sanayisini, sermaye birikimine izin vermeyen, önceden belirlenmiş bir iş bölümü sınırları içine hapsediyordu. Siyasal otoriteden bağımsız sermaye birikiminin garantisinin olmadığı ortamda, geleneksel zanaatlerin yıkıma uğramasının Batı tarzı kapitalist gelişmenin muhtemel bir dinamiği yok ettiğini söylemek zor olacaktır 212. Tüm çelişkilerine rağmen Osmanlı Devlet’i Batı’nın ekonomik nüfuzunu kırmak için yerli bir sanayi geliştirmeye çalıştı. Bu amaçla devlet öncülüğünde fabrika ve şirketler kurulması, 1867 yılında bir sanayi mektebinin açılması ve yerli ürünlere piyasa olanaklarının sağlanması gibi bir dizi uygulamanın hayata geçirilmesine rağmen, kendi pazarını korumaktan aciz kalındığı noktada bu önlemler kalıcı sonuçlar doğuramadı. 1840-1860 yılları arasında yaklaşık 160 fabrika kuruldu; ancak bu fabrikalar sermaye kıtlığı ve nitelikli işgücü azlığının yanı sıra Batı ürünleriyle rekabet edemediklerinden dolayı işletilemedi 213. Sanayii teşvik amacıyla 1873 tarihli bir kanunla fabrika kuracaklara gümrük ve vergi muafiyetleri tanınmış, 1897’de ise yeni tesisler için 10 yıl vergi muafiyeti gibi geniş ayrıcalıklar sağlanmış olsa da istenen verim 212

Keyder, 1999., s: 49

213

Göçek, 1999., s: 247

bir türlü alınamadı 214. Batı’nın Osmanlı İmparatorluğu’ndaki sermaye yatırımı ile Osmanlı’nın hem devlet hem de özel girişimler aracılığıyla gerçekleştirdiği yatırımlar arasında uçurum 19.yüzyıl boyunca derinleşmeye devam etti. 1883 ile 1913 yılları arasında milli sermayeyle kurulan kuruluşların sayısı 46, bunlara yatırılan sermaye ise 110 milyon kuruşta kalırken, aynı dönemde yabancı yatırımcıların kurdukları 39 işletmenin toplam sermayesi 1 milyar kuruşu bulmuştur 215. Osmanlı İmparatorluğu’nda sanayileşme ataklarında ilk göze çarpan unsurlardan biri büyük tesislerin devlet tarafından kurulmuş olmasıdır; bunların çoğunluğu askeri ihtiyaçları karşılamak için işletime geçirilmiştir. İmparatorluk ciddi bir sanayileşme projesi için 1908 devrimiyle işbaşına gelerek kadroları beklemek zorunda kalmıştır. Osmanlı Devleti, 19.yüzyılda liberal bir ekonomi politikası izlemiştir; bu durumda Büyük Devletler’in yaptırımlarının önemli bir rolü olmasına karşın Tanzimat bürokratlarının da Batılı liberal tutumları etkilidir. Ancak kapitülasyon rejiminin sonucu maruz kalınan olumsuz koşullar, hem sınai girişimleri hem de Müslüman bir burjuvazinin oluşumunu engelleyici sonuçlar doğurmuştur. Batı’dan alınan borçları milli bir burjuvaziyi finanse etmek için kullanmak yerine askeri teçhizat ve sarayın lüks harcamaları gibi verimsiz alanlara aktaran devlet, borçlarını ödeyemediği noktada mali iflasa giderek kaynaklarını yabancı devletlerin denetimine sundu. Gelinen bu noktada kapitalizmin dinamizmiyle geleneksel toplumsal yapıları yerle bir eden etkilerinin yanı sıra bürokrasinin de payı es geçilemez. Bürokrasi sınıfı, özel mülkiyetle olmasa da bilgi ve becerileriyle edindikleri idari konum ve Batı tarzında toplumsal ve ekonomik gayelerle eylemlerine yön vermeleri

214

ELDEM, V., Osmanlı İmparatorluğu’nun İktisadi Şartları Hakkında Bir Tetkik, Ankara, Türk Tarih

Kurumu Yayınları, 1994, s: 59 215

Eldem, a.g.e.

çerçevesinde bir çeşit burjuva niteliğine sahip toplumsal grup oluşturdular 216. Padişahın imparatorluk içindeki ekonomik ve toplumsal kaynakları denetleme erkini elinden alan bu sınıf, kendisine dar alanda, devlet memuru olarak ayrıcalıklarını devam ettirebileceği bir kapitalist bütünleşme modeli yönünde tavrını koydu 217. Batılı liberal değerlere yakın duran bu sınıf fiiliyatta çelişik bir karakter gösterir. Bürokrasi rakip güç odaklarının doğmasını kendi varlığı için tehdit gören anlayışları yüzünden, milli burjuvazinin oluşabilmesi için yeterince destek olmamışlardı; komprador burjuvazi ise kapitülasyonların koruyucu şemsiyesi altında iş gördüğü için denetim dışı gelişmişti. Bürokrasinin bu duruşu, imparatorlukta 1908 yılında gerçekleşen burjuva-demokratik devriminin, burjuva sınıfı yerine, bürokrasinin burjuva ideolojisiyle hareket eden tatminsizler kesimi tarafından sürüklenmiş olmasında etkisi büyük olacaktır. 1908 yılında iktidarı ele alacak İttihat ve Terakki Cemiyeti mensuplarının, ülkede milli nitelikte bir burjuvazi ve milli ekonomi inşa etme yönündeki kararlı girişimlerinin, Tanzimat bürokrasisinden farklılaştıkları başı çeken unsurlardan biri olması da kayda değerdir.

2.3.3. Osmanlı’da İşçi Sınıfının Doğuşu Osmanlı İmparatorluğu’nun Tanzimat dönemi sonrasında girdiği liberal ekonomik süreç çerçevesinde modern ortamda ilk sınai işletmelerinin kurulması, ülkede bir işçi sınıfının doğuş koşullarını hazırladı. 1908 devrimine dek toplumsal yapı içinde belli belirsiz, çok küçük bir sayısal orana ulaşabilen işçi sınıfı en fazla Balkanlar bölgesinde yoğunluk göstermekle birlikte, Anadolu ve Arap vilayetlerinde de varlığı hissedilir boyuta ulaşmıştı. Osmanlı işçi sınıfı her biri ayrı mantığa göre iş gören, birbirinden kesin çizgilerle ayrılan, hatta taban tabana zıt değerlere ve tarihçeye sahip iki farklı kesime bölünmüştü: ekonominin 216

Bu yönde bir yorum için bkz. Göçek, 1999, s:176-189

217

Keyder, 1999., s: 44

modern sektöründe istihdam edilenler ile geleneksel zanaat sektöründe iş görenler. Modern sanayi kesiminde çalışan işçiler sınıf bilincine sahip bir görünüm arz ederken kapitalist sektör dışında küçük atölye ve evlerde çalışan geleneksel sanayi işçileri ise hem sınıf bilinci hem de bağımsız sınıfsal örgütlenmelerden habersiz çalışma hayatlarını sürdürmüşlerdir 218. 19.yüzyılda piyasaya dolan yabancı sanayi ürünleriyle yarışabilmek için açılan modern işletmeler nitelikli işçi ihtiyaçlarını zanaatkar kesimden karşılamıştır ve bunun sonucunda ortaya geleneksel değerlere sahip bir işgücü çıkmıştır 219. 1908 yılı itibariyle Osmanlı İmparatorluğu’nda bulunan sanayi işçilerinin sayısının 200-250 bin sayıları civarında olduğu tahmin edilmektedir 220. Gelişmiş Batı ülkeleriyle karşılaştırıldığında oldukça düşük olan nüfus içindeki sayısal oranlarının yanı sıra etnik işbölümü temelinde fabrikalar içinde konumlanmış olmaları da işçilerin sınıfsal bilince ulaşmalarının yolunu tıkayan önemli bir engeldi 221. Osmanlı İmparatorluğu içindeki işçilerin aralarında herhangi bir organik bağdan söz etmek güçtür; etnik ve lokal bağlamda örgütlenen işçiler genellikle birbirlerinden bağımsız gündemlere sahiptiler. Bu işçi kitlesi arasında Türk unsurunun oldukça zayıf olması da dikkate değer bir diğer olgudur. İstatistiki verilere göre, 20.yüzyılın başlarında 1587 işletmenin ancak 60’ı fabrikaydı ve buraların çoğu yabancı uyruklar ya da yerel azınlıkların elinde bulunuyordu; söz konusu işletmelerde çalışan

218

VATTER, S., “Şam’ın Militan Tekstil Dokumacıları: Ücretli Zanaatkarlar ve Osmanlı İşçi Hareketleri, 1850-

1914”, Osmanlı’dan Cumhuriyet Türkiye’sine İşçiler, 1839-1990, içinde, der: D. Quartaert&E. J. Zürcher, İstanbul, İletişim Yayınları, 1998, s: 56 219

Vatter, a.g.e.

220

KARAKIŞLA, Y.S., “Osmanlı Sanayi İşçisi Sınıfının Doğuşu, 1839-1923”, Osmanlı’dan Cumhuriyet

Türkiye’sine İşçiler, 1839-1950, içinde, der: D. Quataert&E.J.Zurcher, İstanbul, İletişim Yayınları, 1998, s: 51 221

AHMAD, F, “Osmanlı İmparatorluğu’nun Son Dönemlerinde Milliyetçilik ve Sosyalizm Üzerine

Düşünceler”, Osmanlı İmparatorluğu’nda Sosyalizm ve Milliyetçilik, içinde, der: M.Tuncay & E.J. Zurcher, İstanbul, İletişim Yayınları, 2000, s: 16

işçilerin çoğunluğu da Türk asıllı değildi 222. Sınai üretimde yoğunlaşma bakımından en öne çıkan Osmanlı şehri Selanik’ti. Şehir, güçlü imalat sektörü sayesinde ve toplam şehir nüfusunun tahminen %17’sini kapsayan sanayi işçisi kitlesiyle imparatorluk içinde eşi benzeri olmayan bir sanayileşme örneği sergilemiştir 223. Osmanlı İmparatorluğu’nda modern anlamda ilk işçi hareketleri ülkeye yeni yeni girmeye başlayan Batı teknolojisi ve makinalarına tepki olarak bu makinaları tahrip etme çerçevesinde gelişmiştir; 1839’da Slevne’de bir fabrikada kadın işçiler kendilerini yerlerinden edeceği korkusuyla makinalara isyan ederken, 1851’de Samakof’ta kadın tekstil işçileri aynı şekilde bir tekstil tarağını kırma girişiminde bulunmuşlardır 224. İmparatorluk içindeki ilk grev hareketine, 1872 yılında Beyoğlu telgraf işçileri tarafından girişilmiş olduğu ileri sürülse de 225, daha önce 1963’te Zonguldak kömür madenindeki işçiler greve gitmişlerdir 226.

1908 öncesindeki grevleri ücret konusuna odaklanan, ekonomik nedenli

hareketlerdi; ancak bunun yanı sıra iş saatlerinin kısaltılması için de greve giden işçiler vardı 227. 1908 devrimi öncesinde imparatorlukta çalışma hayatını ya da işyeri koşullarını düzenleyen kanunların olmaması da bu grevlerin oluşumuna zemin hazırlamıştır. 222

YALIMOV, İ., “1876-1923 Döneminde Türkiye’de Bulgar Azınlığı ve Sosyalist Hareketin Gelişmesi”,

Osmanlı İmparatorluğu’nda Sosyalizm ve Milliyetçilik, içinde, der: M. Tuncay&E.J. Zurcher, İstanbul, İletişim Yayınları, 2000, s: 134 223

QUATAERT, D., “Selanik’te İşçiler, 1850-1912”, Osmanlı’dan Cumhuriyet Türkiyesi’ne İşçiler, 1839-

1950, içinde, der: D. Quataert&E.J. Zurcher, İstanbul, İletişim Yayınları, 1998, s: 28 224

Her iki olayı da Oya Sencer’in Türkiye’de İşçi Sınıfı (1969-İstanbul) kitabından aktaran, Karakışla, 1988, s:

28 225

Oya Sencer (1969)’in saptamasını, aktaran, Karakışla, 1988, s: 30

226

Anon’un (İlk İşçi Hareketleri, Sosyalizm ve Toplumsal Mücadeleler Ansiklopedisi, IV. Cilt, İstanbul, 1989)

verdiği bilgiyi aktaran Karakışla, a.g.e., s: 30 227

Karakışla, a.g.e.

1908 öncesi itibariyle henüz işçilerin sınıfsal bilinci oluşmasa da hak talepleri için genelde fabrika sınırlarına sıkışan grev hareketlerine kalkışmaları bu kişilerin modern işçi sınıfı potansiyeline bir ölçüde sahip olduklarına işaret eder. Ancak işçilerde yaygın bir sosyalist bilincin oluşacağı koşullar için, imparatorluk henüz çok erken bir sanayileşme safhasındadır. Görece az sayıdaki alan işçi nüfusu genelde zanaat sektöründe istihdam edildiğinden dolayı bunlar kendilerini sınıflarından çok çalıştıkları işkollarıyla özdeşleştirme tutumu içindeydiler 228. Tüm bu olumsuzluklar imparatorluğu özellikle 19.yüzyılın son yıllarında yayılma gösteren, sosyalist düşüncelerin girmesini engelleyemedi. İmparatorluğun Batı kısmında, azınlık grupları arasında yayılan sosyalizm, milliyetçilikle el ele gitmiştir. Ermeni kurtuluş hareketinde Taşnak Partisi ile birlikte başı çeken Hınçak Partisi kurulduğu 1887 yılından beri Marksist olduklarını savunmaktaydılar. Bunun yanı sıra Makedonya’nın bağımsızlığı ve sonrasında Bulgaristan’a katılmasını sağlamak için kurulan IMRO (Makedonya İç Devrimci Örgütü) içinde önemli roller üstlendiler. 1905 yılında örgütten kendisini ayıran bu grup Bulgar Sosyal-Demokrat İşçi Partisi’ni kurmuşlardı. Bunun yanı sıra Selanik’te üyelerini çoğunlukla Yahudilerin oluşturduğu bir işçi federasyonu kurulmuştur.

2.4. Dönüşen Osmanlı Aydını ve Jön Türk İdeolojisinin Doğuşu 19. yüzyıl, Osmanlı düşünce tarihi açısından sözcüğün tam anlamıyla dönüm noktasıdır. Osmanlı Devleti yüzyıllardır sürdürdüğü gelenekçi çizgisini kırıp Batı’ya yönelirken, yeni gidişat etkisini düşünsel hayatta dolaysız şekilde hissettirdi. III. Selim döneminden itibaren yurtdışında daimi elçiliklerin açılmaya başlaması ve II. Mahmut döneminden başlayarak gönderilen öğrenciler, imparatorlukta Avrupa’yı tanıyan ve Osmanlı ülkesiyle Batı arasındaki gelişmişlik uçurumunu yakından görme fırsatı bulmuş kişileri 228

Ahmad, 2000, s: 16

vücuda getirdi. Batı’yla doğrudan temasa geçmiş kişilerin çekirdek kadrosunu oluşturduğu Tanzimat bürokratları, iktidarı ele alır almaz toplumsal mühendislik olarak da nitelendirilebilecek bir Batılaşma projesini uygulamaya koydu. Gelenekselle çatışmadan yanlarına ek olarak adapte edilen Batı tarzı kurumlar, tam bir düalite şeklinde seyredecek şekilde yapılanacak olan Osmanlı modernitesine hız verdi. Bu ikilik siyasi ve toplumsal hayata damgasını vururken Batı’yla geleneksel arasında sıkışan bir aydın kesiminde doğuşuna zemin hazırladı. Avrupa kültür hayatında devrim yapan matbaanın Osmanlı ülkesine icat edilişinden 279 yıl sonra 1729’da girebilmiş olması ve varlığına fazla gerek duyulmamış olması muhtemeldir ki 229, açıldıktan 13 yıl sonra sadece 17 kitap basıldıktan sonra kapanması Osmanlı’da canlı bir popüler kültür olmadığını işaret eder. Eğitimin, millet olarak tanımlanan dini cemaatlerin ruhani kurumlarının elinde olduğu bir ortamda özellikle Müslüman tabakanın ne denli Batı’daki kültürel ve bilimsel gelişmelerden tecrit olmuş şekilde yetişmiş olabileceği kolaylıkla tahmin edilebilir. Osmanlı’nın klasik döneminden çıkıp kurumlarının sistematik bir yozlaşmaya gittiği 17. ve 18. yüzyıllarda ulema tabakasındaki bağnazlık, Müslümanların kültürel hayatını felç edecek seviyeye ulaşmıştı. Lale Devri’nde başlayıp 18. yüzyıl boyunca süren reformlar da zayıf hareketler olarak kalmış ve hakim düzen yoluna devam etmişti. Tanzimat ise bir kopuştur çünkü Batılılaşmaya ve modernleşmeye doğru atılmış kesin bir adımdır. Tanzimat hareketinin en büyük başarılarından biri, kendi insanını yani “Tanzimat aydını”nı yaratabilmiş olmasıdır. Modern basın organlarıyla ilk kez Tanzimat Dönemi’nde tanışan imparatorluk, özellikle gazeteler yoluyla kamuoyu denen olguyla da eşzamanlı olarak tanışmış oldu. 1831 yılında kurulan Takvim-i Vekayi, devletin resmi gazetesi olarak Osmanlı basın tarihinin başlangıcı olurken, 1843 yılında William Churchill adında bir İngiliz 229

Akşin;1996, s: 15

tarafından çıkarılmaya başlanan Ceride-i Havasi yarı özel bir nitelikte yayın hayatına girdi. Osmanlı’da gazeteciliğin asıl başlangıcı olarak kabul edilen Tercüman-ı Ahval ilk özel gazete olarak 1860 yılında İbrahim Şinasi ve Agah Efendi tarafından kuruldu. 1862’de de Tasvir-i Efkar adında haftada iki kez yayınlanan gazetenin kurulmasında da rol oynayan Şinasi, hem çağdaşlığa mantıksal, tutarlı ve yansız bakışıyla öne çıkarken dilin kullanımında yaptığı yeniliklerle aydın ve kitleler arasındaki iletişim kurulmasının yolunun açılmasına katkıda bulunmuştur 230. Batı’nın temsili kurumlarını Osmanlı Devleti’nin de adapte etmesini isteyen Şinasi, bu görüşünü Ziya Paşa’nın Rüyası adlı eserinde şöyle savunmaktadır: “…Bir kere Avrupa kıt’asının üzerindeki devletlere nazar buyurunuz. Rusya devletinden başka yerde hiç hükûmet-i müstebide kaldı mı? O dahi tedric ile sair Avrupa devletlerindeki nizamâtı taklid etmeye uğraşmıyor mu? Fransa, Avusturya imparatorlarının, İtalya ve Prusya krallarının ve İngiltere Kraliçesi’nin azamet ve şevketleri Rusya’da noksan mıdır? Madem ki Avrupa’nın efkâr-ı umumiyesi seyl-ül-arz gibi bu cihete akmakda ve Napoli ve İspanya devletlerinin muhafaza-i istikbâl içün uğradıkları tahavvülât ve izmihlâtat meydandadır ve madem ki Devlet-i Aliyye dahi Avrupa devletlerinden madûddur. Bütün âleme muhalif olarak bizim bu halde bekâmıza imkan olmaz…” 231 1860’larda Tercüman-ı Ahval’in yanında kurulan Muhbir, Vatan ve Ayniyye-i Vatan gibi yeni siyasal gazetelerle basın daha da çeşitlenerek zenginleşti. Ancak basında hükümeti eleştiren yazıların çoğalması, gazete mensuplarına hapis, para, gazete kapatma gibi cezaları

230

Karpat, 1964, s: 259

231

Şinasi’nin Ziya Paşa’nın Rüyannamesi adlı eserinden alıntıyı aktaran, HANİOĞLU, M.Ş., Bir Siyasal Örgüt

Olarak “Osmanlı İttihat ve Terakki Cemiyeti ve Jön Türklük”, 1889-1902, İstanbul, İletişim Yayınları, s: 27-28

öngören 1864 tarihli Matbuat Kanununnun çıkarılmasını beraberinde getirdi. Ali Paşa hükümeti zamanında basına uygulanan baskılar ve sansür ülkenin basına hayatını felç etti. Matbuat kanununun yayınlanmasından 1 yıl sonra İttihad-ı Hamiyet (ya da Meslek) adında gizli bir örgüt kuruldu. Hükümet karşıtı altı genç tarafından kurulan bu örgütün kurucularından biri de Şinasi Avrupa’ya kaçtıktan sonra Tasfir-i Efkar’ın editörlüğünü yapan Namık Kemal’di. Bu kişileri bir araya getiren ortak neden Ali ve Fuat Paşaların politikalarına karşı olmalarıydı; iktidardaki bu kişilerin, Büyük Devletler’e yaklaşımlarını fazla tavizkar buluyor ve Osmanlı İmparatorluğu’nun egemenliği ve bütünlüğünün yeteri kadar korunamadığından dolayı devletin dağılmaya doğru yaklaştığını düşünüyorlardı 232. Çözümü, halka siyasal haklar tanımakta bulan bu kişiler, böylece gayri-müslim halkın Osmanlı Devleti’nden ayrılmak istemeyeceğini ve bunun sonucu Büyük Devletler’in azınlıklar adına devlet işlerine müdahale edecek tabanlarının kalmayacağını düşünüyorlardı. Böyle bir düzende halkın hem Tanzimat’ın getirdiği yeniliklerden faydalanacağını hem de kendi siyasal

kaderlerini

kendilerinin

tayin

edeceğini

savunarak

bu

şekilde

Tanzimat

bürokratlarının da baskılarının sona ereceğine inanmaktaydılar 233. 1867 yılında Paris’te sürgün olan Mustafa Fazıl Paşa, ülkesindeki meşrutiyetçi akımı desteklediğini göstermek için Fransızca yazdığı bazı mektupları yayınladı. Bunlardan birinde kendisinin “Genç Türkiye Partisi”nin temsilcisi olduğu yolunda bir ibare vardı: Yakıştırma Avrupa’da tutulunca, daha önce kurulmuş olan örgütü Paris’te tekrar dirilten Namık Kemal, Ziya Paşa ve Ali Suavi yeni örgüte “Yeni Osmanlılar Cemiyeti” ismini benimsediler 234. Bu tarihten sonra Osmanlı’daki özgürlükçü ve meşrutiyetçi akımlar, Fransızca’dan adaptasyonla

232

Akşin, 1998, s: 22

233

Akşin, a.g.e

234

Akşin, 1998, s: 23

“Jeune Turc (Genç Türk)” olarak adlandırılmaya başlandı. Ali Paşa’nın ölümünün ardından yeni sadrazamın genel af ççıkarmasından yararlanan bazı cemiyet üyeleri ülkeye geri döndüler, ancak kısa sürede iktidarın basına karşı tutumunda çok da fazla birşeyin değişmediğini gördüler. Dönenlerin arasında Namık Kemal 1872’de İbret gazetesini kurdu, ancak gazete 3 kez tatil edildiği gibi Namık Kemal’de defalarca sürgün yedi. Bu kapatmalardan birinin sebebi Namık Kemal’in şaheseri olan “Vatan yahut Silistre” adındaki oyundu. Basit şekilde vatanseverlik temasını işleyen oyun, sergilendiği daha ilk gecede seyircilerde büyük bir duygu hezeyanına yol açmış ve hem tiyatro içinde hem de sokaklardaki insanlar Namık Kemal lehinde gösteriler yaptı. İktidarın tepkisine yol açan oyun sonrası yazar, yine sürgüne gönderildi. Namık Kemal’in düşünsel bağlamda yapmaya çalıştığı, Fransızlar’ın Aydınlaması geleneğinin demokratik-liberal görüşlerini İslam’a harmanlayarak bir sentez yaratmaktı. Bu çabasında özellikle Kuran’da geçen”meşveret” yani danışma kavramına başvurarak parlamenter yönetimin İslamla çelişmediğini ortaya koymaya yani parlamentoyu meşrulaştırmaya çalışıyordu. John Locke’la benzer şekilde doğa haklarını ilahi temele dayandıran Namık Kemal, toplum sözleşmesini kabul ediyor ancak zorba bir iktidara isyanı meşru saymıyordu 235. O da diğer Genç Osmanlılar’ın çoğu gibi devleti amaçları ve çıkarları açısından tüm toplumsal yapıyla bir tutarken, model aldıkları Batı dünyasında devlet-toplum ilişkisinin asıl ilişki tarzını kavrayabilmiş değildi 236. Aydınlar Avrupa medeniyetinin yetenek ve yaratıcılık sayesinde yaratıldığını düşünürken toplumsal güçlerin etkisini gözden kaçırıyorlardı. Batı kurumlarını kendi bürokratik geçmişlerinin ışığında algılamaya çalışmaları da bir diğer handikaptı. 235

AKŞİN, “Düşünce ve Bilim Tarihi (1839-1908)”, Türkiye Tarihi, III. Cilt, içinde, der: S. Akşin, Ankara,

Cem Yayınevi, 1988, s: 324 236

Karpat, 1964, s: 261

Tanzimat’la başlayan laikliği Osmanlı kurumlarına yayma süreci, etkisini Osmanlı düşünürlerinde gösterdi. Ancak, diğer İslam ülkelerinin modernleşme tarihlerinde de sık sık görülen Batı-İslam düalitesi bu yüzyılın hem Osmanlı bürokratını hem de aydınını etkisi altına aldı. Osmanlıcılık fikri çerçevesinde Namık Kemal tüm unsurları Osmanlı Devleti altında bütünleştirecek bir ulusçuluk yönünde tavrını koyarken Türkçülük ve İslamcılık unsurlarını da düşüncesine eklemlendirmekteydi. Nüfus ve yetenek sahibi olması açısından Türkler’in Osmanlı Devleti’nde öne çıkan unsur olduğunu savunan yazar, Türkler’in arkalarına aldıkları zengin geçmişlerinin ve Batı’ya yakın coğrafi konumlarının yardımıyla tüm diğer Asyalı toplumları da uyandırabileceğini düşünüyordu 237. Yeni Osmanlılar’ın öne çıkan isimlerinden biri olan Ali Suavi de Türkler’in yüksek niteliklere sahip bir ırk olduğunu veİslam uygarlığına en büyük katkıların Türkler tarafından yapıldığını ileri sürdü. Suavi, Namık Kemal gibi hukukun temelinin ilahi olduğunu kabul ederek demokrasi düşüncesini İslam’la temellendirmeye çalıştı, ancak Namık Kemal’den ileri giderek zorba iktidara isyan etme fikrini İslami bir takım gerekçelerle meşrulaştırarak savunabilmiştir 238. Yeni Osmanlılar’ın Osmanlı politik kültürüne en büyük katkıları “Vatan” kavramı ile tüm dini, etnik ve yerel aidiyetlerin önüne geçen tüm ulusu bir noktada birleştiren üst kimlik yaratma çabalarıydı. Daha önce etnik ya da dinsel çerçevede kendine sadakat ve aidiyet şekilleri geliştirmiş olan Osmanlı toplumunda tüm alt kimlikleri kendinde toplayan “vatan bağlılık” ve “vatan sevgisi” kavramları ile formüle edilen bu üst kimlik, Osmanlıcılık düşüncesinin de pratiğe geçirilmesini amaçlayan dev bir adımdı. Namık Kemal’in “Vatan yahut Silistre” oyunundaki kahraman “İslam Bey” vatanı “bir çok insanı besleyen ya da herkesin haklarını

237

Akşin, a.g.e.

238

Akşin, 1988, s: 326

ve canını koruyan bir anne” 239 olarak görmekteydi. Namık Kemal, “vatan” temasını öne çıkararak bunu milliyetçi bir ideolojiyle harmanlaması Batı’daki ideolojik, kavramsal çerçeveyle paralel bir çizgideydi; o sadece İslami değerlerle Hristiyan değerleri yer değiştirmişti. Yeni Osmanlılar’ın ulusçu ve meşrutiyetçi fikirleri ve Fransız Aydınlanm düşününü Osmanlı koşullarına adapte etme çabaları, ülkenin 1876-77 arasındaki meşruti rejim deneyinde de etkili oldu. Bu kişilerin devrimci, ulusçu ve liberal eksende oluşturmaya çalıştıkları ideoloji, 1908 devrimini örgütleyen İttihat ve Terakki Cemiyeti’ne mensup genç kuşağın ideolojik gelişiminde etkisi büyük oldu. Ancak, ülkeye “pozitivist” düşünceyi ithal eden Ahmet Rıza, “bireycilik” kavramına vurgu ile toplumsal dönüşümü öne çıkaran Prens Sabahattin ve Pan İslamist Mehmet Murat ikinci Jön Türk dalgasını harekete geçiren kişiler olarak hem ideolojik hizmetleri hem de örgütsel faaliyetleriyle İttihatçılığın gerçek fikir adamları oldular. Entellektüel etkinlikleri II. Abdülhamit’in istibdat rejimiyle eş zamanda –ki bu Ahmet Rıza ve Sabahat için daha çok geçerlidir- Avrupa’daki sosyo-politik ve düşünsel hayatının da nabzını tuttular. Fransa’ya ziraat öğrenimi için giden Ahmet Rıza yurda döndükten sonra çeşitli memuriyet görevlerini üstlendi. Memuriyetleri esnasında Fransa ve ülkesi arasındaki hem materyal hem de zihinsel gelişmişlik uçurumundan fazlasıyla etkilenerek Fransa’ya geri döndü ve orada geri kalmış halkların geriliklerini incelemeye koyuldu. Bu incelemeleri esnasında Fransada’ki pozitivist çevrelerle yakın temasa geçen Ahmet Rıza, metafiziği reddederek bilimin üstünlüğüne dayanan ve toplum olaylarının bilimle açıklanabileceğini savunan bu akımın saflarına dahil oldu. Ünlü sosyolog Auguste Comte’um kurduğu pozitivizm bilimselliğe aşırı vurgusuyla ilerici bir görünüş arz etse de toplumsal olayları açıklarken tutucu bir tutum göstererek kendi tespit ettikleri toplum yasaları çerçevesinde 239

Namık Kemal’in Vatan yahut Silistre oyunundan alıntı yapan, Karpat, 1972, s: 266

toplumsal ilerlemenin düzen içinde gelişebileceğini ve bu durumda devrime gerek olmadığını öne çıkarıyordu. “Düzen” ve “ilerleme” unsurlarının öne çıktıı pozitivist düşünce aynı zamanda dini az çok dışlayan bir perspektife sahipti. Pozitivizm Hristiyanlıkla doğrudan ilişkisinin olmaması da akımı Ahmet Rıza için cazip kılmıştır 240. Bunun yanı sıra pozitivizmin devrim düşüncesini reddetmesi, dağılma potansiyeli yüksek olan Osmanlı Devleti için uygun bir durum arz ediyordu. Ayrıca pozitivizmin uzmanları yani seçkinleri topluma yön verecek kişiler olarak öne çıkarması hem Ahmet Rıza’nın sınıfsal konumuna hem de bu çerçevedeki “tepeden inmeci” tavırlarına oldukça uygundu 241. Ahmet Rıza’nın ithal etmiş olduğu pozitivist düşünce elitist yönetime meyilli ittihatçi subayları etkilemekle kalmamış, Cumhuriyet Devri Türk yöneticilerini de fazlasıyla cezbetmiştir. Kafkasya’dan göçen ve Rus jimnazında eğitim alan Mehmet Murat 1873’te Moskova’ya üniversite öğrenimi görmeye gönderilirken kaçarak İstanbul’a geldi 242. Abdülhamit zamanında yükselerek tanınmış bir yazar ve Mülkiye’de profesör olan Mehmet Murat 1866’da çıkarmaya başladığı haftalık “Mizan” gazetesinden dolayı “Mizancı Murat” olarak tanınır. Murat, liberal ve meşrutiyetçi bir profesör olmakla birlikte onu asıl ilgilendiren konu, Abdülhamit’in halifeliği etrafında tüm İslam dünyasının birleştirilmesi ve meşveret usulünün uygulanmasıyla birlikte tüm Müslümanların ortak kanunu olan şeriat altında büyük bir Müslüman Meşrutiyet rejiminin kurulmasıydı 243. Gezetesinde padişaha övgüler yağdırıp, eleştirilerini sadece hükümete yönelten Murat, buna rağmen 1890’da Mizan’ın kapatılmasına engel olamadı. İttihat ve Terakki Cemiyeti’yle de sınırlı şekilde de

240

Akşin, 1988,- s: 333

241

Akşin, 1988, s: 333

242

Berkes, 1973, s: 348

243

Berkes, a.g.e.

olsa temasa geçmiş olan Murat, belki de bundan dolayı Abdülhamit’ten yeterince yüz bulamadı 244 ve Fransa’ya giderek oradaki Osmanlı aydınlarına katıldı. Ancak Ahmet Rıza ve çevresinden pek yüz bulamadı. Murat, padişahın mutlak otoritesini şeriatın meşveret ilkesi bağlamında kısıtlamak ve imparatorluktaki milletler arasında karşılıklı güven yaratmak doğrultusunda gerçekleştirilecek reformlar önerdi. Ahmet Rıza dürüst bir yönetim kurularak eğitimin ve bilimsel hayatın geliştirilmesini sağlamak düşüncesini öne çıkarırken Murat, şeriatı uygulayacak bir Pan-İslam devletinin kurulmasını amaçlamaktaydı. Bu iki kişinin temsil ettiği gruplar çatışmaya girince Ahmet Rıza grubu onun islamcılığıyla alay etmeye o da bu grubu dinsizlikle suçlamaya başladı 245. Murat daha sonra Kahire’ye geçerek Mizan’I orada çıkarmaya başladı. Hanedana mensup bir kişinin oğlu olan Sabahattin, padişahla itilafa düşen babasının Avrupa’ya kaçması, onun yurtdışındaki muhalif aydın çevresine dahil olmasını sağladı. Avrupa’da kendisine prestij kazandırır diye isminin önüne “prens” ünvanını getiren Sabahattin’in Paris’e gelmesi oradaki aydınlar arasında yeni ayrılıklara yol açtı. Sabahattin pozitivist Ahmet Rıza’nın aksine rakip Le Play okuluyla bağlantı kurdu. Hem pozitivizm hem de Le Play okulu o zamanlarda bilimsel nitelikteki iki sosyoloji akımları olmaktan çok, ideolojik temelli akımlardı; her ikisi de Fransız Devrimi’nin düşünceliğine tepki niteliği taşıyorlardı 246. Le Play’cilerden Edmond Demolins’in “Anglo Saksonların Üstünlüğü Neden İleri Geliyor” adlı eseri Sabahattin’in görüşleri üzerinde büyük etki yaptı. Demolins bu kitabında toplumları, “communautaire” ve “particulariste” olarak ikiye ayırıyordu; ilk kategorideki toplumlarda aile, kabile, klan ya da devlet gibi toplumsal zümreler öne çıkarak

244

Akşin, 1998, s: 44

245

Berkes, 1973, s: 349

246

Berkes, a.g.e.

bireyin kişisel iradesine kendi dışında yön veriyorken; ikinci kategoride bireyin belirleyiciliği öne çıkarak toplumsal zümreler bireyler etrafında şekilleniyordu. Birinci kategoriyi Doğu toplumları temsil ederken, ikinci kategori için en iyi örnek Anglo-Sakson toplumsal yapısıydı. Bu görüş çerçevesinde Sabahattin Osmanlı toplumunun birinci kategoriye dahil, kişisel girişimi ezen bir yapıya sahip olduğu sonucunu çıkarmıştı. İmparatorluğun geri kalmışlığını sosyolojik temellere vurgu yaparak açıklamaya girişmesi Sabahattin’i diğer Osmanlı aydınlarından farklı bir noktaya sürüklüyordu. Ancak Sabahattin’in toplumun bireye dayanması gerektiğini açıkladığı şu satırlarda dahi Kuran’dan alıntılarla meşruiyet araması diğer aydınlarla ortak bir çizgiye kendisini çeker: “Kur’an-ı Kerim’de ‘Ey iman edenler! Sizler kendinizi düzeltmeye bakın! (Maide/105)’ ve İnsan için kendi çalıştığından başkası yoktur. (Necm/39)’ mübarek ayetleriyle kesin olarak varlığına işaret edilen ‘Teşebbüs-i Şahsi’ye gelince, bu ‘bir toplumu meydana getiren fertlerden her birinin hangi cemiyette olursa olsun yaşamak için ailesi, akrabası ve hükümetine dayanacak yerde doğrudan doğruya kendine güvenmesi, başarısını kendi teşebbüsünde aramasıdır’” 247. Osmanlı Devleti’ndeki aşırı merkezi idare yapısıyla özel girişimin ilerlemesinin imkanı olmayacağını savunan Sabahattain’in, Yemen’le Selanik gibi birbirleriyle ilgisiz iki halkın bulunduğu bölgelerin aynı merkezden aynı zihniyetle yönetilmesini eleştirmesi 248 de oldukça çarpıcıdır. Sabahattin’in asıl davası Abdülhamit’i devirmekten öte bu doğulu toplumsal yapı ve Doğulu zihniyetten kurtularak Batı toplumlar yönünde dönüşümüdür.

247

PRENS SABAHATTİN, Görüşlerim, Der: Ahmet Zeki İzgöer, İstanbul, Buruc Yayınları, 1999,

s: 41 248

Sabahattin, 1999, s: 39

Bu üç hizibin dışında biri olan Rusya göçmeni Yusuf Akçura, ilhamını pozitivizm ya da Le Play’cilikten değil Science Politiquw okulunda ders aldığı Albert Sorel, Emily Boutmy ve Funck Brentano gibi tarih, ekonomi ve milliyetler sorunlarıyla ilgilenen profesörlerden alıyordu 249. Rus Çarlığı’ndan göçen Kazan’lı bir Tatar olan Akçura panislavist politikalardan ve milliyetçilik davalarını güden halklardan oldukça etkilenmişti. Kazan’da islamiyeti çağdaşlaştırmak için bir çok girişimde bulunmuş olmasının yanı sıra aydınlarla halkı yakınlaştırmak için dilin sadeleştirilmesi üzerine çalışmalar yapmıştı. Bu ortamda yetişen en çok etkilendiği düşünür, Müslüman-Türk halklarının kültür ve eğitim yoluyla birleşmesini ve bunun laik bir temel üzerinden yapılmasını savunan İsmail Gaprisnki idi 250. Akçura, Osmanlı’nın birliğinin çözülme halinde bulunduğunu ve içindeki milletlerin ulusal amaçlarına odaklanmış olduğunun farkındaydı. Ermeni, Rum ve Arnavutlar’daki milliyetçi kıpırdanmaları diğer Osmanlı aydınlarına göre daha akılcı değerlendirebilen Akçura, bu ayrılıkçılara açıkça hak verecek cesareti kendinde bulamadığından ses çıkaramıyordu. Sürgündeki yazarlar arasında, reform sorununun yalnız yönetim sistemini değiştirecek değil tüm toplumu kapsayacak bir devrim sorunu olduğunu gören tek kişi Akçura olmuştur 251. 1904’te çıkan “Üç Tarz-ı Siyaset” başlıklı yazısında İslam birliği, Osmanlı birliği ve Türk birliği olarak ayırdığı bu üç politikayı üstü kapalı biçimde tartışmaya açan yazar, Osmanlı milletinin yaratılmasının imkansızlığına dikkat çekerken, İslam birliğinin de Müslümanların çoğunlukla Büyük Devletler’in kolonileri altında yazdıklarından dolayı buna büyük tepki göstereceklerini savunmuştur. Bu çağda dinlerin toplumsal alandan kişisel alana kaydıklarını ve artık siyasette, ırkların rol oynadığını belirterek 252 pan-Türkist bir siyasete göz kırpmıştır. 249

Berkes, 1973, s: 352

250

Akşin, 1988, s: 338

251

Berkes, 1973, s: 353

252

Akşin, 1988, s: 339

Açıkça Turancılığı savunamayan Akçura bu fikriyatı aydınların dikkatine sunmuştur. Bunu yaparken de Osmanlıcılık, İslamcılık ve Türkçülüğü ayrı politikalar olarak işlemiş olması ve Türkçülüğü ayrı bir siyaset olarak işlemesi oldukça kaydadeğerdir 253. 1860’larda Tanzimat bürokratlarının tekelci yönetimlerinin vücuda getirdiği muhalif Osmanlı aydın tabakası yurtdışında edindikleri siyasal fikirleri Osmanlı koşullarına uygulama çabalarıyla ülkenin düşün hayatına Batılı tarzda bir açılım getirdiler. Jön Türkler’in muhalefete geçişleri temelde siyasal olmayıp bir zihniyet sorunuydu. Siyasal alandaki yazılar, genelde çağdışı görülen rejimden şikayetler ya da Fransız İhtilali’nin insanlığın önünde açtığı yeni ufuklara işaret ederek Osmanlı’da da böyle bir değişikliğin olmasının gereğinden bahislerle doluydu 254. Ülkedeki baskıcı rejim karşısında kabuklarına çekilmek ya da konformist yaklaşımla düzende tutunmak yerine yurtdışında kurdukları basın organlarıyla muhalefetlerini açık açık direnmeleri oldukça anlamlıdır. Fransız Aydınlanma geleneğini İslami değerlerle uzlaştırmaya çalışan bu aydınlar, merutiyet istemlerini de İslamdaki meşveret ve şura kavramına atıfta bulunarak savunmuşlardı. Fransız İhtilali’nden sonra Osmanlı’daki unsurların millet sistemi içinde tasnif edilmesinin kullanışlılığını yitirdiği noktada vatan kavramı çerçevesinde bir üst-kimlik yaratmaya çalışmış ve ancak anayasal bir rejim çerçevesinde modern anlamda vatandaş yaratılarak mevcut kötü gidişin önlenebileceği savunulmuştur. Eğitim, toplumu çağdaş şekilde dönüşümü için yegane çözüm olarak öne çıkarılması tüm Osmanlı aydın kesiminde ortak yaklaşımdır. Osmanlı aydınları, II. Abdülhamit’in istibdat rejimi çerçevesinde başkentte fazla tutunamamış ve bir çok kişi eyaletlerde ve yurtdışında faaliyetlerini sürdürmüştür. Bu muhalif aydınların ve bunlardan etkilenen genç subayların yön verdiği İttihat ve Terakki Cemiyeti daha çağdaş bir siyasal rejim için eyleme geçerek düşüncelere pratik uygulama alanı açmıştır. 253

Akşin, a.g.e.

254

Hanioğlu, a.g.e., s: 626

2.5. İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin Kuruluşu ve 1908 Devrimi’nin Örgütlenme Aşamaları 2.5.1. İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin Oluşum ve Yayılma Süreci II.

Abdülhamit’in

kurmuş

olduğu

despot

rejime

karşı

ilk

kımıldanışlar

yükseköğretime devam eden gençler arasında başladı. 1889’da Askeri Tıbbiye’de öğrenim gören İshak Süküti, Mehmet Reşit, Abdullah Cevdet, İbrahim Temo ve Hüseyinzade Ali, “İttihad-i Osmani” adında gizli bir dernek kurdular. Derneğin Fransız Devrimi’nin 100. yılında kurulmuş olması bu kişilerin ilham kaynakları açısından çarpıcı bir ayrıntıdır. Askeri Tıbbiye’den diğer yüksek okullara da yayılan dernek, İtalyan ihtilalci Carbonari örgütünden esinlenerek hücreler halinde örgütlenmeye çalıştı. Örgüt uzun süre iç eğitim şeklinde toplantılar düzenlemekle kaldı, propaganda ve eyleme geçmekte acele etmedi 255. Bazı örgüt üyeleri Abdülhamit’in polisi tarafından tutuklanıp sonra salıverildi. Yurtdışına kaçan İbrahim Temo’nun başını çektiği bir grup örgüt üyesi, Paris’teki meşrutiyet yanlısı sürgün aydın çevresiyle ilişkiye geçti. Bu aydın çevresinin en öne çıkan kişiliği olan Ahmet Rıza ile İstanbul’daki İttihad-i Osmani üyeleri arasındaki haberleşmeler sonucu 1889 ile 1895 yılları arasında bir tarihte örgütün adı “Osmanlı İttihat ve Terakki Cemiyeti” olarak değiştirildi 256. Derneğin bu ismi seçmesinde pozitivist düşüncenin iki temel ilkesi olan düzen (intizam) ve ilerleme (terakki)’den etkilenme söz konusudur. Pozitivist Ahmet Rıza’nın telkinleri sonucu “terakki” sözcüğü benimsenirken “intizam” sözcüğünün muhtemelen devrimci ya da devrimci olması gerektiği düşünülen bir derneğe uygun olmayacağı kanaatine varıldı. “İttihat (birlik)” sözcüğü ise Osmanlıcılık fikrine vurguyla örgütü gayri-müslimlere de çekici kılmak

255

Akşin, 1998, s: 26-27

256

Akşin, a.g.e.

için yapılmış bir manevra olarak seçiliş olması ihtimali yüksektir 257. 1895 yılında Ahmet Rıza’nın editörlüğünü yaptığı “Meşveret” adlı gazetenin Fransızca ve Osmanlıca olarak çıkarılmaya başlanmasıyla örgüt kendine ait bir yayın organına da sahip olmuştur. 1894-96 yılları arasında başgösteren Ermeni krizi esnasında Abdülhamit hükümeti popülaritesini daha fazla yitirmiş ve uluslararası çerçevede iyiden iyiye yalnızlığa itilmişti. Bu dönemde İT’in üye sayısı hızlı bir artış gösterdi. Ermenilerin de imparatorluktan kopması tehlikesinin çözülmeyi derinleştirecekti. Ayrıca Ermeniler’in daha önce kopan Rum ya da Sırplar gibi belirli bir şekilde yoğunlaştıkları bir bölgenin olmaması ve ciddi bir sayıya ulaşan nüfuslarıyla imparatorluğun her yerinde yerleşik olmaları, bunların Büyük Devletler’den alacakları ayrıcalıkları imparatorluğun bütünlüğü açısından daha da tehlikeli kılıyordu. Ittihatçilar Ermeni isyanından fazlasıyla etkilenerek eyleme geçme kararı aldı. Örgüt ilk kez bildirge hazırlayarak gizlice dağıttı. Bildirgelerde Ermenileri küstahlığından dolayı kınayan ifadelerin yanı sıra böyle davranmalarının istibdat rejiminin yol açtığı kötü idare ve zulümden ileri geldiğinin belirtilmiş ve halka da Ermenileri ıslah etmek yerine devlet kapılarını idareyi kötü yola sevkedenlerin başına yıkmaları öğütlenmişti 258. Bu noktada ittihatçıların Ermeniler’I dışlamayarak onları bir ölçüde anlayışla karşılamaları göze çarpıyor ki ilerki safhalarda bu durum bir çeşit işbirliği halini alacaktı. Örgüt, bildiri dağıtmanın yanı sıra 1896 ve 1897 yıllarında iki başarısız darbe girişiminde bulundu. İttihat ve Terakki örgütü tarihi belirsiz 39 maddelik örgüt nizamnamesinde kuruluş amacının hali hazırdaki hükümetin adalet, eşitlik, özgürlük gibi insan haklarını çiğneyen, tüm Osmanlılar’ı ilerlemeden alıkoyan ve vatanı yabancı egemenliği altına düşüren yönetime

257

Akşin, a.g.e.

258

Akşin, 1998, s: 33

karşı Müslüman ve Hristiyan yurttaşları uyarmak olduğu belirtilmiştir 259. Cemiyet, 3. maddede hedeflerini rejimi insan haklarını koruyan ve uygarlıkta ilerlemenin kaynağı olan “usulü meşveret”e döndürmek, “hüsnü ahlak”I korumak, genel eğitimin ilerlemesine ve genel olarak insanlık ve uygarlığa hizmet etmek olarak özetlemiştir. Tüzükte, cemiyetin merkezinin İstanbul’da olacağı ve bir reis ve dört üyeden oluşan “İstanbul Meclis-i İdaresi”nin örgütün beyin takımını oluşturacağı öngörülmüştür. Taşra teşkilatı için de bir reis ve iki üyeden oluşan şube meclis-i idareleri şeklinde bir yapı geliştirilmiştir. Örgütlenme planına göre her üye, kendisini örgüte alan bir üstünü ve diğer bir üstü ve de kendisinin örgüte kazandırabileceği bir astını içeren üç kişiyi tanıyabilir. Her üyenin bir kol ve sıra numarası vardır ve doğru haberler küçük numaradan büyüğe doğru iletilirken, emirler ters istikameti izleyerek ulaştırılır. Tüzüğün 15. maddesine göre cemiyetin esas defteri güvenlik nedenleri ile bir yurtdışı şubesinde tutulacaktı 260. 1896 yılındaki darbe girişimi sonrası sertleşen hükümet denetimi sonucu İstanbul güvensiz bir ortam halini alınca, İttihatçı hareketin ağırlık merkezi yurtdışına kaydırıldı ve 1906 yılına kadar da örgütün gidişatı bu sürgünler tarafından belirlendi. Ancak, Paris merkezli bu sürgün yoğunlaşması hareketi beslerken aynı zamanda rekabet ve saflaşmalara da zemin hazırladı. Göç edenlerin hepsi Ahmet Rıza’nın liderliğinde hareket etmeye hazır değildi. Sıkı bir pozitivist olan Ahmet Rıza’nın dini dışlayan düşünsel konumu, birçok ittihatçinin kabul edebileceği sınırları aşmıştı 261. Ahmet Rıza’nın liderliğinde ilk büyük tehdit 1896’da Mizancı Murat’ın Paris’e varmasıyla ortaya çıktı. Ahmet Rıza’nın sert ve uzlaşmaz kişiliğinin yanı sıra dine yaklaşımından da rahatsız olanlar, çoğunluk elde ederek Murat’ı

259

Akşin, a.g.e.

260

İT tüzüğünü aktaran, Akşin, 1998, s: 36-37

261

Zurcher, 1994, s: 91

örgütün Paris şubesinin başkanlığına getirdiler. Ancak onun görüşlerinin örgütle uyuşmayacağı kısa bir süre sonunda ortaya çıktı. 1897’de Murat, örgütün merkezini Cenevre’ye taşıdı. Abdülhamit, 1897’de Yunanlılar’a karşı açtığı savaşta başarı kazanınca, artan prestijini kullanarak içeride ve dışarıda filizlenen muhalif hareketleri sindirme kararı aldı. Içeride Harbiye Mektebi’nde ortaya çıkarılan iktidar muhalifi hareketi, sorumlulara ağır cezalar vererek ezen padişah, yurtdışındaki ittihatçı muhalefetle uzlaşma yoluyla başa çıkma girişiminde bulundu. Yurtdışındaki muhalifleri, yurda dönmeleri koşuluyla affedeceğine dair bir bildiri hazırlandı. Bununla da kalınmadı ve dönecek olanlara parasız pasaport, yolluk ve hak ettikleri memuriyetlere yerleştirilecekleri sözü verildi. Mizancı Murat, Abdülhamit’in gönderdiği arabulucuyla anlaşarak, İstanbul’a geri döndü ve bir grup ünlü Jön Türk de onu izledi. Padişahla bu uzlaşma örgüt içinde büyük bir çözülmeyi beraberinde getirdi. Murat’ın yaptığı anlaşmanın örgütü bağlayıcı niteliğinin olmamasına rağmen, padişahın hükümet ya da diplomatik servislerindeki arpalıklarının bir kısım Jön Türk tarafından kabul edilmiş olması, hareketin güvenirliğini büyük ölçüde zedeledi 262. Söz konusu durum, Ahmet Rıza’ya yaradı ve tekrar örgütte saygın bir konum kazandı. Ülkeye geri dönenler ise Abdülhamit’in oyununa geldiklerini kısa sürede anladılar. Padişah, söz verdiklerinin birçoğunu gerçekleştirmedi. 1899 yılında Abdülhamit’in Bağdat demiryolu inşaa projesinde Almanlar’a ayrıcalık tanıması ve Almanya ile gelişen dostane ilişkiler, İngiliz çevrelerinde ve çıkarlarını bu ülkeye bağlayan bazı Osmanlı çevrelerinde tedirginlik yarattı. Jön Türk akımı, bu çevrelerden gelen destek ve katılımlarla tekrar canlılığa kavuştu 263. Abdülhamit’in kardeşiyle evli olan Mahmut Celalettin Paşa, bu projede Almanlar’a verilen paya kızan kesimdendi ve bu karar üzerine 262

Zurcher, 1994, s: 92

263

Akşin, 1998, s: 53

oğulları Sabahattin ve Lütfullah’ı da yanına alarak aynı yıl Paris’e kaçtı. Paşa’nın gelişi Jön Türkler’i oldukça heyecanlandırdı. Bu noktada büyük oğul Sabahattin (Prens) örgüt içinde lider pozisyona oynamaya başladı. Le Play okuluna bağlı sıkı bir liberal olan Sabahattin, pozitivist ve Osmanlıcı fikriyatı olan Ahmet Rıza ile büyük bir rekabete girişti. Bu rekabet örgüt içinde hizipleşme yaratmaya başladı. Sabahattin ve Lütfullah’ın girişimleriyle ilk Jön Türk kongresi 1902 yılında Paris’te toplandı. Osmanlı toplumunda yaşayan bir çok azınlığın temsilcilerinin de hazır bulunduğu toplantıda varolan hizipleşme somut niteliğe bürünerek örgütün bölünmüşlüğü gözler önüne serildi. Abdülhamit rejimini devirmek için hangi taktiğin kullanılacağı konusunda çıkan tartışmada Sabahattin grubu, Avrupa müdahalesinin zorunlu olduğu yolundaki Ermeni tezlerini destekleyerek 264 Osmanlı hükümetinin imza koyduğu anlaşmalardaki hükümleri yerinde getirmeye zorlamak için Büyük Devletler’i göreve çağıran bir öneriyi olumlu buldu. Dış müdahalenin yanı sıra devrimin sadece propaganda ve yayınlarla yapılamayacağını, askeri kuvvetlerin de bu çalışmalara çekilmesi gereğini belirten İsmail Kemal’in görüşüne karşı çıkan olmadı 265. Ahmet Rıza ve grubu ise özellikle dış müdahale konusunda sert tepki verdiler. Dış müdahale istemleri kongre kararlarına 266 yansımadı. Kongre sonucu örgüt, savaşımı için kendine üç hedef seçmişti: Osmanlı Devleti’nin bölünmez bütünlüğü, ilerlemenin koşulu olması itibariyle içte güvenliğin ve barışın sağlanması ve başta 1876 tarihli Kanun-i Esasi olmak üzere Osmanlı Devleti’nin temel yasalarına saygının sağlanması. İttihat ve Terakki örgütü için 1905 ve 1906 yılları önemli gelişmelere sahne olmuştur.

264

MİNASSİAN, A. T., “1876-1923 Döneminde Osmanlı İmparatorluğu’nda Sosyalist Hareketin Doğuşunda ve

Gelişmesinde Ermeni Topluluğunun Rolü”, Osmanlı İmparatorluğu’nda Sosyalizm ve Milliyetçilik (18761923), İstanbul, İletişim Yayınları, 2000, s: 211 265

Akşin, a.g.e.

266

Kongrede alınan kararlar için, bkz. Akşin, 1998, s: 59-60

1905 yılındaki Rus devrimi sonrasında Çar’ın halkına bir parlemento bahşederek sınırlı olsa da anayasal monarşi rejimine geçilmesi, Osmanlı’daki muhalif kesimi derinden etkiledi. Rusya gibi Avrupa’da mutlakiyetçiliğin kalesi olarak görülen bir imparatorlukta bile halkın Çar’ı dize getirmesi, bu kesimleri oldukça umutlandırdı. 1906’da meydana gelen İran Devrimi’nin parlemento ve anayasanın kabulüyle sonuçlanması, Osmanlı İmparatorluğu’nda Rusya’dakine benzer bir etki yarattı. İran Devrimi, geri bir ülkede dahi anayasal rejime geçilmiş olmasına örnek teşkil etmesi itibariyle oldukça kayda değerdi. Osmanlı’daki eğitimli kesim arasında Rusya ve İran’da meydana gelmiş olaylar tartışılmaktaydı. Buralardaki devrimci olaylara giderek daha fazla atıfta bulunulması, bazılarının gidişatı durdurmak

için

bir

devrime

ihtiyaç

olduğunu

göz

önünde

bulundurduklarını

göstermekteydi 267. Osmanlı’nın komşularının devrimlerle sarsılması ittihatçılara da moral verirken, pratik düzeyde bu yıllarda önemli gelişmeler oldu. Şam’da bu yıllarda “Vatan” ve “Vatan ve Hürriyet” adlarında iki ayrı örgüt kuruldu. Vatan ve Hürriyet Cemiyeti’nde o sıralar Şam’da 5. Ordu’da görev yapan Mustafa Kemal lider konumdaydı. 1906 yılında Selanik’te devlet memuru on arkadaş “Osmanlı Hürriyet Cemiyeti”ni kurdular. Bu örgütün öne çıkan kişiliği olan Mehmet Talat, Selanik posta idaresinde çalışan bir memurdu. Örgüt kurucularından bazıları 1896’daki İttihatçi avından önce bu örgütle ilişkisi olmuş kimselerdi ve Talat da bunlardan biriydi 268. Bu örgütün Makedonya’da hızlı bir şekilde yayılması Talat’ın üstün örgütleyici yetenekleri sayesinde gerçekleşecekti. Gerek Şam, gerekse Selanik’teki bu örgütlenmelerin kuruluşunda, 1905 Rus Devrimi ve 1906 İran Devrimleri sonucu bu ülkelerde kurulan meşrutiyet rejimlerinin etkili olduğu kuşkusuzdur.Selanikte’teki meşrutiyet yanlısı örgütün kuruluşunda Makedonya’da dış müdahalenin artması durumunun

267

KANSU, A., 1908 Devrimi, İstanbul, İletişim Yayınları, 1995, s: 66

268

Zurcher, 1994, s: 93

birebir etkisi olmuştur . 269. 1908 Devrimi’nde bitirici rolü oynayacak olan Osmanlı Hürriyet Cemiyeti’nin bölgedeki subay kesiminden almış olduğu desteği açıklayabilmek için askeri sınıf hakkında genel bir değerlendirme konumuz açısından yerinde olacaktır. İttihat ve Terakki örgütünün üye tabanına bakıldığında Batı tarzında eğitim kurumlarında yetişmiş gençlerin öne çıktığı görülmektedir. Tanzimat döneminden itibaren orta ve yüksek dereceli okulların sayılarının katlanarak artması eş zamanlı olarak aydın kesimin de genişlemesi sonucunu getirdi. Devlete personel yetiştirmek amacıyla kurulan teknik okullardan çıkan kişiler, bürokrasi basamaklarında ilerlemeyi amaçlayan orta sınıf mensubu geniş bir toplumsal tabakayı vücuda getirdi. Profesyonel eğitim veren bu okullar sonuçta yeni bir siyasal elitin yetiştiği kurumlar oldu. İlk modern eğitim veren okulların askerleri yetiştirmek amacıyla açılmış olması askeri sınıfı bir adım öteye taşıdı. Sivillerin okulları ise, idari kurumların yeni alanları kapsayacak şekilde genişlediği ortamda personel ihtiyacını gidermek için açıldı. Askeri okullarda eğitimin doğal olarak daha disiplinli ve organizasyon yetenekleri yüksek bireyler yaratması bu kişileri içeren gizli bir örgüt için de bulunmaz nimet olacağı kuşkusuzdur. İlk gerçek anlamda modern askeri okul olan Mekteb-i Ulüm-u Harbiye 1834’te kurulmuştu. Bu okulu özel kılan en önemli gelişme 1861 yılında Erkan-ı Harb (kurmay subaylar) sınıfının yaratılmasıydı. Erkan-ı Harb personeli, sivil bürokratlar gibi padişahın ya da adamlarının sadakatinden dolayı ödül alarak ya da bürokrat bir ailenin çocuğu olması vasıtasıyla değil, sıkı bir rekabet ortamından çıkarak makam sahibi olabiliyordu 270. Mutlaka yabancı bir dil bilen ve çoğu yurtdışında eğitim görmüş bu kişiler daha sonra Makedonya’da kurulacak olan İttihatçi örgütün yönerim kadrolarını oluşturacaktı. 1908 devrimi için özellikle önem arz eden bir diğer unsur, ordunun mektepli olarak 269

Akşin, 1998, s: 83

270

Karpat, 1972, s: 277

nitelendirilen modern eğitim kurumlarında yetişmiş subaylarının İstanbul’da değilde ülkenin karışıklı olan yerlerine gönderilmeleriydi. 1895’ten itibaren kendini açığa vurmaya başlayan İttihatçi örgüt, Abdülhamit’in nazarından kaçmadı. Padişah örgütün gücünü kırmak için hafiye ve jurnal örgütlerini genişletmekle kalmayarak ve kendine özgü olan sürgüne yollama ya da daha iyi bir mevki vererek kazanma yöntemini daha geniş ölçüde kullanmaya başladı 271. Ancak bu tedbirler yeterince etkili olamadı ve hatta öyle bir zaman geldi ki yönetim tarafından sürgün edilmek Avrupa’ya gidebilmenin en iyi yolu oldu. Avrupa’daki Jön Türkleri sürgünlerle besleyen padişah, Makedonya’daki kritik durumdan dolayı, en genç kurmay subayları Edirne ve Selanik’teki iki ordunun kadrolarına ataması burada devrimci subay yoğunluğuna yol açtı. Abdülhamit merkezde kendisine sadık olduğundan kuşku duymadığı alaylıları tutarken, güvenmediği mekteplileri yetenekli subayların varlığını gerektiren kritik bölgelere atayarak başkentten uzak tutarken bir taşla iki kuş vurduğunu düşündüğü kuşkusuzdur. Bunu yanı sıra padişah, sıra ödüllendirmelere geldiğinde başkentteki alaylı takıma öncelik verirken, mektepli subaylar çoğu kez unutuluyordu. Bu mektepli subayların mevcut düzenle uyuşmazlıklarının bir de ekonomik boyutu vardı. Bu subaylar, çoğunlukla orta alt sınıfa mensup ailelerin çocuklarıydı. 19.yüzyılda meydana gelen yerli ekonomideki tahribat, bu sınıfı oldukça aleyhte etkiledi. Bu dönemde devlet memuru ve ordudaki küçük rütbeli subayların yaşam standartlarında belirgin düşüşler söz konusu olmuştu 272. Bunlar Saray ve Babıali’nin yarattığı himaye ilişkilerinden dolayı kendilerinin sınıf atlamasını imkansız hale getiren sistemi öfke duyuyorlardı.. Mevcut iktidarın, içten ve dıştan gelen bölücü tehditlerin karşısında duracak güce sahip olmadığını gördükleri için huzursuzdular.İmparatorluk çökerse, subay ve memur olmaları münasebetiyle yönetici sınıfa dahil olan kendilerinin de bu afetten yara alacağı kuşkusuzdu Kendilerine bir şekilde fırsat 271

Berkes, 1973, s: 344

272

AHMAD, F., Modern Türkiye’nin Oluşumu, İstanbul, 1995, s: 55-56

verilirse imparatorluğun çürüyen sistemini dönüştürebileceklerini düşünüyorlardı. Muhalif hareketin saflarına geçerken temel hedefleri imparatorluğu çözülmekten kurtaracak zihniyete sahjip olmayan Abdülhamit rejimini yıkmaktı. Abdülhamit’in en genç ve yetenekli subayları Makedonya’ya göndermesi, bölgenin özel koşullarından dolayı çok önemli sonuçlar doğurdu. Selanik, Manastır ve Kosova vilayetlerini kapsayan Osmanlı Makedonyası’nda Trakyalı, İlliryalı, Yunan, Slav, Türk, Arnavut ve Yahudi kökeninden gelme bir halklar karışımı söz konusuydu. 18.yüzyılın ortalarından itibaren bölgede istikrarlı bir şekilde genişleyen ticari hayat imparatorluk ölçeklerinde yüksek bir şehirleşme oranını da beraberinde getirdi. 1870’lerin sonundan itibaren sanayileşme yönünde gösterdiği atılımlarla Makedonya bölgesi ve özellikle de Selanik şehri imparatorluğun en gelişkin ekonomik alt yapısına sahipti. 20.yüzyılın başı itibariyle Makedonya bölgesi etnik çeşitliliğinden dolayı adeta kaynayan kazan görünümü arz ediyordu. Alman romantik düşün geleneği ve Avrupalı etnografyacıların etkisi altında kalan Balkan milliyetçileri, hangi ulustan olduklarını gösteren ölçüt olarak dini değil dili öne çıkarıyorlardı 273. Toplumsal aidiyeti belirleyici faktör olarak dilin, dinin önüne geçmiş olması, Balkanlar’daki en yoğun etnik çeşitlilik arz eden bölge olması itibariyle Makedonya’nın bütünlüğü için büyük tehlike arzediyordu. Nüfusun yeni alt-bölünmelere meyletmesiyle bölgedeki halklar arasında düşmanca saflaşmalar oluştu. Yükselen Balkan milliyetçiliklerinin siyasal arenada kendini hissettirmesinin bir sonucu olarak ortaya çıkan “Makedonya Sorunu” –ki günümüzde dahi çözülmüş olmaktan uzak bir nitelik arz eder- ilk safhada bir kilise sorunu olarak öne çıktı. Sırp ve Yunanlılar’a göre oldukça geç filizlenen Bulgar milliyetçiliği başlangıç itibariyle Osmanlı yönetimini

273

ADANIR, F., Osmanlı İmparatorluğu’nda Ulusal Sorun İle Sosyalizmin Oluşması ve Gelişmesi: Makedonya

Örneği, Osmanlı İmparatorluğu’nda Sosyalizm ve Milliyetçilik (1876-1923),içinde, der: M. Tuncay&E.J. Zurcher, İstanbul, İletişim Yayınları, 2000, s: 36

değil kiliselerindeki Rum Ortodoks Patrikhanesi’nin nüfuzuna bir tepki olarak ortaya çıktı. Tüm Ortodoks halklarını bir gören “millet sistemi”ne tepki niteliği arz eden bu çıkışı, halklarının ulus bilincine erişmesi için zorunlu bir safha olarak gören Bulgar milliyetçileri, amaçlarına 1870 yılında padişah fermanıyla kurulan Bulgar Eksharlığı ile ulaştılar. Bu kilise sorunu Bulgarların bağımsızlık mücadelesinin temelini attı. 1877-78 Osmanlı-Rus Savaşı ertesinde imzalanan Ayastefanos Anlaşması, tüm Makedonya’yı yeni kurulan Bulgar devletine bırakınca, yine 1878'’e toplanan Berlin Kongresi’nde Büyük Devletler karara karşı çıkarak bölgedeki Osmanlı egemenliğini tekrar tahsis ettiler. Yeni kurulan Bulgar Prensliği, Makedonya’yı Trakya ile birleştirmeyi kendisrine ulusal hedef olarak belirledi. Bu çerçevede 1893 yılında kurulan Bulgar Makedonya-Edirne Devrimci Komiteleri Selanik’te kuruldu. Daha sonra Makedonya Devrimci Örgütü (İMDO) olarak tanınacak bu örgüt bölgede yoğun bir terör dalgası başlattı. Bölgede karışıklık yaratıp Büyük Devletler’in müdahalesini sağlayarak buranın Bulgaristan’la birleştirilebileceği şeklindeki taktik plan, bu devletlerden ilgi görmedi.Batılı devletler, Bulgar milliyetçiliğinin hamisi durumundaki Rusya’nın Akdeniz’e inmesi anlamına gelen bu birleşmenin karşısında tavır alarak statükoyu desteklediler. Bunun yanı sıra, bir çok etnik grubun bu denli iç içe yaşadığı bölgeye bağımsızlık verilmesi ardı ardına bir çok karışıklığı beraberinde getireceğinden, Batı, tavrını bölgenin istikrarından yana koydu. 1902 yılına dek rutin şekilde süren Bulgarların terör faaliyetleri, bu yıldan itibaren yoğunluk kazanınca Abdülhamit bölgede reform niteliğinde bazı düzenlemelere başvurdu. Ancak sorunun Avrupa kamuoyunun da dikkatini çekmesi sonucu bölgede Batılı devletler (Almanya dışında) ortak bir denetleme mekanizması kullanarak yabancı subaylardan oluşan jandarma birliklerini vilayetlere sevk ettiler. Ancak çetelerin terör faaliyetlerinin ardı arkası kesilemedi. Makedonya’da ortaya çıkan bu kritik duruma önlem olarak, Abdülhamit Harbiye okulundan yeni çıkmış yetenekli subayları buraya gönderdi. Askeri okullarda daha önce

kurulan muhalif gizli örgütlerden dolayı mektepli subay takımına güvenmeyen padişah, onları Makedonya’ya gönderirken bölgenin çeşitli siyasal akımlarla renkli olan ortamını fazla hesaba katmamış olsa gerek. Makedonya tecrübesi, padişaha muhalif asker ve memur takımını hem düşünsel hem de devrimci taktik olarak fazlasıyla etkilemiştir. Milliyetçi ideolojileri doğrultusunda eleirnden ne geliyorsa yapan çetecilere tanık olan bu subayların durumdan kendilerinin amaçları için ne kadar faaliyetsiz kaldıklarını görme fırsatı buldular. Bunun yanı sıra yılda ancak 6 ay maaş alabilen subaylar, durumları kendilerinden kat kat üstün olan Avrupalı meslekdaşlarının yanında oldukça eziklik hissine kapılmış oldukları ihtimal dahilindedir 274. İmparatorluğun göz bebeği Rumeli’nin kayıp gitme tehlikesi Osmanlıcı ideolojiye sahip bu subaylarda acilen birşeyler yapma sorumluluğunu uyandırdı. Balkan yerleşimlerindeki Müslümanlarla iletişime geçme şansı bulan bu genç bürokratlar, halkın da özgürlükçü rejim yönündeki istemlerine şahit oldular. Yörelerin nüfuzlu Müslüman kesiminin düzenlediği toplantılar sayesinde olası bir devrimci hareket için kitle desteği de alabileceklerini gördüler 275. Makedonya tecrübesi devrimciler için örgütlenme tarzı açısından da önemliydi. İttifak-ı Hamiyyet örgütünden beri Carbonari tarzında örgütlenmeye giden gizli dernek geleneği, burada yeni bir örgütleniş modeliyle karşılaştı. Türk subayları çetelerle savaşmak için dağlara gönderilirken sanılanın aksine bu çetelerin hepsinin eşkiya olmadığını ve hatta yine Bulgar, Rum ya da Sırp ulusçuları dışında başka bir gizli örgütün olduğunun da farkına vardılar. Kendilerinin kurmaylık eğitiminde öğrenmedikleri gerilla taktiğini uygulayan çetecilerin arkasında bütün dinleri ve halkları eşit sayan ulusçuluk üstü, laik ve halkçı bir ideoloji güden devrimci bir örgütün varlığı söz konusuydu; onlar büyük ihtimalle bilmiyorlardı, ancak bunların ideolojileri Rus Panislavizmine karşı halkçılık yani narodniklik 274

Akşin, 1998, s: 67

275

Karpat, 1972, s: 280

akımından geliyordu 276 . Bunların modelini yakından tanıma fırsatı bulan genç subaylar yavaş yavaş gerilla komitecileri haline gelmeye başladılar. Ayrıca, Selanik’in eski bir masonluk merkezi oluşunun sağladığı gizlilik geleneği devrimci harekete yarar sağladı. Muhalif hareket Makedonya’da kök salarken, 1906 yılında Anadolu’da bazı kitlesel huzursuzluklar baş göstermeye başladı. Vergi ayaklanmaları olarak bilinen ve 1906 yılının başlarında patlak vermeye başlayan bu olayların temel nedeni hükümetin biri kişilerden alınacak “Şahsi Vergi”, diğeri de hayvanlar mülkiyeti çerçevesinde konan “Hayvanat-ı Ehliye Rusumu” adında iki yeni vergi toplama kararıydı 277. 1904 baharından beri vergi yükünden dolayı kırsal kesimde bir stres birikiminin varlığı söz konusuydu. Hem toprak ağalarına hem de Hezimlere ağır biçimde borçlanmış olan köylü sürekli artan vergilerle iyice darboğaza sürülmüştü. 1906 Ocak ayı sonlarında Kastamonu’da patlak veren huzursuzluklar, belediye meclisi üyelerinin seçimleri esnasında başladı. Şehir halkı vergilendirme ve harcamalar üzerinde hiç bir denetimleri olmadığı gerekçesiyle seçimi boykot etti. Vilayetlerdeki tüm yüksek rütbeli devlet memurlarının vergiden muaf olduğu için kendileri de bunu ödemeyi reddediyorlardı. Kastamonu’da ki ticari faaliyetler üzerinde nüfuz sahibi olan 32 esnaf ve zanaatkar bu konuda bir dilekçeyi merkezi hükümete gönderdi. Ancak dilekçe dikkate alınmayınca 21 Ocak’ta yaklaşık 500 kişilik bir grup vilayet konağı önünde gösteri düzenledi ve daha sonra da telgrafhane binasını ele geçirmişdi 278. Şehrin ileri gelenlerinin de desteğiyle on gün süren telgrafhane işgali sırasında işgalciler taleplerini kabul etmesi için merkezi hükümetle sürekli olarak bağlantı kurmaya çalıştı. 31 Ocak günü, 276

Berkes, 1973, s: 345

277

1906-7 Vergi Ayaklanmalarını taban alarak 1908 Devrimi’ni sadece bürokrat kesimin içinden gelen bir eylem

olarak sunan geleneksel Türk tarih tezine “1908 Devrimi” adlı eserinde karşı çıkan Aykut Kansu bu konu üzerine yapılan çalışmalara yeni bir bakış açısı getirmiştir. Aynı söylemle olayı inceleyen bir diğer eser için bkz. KARS, H. Z., 1908 Devrimi’nin Halk Dinamiği, İstanbul, Kaynak Yayınları, 1997 278

Kansu, 1995, s: 40-41

Müslüman, Ermeni ve Rumlar’dan oluşan büyük bir kalabalık gösterileri yeniden başlatırken, destek için dükkan ve işyerleri de gün boyu kapalı kaldı 279. Abdülhamit rejimi sürgünlerinin yoğun olarak burada toplanmasından başka diğer Anadolu kasabalarından farklılaşan önemli bir özelliği olmayan 280 Kastamonu’da, ortaya çıkan bu ayaklanmaların benzerleri Sinop, Ankara ve Trabzon’da da görüldü. Keyfi davranan vali ve memurların görevden alınmasını, hükümet dairelerinde yolsuzlukların önüne geçilmesini ve vergilerin azaltılmasını talep eden bu ayaklanmalar merkezi hükümetin taşradaki otoritesini oldukça tahrip etti. Bu vergi ayaklanmaları zincirindeki en önemli halkaları Doğu Anadolu vilayetleri oluşturmuştur. Bunlar içinde en ünlüsü ise 1906 yılının Şubat ayında başlayan Erzurum ayaklanmasıdır. 1902’den beri Vali Nazım Paşa’nın kötü yönetimine maruz kalan halk için yeni konan vergilerin açıklanması bardağı taşıran son damla oldu. Vergilere en şiddetli tepki şehrin varlıklı kesimini oluşturan tüccarlardan geldi. Y. A. Petrosyan’a göre, Doğu Anadolu’da baş gösteren isyanlara, 1894-1895 Ermeni olaylarından

sonra

bölgesel

ticareti

ele

geçiren

Türk

ticaret

burjuvazisinin,

kapitülasyonlardan yararlanarak kolayca başarıya ulaşan yabancı tüccarlara tepkisinin etkisi büyüktü 281. Erzurum’daki isyankar havayı oluşturan bir diğer etmen Abdülhamit’in fazla liberal ya da Jön Türk yanlısı subayları Anadolu’ya sürmesi çerçevesinde bu vilayet Jön Türkler’in ileri gelen merkezlerinden biri haline gelmişti 282. Erzurum ayaklanması başladığından beri diğer vilayetlerdekilere göre çok daha ileri düzeyde örgütlenmiş ve daha geniş kitleye yayılmıştı. İstanbul’a taleplerini bildirmiş olan Erzurum’un ileri gelenleri ve 279

Kansu, a.g.e.

280

Kansu, a.g.e.

281

Y.A. Petrosyan’ın Sovyet gözüyle Jön Türkler (Ankara, 1974) adlı eserinde belirttiği görüşü aktaran, Kars,

1997, s: 23 282

Minassian, 2000, s: 212

İttihak ve Terakki Cemiyeti’nin üyeleri, “Can Veren” adı altında örgütlenerek yerel hükümet temsilcilerine karşı radikal bir hareket başlatma kararı aldılar 283. 28 Mart’ta valinin görevden alınma isteği yinelendi ve Erzurum’un tüm dükkanları kepenk indirdi; memurlar dahi işe gidemedi. Protesto gösterilerinin sürdüğü on gün boyunca şehirdeki devlet otoritesi fiili olarak ortadan kalkarak, denetim halkın eline geçti. Istanbul’dan verilen kovuşturma emrinde ayaklanmanın İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin Paris’teki merkezinden yönetilmekte olduğuna dikkat çekilerek soruşturmanın özellikle bu yönüne önem verilmesinin gerektiği vurgulanıyordu 284. İsyanlarda halkla subayların eşgüdümiçinde hareket etmeleri, isyancılara güven aşıladı. Erzurum’daki Rus Konsolosu Skaryabin, 1907 Ocak’ındaki raporunda, ihtilalcilerin hükümetin baskı ve cezalandırmasından korkmadıklarını, çünkü kendilerini askerlerin destekleyeceğinden emin olduklarını yazıyordu 285. İttihatçıların işbirliği dışında Erzurum’daki ayaklanmayı ilginç kılan noktalardan biri arkasındaki sınıf desteğidir. Selanik’teki muhalif hareketlerde olduğu gibi Erzurum’daki Can Veren örgütünün arkasında tüccar, küçük burjuva memurlar ve küçük dereceli bürokratlar vardı 286 Ülke içinde de propaganda çalışmalarına 905 yılından itibaren başlamış olan İttihat ve Terakki Cemiyeti ülkeye kaçak olarak soktuğu kendi yayın organlarıyla Abdülhamit’in rejiminin itibarını yıkmaya çalışıyordu. 1907 yılı başlarına gelindiğinde cemiyet, Kafkasya, Bulgaristan, Girit, Mısır ve Kırım şubelerini kurduktan sonra Türkler’in yaşadığı yerlerde ancak 1906 yılından itibaren örgütlenebilmişti. Türklerin yaşadığı yerler içinde ilk olarak 283

Kansu, 1995, s: 45

284

Kansu, 1995, s: 51

285

Kars, 1997, s: 34

286

TEKELİ, İ & İLKİN, S., İttihat ve Terakki Hareketinin Oluşumunda Selanik’in Toplumsal Yapısının

Belirleyiciliği, The Social and Economic History of Turkey (1071-1920), Der: O. Okyar & H. İnalcık, Ankara,Meteksan Yayınları, 1980, s: 120

Selanik’te örgütlenen cemiyet daha sonra Anadolu’nun iç bölgeleriyle temasa geçti. 1906-7 yılındaki vergi ayaklanmalarının örgütlenmesine fiilen katılan örgüt üyeleri, bunların başarılarında büyük pay sahibi oldular. Anadolu’da yer yer, Doğu Anadolu’da ise hemen her vilayette etkisini gösteren bu ayaklanmalar, hükümetin yeni konulan vergileri kaldırmasına yol açarken halkın tepki gösterdiği yerel yöneticiler de görevden alındılar. İttihat ve Terakki Cemiyeti ülke içinde örgütlenme faaliyetlerine hız verdiği bu dönemde, yurtdışındaki sürgünlerde boş durmuyorlardı. Sabahattin’in ve Ahmet Rıza’nın grupları arasında somut şekilde kendini gösteren hizipleşmenin 1906 yılında Sabahattin grubunun “Teşebbüs-ü Şahsi ve Adem-i Merkeziyet Cemiyeti”ni kurmasıyla hareketin bölünmesiydi. Aynı yıl İttihatçılar yeni bir örgüt nizamnamesi yaptılar. Bu nizamnamede hücre örgütlenmesi yerine, her şubenin kendi iç nizamnamesi olmasının öngörülmesi örgüt içinde bir çeşit federatif yapıya gidildiğini gösterir 287. 1907 yılında toplanan II. Jön Türk Kongresi, İttihatçı hareket için oldukça önemlidir. 1907 yılında Rusya ve İngiltere’nin yapılan bir anlaşmayla, İran, Afganistan ve Tibet gibi uyuşmazlıklarının olduğu bölgelerde sorunları çözdüler. Bu zamana dek Rusya’nın Osmanlı aleyhine yayılmasını önlemek için büyük çaba sarfetmiş olan İngiltere’nin böyle bir anlaşmaya gitmesi oldukça önemli bir durum arz ediyordu. Osmanlı’daki çevreler, bu anlaşmayı İngiltere’nin Osmanlı üzerindeki geleneksel himaye politikasını bırakarak, ülkenin bölünmesine artık olur verebileceği şeklinde yorumladılar. Ortaya çıkan yeni durumun, Jön Türk kongresinin toplanması kararında etkili olduğu kuşkusuzdu. II. Jön Türk Kongresi’nde öne çıkan en önemli unsurlardan biri Ermeniler’in ihtilalci Taşnak örgütünün bu platformda oynadığı etkin roldü.İzledikleri siyaset bakımından Kafkasyalı

287

sosyal

Akşin, 1998, s: 80

demokratların

eleştirilerine

maruz

kalan

Taşnaklar,

Osmanlı

İmparatorluğu’nda izlemiş oldukları strateji ve taktikleri gözden geçirdiler 288. 1905 Rus Devrimi’nin Ermeni sorununda hiçbir ilerlemeye sebep olmadığını gören Taşnaklar, Osmanlı İmparatorluğu’ndaki devrimci oluşumlara odaklandılar. Ermeni girişiminin toplanmasında büyük pay sahibi olduğu II. Jön Türk Kongresi 27 Aralık 1907 günü Ahmet Rıza, Sabahattin ve Khaşadur Malümyan’ın ortak başkanlığında toplandı. 29 Aralık’ta çıkarılan bildirgeye, İttihat ve Terakki Cemiyeti, Ahd-ı Osmani Cemiyeti (Mısır), Londra’da Türkçe ve Arapça çıkan Hilafet adlı yayın organının yazı kurulu, Taşnaksutyan Cemiyeti, Mısır Cemiye-i İsrailiyesi ve bazı Ermeni yayın organlarının yöneticileri imza koyarken, Bulgar, Arnavut ve Rum örgütlerinden kongreye katılım olmamıştı 289. Yapılan ortak açıklamada Abdülhamit’in otuz yıllık yönetiminin yalnızca Hristiyanlar değil, Müslüman halka da büyük zarar verdiğini belirttiler. İstibdat rejiminin siyasal ve ekonomik özgürlükleri kısıtlaması ve verimli çalışması gereken kamu kuruluşlarını yozlaştırması sert dille eleştirildi. Tüccarlara pasaport verilmemesi de bir diğer eleştiri konusuydu, yönetimin bu davranışıyla kişilerin seyahat etme özgürlüğünü kısıtlamakla kalmayıp, ticaret ve sanayinin gelişmesi için de engel oluşturduğundan yakınılıyordu 290. Bu yönde bir çok şikayetlerini dile getiren devrimciler daha fazla zaman kaybetmeden mutlakiyetçi rejimi sona erdirme konusunda anlaştılar. Abdülhamit’i istifaya zorlayıp, varolan yönetim sistemini kökten değiştirerek meclis üstünlüğüne dayanan liberal demokratik bir yönetim kuracaklardı.

2.5.2. Makedonya’da Ayaklanma Avrupa’lı Jön Türkler rejimi yıkmak için tek yol devrim kararı alırken, imparatorluk

288

Minissian, 2000, s: 212

289

Akşin, 1998, s: 91

290

Kansu, 1995, s: 108

içindeki huzursuzluk kendini iyice göstermeye başladı. Ülkedeki askeri huzursuzluk sivil itaatsizlikten daha ciddi boyutlardaydı; ittihatçı örgüt geciken maaş ödemelerinden kaynaklanan gerilimi kullanarak erler arasında sürekli bir propaganda etkinliğine girişmişti 291. Ülkenin dört bir yanında askerler arasında huzursuzluk ve itaatsizlik had safhaya ulaşmıştı. Ancak merkezi hükümeti asıl ciddi olarak tehdit eden gelişmeler, Makedonya’da yaşandı. 3 Mart 1908’de İngiliz hükümeti Makedonya’daki üç vilayetin (Kosova, Manastır ve Selanik) nasıl yönetileceğine dair bir plan sundu; söz konusu plana göre vilayetler, görev süresi önceden belirlenmiş ve ancak Avrupa devletleri onaylarsa görevden alınabilecek tek bir Genel Vali tarafından yönetilecekti. Genel Vali, yabancı subaylar ve Avrupalılar’dan oluşan jandarma birlikleri ile desteklenecekti. Kamu görevlileri de yerli hıristiyanlar arasından ve Genel Vali tarafından seçilecekti. Makedonya ile merkezi hükümet arasındaki bağları koparmak ve bu vilayetleri özerk kılmak amacı taşıyan bu planın öğrenilmesi üzerine İttihat ve Terakki örgütünün Paris merkezi hemen harekete geçti. 16 Mart’ta örgütün Selanik şubesinden bu bölgedeki Müslüman halk arasında propaganda yapmasını ve planın yaygın bir şekilde protesto edilmesi için kasaba ve şehirlerde telgrafhanelerin işgal edilerek İstanbul’daki merkezi hükümete telgraf çekilmesinin sağlanması isteniyordu 292. Raporda İngiliz tasarısı uygulandığı taktirde Makedonya’nın bağımsız olacağını ve Arnavutluk’un da bu durumda elden çıkacağını ve de sınır İstanbul’a dayandığından başkentin Asya’ya taşınması gerekeceği belirtiliyordu. Bütün bunları Osmanlı Devleti’ni Avrupa devletleri arasından çıkaracak “ikinci ve hatta üçüncü derecede bir Asya devleti” haline getireceği vurgulanıyordu 293.

291

Kansu, a.g.e.

292

Kansu, 1995, s: 120

293

H.K. Bayur’un Türk İnklap Tarihi adlı kitabından aktaran, Akşin, 1998, s: 98-99

İttihatçılar Mayıs ayında İngiltere ve Rusya’nın ortaklaşa olarak Makedonya’daki tüm çeteleri ortadan kaldırmak amacıyla Avrupalılar’dan oluşan jandarma birliklerinin kurulması yönünde bir plan hazırladıklarını öğrendiler. Makedonya’da İngiltere ve Rusya’nın birlikte hareket edecek olması ihtimalinin iyice kendini belli etmesi cemiyeti alarma geçirdi. Bölgenin dış güçlerce yönetileceği anlamına gelen bu müdahale, hem imparatorluğun bütünlüğünü tehlikeye atacak hem de ittihatçıların bölgede sürdürdüğü devrimci harekete engel teşkil edecekti 294. Bu gelişmeler üzerine Cemiyet bölgedeki faaliyetlerini yoğunlaştırma kararı verdi. Avrupa devletlerine çeşitli nedenlerden dolayı sonuçsuz kalmaya mahkum bu plandan vazgeçip kurtuluşu için Makedonya’yı kendi halinde bırakmaları gerektiğine dair bir bildiri yayınlanarak tüm Avrupa hükümetlerinin temsilcilerine gönderildi. Cemiyetin yayınladığı bildiriden yaklaşık bir hafta sonra 10 Haziran’da İngiltere Kralı VII. Edward ve Rus Çar’ı II. Nikola Reval’de görüştü ve görüşmeden bir kaç gün sonra da Makedonya’nın barışa kavuşması üzerine hazırlanan İngiliz-Rus ortak önerisinin ayrıntıları diğer Avrupalı ülkelere bildirildi. Reval’de Makedonya’yı Osmanlı’dan tamamen ayırmak yolunda bir anlaşmanın yapıldığı üzerine kuşkular üzerine ittihatçılar- acilen birşeyler yapmanın zorunlu olduğuna karar verdiler. 1908 Devrimi’nin ateşini yakan olay, 3 Temmuz günü Kolağası Niyazi Bey’in 200 kadar asker, subay ve gönüllü ile Anayasa’nın yeniden yürürlüğe sokulmasını talep ederek dağa çıkmasıydı. Niyazi Bey’i yola getirmek için iki taburla Mitroviçe’de Manastıra gönderilen Kosova vilayeti komutanı General Şemsi Paşa 7 Temmuz’da Manastırdan ayrılmak üzereyken İttihatçı bir subay tarafından öldürüldü. Niyazi Bey, çetesiyle birlikte birer sancak merkezleri olan Dehre, İlbasan, Görive Ohri’yi ziyaret ederek Abdülhamit’e bağlı subayları etkisiz hale getirmek ve kurtarılmış bölgelerde düzeni sağlamak için bir Arnavut milis gücü oluşturmaya çalıştı. Görice ve Ohri’deki Arnavut komiteleri dağlarda 294

Kansu, a.g.e.

bulunan gerillalara, ayaklanmış Türk birliklerine katılmaları için çağrıda bulundu 295. İttihatçı subayların faaliyetleri sayesinde her geçen gün büyüyen ayaklanma, Abdülhamit’i adeta kapana kıstırdı. Bölgedeki subaylara, cemiyetin etkisinde olduklarından dolayı güvenemeyen padişah, 9 Temmuz 1908’de yayınladığı iradeyle İzmir, Ankara ve Yozgat bölgelerinde seferberlik ilan etti 296. Bu arada Kosova’da bulunan bazı yabancılar, Firzovik’te bir eğlence düzenlemeyi tasarlarlar. Bu eğlence hazırlıklarını Avusturya’nın bölgede askeri bir işgal yapma girişimini örtecek bir hile olarak algılayan Arnavutlar, olayı protesto etmek için toplandılar 297. 7 Temmuz’da Üsküp’teki jandarma birliğinin başı olan Galip Bey, Kosova valisi Mehmet Şevket Paşa’dan toplantıyı dağıtmasını isteyen bir emirle Firzovik’e geldi. İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin Selanik’teki liderleri, kendisi de bir İttihatçı olan Galip Bey’den Firzovik’teki Arnavutlar’ı, cemiyetin liberal-demokratik bir düzen isteyen bildirgelerini desteklemedikleri için ikna etmesini istedi. Galip Bey Firzovik’e gelir gelmez Kosova vilayetinin bir çok kasabasına telgraf ve haberci göndererek gösterinin daha büyük boyutlara taşınmasını sağladı. Çabaları sonuç verince birkaç gün içinde Firzovik’te toplanan silahlı Arnavut sayısı 30 bine ulaştı. İttihatçı bir Arnavut olan Mehmet Necip (Draga) da buraya gelerek Abdülhamit rejimini kötülemek ve Arnavutlar’ı da davalarına kazandırmak için elinden geleni yaptı 298. Sonunda Firzovik’teki gösteriye ittihatçı damgası vuruldu. 20 Temmuz günü padişaha 1876 Kanun-i Esasi’nin yeniden yürürlüğe koyması ve meclisi açması yönünde bir telgraf yollandı. Cevap alınamayınca 22 Temmuz’da bir telgraf daha çekilerek halkın teskin

295

Kansu, 1995, s: 124

296

Kars, 1997, s: 56

297

Akşin, 1998, s: 105

298

Kansu, 1995, s: 126

olmadığı belirtildi. Bu durum, ordudaki isyana halk isyanı boyutları katmasının yanı sıra isyan edenlerin de Abdülhamit’in çok güvendiği Arnavutlar’ın olması bağlamında oldukça çarpıcıydı 299. Abdülhamit tüm çabalarına rağmen Rumeli’deki isyanı bastıramadı. 23 Temmuz günü Manastır’da İttihat ve Terakki Cemiyeti meşrutiyeti ilan etti. Kolağası Niyazi Bey, şehrin tüm memur ve asker takımının, ayaklanmayı bastırmak için İzmir’den sevk edilen taburların ve onbinlerce Hıristiyan ve Müslüman halkının oluşturduğu kalabalığa seslenirken yeni bir anayasal düzen içinde özgürlük ve kardeşliğin hayata geçirilmiş olduğunu müjdeledi. Mollalar dua etti; İttihatçı örgütün temsilcileri ile şehrin Rum Metropoliti konuşmalar yaptı ve tören top atışlarıyla sona erdi 300. Aynı gün içinde Cemiyet, Rumeli’nin bir çok merkezinde meşrutiyet ilan etti ve İstanbul’a çekilen bir çok telgrafla padişahın da buna uyması istendi. Durumun böyle olacağını anlayan Abdülhamit 21-22 Temmuz gecesi görevdeki sadrazamı azlederek yerine Avlonyalı Feriz Paşa’yı atadı. Kamil Paşa’yı da Devlet Bakanlığına atayan Abdülhamit böylece liberal ve İngilizler’e yakın olarak tanınan iki paşayı göreve getirmiş oldu. Saraya çekilen sayısız telgraf karşısında bürokratlar bir türlü nihai kararı veremeyince, Abdülhamit tüm sorumluluğu üzerine aldı ve 23-24 Temmuz gecesi gayet renksiz şekilde, sanki sıradan resmi bir ilan yaparmış gibi Meşrutiyeti ilan ettirdi 301. Ilan, üç satırlık Meclis-i Mebusan’ın açılacağını bildiren resmi tebliğ ile yapılmıştı. Başka bir açıklamanın yapılmamış olması ve halkın Balkanlar’da olup biteni tam olarak bilmemesi ilanın kuşkuyla karşılanmasına neden oldu. Gazeteci Ahmet Emin Yalman o günü şöyle anlatıyor:

299

Akşin, a.g.e.

300

Kansu, 1995, s: 132

301

Akşin, 1995, s: 106-107

“İlk çekingen nümayişler, sokaklardan askeri kıtalar geçerken askeri alkışlamak ve ‘Padişahım çok yaşa’ diye bağırmak hududunu geçemedi… Öğle saatine kadar olup bitenler, birbirine çok güveni olanların tebliğin ne demek olduğuna dair kafa kafaya verip yorumlara girişmelerinden ibaret kaldı… Biz gazeteciler ecnebi gazeteleri gördüğümüz için Genç Türk hareketinin yurdun bazı yerlerinde köprü başları kurduğunun ve kazanların kaynamaya başladığının farkındaydık. 1906 ve 1907 Erzurum’da kopan isyanlar hakkında Times gazetesinde çıkan bir makale serisini dikkatle okumuş, yazılanları arkadaşlarıma bildirmiştim. Niyazi Bey’in Resne’de kıtasiyle beraber dağa kalktığına dair de Neve Freie Presse gazetesinde haberler geçmişti. Zaten Sabah gazetesinde çalışanlar arasında İttihat Terakki Teşkilatı’nda vazife almış kimseler vardı… bu sebeple işin içinde Saray’ın bir oyunu filanı olmadığını, istibdatın artık aciz hale düştüğünü, silahlı kuvvetler tarafından desteklenen Genç Türk cephesinin duruma hakim olduğunu biliyorduk…” 302. Anadolu’daki halk, Makedonya’da olan bitenin dışında kaldığı için Meşrutiyet ilanını en başta kuşkuyla karşılamış olsa da daha sonra olayın mahiyetini anlayarak sokaklara dökülmüş ve istibdat rejiminin sonunun gelmiş olmasını sevinç içinde kutladı. Balkanlar’da tüm din ve unsurların kutlamalara birlikte katıldığı görüntülere buralarda da rastladı. Halk, başlarında bazı okullu generallerin önderliğinde Yıldız’a, Babıali’ye ya da başka resmi kurumlara giderek içeridekileri pencereye çağırıyor, meşrutiyete bağlılık sözleri vermeye zorluyordu. 26 Temmuz’da Yıldız’a giden kalabalık 50 bin kişiyi bulurken, yine aynı gün

302

Ahmet Emin Yalman’ın “Gördüklerim ve Geçirdiklerim, 1888-1918” (İstanbul, 1970) adlı kitabından

aktaran, Emiroğlu, K., Anadolu’da Devrim Günleri (II. Meşrutiyet’in İlanı), Ankara, İmge Kitabevi, 1999, s: 21

Beyazıt’ta 10 bin kişinin katıldığı bir miting düzenlenmişti 303. Bu tür gösterilerin önünü almak amacıyla 27 ve 28 Temmuz’da Abdülhamit’in meşrutiyetçiliğini açıklayan ve devlet işlerinin yürütülebilmesi için halkın işine dönmesini isteyen resmi ilanlar çıktı. 28 Temmuz’da Şeyhülislam, Abdülhamit adına ittihatçı örgütün temsilcilerini çağırıp, padişahın Kanun-i Esasi’yi tamamıyla uygulamaya sokacağına dair yemin ettiğini bildirdi. Buna karşılık olarak Rıza Tevfik, örgüt adına gösterilere son verildiğini açıkladı. Buna rağmen gösteriler devam etti. İttihatçılar, kendi çabalarıyla gerçekleşen meşrutiyet rejimi için padişaha teşekkür edilmesinden rahatsız oldular. Edirne’de “Padişahım Çok Yaşa!) yazılarıyla karşılanan 3. Ordu subayları bu yazıları indirtip oradaki askerlere meşrutiyetin nasıl ilan edildiğini anlatmaya kalkışınca, askerlerin buna tepki göstermesi, örgüttekilere Abdülhamit’e karşı davranışlarında dikkatli olmaları gerektiğini hatırlattı 304. Bunun yanı sıra Rumeli dışında kalan yerlerde kendini meşrutiyeti asıl ilan eden olarak kamuoyunda padişahı sunması bir çok kişiyi aldattı 305.

2.5.3. Devrim Sonrasında Osmanlı İmparatorluğu’nda Siyasal Yaşam 23 Temmuz’u izleyen bir kaç ay içinde tam anlamıyla özgürlük günleri yaşandı. Sansür gevşetildi, Abdülhamit döneminde gizli faaliyet gösteren örgütler yüzeye çıkarak sevinç gösterilerine katıldılar ve özellikle Rumeli eyaleti başta olmak üzere birçok yerde, işçiler grev hareketlerine giriştiler 306. Ancak bu durum uzun süremedi. Herşeyden önce, 303

Akşin, 1998, s: 116

304

Akşin, a.g.e.

305

Zurcher, 1994, s: 98

306

Meşrutiyet’in ilanından sonra ciddi bir grev dalgası söz konusuydu. Maaş arttırımı talep eden işçi grevlerinin

sayısı altı ay içinde yüzü geçti.

ittihatçı örgütün idareyi eline alarak yönetimi fiilen kendinin götürmek istememesi oldukça çarpıcıydı. İttihat ve Terakki Cemiyeti devrimci bir örgüttü ve eylemlerini iktidarı yıkmak güdüsüyle sürdürmüştü. Ancak çoğunluğu gericilerin oluşturduğu ve asıl ruhunu da bu gençlikten alan örgüt, iktidar alaşağı edildiğinde ne yapacağına dair fazla bir hazırlık yapmışa benzemiyordu. Osmanlı gibi geleneksel toplumda gençlerin başa geçmesi yaırganacağından hareketle kendilerine güvenemediklerinden, meşrutiyet ilanından sonra idareyi ele almadılar. Zaman zaman Talat, Cavit gibi örgüt mensupları bakanlık görevine gelebilmiş olsalar da 1913’e dek sadrazamlardan hiçbiri örgütün üyesi değildi. Ancak başa geçen hükümetlere yapacakları yönünde talimat verebildiklerinden dolayı iktidarın dışına atılmış da değillerdi. İttihatçılar 1913’e dek tam iktidardan farklı olarak bir denetleme iktidarı şeklinde yönetimde yer almışlardı 307. Meşrutiyet’in ilanını izleyen süreçte devrimi yapanların yeni düzeni nasıl biçimlendirecekleri yönünde kısmen bocalamalarının bir nedeni de, istibdatı yıkmak için bir araya gelmiş güçlerden oluşan Jön Türkler’in kendi içinde de bölünmüşlükleriydi. Sayısız fraksiyon içermesine rağmen Jön Türk hareketindeki bölünmeler iki grupta toplanabilir: Liberaller ve İttihatçılar 308. Liberaller, Osmanlı toplumunun üst tabakasına dahil, eğitimli, Batılılaşmış ve genellikle de Fransız kültürüne adapte olmuş kişilerdi. Kendileriyle aynı toplumsal gruba mensup yüksek bürokratların denetiminde bir anayasal monarşiden yanaydılar. İdeoloji olarak Osmanlıcılığı benimseyen bu kişiler, imparatorluğun tüm etnik ve dini cemaatlerinin devlete sadakat ölçeğinde bütünleştirilmesi ve bu haliyle imparatorluğun Batı Avrupa’nın hakimiyetindeki dünya sisteminin içinde yer almasını arzuluyordu. İttihatçılar ise alt-orta sınıf olarak betimlenecek bir toplumsal kesimden geliyorlardı. Saray ve Babıali’nin himaye ilişkileri içinde kendilerinin yükselmesini engelleyen yozlaşmış 307

Akşin, 1996, s: 46

308

Ahmad,1995, s: 54

düzene karşı oldukça tepkiliydiler. Kendilerinin doğrudan yönetimini tutucu toplumun hoşgörmeyeceğinin farkında olan bu kişiler, ayrıca Avrupa elçilikleriyle uğraşma ibi bir işin de altından kalkamayacaklarının da bilincindeydiler 309. İttihatçılar, hakim sosyo-politik düzenin kendilerinin aleyhine nitelik arzettiğini anlayarak sahnenin gerisinde kalmaya karar verdiler. Meşrutiyet’in ilanından sonra aynı yılın Kasım-Aralık aylarında Meclis-i Mebusan’ı oluşturmak için seçimler düzenlendi. devrimden önce sadece Rumeli vilayetlerinde güçlü yerel örgütlenmeler gerçekleştirebilmiş olan İT, şimdi imparatorluğun geri kalan kısmında da aynı örgütsel gücü kurmaya çalıştı. Genel olarak öğretmen, avukat, doktor gibi profesyonel meslek gruplarına, Müslüman tüccarlara ve büyük toprak sahiplerine çekici gelen cemiyet, toplumun ilerici liberal-demokratik keismlerine hitap ediyordu 310. Ittihatçı komitenin tamamına yakın kısmı Müslüman ve büyük ölçüde de Türk olmasına rağmen, azınlıkların desteğini alabilmek için fazlasıyla çaba gösterdi. Seçimlerde ittihatçılara rakip olacak tek parti, Eylül ayında Prens Sabahattin tarafından kurulan Osmanlı Ahrar Fırkası’ydı. Ancak bunlar ülke çapında ciddi bir örgütlenme kurabilmeyi başaramadı. Seçimler, İttihat ve Terakki Partisi’nin tartışmasız zaferiyle sonuçlandı. Ancak meclisteki ittihatçı nüfusu dolaylı olarak kendini hissettirebildi. Bu duruma yol açan en büyük sebep, Rumeli dışında sağlam bir örgütlenmesi olmayan Parti’nin imparatorluğun bir çok yerinde seçimlerde yörenin ileri gelenlerine bağımlı kalması ve onların etkisiyle seçilecek adayları belirlemiş olmasıydı. İttihatçılar, meclisteki parti gruplarını çok da benimsemiş değillerdi. Devrim’den sonra İttihatçı hareket, cemiyet ve parti olarak ikili bir yapı gösterdi. Asıl olan cemiyetti; parti, yalnızca mebusan meclisindeki partili millet vekilleriydi. 1912’ye dek bu vekillerin çoğu etiketli ittihatçılar olduğu için cemiyet partiyi kendinden uzak tuttu. Örneğin, cemiyetin genel 309

Ahmad, a.g.e.

310

Zurcher, 1994, s: 99

kongresine partiden sadece üç kişi katılabiliyordu 311. Devrimden sonra bile basına ve kamuoyuna kapalı olarak düzenlenen bu kongreler, örgütün gizli kalma ilkesini sürdürdüğünün işaretiydi. Kamuoyunun bu gizliliği tuhaf karşılayacağı düşünülmüş olsa gerek ki cemiyet, üyeleri olan Enver ve Niyazi’yi “kahraman-ı hürriyet” olarak halka sundu ve heryere kişilerin resimleri asılaraktan cemiyet kendini görünür kıldı 312. Seçimlerdeki İttihatçı zaferi sarayın gücünü kırdı, ancak tamamen yok edemedi. Babıali’nin ileri gelen bürokratları bir kez daha bağımsız siyasal güce sahip kişilikler olarak ortama hakim oldular. Cemiyet ise sahnenin gerisinde kalarak meclisteki çoğunluğu sayesinde hükümeti kontrol etti. Süregiden bu ilişkilere darbe, 1909 yılının Nisan ayında geldi. Türk tarihine “31 Mart Vak’ası” olarak geçen olay, karşı devrim niteliğini taşımaktaydı. 6 Nisan 1909 gecesi muhalif niteliğiyle öne çıkan Serbesti gazetesinin baş yazarı Hasan Fehmi’nin suikast sonucu öldürülmesi gündeme bomba gibi düştü. Muhalefet, suikasti İttihatçılar’a mal ederken, cemiyet kendini savunmak için fazla bir çaba göstermeyince cinayet adeta üzerlerinde kaldı 313. 13 Nisan 1909’da İstanbul garnizonundaki ayaklanmayla huzursuzluk en üst boyuta sürüklendi. Ayaklanmaya softalar olarak bilinen, garnizon saflarına sızmış az sayıda reaksiyoner dinci önderlik ediyordu. Bunlar Müslüman dini yasası olan Şeriat’in yerine anayasanın geçirildiğini iddia ederek şeriatın geri getirilmesini talep ettiler. Dini sembolleri amaçlarına malzeme ederek 1908’deki iktidar değişikliğine tepki gösteren bu kişiler halktan da destek gördü. Muhalifler İttihatçı komiteyi üretim dışına atmak için o kadar hevesliydiler ki Adana’da bir Ermeni katliamı örgütlemekten dahi çekinmediler. Amaçları bir İngiliz-Fransız donanmasını Hıristiyanlar

311

Akşin, 1996, s: 55

312

Akşin, a.g.e.

313

Akşin, 1996, s: 55

lehine müdahaleye kışkırtaraktan İttihatçı komiteyi yıkıma uğratmaktı 314. Olayların başlangıcına tam olarak kimin sebep olduğu üzerine tam bir görüş birliği sağlanamamıştır 315, ancak fatura Abdülhamit’e kesildi. Selanik’te kurulan, başında III. Ordu komutanı Mahmut Şevket Paşa’nın bulunduğu Hareket Ordusu, İstanbul’u işgal ederek ayaklanmayı bastırdı. 27 Nisan günü ise Şeyhülislam’ın verdiği fetvaya dayandırılarak Abdülhamit tahttan indirildi, yerine iktidar için pek hırsı olmayan, uyumlu bir kişilik V. Mehmet tahta geçirildi. 33 yıl gibi uzun bir süre iktidarda kalan Abdülhamit’in saltanatı sona erdirilirken kendisinin İstanbul’da ikameti de zararlı görülerek Selanik’e sürüldü. Daha önce Abdülhamit’in zararlı görüp Selanik’e sürdüğü subayların bir gün gelip kendisini aynı sebeple oraya sürmesi tarihin civesi olsa gerek. Anayasal hükümet, Devrim’i izleyen ilk beş yılda siyasal iktidar için verilen sürekli bir mücadele içinde iş görmeye çalıştı. Devrim, imparatorluğun siyasi modernleşmesi açısından dev bir adımdı, ancak onun bütünlüğünü korumasını sağlayacak mekanizmalar üretebilmiş olmaktan uzaktı. İttihatçılar devrime dek azınlıklardan oldukça ilgi gördü; Arnavut, Ermeni ve Yahudiler’in kurduğu muhalif örgütler Jön Türkler’e destek verdiler, ancak Rum asıllı Osmanlı vatandaşları için aynı şeyi söylemek pek mümkün değildir. Osmanlıcılık ideolojisi her biri ekonomik, siyasal ve kültürel yönden birbirleriyle oldukça farklılaşmış halkları bir hanedana bağlamak için oldukça zayıf kalıyordu. Ne Rumlar ne de Ermeniler Osmanlı Devleti’ni kendi çıkarlarının temsilcisi olarak görmedikleri, 1908 sonra da oldukça açıktı. Kapitülasyon ve millet sistemi içindeki geleneksel haklarını savunmak için 314

Ahmad, 1995, s: 58

315

Sina Akşin, ayaklanmayı kimin çıkarmış olabileceği üzerine üç ihtimali tartışmaya açmıştır. Buna göre,

ayaklanmanın sonunda iktidarını perçinlediğine göre İttihatçılar, ortaya çıkan iktidar boşluğundan yararlanması münasebetiyle II. Abdülhamit ya da devrimden sonra kurulan düzende aradığını bulamayan Prens Sabahattin bu olayın mihrakları olabilirdi. Yazar, ayaklanmanın Prens Sabahattin tarafından çıkarılmış olmasının daha mümkün olduğunu belirtmiştir, bkz. Akşin, 1996, s: 49-50

yeni rejime karşı kararlı mücadelelerinde hiç bir sapma yaşanmadı. İttihatçılar’ın kurmaya çalıştıkları merkeziyetçi devlete açıkça karşı koymaya çalıştılar. Rumlar’ın çoğu kendilerini İstanbul’dan çok Atina’ya bağlı hissederken, Ermeniler’in İstanbul’da ikamet eden bir kısmı İttihatçıları ve yeni rejimi destekledi, ancak genel olarak Ermeni toplumu Osmanlı’daki yeni dönüşümlere karşı direndi 316. Bunların tersine, Osmanlı Yahudiler’i geleneksel, kapitalizm öncesi sosyo- ekonomik yapının ayrılmaz bir parçası olarak kaldı. Onlar, kapitülasyon rejiminden herhangi bir yarar sağlayamıyorlardı ve bu yüzden de Müslüman kesimle zıtlaşmadan Selanik’ten Bağdat’a kadar tüm Yahudi topluluğu İttihatçılara tam destek vermişlerdir 317. Aslında Türkler dışındaki Müslüman halklar da İttihatçılar’ın anladığı anlamda bir Osmanlı ulusu olarak bu bütünün bir parçası olmak istemeyecek denli düşünsel bilinçlenmeye ulaşmışlardı. Ne Arnavutlar ne de Araplar geleceklerini Osmanlı çatısı altında aramadılar. İronik olarak aslında İttihatçılar’ın büyük bir kısmı da Osmanlıcılık ideolojisine imparatorluğun yıkılmasını engelleyici bir işlev görmesi mahiyetinde benimsemişlerdi, içten içe Türkçülük fikriyatına dahil kişilerdi; ancak bunu açığa vurmaları hiç de uygun olmayacağından Kurtuluş Savaşı’na dek içlerinde gizli tuttular. 1912 yıllarının sonlarında Yunan, Sırp ve Bulgarlar’ın ortak bir girişimi olarak Osmanlı’ya karşı başlatılan Balkan Savaşı devlet için tam bir bozgun oldu. Osmanlı’nın en eski başkentlerinden biri olan Edirne dahi elden çıkarak imparatorluk Asya’ya hapsedildi. İttihatçı hareketi desteklemiş olan Arnavutlar’ın da bağımsızlık mücadelesi verip imparatorluktan kopmaları ayrıca kayda değerdir. Muzafferler kazanımlarını pay etmekte birbirlerine düşünce bu şehir geri alınmış olsa da yeni rejimin imparatorluğu güçlendiremediği açıkça ortaya çıktı. I. Balkan Savaşı esnasında Edirne’nin kuşatılması üzerine İttihatçılar Babıali’yi yürüyerek buranın genel bir taarruz harekatıyla geri alınmasını talep ettiler. “Babıali Baskını” 316

Ahmad, 1980, s: 331

317

Ahmad, a.g.e.

olarak bilinen bu eylem, görevdeki sadrazamın zorla istifa ettirilmesiyle sonuçlandı. Edirne geri alındıktan sonra Babıali Baskını’nın kahramanı Enver haklı konuma geçti ve cemiyet içindeki konumunu güçlendirdi. Bu olaydan sonra İttihatçılar tam olarak iktidara geçtiler. Ancak kafalarındaki imparatorluğu eski düzenden kurtarıp Avrupa denetiminden bağımsız kılma ideallerini uygulamaya koyacak zemin I.Dünya Savaşı’nın başlamasıyla oluştu. Bu zamana dek siyasal alanda süregelen modernleşme çabaları, 1 Ekim 1914’te İttihatçılar’ın tek taraflı olarak kapitülasyonları kaldırmasıyla ekonomik alana da sıçradı. Kapitülasyonların kaldırılması İttihatçıların temel hedefleri olan ulusal ekonomi ve ulusal burjuvazinin yaratılması için hareket özgürlüğü sağlandı. Milliyetçi aydınlar ve eylemci bürokratlar, serbest dış ticaretin, iktisadi bağımlılığın ve komprador burjuvazinin doktrini olarak gördükleri liberalizme karşı saldırıya geçerek Listçi bir milli ekonomi politikasına bağlandılar. Bu görüşe göre milli bilincin kazanılmasına ve ekonomik hedeflerin gerçekleştirilmesine yukarıdan yani devlet tarafından katkıda bulunmak gerekiyordu; bireylerin girişimciliği devletin açmış olduğu yol sayesinde gelişecekti 318. Bu çerçevede hareket eden İttihatçı yönetim işçi-işveren ilişkilerini düzenleyen kanunlar çıkardı; köylülere, toprak beylerinin haklarına tecavüz etmeyecek şekilde toprak dağıtıldı ve kredi verildi; ve genel olarak ülkenin ekonomik gelişimi yönünde önlemler alındı. 1908-1922 dönemindeki ekonomik gelişmeleri belirleyen unsurlar, kapitalist bir devletin

kurumsallaşması

doğrultusundaki

yasal

düzenlemeler,

sanayileşme

ve

şirketleşmenin teşviki, ekonomik bağımsızlık yönünde çabalar ve savaş ekonomisi yöntemlerinin kullanımı şeklindeki politikalardı 319. Meşrutiyetin ilanını takiben yoğunlaşan grev hareketlerini dizginlemek için sendikalaşmayı yasaklayarak grev hakkını kısan 1909 tarihli“Tatil-i Eşgal Kanunu”, yeni iktidarın işverenlerden yana olacağının işaretiydi. 318

Keyder, 1999, s: 89

319

BORATAV, K., Türkiye İktisat Tarihi, 1908-1985, İstanbul, Gerçek Yayınevi, 1988, s: 20

“Teşvik-i Sanayi” kanunu da yine bu yönde bir adımdı. Ancak İttihatçılar da öncelleri gibi sanayileşememe sorunsalının devletin hükümranlık haklarının ve kapitülasyonların engellemelerinden ibaret görmüş, emperyalizmin dayattığı bağımlılık mekanizmalarının varlığı yeterince kavrayamamıştır 320. Toprak sahiplerinin köylü üzerindeki denetimlerini arttıran yasalar çıkarılması köylülerin devletten yabancılaşmaları sonucunu doğurdu. Verimliliği ve üretimi arttırmak yerine köylünün sömürülmesi, özellikle I. Dünya Savaşı esnasında servet biriktirmenin başlıca kaynağı haline geldi. Savaş döneminde Müslüman iş adamlarının kar etmesi için en çabuk ve kolay başarı getirecek olan alan ticaretti. Savaş ekonomisi de bu yönde karları mümkün kılarak Müslüman burjuvazinin sermaye birikimine katkıda bulundu. Savaş sonunda Türk ve yabancı gözlemciler Türkler’in hakimiyetinde bir ulusal ekonominin oluştuğunu, burjuvazi niteliğinde bir sınıfın da doğduğunu kaydetmeye başladılar 321. İttihatçılar için I. Dünya Savaşı ekonomik alanda hareket serbestliği sağlarken, siyasal alanda tam bir yıkıma hazırlık oldu. Almanya’yı savaş partneri seçen İttihatçılar onunla birlikte yenilgiyi kucakladılar. Ermeniler’in savaş sırasındaki sadakatsiz tutumlarını bertaraf etmek için girişilen techir uygulaması ve bu sırada ölen bir çok insan İttihatçıların alnına kara leke olarak yapıştı. Savaş sırasında askeri alanda Enver Paşa ve siyasi alanda Talat Paşa’nın çevresinde gelişen İttihatçı diktatörlüğü ülkede büyük yaralar açacak sonuçlar üretti. 1908’de devleti kurtarmak için ayaklanarak iktidarı alan örgüt, aynı devletin kendi yönetimlerini tam olarak kurdukları anda yıkılışa sürüklenmiş olması fazlasıyla anlamlıydı. İttihatçılar herşeyden önce idealistlerdi. Ancak kibirleri ve uzlaşmaz tavırlarıyla realitelerle başa çıkmak için de bir o kadar güçsüzlerdi.

320

Boratav, a.g.e.

321

Ahmad, 1995, s: 67

BÖLÜM III. 1905 RUS DEVRİMİ İLE 1908 JÖN TÜRK DEVRİMİ’NİN KARŞILAŞTIRMASI Rusya ile Osmanlı İmparatorluklarında üç yıl gibi oldukça kısa aralıklı olarak gerçekleşen 1905 ve 1908 devrimleri, burjuva-demokratik nitelikleriyle hakim siyasal yapının dönüşümünde oldukça önemli bir safhaya denk gelirler. Geleneksel yönetim sistemlerinin bir çok benzerlikler gösterdiği bu iki imparatorluk, devasa topraklar üzerinde, güçlü merkezi yönetim mekanizmaları kurmuşlardı. Toplumun egemen sınıflarını sürekli denetime tabi tutarak merkezi otoriteye rakip güçlerin oluşumunu engelleme çabası her iki imparatorluğun modernleşme sürecinde derin izler bırakmıştır. Modernleşme ereği çerçevesinde merkezi otoritenin lider rolü oynayacağı ve hakim iktidarın yönetim erkini tekeli altında tutacağı bir modele meyleden her iki devlet, tüm süreci baştan sona denetimleri altında tutmaya çalışmıştır. Böyle bir modelin seçilmesinde, dayandıkları toplumsal sınıfların modernleşmeyi sürükleyecek yetenekte olmamasının rolü büyüktür. Ancak bu sınıfların güçsüzlüğünün bir nedeni de iktidarın, herhangi bir sınıfın öne çıkarak kendisine rakip bir konuma gelmesini

engelleyici mekanizmalarıdır. Rus ve Osmanlı devletlerinin modernleşme çabaları, yukarıdan aydın bir zümrenin sürüklediği modernleşme hareketi niteliğindedir.Ancak toplumun belli bir sosyo-ekonomik gelişmişlik ve siyasal bilinçlenme safhasına gelmesiyle, bu zümrenin otoritesine karşı muhalefet hareketleri ortaya çıkmıştır. Modernleşme serüvenine 17.yüzyılda, Osmanlı Devleti’ne göre bir yüzyıl erken başlayan Rus Çarlığı, sosyo-ekonomik bazda çok daha uzun bir yol katetmişti. Bu yüzden 1905’teki devrimci savaşım, Osmanlı Devleti’nde meydana gelen 1908 Devrimi’ndekine oranla çok daha ciddi kitlesel boyutlara ulaşmıştı. Kapitalist dünya ekonomisiyle yarı-sömürge koşullarında bütünleşen Osmanlı İmparatorluğu, bu handikapından dolayı sosyo-ekonomik düzeyde büyük ilerlemeler kaydedememiştir. Kitlelerin geleneksel yaşam biçimlerinin yeterince dönüşemediği bu ülkede, modernleşmeyi sağlam ve süreklilik arz eden şekilde yapılandırmak amacıyla yönetici sınıfa mensup aydınlanmış bir grup, II.Abdülhamit’in otokrat yapıya bürünen rejimini yıkmak için devrimci hareketi sürüklemiştir.

3.1. Rusya ve Osmanlı İmparatorluklarının Geleneksel Yönetim Yapılarının Karşılaştırması Rus Çarlığı ve Osmanlı İmparatorluğu, her ikisi de Asya ve Avrupa kıtalarının geçiş sahaları üzerinde kurulmuş, devasa büyüklükte topraklara hükmeden, çok uluslu imparatorluklardı. Oldukça sert ve elverişsiz iklim şartlarının hüküm sürdüğü ve sıcak denizlere çıkışı olmayan topraklar üzerinde kurulan Rus Çarlığı’nın bu olumsuzluğu yenmek için sürdürdüğü mücadele, ülke tarihinin en öne çıkan olgularından biridir. Büyük Petro’nun saltanat döneminden itibaren, ticaretin yoğunlaştığı Akdeniz ve Baltık denizlerinde hakimiyet kurma çabası, Rusya için tarihsel bir misyon olmuştur. Bu çerçevede, Osmanlı Devleti’nin gücünü kırmak amacıyla 18. ve 19.yüzyılarda sayısız savaş ve çekişmelere yol açarak oldukça agrasif bir politika güdüldü. Osmanlı İmparatorluğu ise Rusya’nın tersine ılıman ve sıcak iklim kuşağı üzerindeki topraklar üzerinde yayılırken, Karadeniz’de tam bir hakimiyet

kurmuş, Akdeniz’de ise Balkanlar ve Kuzey Afrika bölgelerini elinde tutarak büyük bir hakimiyet sahasına sahip olmuştu. Osmanlı İmparatorluğu 14.yüzyıldan başlayarak 16.yüzyılın ortalarına dek az çok kesintisiz bir coğrafi genişleme süreci geçirmiş ancak sonrasında sürekli güç kaybederek, 19.yüzyılda özellikle yoğunlaşan, toprak kayıplarına maruz kalmıştır. Komşu Rusya Devleti ise tam aksine Büyük Petro’nun başa geçmesiyle 17.yüzyılın sonlarından itibaren altın çağına girmiş ve genişlemesinin yolundaki en büyük engellerden biri olan Osmanlı İmparatorluğu’nun bütünlüğünü tehdit eden en önemli dış mihrak olmuştur. Devasa insan ve doğal kaynaklarıyla Avrupa’yı tehdit eden bu genişleme potansiyeli karşısında Büyük Devletlerin ittifakı, Osmanlı’nın yaşama sebeplerinden biri olmuştur. Coğrafi olarak birbirlerine yakın konumlanan Osmanlı ve Rus imparatorlukları benzer uygarlıkların nüfuz sahalarında gelişimlerini sürdürmüşler ve kendi sistemlerini oluştururken bunlardan büyük ölçüde etkilenmişlerdir. Bizans İmparatorluğu ve uygarlığı hem Ruslar hem de Osmanlılar için büyük bir ilham kaynağı olmuştur. 10.yüzyılda Hristiyanlığın Bizans versiyonu olan Ortodoksluğu kabul ederek bu kültürün nüfuz sahasına giren Ruslar, Batı Katolik dünyasından kısmen izole şekilde kendi yönetim geleneklerini oluşturdular. Ortaçağ Katolik dünyasındaki hükümdar-kilise çekişmesini, Rusya’da görülmemesinin başlıca sebeplerinden biri de Ruslar’ın Bizans yönetim geleneklerinden etkilenerek kiliseyi iktidara hizmet eder bir yapıda kurgulamış olmalarıdır. Ruslar böylece bu kurumun iktidar yönünde istemlerinin oluşmasını sağlayacak güce kavuşmasına ket vurmayı başarmışlardır. Osmanlılar ise 11.yüzyıldan itibaren Orta Asya’dan yoğun göçlerle Bizans topraklarına yerleşen Türk aşiretlerinden sadece biriydi. Osmanlı Devleti kuruluşundan itibaren sürekli olarak Bizans aleyhine genişlemiş ve 1453 yılında İstanbul’u ele geçirerek bu köklü imparatorluğun sonunu getirmiştir. Özellikle İstanbul’un alınıp, başkent yapılmasından itibaren Osmanlılar, bu uygarlığın bir çok öğesini kendi sistemlerine eklemlemişlerdir. İstanbul’da yaşayan geniş

Rum nüfusu, devlet içinde önemli mevkilere gelerek Bizans uygarlığının mirasını yeni iktidara da aktarmışlardır. Bizans’ın yanısıra Orta Asya yönetim geleneklerinin etkileri de hem Rus hem de Osmanlı devlet yapılarının önemli unsurları olarak kendilerini hissettirmişlerdir. Kökenleri Orta Asya’ya dayanan Osmanlılar, kendi sistemlerini oluştururken, tarihsel öncüleri olan Selçuklu devletinin yönetim metodlarını büyük ölçüde kopyaladılar. Orta Asyalı göçebe kavimlerinin fetihçi siyasetini aynen devralarak, askeri unsurun belirleyici olduğu bir siyasal ve sosyo-ekonomik yapıyı vücuda getirdiler. Bir fetih makinesi görünümünü arz eden Osmanlı siyasal ve toplumsal sisteminin sade, gösterişsiz ve tamamen işlevsel nitelikli bir yapı olarak ortaya çıkmasında Orta Asya geleneklerinin etkisi belirleyici olmuştur. Rus Devleti ise 12.yüzyılda yoğunlaşmaya başlayan Batı’yla olan ilişkilerinde, aynı yüzyılda gerçekleşen Moğol-Tatar isyanından dolayı kopma yaşadı. Bu Orta Asya topluluklarının boyunduruğu altına giren Rus knezleri, 14.yüzyılın ortalarında yeni bir istila dalgası yaşadı. Türk kökenli efsanevi fatih Timurleng’in kuzeyde Rusya’daki Altınordu devletinden Akdeniz’e kadar genişleyen Semerkant merkezli imparatorluğunu kurmak için giriştiği, 1360’lardan itibaren tam kırk yıl süren büyük fetih hareketi Ruslar kadar Osmanlılar’ı da derinden etkiledi. Timurleng, Anadolu’da Ankara Savaşı’ndaki zaferinin ertesinde Anadolu birliğini kurmuş olan Osmanlı Devleti’ni bir varolma mücadelesine sürükledi ve o zamana dek istikrarlı süren Osmanlı genişleme sürecini sekteye uğrattı. Ancak Anadolu Beyliklerine tekrar hayat aşılayıp, bölgeyi vergiye bağlamakla yetinildi ve buradaki hakim ilişkilerde kalıcı bir etki bırakılmadı. Bu topraklarda bütünlüğü sağlayacak en etkili mekanizmayı kurabilen Osmanlı devleti, kısa süreli çözülme dönemini atlatarak gelişme çizgisini sürdürdü. Rusya örneğinde ise Timurleng’in bölgedeki hakim Tatar yönetimini Kırım ve Kazan Hanlıkları olarak ikiye bölmesi, Tatar birliğini çökerterek hakimiyetlerinin zayıflamasına yol açtı. Bu güç kaybı Ruslar’ın bağımsızlıkları ve kendi devletleri altında bütünleşebilmelerinin

yolunu açtı. Tatar yönetimi altında diğer knezliklerin önüne geçen Moskova Knezliği, 15.yüzyılda fetihçilerin hakimiyetinin son bulmasını takiben, kendi bağımsız yönetim geleneklerini oluştururken Tatar yönetim metodlarından fazlasıyla etkilendi, hatta bir nevi taklit etti. Rus otokrasisinin güç tekeline dayanan niteliği ve bunu kurmak için terör yöntemine meyletmesi, büyük ölçüde Tatar mirasının etkisinden ileri gelmekteydi. Osmanlı ve Rus yönetim geleneklerinin analizi doğrultusunda en öne çıkan noktalardan biri “Asyatik Despotizm” kavramının sıkça vurgulanmış olmasıdır. Batı’dan bakıldığında hem Rusya hem de Osmanlı İmparatorlukları, hükümdarların kuralsız yönetimleri altında ezilen ve her başkaldırılarının ardından iktidarın demir yumruğuna maruz kalan halkların yaşadığı ülkeler olarak görülmüştür. Ortaçağ Batı Avrupa’sının genel karakterini veren feodalite sistemi ve akabinde gelişen sınıf-iktidar ilişkileri Rusya ve Osmanlı’da oldukça farklı şekilde gelişmiştir. Öncelikle Batı Avrupa’daki hükümdarların, büyük toprakları denetimlerinde tutan aristokrat sınıfla, birbirlerinin hükümranlık ve eylem sahalarını ritüel halinde karşılıklı verilen sözlerle ayırmış oldukları bir iktidar bölüşmesi feodalite sisteminin en öne çıkan unsurlarından biridir. İktidara tekelci bir çerçeveden yaklaşan Rus ve Osmanlı hanedanları, toplumsal sınıfların kendi yönetimleri altında alternatif güçler olarak sivrilmelerini sistematik şekilde engellemişlerdir. Rusya örneğine bakıldığında aristokrat-serf geleneğine dayanan güçlü bir feodal sistem, hakim toplumsal ilişkilerde en öne çıkan unsurdur. 15.yüzyılda güçlenen Moskova Knezliği, Tatarların hakimiyet döneminden de fazlasıyla etkilenerek, hükümdarın keyfiyetine dayalı ve devletin toplum üzerinde aşırı denetim uyguladığı bir yönetim yapısı oluşturmuştur. Komşu Rus şehir devletlerini yutarak genişleyen Knezlik, güçlü bir merkezi sistem yaratma yolunda varolan aristokrat sınıf, bayarların nüfuzunu kırarak toplumsal unsurları devlete hizmet eden bir mantık içinde tasnif etmiştir. 15.yüzyılın ikinci yarısında saltanat süren IV. İvan’ın terör halinde gelişen bayarlara başeğdirme mücadelesinde, devletin topluma bu şekilde

yaklaşımını, kazanan taraf olması itibariyle kökleştirmiştir. Rus Çarlığı, yönetimi altında tuttuğu egemen sınıfların zayıflıklarını ve ekonomik girişimlerinde devlete bağımlı konumlarını kullanarak sistemini inşa etmiştir. Osmanlı İmparatorluğu, Batı Avrupa’yla karşılaştırıldığında oldukça farklı bir eksende kendi sistemini kurdu. Bizans toprakları üzerinde genişlerken, buralarda söz konusu olan feodal ilişkilerin gelişimine ket vurulmudu. Osmanlılar başlangıçta tanımak zorunda kaldıkları feodal hak ve yükümlülükleri zamanla askeri bir düzen çerçevesinde kendi sistemleri ile bütünleştirmeye çalışmışlardır. Bu eğilim, merkezi iktidarın kurulmasında 16.yüzyılın sonlarına dek, “miri arazi” rejiminin genişletilmesi ve askeri yükümlülükleri olmayan bir çok mülk ve vakıfların tımar sistemi içine alınmasıyla gerçekleşmiştir 322. Kuruluş döneminde özerk Türk beylerinin işbirliğine dayanan toplumsal ve askeri oluşumun tepesinde oturan Osmanlı hanedanı, yönetimde tekelci bir eğilim sergilemekten çok bu özerk aşiretler arasında koordineyi sağlamaya yönelmiştir. Bu haliyle Osmanlı yönetim çemberi bir fetih anında, içinde barındırdığı tüm toplumsal unsurları bu yöne seferber eden bir mekanizmanın kontrol kulesi işlevini görmekteydi. Ancak en başından beri merkeziyetçi eğilimleri devlet, askeri ve idari yapısını sağlamlaştırdıktan sonra bu özerk unsurlar üzerinde tam denetim kurmaya yönelmiştir. Bu özerk Türk aristokrat sınıfı, devşirme sınıflarının yükselişi ile dengelemeye çalışan devlet, varlıklı sınıfların içinde sivrilmeye yüz tutanlara karşı müsadere silahını kullanmıştır. Merkezkaç güçlerinin oluşumunu engellemek için kullanılan bir diğer mekanizma, köylüyü geçimlik ölçekte bir toprak parçasında sınırlayarak, toprak devirlerinin sıkı bir denetime tabi kılınması olmuştur. Bu dengeleme siyasetinde bir bütün olarak yönetilenler sınıfı, reayayı varlıklı sınıflara karşı korumuştur. Devlet, vergi konusunda sade ve yumuşak bir tavır takınmıştır; taşradaki yöneticilere merkezden gönderilen adaletnamelerle halka iyi davranmaları ve haksız vergilerle ezmemeleri 322

Timur, 2000, s: 247

istenmiştir 323. Oysa, Rusya’da serfler tamamen aristokratların keyfi yönetimine bırakılmış ve devlet bu sınıf için kayda değer bir koruma mekanizması geliştirmemiştir. Osmanlı Devleti’nin bu oldukça babacan görünen köylüye yaklaşımı ise onu ekonomik krize girdiği dönemlerde bu kesime ağır vergilerle yüklenmekten alıkoymamıştır. 17. ve 18.yüzyıllarda fetihlerin durma aşamasına gelmesiyle sürekli kan kaybeden devlet, merkezkaç güçlerin taşradaki yönetim aygıtları üzerinde büyük bir nüfuz sahası kurarak köylüyü olabildiğince sömürmelerini de engelleyememiştir. Osmanlı Devleti’nin düşüşe geçmesiyle eşzamanlı olarak şahlanan Rus Çarlığı, aydın bir despot olan I. Petro’nun saltanat döneminde geniş ölçekli bir modernleşme hareketine girişti. Hristiyan bir Avrupa halkı olan Ruslar’ın daha önceki tarihsel koşullar dolayısıyla Batı’yle sınırlı olan ilişkilerini, yakınlaşma ve Batı kurumlarını adapte etme boyutuna taşıyan Petro, modern Rus devletinin de temellerini attı. Kapitalizmin merkantalist çağında bünyesinde barındırdığı burjuva sınıfından da destek alarak girişilen bu büyük modernleşme atağı, Rusya’yı Avrupa’nın büyük devletlerinin arasına taşıdı. Oysa Osmanlı Devleti, Batı’nın etkilerinden olabildiğince izole şekilde varlığını sürdürmeye çalışırken ana gayesi, efsanevi çağına dönmek için klasik dönemdeki kurumlarını tekrar işler hale getirebilmekti. Batı’nın rakip ya da düşman algılandığı ve ulema sınıfının güçlenmesiyle birlikte bir ölçüde dinsel taassubun da yönetim eğilimlerini etkilediği bu ortamda, varolan iktidar ilişkilerinde ve kurumlarda herhangi bir açılıma gitmek isteyenler, ulema-yeniçeri ittifakının sert tepkilerine maruz kaldı. Oysa, Hristiyan Rus halkının başı olan Petro, sindirilmiş toplumsal unsurları kendi amaçları doğrultusunda istediği gibi kullanabilmiş ve St. Petersburg’la birlikte yeni bir Rusya inşa etmişti.

323

Timur, a.g.e.

3.2. Rus ve Osmanlı Modernleşmesinin Karakteristik Özellikleri ve İtici Güçleri Üzerine Bir Değerlendirme Burjuva sınıfının ortaya çıkmasıyla eşzamanlı olarak modern merkezi devletler Avrupa’da kendini yapılandırmaya başladı. Coğrafi keşifler ve teknolojik ilerlemeler sayesinde sürekli güçlenen Batılı devletler, ekonomik ilişkiye ya da askeri mücadeleye girdikleri diğer devletleri de kendi yollarını izleyerek yapılarını dönüştürmeye daha doğrusu, gelenekselle bağları koparıp modernleşmeye yönelttiler. Batı’nın daha gelişmiş toplumsal ve ekonomik ilişkilerinin baskısı altında kalan Rusya, özellikle askeri alanda ayakta kalabilmek için Batı’nın teknolojisini ve kurumlarını adapte etmenin gereğini, Osmanlılara göre bir yüzyıl önce anladı. İsveçliler’le savaşımında yeni bir donanma ve ordu geliştirmesi gereğinin ayırdına varan I. Petro (1682-1725), askeri alanla sınırlı kalmayacak geniş ölçekli modernleşme projesine girişirken ülke tarihinde tertemiz bir sayfada, yeni bir başlangıç yaptı. Petro’nun reformları, Rusya’nın pencerelerini Batı’ya açarken, bu istikamette bir dönüşümünde temelleri atılmış oldu. Yeni rejimin simgesel anıtı olan St. Petersburg şehri ülkenin batı ucunda bataklıklar üzerinde on yıl gibi kısa bir sürede inşa edildi ve yirmi yıl içinde Avrupa’nın en gözde metropollerinden biri oldu. Eski başkent Moskova, Rus geleneğinin simgesi olarak bir tarafa bırakılırken, yeni Batılı Rusya’yı St. Petersburg şehri temsil etti. Petro’nun en büyük çabalarından biri ülkedeki aristokrat sınıfın karşısına burjuvaziyi çıkararak güçlerini dizginlemesiydi. Devlet kurumlarında aristokratların nüfuzu kırılarak mevkiler, soy ya da toplumsal pozisyonlara bırakılmaksızın yetenekli ve eğitimli kişiler arasında dağıtıldı. Burjuvazinin finans desteğiyle yürütülen Petro reformları, bu sınıfın yolunu açmak için oldukça saldırgan bir dış siyaset izledi; açık denizlere ulaşma isteği ile ticari burjuvazinin çıkarları arasında dolaysız bir ilişki vardı. Bunun yanı sıra yeni kurduğu ordunun ihtiyaçlarını karşılamak için ülkenin imalat sanayisinde büyük ilerlemeler kaydedildi. Petro, Batılılaşma ereği çerçevesinde ülkede taş üstünde taş bırakmazken, aydın-

despot hükümdar geleneğinin en karakteristik örneklerinden biri olarak dünya tarihine geçmiştir. Reformlarını gerçekleştirmek için barbarca kabul edilecek yollara meyleden Petro, ülkesinin özellikle insan kaynağını muazzam ölçüde sömürmüştür. Rusya’yı Batılılaştırmak için Doğulu metodlara başvurarak, otokrat Rus yönetim geleneğinin kurucusu olmuştur. “Otokrasi” terim olarak, 18-19.yüzyıl Rusya’sındaki rejimi tanımlamak için kullanılır. Terim sadece baskıcı, özgürlüklerin yok edildiği, polisiye önlemlerle halkın sindirildiği rejimi nitelemek için muhalefet tarafından ortaya atılmış değildi; Rus Çarları “veliko samoderjetz ( büyük otokrat )” ünvanını siyasal muhaliflerinin tersine olumlu bir anlamda kullanırdı 324. Otokrasi rejimi, 20.yüzyılın totaliter rejimleriyle bir değildir; otokrasi hiçbir zaman totaliter yönetimin kontrol aygıtlarına sahip olamamıştır. Otokrasi, can ve mal güvenliğini hiçe sayan müsadereci bir rejim de değildir ancak oldukça baskıcıdır. Rejim, eğitimi geliştirir ancak bunun sonucunda ortaya çıkacak genç kuşakların laik bir dünya görüşü benimsemelerini ve özgür düşünce sahibi olmalarını istemediğinden, tarih, felsefe ve hukuk gibi düşünsel alanlarda sansürlü bir eğitim uygular. Bürokrasi güçlenir ve uzmanlaşır ancak başat güç yine de askeri sınıftır 325. Siyasal özgürlükler ve temsili yönetim mekanizmaları bu rejimde işlemez. Rus ve Osmanlı modernleşmelerinde en öne çıkan olgu, defansif bir nitelik arzetmeleridir. Avrupa’nın modernleşmesi kendi bünyesinde ortaya çıkan gelişmelerin ürünüydü; herhangi bir adaptasyon ya da dış tehditlere karşı bir önlemler bütünü değildi. Ancak diğerleri modernleşmeyi bir zayıflık hissiyatıyla kucaklamışlar ve bu yüzden de bir çok yapısal sorunla karşılaşmışlardır. Batı’nın yanıbaşında Hıristiyan bir ülke olması sıfatıyla erken bir dönemde bu sürece kendini dahil eden Rusya, gelişmiş askeri gücüyle Osmanlı’ya karşı tehdit oluşturarak onun da bu yola sürüklenmesinde en etkili sebeplerden birini teşkil 324

Ortaylı, 1999, s: 40

325

Ortaylı, a.g.e.

etmiştir. Petro’nun kapitalizmin merkantalist döneminde modernleşme sürecini başlatmış olması, Rusya için oldukça büyük bir ilerleme şansı yaratmıştır. Oysa Osmanlı İmparatorluğu’nda sistematik modernleşme hareketinin başlaması, kapitalizmin sanayileşme aşamasına geldiği 19.yüzyıla denk düşer ki bu çok büyük bir handikapı da beraberinde getirmiştir. 18.yüzyıl boyunca Osmanlılar, klasik Osmanlı kurumlarının Batılı olanlardan üstün olduğu inancını taşıdıklarından dolayı tüm reformist çabalar eskiyi diriltmek doğrultusunda ele alınmıştır. Batı’dan kendini izole eden Osmanlı Devleti, bu kültürle fazla bir ilişki kurma gayretine girmedi. 17. ve 18.yüzyıllarda Batılı devletler karşısında katastrofik yenilgilere maruz kalındığında ise sadece bunların askeri teknolojilerini ithal etme çabalarıyla yetinildi. Bu çerçevede davet edilen Batılı teknik uzmanlar, devlet servisiyle ilişki içindeki gayri-müslimlerle birlikte, Avrupa’da olup bitenler hakkında bilgi alınan ilk el kaynaklar işlevini gördüler. Osmanlı İmparatorluğu, askeri gereksinimlerinden dolayı Avrupa dünyasına, düşünce ve edebiyattan daha önce teknik anlamda yaklaşmak zorunda kaldı. 18.yüzyılda Osmanlılar Rusya’da olup biteni hayranlıkla ya da ciddiye olarak izlememişlerdi. Büyük Petro döneminde Rusya’ya elçi giden Mehmet Ağa, Çar’ın yaptığı geçit törenini “Çar’ın maskaralıkları” olarak nitelendirmiştir 326. Oysa II. Katerina döneminde Rusya’ya giden Mustafa Rasih Paşa, burada olup bitenler hakkında daha etraflı ve takdir eder bir kanı edinmiştir. Sefaretnamesinde, Rusya örneğinde olduğu gibi Batı’ya yönelmenin gerekli olduğunu ve onun kullandığı çeşitli yöntemlerin Osmanlı ülkesinde de tatbik edilmesinin yararlı olacağını belirtmiştir 327. Osmanlı Devleti, Batılılaşmaya başından beri işlevsel bir bakışla yaklaştı. Osmanlı Batılılaşması, bu uygarlığa duyulan bir hayranlıktan değil, imparatorluğu yıkımdan 326

ORTAYLI, İ., “Tanzimattan Cumhuriyet’e Türkiye Ansiklopedisi (I. Cilt) içinde “Batılılaşma” maddesi,

İstanbul, İletişim Yayınları, s: 137 327

Rasih Paşa’nın Sefaretnamesinden bu yönünde fikirlerinden yapılan alıntılar için Bkz. Hanioğlu, a.g.e., s: 11

kurtarmak için zorunlu olduğu düşüncesiyle başlatılmış bir süreçti. 19.yüzyılın başı itibariyle Osmanlı yönetimi istikrarlı bir yapı göstermekten oldukça uzaktı; merkezi yönetim, yeniçeri ve ulemaların hükümdarların eylemlerinde kendi çıkarları doğrultusunda aşırı belirleyici olduğu bir hava içinde ağır aksak iş görüyordu. Taşra düzeyinde ise yeniçeri ve ulemalara bir de yarı feodal nitelikli bir sınıf olan ayanlar eklenerek tam bir idari yozlaşmayı vücuda getirmişlerdi. Merkezden uzak eyaletlerdeki ayanlaşma süreci, artık merkezi hükümeti açıkça tehdit eder boyutlara gelmiş olduğu bu aşamada ciddi yapısal reform girişimleri ülkenin bütünlüğü açısından kaçınılmaz bir zorunluluk arz ediyordu. Bunun yanı sıra birde Sırp ve Yunanlar gibi ortaçağda kendi ulusal devletleri olan azınlıkların, Fransız Devrimi’nin de etkisiyle isyanlara kalkışması ve Avrupa devletlerinin de desteğiyle başarılı olmaları, devlet adamlarının durumun ciddiyetini görebilmelerini sağladı. Bir çok yönden I. Petroyla karşılaştırılan II. Mahmut bu ortamda radikal bir eyleme imza attı: 17.yüzyılın ortalarından itibaren adeta devlet içinde devlet olan Yeniçeri Ocağı’nı tasfiye etme girişiminde III. Selim’in açtığı yolu takip ederek, ulemayla birlikte gericiliğin kaynağı olan bu kurumu kaldırdı. Bir yüzyıl önce I. Petro da eski Rusya’nın isyankar Kapıkulu askerleri olan Strelitzler’i Kremlin meydanında yokettirmişti 328. II. Mahmut da Petro gibi kanlı şekilde Yeniçeri ocağını kaldırmış ve yerine de modern bir ordu kurmuştur. Bunun yanı sıra, iktidarının başında ayanlar tarafından kendisine onların bölgelerindeki hükümranlık haklarını tanımak zorunda bırakıldığı belgenin de öfkesiyle, iktidardaki gücünü sağlamlaştırdığı gibi bu sınıfın üzerine yürümüş ve tüm otoritelerini kırmıştır. Yönetim mekanizması içinde istikrarlı bir bütünlük sağlamak amacıyla merkez-kaç güçlere yöneltilen bu şiddet, Mısır valisi Mehmet Ali Paşa örneğinde ise başarıya ulaşamamıştır. Ancak II. Mahmut bu amacında o kadar kararlıydı ki en amansız düşmanı olan Rusya’nın yardımını da bu uğurda kabul etmiş ve ona Akdeniz’e inmesini sağlayacak ödünler vermiştir. Durumdan hoşnut 328

Ortaylı, 1999, s: 38

olmayan Batılı devletler araya girerek Rusya’yı bu uluslararası önem arz eden durumun dışında bırakmışlardı. Siyasal kaygılarının ekonomik olanların daima önüne geçtiği Osmanlı yönetimi ise aldığı yardım karşısında İngiltere’ye ülkesini yarı-sömürgeye dönüştüreceği ticaret ayrıcalıklarını bahşetmiştir. II. Mahmut döneminde yapılan idari reform hareketleri ve Batı’da daimi elçiliklerin açılması, Osmanlı’nın siyasal ve toplumsal dönüşümüne önderlik edecek aydın bir bürokrat kadronun da güçlenip işbaşına gelmesinin yolunu açmıştır. Yeni bürokrasi ve ideolojisi Osmanlı Devleti’nin 19.yüzyılda geçirmiş olduğu evrimde tartışmasız öneme sahip, belirleyici unsurlardan biri olmuştur. Yeniçeri ocağının kaldırılmasından önce kul aristokrasisi olarak tanımlanabilecek asker tabanlı bürokratlar, padişahın iradesi karşısında boynu kıldan ince ve tüm kariyerini ona borçlu olan devşirmelerden oluşmaktaydı. Yeni bürokrasiyi ise askerler değil, çoğnluğu diplomatik bir kariyere sahip kişiler oluşturuyordu. Gücünü eğitimlerinden ve başarılı kariyerlerinden alan bu kişiler aydınlanmış-despot bir bürokrasiyi hayata geçirdiler. Kırk yılı aşkın sürecek Babıali diktatörlüğünü kuracak sözkonus bürokratlar, 1876’da tahta çıkan II. Abdülhamit dönemine dek padişahları geri plana iterek iktidar üzerinde tam bir tekel kurmuşlardır. Kanuni Sultan Süleyman saltanatının sona erdiği 17.yüzyıl ortalarından beri padişahı gölgede bırakarak iktidarı yönlendiren bir çok sadrazam olmuştur. Hatta “Köprülüler Devri” olarak bilinen dönemde aynı aileden gelen dört sadrazam peşpeşe iktidara gelebilmiştir. Kanuni Sultan Süleyman ve II. Mahmut devirleri arasında geçen bir buçuk yılı aşkın sürede IV. Murat dışında tam iktidar kurmuş bir padişaha rastlanmamıştır. Oysa, Rus tarihinde böyle bir bürokrat saltanatı dönemi yok gibidir. Özellikle I. Petro’yu takip eden hükümdarların tamamı yönetime kişisel damgasını vurmuşlardır; modern Rus tarihinde bürokratların öne çıktığı tek dönem II. Nikola saltanatı esnasında ülkeyi ekonomik bakımdan kalkındırma projesini aktif olarak yürürlüğe sokan Witte’nin maliye bakanlığı ve başbakanlık yaptığı 1880’lerin sonundan 1906’ya kadar

uzanan süredir. Ancak bu dönemde Witte’nin liberal politikaları, gerici ve despot kişilikli içişleri bakanı Pobyodonotsev tarafından eleştiriye maruz kalmış ve kısmen engellenmeye çalışılmıştır. Witte, iktidarın yönelimlerini belirlemekten çok uygulamaya koyduğu politikaların ülkenin sosyo-ekonomik yapısının dönüşümünde derin etkiler yaptığı için öne çıkmış bir kişiliktir. Osmanlı’nın Tanzimat döneminde girişmiş olduğu bütüncül bir karakter gösteren reformlar dönemi, Rusya’da I. Petro’nun bu yöndeki eylemlerine benzerlik gösteren asıl dönem olmuştur. Ancak Tanzimat bürokrasisi bu geniş ölçekli Batılı reformlara başlarken, yapılan yeniliklere ne denli inandığı da tartışmaya açıktır. Ahmet Cevdet Paşa ve Lütfi Efendi gibi dönemin tarihçileri, reformları Mehmet Ali Paşa isyanı karşısında Batı’nın yardımını alabilmek için bir manevra olarak yorumlamışlar ve ulemanın da durumu bu şekilde gördüğü için muhalefet etmediğini belirtmişlerdir 329. Tanzimat bürokratları, Batı kurumlarını ve teknolojisini adapte etmeye dayalı reformları uygulamaya koyarken, beşeri faktörü gözden kaçırmış oldukları şüphesizdir. Ulusal burjuvazisi olmayan ve bu sınıfın etkinliklerini komprador nitelikli gayri-müslim tüccar grupların sürdürdüğü ortamda modern kurumların bekçisi ya da dayanağının kimin olacağı sorunuyla fazla ilgilenilmedi. Toplumdan kopuk bir şekilde bürokratik elitlerin tek başlarına sürdürdüğü ve Büyük Devletlerin sürekli müdahaleleriyle karmaşıklaşan bu modernleşme süreci, Rusya’daki örnekten oldukça farklılaşır. I. Petro’nun reformları ülkede zaten var olan burjuva sınıfına dayandırılmıştır; ancak burada sorun, aristokrasinin toplumdaki hakim pozisyonunun kırılmadan, feodal nitelikli kurumların yanına burjuva nitelikli olanların eklenmesiydi. 19.yüzyılın ikinci yarısına dek bu durum değişmedi. Devlet burjuvazinin yolunu açmaya çalışırken doğal partneri olan aristokrasiyi de bir kenara atamadı. Bu durumun ne denli 329

TİMUR, T., Tanzimattan Cumhuriyete Türkiye Ansiklopedisi (I. Cilt) içinde “Batılılaşma” Maddesi,

İstanbul, İletişim Yayınları, s: 140

ülkenin zararına olduğu, Kırım Savaşı’nda uğranan yenilgiyle anlaşıldı. Savaş, Rusya’nın zayıflığını gözler önüne sererken, yeni hükümdar II. Aleksandr uzun zamandır gündemde olan ancak toplumsal yapıda çok büyük kargaşa yaratacağı korkusuyla sürekli ertelenen serfliğin kaldırılması kararını sonunda verdi. Geçmişten kesin bir kopuşa karşılık gelen 1861 tarihli serfliğin kaldırılması kanunu, ülkenin kapitalistleşme yönünde seyredecek gelişme süreci için atılmış kesin bir adımdır. Ancak Rus Devleti bu kanunla dahi aristokrat sınıfı ezdirmemiş ve faturayı köylüye çıkarmıştır. Serfliğin kaldırılması, sanayi burjuvazisine verilen ilk ödün oldu. Osmanlı’daki Tanzimat ile Rusya’daki serfliğin kaldırılması gibi iki büyük reform girişiminde ortak olan nokta, askeri bir başarısızlığın ardından sistemde radikal dönüşümlerin yapılması yönünde ortaya çıkan ihtiyaca cevap vermiş olmalarıdır. Her iki durumda da reformlar, baştan sona yönetici elitlerin liderliği altında hayata geçirilmiştir. Sistemdeki Batılı yöndeki bu açılımlar, gelenekselle çatışmadan yanlarına yeni tarzda kurumların getirilmesi şeklinde biçimlenmiştir. Hem Rus hem de Osmanlı modernleşmesinde öne çıkan bir diğer nokta, yönetici sınıfın kendi konumunu ya da gücünü kaybetmeyeceği tarzda modellerle meyledilmesiydi. Rus Çarlığı başından beri hanedanın gücüne rakip olacağı düşüncesi etrafında aristokrat kesimin gücünü burjuvaziye verilen ödünlerle dengelerken, burjuva sınıfını da girişimlerinde devlete bağımlı kılarak üzerinde aşırı kontrol kurmuştur. Devletin sağladığı kalın gümrük duvarlarının içinde rekabetten uzak şekilde serpilen burjuva sınıfı, tüm girişimlerinde devletin öncülük etmesine ihtiyaç duymuştur. Batı’daki burjuvazi de erken dönemlerinde böyle bir devlet korumacılığından yararlanmış olsa da süreç içinde kendini devletten ayırıp onu çıkarları doğrultusunda dönüştürmüştür. Rısya’da ise ticari burjuvazi bir yana ardılı olan sınai burjuvazi devletle daha da bağımlı ilişkiler kurmuş ve 1905’teki devrim günlerine dek iktidar karşıtı bir tavır sergilememiştir. Rusya’da bir diğer öne çıkan durum, otokrasinin köylüye karşı takındığı aşırı olumsuz tavırdır. Bu kesimin ürettiği artı-değeri aşırı vergi

yüküyle tamamen kendine çeken devlet aristokrat ve burjuvaziyle ortak ittifakıyla taşrada tam bir sömürü sistemi kurmuştur. Osmanlı modernleşmesinin toplumsal gruplarla ilişkisi tamamen farklı bir boyutta gerçekleşmiştir. Rusya’da olduğu gibi devletin tanıdığı aristokrat bir sınıfın bulunmadığı ülkede fiiliyatta yarı-feodal bir nitelik gösteren ayan sınıfının 19.yüzyılın başında iyice sivrilmesi, merkezi yönetimi oldukça rahatsız etmiştir. II. Mahmut döneminde ayanların aleyhine olacak siyasetler güdülmesi, bu sınıfın siyasal ve ekonomik gücünü büyük ölçüde yok etmiştir. Bu yüzyılda yapılan reformların bir diğer özelliği de küçük köylülüğün tabanının desteklenmiş olmasıdır. Bu yüzden Rusya’da olduğu gibi tarım dışına atılan emek olgusu ve akabinde gelişen proleter sınıfı Osmanlı’da önemli bir boyuta ulaşmamıştır. Tanzimat bürokrasisi, milli bir burjuvazi yaratma konusunda önemli bir çaba göstermemiştir. Kapitülasyon rejiminin uzantısı olan komprador gayri-müslim burjuvazinin devletin aleyhine geliştirdiği ekonomik ilişkiler ise engellenememiştir. Batılı devletlerin koruyucu şemsiyesi altındaki bu sınıf, mensubu oldukları milletlerin ulusçuluk davalarında başı çekmiş ve imparatorluğun çözülmesi yönünde büyük bir tehlike yaratmışlardır. Rus Devleti, kalın gümrük duvarlarıyla burjuvazisini koruyup gelişimine yardımcı olurken, iç pazarına dahi sahip çıkamayan Osmanlı Devleti kendisiyle kader birliği yapacak böyle bir sınıfa sahip olamamıştır. Rusya’da burjuvazinin zayıflığı ve devlete bağımlılığı, Osmanlı’da ise böyle bir sınıfın olmaması reform sürecini tamamen bürokrat takımının kararlarıyla yönlendirmesinde etkili bir neden olmuştur. Ancak bu yukarıdan empoze edilen modernleşme sürecinde, liderlik zorunluluktan ileri gelmedi. Örneğin, Tanzimat dönemi reformcuları, model olarak Fransa’yı seçerken bu ne Fransız Devrimi’ne ne de monarşiye olan sempati ya da hayranlıkla ilgili bir karar olmayıp, Fransa’nın merkeziyetçiliğinin Osmanlı reformcularına uygun görünmesiyle ilgiliydi 330.Rusya’da ise daha da güçlü olan devlet, 330

seçimini

Ortaylı, 1999, s: 140

daima

aşırı

merkeziyetçilikten

ve

egemen

toplumsal

sınıfların

bürokratikleştirilmesinden yana kullanmıştır. Osmanlı ve Rus reformcuları arasında farklılık yaratan bir diğer unsur ise Osmanlı’dakilerin kitlelerden böyle bir talep gelmemesine rağmen onlara modern vatandaşlık haklarını bahşederken, Rus otokratlarının reformcu bürokratlardan gelen bu yöndeki önerileri sürekli gözardı etmesidir. Tanzimat Fermanı’yla devlet tebaasına can ve mal güvenliği garantisi ile farklı dinlere mensup vatandaşları arasında ayırım gözetmeyeceği sözünü verirken, kitlelerden bu yönde bir talep gelmemişti. Avrupa’daki kitleler bu haklarını almak için yüzyıllar süren mücadeleler verirken, Osmanlı yönetimi bunları bir çırpıda halkına bahşetmiştir. Hatta bu halka, 1876 yılında denetleme sahası oldukça sınırlı olsa da bir parlemento dahi verilmişti. Bu reformların arkasında kitlelerin bulunmaması yüzünden de bahşedilen parlemento ve anayasa II. Abdülhamit tarafından kitlesel bir tepkiye maruz kalmadan bir çırpıda geri alınmıştı. Oysa Rus Çarları, serflik gibi çağdışı bir kurumu kaldırmak için uzun süre ayak diremişlerdi. 1861’de serflik kaldırılırken temel dürtü kitlesel huzursuzluğu gidermek değil bu kurumun kapitalist gelişimin önünde tabu olarak durmasından dolayı, engeli bertaraf etmekti. Bunun yanı sıra Rus toplumunda 19.yüzyıldan beri anayasa ve parlamentoyu isteyen aydın kesimler vardı ve hatta 1825 yılında otokrasiyi hedef alan bir ayaklanma dahi gerçekleşmişti. Ancak Rus Çarları, sürekli olarak toplumun çoğulcu bir yönetim için henüz yeterli gelişmişlik düzeyine gelmediğini öne sürerek bu talebi geçiştirmişlerdir. Osmanlılar Batı’ya olumlu bir imaj vermek için bu kitlelere bir çok hak bahşederken, bu yönde fazla bir kaygısı olmayan ve mutlakçılıklarıyla, bir anlamda da bu tekelci yönetimi sürdürecek güce sahip olmalarıyla daima övünen Rus Çarları asla hükümranlık haklarından ödün vermeye yanaşmamışlardır. Fransız Devrimi’nin etkileri çok-uluslu imparatorluklarda genel anlamda yıkıcı bir tehdit oluşturmuştur. Osmanlı İmparatorluğu, adından da anlaşılacağı üzere herhangi bir ulusa dayanmamıştır. Kurucuları itibariyle Türk unsura dayanan Osmanlı hanedanı, ırksal

unsuru geri planda tutarak hanefi-Müslüman yönünü öne çıkarmıştır. II. Mehmet döneminde temelleri atılan millet sistemi çerçevesinde tüm teba, tabi oldukları dinler çerçevesinde tanımlanarak tasnif edilmiştir. Hıristiyanlar söz konusu olduğunda her ayrı mezhep için ayrı bir kilise ve bu bağlamda ayrı milletler şeklinde kurumsal düzenlemeler yapılırken, Müslümanların mezhepsel ayrışmalarında sünnilik ortodoks bir konumda yeralmış

ve

özellikle de şiilikle açıkça mücadele edilmiştir. Fransız Devrimi’nin getirdiği ulusçuluk akımı karşısında millet sistemi fazlasıyla ilkel kalmış ve özellikle de Balkan bölgesindeki Hıristiyanlar için devlete bağlılık yönünde herhangi bir cezbedici durum yaratamamıştır. Tanzimat Fermanı’yla gönüllü olarak, Islahat Fermanı’yle ise Batı’nın dayatmaları sonucu bu gayri-müslim tebaalarla Müslümanlar arasındaki eşitsiz ilişkilerin giderilmesine çalışılmıştır. Tanzimat döneminin arkasında yatan ideoloji olan “Osmanlıcılık”, herbiri farklı gündemlere sahip halkları hiçbir şekilde devlete bağlayamadı. Oysa Çarlık başından beri Rus unsuruna dayanmaktaydı. Yayıldığı alanda Ruslar haricinde bir çok Slav halklarını, önemli bir miktarda Yahudi nüfusu ve Müslüman halkları barındırmasına rağmen, Ortodoks ve Rus tabanına dayanmıştır. Habsburg ve Osmanlı imparatorlukları aksine Çarlık, varlığını tehdit eder boyutta milliyetçilik hareketlerine maruz kalmadı. Bu yönde en sorun çıkaran milletler ise kendi ulusal devlet geleneğine sahip olup sonradan Rus boyunduruğuna giren Polonya ve Finlandiya halklarıydı. Ancak bunlar Osmanlı’daki Balkan ulusları gibi o zaman için davalarını sahiplenecek büyük bir devlet bulamamışlardır. Çarların, azınlık milliyetlerine ve dinlerine mensup halklara ayrımcılık uygulamaları daima geçerli bir durum olmuştur. Özellikle III. Aleksandr döneminde Ortodoks itikatının ve Rus milletinin üstünlüğü eşi benzeri görülmedik bir biçimde öne çıkarılmıştır. Alman idealist felsefesinin etkisiyle aydın bir kitle arasında “slavofil” olarak adlandırılan ırkçı bir akım da vücuda gelmiştir. Farklı dinlere ve milliyetlere karşı yürütülen baskıcı ve ayırımcı tutumlar, özellikle sınır bölgelerinde oldukça şiddetlenmiştir. Polonya’daki Katolikler, Baltık eyaletlerindeki

Lutherciler ve Transkafkasya’daki Müslümanlar oldukça baskıcı bir yönetime maruz kalmıştı. Ancak bu hoşgörüsüzlükten en fazla nasibini alanlar Yahudiler olmuştu. Yaşam ve hareket alanları aşırı şekilde kısıtlanan Yahudiler özellikle 1880’lerde kitleler halinde ülkeden göç etmek durumunda bırakılmıştı. Rus Çarlarının azınlık millyetçiliğine karşı takındığı sert tavır, kendi eviyle de sınırlı kalmamış, özellikle Habsburg monarşisinin bütünlüğünü korumak için büyük çaba sarf edilmiştir. 1848 Devrimler’i esnasında ciddi şekilde parçalanma tehlikesiyle yüz yüze gelen Habsburglar’ın yardımına koşan Rusya, Osmanlı’ya karşı ise tam aksi bir tutum sergilemiştir. Çarlar, burada yaşayan Slav halkların hamisi konumuyla bunların tüm milliyetçi savaşımlarını desteklemiş ve hatta bir bakıma kışkırtmıştır. Sonuç olarak Rus ve Osmanlı monarşileri varlıklarını tehdit eden Fransız Devrimi’nin yıkıcı etkilerini bertaraf etmek için azınlıklar konusunda farklı siyasetler izlemişlerdir. Osmanlılar milliyetçiliğin Müslüman olanlara göre oldukça erken filizlendiği gayri-müslim tebaayı iktidarın asıl tabanı olan Müslümanlarla eşit kılma yönünde uzlaşmacı bir tutum sergilemiş ancak bu hareketler isyan boyutuna geldiğinde demir yumruğunu göstermiştir. Büyük Devletleri arkasına almayı başaran Balkanlı uluslar isyan hareketlerini bağımsızlıkla taçlandırmayı başarmışlardı. Rusya ise tam tersi bir tutum takınarak Ortodoks ya da Rus olmayan halklara karşı tam bir baskı ve sindirme politikası izlemiş, özellikle de Slavlar üzerinde Ruslaştırma politikası gütmüştür. Rus ve Osmanlı modernleşmeleri, halktan kopuk yönetici bir elit tarafından yürütülmüş olması çok büyük bir handikapı da beraberinde getirmiştir; sürecin sürdürülmesinin hükümdarların kişiliğine oldukça bağımlı olması otokrat eğilimli bir hükümdar başa geçtiğinde tüm yönetme erkini elinde toplayarak modernleşme çabalarını durma noktasına getirmesi gibi bir tehlike yaratmıştır. Örneğin 1825 yılında başa geçen I. Nikola, despot-polis devleti şeklinde bir düzen kurarak, Batılılaşma ereğine sırtını dönen ilk Rus Çarı olmuştur. Otuz yılı aşkın saltanat dönemi boyunca reformlar hanesi bomboş

kalmışdır. Tahtta kalmanın ve otokrat devleti korumanın tek yolunun toplumsal güçleri sindirmek olduğu görüşünden hareketle tam bir baskı rejimi kuran Çar, Batılı fikirlerin ülkeye girmesini önlemek için eşi benzeri görülmemiş bir sansür uygulamasına gitti. I. Nikola saltanatı, Rusya’nın modernleşme sürecinde kopuşun yaşandığı ilk dönem olmuştur. Nikola’yı takiben iktidara gelen II. Aleksandr ise sistemde radikal dönüşümler yapmak istediğinden dolayı ilk olarak Nikola döneminin bürokratlarını tasfiye ederek işe başladı. Ülke tarihinin en köklü reformlarının başında gelen serfliği kaldırma kanununu imzalayan Çar, ortaya çıkan yeni durumun gereklerini karşılamak için özellikle yerel idare başında bir dizi yeni açılımları gerçekleştirdi. Reformlarını yanlış ve yetersiz bulan çevrelerin hışmına uğrayan II. Aleksandr 1881 yılında suikaste kurban gidince yerine III. Aleksandr geçti. Yeni Çar, kendini otokrat rejimin muhafazasına adayarak karşı-reformcu nitelikte bir siyaset izledi. Dönemin reformcu bürokratları, Çar’ın sağ kolu olan Pobyedonotsev’in gerici zihniyeti yüzünden gözden düştüler. Saltanatının başından itibaren anayasal yönetim yönündeki talepleri geri çeviren III. Aleksandr, Rusya’nın ulusal karakterine uygun bir siyasal evrim düşüncesi çerçevesinde hem içeride hem dışarıda Ortodoks-milliyetçi temaların aşırı vurgulandığı bir siyaset izledi. Ancak saltanatının son dönemlerinde maliye bakanlığına getirilen Witte, milliyetçi bir ekonomi siyasetinin izlenmesi gerektiği yönündeki tavrı sayesinde, geniş ölçekli sanayileşme planını devreye sokabileceği bir ortam bulabildi. 1894’te ölen III. Aleksandr’ın yerine geçen II. Nikola ise babasının akıl hocası Podyedonotsev tarafından eğitilmişti. Siyasal sistemde otokrat tabanı zedeleyecek herhangi bir açılım yapmanın şiddetle karşısında duran II. Nikola, ekonomik alanda ise bakanı Witte’ye Rus sanayisinin geliştirilmesi için tam destek verdi. 1880’lerin sonundan itibaren hızlı sanayileşme sürecinin toplumsal yapıda ortaya çıkardığı yeni ilişkileri görmezden gelen Çar, Rus sosyo-ekonomik yapısının otokrat yönetim sistemiyle uzlaşamayacak denli gelişmiş olduğunu anlamamakta direndi. Sayısı her geçen gün katlanarak büyüyen proleter sınıfı

içlerine gönderdiği işbirlikçilerle, iktidarla uzlaştırabileceğini düşünen Podyedonotsev’i desteklemesi, kendi sonun getirecek gelişmelere zemin hazırladı. 1905 Şubat’ında Çar’dan merhamet dilemek için kışlık saraya yürüyen içlerinde kadın ve çocukların da bulunduğu işçi kitlesine ateş açılması sonucunda katledilen yüzlerce insan, hem Nikola’nın hem de genel olarak Çarlık kurumunun Rus halkı üzerindeki yüce imgesini yerle bir etti. Moral temelleri halkın gözünde hiçe inen çarlık rejimi, aynı yıl meydana gelen Ekim Genel Grevi’ne dek hükümranlık haklarından geri adım atmadı. Tüm Ruslar’ın toplu olarak greve girmesi karşısında eli kolu bağlı kalan II. Nikola, Duma’yı çağırarak yarı-meşruti bir rejimi kabul etmek zorunda kaldı. Ancak Fransa’dan bulduğu finans desteğiyle kendini güçlü hisseden Çar, zaten danışma organı olmaktan ileri gidemeyen Duma’nın özgür çalışmasına da müsade etmeyerek, bu kurumun içini boşaltarak kendi yönetiminin basit bir aygıtı durumuna getirdi. 1905’te olanlar Çarlık rejiminin ne kadar kırılgan olduğunu gözler önüne sermişti, ancak Nikola rejim yönünde herhangi bir açılıma geçit vermedi. I. Dünya Savaşı’nda uğranılan hezimet ise Nikola’yla birlikte Çarlığın da sonunu getirecek tarihsel koşulları hazırladı. Osmanlı Devleti’ne bakıldığında ise 19.yüzyılın ilk padişahı olan III. Selim’den, 1876’da başa geçen II. Abdülhamit’e dek modernleşme süreci padişahların muhalefetine maruz kalmadan yol aldı. III. Selim’i tahtından eden yeniçeri-ulema ittifakını, yeniçeri ocağını kaldırarak ve ulema sınıfını az çok uysallaştırarak bertaraf eden II. Mahmut, hem kendi reformist çabaları hem de kendinden sonra gelecek kuşak için yolu temizlemiş oldu. Aydın-despot hükümdar tipinin Osmanlı padişahları içindeki en öne çıkan temsilcisi olan II. Mahmut, iktidarı boyunca devletin tarihinde eşi benzeri görülmemiş şekilde geniş tabanlı bir modernleşme çabasına girişmiştir. II. Mahmut’un ilerici siyaseti, Osmanlı tarihinde en bütüncül ve koordineli modernleşme girişimi olarak kabul edilen Tanzimat reformlarına zemin hazırlamıştır. Onun saltanatının sonlarında Batı’da görevli bulunan elçiler, kralların otoriteyi temsilciler meclisiyle paylaşmadıkları ülkelerde dahi ulusal bir devlet kurmak

isteyen hükümdarların tebaanın mülkiyet haklarını garanti altına almasının zorunluluğunu ve eğitimi halka yaymanın getireceği faydaları idrak etmişlerdi. Milli devletlerin kurulmasına ve orta sınıfların güç kazanmasına yol açacak olan bu politika aynı zamanda feodal imtiyazları temizlemeyi amaçlıyordu. Zamanın Avrupa’sında bu öğeleri barındıran politikaya “kameralizm” adı veriliyordu 331. Bu politikanın Osmanlı gibi dağınık bir ülkeyi birleştirebileceğini düşünen devlet adamları, bu çerçevede Tanzimat Fermanı’nı yayınlayarak 1839-1876 yılları arasını kapsayan Tanzimat Dönemi’ni açtılar. Bu dönemin en öne çıkan olgusu Babıali, yani bürokratların devletin tepesinde tüm kararları alarak sürece yön vermeleriydi. I. Abdülmecit ve II. Abdülaziz iktidar hırsları olmayan uzlaşmacı padişahlardı. Bu kişiliklerinden dolayı da bürokratlar hükümdarlarla çatışmak durumunda kalmadı. Hatta çok müsrif olduğu için devletin mali iflasınas sebep olduğu gerekçesiyle Abdülaziz’i tahttan indiren de Babıali bürokratlarıydı. Dönemin bürokratlarından Mithat Paşa, sarayın israflarına kısıtlama getirebilir düşüncesiyle meşrutiyetin ilan edilip bir meclisin kurulması fikrini öne attı. Abdülaziz’in yerine padişah yapılan V. Murat’ın akli dengesi bozulunca, şehzade Abdülhamit’e meşrutiyeti ilan etmesi koşuluyla padişahlık makamına getirilebileceği şeklinde bir pazarlığa girişilmiştir. Tahta geçtiği gibi sözünü tutan II. Abdülhamit meşrutiyeti ilan etti ve böylece Osmanlı’nın ilk anayasası 1876 yılında kabul edildikten sonra, ilk meclis 20 Mart 1877’de toplandı. Gerekli gördüğünde meclisi dağıtabilme yetkisini elinde bulundurmasına ve oluşan meclisin danışma organı olmaktan öte kendisine karşı herhangi bir yaptırımı olmamasına rağmen II. Abdülhamit olan bitenden hiç memnun kalmadı. İlk meclisi dağıtan padişah, yeni oluşturulan meclisi Ruslarla olan savaşı bahane ederek tatil etti ve 1908’deki ayaklanmaya dek bir daha göreve çağırmadı. II. Abdülhamit, bu tavrıyla 19.yüzyılın başından beri kesintisiz süren siyasal modernleşme hareketini sekteye uğrattı. 331

MARDİN, Ş., Cumhuriyet Dönemi Türkiye Ansiklopedisi (I. Cilt) içinde “Batılılaşma” Maddesi, İstanbul,

İletişim Yayınları, s: 246

İktidar erkini kendi tekeline alan padişah, Babıali diktatörlüğüne son vererek yerine kendi polis devletini kurdu. Kendisine dek 19.yüzyıl boyunca sürdürülen laik siyasal geleneği yerle bir ederek, eylemlerinde İslam’ı öne sürerek meşruiyet aradı. Halife olma statüsünü kullanarak yarı ilahi, otokrat bir imaja bürünerek ülkeye Batılı fikirlerin girmesini engellemek için aşırı bir sansür uyguladı. Gizli polis teşkilatı sayesinde halkı sindiren Abdülhamit, bir çok yönelimiyle despot Rus Çar’ı I. Nikola’nın saltanat dönemine oldukça benzer nitelikte bir yönetim kurdu. Her iki imparator da paramiliter örgütleriyle halka gözdağı vererek, iktidara muhalefeti adeta terör estirerek kırmışlardır. Uyguladıkları katı sansürle ülkeye Batılı düşüncelerin girmesini engelleyerek modernleşme sürecini tersi istikamete yöneltmeye çalıştılar. I. Nikola, Ortodoksluk ve Rusluğa vurgu yaparken, Abdülhamit İslam’ı öne çıkarmıştır. Dönemin Rusya’sının panislavist yayılma politikasına, panislamizmle yanıt veren Abdülhamit, dönemin trendinin ulusçuluk yönünde gittiğini göz ardı etmişti. Abdülhamit’in polis devletinde tutunamayan muhalifler ya sürgün ya da kendi çabalarıyla yurtdışında ve imparatorluğun merkezden uzak yerlerinde yuvalanarak, bu rejimi sona erdirecek örgütsel çalışmalara giriştiler. 1908 Devrimi’yle Abdülhamit’in bir çırpıda geri aldığı anayasa ve parlamentoyu bu kez zor kullanarak iade etmesini sağladılar. Böylece yukarıdan aşağıya bahşedilen meşrutiyet rejimi, aşağıdan yukarıya devrimci bir hareketle geri alınmış ve halka maledilerek temelli yerine oturtulmuştu. 19.yüzyıl Rus ve Osmanlı yönetici katmanları, ülkelerini Batılı-gelişmiş ülkeler düzeyine çıkarmak için bir çok reforma girmiş olsalar da kendilerinin tartışmasız lider konumunu hiçbir şekilde tehlikeye atmayacak modellere yönelmişlerdir. Toplumdaki egemen sınıflara yaklaşımları da hep onları iktidarın denetimine tabi kılmak yolunda olmuştur. Azgelişmişlik sorunsalı ile boğuşurken Batı kurumlarını işlevsel yaklaşımla adapte etmeye çalışan Rus ve Osmanlı reformcuları, modernleşmenin bütüncül bir olgu olduğu unsurunu bilinçli ya da bilinçsiz olarak göz ardı etmişler ve bu yüzden kitleler liberal-demokrat

taleplerle üzerlerine geldiğinde eli kolu bağlı kalmışlardır.

3.3. 19.Yüzyılda Rus ve Osmanlı İmparatorluklarının SosyoEkonomik Yapılarının Dönüşüm Süreçlerinin Karşılaştırması 16.yüzyılda Batı Avrupa’da temelleri atılan kapitalist sistem, yerini alacağı feodaliteye göre çok önemli bir farklılığı içinde barındırır; kapitalizm doğası gereği bir dünya pazarının oluşmasını öngörür ve pazar yayıldıkça ulaştığı her yerde yerel ilişkileri kökünde söküp atarken, kendi çıkarı doğrultusunda yenilerini kurar. Durağan, içine kapalı, yerel nitelikli feodalizmin aksine bir dünya sistemi olan kapitalizm, doğuşundan itibaren motor gücü burjuva sınıfının enerjisiyle tüm yerel üretim ve bölüşüm ilişkilerini yerle bir etmiştir. Batılılaşma ve modernleşme kavramları temelde aynı şeye karşılık gelir; kapitalistleşme ve toplumsalın tüm alanlarının bu sistemin işlemesini sağlayacak şekilde dönüşmesi. Kapitalizm yapısında ihtiva ettiği yıkıcı enerjiyle ayak bastığı her yerde geleneksel sistemleri çökerterek, tüm dünyayı bir nevi kargaşaya sürüklemiştir. Marks, kapitalizmin motor gücü burjuvazinin enerjisini Komünist Manifesto’da şöyle betimlemiştir: “Burjuvazi, ancak yüz yılı bulan egemenliği sırasında, daha önceki kuşakların tümünün yaratmış olduklarından daha kütlesel ve çok daha devasa üretici güçler yarattı. Doğa güçlerine egemen olunması, makinalar, kimyanın sanayi ve tarımda uygulanması, buharlı gemiler, demiryolları, elektrik, telgraf, koskoca kıtaların tarıma açılması, nehirlerin su yolları haline getirilmesi, yerden bitercesine nüfus çoğalması – toplumsal emeğin bağrında böylesine üretici güçlerin yatmakta olduğunu daha önceki hangi yüzyıl sezebilmişti? 332” 19.yüzyılın başında İngiltere’de meydana gelen Sanayi Devrimi ile kapitalist sistemin 332

MARKS, K. & ENGELS, F., Komünist Parti Manifestosu, Ankara, Sol Yayınları, 1998 ,s:43-44

kendi iç dönüşümü yeni boyutlar alırken, sistemin dünyaya ihraç edilmesi de aciliyet arz etti. Ticari burjuvazi, meta dolaşımının hacmini arttırarak sermaye birikimini hızlandırırken, özellikle tarımsal sahada üretkenliği arttıracak yeni ilişkileri açığa çıkartmıştı. Kapitalizmin sanayileştiği safhada ise piyasaya dolan ucuz mamül ürünler, geleneksel zanaat sektörlerini yerle bir etmiştir. Tarımda makinalaşma çok büyük bir insan kitlesini emek fazlası olarak kırsal alanın dışına atarken, şehirlerdeki fabrikalarda iş tutan bu emekçiler, burjuvaziden de yeni bir sınıf olan proleteryayı tarih sahnesine çıkardılar. Proleteryanın düşük ücretler ve akabinde düşük hayat standartlarına maruz bırakılması şehirlerde büyük bir stres birikimini de beraberinde getirdi. 19.yüzyılda ortaya çıkan bir diğer olgu da kapitalizmin sanayileşme safhasına gelmesiyle birlikte dünyada ayak basılmadık yer bırakmayan yeni emperyalizm dalgasıydı. 1871 yılından itibaren olabildiğince fazla sayıda koloniye sahip olmak, devletler arasında en belirgin prestij unsuru olmuştur. Rus Çarlığı ve Osmanlı İmparatorluğu’nda geç ve ağır ilerleyen kapitalistleşme süreci, azgelişmişlik sorunsalını da beraberinde getirerek bu toplumların 19.yüzyılda geçirdiği sosyo-ekonomik evriminde en belirleyici öğelerden biri oldu. Güçlü merkezi yönetim geleneği olan Rus ve Osmanlı imparatorluklarında, sömürgeciliğe özgü olan doğrudan doğruya yabancı yönetiminden doğan sorunlarla karşılaşmadılar. Rusya, Avrupa’nın gelişkin ekonomik ve siyasal ilişkilerinin baskısı altında kalması çerçevesinde devletin lider role soyunduğu bir kapitalistleşme sürecine kapıları araladı. Avrupa’nın gelişkin sosyo-ekonomik ilişkilerinin etkisi- herşeyden önce askeri teknoloji şeklinde kendini açığa çıkardı. Daha iyi askeri donanıma sahip Batılı ordular karşısında durabilmek için Rus Devleti tahakküm altında tuttuğu toplumsal güçleri re-organizasyona tabi tuttu. Rus ülkesinin kapitalistleşmesinde en öne çıkan sorunsallardan biri feodal ilişkilerin Avrupa ölçeğinde değerlendirildiğinde oldukça yavaş tasfiye süreci izleyerek 20.yüzyılın başlarına dek kendini toplumsal düzeyde hissettirebilmiş olmasıdır. Rusya’nın kapitalistleşmesinin önünde duran

duran en büyük tabu olan serflik kurumunun kaldırılması, 1861 gibi oldukça geç bir tarihte gerçekleştirilebilmiştir. 1860 yılı verilerine göre toprak sahiplerinin topraklarında çalışan köylü kitlesi 11 907 000, devlet topraklarında 10 347 000’i bulurken bağımsız köylü sayısı 870 000 gibi oldukça düşük bir sayıda kalmıştır 333 Ancak 1861’de II. Aleksandr, serfliği kaldırırken, amacı aciz durumdaki köylü kitlelerini memnun etmek değildi. Kırım Savaşı’ndaki hezimet Rusya ile Batılı devletler arasındaki gelişmişlik uçurumunu gözler önüne sererken, dönemin devlet adamları artık kapitalist gelişimin önündeki engellerin cesur şekilde bir bir ortadan kaldırılmasının zorunlu olduğunu kavramışlardı. Büyük bir emek ordusu toprağa çivili kaldığı sürece Rus sanayileşmesinin muhtaç olduğu emekçileri bulmanın imkansız olduğundan hareketle kaldırılan serflik kurumu, devletin sanayi burjuvazisine verdiği ilk ödündür. Ancak kanunun dolaysız muhatabı olan köylüler, yüzyıllardır devletin takındığı zalim ve sömürücü tavırla bir kez daha yüz yüze geldiler; devlet, özgürlükleri için köylülerin çok büyük mali faturalar ödemek zorunda kalacağı bir planı yürürlüğe koydu. Bunun sonucunda yüzyılın geri kalan kısmı, sadece bu kesimin daha da fakirleşeceği ve 1880’lerden sonra akın akın şehirlere göç edeceği bir toplumsal maznaraya şahitlik etti. Rus kapitalistleşmesini iç çelişkilere ve çıkmazlara sürükleyen en önemli unsurlardan biri devletin doğal partneri kabul ettiği aristokrat sınıfın tarihin zorunlu kıldığı tasfiye sürecini harekete geçirmek için bir ölçüde ayak diremesiydi. Batı Avrupa’da feodal sınıfın yararlandığı hareket özgürlüğüne ya da devlete yaptırımlar getirdiği güce hiçbir zaman ulaşamayan Rus aristokrasisi, özellikle IV. İvan’ın saltanat sürdüğü 15.yüzyılda devlete hizmet eder nitelikte bir hareket alanı içinde sınırlandırılıp, muhalefet yetileri oldukça zayıflatılmıştı. 16.yüzyıldan itibaren Batı’yla gelişmeye başlayan ticari ilişkiler içinde Rusya’nın Avrupa’nın tahıl ambarı durumuna gelmesiyle, tarımsal üretimde ticarileşme 333

1860 yılı tarımda mülkiyet ilişkilerini gösterir istatistik için, Bkz, Troçki, 2000, s: 34

boyutu da öne çıkmaya başlamıştı. 19.yüzyılın başına gelindiğinde ise artık kendi içinde birlik göstermekten uzak olan toprak sahibi sınıf, serfliğin kaldırılmasını destekleyen ve karşı duran hizipleşmelere meyletti. Genel olarak hakim toplumsal ilişkilerde bir kaosa yol açmaktan çekinen ve bu yüzden de uzun süredir gündemde olmasına rağmen bir türlü serfliği kaldıracak kanunu çıkarmayan devlet, iktidarının temel müşterisi olan aristokratlara fazla zarar vermeyeceğine hükmettiği bir toprak reformu modelini benimsedi. Ancak, yeni ekonomik süreçler, iktidarın hesaplarının aksine aristokratların kader bağı kurdukları otokrasiyle birlikte tasfiyesini getirecek gelişmeleri beraberinde getirdi. 19.yüzyılın ortasında Rus taşrasında devrim yapan serfliğin kaldırılması kanunu, Rus geleneksel komün örgütlenmesi olan “mir”i taşradaki denetim organı olma işlevi doğrultusunda yeniden tanımlayarak, faaliyet alanını genişletti. Belirli bir tarım sahasında yerleşik köylülerin ortak mülkiyetine dayanan bu örgütlenme tarzında, toprak köylü aileler arasında periyodik olarak taksim edilmekteydi. Mülkiyet hakkından öte işletim hakkına dayanan bu toprak rejimi, köy hanelerinin ekonomik eylemlerini sürdükleri toprağın bölünmesi ya da devrini yasaklayan sıkı denetim mekanizmaları içermekteydi. Serflik kanunu çerçevesinde ağır bir ödeme yükü altına giren eski serfler, sadece mirin ortak mülkiyetinde bir paya erişmiş oldular. Toprağın kullanım şekli ve devrinde tam bir denetime sahip olan mir, köylünün özgür hareket kabiliyetini oldukça sınırladı. Serflik kanununda öne çıkan unsurlardan biri devletin köylüyü birey olarak değil grup olarak tanıyor olmasıydı; mirin sorumluluk ve nüfuz alanının bu denli genişletilmesi de bu anlayışın bir sonucu olmuştur. Bu tarz bir mülkiyet ilişkisi, Rus kırsalının en büyük sorunsallarından biri olan düşük üretkenliği daha da derinleştirdi. Tarımdaki üretkenlik nüfus artışını dengeleyemediği bu koşullarda bir de ağır vergiler devreye girince kırsal alanda büyük krizler başgösterdi. Rus toplumsal tarihinin evriminde büyük bir yeri olan kıtlıklar, 19.yüzyılın ikinci yarısında da kendini göstererek kırsalda önemli stres birikimine neden oldular.

Dünya kapitalist sistemine kapitülasyon rejiminin ortaya çıkardığı aleyhte ilişkiler zinciri yüzünden, ülkenin yarı sömürge durumuna düşürüleceği bir mekanizma çerçevesinde eklemlenen Osmanlı İmparatorluğu, sosyo-ekonomik evriminde bu unsurun yarattığı olumsuz etkilere had safhada maruz kaldı. Kapitalist sistemin ortaya çıkmasının etkilerini ilk safhada ekonominin parasallaşması çerçevesinde hissedildi. Osmanlı klasik ekonomik düzeni ile dönemin Avrupa feodalitesi arasındaki keskin farklar, Osmanlı’nın kapitalistleşme sürecinde bir çok kendine has öğeyi beraberinde getirmiştir. Avrupa’daki aristokrat-serf kurumlarına dayalı feodal sistemin Bizans İmparatorluğu’nun son dönemlerinde Balkanlar ve Anadolu’da yaygınlaşıp güçlenmeye başladığı tarihsel safhada, Osmanlı fetihleri bu yönde gelişime ket vuran bir nitelik arz etmiştir. Ancak Doğu ve Güneydoğu Avrupa’daki feodalleşme süreci Batı’da olandan daha farklı bir biçimde gerçekleşmiştir. Bu durumun sebebi söz konusu bölgelerde aşiret yapılarının çözülmesi sonucu ortaya çıkan komünal ilişkilerin çok daha yaygın ve sürekli oluşlarıdır 334. Bunun yanı sıra bu yapılar üzerine inşa edilen devlet sistemlerinin istikrarlı bir anti-feodal mücadeleye girişmeleri buralardaki sosyoekonomik süreçleri Batı’dakilerden farklı istikametlere sürüklemiştir. Klasik Osmanlı kurumsal yapısı, merkeze belirli vergi ödeyen görece bağımsız köylü kitlesine dayanır. Reaya olarak tabir edilen köylü toplulukları tamamen bağımsız olmayıp, kendilerini bulundukları toprakta bağlı kılan bir çok sınırlayıcı kanun ve mekanizmaya tabiydiler. Devletin köylüler arasında yaptığı ayrımcılık temel olarak din temelliydi; Müslüman olmayanlar, diğerlerine göre iki kat fazla vergi vermeye mecbur edilmişlerdi. Osmanlı İmparatorluğu’nda pratik ya da kurumsal ölçekte serflik rejimi oluşmamıştır. Ancak reayadan farklı olarak tamamen ayrı bir hukuki statüye tabi tutulan ortakçı veya kesimci kullar bir çok noktalarda Batı Avrupa ülkelerindeki serflilerle kıyaslanabilecek durumdaydılar. Bunların tamamen azat edilmedikçe reaya arasına karışmamaları için bazı önlemler alınmıştır. Diğer 334

Timur, 2000, s: 188

çiftçilerden özenle ayrı tutulan ortakçı kulların durumunun fazlasıyla serflere benzemesi, reaya sınıfının serflerle aynı haklara ve koşullara sahip köylülerden oluşan bir yarı-köle sınıf olarak kabul edilmesini imkansız kılar 335. Osmanlı klasik sisteminde öne çıkan bir diğer nitelik de toprağın 60 ile 150 dönüm arası bir genişlikte tutulduğu çift-hane sistemi çerçevesinde, toprak devrinin de sıkı bir denetime tabi kılınmasıyla büyük toprak sahibi sınıfların ortaya çıkmasının engellenmeye çalışılmasıydı. Osmanlı devleti merkezi gücünü arttırdığı dönemde, kuruluş döneminde işbirliği yaptığı köklü Türk beylerinin nüfuzu kırmış ve bu sınıfı devşirme aristokrasisi ile dengelemeye çalışmıştır. Bu çerçevede devletin aşırı denetimiyle bu özerk Türk beylerinin bürokratize edilmesi süreci gelişmiştir. Aslında bu yönde bir süreç, Rusya’daki Çarlık yönetimi tarafından da sürüklenmiştir; merkezi hükümet, Osmanlı aksine hükümranlık haklarını tanıdığı aristokrat sınıfı, ekonomik olarak devlete bağımlı kılarak bürokratize etmeye çalışmıştır. Petro döneminde ticari kapitalizmin gelişmesiyle eşzamanlı olarak ortaya çıkan modern anlamda bürokrasi, aristokrat sınıfın aleyhine nüfuz sahasını genişletmiştir 336. Osmanlı’nın sınıfları katı bir denetime tabi tutuğu, durağan ve kendine yeterli olma unsurlarına dayalı klasik sistemi, herşeyden önce güçlü bir merkezi otoritenin varlığını gerektirmekteydi. 16.yüzyılın ortalarından itibaren merkezi otoritenin bütüncül bir karakter göstermekten uzaklaşmaya başlaması, taşradaki merkez-kaç güçlere hareket sahası yarattı. Taşradaki nüfuzlu aileler ve yerel yöneticiler, toplanan vergi üzeirndeki denetim güçleri sayesinde büyük bir ekonomik nüfuz elde ederek, buralarda feodal nitelikli bir toplumsal gelişim sürecinin doğmasını sağladılar. Batı Avrupa’daki aristokrat sınıftan oldukça farklı nitelikli bir toplumsal sınıf olan ayanlar, ekonomik güçlerini ortakçı köylülere ektirdikleri 335

BARKAN, Ö.L., Türkiye’de “Servaj” Var Mıydı?, Türkiye’de Toprak Meselesi (Toplu Eserler I),

İstanbul, Gözlem Yayınları, 1980, s: 723 336

Liebman, 1968, s: 13

toprak mülkiyetlerinden ve vergi toplanması esnasındaki denetleyici konumlarından alıyorlardı. 18.yüzyılın ortalarından itibaren Avrupa’yla yoğunlaşan ticari ilişkilerden, ayan sınıfı büyük karlar elde etti. 19.yüzyılın başlarında güçlerinin zirvesine ulaşan ayanlar, II. Mahmut’a taşrada gelişen ilişkilerin merkez tarafından da tanınmasının yazılı belgesi olan 1807 tarihli Sened-i İttifak’ı imzalattılar. Kanunen tüm iktidarın tek sahibi olan padişahın yerel güç odaklarının bölgelerindeki daha önce illegal şekilde eyleme geçirilen otoritelerini tanıması imparatorluk tarihinde eşi benzeri görülmemiş bir durumdu. II. Mahmut, ayanların bu denli sivrilip devlet içinde devlet yaratır durumuna gelmelerini hazmedemedi ve bu sınıfın siyasal ve ekonomik hareket alanlarını sınırlayan mekanizmalarla nüfuzlarını kırdı. Osmanlı Devleti, Müslüman tebaanın başı çekeceği Junker tipi bir kapitalist çiftlikleşme sürecini Makyavelist yöntemlerle durdurmuştur 337. 19.yüzyılın başı itibariyle Osmanlı taşrası, önceki devirlerden süre gelen geçimlik yapısını genel ölçekte kırabilmiş olmaktan uzaktı. Osmanlı ve Rus köylü kitlelerinin yaşam koşulları arasında bir karşılaştırma yapıldığında bir çok farklılık öne çıkar. Öncelikle serflik kurumunun oluşmadığı Osmanlı’da özellikle klasik dönemde tüm kurumsal yapısıyla bağımsız köylü statüsünü desteklemiştir. Merkezin kontrol yetisinin zayıflamasıyla ortaya çıkan feodal nitelikli ilişkiler de bu yapıyı çökertemedi. Tarımsal artı-değer her ne kadar yerel idareci ve organların ellerinde yoğunlaşmaya başlasa da sömürü oranının artmasına rağmen bağımsız köylülüğün kendine yeter üretim kalıpları kırılmadı. Avrupa’daki ticari kapitalizmin gelişmesi çerçevesinde Rusya kıtanın tahıl ambarı durumuna gelirken plantasyon benzeri tarımsal üretim ilişkileri de özellikle ülkenin güneyindeki verimli topraklarda yaygınlaştı. Serflerin köleliğine dayanan bu üretim yapısı Osmanlı’da geniş ölçekli geçerliliği bulunan bir olgu değildir. Miri ya da mevcut arazinin, tarımın ticarileşmesi sonucu plantasyon benzeri çiftliklere dönüşmesi süreci 337

TİMUR, T., Tanzimatçı “Merkeziyetçilik”ten “Jakoben” Cumhuriyete, Sürüden Ayrılanlar (Siyasal İktidar

Aydın Tarih ve Özgürlük), Ankara, İmge Kitabevi, 2000, s: 99

ve akabinde gelişen köylülerin toprağa giderek yabancılaşması ve üreticilerin toprak sahiplerince daha fazla sömürüye maruz bırakılması, yalnızca dış etkiye açık, şehirleşmiş bölgelerde yaşanan gelişmelerdi 338. Rusya’ya oranlandığında tarımda ticari üretimin yaygınlaşması oldukça sınırlı kalmıştır. Emeğin toprağa oranla kıt olduğu Osmanlı ülkesinde, Rus taşrasında ortaya çıkan mülksüzleşme olgusu kendini ciddi şekilde hissettirmemiştir. Mülksüzleşme ya da sistemi kaosa sürükleyecek denli kıtlıkların yaşanmadığı Osmanlı ülkesinde, köylünün proleterleşmesi ya da tarım dışına itilen emek fazlalığı koşulları oluşmamıştır. Rusya’da serflerin özgürlüğü kanunu hazırlanırken proleterleşme koşullarının oluşmaması için dikkatli davranılmaya çalışılmıştır. Komün ve komünal mülkiyetin genişletilmesi ve korunması çabalarının altında yatan amaç köylülerin proleterleşmesinin önüne geçilerek, Batı Avrupa’daki devrimci ayaklanmaların Rusya’da ortaya çıkmasına ket vurmaktı 339. Ancak süreç bu yönde ilerlemedi ve sürekli düşen yaşam standartları köylüleri açlıkla yüz yüze bıraktığı noktada şehirlere akın başladı. Osmanlı ve Rus imparatorluklarının 19.yüzyıldaki tarihsel evriminde kapitalist dünya sistemine eklemlenme şekilleri en belirleyici unsur olmuştur. Rusya, kapitalist sistemin Avrupa’da ortaya çıkmasından itibaren gelişen ilişkilere hemen hemen eş zamanlı olarak kendini adapte etmiş olsa da kapitalist gelişmişlik düzeyi olarak Avrupa’nın oldukça gerisinde kaldı. Özellikle IV. İvan’ın saltanat döneminden başlayarak Rus tüccarları tam bir sınıfsal karakter göstererek devletin özellikle dış politikasının oluşturulmasında büyük roller oynadılar. Büyük Petro döneminde ise tüm agresif dış politika burjuvazinin çıkarları çerçevesinde ele alınmıştı. Rus burjuvazisi doğuşundan beri devletin korumacı şemsiyesi altında dış rekabetten görece uzak bir ortamda gelişimini sürdürdü. Rus hükümetinin sıkı gümrük politikası Avrupa mallarına giriş yolunu neredeyse tamamen kapatıyordu. Rusya’da 338

İnalcık, 1998, s: 24

339

Zakharova, 1995, s: 13

ürünlerinin fiyatını düşürebilme olanağının ellerinden alındığı bu koşullarda yabancı sermaye bu devasa doğu pazarına finans çerçevesinde giriş yaptı. Rus finans pazarının her canlanışı daima dışarıdan yeni borçların alınması sayesindeydi 340. Osmanlı örneğine bakıldığında ise devletin kendi iç pazarını yabancılara bahşedilen kapitülasyonlar yüzünden kontrol edemediği görülmekteydi. Kapitülasyon rejimi, yabancı tüccarlara verilen ayrıcalıklardan dolayı milli burjuvazinin yaratılma ve desteklenme koşullarının oluşmasını zora soktu. Rusya’nın tersine iç pazarı yabancı denetiminden kurtarabilme mekanizmalarını üretemeyen Osmanlı Devleti, ülkedeki gayri-müslim unsurların kapitülasyon rejiminden yararlanmaya başlamalarıyla birlikte ekonomik alanda ciddi bir sorunla yüz yüze kaldı. Gayri-müslimlerin oluşturduğu işbirlikçi burjuvazinin yabancı tüccarların tüm ayrıcalıklarından yararlanabiliyor olması, ülkede oluşacak Müslüman unsurların başı çekeceği milli burjuvazinin oluşacağı koşulların ortaya çıkma sürecine ket vurdu. Avrupa sermayesi, Rus duvarını para şeklinde, Osmanlı duvarını ise tek tarafın lehine işleyen ticari anlaşmalar çerçevesinde geçerek her iki ülkenin kapitalistleşme sürecinde farklı etkilenimlere yol açmışlardır. Avrupa’dan sosyo-ekonomik ve teknik geriliğin bilincine varan Rus Devleti’nin kapitalistleşme sürecine kendi rızasıyla oldukça erken dönemlerde başlamış olması, Rus feodal ilişkilerinin de eş zamanlı olarak çözülmesinin gerçekleşmemesi yüzünden ülkenin sosyo-ekonomik yapısında dualite görünümünü arz eden koşulları da beraberinde getirdi. Rus hükümeti kapitalistleşmeyi tutarlı bir politika izleyerek sürükleyememesi özellikle 19.yüzyılda ülkenin sosyo-ekonomik ilişkilerini kaosa sürükledi. 1861 tarihli serfliği kaldırılma kanunu Rusya’nın sanayi kapitalizmini etkin biçimde yapılandırması için çok büyük bir aşama oldu ancak 1880’lerin ikinci yarısına dek Çarlığın tutarlı ve aktif bir sanayileşme politikası izlememesi ülkenin bu yöndeki gelişmesini yavaşlattı. Osmanlı Devleti ise Rusya gibi milli bir burjuvazi yaratamamıştı. Ticaretin 340

Troçki, 2000, s: 27

yoğunlaştığı Balkanlar bölgesinde gelişen burjuva sınıfı Osmanlı tahakkümünü çıkarlarına ters görerek buralardaki ulusçu hareketlere tam destek vererek imparatorluğun çözülme sürecini derinleştirmişlerdir. Rusya gibi Batı’yı tehdit eden bir askeri gücü olmayan Osmanlı Devleti, çözülmeyi durdurmak için Batı’dan aldığı desteği oldukça ağır ekonomik diyetler ödeyerek temin edebilmiştir. 19.yüzyılın sonlarında Rusya, Batılı devletlerin yön verdikleri emperyalizm yarışına katılacak güçte kendini hissetmiş ve Ortadoğu ve Uzakdoğu’da izlediği aktif emperyalist eylemleri özellikle İngilizler’i oldukça rahatsız etmiştir. Dünya

kapitalist

düzeniyle

farklı

şekillerde

bütünleşen Rus ve Osmanlı

imparatorluklarının sınai gelişmişlik düzeyleri arasında adeta uçurum vardı. Rusya, Batı’nın teknolojik gelişmelerini özellikle askerlik alanında olanlar başta olmak üzere dikkatle takip etti. Fiili bir üretici fonksiyon geliştiremeyen Rus şehirleri askeri ve idari merkezler olarak öne çıkmışlardı. Rus sanayileşmesi Napolyon Savaşları esnasında ortaya çıkan ülkenin tecrit durumu dolayısıyla iç pazarın ihityaçlarını karşılamak için oluşturuldu. Ancak ciddi bir sanayi atılımının yapılması, 1880’lerin ortaları gibi Batı Avrupa’yla kıyaslandığında oldukça geç bir tarihi buldu. Ünlü Alman ekonomisti List’in milli ekonominin öncelliğinin vurguladığı tezinden etkilenen dönemin maliye bakanı Witte, Rusya’nın uluslararası etkinliğinin artmasıyla ülkenin ekonomik gelişmişliği arasında dolaysız ilişki bulunduğu görüşünden hareketle geniş ölçekli bir sanayileşme projesinin hayata geçirilmesinde büyük rol oynadı. Listçi ekonomi anlayışı özellikle İttihatçılar’ın iktidara tam olarak yerleştikleri 1912 yılından beri temel esin kaynakları olması bakımından Osmanlı İmparatorluğu için de yol gösterici olacaktır. Almanya’daki anti-liberal, himayeye dayalı Listçi ekonomi politikasının Rusya ve Osmanlı gibi totaliter siyasal sistemlerle yönetilen ülkelere cazip gelmesi oldukça doğaldır. Witte, Rusya’nın ucuz tarım ürünleri ihraç ederek dışarıdan sınai metalar alan konumunun Batı’yla ekonomik ilişkilerinde metropol bir ülke olma aşamasına gelmesinin yolunun hızlı bir sanayileşmeden geçtiği sonucuna varmıştır. Witte’nin

sanayileşme projesinde yabancı sermayenin ülke içine akışının kilit rol oynaması hızlı aşamalar kaydedilmek istenmesiyle ilgiliydi. Yabancı sermaye, yerli sermaye birikimini hızlandıracaktı. Ancak bu hızlı sanayileşme projesi çerçevesinde Rus Devleti, Batılı ülkelerin hiçbirinde görülmemiş oranda sürece iştirak ederek tam bir kontrol kulesi olma işlevini üstlenmesi, sanayi burjuvazisinin Çarlık’la önceli olan ticari burjuvaziden çok daha yoğun bir bağımlılık ilişkisi geliştirmesinin de ortamını hazırladı. Burjuvazinin Çarlıkla bu denli kader birliği yapması, gelecekteki Rus devriminin gidişatı üzerinde belirleyici bir unsur oldu. Bağımlı ve zayıf Rus burjuvazisi çağdışı otokrat rejime başkaldırmak ya da onu dönüştürmek için oldukça pasif bir konumda kalarak, Batı Avrupa’daki burjuvaziden devrimci kapasite ve tavır olarak keskin şekilde farklılaştı. Hobsbawm’a göre 19.yüzyılın belki de en hızlı gelişen ekonomisine sahip Rusya’nın I. Dünya Savaşı olmasaydı, devrimden kaçınarak liberal bir toplum olma yönünde geliştirebileceği yönündeki savlar oldukça geçersizdir; 20.yüzyılın başı itibariyle devrimin istenir olmaktan çok kaçınılmaz da olduğuna inanılan bir devlet varsa o da Rus Çarlığı’ydı 341. Hızlı sanayileşmenin tarımsal kesimi adeta açlıkla yüz yüze bırakacak denli geniş bir sömürü sayesinde sürdürüldüğü ortamda, ülkenin sosyo-ekonomik yapısının kaotik dönüşümlere gebe bırakılması madalyonun sadece bir yüzüydü. Proleteryayı doğrudan sömüren ve köylüleri de devlet aracılığıyla soyan Rus burjuvazisi daha en baştan halk kitlelerinden kendini soyutlayarak, Çarlıkla işbirliğine girmişti. Bu durumda Batı Avrupa’daki gibi burjuvazinin toplumsal sınıfları kendi çıkarı doğrultusunda bir iktidar karşıtı savaşıma sürüklemesinin koşulları ortadan kalkmıştır. Rus burjuvazisi, 1905’e dek iktidar karşıtı herhangi bir yönelim göstermeye yaraşmadığı için liberal hareket ağırlıklı olarak aydın aristokrat kesim tarafından sürüklendi. Osmanlı İmparatorluğu’nda ise sanayileşme 19.yüzyılın sonu itibariyle varla yok arası bir durum arz etmekteydi. Yüzyılın başındaki Sanayi Devrimi’ne dek kapitülasyonlar 341

HOBSBAWM, E.J., İmparatorluk Çağı, 1875-1014, Ankara, Dost Kitabevi, 1999, s: 316

yıkıcı bir nitelik taşıyacak denli ciddi tehditler yaratmadı. Ancak sanayi kapitalizmi, merkantalist dönemle karşılaştırıldığında Osmanlı’daki gibi zayıf bir teknolojiyle üretim yapan bir ekonomiye çökertici bir etki yapma kapasitesi kuşkusuz çok daha güçlü olacaktı. 1838 İngiliz-Osmanlı ticaret anlaşması ile iç gümrüklerin ve bazı mallardaki ticari tekellerin kaldırılması yabancı tüccarlar için geniş bir hareket serbestisi sağladı. Piyasanın ucuz sanayi mamülleriyle doldurulması geleneksel imalat sektörünü büyük ölçüde çöküşe sürükledi. Osmanlı’nın sanayileşme ya da genel anlamda milli burjuvazisini oluşturmasına engel teşkil eden bir çok yapısal sorunu vardı. Bunlardan biri geleneksel olarak Müslüman unsurların ticari hayata fazla bir alaka göstermeyerek tarım sektöründe üreticiler olarak yaşamlarını sürdürmeleriydi. Osmanlı’nın kapitalistleşmesi için devlet, Rusya’daki gibi etkin bir öncü rolü üstlenmemiş ya da üstlenmemişdi. Teoride ülkedeki tüm toprakların tek sahibi olan padişah, taşradaki geniş toprak sahibi sınıfların ortaya çıkışını engelleyememişlerdi. Ancak bunların hepsi sonuçta illegal yürütülen faaliyetler olup, siyasal otoriteden bağımsız sermaye birikiminin garantisi yoktu. Gayri-müslim tüccarların, yabancı pasaportu almalarını teşvik eden nedenlerden en öne çıkanlarından biri de bu mallarının müsadere edilebileceği tehlikesini bertaraf etmekti. Herşeyden önce, Batı’daki mülkiyet biçimi, her an geri alınabilen ayrıcalıkların yerini, sağlamlaşmış hakların almasına dayanmaktadır. Kapitalist mülkiyet ilişkilerinin temeli olan bu olgu, iki noktayı öne çıkarır: öncelikle mülk bir mutlaktır ve kişinin belli bir mülk üzeirndeki sahiplik hakları geri alınamaz. İkinci olarak mülkiye aktarılabilir ki bu da toprağı diğerlerinden farksız bir metaya dönüştürür. Avrupa’da güçlü toprak mülkiyeti haklarının ortaya çıkmasıyla birlikte üretim sistemleri devrim niteliğinde dönüşümler geçirdi. Mülkiyet, devletin tecavüzüne karşı bir savunma ve devletin ihlal edemeyeceği bir meşruiyet zeminiydi. Osmanlı’daki mülkiyet biçimi bu tarz bir mülkiyet değildir. Tanzimat bürokratları da devletin müsaderesi tehlikesi olduğu sürece ülkede kapitalist dönüşümün gerçekleşemeyeceğinin farkındaydılar. Tanzimat Fermanı’yle tebaaya

bahşedilen mal güvencesi yine de modern anlamda mülkiyet ilişkilerinin kurulabilmesi için yeterli olmaktan uzaktı. 1858 tarihli Arazi Kanunnamesi Büyük Devletlerin baskıları sonucu çıkartılmış ve topraktaki kiracılık koşullarını devletin ünvanını koruyarak büyük ölçüde genişletmiştir. Ancak bu çerçevede dağıtılan tapular ihlal edilemez mülkiyet haklarının göstergesi değil, toprağın kesintisiz olarak işlenmesine bağlı tasarruf haklarının ifadesiydi 342. Modern mülkiyet haklarının tam anlamıyla tebaaya bahşedilmemesi, ülkenin kapitalistleşme sürecine aleyhte etkilerde bulunurken yine de 19.yüzyılın sonunda büyük toprak sahibi sınıf hissedilir ölçüde gelişmiştir. Osmanlı sanayileşme çabaları pazardaki yabancı ve gayri-müslim egemenliğinin kırılamamasından dolayı başarısızlığa mahkum oldu. Osmanlı Devleti Batı’nın ekonomik nüfuzunu kırmak için fabrika ve şirketlerin kurulmasını teşvik etmeye ve yerli ürünlere Pazar olanaklarını sağlamaya çalıştı. 1873 tarihli bir kanunla fabrika kuracaklara gümrük kolaylıkları ve vergi muafiyetleri tanınmasına rağmen amaçlanan gelişmeler sağlanamadı. Osmanlı Devleti, Rusya’da olduğu gibi büyük ölçekli tesisleri kendi kurmaya çalıştı. Devlet, özellikle 19.yüzyılın ikinci yarısında oldukça önemli oranlarda dış borçlanmaya gitti, ancak bu borçlar, Rusya’nın 1890’larda yaptığı gibi milli bir burjuvaziyi finanse etmek yerine askeri teçhizat ve sarayın lüks harcamalarına aktarıldı. Ülkedeki en sanayileşmiş bölgeler ise Batı’yla daha yoğun ilişkiye geçen Balkanlar bölgesiydi ve özellikle Selanik vilayeti ülkenin en gözde ticari limanlarından biri olmasının da etkisiyle modern imalat sanayiinin filizlenişiyle öne çıkmaktaydı. Selanik’te de yoğun Müslüman nüfuza rağmen bu modern işletmeler tamamen Hıristiyan ve Yahudiler’in ellerindeydi. 1905 Rus Devrimi’nde en aktif rolü oynayacak olan proleter sınıf, 1890’lardaki çok hızlı seyreden sanayileşme sürecinin bir çırpıda ortaya çıkardığı bir toplumsal tabakaydı.. 342

ARICANLI, T., 19. Yüzyılda Anadolu’da Mülkiyet, Toprak ve Emek, Osmanlı’da Toprak Mülkiyeti ve

Ticari Tarım, içinde, der: Ç. Keyder & F. Tabak, İstanbul, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 1998, s: 134

Serfliğin kaldırılmasından önce kazanımlarının bir kısmını toprak beylerine ödeyen emekçiler bu kanunla bireysel bağımsızlıklarını kazanarak gerçek bir toplumsal sınıf olma yoluna girdi. 1890’lardaki sınai kalkınma işçilerin nüfus içindeki oranında patlamaya yol açarken, bunların kolektif bir sınıf bilincine ulaşmalarının koşullarını da yaratmıştır. Rusya’daki sanayi üretiminde binden fazla kişi çalıştıran işletmelerin büyük bir orana sahip olması, hem işçi bilincinin gelişmesi hem de siyasal propagandalar için oldukça lehte sonuçları beraberinde getirmiştir. Tarımdaki düşük üretkenlik ve devlet-burjuvazi-aristokrasi üçlüsünün yoğun sömürüsü köyleri ucuz emek rezervlerine çevirdiği ortamda işçi ücretleri oldukça düşük tutulmuştu. Ücretlerin ödenme şeklinin işverenlerin keyfine bırakıldığı ve çalışma esnasında meydana gelen tahribatlardan dolayı ücretlerden önemli kesintilere gidildiği ortamda işçiler tamamen işverenin insafına terk edildi. 1886’da çıkarılan kanun ücretlerin ödenmesi konusunda işçilerin leyhine önlemleri öngörürken, greve başvuranların cezalarını arttırmaktaydı. 1906’ya dek sendikaların yasal olmaması işçilerin legal olarak taleplerini dile getirmelerinin de önünü tıkadı. Buna rağmen özellikle 1895-1904 yılları arasında grev sayılarında büyük sıçramalar oldu. 1905 yılına dek Rus proleteryası tepkilerini otokrasiye değil doğrudan işverenlere yöneltti. Osmanlı İmparatorluğu’nun zayıf sınai gelişimi, proleter sınıfın genişleme koşullarını ortadan kaldırmıştır. Tanzimat dönemi esnasında yavaş yavaş sınai bir altyapının kurulması yönündeki çabalar ülkede böyle bir sınıfın doğuş koşullarını hazırlamış olsa da, imparatorluğun yıkılmasına dek işçiler toplumsal yapı içinde oldukça dar bir kesimi oluşturabilmişlerdir. Nüfus içindeki düşük sayısal oranlarının yanı sıra etnik işbölümü temelinde fabrikalar içinde konumlanmış olmaları işçilerin kolektif sınıf bilincine ulaşmalarını engelleyici sonuçlar doğurmuştur. İmparatorluk içindeki işçilerin etnik ve yerel bağlamda

örgütlenmeleri,

birbirlerinden

bağımsız

gündemlere

odaklanmalarını

da

beraberinde getirmiştir. 20.yüzyılın başı itibariyle hem işletmeci hem de çalışanlar olarak

Türk unsurunun belli belirsiz olması ve özellikle Hıristiyan azınlıkların öne çıkması dikkate değer bir diğer olgudur. 1908 yılı öncesinde ülkedeki grev hareketleri genel olarak ekonomik taleplere yoğunlaşmıştır. İşçi-işveren ilişkilerini ya da işyeri koşullarını düzenleyen kanunların olmamasının grev hareketlerinin oluşumunda etkisi büyüktür. Genelde geleneksel zanaat sektöründe istihdam edilen Osmanlı işçilerinin sosyalist bilince ulaşmaları imkansıza yakın bir ihtimaldi. Tüm bu olumsuzluklara rağmen sosyalist hareket özellikle imparatorluğun daha fazla sanayileşmiş Batı kesiminde 19.yüzyılın sonlarında kendini hissettirmeye başladı. Ancak sosyalizm Osmanlı ülkesinde azınlık milliyetçiliğiyle iç içe geçmişti. 1905 Rus ve 1908 Jön Türk devriminin gerçekleştirilme tarzında, kapitalist gelişmişlik düzeyi belirleyici bir unsur olmuştur.Kapitalist gelişme sürecine, Batı’yla kültürel yakınlığından dolayı Osmanlılar’dan çok daha erken dönemde başlayan Rus Çarlığı, Osmanlı Devleti’ne göre bu uğurda oldukça yol alabilmişti. Ancak ülkenin kaynaklarını güçlü bir askeri kompleks kurmak için seferber eden çarlık, ülkenin ekonomik kalkınması için yeter derecede bir sermaye birikiminin burjuvazi tarafından yapılabilmesinin de bir bakımdan önünü tıkadı. Geleneksel partneri aristokrasiyi feda etmekte uzun süre direnen aristokrasi, kendi varlığını idame etmek için aşırı boyutlara varan köylü sömürüsüne dayandı. Otokrasinin aristokrat ve burjuva sınıflarını bürokratize ederek bunları kendi yörüngesinde döndürdü. Özellikle burjuvazinin Çarlık rejimiyle geliştirdiği bağımlılık ilişkisi ve zayıflığı, çağdışı yönetimi alaşağı etmek isteyen radikal hareketler için tam bir sorunsal durumu arz ediyordu. Kendi tarihsel misyonunun bilincine varamayan burjuvazi iktidara muhalefet edemeyince, kendisinden daha yeni bir sınıf olan proleterya, dünya tarihinde de bir ilke imza atarak 1905 yılındaki liberal-burjuva karakterli devrimi kendi araçlarıyla hayata geçirdi. Burjuvazi, proleteryanın bu savaşımında Çarlık’la açık bir çekişmeye girmeden mali desteğiyle direnişi destekledi. Sadece üç yıl gibi kısa bir süre sonra bir liberal-burjuva

devrimiyle sarsılan Osmanlı İmparatorluğu’nda ise devrimci süreç, kitlelerden görece bağımsız şekilde gelişmişti. Avrupa’dan kültürel izolasyon ve dünya kapitalizmiyle yarısömürge karakterli bütünleşme imparatorluğun, toplumsal güçlerinin modernleşme sürecini oldukça yavaşlatmıştır. 20.yüzyılın başında ülkede burjuva olarak nitelendirilebilecek asıl unsur, kapitülasyon rejiminin yarattığı işbirlikçi gayri-müslim tüccar sınıfıydı. Devletin asıl müşterisi olan Müslümanların girişimci bir sınıf yaratamamış olmaları, Osmanlı Devleti’nin liberalleşme sürecinin toplumsal kitlelerden kopuk bir karakter arz etmesinin temel nedenlerinden biridir. Kapitalist üretim ilişkilerinin ve bu yönde şekillenecek sınıf ilişkilerinin sınırlı gelişimi, kitlelerin iktidarı dönüştürmek için bilinçsel ya da ekonomik altyapıya sahip olmalarını engellemiştir. Rusya’yla karşılaştırıldığında 19.yüzyılda görece daha yoğun bir liberalleşme süreci yaşayan Osmanlı Devleti, ekonomik alanda bunu destekleyemeyince kazanımları korumakta aciz kalmıştı. Bu çerçevede karşı-devrimci II. Abdülhamit’in anti-liberal yönelimlere karşı durmak, toplumsal sınıflardan çok bürokrasi içindeki memnuniyetsiz, aydın tabakaya kalmıştı.

3.4. 19. Yüzyılda Rus ve Osmanlı İmparatorluklarında Oluşan Muhalif Siyasal Hareketler Üzerine Bir Karşılaştırma 1789 Fransız Devrimi’nin öncelikle Avrupa’nın 19.yüzyıldaki sosyo-politik dönüşümüne düşünsel ilham verdiği ortamda, kıtanın doğu sınırında iki imparatorluk olan Rusya ve Osmanlı’da, geleneksel yönetim sisteminde liberal dönüşümleri talep eden toplumsal kesimlerin ortaya çıkması kaçınılmazdı. Kapitalist dünya sisteminin yapısal unsuru olan emperyalizmin bağımlı dünyanın seçkinlerine ya da seçkin olma potansiyeli taşıyan kesime sunduğu temel şey, batılılaşmaydı 343. Gelişmiş Batı dünyasıyla karşı karşıya kalan ülkelerin hükümetleri ve elitleri için batılılaşmanın bir var olma mücadelesi olduğu, özellikle 19.yüzyılın son çeyreğinde açıkça görülebilen bir olguydu. Avrupalı olmayan toplumların 343

Hobsbawm, 1999, s: 90

giderek aşağı, zayıf, geri ve hatta çocuksu olarak görülmeye başlanmaları, yine 19.yüzyılın getirdiği bir yenilikti 344. Avrupa’nın doğu sınırı olan Rus ülkesi, Batı uygarlığının hem içinde hem dışında olması itibariyle kendi koşullarına özgü bir modernleşme çizgisine sahiptir. Modernleşme

sürecini,

Avrupalı

toplumlardan

geç,

ancak

dünya

ölçeğinde

değerlendirildiğinde oldukça erken başlatan Rusya, uluslararası askeri prestijine rağmen iç gelişim koşulları bağlamında pre-kapitalist ve hatta ilkel bir çok niteliği içinde barındırmaktaydı. Gerikalmışlığın verdiği öfke, Rus siyasal ve kültürel yaşamında 1820’lerde Sovyet dönemine dek merkezi bir tema olarak kalmıştır. Rusya, 19.yüzyılda Asya, Afrika ve Latin Amerika halklarının ve uluslarının daha ileri tarihlerde yüzleşeceği sorunsallarla boğuşmaktaydı. Bundan dolayı 19.yüzyıl Rusya’sı, 20.yüzyılda beliren Üçüncü Dünya’nın bir arketipi olarak görülebilir 345. Rusya gibi Avrupa’nın doğusunda konumlanan Osmanlı İmparatorluğu ise Batı ile her dönemde, ticaret bir yana savaşlar yoluyla daima yakın bir etkileşimde bulunmuştur. Ancak Batı’daki kapitalist toplumun ortaya çıkış koşullarını, Rusya’nın bir ölçüde yapabildiği gibi değerlendirme durumuna gelinememesinin altında yatan en önemli sebep, hakim siyasal ve toplumsal tebaanın Müslüman olması itibariyle Doğu dünyasına aidiyetti. Avrupa dünyası, haçlı zihniyetinin de etkisiyle, Osmanlılar’a ortak düşman gözüyle bakmaktaydı. Osmanlıları Hıristiyan halkların haklarına ve egemenliklerine tecavüz eden barbar bir halk olarak gören Avrupalılar ve de daima kendi medeniyetini üstün tutan Avrupa’yı darül harb olarak gören Osmanlılar arasında, aslında 19.yüzyıla dek kültürel bazda yakın bir iletişim kurulamamıştı. Osmanlı’nın Batı dünyasından tecrit durumu, geri kalmışlığının da en önemli sebeplerinden biridir. Osmanlı devlet adamları, 19.yüzyıla dek sistemde yaptıkları her yenilikte imparatorluğun destansı eski dönemlerindeki geleneksel yapıyı revize etmeye yönelmişti ki bu tutumda kendi klasik kurumlarının Batı’da olanlardan 344

Hobsbawm, 1999, s: 92

345

Berman, 1999, s: 235

üstün olduğu düşüncesinin etkisi büyüktü. Oysa Petro, 17.yüzyılın sonlarında Batı dünyasındaki ilerici dinamiğin Rus sisteminde olmadığının farkına vararak, ilerlemenin ve Avrupalı ordular karşısında ayakta durabilmenin yolunun Batılılaşmaktan geçtiğini kavrayabilmişti. Rus ve Osmanlı imparatorlukları, toplumsal yapıda ezici çoğunluğu oluşturan köylülerin geniş oranda bir sömürü ve baskı rejimiyle artı-değerlerinin merkeze ya da yerel idari ve feodal unsurlara aktarımı çerçevesinde ayakta durmaktaydı. Taşradaki durgun yapının ve kendine yeter üretim süreçlerinin yanı sıra, şehirlerin üretici faaliyetlerinden çok idari ve askeri merkezler olarak öne çıkmaları Rus ve Osmanlı toplumsal yapılarının hantallığını ve yavaş gelişme kabiliyetlerini de beraberinde getirdi. Genel olarak bakıldığında hem Rus hem de Osmanlı köylüleri, kendileri aleyhine işleyen iktidar ilişkilerine muhalif ciddi bir toplumsal tehdit oluşturamadılar. Rusya’da 17 ve 18.yüzyıllarda ortaya çıkan Razin ve Pugatchev ayaklanmaları, her ne kadar yerel ölçekte büyük sarsıntılar yaratarak, merkezi hükümeti de tehdit edecek boyutlara varsa da ülke devletin istikametini değiştirecek denli ciddi etkiler yaratamadılar. Osmanlı’yla karşılaştırıldığında toplumsal güçler üzerinde daha güçlü bir denetim sistemi kurmayı başaran Rus Devleti, genel itibarla daha zayıf muhalefetle karşılaştı. Aristokrasi ile sıkı ittifak, bunların taşrada merkezi otoritenin denetim mekanizmalarında etkin bir görevi üstlenmeleriyle, toplumsal yapıda önemli ölçüde istikrar sağlandı. Oysa daha zayıf bir otoriteye Osmanlı hükümdarları, merkezde dahi güç tekeli kuramazken taşradaki egemen unsurlara karşı daha sınırlı bir hareket serbestisine sahip olabildiler. Bundan dolayı, Osmanlı’da iktidara karşı muhalefet, genel olarak merkez ve taşradaki yönetici sınıflardan yükseldi. Rus ve Osmanlı toplumlarında muhallif düşünsel hareketlerin ortaya çıkmasıyla sosyo-ekonomik gelişmişlik düzeyi arasında sıkı bir bağlantı vardır, ancak Rusya örneğinde bu unsur daha belirgin şekilde kendini göstermektedir. Avrupa’nın düşünsel hayatında

devrimci dönüşümlere zemin hazırlayan matbaanın, icat edilişinden neredeyse üç asır sonra ithal eden Osmanlı’da ise düşünsel dönüşümlerin yavaş olması ve kitlesel tabandan kopuk olması

kaçınılmazdır.

Rusya’da

sosyo-ekonomik

hayat

Avrupa

toplumlarıyla

karşılaştırıldığında oldukça yavaş ilerlerken ülkedeki düşünsel hayat çok daha hızlı ve canlı bir gelişim süreci izlemiştir ki özellikle 19.yüzyılda Rus düşünsel hayatı felsefi ve yazınsal platformda üretilen bir çok şaheserle taçlandırılmıştır. Ancak pragmatik bir Batılılaşma anlayışı çerçevesinde, kendi için zararlı gördüğü fikirlerin ithalini var gücüyle engellemeye çalışan Rus otokratları, özellikle katı sansürle düşünsel hayatı felç etmişlerdi. Bu durum özellikle 1820’lerde işbaşına gelerek otuz altı yıl iktidarda kalan I. Nikola döneminde uygulanan sansür, bu duruma verilecek en iyi örnektir. Osmanlı’nın Batılılaşma yönünde kesin adımlar attığı Tanzimat döneminde ise benzer bir durum ortaya çıktı. Batılılaşmanın vücuda getirdiği kitlesel basın hayatı, iktidara karşı eleştirinin yükseltildiği durumlarda sıkı sansürlerle kesintiye uğratıldı. Batılılaşmaya en az Çarlık kadar pragmatist yaklaşan Osmanlı yönetici elitleri, sürecin kendi iktidarına tehdit oluşturduğu boyutlara gelindiğinde otoritesini ortaya koymakta gecikmedi. Oysa basına getirilen kısıtlamalar, muhalifleri iktidardan yabancılaştırarak, tavırlarında daha da keskinleştirdi ve ülkenin Batılılaşması ve çöküşe dur demesi için devrimden başka yol olmadığı fikrine yöneltti. Fransız Devrimi, 19.yüzyıldaki liberal demokratik hareketin tüm Avrupa’da hakimiyet kurarak, halihazırdaki rejimlerin bu yönde kendilerini yapılandıracağı süreci başlatmıştır. Fransız Devrimi’ne karşı oluşan muhafazakar ittifakta başı çeken devlet olan Rus Çarlığı, bu yüzyıl boyunca Avrupa’da gericiliğin kalesi oldu. Ancak otokrasi, 1821’deki gibi erken bir tarihte, toplumun liberal eğilimli kesiminin sürüklediği bir ayaklanma girişimiyle sarsılmıştı. Ülkenin Batılı eğitim almış aristokrat gençlerinin ve aynı zihniyetteki subay takımının vücuda getirdiği dekabrist ayaklanma, liberallerin ülke tarihinde gerçekleştirmiş oldukları ilk ve tek devrimci başkaldırı olmuştur.Ancak yine de Rus

liberalizmi, Batı Avrupa’yla karşılaştırıldığında oldukça uysal ve uzlaşmacı bir karakter gösterdi. 19.yüzyılın sonuna dek liberaller, monarşi ile liberal değerlerin uzlaştırılabileceği ve işbirliğinin mümkün olduğu kanısıyla hareket etmişlerdi. Bu yüzyıl boyunca işbaşına gelen tüm Çarlar ise anayasa ve parlemento talepleri karşısında, Rusya’nın bunları sisteme adapte edecek denli bir toplumsal gelişmişlik düzeyine ulaşmadığı bahanesine sarılmışlardır. Rus liberalizminin gelişimini engelleyen ve çelişkilere sevk eden en önemli faktör, egemen sınıfların aşırı ölçekte bürokratize edilmesiydi. Rus burjuvazisi, 1905 Devrimi’ne dek otokrasiyle çatışmaya girmemek için özel çaba sarf etti. Devletin Batılı hiç bir ülkede görünmeyen oranlarla ulusal ekonomiye nüfuz etmesi, beraberinde Batı’dakilerden çok daha uzun süre kendini devletten ayıramamış bir burjuva sınıfını da beraberinde getirdi. Rus liberalizminde daha da ilgi çekici olan hareketin ağırlıklı olarak aydınlanmış aristokratlar tarafından yönlendirilmesiydi. II. Aleksandr’ın taşra reformu çerçevesinde yerel öz yönetim birimleri olarak oluşturduğu zemstvo kurulları, liberal hareketin çekim merkezi haline geldi. 1881 tarihinden sonra zemstvolar, ortak bir örgüt altında birleşme çabalarına başladılar, ancak 1900 yılına dek konferanslarını illegal olarak düzenlemek zorunda bırakıldılar. 20.yüzyılın başında ise liberal akım, radikal unsurların belirmesiyle farklı yöne çekilmeye başladı. Yeni jenerasyon liberaller, otokrasiyle uzlaşmanın boş düşler olduğu öncülüyle, mevcut sistemin yıkılarak yerine Batı tarzında parlamenter bir rejimin kurulması gerektiğini düşünüyorlardı. Yeni liberal trendi, daha radikal kılan bir diğer unsur, var olan sosyalist devrimci hareketleri kendileri için kaçınılmaz müttefik görmeleriydi. Radikal liberaller, Almanya’da 1903 yılında kurdukları “Özgürlük Birliği” çatısı altında toplandılar. Zemstvo üyeleri ile liberal profesör ve gazetecilerin oluşturdukları örgüt, kitlesel huzursuzluğun iktidara karşı yönlendirilmesini savunarak, amaçları farklı olsa da devrimcilerle aynı taktiği benimsemişti 346. Liberaller, devrimciler gibi cumhuriyet peşinde olmayıp anayasal monarşi

346

Rus liberallerinin stratejileri için bir inceleme, Bkz. ROGGER, H., The Formation of the Russian Right,

rejimini talep etmeleri çerçevesinde farklılaşmaktaydılar. Devrimci partilerle ittifak arayışları, muhafazakarların tepkisine hedef olunca liberal hareket ikiye bölündü. Rusya’da liberalizm, hiçbir zaman büyük bir kitlesel destek sağlayamadı. Burjuva ve aristokratların otokrasi karşısındaki güçsüz durumları ve sürtüşmeden kaçınmaları, liberal hareketin eylem sahasını sınırlayan etmenlerin başında gelmiştir. Hareketin burjuvaziden çok Batılı zihniyetteki aristokratlarca sürüklenmesi, Rus liberalizminin en karakteristik öğelerinden biri olmuştu. Osmanlı İmparatorluğu içinde ise Rusya’da olduğu gibi belirgin toplumsal çıkar grupları çerçevesinde sürüklenen bir liberal hareket olgusuna rastlanmaz. Ancak Jön Türk hareketi, hedefleri ve düşünsel çerçevesiyle Türk tarihinde liberal bir düşün geleneğinin öncüsü sayılabilecek bir yere sahiptir. Osmanlı’nın Batılılaşmayı, düzenli ve koordineli reformlarla bir gelecek hedefi haline getirdiği Tanzimat Dönemi’nin en büyük kazanımlarının başında, kendi aydınını yaratabilmiş olması gelir. Modern basın hayatıyla ilk kez bu dönemde tanışan Osmanlılar, eş zamanlı olarak canlı bir düşünsel hayat geleneğinin de oluşmasına şahit oldular. Ancak basın, otokrat bürokrasiyi hedef almaya başladığı gibi sansür olgusu da Osmanlı’daki basın hayatını felç etti. Babıali bürokratlarının tekelci idarelerine ve düşünsel hayatın özgürlüğünü engelleme girişimlerine tepki olarak yurt dışına kaçan aydınlar, Osmanlı yönetim sistemine liberal-demokrat öğelerin kazandırılması gerektiği üzerine yazdıkları eserlerle Jön Türk akımına hayat verdiler. Tam anlamıyla bir aydın hareketi olarak başlayan Osmanlı liberalizmi, tam bir açmazlar ve çelişkiler yumağıydı. Herşeyden önce Osmanlı toplumu, hem sosyo-ekonomik hem de kültürel bağlamda Batılı toplumlarla karşılaştırılamayacak denli zayıf bir gelişmişlik düzeyine sahipti. 19.yüzyılın başlarında yurtdışında açılan elçilikler ve oralara gönderilen öğrenciler sayesinde Osmanlı İmparatorluğu’nda Batı dünyası ile tanışık Müslüman elitler ortaya çıkmıştı. 1900-1906, California Slavic Studies, Vol III, 1964

Özellikle Tanzimat döneminde yaygınlaşan modern eğitim kurumları, Batılılaşmayı az çok özümsemiş bir çok bireyi de yaratmıştı. Bu eğitim kurumları modernleşen ve genişleyen Osmanlı kurumlarına eleman yetiştiren nitelikte oldukları için Batılılaşmada, gayri-müslim unsurlar bir kenara bırakıldığında, başı çeken Osmanlı yönetici tabakasıydı. Babıali rejimine muhalif “Yeni Osmanlılar Cemiyeti”ni yurtdışında kuranlar da bir dönem devletin çeşitli kademelerinde görev yapmış gazetecilerdi. Bu bağlamda Osmanlı’nın ilk dönem liberallerinin, Rusya’dakinin aksine sosyo-ekonomik bir tabanda hareket eden kişiler olmayıp, imparatorluğun Batılılaşması için yönetim sisteminde bazı temsili unsurların adaptasyonuna odaklanan fikirler üreten yönetici sınıf mensupları olduğu göze çarpmaktadır Osmanlı

sisteminde

liberal

dönüşümler

talep

eden

aydınların

en

büyük

handikaplarından biri, Avrupa medeniyetinin yetenek ve yaratıcılık sayesinde yaratılmış olduğunu düşünürken toplumsal güçlerin etkisini gözden kaçırmış olmalarıydı. Osmanlı toplumunun hakim unsuru olan Müslümanların ezici çoğunluğunun Doğulu değer sistemi içinde düşündüğü ve daha da önemlisi modern toplumsal sınıfların varla yok arası olduğu bir ortamda siyasal açılımlardan daha da önemli olan buna taban oluşturacak sosyo-ekonomik dönüşümlerdi. Batı ve Doğu arasında sıkışıp kalma, Osmanlı aydınının bir diğer sorunsalıydı; Batı’daki temsili sistemlerin adaptasyonunu Kuran ve dolayısıyla İslam medeniyetine dayanarak meşrulaştırma girişimleri hem aydınlar hem de Osmanlı’da kısa süreli meşruti yönetim deneyini gerçekleştirmiş olan bürokratlar için ortak yönelimdi. Jön Türkler’in, Osmanlı liberal düşüncesine yaptıkları en büyük ataklardan biri ise parçalanmaya yüz tutmuş imparatorluğu, etnik tabiyetleri kendinde toplayacak bir Osmanlı üst-kimliği ile bütünleştirme çabalarıydı. Ancak ulusçuluk çağında, pratik anlamda yabancı bir hanedana bağlılık şeklindeki bu pragmatist ulusçuluk özellikle gayri-müslim halk arasında hiç bir sempati yaratmadı. Tanzimat dönemi bürokratlarının da öne çıkardığı Osmanlıcılık fikri, kendi bilincine varmış unsurları bir arada tutmak için çok zayıftı. Ancak imparatorluğun

parçalanması tehditi Osmanlı Batılılaşması için hızlandırıcı sebeplerin başında gelmekle birlikte, 1905’teki devrimin de yakın sebebi olmuştur. Osmanlı liberalizmi ise ana hedef olarak imparatorluğun çözülmesini önlemeye odaklanması itibariyle defansif bir nitelik gösterir. Kaba güç olarak 19.yüzyıl boyunca zirveye ulaşan Rusya örneğinde ise liberalizm unsurları bir arada tutmak için önlemler geliştirmekten çok dönüşen ve farklılaşan Rus toplumunun ihtiyaçlarına cevap veremeyen siyasal sisteme katılımcı öğeler kazandırmaya odaklanmıştır. Osmanlı’daki liberal demokrat hareket, Rusya’da olduğu gibi monarşi düzenini devirerek Cumhuriyet kurulması gibi bir hedefe yönelmeyerek hakim siyasal yapının anayasal ve parlamenter sistemin adaptasyonunu talep etmiştir. 20.yüzyılın başında Avrupa’daki parlamentosu olmayan üç ülke, Rusya, Osmanlı ve Karadağ’dı. Osmanlı İmparatorluğu’nda 1876’da bürokratik bir karar olarak adapte edilen parlemento, II. Abdülhamit saltanatı esnasında yine bürokratik bir karar olarak rafa kaldırıldı. Rusya’da ise böyle bir deneyim hiç bir zaman olamadı. 19.yüzyıldaki Rus çarları, Osmanlı padişahlarına göre ayakları daha yere basan, güçlü hükümdar kişilikleri gösterdiler ve kendi iktidarlarını sınırlayacak hiç bir siyasal dönüşüme izin vermediler. Osmanlı’da ise, ileriye atılan ok geri dönmez kuralı çerçevesinde, sınırlı olsa da topluma tanıştırılmış olan meşrutiyet rejimi, geri kazanımını amaç edinmiş aydınlar ve ilerici asker-memur takımının yarattığı eylemcimuhalif harekete bir gelecek hedefi sağladı. Osmanlı liberalleri, Rusya’dakilerle karşılaştırıldığında daha eylemci bir tavır sergileyerek, iktidarla açık bir müdahaleye girmekten çekinmemişlerdi. Tanzimat döneminde yurtdışından yayınlar ve düşünsel eserlerle yapılan muhalefet, II. Abdülhamit döneminde ciddi bir örgütlenmeye girişilerekten az çok devrimci bir nitelik kazanmıştı. İttihat ve Terakki örgütünün genç subaylar arasında yayılmasıyla, muhalif hareket devrimci bir yola girmiş ve 1908 yılında da Abdülhamit köşeye sıkıştırılaraktan anayasa ve parlamentonun geri getirilmesi sağlanmıştı. Rus liberalleri

ise 1900’lerin başına dek muhalefle açık bir mücadeleye girmekten kaçınırken, Osmanlı aydınları gibi yurtdışında örgütlenen radikal liberallerin kurduğu Özgürlük Birliği sayesinde rehavetlerini bir ölçüde üstlerinden atmışlardır. Sosyalist hareketle otokrat rejimi yıkmak için ittifak arayışına giren radikaller, 1905 Devrimi’ne giden süreç içinde sınırlı bir etkiye sahip oldular. 1900’lerin başından beri partileşen sosyalist harekete rağmen, liberaller partileşmeyi ancak devrimden sonra başarabildiler. 19.yüzyıldaki Rus siyasal düşünce geleneği, sosyalist düşünce ile tam anlamıyla çalkalandı. 1870’lerde Narodnikler’in ütopik sosyalizm olarak nitelendirilen hareketi, Rus sosyalizminin temellerini attı. Otokrat rejimi yıkmak için biraraya gelen ilk Rus devrimci kuşağını temsil eden Narodnikler, kitlelerin harekete katılımını sağlamak için toplumun yapıtaşı köylülere yönelerek taşrada geniş bir propaganda faaliyetine giriştiler. Halkın kaderini kendi eline alması gereğine inanarak, iktidardaki zorba bürokrasiyi devirip yerine köylü sınıfının öncülüğünde halkçı bir düzen kurmayı hedeflediler. Kitlelerin ilgisini çekebilmek için hükümet temsilcilerine suikast düzenlemeyi esas faaliyet yöntemi gören “Narodnaya Volya” hizibi, 1881’de Çar II. Aleksandr’ı öldürmüştü. Bu olaydan sonra devlet tarafından yok edilen Narodnikler’i takiben sosyalist hareketin dönüşümünde en öne çıkan unsur, Marksizmin devrim fikrine eklemlenmesiydi. 1880’lerin ikinci yarısından itibaren yoğun sanayileşme, ve akabinde genişleyen proleterya sosyalistler için umut vericiydi. 1890’lara dek enellektüel bir hareket olan sosyalizm, 1903 yılında Sosyal-Demokrat Parti’nin kurulmasıyla yeni bir ivme kazandı. Ancak Parti’yi kitlesel faaliyetin merkezi olacak şekilde kurgulayarak, sosyalist devrime giden süreçte aktif bir azınlığın önderliğini esas alan Lenin, Martov grubunun tepkisini çekti. Bunlar kitlelerin kendi iradesini öne çıkararak Parti’nin proleteryanın durumunu düzeltmeye çalışacak bir işçi partisi olması gerektiğinin üzerinde duruyorlardı. Kuruluş kongresindeki bu teorik tartışma Parti içindeki Bolşevikler ve Menşevikler şeklinde tanımlanacak olan hizipleşmeyi keskinleştirdi. Her iki cephe de

gelecek devrimin otokrasiyi yıkacak bir liberal-burjuva devrimi karakterinde olması gerektiğinde görüş birliği içindeydiler. Zaten bu dönemde muhalif hareketlerin çoğu bu yönde bir devrimi destekliyordu. Bu duruma tek istisna 1901 yılında kurulan ve eski Narodnik hareketini dirilten Sosyalist Devrimci Parti’ydi. Anti-Marksist olan parti, taşradaki “mir” organizasyonu olduğu öncülüyle, bunlar arasında etkin bir propaganda faaliyetine girişmişti. Sosyalist devrimin gerçekleşmesi için zamanın uygun olduğunu düşünen Sosyalist-Devrimciler,

iktidar

güçlerine

karşı

düzenlenecek

şiddet

eylemlerini

gerçekleştirecek özel bir birim kurmuşlardı. Sosyal-Demokratlarla karşılaştırıldığında bu parti, oldukça eylemci bir karakter göstererek özellikle taşradaki ajitasyonlarla köylü kitlelerinin 1905 Devrimi esnasındaki ayaklanma ve taşkınlık girişimlerinde önemli tol oynamıştı. Sanayileşme açısından bir arpa boyu dahi yol katedememiş Osmanlı toplumunda sosyalist hareketin gelişmesi için gerekli toplumsal koşullar henüz oluşmuş değildi. 1876’daki Meşruti dönem öncesinde Türkçe basında sosyalist düşünce dine ve ahlaka aykırı olduğu gerekçesiyle olumsuz bir tavıra maruz kalmıştı. Bu genel tavıra tek istisna, Namık Kemal ve arkadaşlarının bizzat yerinde gözlemledikleri Paris Komünü’nü savunmuş olmalarıydı. 1876 sonrasında sosyalist ve komünist düşünce arasında ayrım yaparak sosyalizmin İslamla bağdaşabileceğini savunan Şemsettin Sami ve Sava Paşa gibi düşünürler ortaya çıkmıştır 347Ancak imparatorluğun ekonomik olarak daha gelişmiş olan Rumeli eyaletinde azınlık milliyetçiliğiyle harmanlanmış sosyalist hareketler, 19.yüzyılın sonlarında oldukça kendilerini hissettirmişlerdir. Milliyetçilik ve sosyalizm gibi fikirler imparatorluğa Avrupa’dan sızmaktaydı ve özellikle gayri-müslim azınlıkların Avrupa’yla daha yakın ve yoğun ilişkileri olması bu hareketlerin ilk uğrakları olmalarını beraberinde getiriyordu. 347

TUNÇAY, M., Osmanlı İmparatorluğu’nda Sosyalizm ve Milliyetçilik, 1876-1923, der: M. Tunçay & E.

J. Zürcher, İstanbul, İletişim Yayınları, 2000, s: 248-249

Müslümanlar içinde burjuva ve proleter sınıfının oluşmaması bu modern hareketlerin bu kesim içinde yayılmasını önleyici bir etkendi. Gayri-müslim gruplar içinde bu gibi sınıflar doğmuştu ancak etnik gruplar arasındaki görece izolasyon fikirsel etkileşime fazla olanak vermiyordu. Osmanlı İmparatorluğu’nda ulusal savaşım sorununu incelemiş olan Roza Luxemburg şöyle bir sonuca varmıştı: ...Türk yönetiminin hantallığı kapitalizmi bile üretmekte yetersiz olmuşturnerede kaldı ki, sonunda sosyalizmi türetebilsin; onun için, ne kadar çabuk yıkılır ve ulusal kurucu öğelerine ayrılırsa o kadar iyi olur –o zaman, bu geri bölge, tarih diyalektiğinin olağan sürecine katılabilecektir 348. Osmanlı azınlıkları da adeta Luxemburg’un görüşünü izleyerek bağımsızlık mücadeleleri ile sosyalizmi bir potada eritmişlerdir. Hınçak Partisi’nin kurulduğu 1887 ile Ermenistan Cumhuriyeti’nin Sovyetleştirilmesinin tarihi olan 1921 yılları arasında Ermeni bağımsızlık hareketinde sosyalizm ile milliyetçilik ayrılmaz biçimde iç içe geçmiştir 349. 1890’da Tiflis’te kurulan Boşnak Partisi de Hınçaklar gibi sosyalistti. Ermeni sosyalistleri dışında Makedonya’nın Bulgaristan’a katılması için uğraş veren IMRO içinde de etkin rol oynayan bir Bulgar sosyalist grubu vardı. Bunlar 1905 yılında IMRO’dan ayrılarak BulgarSosyal-Demokrat İşçi Partisi’ni kurmuşlardı. Bunun yanı sıra Selanik’te üyelerinin çoğunluğunu Yahudiler’in oluşturduğu bir işçi federasyonu kurulmuştu. Diğerlerinin aksine Selanik Yahudileri’nin çoğunun Osmanlıcılık öğretisini benimseyerek, statükocu tavır aldığı dönemin koşullarında federasyon da Osmanlıcı idi. Ancak Osmanlıcılığa, sosyalizm ışığı altında bakıyor ve imparatorluğun proleteryasını birleştirme çabalarını pekiştirmek için

348

J.P. Nett, Roza Luxemburg, Cilt I (Londra, 1966) adlı eserde alıntılanan Luxemburg’un “Die Nationalen

Kömpfe in der Turkei und die Sozial-demokratie”, adlı makalesinden aktaran, Ahmad, 2000, s: 17 349

Minissian, 2000, s: 165

ondan yararlanmayı umuyorlardı 350. Osmanlı’daki bu azınlık sosyalistleri genel olarak kendi gündemlerine odaklanmışlardı, ancak Ermeniler’in Taşnak Partisi yurtdışında örgütlenen Jön Türkler’le iletişime geçerek 1907’de Paris’te toplanan konferansın örgütlenmesinde büyük pay sahibi oldular. Ancak 1908 Devrimi’nde sosyalist örgütlerin ya da sosyalist temanın kayda değer bir etkisi olmadı. Oysa, 1905 Rus Devrimi’nde sosyalist parti ve örgütler özellikle Ekim Grevi’nde işçi kitlelerini savaşıma çekmek için büyük çabalar göstermişlerdir.

3.5. 1905 Rus ve 1908 Jön Türk Devrimleri’nin Oluşum ve Örgütlenme Karakterleri Üzerine Bir Karşılaştırma 1905 Rus ve 1908 Jön Türk devrimleri, I. Dünya Savaşı esnasında kurulan Sovyetler Birliği ve Savaş sonrasında kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nin dayandıkları rejimler açısından hazırlayıcı safha işlevini görmüştür. 1905 Rus Devrimi’nin öncü kolu proleterya, 1917’de sosyalist cumhuriyeti kurarken, 1908 Jön Türk devrimi’nin aktif önderi olan askerler 1923’te kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nde en belirleyici rolü oynamışlardır. Bu iki devrimde kitlelerin oynadığı rol, tartıştığımız konu açısından oldukça önemlidir. 1905 Rus Devrimi’nin oluş şeklinde devrimci sürecin en başından sonuna dek kitlelerin aktifliği söz konusudur. Çarlığın güç tekeline ve keyfi idaresine karşı, proleter sınıfı, toplumdaki itici güç olma rolüne soyunarak burjuvazi ve köylüleri peşinde sürüklemiştir. Rusya’da bu tarihsel görevi üstüne alacak karakterde bir burjuvazinin olmayışı, burjuva-liberal devriminin toplumun diğer modern unsuru proletarya tarafından sürüklenmesi koşullarını yaratmıştır. 1905 Devrimi, dünya tarihinde proletaryanın öncü rolü oynadığı ilk devrim olma özelliğiyle de kayda değerdir. Dünyanın ilk sosyalist rejiminin Rusya’da kurulmuş olmasını da sağlayan söz konusu proletaryanın diğer ülkelerdeki sınıfdaşlarına oranla eylemcilik yönündeki 350

DUMONT, P., Yahudi, Sosyalist ve Osmanlı Bir Örgüt: Selanik İşçi Federasyonu, Osmanlı

İmparatorluğu’nda Sosyalizm ve Milliyetçilik, 1876-1923, der: M. Tunçay & E. J. Zürcher, İstanbul, İletişim Yayınları, 2000, s: 79

üstünlükleriydi. 1908 Jön Türk Devrimi’nde ise Osmanlı Devleti’nin Müslüman unsurları arasında modern sınıfların ortaya çıkmamış olması, devletin dayandığı bu temel toplumsal tabanın hareketliliğini de sınırlamıştır. Ülkede, II. Abdülhamit devrindeki otokrat yönelimlere muhalefet edecek bir burjuva sınıfının olmayışı, burjuva-liberal devrimin ilerici gücü olma görevini ülkedeki aydınlara ve askerlere yüklemiştir. Anadolu’da 1906-7 yıllarında meydana gelen vergi ayaklanmaları, kitlelerin hakim siyasal düzenden rahatsız olduklarını ve en azından yerel ölçekte kendi yaptırım güçlerini ellerine aldıklarının göstergesi olması açısından anlamlıdır. Ancak bu ayaklanmalar devrimci bir dönüşüme yol açamamışlardı. Devrim, imparatorluğun Rumeli bölgesinde görev yapan subayların merkeze karşı ayaklanmalarının eseriydi. Bu subaylar, Rumeli’deki halkın daha özgürlükçü bir rejim istemlerinden etkilenmiş ve bölgenin Müslüman ileri gelenleriyle karşılıklı görüş alışverişi ve işbirliği yapmışlardı. Ancak, 1905’te Rusya’da olan devrimdeki kitlesel katılımla karşılaştırıldığında, Jön Türk Devrimi halktan oldukça kopuk gerçekleştirilmiş bir hareket olarak gözükmektedir. Söz konusu iki devrim arasında en göze çarpan bir diğer farklılık örgütlenme tarzında ortaya çıkmaktadır. 1905 Rus Devrimi’nin en karakteristik yanlarından biri devrimci süreci baştan sona kontrol eden herhangi bir örgütün bulunmayışıdır. 1905 Devrimi, öncelikle “tuhaf” diye tabir edilebilecek bir hareket olup, özellikle iktidar açısından bir çok talihsizliğin peş peşe gelmiş olması açısından da ilginçtir. III. Nikola yönetiminin riskli planları ve sürekli olarak bedelini çok ağır ödeyeceği yanlış adımları bu devrimi vücuda getirirken, süreç, aniden ortaya çıkan durumların kitlelerden aldığı tepkilerin ışığında ilerlemiştir. 1905’te iktidar karşıtı bir çok siyasal ve toplumsal örgütler otokrasiyi devirerek yerine anayasal bir yönetimin getirilmesini sağlamak için kısa süreli ittifaklara girmiştir, ancak olan bitenler, bu ittifakın kontrolünden öte proletaryanın büyük ölçüde “kendiliğinden” olarak tanımlanabilecek irade ve tavırlarının bir sonucuydu. 1905 yılı Rusyası için

söylenebilecek tek söz vardır: Olaylar durmaksızın çığrından çıktı. Ülkedeki işçi kesim arasındaki huzursuzluğun kontrol edilmesini sağlamak ve hükümete olan güvensizliklerini ortadan kaldırmak için II. Nikola’nın kurmaylarının yaptığı oldukça riskli planın hesapları tamamen alt üst ederek çok farklı yöne kayması 1905’teki devrimci sürecin ateşini yakmıştı. İşçilerin arasına hükümete sadakatleri onaylanmış ajanlar gönderilerek, bu kesimin özellikle sosyalist ajitasyondan izole edilmesini sağlamaya dayalı bu deneyin St. Petersburg ayağını üstlenen Peder Gapon tüm hesapları alt üst etti. Akıl hocası olarak iktidarla uzlaştırmaya çalıştığı işçiler, işverenlerle itilafa düştüğünde Gapon, bir yerde çaresiz kaldı. Yaşamaya maruz bırakıldıkları kötü koşulları düzeltmesi için Kışlık Saray’a yürüme fikri ona aitti. Ancak yürüyüşe geçen kalabalığa ateş açarak bir katliama sebep olunması ise Gapon’a oynayan iktidarın yaptığı yanlış hesaplardan dolayı şaşkınlığıyla yapılmış ölümcül bir hata oldu. Kanlı Pazar olayının tüm halk bazında iktidara karşı yarattığı öfke, tüm muhalif örgütlerin toplanıp yapabileceğinden kat kat daha derin olduğu tartışmasızdır. Kanlı Pazar, olayı çarlığın halkın gözünde imajını yerle bir ederken, yarattığı öfke ve kargaşa hali muhalefet için ihtiyaç duyduklarının da üzerinde elverişli koşullar sağladı. Olayın ertesi günü tüm çalışanların kendiliğinden iş durdurarak olanları protesto etmeleri de oldukça anlamlıydı. 1905’in Ekim ayına kadar tüm ülke grevlerle ve ayaklanmalarla çalkalanırken, bunlar sosyalist-devrimcilerin taşradaki ajitasyonları dışında, çoğunlukla kendiliğinden gelişti. 1905 Ekim Grevi ise dünya tarihine geçecek değerde bir toplumsal ayaklanma girişimi oldu. O tarihe dek Rusya bir yana dünyada böyle geniş kitlesel katılım sahip bir greve rastlanmış değildi. 1905 yılı Ekim ayında tüm ülke toptan greve gitti. Ancak Ekim Grevi, aynı yıl olan grev ve ayaklanmalara göre daha az kendiliğindendi; ülkedeki tüm muhalif örgütler, liberal ya da sosyalist ayırd etmeksizin kısa süreli bir ittifaka girerek otokrat rejimi yıkmak için güç birliği ettiler. Ekim Grevi’nde öncü kol proletarya idi, ancak esnaf kesim de kepenk indirerek greve katılırken, bazı işverenler, grevdeki işçilerine yarı ve hatta tam ücret vererek oluşumu

desteklemişlerdi. Grev esnasında büyük iş çevrelerinin sosyalist basına da mali destek yapması bir o kadar kayda değerdi. Grev esnasında işçiler arasında iletişimi ve düzeni sağlamak amacıyla kendiliğinden oluşan “sovyet” adı altındaki işçi meclisleri bu kesimin örgütlenme kabiliyeti açısından oldukça çarpıcıydı. Sovyetler, sosyal-demokrat ya da sosyalist-devrimcilerin kurguladığı ya da kurulma aşamasında bizzat söz sahibi olduğu oluşumlar değildi. Bunlar, grevin ihtiyaçlarına yanıt vermek için daha çok Menşevik eğilimli işçilerin vücuda getirdiği oluşumlar olup, sosyalist partiler, bunların kuruluşundan sonra içerilerinde etkin rol oynamaya çalışmışlardır. 1908 Jön Türk Devrimi’ne bakıldığında tartışmasız tek örgütün hareketin başından sonuna dek tekelci konumunu elinde tuttuğunu görmekteyiz. 1860’larda Babıali hükümetinin baskıcı tavırlarına tepki olarak yurtdışına kaçan aydınların oluşturduğu Yeni Osmanlı (Jön Türk) hareketinin mirasının, Devrim’i gerçekleştiren 1889’da kurulan İttihat ve Terakki Cemiyeti’ne dolaysız etkisi vardır. Jön Türkler’in ve Batılı, özellikle de Fransız, düşün geleneğinin etkisiyle beş tıbbiyeli genç tarafından bir düşünce kulübü niteliğinde kurulan örgüt, II. Abdülhamit’in despot rejimine muhalefetlerinden dolayı yurtdışına kaçan aydınların da katılımıyla çeperini ve eylem sahasını sürekli genişletmiştir. 1876’da kurulan ve Abdülhamit tarafından bir buçuk yıldan az bir süre sonra sonlandırılan meşruti rejimi geri getirmek için bir araya gelen kişilerin oluşturduğu örgüt, homojen bir yapı göstermiyordu. Osmanlıcılardan İslamcılara, bir çok görüşe sahip kişiler örgüt saflarında yer alırken Türkçülük adı konmasa ve açıkça dile getirilmekten çekinilse de güçlü bir düşünceydi. Örgüt, 1895 yılına dek özellikle başkentteki askeri ve mülki okullarda okuyan öğrenciler tarafından ilgi gördü, ancak 1895’te Abdülhamit’in baskı ve yıldırıları ile karşılaşıldığında etkinlik sahası yurtdışına kayınca, Paris’te sürgün aydınlar öncü konuma yükseldi. 1906 yılına dek kitlelerden kopuk şekilde, aydınların kendi basın organları ve düzenledikleri konferanslarla Abdülhamit rejiminin itibarını yurtdışında düşürme çabaları ana eylem yöntemi oldu. Ancak

1906’dan sonra imparatorluğun merkezden uzak yerlerinde örgütlenilmeye başlandı. 1906-7 yıllarında Anadolu’da baş gösteren vergi ayaklanmalarının örgütlenmesinde İttihatçıların önemli rolü vardı. 1906’da Selanik’te kurulan Osmanlı Hürriyet Cemiyeti, Rumeli’deki Müslüman kitlelerin yanısıra azınlıkların oluşturduğu özgürlükçü örgütlerle temasa geçtiler. İttihat ve Terakki Örgütü’nün Selanik kolu 1908 yılının Temmuz ayında ordudaki subayların ayaklanması ile İstanbul’u dize getirirken kitlelere dayanmaktan öte daha çok askeri darbe olarak tanımlanabilecek bir yönteme başvurmuştur. İttihatçılar, Firzovik olayında Arnavutlar’ın Avusturya karşıtı gösterilerini kendi denetimleri altına alarak İstanbul’u ayaklanmalarının kitlesel desteğe sahip olduğu şeklinde bir imaj vermeye çalıştılar. II. Abdülhamit’in istibdat rejimi tüm imparatorluk çapında hoşnutsuzlukla karşılanmasına rağmen, Rusya’da II. Nikola’ya karşı girişilen kitlesel gösterilere Osmanlı örneğinde rastlanmamıştır. Aslında ittihatçı örgüt de özellikle ülke içi örgütlenmelerinde kitleleri harekete geçirmeye çalışsa da devrim, büyük ölçüde askeri kaba güçle başarılmıştır. Rusya’daki devrimin oluş şekli ile karşılaştırıldığında karşımıza çıkan bu keskin farklılık öncelikle her iki imparatorluk arasındaki toplumsal modernleşme ve sınıf bilinci açısından farklılaşmanın ürünüdür. Rus proletaryasının sahip olduğu bilinç bir yana, Osmanlı toplumunda özellikle Müslüman halk arasında böyle bir sınıfın varlığı dahi söz konusu değildi. İncelediğimiz iki devrimsel olayda üzerinde durulması gereken bir diğer konu, aydın faktörüdür. Rusya’da, ülkenin gelişmişlik koşullarına bakıldığında olağanüstü olarak nitelendirilebilecek düşünsel hayattaki canlılık, devrime de damgasını vurmuştu. Ruslar, 19.yüzyılda özellikle felsefe ve edebiyat alanında dünya çapında şaheser kabul edilen eserler üretmişlerdi. Otokrat yönetimin engellemelerine rağmen Rus aydınları Batı’daki düşünsel hayatın nabzını tutabilmiş ve düşünsel bir çok alanda kendilerine has açılımlar yapmayı başarabilmişlerdir. Şehir hayatının Avrupa’yla karşılaştırıldığında oldukça sınırlı olduğu

böyle bir ülkede bu denli canlı bir düşünsel hayatın yanısıra aydınların aktivizmi de o denli göz alıcıdır. 1820’lerdeki dekabrist ayaklanma ile ilk ipuçlarını veren aydın eylemliliği, 1870’lerdeki ütopik sosyalist olarak nitelenen Narodnik hareketiyle birlikte çarpıcı boyutlara ulaşmıştır. 1880’lerin ikinci yarısında ülkeye giren ve aydınlar arasında büyük ilgi gören Marksist düşünce, 90’larda işçilere de basitleştirilmiş bir versiyonda sunulmuştu. 1901 yılında kurulan Sosyalist-Devrimci Parti, eski Narodnik hareketini canlandırmaya çalışırken, 1903 yılında kurucu kongresi yapılan Sosyal Demokrat Parti, Marksistler’in bir girişimiydi. Sosyalist-Devrimciler, Narodnikler’in izinde köylü kitlelere devrimci bilinç aşılamaya çalışarak onları otokrasiye karşı ayaklanmaya kışkırtmaya çalıştılar. Oysa SosyalDemokratlar için kitlelerle ve özelde proletarya ile iletişim tarzı belirleme çalışmaları, ateşli tartışmalara ve hatta hizipleşmelere sahne oldu. Bolşevik hizibinin en öne çıkan kişiliği olan Lenin, işçi sınıfı hareketinin kendiliğinden oluşamayacağı ve işçilerin ekmek kavgası peşinde burjuva

ideolojisine

tabi

olacaklarını

savunurken

sosyalist

aydınların

işçilerin

bilinçlendirilmesinde etkin olmaları gereğine inanıyordu. Parti’yi yığınların faaliyetlerinde genel çekim ve kontrol merkezi olacak şekilde kurgulayan Lenin, elitist eğilimli görüşleriyle Menşevik olarak tabir edilecek bir kısım sosyal-demokrat aydınların tepkisini çekti. Daha demokratik eğilimleri olan Menşevikler, Parti’nin proletaryanın durumunu düzeltmeyi amaçlayan bir işçi partisi olarak otokrasiyle savaşında yerini alması gerektiğini düşünüyorlardı. 1905 Devrimi’nde proletaryanın kendiliğinden, devrimci potansiyelini açığa çıkararak sovyetler şeklindeki örgütlenmeleri yaratmış olmaları Menşevikleri haklı çıkarır nitelikteydi. Axelrod’un işçiler arasında öz yönetim birimlerinin oluşması fikriyle paralel giden sovyet oluşumları, Menşevik eğilimli işçilerin kendi yarattıkları örgütlenmelerdi. Ancak bu örgütlenmeler içinde herhangi bir partinin tekelci tutumu söz konusu değildi. St. Petersburg Sovyeti’nin yönetim kadroları için yapılan seçimlerde Menşevikler çoğunluk elde ederek güçlü bir nüfuza sahip olmuşlardı. Ancak bunlar, partili Zborovski’yi Sovyet Birinci

Başkanlığına getirdikten sonra, bunun kendi görüşleri olan “geniş partizan olmayan örgütlenme” fikrine ters düşeceğini görerek bir kaç gün sonra yerine partili olmayan bir hukukçuyu getirmişlerdi 351. Rusya’daki devrimde aydınların çalışmalarının başarıda büyük rolü olmuştur, ancak asıl belirleyici olan kitlelerin otokrasinin keyfi yönetimine karşı takınmış oldukları uzlaşmaz tavırdır. Osmanlı’daki devrime ise kitleler değil, aydınlar damgasını vurmuştur. Özellikle devrimi hazırlayan İttihatçı örgüt 1860’lardaki Jön Türk hareketinin mirası üzerinde oturmaktaydı. 1895’ten 1906’ya dek örgütün genişlemesini sağlayanlar, özellikle Paris’te mesken tutan sürgündeki Jön Türk aydınlarıydı. Bunlar tıpkı Rus aydınları gibi devletin baskı rejimi yüzünden kendilerine yurt içinde hareket sahası bulamamış ya da sürgün edilmiş kişilerdi. Bu dönemde hem Rus hem Osmanlı muhalif hareketleri yurt dışında yaşayan aydınlar tarafından basın organları yoluyla sürdürülmeye çalışılmıştır. Jön Türkler, Osmanlı içinde milliyetçi amaçları için mücadele veren azınlık örgütleriyle de iletişime geçerek hareketlerinin tabanını genişletmeye çalışmışlardır. 1906 yılında imparatorluk içinde örgütün yerel şubelerini kurma işini ciddiyetle ele almalarından önce bu aydınların kitlelerle iletişimi yok gibiydi. Devrimi gerçekleştiren Selanik örgütü de çoğunlukla subay ve memurların desteklediği bir oluşumdu. Batılı eğitim kurumlarında yetişen bu kişiler, Osmanlı’daki orta sınıf aydın kesimini oluşturuyorlardı ki bunların yaptığı devrim de aydın hareketi olması niteliğiyle öne çıkmıştır. 1908 Devrimi’nde özellikle ordunun genç subayları eylemci çabalarıyla sürece damgalarını vururken, Rusya’da askeri kesimden ayaklananlar çoğunlukla erler içinden çıkmıştır. Osmanlı’daki devrimde askeri unsurun bu denli öne çıkmasındaki en önemli etkenlerden biri, ülkede kurulan ilk ve en sağlam modern eğitim kurumlarının askeri okullar olmasıydı. Buralarda yetişen subaylar, kaçınılmaz olarak II. Abdülhamit rejiminin gerici 351

Wolfe, 1969, s: 375

zihniyetiyle çelişkiye düşmüşlerdir. Bunun yanı sıra padişahın, eğitimli subayları güvenilmez bularak başkentten uzak tutması ve ödüllendirmelere gelindiğinde kendisine sadık, eğitimsiz olan alaylıları öne çıkarması tepki yaratmıştı. Subaylar, sınıf atlama şanslarını oldukça zayıflatan hakim düzene büyük öfke duymaktaydılar. Ayrıca mevcut yönetimin imparatorluğun parçalanmaya giden sürecini engelleyemeyeceğini düşünüyorlardı ki söz konusu parçalanma kendileri için de hayati bir mesele olduğu kuşkusuzdur. Ancak bunlar, iktidarı ele aldıklarında ne yapacaklarından çok onu bir şekilde ele geçirmeye odaklanmış oldukları, devrim başarıldıktan sonra ortaya çıkan bir realite olmuştur. Benzer bir durum Rusya’da Ekim Grevi’ne katılanlar için de söz konusuydu. Otokrasiyi dize getirmeye odaklanan bu kitleler, çarın manifestosundan sonra amaçlarına ulaştıkları kanaatiyle bir bir normal hayatlarına geri dönmeye başlamışlardı. Proletaryanın kendi koşullarını iyileştirme taleplerini kabul ettirememesinin bir sebebi de bu yanılgıydı. Çar,Ekim Manifestosu ile politize olmamış işçileri radikal olanlardan ayırmayı başarmıştı. Manifesto sonrasındaki gevşeme, 8 saatlik iş günü talebiyle Kasım ayında yapılan grevleri, Ekim’deki tüm toplum kesimlerini kapsayan dayanışmaya ortamı kaybolması ve işverenlerin iktidarın yanına geçmesinden dolayı sonuçsuz bırakmıştı 352. Hatta Aralık ayında Moskova’da düzenlenen ve işçilerin silahlanmasına da sahne olan grevler, çarın şehrin dörtte birini topa tutmasıyla sonuçlanmıştı. Rusya’daki devrimin asıl itici olan proletarya, devrimden materyal anlamda kayda değer pek bir kazanım elde edememesine rağmen, Osmanlı’daki askeri sınıf, ülke yönetiminde belirleyici rol oynayan bir pozisyona gelerekten toplumsal ve siyasal statülerini önemli ölçüde yükseltmişlerdi. 1905 Devrimi’nin Rus çarlığı için en önemli sonuçlarından biri, Çarlık makamının halkın gözündeki yerinin tamamen tahrip olmasıydı. 9 Ocak’ta Kışlık saraya doğru yürüyüşe geçen işçi kitlelerinin üzerine ateş açılması sonucu yüzlerce kişinin öldürülmesi, tüm Rus 352

Wolfe, 1969, s: 287

halkında büyük bir tepki yarattı. Çar II. Nikola, o gün Saray’da olmamasına rağmen tüm olan bitenlerin sorumlusu olarak görüldü. Çarların tebaalarına karşı şiddete başvurması olgusu, Rus tarihinde görülmedik bir şey değildi; ancak 20.yüzyılın başında bireyler böyle bir katliamı sineye çekmediler ve ertesi gün iş başı yapmayarak olayı protesto ettiler. Ekim Grevi’nde ise bir çok grubu ve insanı bir araya getiren temel dürtü, Çarın keyfi yönetimine son verilmek istenmesiydi. Bu bağlamda 1905’teki ayaklanmaların çarlığın moral temelinin yerle bir olmasının göstergesi olduğunu söylebiliriz. Ancak 1908 Devrimi, padişahlık makamı için bu denli radikal bir sonuç üretmedi. Rusya’da olan bitenlerin merkezi St. Petersburg olurken padişaha karşı ayaklanma Osmanlı İmparatorluğu’nun Batı sınırında meydana gelmişti. Olaylara uzak kalan İstanbul ve Anadolu halkı olan bitenin tam olarak bilgisine ulaşamamıştı. Rumeli’deki ayaklanmanın dize getirdiği Abdülhamit, İstanbul’da meşrutiyeti ilan ederken bunu kendisi halka ihsan etmiş görüntüsü verdi. Halk olaylardan habersiz olduğu için ilanı en başta kuşkuyla karşılamış ancak daha sonra durumun ciddiyetini anlayarak istibdat rejiminin sonunun gelmiş olmasını coşkulu bir şekilde kutlamıştır. İttihatçılar ise kendi çabalarıyla gerçekleşen meşrutiyetin ilanı için padişaha teşekkür edilmesinden rahatsız oldular. Fakat var olan havanın koşullarının bilincine vardıklarında, Abdülhamit’e karşı çıkışlarında dikkatli olmaları gerektiğinin ve padişahlık makamının halkın gözünde yüce imajını silememiş olduklarının farkına vardılar. Rusya’da, Kanlı Pazar Olayı’ndan sonra Çarlık makamının prestiji yerle bir olurken, Osmanlı’da I. Dünya Savaşı’ndan sonraki dönemde Büyük Devletler’le işbirliği yaptığı ileri sürülerek suçlanan Vahdettin’e dek saltanat halkın gözündeki yüce imajını az çok korumuştur. Hem Rusya’da hem Osmanlı İmparatorluğu’nda devrimleri izleyen günlerde, ülkelerin tarihinde eşi benzeri görülmemiş özgürlük ortamı söz konusuydu. Her iki ülkede de sansür büyük ölçüde gevşetildi ve gizli örgütler yüzeye çıkarak sevinç gösterilerine katıldılar. Ancak daha sonraki süreç tamamen farklı gelişmiştir. Rus Devrimi’nde iktidarı denetleyecek

güçte bir örgüt öne çıkamadığı için Çar II.Nikola, Ekim Bildirgesi’nde verdiği tüm özgürlükleri teker teker geri almaya başlarken, parlamentoya (Duma) dokunmaya cesaret edemedi. Ancak bu kurumu elinde uysal bir oyuncağa çevirmek için her yola başvurdu. 1906 yılının Nisan ayında bir anayasa yapılmış ve bu anayasayı herhangi bir şekilde değiştirme yetkisi olmayan daha doğrusu gerçekte hiç bir yaptırım gücü olmayan Duma, yine aynı ay içinde ilk kez toplanmıştı. Fakat Rusya’daki meşruti rejim, Batı Avrupa’dakilerle hiç bir şekilde karşılaştırılamayacak denli saltanatın yörüngesinde idi. Çar, en yüksek hakimiyet makamının kendine ait olacağı ve Duma’nın sadece bir danışma meclisi konumunda iş göreceği bir rejim kurgulamıştı. Bu tarz bir temsili sistem, Osmanlı’daki I. Meşrutiyet döneminde olanla bir hayli benzerlikler taşır. Her iki örnekte de padişah, parlamento karşısında geniş bir hakimiyet ve yaptırım gücüyle donatılmıştı. Yürütme organının başı sayılan hükümdarlar, parlamentonun kabul ettiği yasaları onaylamak zorunda değildi. I. Meşrutiyet’te Abdülhamit parlamento içinde tamamen kendi tarafından atanan kişilerden oluşan Heyet-i Ayan kanadı ile seçilmişleri milletvekillerinden oluşan Heyet-i Mebusan’ı dengelerken, Rusya’da aynı niyetle “Devlet Konseyi” adı altında bir kurum oluşturulmuştu. Duma’nın dışında üye sayısının yarısını Çar’ın belirlediği konsey, parlamentonun yasama faaliyetlerindeki gücünü kırmak için kurgulanmıştı. Bu çerçevede Duma’nın görevleri, yasaları tartışmak, üzerlerinde düzeltme yapmak ve bakanlardan gelen önerileri onaylamaktan fazla ötesine geçemiyordu.Daha da önemlisi I. Meşrutiyette olduğu gibi, Çarparlamentoyu dağıtma yetkisni elinde bulundurmayı başarmıştı ki bu durun Rus parlamenter yaşamını adeta felç eden gelişmelere zemin hazırlyacaktı. 1908 Devrimi’nden sonra Osmanlı’da saltanat-parlamento ilişkisi, Rusya’dakinden daha farklı bir seyir izlemiştir. II. Meşrutiyet ilan edilir edilmez 1876 tarihli Kanun-i Esasi üzerinde değişiklik yapılmadan tekrar yürürlüğe kondu. Devrimin itici gücü olan İttihat ve Terakki örgütü, meşrutiyet ilan edildikten sonra iktidar içinde nasıl bir rol alacağı sorusuna

pek de hazırlıklı değildi. İttihatçı subaylar, güvensizliklerinden ve gençlerin doğrudan iktidarının toplumda hoş karşılanmayacağını düşündüklerinden dolayı arka plana geçtiler. Milletvekilleri seçiminde oyları silip süpüren İttihatçı Parti, seçilenlerin etikette İttihatçılar olmasından dolayı örgütle partiyi ayrı tutmuştu. 13 Nisan 1909’da meydana gelen ve tarihe “31 Mart Vakası” olarak geçen karşı-devrimci ayaklanmaya dek Abdülhamit yerinde kaldı. Ancak başlatanı belli olmayan ve ordudaki alaylıların fiili olarak başı çektiği bu ayaklanmanın faturası padişaha kesildi. Yeni rejimle uyuşamayacağı sonucuna varılarak padişah tahttan indirildi ve 1908 yılının Ağustos ayında mevcut anayasada önemli değişikliklere gidildi. 1909 Kanun-i Esasi’si Meclis-i Mebusan’ı padişahlık kurumunun önüne geçirememişti. Saltanat makamının harcamaları parlamentonun denetimine tabi kılınırken, padişahın Meclis-i Mebusan’ı dağıtma yetkisi kısıtlanmış ve dağıtma halinde en geç üç ay içinde yenisinin toplantı yapması hükme bağlanmıştı. Padişahın veto yetkisi elinden alınarak, Ayan ve Mebusan meclislerinin üçte iki çoğunlukla kabul ettiği yasayı yürürlüğe koymak zorunda olduğu ilkesi kabul edilmişti. Yürütme ile ilgili en kayda değer değişiklik, padişahın atadığı bakanların, hem bireysel hem de toplu olarak Meclis-i Mebusan’a karşı sorumlu olmasıydı 353. Sonuç olarak 1909’daki anayasa değişiklikleriyle imparatorluk parlamenter yönetim yönünde köklü ve tutarlı atılımlar yapmıştı. Bu durum dolaysız olarak siyasal hayatta parlamentonun devlet yapısı içinde ağırlık kazanması sonucunu beraberinde getirdi. Rusya ve Osmanlı’da devrimlerden sonra meydana gelen anayasal düzenlemelerin mahiyeti imparatorlukların yıkılmasına dek siyasal hayatın gidişatına damgasını vurmuştu. Rusya’daki çar yörüngesinde olacak şekilde kurgulanan yeni siyasal rejim, parlamenter hayatta katı sınırlamalar ve istikrarsızlıkları da beraberinde getirdi. Devrimin hemen akabinde siyasetin sağ kulvarında kurulan bir çok parti, zaten var olan sosyalist partilerle 353

Eroğul, 1997, s: 191

birlikte ülkenin siyasal hayatına çeşitlilik getirmişti. İlk seçimlerden en başarılı parti olarak çıkan Anayasal Demokratlar’ın (Kadetler) yanısıra daha muhafazakar Otokrat Parti ile sağın en öne çıkan oluşumları oldular. Mülksüzlerin, şehirlilerin, işçilerin ve azınlıkların temsilini kısıtlayan seçim sistemine karşı tavır alan Sosyal-Demokratlar, bu yarı-parlamenter siyasal hayata katılmak yönünde ikilemler yaşadılar. Yurt çapındaki örgütlenmeleri sınırlı olduğu için ilk Duma seçimlerine sadece güçlü oldukları Transkafkasya bölgesinde dahil oldular. Kendisine zorla kabul ettirilmiş olan parlamenter rejimi başından beri hazmedemeyen Çar II. Nikola, yeni siyasal hayatı soysuzlaştırmak ve içini boşaltmak için elinden geleni yaptı. İlk Duma’yı muhalefetinden dolayı beğenmeyip dağıtırken parlamenter rejimi yıkmak için değil yerine daha uysal bir yapı arz edenin gelmesine yol açmak istiyordu. II. Duma, hesaplarının aksine daha dikkafalı bir tutum gösterince dört ay sonra onu da dağıttı. Seçim sisteminde yapılan değişikliklerle, 1907 yılında oluşturulan III. Duma’yı kendisine itaatkar bularak, normal süresini doldurmasını engelleyemedi. III. Duma gibi muhafazakar oktobristlerin çoğunlukta olduğu IV. Duma’da varlığını çarlığın yıkıldığı 1917 yılına kadar sürdürebildi. Sonuç olarak II. Nikola, tüm siyasal sistemi kendi çeperinde döndürürken, halkta oluşan hayalkırıklığı çarlığı yerle bir edecek dönüşümlere taban hazırlamaktaydı. Rusya’dakinin aksine 1908 Devrimi Osmanlı’da güçlü bir parlamenter rejimin temellerini atmıştı. Devrimin arkasında askeri bir gücün duruyor olması saltanat makamının özgür hareket yetisini kısıtlamıştı. Rusya’da ise devrim ittifaka geçen birbirlerinden farklı siyasal ve toplumsal güçlerin bileşimi sayesinde kazanılmıştı. Devrimin ertesinde ittifak dağılınca Çar’ı dengeleyecek ya da denetleyecek güçte bir örgüt ya da oluşum ortaya çıkamadı. Osmanlı’da ise İttihatçı subaylar tam tersine oldukça birlik içinde ve istikrarlı bir bütün oluşturarak, 1912’ye dek sahnenin gerisinden takip ettiler. Kendilerine rakip olacak bir siyasal partinin ortaya çıkamamasının da bu birlikte rolü büyüktü. Ancak I. Balkan Savaşı’nın imparatorluğun çözülmesini daha da derine çektiği ortamda iktidarı tamamen

ellerine aldılar. II. Dünya Savaşı döneminde ise İngiliz ve Fransız denetimi ortadan kalkınca hedeflerini gerçekleştirmek için özgür bir hareket sahası önlerinde açıldı. Bu dönemde tam bir ittihatçı diktatörlüğü söz konusuydu ve bu durum savaştaki yenilgiye kadar sürdü. Tüccar ve büyük toprak sahibi kesimle işbirliğine giren İttihatçılar, köylünün durumunda hiç bir iyileştirme sağlayamayınca yeni rejim halkta, Rusya’dakine benzer bir hayalkırıklığı yarattı. Savaştaki yenilgi sonrasında ülke itilaf güçlerinin işgaline uğrarken, ulusal bir bağımsızlık savaşı başlatmaya çalışan Mustafa Kemal’in köylü kitlelerinden destek almakta zorlanması da bu hayalkırıklığının sonucuydu. I. Dünya Savaşı Avrupa’daki imparatorluk yönetimlerinin sonunu hazırlamıştı. Rus ve Osmanlı imparatorluklarının yerine kurulan cumhuriyet yönetimlerinin siyasal rejimlerinin belirlenmesinde 1905 ve 1908’de olan devrimlerin köklü etkileri söz konusudur. 1905’te Rusya’da olan bitenler 1917 Devrimi’nin bir nevi provasıydı. 1905’te dünya tarihinde ilk kez devrim yapan işçi sınıfı, başarısından herhangi bir kazanç çıkartamamıştı. Savaş çarlığın gücünü en aşağı seviyeye çekerken, II. Nikola’yı 1917 yılının Şubat ayında tahttan indiren Duma’daki liberallerdi. Ancak bunların yanlış hesapları ve kitlesel destekten yoksunluğu, işçi-köylü ittifakını yaratmayı başaran Lenin’in önderliğindeki Bolşevikleri iktidara taşıdı. Bolşevikler, dünyanın ilk sosyalist rejimini Rusya’da kurmayı başaracakları devrime imza atarken, arkalarındaki işçi kitlesi ilk siyasal deneyimini 1905 yılındaki Ekim Grevi esnasında kazanmıştı. Grev sırasında vücuda getirilen sovyetler yeni rejimin kurucu öğeleri

olmuş

ve

yeni

cumhuriyet,

Sovyetler

Birliği

adını

almıştır.

Osmanlı

İmparatorluğu’nda ise 1908’de devrim yapan Batılı zihniyetteki subay kesimi, I. Dünya Savaşı’ndaki yenilgi sonucu itilaf güçlerince ülkenin parçalandığı ve yönetimdeki padişahın ve kadrosunun durumu tersine çevirmekte aciz kaldığı ortamda bir kez daha liderlik rolüne soyundular. Kendisi de bir zamanlar İttihatçı bir subay olan Mustafa Kemal, Osmanlı’nın enkazından Türk unsuruna dayanan bir ulus-devlet yaratmak için örgütlenmeye giriştiği

bağımsızlık savaşında İttihatçı örgütün eski mensuplarının büyük desteğini aldı. 1908’de parlamenter rejimi ülkede yeniden tesis eden askerler, 1923’te tarih sahnesine çıkan Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulması aşamasında öncü rol oynadılar. I. Dünya Savaşı’na dek Türkçülük düşüncesini hiç bir zaman tamamıyla açığa vuramayan İttihatçıların aksine yeni cumhuriyetin yönetici kadroları Türk unsuruna dayanan bir ulus-devletin temellerini attılar. İttihatçılar’ın bir nevi mirasçısı olan Mustafa Kemal’in kurduğu Halk Partisi kadroları, pozitivist düşünceyi devralarak toplumu yukarıdan dönüştürmek için yönetimde tekelci bir tutuma meyletmişlerdir.

SONUÇ Bu tez çalışmasında 1905 Rus ve 1908 Jön Türk Devrimlerinin meydana gelme koşulları, Rus ve Osmanlı İmparatorluklarının 19.yüzyılda geçirdikleri modernleşme süreci çerçevesinde incelenmeye çalışılmıştır. Batı’nın gelişmiş sosyo-ekonomik ve askeri sistemi karşısında ayakta kalabilmek hedefiyle Rus ve Osmanlı İmparatorluklarında dar bir yönetici elit grubunun başlattığı sistematik modernleşme hareketleri, tam bir açmazlar ve çelişkiler yumağı olarak gelişmiştir. Bu ülkelerin yönetici elitlerinin kendi siyasal statü ve önder pozisyonlarını kaybetmeyecekleri modernleşme tarzlarını topluma dayatmış olmaları süreci

daha çelişkili ve tutarsız kılmıştı.19.yüzyılda Avrupa’da gericiliğin kalesi olan Rusya,otokrat yönetim geleneklerinden hiçbir şekilde taviz vermeye yanaşmazken, toplumun aydın kesiminden gelen çoğulcu yönetim talepleri toplumun bu yönde bir gelişmeye hazır olmadığı öne sürülerek sürekli geri çevrildi. .Burjuvazinin zayıf ve iktidara bağımlı olduğu ülkede, 1890’lardaki sanayileşme atağının bir çırpıda yarattığı Rus proleteryası,1905 burjuvademokrat olarak nitelenecek devrimi,tüm toplum katmanlarını arkasına alarak grev gibi tamamen

kendine

özgü

başkaldırı

yöntemi

ile

vücuda

getirdi.

Oysa

Osmanlı

İmparatorluğu’nda sosyo-ekonomik alandaki gelişmişlik, siyasal alandaki modernleşmenin oldukça gerisinde kalmış olmasından dolayı Batı’nın kuruımlarını adapte etmek şeklinde gelişen modernleşme süreci çerçevesinde kazanılan çağdaş vatandaşlık hakları, kitleler tarafından sahiplenilememişti. Bu durumda 19.yüzyılın son çeyreğinde saltanat süren ve bu yüzyıldaki siyasal modenleşme sürecine otokrat nitelikteki rejimiyle ket vuran II. Abdülhamit yönetiminin dize getirilmesi görevini, milli bir burjuva sınıfının olmadığı ortamda, kendileri de yönetici sınıf içinde yeralan ancak hakim düzenin aleyhlerine işlediği genç subay takımı üzerine almıştır .Aydınların yarattığı muhalif örgütü sahiplenen batılı zihniyetteki bu subaylar, onu demir yumruklarıyla iktidara taşımışlardır 1905 ve 1908 Devrimleri, mevcut otokrat yönetim sistemlerini dize getirerek Rus ve Osmanlı İmparatorluklarında anayasal monarşi sistemlerinin yapılandırılmasına yol açmaları çerçevesinde bu ülkelerin tarihsel evrimlerinde ileriye doğru atılmış dev adımlar olmuştur. Ancak burjuva sınıflarının arka planda kaldığı bu devrimlerin itici güçleri Rusya’da proletarya Osmanlı’da ise aydın ve subaylar olmuştur.. 1905 Rus Devrimi Lenin’in de işaret ettiği üzere “proletaryanın araçlarıyla kazanılan bir burjuva devrimi”ydi. Ve 1917’de aynı sınıf yarım bıraktığı işi tamamlayarak dünyanın ilk sosyalist devleti olan Sovyetler Birliğini yaratacaklardı. 1923’te kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nin siyasal rejiminin arkasında yatan ideoloji Jön Türk aydınlarının

mirasından büyük ölçüde beslenirken 1908’de devrimi

gerçekleştiren askeri unsur, yine lider pozisyonuna geçerek yeni cumhuriyete damgasını vurmuştur.

TEZ ÖZETİ Rus Çarlığı’nda 1905 ve Osmanlı İmparatorluğu’nda 1908 yıllarında meydana gelen devrimler bu devletlerin mutlakçı yönetim sistemlerinin meşruti monarşiye dönüştürülmesi sonucunu doğurmuşlardır. Rusya’da 17.yüzyılın sonlarında, Osmanlı’da ise 19.yüzyılda başlatılan sistematik Batılılaşma süreci, modern toplumsal sınıfların gelişimini de beraberinde getirmiştir. Geleneksel kalmakta direnen siyasal sistemi kendi çıkarları için engel gören bu sınıflar, dar bir elit grubun çevresinde sıkışmış olan sisyasal yaşamda kendileri için de söz hakkı talep etmeleri söz konusu devrimlere yol açmıştır. Rusya’da 1890’larda girişilen hızlı sanayileşme hamlesinin bir çırpıda genişlettiği işçi sınıfı, 9 Ocak 1905 tarihinde Çar II. Nikola’nın güvenlik güçlerince yapılan işçi katliamı sonrasında siyasallaşarak, otokrasi karşıtı ayaklanmada lider konumunu almıştır. İşçilerin tüm toplumu peşinden sürüklediği ortamda gerçekleşen 1905 Devrimi çok sayıda siyasal ve kitlesel örgütlerin geçici ittifakı sayesinde gerçekleşmiştir. Osmanlı’daki 1908 Devrimi ise baştan sona İttihak ve Terakki Örgütü tarafından yönlendirilmiştir. 1876’da bürokratik bir karar olarak adapte edilen meşruti rejimi rafa kaldıran II. Abdülhamit’in otokrat eğilimli rejimine karşı aydınların önderlik ettiği İttihat ve Terakki Cemiyeti hakim düzenden memnun olmayan Batılı zihniyetteki subaylar arasında da yayılmıştır. Makedonya’da askerlerce başlatılan ayaklanmanın karşısında duramayan iktidar meşruti rejimi yeniden tesis etmek zorunda bırakılmıştır. Burjuva-demokratik olarak nitelendirilen 1905 Rus ve 1908 Jön Türk Devrimleri, Rus ve Osmanlı siyasal yaşamında yeni açılımlar sağlayarak bu imparatorlukların yıkılışının ardından kurulan yeni rejimler için hazırlayıcı safhalar olmuşlardır.

SUMMARY The Russian Revolution of 1905 and The Jeune Turc Revolution in the Ottoman Empire were resulted in transformation of these absolute monarchies into the constitutional ones. The sistematic Westernisation process, beginning in the end of the 17th century in the Russian Tsardom and 19th century in the Ottoman Empire, brought development of modern social classes within. These classes, which saw these political sistems resisting to remain traditional as an obstacle for their interests, raised their demand of a voice in political life which was locked in narrow bureucratic groups and created these revolutions. The working class, which was enlarged rapidly by the industrialization attack of 1890’s, became politicised after the frustration created by the worker massacre taken by the Czar’s security forces on 9 January 1905 and took the position of leadership in the anti-Czarist uprising. The 1905 Revolution, holding attention of many social classes to follow the workers, was realized by the temporary alliance of many political and mass organizations. In contrary, the Jeune Turc Revolution of 1908 was directed by a single organisation, the Commitee of Union and Progress (CUP), from its very beginning till the end. CUP, leaded by the intellectuals opposing the autocratic rule of Abdülhamit the Second who had desolved constitutional regime adopted as a bureuctaric desicion in 1876, was gradualy spreaded among the military officers unsattisified with his order. The authority couldn’t resist the uprising headed by the latter and was forced to re establish the constitutional regime. The Revolutions of 1905 and 1908, which are classified as bourgeois-democratic, provided new opennings for Russian and Ottoman political lives and became preparatory stages for the new regimes established on the ruins of these empires.

KAYNAKÇA 1. ADANIR, F., “Osmanlı İmparatorluğu’nda Ulusal Sorun İle Sosyalizmin Oluşması ve Gelişmesi: Makedonya Örneği”, Osmanlı İmparatorluğu’nda Sosyalizm ve

Milliyetçilik (1876-1923) içinde, der: M. Tuncay & E.J. Zurcher, İstanbul, İletişim Yayınları, 2000 2. AHMAD, F., Modern Türkiye’nin Oluşumu, İstanbul, 1995 3. AHMAD, F., “Vanguard of a Nascent Bourgeoisie: The Social and Economic Policy of Young Turks”, Social and Economic History of Turkey, içinde, der: O. Okyar&H. İnalcık, Ankara, Meteksan Yayınları,1980 4. AHMAD, F, “Osmanlı İmparatorluğu’nun Son Dönemlerinde Milliyetçilik ve Sosyalizm Üzerine Düşünceler”, Osmanlı İmparatorluğu’nda Sosyalizm ve Milliyetçilik içinde, der: M.Tuncay & E.J. Zurcher, İstanbul, İletişim Yayınları, 2000 5. AKŞİN, S., “Düşünce ve Bilim Tarihi (1839-1908)”, Türkiye Tarihi, III. Cilt, içinde, der: S. Akşin, Ankara, Cem Yayınevi, 1988 6. AKŞİN, S., Türkiye’nin Yakın Tarihi, Ankara, İmaj Yayıncılık, 1996 7. AKŞİN, S., Jön Türkler ve İttihat Terakki, Ankara, İmge Kitabevi, 1998 8. ARICANLI, T., 19. Yüzyılda Anadolu’da Mülkiyet, Toprak ve Emek, Osmanlı’da Toprak Mülkiyeti ve Ticari Tarım içinde, der: Ç. Keyder & F. Tabak, İstanbul, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 1998 9. ASCHER, A., The Revolution Of 1905 (Russia In Disarray), Stanford & California, Stanford University Press, 1988 10. BARKAN, Ö.L., Türkiye’de “Servaj” Var Mıydı?, Türkiye’de Toprak Meselesi (Toplu Eserler I), İstanbul, Gözlem Yayınları, 1980, s: 723 11. BARON, S.H., “Pleakhanov And The Revolution Of 1905”, Essays In Russian And Soviet History (In Honour Of Geroid Tanquary Robinson), içinde, Der: John Shelton Curtiss, New York, Columbia University Press, 1963 12. BERKES, N., Türkiye’de Çağdaşlaşma, Ankara, Bilgi Yayınevi, 1973 13. BERMAN, M., Katı Olan Her Şey Buharlaşıyor, İstanbul, İletişim Yayınları, 1999

14. BISSONETTE, G. A. A., “Peter The Great And The Church As An Educational Institution”, Essays In Russian And Soviet History (In Honour Of Geroid Tanquary Robinson), Der John Stelthon Curtiss, New York, Colombia University Press, 1963 15. BLACK, C.E., Çağdaşlaşmanın İtici Güçleri, Ankara, İş Bankası Kültür Yayınları 16. BORATAV, K., Türkiye İktisat Tarihi, 1908-1985, İstanbul, Gerçek Yayınevi, 1988 17. CHARQUES, R., Twilight Of Imperial Russia, London, Oxford University Press, 1965 18. CHERNUKHA, V.G. & ANAN’ICH, B.V., “Russia Falls Back, Russia Catches Up: Three Generations Of Reformers”, Reform In Modern Russian History (Progress Or Cycle), Der: T. Taranovski, New York, Woodrow Wilson Center Press & Cambridge University Press, 1995 19. COQUIN, E. X., 1917 Rus Devrimi, İstanbul, İzlem Yayınları, 1966 20. DANILOV, A. A., The History of Russia, New York, Heron Press, 1996 21. DUMONT, P., Yahudi, Sosyalist ve Osmanlı Bir Örgüt: Selanik İşçi Federasyonu, Osmanlı İmparatorluğu’nda Sosyalizm ve Milliyetçilik, 1876-1923, der: M. Tunçay & E. J. Zürcher, İstanbul, İletişim Yayınları, 2000 22. ELDEM, V., Osmanlı İmparatorluğu’nun İktisadi Şartları Hakkında Bir Tetkik, Ankara, Türk Tarih Kurumu Yayınları, 1994 23. EMİROĞLU, K., Anadolu’da Devrim Günleri (II. Meşrutiyet’in İlanı), Ankara, İmge Kitabevi, 1999 24. EROĞUL, C., Anatüzeye Giriş, Ankara, İmaj Yayıncılık, 1997 25. GÖÇEK, F. M., Burjuvazinin Yükselişi, İmparatorluğun.Çöküşü (Osmanlı Batılılaşması ve Toplumsal Değişme), Ankara, Ayraç Yayınevi, 1999

26. HANİOĞLU, M.Ş., Bir Siyasal Örgüt Olarak “Osmanlı İttihat ve Terakki Cemiyeti ve Jön Türklük”, 1889-1902, İstanbul, İletişim Yayınları 27. HOBSBAWM, E., İmparatorluk Çağı, 1875-1014, Ankara, Dost Kitabevi, 1999 28. İNALCIK, H., “The Nature Of Traditional Society In Turkey” Political Modernization In Japan&Turkey içinde, der: Robert E. Ward&Dankwart A. Rostow, New Jersey, Princeton University Press, 1964 29. İNALCIK, H., The Ottoman Empire (The Classical Age 1300-1600), New York, Praeger Publishers, 1975

30. İNALCIK, H., “Çiftliklerin Doğuşu”, Osmanlı’da Toprak Mülkiyeti ve Ticari Tarım içinde, der: Ç. Keyder & F. Tabak, İstanbul, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 1998 31. İSLAMOĞLU, H. & KEYDER, Ç., “The Ottoman Social Formation”, The Asiatic Mode of Production , Science and Politics içinde, der: Anne M. Bailey & Joseph R. Liobena, London, Routledge and Kegan Paul, 1981 32. KANSU, A., 1908 Devrimi, İstanbul, İletişim Yayınları, 1995 33. KARAKIŞLA, Y.S., “Osmanlı Sanayi İşçisi Sınıfının Doğuşu, 1839-1923”, Osmanlı’dan Cumhuriyet Türkiyesi’ne İşçiler, 1839-1950 içinde, der: D. Quataert & E.J.Zurcher, İstanbul, İletişim Yayınları, 1998 34. KARAL, E.Z., Osmanlı Tarihi, IV. Cilt, Ankara, Türk Tarih Kurumu Yayınları, 1995 35. KARPAT, K. H., “Mass Media in Turkey”, Political Modernization in Japan & Turkey içinde, der: Robert E. Ward&Dankwart A. Rustow, New Jersey, Princeton University Press, 1964

36. KARPAT, K. H., “The Transformation of the Ottoman State, 1789-1908”, Int. Middle East Studies 3,1972 37. KARPAT, K. H., “Structural Change, Historical Stages Of Modernization And The Role Of Social Groups In Turkish Politics”, Social Change And Politics In Turkey: A Structural-Historical Analysis, der: Kemal H. Karpat, Leiden, E.J.Brill, 1973 38. KARS, H. Z., 1908 Devrimi’nin Halk Dinamiği, İstanbul, Kaynak Yayınları, 1997 39. KEYDER, Ç., Türkiye’de Devlet ve Sınıflar, İstanbul, İletişim Yayınları, 1999 40. KOENIGSBERGER, H. G., Medieval Europe, 400-1500, London, 1991 41. LENIN, V. I., Ne Yapmalı? (Hareketimizin Canalıcı Sorunları), Ankara, Sol Yayınları, 1998 42. LIEBMAN, M., Rus İhtilali (Bolşevik Başarısının Kaynakları, Gelişmesi ve Anlamı), İstanbul, Varlık Yayınevi, 1968 43. MC KENZIE, K.E., “Lenin’s Revolutionary Democratic Dictatorship of the Proletariat and Peasantry”, Essays in Russian and Soviet Historiography (In Honour of Geroid Tanquary Robinson), Der: J. Shelton Curtiss, New York, Columbia University Press, 1963 44. MARDİN, Ş., Cumhuriyet Dönemi Türkiye Ansiklopedisi (I. Cilt) içinde “Batılılaşma” Maddesi, İstanbul, İletişim Yayınları 45. MARKS, K. & ENGELS, F., Komünist Parti Manifestosu, İstanbul, İnter Yayınları, 1998 46. MELOTTI, U., Marx And The Third World, Stokholm, The MacMillan Press, 1982 47. MİNASSİAN, A. T., “1876-1923 Döneminde Osmanlı İmparatorluğu’nda Sosyalist Hareketin Doğuşunda ve Gelişmesinde Ermeni Topluluğunun Rolü”, Osmanlı İmparatorluğu’nda Sosyalizm ve Milliyetçilik (1876-1923), İstanbul, İletişim Yayınları, 2000

48. MOSSE, W.E., Economic History of Russia (1856-1914), London & New York, I.B.TAURIS, 1996 49. ORTAYLI, İ., İmparatorluğun En Uzun Yüzyılı, İstanbul, İletişim Yayınları, 1999 50. ORTAYLI, İ., “19. Yüzyılda Panizlavizm ve Osmanlı Hilafeti”, Osmanlı İmparatorluğu’nda İktisadi ve Sosyal Değişim (Makaleler I), Ankara, Turhan Kitabevi Yayınları, 2000 51. ORTAYLI, İ., Tanzimattan Cumhuriyet’e Türkiye Ansiklopedisi (I. Cilt) içinde “Batılılaşma” maddesi, İstanbul, İletişim Yayınları 52. PAMUK, Ş., “Commodity Production for World-Markets and Relations of Pruduction In Ottoman Agriculture, 1840-1913”, The Ottoman Empire And The World Economy içinde, der: Nuri İslamoğlu-İnan, Cambridge University Press, 1987 53. POKROVSKII, M. N., “Bureaucracy In Russia”, Russia In World History (Selected Essays By M.N. Pokrovskii), Der: R. Szporluk, Michigan, The University Of Michigan Press, 1970a 54. POKROVSKII, M. N., “Tsarism And 1917 Revolution”, Russia In World History (Selected Essays By M.N. Pokrovskii), Der: Roman Szporluk, Michigan, The University Of Michigan Press, 1970b 55. POKROVSKII, M. N., “Bourgeoisie In Russia”, Russia In World History (Selected Essays By M.N. Pokrovskii), Der: Roman Szporluk, Michigan, The University Of Michigan Press, 1970c 56. PRENS SABAHATTİN, Görüşlerim, Der: Ahmet Zeki İzgöer, İstanbul, Buruc Yayınları, 1999 57. QUATAERT, D., “Selanik’te İşçiler, 1850-1912”, Osmanlı’dan Cumhuriyet Türkiyesi’ne İşçiler, 1839-1950 içinde, der: D. Quataert & E.J. Zurcher, İstanbul, İletişim Yayınları, 1998

58. ROBINSON, G. T., Rural Russia Under The Old Regime (A History Of The Landlord-Peasent World And A Prologue To The Peasent Revolution Of 1917), New York, Green & Company, 1932 59. ROGGER, H., Russia In The Age Of Modernization And Revolution (1881-1917), London & New York, Longman Inc.,1983 60. ROGGER, H., The Formation of the Russian Right, 1900-1906, California Slavic Studies, Vol III 61. ROSENBERG, A., Bolşevizm Tarihi, İstanbul, e Yayınları, 1969 62. SCHWARZ, S.M., The Russian Revolution Of 1905 (The Worker’s Movement And The Formation Of Bolshevism And Menshevism), Chicago, The University Of Chicago Press, 1969 63. SETON-WATSON, H., The Russian Empire (1801-1917), London, Oxford University Press, 1967 64. SHAW, S., History Of The Ottoman Empire and Modern Turkey (Vol I: Empire Of The Gazis: The Rise And Decline Of The Ottoman Empire, 1280-1808), Cambridge, London, New York, Cambridge University Press, 1978 65. SUGAR, P., “Economic and Political Modernization In Turkey”, Political Modernization in Turkey & Japan içinde, der: R.E.Ward&A. Rustow, New Jersey, Princeton University Press, 1966 66. TEKELİ, İ & İLKİN, S., “İttihat ve Terakki Hareketinin Oluşumunda Selanik’in Toplumsal Yapısının Belirleyiciliği”, The Social and Economic History of Turkey (1071-1920) içinde, Der: O. Okyar & H. İnalcık, Ankara, Meteksan Yayınları, 1980 67. THOMSON, D., Europe Since Napoleon, New York, Alfred A. Knopf, Inc., 1982 68. TİMUR, T., Osmanlı Kimliği, İstanbul, Hil Yayınları, 1994 69. TİMUR, T., Osmanlı Toplumsal Düzeni, Ankara, İmge Kitabevi, 2001

70. TİMUR, T., Tanzimattan Cumhuriyete Türkiye Ansiklopedisi (I. Cilt) içinde “Batılılaşma” Maddesi, İstanbul, İletişim Yayınları 71. TİMUR, T., Tanzimatçı “Merkeziyetçilik”ten “Jakoben” Cumhuriyete, Sürüden Ayrılanlar (Siyasal İktidar Aydın Tarih ve Özgürlük), Ankara, İmge Kitabevi, 2000 72. TOPRAK, Z., İktisat Tarihi , Türkiye Tarihi (Osmanlı Devleti, 1600-1908), IV. Cilt, Der. Sina Akşin, Ankara, Cem Yayınevi, 1988 73. TROÇKİ, L., 1905, İstanbul, Tarih Bilinci Yayınları, 2000 74. TROTSKY, L., My Life, New York, Penguin Books, 1979 75. TUNÇAY, M., Osmanlı İmparatorluğu’nda Sosyalizm ve Milliyetçilik, 1876-1923, der: M. Tunçay & E. J. Zürcher, İstanbul, İletişim Yayınları, 2000 76. VATTER, S., “Şam’ın Militan Tekstil Dokumacıları: Ücretli Zanaatkarlar ve Osmanlı İşçi Hareketleri, 1850-1914”, Osmanlı’dan Cumhuriyet Türkiyesi’ne İşçiler, 18391990 içinde, der: D. Quartaert & E. J. Zürcher, İstanbul, İletişim Yayınları, 1998 77. VOLINE, Rus Devrimleri, İstanbul, Babil Yayınları, 2000 78. VON LAUE, T. H., Russian Labor Between Field And Factory (1892-1903), California Slavic Studies, Vol:III, 1964 79. WALKIN, J., The Rise Of Democracy In Pre-Revolutionary Russia, New York, Frederick A. Praeger, Inc, 1962 80. WOLFE, B.D., Devrim Yapan Üç Adam, Ankara, Türk Siyasi İlimler Derneği Yayınları, 1969 81. YALIMOV, İ., “1876-1923 Döneminde Türkiye’de Bulgar Azınlığı ve Sosyalist Hareketin Gelişmesi”, Osmanlı İmparatorluğu’nda Sosyalizm ve Milliyetçilik içinde, der: M. Tuncay&E.J. Zurcher, İstanbul, İletişim Yayınları, 2000

82. ZAKHAROVA, L. G., From Reform ‘From Above’ To Revolution ‘From Below’, Reform In Modern Russian History (Progress Or Cycle), Der: Theodore Taranovski, New York, Woodrow Wilson Center & Cambridge University Press, 1995 83. ZURCHER, E. J., Turkey (A Modern History), London&New York- I.B. TAURIS, 1994

TEZ ÖZETİ Atalı, Esra, 1905 Rus Devrimi İle 1908 Jön Türk Devrimi’nin Karşılaştırmalı İncelemesi, Yüksek Lisans Tezi, Danışman; Prof. Dr. Taner Timur, 276s. Rus Çarlığı’nda 1905 ve Osmanlı İmparatorluğu’nda 1908 yıllarında meydana gelen devrimler bu devletlerin mutlakıyete dayanan yönetim sistemlerinin meşruti monarşiye dönüştürülmesi sonucunu doğurmuşlardır. Rusya’da 17. yüzyılın sonlarında, Osmanlı İmparatorluğu’nda ise 19. yüzyılda başlatılan sistemli Batılılaşma süreci, modern toplumsal sınıfların gelişimlerini de beraberinde getirmiştir. Geleneksel kalmakta direnen siyasal sistemi kendi çıkarları için engel gören bu sınıflar, dar bir elit grubun çevresinde sıkışmış olan sisyasal yaşamda kendileri için de söz hakkı talep etmeleri söz konusu devrimlere yol açmıştır. Rusya’da 1890’larda girişilen hızlı sanayileşme hamlesinin bir çırpıda genişlettiği işçi sınıfı, 9 Ocak 1905 tarihinde Çar II. Nikola’nın güvenlik güçlerince yapılan işçi katliamı sonrasında siyasallaşarak, otokrasi karşıtı ayaklanmada lider konumunu almıştır. 1905 Devrimi, çok sayıda siyasal ve kitlesel örgütlerin geçici ittifakı sayesinde gerçekleşmiştir. Osmanlı’daki 1908 Devrimi ise baştan sona İttihak ve Terakki Örgütü tarafından yönlendirilmiştir. 1876’da bürokratik bir karar olarak tesis edilen meşruti rejimi rafa kaldıran II. Abdülhamit’in otokrat eğilimli rejimine karşı aydınların önderlik ettiği İttihat ve Terakki Cemiyeti, hakim düzenden memnun olmayan Batılı zihniyetteki subaylar ve memurları da kendine çekmiştir. Makedonya’da askerlerce başlatılan ayaklanmanın karşısında duramayan iktidar meşrutiyeti yeniden ilan etmek zorunda bırakılmıştır. Burjuva-demokratik olarak nitelendirilen 1905 Rus ve 1908 Jön Türk Devrimleri, Rus ve Osmanlı siyasal yaşamında yeni açılımlar sağlayarak bu imparatorlukların yıkılışının ardından kurulan yeni rejimler için hazırlayıcı safhalar olmuşlardır.

SUMMARY Atalı, Esra, The Comparative Analysis of The 1905 Russian Revolution and The 1908 Jeune Turc Revolution, Master’s Thesis, Advisor: Prof. Dr. Taner Timur, 276p. The Russian Revolution of 1905 and The Jeune Turc Revolution in the Ottoman Empire were resulted in transformation of these absolute monarchies into the constitutional ones. The systematic Westernisation process, beginning in the end of the 17th century in the Russian Tsardom and in the beginning of 19th century in the Ottoman Empire, brought development of modern social classes within. These classes, which saw these political systems resisting to remain traditional as an obstacle for their interests, raised their demand of a voice in political life which was locked in narrow bureucratic groups and created these revolutions. The working class, which was enlarged rapidly by the industrialization attack of 1890’s, became politicised after the frustration created by the worker massacre taken by the Czar’s security forces on 9 January 1905 and took the position of leadership in the anti-Czarist uprising. The 1905 Revolution was realized by the temporary alliance of many political and mass organizations. In contrary, the Jeune Turc Revolution of 1908 was directed by a single organisation, the Commitee of Union and Progress (CUP), from its very beginning till the end. CUP, leaded by the intellectuals opposing the autocratic rule of Abdülhamit the Second who had desolved constitutional regime adopted as a bureuctaric desicion in 1876, was gradualy spreaded among the military and civil officers unsattisified with his order. The authority couldn’t resist the uprising headed by the latter and was forced to re-establish the constitutional regime. The Revolutions of 1905 and 1908, which are classified as bourgeois-democratic, provided new opennings for Russian and Ottoman political lives and became preparatory stages for the new regimes established on the ruins of these empires.

Related Documents

1905 Vs 1908
May 2020 1
1908
April 2020 8
1905
December 2019 11
1905
April 2020 10
1905-a
April 2020 0