Başyazı
Sebahaddin ATEŞ
100 YÜZE/ GÖNÜL GÖNÜLE Allah(c.c)’a şükürler olsun! Hamd ancak O’na mahsustur… Âlemlerin Efendisi Hz. Muhammed (s.a.v)’e Rabbimizin ilmi adedince salatü selâm! O sevgililer sevgilisi vefalı dosttur… Dergimizin 100. sayısında siz değerli okuyucularımızla buluşma ihsanını bizlere bahşetti. Ne güzel bir tevafuk ki, bu sayımızda şükür konusunda birbirinden güzel yazılarla sayfalarımızı bezetti. Cenab-ı Hakk’ın vermiş olduğu bu nimetin bir nevi şükrânesi oldu 100. sayımız. Bu şevk ve bu heyecanla geçti her ayımız. 15 yıldır satırlarında hakikati anlatan o güzel yayın çizgimizle “Somuncu Baba”mıza layık bir ekmek sıcaklığında bu güzel nimet oldu gönül payımız. 1994 yılının Haziran ayından itibaren her geçen gün zenginleşti bir gül yaprakları misali açtı dergimiz. Bazen hüsn-i hat, bazen fotoğraf, bazen ebru olarak görücüye çıktı sergimiz. Okudukça o güzel yazıları arttı görgümüz, böylece meydana çıktı güzel farkımız. Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi’nin muhabbetiyle deveran etti çarkımız… Geceler gündüzleri takip ettikçe yıllar yılları devirdikçe gül güzelliğinde güzel rayihalar etrafa saçıldı. Önce üç aylık, sonra iki ayda bir iken yayın periyodu, Haziran 2005’ten beri kültür dünyamızın gülşeninde “Somuncu Baba”nın solmayan gülü her ay açıldı. Beğenildi, takdir edildi, okundu, emsallerinden seçildi… Dergimizi kurma fikrini bizlere aşılayan, her zaman ileri görüşleriyle bizleri destekleyen, Vakıf Mütevelli Heyet Başkanımız H. Hamidettin Ateş Efendi’ye binlerce teşekkürler… Dergimizi kurup, yıllarca yaşatan sonra bizlere emanet eden, kendi bekâ âlemine giden, kurucumuz Ahmet Şemsettin Ateş Efendi’ye binlerce rahmet… İlk sayımızdan itibaren emek veren, yazılarıyla dergimizi destekleyen kıymetli kalem ehline binlerce şükran… Dünya ve ahiret saadetine vasıl olsun her türlü desteği veren ahbab-ı yâran… Sevgili okuyucularımız sağ olsunlar yıllardır bizimle oldular her an… Bundan sonra da beraberce hak bildiğimiz yolda birlikte yürümeyi nasib eylesin Yüce Rahman… Özel ekimiz ve 1. sayıdan itibaren 100. sayıya kadarki dergilerimizin pdf ortamında cd’si siz değerli okuyucularımıza hediye olarak bu vesileyle sunulmakta armağan… 100. sayı coşkumuzu da, tüm İslâm âleminin üzüntüsünü de kalbimizin bir köşesinde taşıyoruz. Kutsal şehir Kudüs yakınlarında yüreği parçalanan Gazze’li kardeşlerimize yardımcı olsun ulu Yezdan… Dualarımız, gözyaşlarımız, yardımlarımız onlarla birlikte, kalbimiz onlardan ayrı değil bir an… Onun için şairlerimizin Gazze şiirleriyle nakışlandı dergimiz sayfa sayfa… Birlik için, dirlik için, kardeşlik için sesimiz yükseliyor sayha sayha… Okunsun daha yıllar boyunca nice 100. sayımız… Okuyucularımız artsın ki böylece genişlesin gönül soframız, böylece çoğalsın dost sayımız…
Face to face / Heart to heart Thanks to Allah! Praise be only to Allah. And our blessings are to Muhammad (pbuh) the Prophet. Thanks to Allah who granted us to present the 100th volume of our issue. And what a nice coincidence that the theme of this volume is Gratitude. Our issue has become more and more better since June,1994. Our issue was at first published quarterly, then bimonthly; and since June,2005 it has been published as monthly. We would like to thank: To Hamid Hamidettin Ateş, the leader of board of trustees, who suggested us to start publishing this issue and has always supported us by his far-sighted opinions. Also to Ahmet Şemsettin Ateş, who formed the issue and entrusted to us after perpetuating for years. May Allah have mercy on him. And to the authors who have toiled since the first volume of the issue and supported us by their invaluable artciles. We have the excitement of the 100th volume but on the other hand our prays and tears are with our brothers and sisters living in Gaza. 1
100 AY L I K Đ L Đ M - K Ü LT Ü R V E E D E B Đ YAT D E R G Đ S Đ
Dergisi Hediyesi...
06
Nimet Sahibinin FarkÒnda Olmak: đükür
46
FiyatÒ: 7 YTL đ U B A T 2 0 0 9
Asya’nÒn Kubbeleri
SOMUNCU BABA / AYLIK İLİM - KÜLTÜR VE EDEBİYAT DERGİSİ Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi Vakfı’nın Yayın Organıdır Kurucusu A. Şemsettin ATEŞ Yaygın Süreli - ISSN: 1302-0803 YIL: 15 SAYI: 100 Şubat 2009 Basım Tarihi: 01 Şubat 2009
NİMETİN VE NİMET SAHİBİNİN FARKINDA OLMAK: ŞÜKÜR
Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi Vakfı Adına İmtiyaz Sahibi ve Genel Yayın Yönetmeni Sebahaddin ATEŞ Yazı İşleri Müdürü Hulûsi YAYLA Yayın Editörü Musa TEKTAŞ
06
Yapım ARTWORKS Genel Sanat Yönetmeni İlhan SOYLU
Ali AKPINAR “Her nimet bir sınav sorusudur. Nimete eren kimse, bu bilinçle o nimetin hakkını vermelidir. Çünkü nimet çoğu kimseyi şımartıp nankör yapmıştır. Nimetin asıl veriliş sebebi ise, onun asıl sahibini hatırlatıp O’na şükretmemizi sağlaması ve bizi O’na yaklaştırmasıdır.”
Sanat Yönetmeni Şenol GÜRSOY Tashih İbrahim ŞAHİN - Yusuf HALICI Arşiv Muharrem AKIN Abone Bekir Sıtkı CANPOLAT
Basım-Yayım-Dağıtım-Pazarlama VİSAN İktisadi İşletmesi
ASYA’NIN KUBBELERİ
Zaviye Mah. Hacı Hulûsi Efendi Cad. No:71 44700 Darende / MALATYA Tel: (422) 615 15 00 Fax: (422) 615 28 79 www.somuncubaba.net -
[email protected]
Resul KESENCELİ
Reklam Yusuf YILMAZ
Dağıtım Kültür Dergi Dağıtım CTP - Kalıp Çıkış Bizim Repro: (312) 341 10 20 Baskı & Üretim Kozan Ofset Büyük Sanayi 1. Cadde Arpacıoğlu 2 İşhanı 95/11 İstkitler / ANKARA Tel: (312) 384 20 03 Tek Sayı : 7 YTL - Kurum Abone : 120 YTL 1 Yıllık (12 Sayı) Abone : 70 YTL Avrupa 1 Yıllık Abone : 72 EURO Avrupa Tek Sayı Fiyat : 6 EURO Avrupa Harici Yurtdışı Abone : 102 USD Posta Çeki (Darende Postanesi) : 1361068 Ziraat Bankası (Darende Şubesi): 26798480-5001
KAYSERi (542) 411 02 53
46
Asya’nın kubbeleri deyince ilk önce aklımıza turkuaz çinili Buhara şehri geliyor. Özbekistan sınırları içinde bulunan tarihi şehir, Zerefşan Irmağının aşağı havzasındaki büyük vahada yer alır.
100. SAYI- Musa TEKTAŞ (10) EŞ-ŞEKÛR- Ramazan ALTINTAŞ (12) FİLİSTİN’E AĞIT- Ekrem KAFTAN (15) DİL, GÖNÜL VE BEDENİN ŞÜKRÜ- Kadir ÖZKÖSE (16) HAMD OLSUN- Mehmet AKKUŞ (20) HER HÂLÜKÂRDA ŞÜKRETMENİN ANLAMI ÜZERİNE - Metin ÖZDEMİR (28)
KONYA (506) 474 51 71
HURÂFELERLE KUŞATILMIŞ BİR HAYAT- Enbiya YILDIRIM (30) KAVGADAN SEVGİYE - Alim YILDIZ (37) BİRKAÇ KELİME BİRÇOK KELÂM-Hüseyin ÇALDAK (38) ÖZGÜRLÜĞE SİTAYİŞ- M. Nihat MALKOÇ (41) HAMD VE ŞÜKÜR MAKAMINDA- Mustafa ÖZÇELİK (42) GAZZE’DE YILBAŞI- Fazıl Ahmet BAHADIR (45) ŞÜKÜR PSİKOLOJİSİ- Mustafa Doğan KARACOŞKUN (52)
2
Şubat 2009
BİŞR B. AKRABE EL-FİLİSTİNÎ - Sahabe Albümü (56)
22
MEHMED EMİN TOKADÎ Yusuf HALICI
MİLLÎ MÜCADELE’NİN İLK MEHTER TAKIMI NASIL KURULDU?
KADİRŞİNASLIĞIN EN GÜZEL CEVABI: ŞÜKÜR
34
İsmail ÇOLAK Millî Mücadele Dönemi’nde, aydın, okumuş ve kültürlü nesiller ile dindar halk kesimlerinin bağımsızlık hareketine inanmaları çevrenin itibar ve güvenini kazanmış müderrisler mühim rol oynamıştır.
Abdullah KAHRAMAN Tarihin her devrinde şükür ve nankörlük insanlar arası ilişkilerde önemli bir yere sahip olmuştur.
ŞÜKRETMENİN ÖNEMİ
56
Reisülküttap makamının yazı işlerinde kâtiplik yaptığı sırada etrafında toplanan pek çok talebeye ders veren Tokadî hazretleri daha sonra hacca gitmek için bu görevinden ayrılmıştır.
Kevser BAKİ
70
Şükür; gelmiş olan bir nimete, dil ile fiilen veya kalben mukabele etmek ve nimetin sahibine saygı göstermektir.
KIRK HADİS (53) TANIDIM SENİ KATİL- BEYAZ GÖZYAŞI - Bestami YAZGAN (61) DİL EĞİTİMİ VE KİMLİK-Muhsin İlyas SUBAŞI (62) BÜLBÜL SAATİ- Raziye SAĞLAM (66) ACI SON - Ahmet Süreyya DURNA (71) ERTELEME KOLAYCILIĞIYLA SORUMLULUKTAN KAÇIŞ- Mukadder Arif YÜKSEL (72) ANADOLU TASAVVUF ÖNDERLERİ- Vedat Ali TOK (76) KİTAPLIK (79) FİLİSTİN’E YARDIM (83) ES-SEYYİD OSMAN HULÛSİ EFENDİ VAKFI’NDAN AŞÛRE İKRAMI (83) KAHVALTI İLE GELEN SAĞLIK- Aydın ADİLOĞLU (84) ŞİFALI BİTKİLER (86) BAYAT EKMEĞİN DEĞERLENDİRİLMESİ- Mesude SARI (87)
Mektûbât-ı Hulûsî-i Dârendevî Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi (k.s)
Otuzaltıncı Mektup
4
Şubat 2009
Allah dostlarına, Allah’ı sevenler, O’na ulaşmak isteyenler, görünüşte ilgileri başka emel hususunda olmayıp taş gibi sert kalplerini zahiri bir iltifat ile tatmin edip manevî zevkleri onlara duyurmak ve bu şekilde onları amaçlarına ulaştırmaktır. En yüce istek O’na kavuşmak ise kendini devamlı zikre, ibadete verip ve de haramdan kaçınmakla bu mümkün olmayabilir. Belki tam bir teslimiyet (içten bir bağlanış, şüphesiz bir güven) le samimi olanların var olması mümkündür. Ey Allah’ın dostluğuna talip olanlar, bazı durumlardan sizleri haberdar etmesek (etmeseler), ta ki inkârınızda sabit olup, kabul etmezdiniz (kabule yanaşmazdınız) ve belki gaflet uykusundan uyanmaz, kendinizi bilmezdiniz. Hakîkati inkâr edip -Allah muhafaza- helâk olurdunuz. -Hem de amansız bir şekilde- Hakîkati kabul etmek ise, eşsiz bir kurtuluş sebebidir, benzersiz bir mutluluktur. Semâver yandı sevdâsı başında Gönül şevk-i visâlde göz yaşında O demlik Mekke çayıyla tutulmuş Hevâ-yı yârdan özge unutulmuş Ferah bahşolmağa cânile kalbe Ferâgatli gerek bir yâri celbe Cefâlu derd ü devrânı bırak gel Çırağ-ı bezme cân u gönlü yak gel Fütüvvetdir mürüvvetdir muhabbet Muhabbetsiz gönül paslıdır elbet Gel ey dertden uzak oturma günde Ulaş aşk bezmine yan nâra sen de Bu meydân-ı gamın merdi Hulûsî Gönülden dostadır arz-ı Hulûsî
Güncel Çeviri: Yrd. Doç. Dr. Cemil Gülseren
5
İlim ve Hayat Ali AKPINAR*
NİMETİN VE NİMET SAHİBİNİN FARKINDA OLMAK:
ŞÜKÜR 6
Şubat 2009
“Her nimet bir sınav sorusudur. Nimete eren kimse, bu bilinçle o nimetin hakkını vermelidir. Çünkü nimet çoğu kimseyi şımartıp nankör yapmıştır. Nimetin asıl veriliş sebebi ise, onun asıl sahibini hatırlatıp O’na şükretmemizi sağlaması ve bizi O’na yaklaştırmasıdır.”
S
özlükte şükür, güzelliği göstermektir. Kendisine sunulanın karşılığını en güzel şekilde vermektir. Şükür, nimetlerinden dolayı nimet sahibini saygı ile anarak nimeti itiraf etmektir. Şükür, nimet sahibinin hakkını ödeyerek nimetin hakkını göstermektir. Hamd ise, nimet olsun olmasın, her hal ü kârda Yüce Yaratıcıyı saygı ile anmaktır. Şükür, nimete karşılık yapılır; hamd ise her zaman yapılır.1 Şükür, nimeti düşünerek kalp ile olur; nimet sahibini saygı ile anarak ve yücelterek dil ile olur, nimeti yerli yerince kullanarak diğer organlarla olur.2 Sözgelimi kulun gözünü, kulağını, yaratılış gayelerine uygun olarak kullanması onların şükrüdür.3 Dil ile şükür, bir taraftan “Rabbinin nimetini an/anlat.”4 emrince nimeti anmak/anlatmak, diğer taraftan nimet sahibine “Elhamdülillah,
şükürler olsun, çok şükür.” gibi ifadelerle şükretmekle olur. Bunların hepsi bir araya gelirse gerçek ve kâmil şükür olur. Ne var ki şükrü bu haliyle mükemmel bir şekilde yerine getirenlerin sayısı pek azdır. Bu yüzden Yüce Allah, “Kullarımdan şükredenler ne kadar da azdır.”5 buyurmuştur. Şükür, nimetin farkında olmak, nimetin asıl sahibini tanımak, nimeti örtmeyip göstermek, nimeti emanet olarak görmek ve onu nimet sahibinin ölçüleri doğrultusunda kullanmaktır. Çünkü şükrün zıddı olan küfür, nimeti örtmek, nimetin sahibini tanımamak, O’nu görmezden gelmek ve O’na nankörlük etmektir. Şükür, şükürden aciz olduğunu bilmektir. Şükür, nimeti değil, nimeti vereni görmektir. Konumu ve durumu ne olursa olsun, her insan Yüce Yaratıcının sayısız nimetleri içeri-
sindedir. Bir kere var olmak en büyük nimet, insan olmak nimetlerin en güzeli, Müslüman olmak nimetlerin en. şereflisi; diğer maddî manevî nimetler ise hayatımızı kolaylaştırır ve anlamlı hale getirir. “Ve kendisinden istediğiniz her şeyden size bir parça verdi. Eğer Allah’ın nimetini saymak isteseniz sayamazsınız! Doğrusu insan çok haksızlık edendir, çok nankördür!”6 Pek çok insan vardır, içerisinde yüzdüğü nimetlerin farkında olmaz. Nimetin gerçek sahibini tanımaz, O’nu hatırlamaz, O’na teşekkür etmez. Diliyle “Elhamdülillah, çok şükür Allah’ım!” demez; nimeti Yüce Allah’ın ölçüleri doğrultusunda kullanarak hâliyle şükretmez. Pek çok insan vardır nimetin asıl sahibini unutur da geçici/ arızî sahipleriyle uğraşır, nimetin asıl sahibi yerine başkalarına teşekkür eder. Oysa sahip olduğumuz bütün her şey, biz-
7
de emanettir ve geçicidir. Kur’ân’da sahip olduğumuz pek çok nimetin elimizden alınıvereceğini bildiren âyetler vardır. İşte onlardan bir kaçı: “De ki: Baksanıza, eğer Allah, üzerinize geceyi kıyamet gününe kadar sürekli kılsa Allah’tan başka size ışık getirecek tanrı kimdir? İşitmiyor musunuz?” “De ki: Baksanıza, eğer Allah, üzerinize gündüzü, kıyamet gününe kadar sürekli kılsa, Allah’tan başka, size dinleneceğiniz geceyi getirecek tanrı kimdir? Görmüyor musunuz?”7 “De ki: Söyler misiniz, eğer suyunuz çekilse, size kim bir akarsu getirebilir?”8
8
Şubat 2009
“Dilesek gözlerini silerdik de yola dökülürlerdi, ama nasıl görecekler? Dilesek kılıklarını değiştirip onları oldukları yerde dondururduk, ne ileri gidebilir, ne geri dönebilirlerdi.”9 “De ki: Söyleyin bana, eğer Allah işitme duyunuzu ve gözlerinizi alsa, kalplerinizin üstüne de mühür vursa, Allah’tan başka bunları size getirip verecek tanrı kimdir? Bak, nasıl âyetleri döndürüp türlü türlü açıklıyoruz, sonra yine onlar yüz çeviriyorlar?”10 Peki, hiç düşündük mü, nimetler niçin elimizden alınır? Onların kıymetini bilmezsek, o nimetlerin sahibini tanıyıp O’na şükretmezsek, onları yerli yerince kullanmazsak, ya da onları yanlış yerlerde kullanırsak, işte o zaman nimeti kaybedebiliriz.
Bir de bazı nimetleri kaybetme, sınav soruları olarak karşımıza çıkabilir. Bu durumda sızlanmadan, ümitsizliğe düşmeden, inkâra sapmadan sabredebilirsek bu zorlu sınavı başarabiliriz.
Kur’ân’da Şükrün Yol Haritası Kur’ân, bize nimet konusundaki sınavı kazanabilmek için, şükür yol haritamızı şöyle çizmektedir:
Şükür, Şekûr Olan Allah’ın Ahlâkı İle Ahlâklanmaktır Yüce Allah şekûrdur ve şâkirdir. Bu kavramlar, “Yüce Yaratıcının kullarına bol bol nimet vermesi” ve “onlara ibadetlerinin karşılığını vermesi” an-
lamına kullanılmıştır.11 Her iki kelime Kur’ân’da kullar için de kullanılmıştır. Bununla Yüce Allah, kullarının hayatında isim ve sıfatlarının yansımasını görmek dilemiş, kendi ahlâkı ile ahlâklanmalarını istemiştir. “Çünkü O, çok bağışlayan, şekûr/çok karşılık verendir.”12
“Bu, Rabbimin lutfundandır. Kendisine şükür mü edeceğim, yoksa nankörlük mü edeceğim diye beni sınamak istiyor. Şükreden kendisi için şükretmiş olur; nankörlük edene gelince, Rabbim zengindir/onun şükrüne muhtaç değildir, kerimdir/çok ikram sahibidir.”15
“Kim kendiliğinden bir iyilik yaparsa bilsin ki, Allah şâkir/ karşılığını verici ve bilicidir.”13
Şükür Yalnızca Yüce Allah’adır
Şükreden Kendisi İçin Şükreder Evet, Yüce Allah’ın bizim şükrümüze ihtiyacı yoktur. Şükreden kendisi için şükreder ve kendisi kazanır. “Andolsun biz Lokman’a, “Allah’a şükret!” diye hikmet verdik, kim şükrederse kendisi için şükreder; kim nankörlük ederse Allah zengindir/onun şükrüne muhtaç değildir, hamde lâyıktır.”17 Kulluk, bütünüyle bir şükür gösterisidir. Var oluşun sebebi, var olmanın isbatıdır. Kulluk dairesinde yer almayanlar, bu hikmeti anlayamamış canlılar olup Kur’ân onları adamdan saymaz. Bu yüzden bizler, sahip olduğumuz nimetlerin farkına varıp gereği gibi şükredenler olarak Rabbimizin katındaki değerimizi artırmaya gayret etmeliyiz.
Sahip olduklarımız için, “benim bedenim, benim malım, benim evim” ifadelerini kullansak bile, asıl sahip Yüce Allah’tır. Bu yüzden şükrümüzü ve onun göstergesi olan kulluğumuzu yalnızca O’na hasretmeliyiz. O’na inanmalı, O’na ibadet etmeli, dua ve yakarışlarımızı O’na yapmalıyız. “Ey inananlar, size verdiğimiz rızıkların iyilerinden yiyin, Allah’a tapıyorsanız, yalnızca O’na şükredin.”14
Rabbimiz! Bizleri nimetlerine karşılık sürekli şükredenlerden eyle.
Nimet, Şükür/Küfür Sınavıdır
Şükür Artırır, Küfür Azaltır
Her nimet bir sınav sorusudur. Nimete eren kimse, bu bilinçle o nimetin hakkını vermelidir. Çünkü nimet çoğu kimseyi şımartıp nankör yapmıştır. Nimetin asıl veriliş sebebi ise, onun asıl sahibini hatırlatıp O’na şükretmemizi sağlaması ve bizi O’na yaklaştırmasıdır.
Nimetlerin asıl sahibi olan Yüce Yaratıcı, nimete şükredersek, onların artırılacağını; nimete nankörlük edersek azaba uğratılacağımızı bildirir: “Ve Rabbiniz size şöyle bildirmişti: Andolsun şükrederseniz elbette size daha fazla veririm ve eğer nankörlük ederseniz azabım pek çetindir.”16
Dipnot * Prof. Dr. 1 2 3 4 5 6 7 8 9 10 11 12 13 14 15 16 17
Ebû Hilâl el-Askerî, Kitâbü’l-Furûk, s, 52-53. İsfehânî, el-Müfredât, şkr md. Curcânî, et-Ta’rîfât, s, 128. 93/Duhâ, 11. 34/Sebe’, 13. 14/İbrâhîm, 34, 16/Nahl, 18. 28/Kasas, 71-72. 67/Mülk, 28. 36 /Yasîn 66-67. 6/En’âm, 46. İsfehânî, el-Müfredât, şkr md. 35/Fâtır, 30, 34; 42/Şûrâ, 23; 64/Teğâbün, 17. 2/Bakara, 158; 4/Nisâ, 148. 2/Bakara, 172. 27/Neml, 40. 14/İbrâhîm, 7. 31/Lokmân, 12.
9
Edebiyat Musa TEKTAŞ
Anadolu’dan İlim, Kültür ve Edebiyat Dünyamıza Uzun Soluklu Bir Katkı…
100. SAYI
15 yıldır güzel tasarımı ve zengin muhtevasıyla kültür dünyasında kendine özgü bir yer açan ve okuyucularından büyük takdir toplayan Somuncu Baba Dergisi; 100. sayısına ulaşarak aynı zamanda alanında yüz ağartan bir yolculuğa imza attı. Bu yolculuğa katılacak yeni okurlarımızla birlikte nice 100. sayılara ulaşmak dileğiyle.
10
Şubat 2009
H
aziran 1994’te, üç aylık olarak yayınlanmaya başlayan Somuncu Baba Dergisi, 2000 yılının Ocak ayından itibaren iki aylık periyotlarla yayın hayatına devam etmişti. Başta, dergimizin kuruluşunun gerçekleşmesi için arkadaşlarımızı ve bizi teşvik eden Vakıf Mütevelli Heyet Başkanımız H. Hamidettin Ateş Efendi’ye şükranlarımızı sunuyoruz...
Bu kültür hazinesinden haberdar olan her bir okuyucumuz yine aynı şekilde yüzlerce kişiyi teşvik etmek suretiyle, çok kısa zamanda çok sayıda insana ulaşmış olacaktır.
Dergimizin Kurucusu Ahmet Şemsettin Ateş ağabeyi rahmet ve saygıyla anıyoruz...
Kalbinde iman ateşi, gönlünde hizmet aşkı olan her insan, Allah’ın hoşnutluğunu kazanmak için elinden gelenin en fazlasını yapmak ister. Bir işi bitirip diğer hayırlı bir işe geçer, olabilecek en süratli, en kapsamlı şekilde hiç bir ayrım yapmadan insanlığa hatta tüm varlığa hizmet eder. İçten bağlılığını, hayatına, olabilecek en hayırlı hizmetleri sığdırarak göstermek için ciddi bir çaba harcar. Daima yaşadığı toplumdaki insanların yararını düşünür, tüm insanların barış, dostluk, güven ve huzur içinde yaşamaları için üzerine düşeni yapmaya çalışır. Bir an dahi boş kalmadan, hayır işlemek ve iyilik yapmak konusunda yarış içinde olur. Allah rızası için yapılan hizmetlerdeki bu şevk ve istek, gerçek sevgi ve hizmet anlayışının alametlerinden biridir.
İlk günden bu ana kadar bizlere destek veren yazarlarımızı, şairlerimizi, teknik desteğini aldığımız dostlarımızı saygıyla ve minnetle anıyoruz... Dergimiz, Haziran 2005 tarihi itibaren aylık olarak yayınlanmaktadır. Dergimizin bu günlere gelmesi için ilk günden itibaren bizleri yüreklendiren, maddî ve manevî desteğini esirgemeyen kıymetli okuyucularımıza, basınımızın değerli temsilcilerine ve Sevgili Somuncu Baba dostlarına ayrı ayrı teşekkür etmeyi bir borç addediyoruz. Somuncu Baba Dergisi Haziran 2008 itibariyle 15 yaşındadır. Şubat 2009 itibariyle de 100. sayımızı neşretmenin mutluluğunu yaşıyoruz. Ayrıca dergi çalışmaları vesilesiyle, fevkalade bir yazı ve 500.000’i geçen resim arşivimiz ve 15.000’e ulaşan bir okuyucu kitlemiz oluşmuştur Somuncu Baba Dergisi; ilim kültür ve edebiyat alanında, güzel tasarımıyla, zengin muhtevasıyla gönüllere hitabeden bir aylık dergi olduğunu artık ispatlamış durumdadır. Artık bu noktada, hiçbir maddî kaygı ve çıkar amacı gütmeden, büyük bir özveri ile hazırlanmış dergimizin okunmasını sağlamak, başkalarına tavsiye etmek, büyük bir hizmet olacaktır.
Küçük-büyük demeden ihlâsla bir araya getirilen çabaların ürünü olan dergimiz, Rabbimizin de yardımıyla inşallah tüm insanlar arasında daha da yaygınlaşacaktır.
Vakıf kurucumuz, örnek insan Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi (k.s) nasihat gazelinin bir beytinde şöyle diyor: Allah için herkese hürmet et de sev sevil Her göze diken olma sünbülü ol gülü ol İnsanları bir araya getiren, kardeşliği tesis eden, samimi duyguların merkezinde sevgi, saygı ve hoşgörü vardır. Somuncu Baba Dergisi olarak bu güzel hasletlerle insanımıza, toplumumuza ve ülkemize iyi hizmetlerde bulunmanın gurur ve mutluluğunu sizlerle birlikte paylaşıyoruz. Nice 100. sayılarda buluşmak dileğiyle…
11
Güzel İsimler Ramazan ALTINTAŞ*
EŞ-ŞEKÛR KULLARIN AZ İBADETLERİNE KARŞILIK ÇOK MÜKÂFAT VEREN, ECİRLERİNİ KAT KAT ARTIRAN ALLAH “Müslüman şükreden olmalıdır. İnsanlara teşekkür etmeyen, Allah’a da şükretmez. Başına gelen güzel şeyleri düşünmeli ve aza kanaat etmelidir. Bu konuda bizden aşağıdakiler düşünülmelidir. Meselâ hastaları, fakirleri, öksüzleri, açları, vatansızları düşünmeli ve kendi durumumuza şükretmeliyiz. Böyle bir şükür, insanda kıskançlık gibi manevî hastalıklar karşısında iyi bir tedâvi ve iyi bir önlemdir.”
12
Şubat 2009
Ş
ükür, nimetin bilinmesi, açığa vurulması, hatırlamak ve unutmamak anlamına gelir. Bu bağlamda şükür, nimeti düşünmek ve nimeti vereni takdir etmektir.1 Bu durum Kur’an’da şöyle hatırlatılır: “Bana şükredin; sakın nankörlük etmeyin!”2 Bundan dolayı şükrün zıddı nimeti unutmak ve gizlemek manasına küfür olarak nitelendirilmiştir. Bu bağlamda şükür nimet, küfür ise azaptır. Şu âyette şükür, iman anlamına gelir: “Muhakkak Biz ona (doğru) yolu gösterdik; ister şükredici (mü’min) olsun, ister nankör (kafir).”3 Şükür, ihsanda bulunanın nimetini, O’na boyun eğerek itiraf etmektir. İslâm bilginleri şükrü üç kısma ayırmışlardır: Bunlardan ilki, sahip olunan nimetlerin Allah’tan olduğunu kalb ile kabul etmektir. Nimet verenin O olduğunu tasdik etmek ve o nimeti O’ndan bilmektir. İşte bu, nimet vereni düşünmek ve unutmamak anlamında kalb ile şükürdür. İkincisi, nimet vereni anmak, O’nu övmek ve açığa çıkarmaktır. İşte bunun adı, dille şükürdür. Burada konuşma organı olan dilimize büyük görevler düşmektedir. Dil yoluyla şükür, Allah’ın söze dayalı emir ve yasaklarını insanlara anlatmak şeklinde de cereyan eder. Meselâ, yalan söylememek, doğru konuşmak, yalan yere şahitlik etmemek, iyilikleri emredip kötülüklerden sakındırmak, haksıza karşı mağdurun hakkını savunmak, Kur’an okumak vb. gibi söze dayalı buyruklar dille şükür kapsamına girer. Üçüncüsü ise, nimet verenin buyruklarını organlarla yerine getirmektir. Bir başka ifade ile İslâm’ı bir bütün olarak yaşamaktır. Bu bağlamda namaz kılmak ve oruç tutmak bedenin, zekât vermek servetin, hacca gitmek hem bedenin ve hem de servetin bir şükrüdür. O halde Allah’a şükretmek, O’nu takdir etmek demektir.4 İnsan hayatında takdir duygusu; gerek kalb, gerek söz ve gerekse davranış tarzı olarak değer üretme şeklinde kendisini göstermelidir. Kaldı ki hiçbir zaman servet sahibi bir mü’min Allah’a rağmenliği
besleyecek bir tutum içerisine girerek “Elde ettiğim her şey, tamamen benim gayretimin sonucudur.” demez. Bu servete ulaşmada kendi çaba ve gayretlerini takdir etmekle birlikte, asıl bu varlığın sahibi olan Allah’ı düşünür; O’na diliyle teşekkür eder. Bu servette hakkı olanların hakkını hak sahiplerine vermek suretiyle organların şükrünü yerine getirir. Bu husus şu âyette çok açık anlatılır: “Kitaptan (Allah tarafından verilmiş) bir ilmi olan kimse ise: Gözünü açıp kapamadan ben onu sana getiririm, dedi. (Süleyman) onu (melikenin tahtını) yanı başına yerleşmiş olarak görünce: Bu, dedi, şükür mü edeceğim, yoksa nankörlük mü edeceğim diye beni sınamak üzere Rabbimin (gösterdiği) lütfundandır. Şükreden ancak kendisi için şükretmiş olur, nankörlük edene gelince, o bilsin ki, Rabbimin hiçbir şeye ihtiyacı yoktur, çok kerem sahibidir.”5 Gerçekten de şükür kolay bir iş değildir. Bunun için Yüce Allah Kur’an’da dostlarından Hz. İbrahim ve Hz. Nuh’un şükretmelerini övgüyle beyan etmiştir: “İbrahim, gerçekten Hakk’a yönelen, Allah’a itaat eden bir önder idi; Allah’a ortak koşanlardan değildi. Allah’ın nimetlerine şükrediciydi. Çünkü Allah, onu seçmiş ve doğru yola iletmişti.”6“(Ey) Nuh ile birlikte (gemide) taşıdığımız kimselerin nesli! Şunu bilin ki Nuh, çok şükreden bir kul idi.”7 İşte bu iyi kulları şükretmek konusunda örnek alan her insan, Rabbinin verdiği sayısız nimetler karşısında O’na şükürle karşılık verir. Zira Allah insanların şükrüne muhtaç değil, insanlar O’nun eş-Şekûr ism-i şerîfinin tecellîsine muhtaçtırlar. Bilindiği gibi Allah’ın en güzel isimleri arasında eş-Şâkir ve eş-Şekûr isimleri gelir. Allah, eş-Şekûr’dur. Allah’ın kullarına şükrü, onları günahlarından dolayı bağışlaması, amellerinin karşılığını verip onları övmesidir.8 Allah’ın kullarını övmesinin mânâsı, kendisine içten gelen bir duygu ve kabulle itâate teşviktir. İnsanların O’na olan itâati, ister az olsun, isterse çok olsun, önemli olan sürdürülür bir itâat olmasıdır. Kaldı ki, itâatin en saygıya değeri, az da olsa devam-
13
lı olanıdır.9 O, kullarına sayısız lütuf ve yaptıkları ibadetlere bol bol mükâfât verir. Bundan dolayı, şükreden ancak, kendi iyiliği için şükretmiş, nankörlük eden kimse de ancak kendi aleyhine nankörlük etmiş olur. Dolayısıyla eğer insan, sahip olduğu nimetler karşısında Allah’a şükrederse, Allah da ona olan nimetini artırır.10 İlmin şükrü, bilgiyi başkalarıyla paylaşmaktır. Eğer böyle yaparsanız, ilminiz artar. Servetin şükrü, ihtiyaç sahiplerine yardım elini uzatmaktır. Eğer böyle yaparsanız malınız artar. Vaktin şükrü, vaktinizi Allah’ın istediği şekilde değerlendirmektir. Eğer vaktinizi dünya ve âhirete yararlı işlerle değerlendirirseniz vaktinize bereket gelir. Bu sebeple hakikatte şükür, nimet verenin nimetini dille birlikte eylem olarak itiraf etmektir. Allah’a hamd, şükür değil, kötülemenin zıddı ve nimetin sahibini zikretmek şükür ise, nankörlüğün, nimeti örtüp gizlemenin zıddıdır. İslâm ahlâk düşüncesinde şükür, yüce makamların en âlîsidir. Onun için dünyada Allah’a şükredenlerin sayısı çok azdır. Nitekim bir âyette bu husus şöyle belirtilir: “..Ey Davud ailesi! Şükredin. Kullarımdan şükreden azdır!.”11 Bundan dolayı, şükür faaliyetinin kemal açısından oluşumunda üç rükünden söz etmek mümkündür: İlim, hal, amel. İlim asıl olup hali doğurur. Hal de ameli meydana getirir. Çünkü ilim, nimeti vereni ve nimetin Allah’tan geldiğini bilmektir. Hal ise, sahip olunan nimete sevinmektir. Amel ise, nimeti verenin maksadına ve arzusuna uygun olarak hareket etmektir.12 İyiyi eylem haline getirme yönünde bir değişim olmazsa, şükür lafı, havada asılı kalır. Şükrün nimeti artırmaya vesile olması; hidayet, başarı, iç huzur ve ilâhî himayenin artırılmasıdır. Bugün modern insanı tedirgin eden hastalıkların başında doyumsuzluk ve tatminsizlik gelmektedir. Şükür ehli olmayan insanlar, sü-
14
Şubat 2009
rekli iç dünyalarında huzursuzluk, karamsarlık, gam, keder, hüzün ve sıkıntı yaşarlar. Müslüman şükreden olmalıdır. “İnsanlara teşekkür etmeyen, Allah’a da şükretmez.”13 Başına gelen güzel şeyleri düşünmeli ve aza kanaat etmelidir. Bu konuda bizden aşağıdakiler düşünülmelidir. Meselâ hastaları, fakirleri, öksüzleri, açları, vatansızları düşünmeli ve kendi durumumuza şükretmeliyiz. Böyle bir şükür, insanda kıskançlık gibi manevî hastalıklar karşısında iyi bir tedâvi ve iyi bir önlemdir. Aza kanaat etmeyen, çoğu bulamaz. Eğer insanın gönül gözü açsa, dünya gözü asla doymaz. Doyumsuz bir insansa, aç olduğu için sürekli tedirginlik ve sıkıntı içinde yaşar. Bu noktada her insan gönül dünyasını kontrol etmelidir. Şükreden insan, kendisiyle barışıktır. Kendisiyle barışık olan insan, başkalarıyla da barışık olur. Kendisiyle kavgalı olan bir kimse, başkalarıyla da sürekli kavgalı olur. İç barışı korumak, ancak, insanın, kendisini yaratan ve sayısız nimetler veren Allah’a sonsuz şükür ve güven duygusuyla sağlanabilir. Kendisini güvende hisseden ve şükreden insan, güçlü ve huzurludur. Bu sebeple, “Mutlu insan mü’min insandır.” demek yerine, “Mü’min insan mutluluğu üretmesini bilen kimsedir.” demek daha doğrudur. Eğer kendi içimizde inşirahı oluşturamıyorsak, bu durum bizde, imanın halâvetini besleyen davranışlardan uzağız anlamına gelir. O halde herkes, bu noktada muhasebesini iyi yapmalı ve gönül dünyasını iyi keşfetmelidir.
Dipnot * Prof. Dr. 1 2 3 4 5 6 7 8 9 10 11 12 13
Râgıb el-İsfehânî, el-Müfredât Fî Garîbi’l-Kur’ân, İstanbul, 1986, s. 389. 2/Bakara, 152. 76/İnsân, 3. Krş. el-İsfehânî, a.g.e., s. 389. 27/Neml, 40. 16/Nahl, 120-121. 17/İsrâ, 3. İbn Manzûr, Lisânu’l-Arab,Kahire, ts., IV, 429. el-Beyhakî, el-Esmâ ve’s-Sıfât, Beyrut, ts., s. 70-71. Bkz. 14/İbrâhîm, 7. 34/Sebe’,13. Gazâlî, İhyâu Ulûmi’d-Dîn, Mısır, 1325, IV, 81-82. Tirmizî, Sünen, “Birr” 35; Ebû Dâvûd, Sünen, Edeb, 11.
FİLİSTİN’E AĞIT Her gönül bir Kâbe’dir yıkılıyor Allah’ım Eyvah sana gelmiyor gönüller yakan ahım
İşimiz sana kaldı kullarından hayır yok Müminim diyenlerin sırtı pektir, karnı tok
Yarattığın bebekler ölüp sana geliyor Yahudi, kaç annenin ciğerini deliyor
Yusuf ’un kardeşleri aldatıyor Yakub’u Kimseler okumuyor senden gelen mektubu
Cafer-i Tayyar nerde, nerde Mus’ab Bin Umeyr İnsanlık can verirken seyrediyor cümle deyr
Silindi mi kalplerden sana iman Allah’ım Yetmez mi masumlardan dökülen kan Allah’ım
Belki Çanakkale’ye özeniyor o Gazze Kullarını bekliyor Allah celle ve azze
Peygamber izlerinde ateşler sönmez mi hiç Müminler mümin olup dinine dönmez mi hiç
Bombalar utanıyor çocuklara bakmaktan Denizler kızarıyor kan yüklenip akmaktan
Halil’inin mülkünü zalimlere bırakma Cehennem ateşini çocuklar için yakma
Peygamber toprağını yakıyor evlatları Kimseler işitmiyor sessizce feryatları
Sen intikam sahibi, sen yegâne Kahhar’sın Kâinat senin mülkün, her yerde tek sen varsın
Taze beden almaktan mezarlar yoruluyor Bunca zulmün hesabı nerede soruluyor
Aczimiz, utancımız yetişir bize Rabbim Küfrü biz yıkamadık sen getir dize Rabbim
Âlemde müminlerin kalmadı mı İlahi Ahımız sana haber salmadı mı İlahi
Ekrem KAFTAN
Zulme sabır hak mı ki susuyor cümle beşer Ebabiller göndersen taş atsa üçer beşer
15
Sûfî Perspektif Kadir ÖZKÖSE*
DİL, GÖNÜL VE BEDENİN ŞÜKRÜ “Zenginliğe şükür, fakire infakla; sıhhate şükür, hastaları gözetip onları ziyaret etmekle; ilme şükür, bir başkasına öğretmekle; akla şükür, aklı vereni bilmek ve onu Allah’ın istediği yönde kullanmakla; insanlığımıza şükür, Allah ve Resulünü bilmek, Kur’an ve sünnete sarılmak, sırât-ı müstakîm üzere olmakla; tokluğa şükür, aç olanı doyurmakla vs. yerine getirilmiş olur.”
16
Şubat 2009
Ş
ükür, verilen herhangi bir nimetten dolayı, bu nimeti verene karşı söz, fiil veya kalp ile gösterilen saygı ve min-
nettarlıktır.
Dil ile Şükür Dilin şükrü, Hakk’ı zikretmek, O’nu övmek ve bu hususta lisân ile yapılabilecek şeyleri yerine getirmektir. “Ya Rabbi, şükür! el-Hamdülillâh! Verdiğin nimetlere şükürler olsun!” vb. tazarru’ ve niyazlar, şükrün dil ile ifadesi olup hamd ve zikir olarak mütalaa edilmelidir.1 Kavlî şükürle alakalı olarak Allah Teâlâ, Peygamberimize (s.a.v.) ve onun şahsında bütün insanlara; “Rabbinin nimetine gelince, O’nu minnet ve şükranla an.”2 buyurmuştur. Lisan ile şükür, nimetin Allah’tan olduğunu itiraf ve sebebin sadece O olduğunu söylemektir. Çünkü bütün insanlar o nimet için sebeptir. Onu kısmet eden, gönderen, yaratan, vesile kılan Allah’tır. Hediyeyi getiren uşağa değil, gönderen efendisine bakılır. Sebebe bakıp müsebbibi düşünmeyen bir kimse, nimeti vereni inkar etmiş olur. 3 Lisanın gerçekleştirdiği en güzel şükür terennümlerinden birini F. Nafiz Çamlıbel, “Hamd ü Senâ” isimli şiirinde şu şekilde dile getirmektedir:
O büyük Rab ki, ufuklar boyu nîmetlerini, Hüsn ü ân, reng ü füsûn, aşk u cünûn mahşerini Gayr-ı kâfî görerek sevdiği biz kullarına; Şimdiden va’d ediyor başka bir alem yarına; Mâ-i tesnîme şükür, Ravza-i Rıdvâna şükür.
Ne var ki mevcûd ise âlemde güzel, doğru iyi; Arayan fikri, bulan rûhu, seven sevgiliyi Bize bahşetmiş olan Hazret-i Rahmân’a şükür.
O ki sevdâsına yandıkça bütün mahlûkât Arş-ı alada ezel kasrına çıkmış yedi kat, Geriyor hüsn-i ilâhîsine atlas perde... En güzel vuslatı tattırmak için mahşerde Bize, gündüz gece, zehrettiği hicrâna şükür.
O büyük Rabbe şükürler ki, ayak bastığımız Yeri halketti barınsın diyerek varlığımız; Ve yer üstünde hayâlin cereyanınca uzun, Serdi gök kubbeyi seyrânı için rûhumuzun; O, büyük Rab ki, ışıklar yakıyor göklerde, Lütfunun feyzini görsün diye insan yerde; En büyük nimete hamd, en küçük ihsâna şükür.
O büyük Rab ki, dalâlet yolu düşkünlerine Ben gazûbum diye seslendi derinden derine; Ve meleklerle kitap indirerek her yandan Yine yol çizdi halis etmek için şeytandan... Sayısız cürme bedel, sonsuz inâyetlere hamd, Gökyüzünden yere indirdiği Kur’an’a şükür.4
17
Kalb ile Şükür Kalp ile şükür, insanın kendisinde bulunan bütün nimetlerin, kabiliyetlerin ve hâllerin Allah’tan geldiğine inanmasıdır.5 Gönül ile şükür, sürekli haramlardan sakınmakla şühûd makamına yönelmektir, yaratılmışlığın ve acizliğin idrakidir, nimeti vereni tanımak ve O’nu tasdik etmektir. Buna göre şükrün psikolojik yönü de bulunmaktadır. Birçok biyolojik yetersizliklerle doğan insan, yaşı ilerledikçe öğrenme kabiliyeti sayesinde bunların üstesinden gelirken, bâtinî cephesini teşkil eden ruhsal alandaki âcizliği daha da fazla
“Bedenle yapılan şükür, sahip olunan nimetlerden Allah’ın kullarını yararlandırmaktır. Ayrıca her uzvun yaratılış gayesi istikametinde kullanılması ve onlara mahsus kulluk vazifelerinin yerine getirilmesidir. “
hissetmektedir. Sonluluk, ölümlülük, belirsizlik gibi eksiklikler, kişiye acziyetini hatırlatan unsurlardır. İşte kutsal varlığa şükür ve minnettarlık, insanın kendindeki bu eksikliği telâfî için başvurduğu yollardan biridir.6 Yakîn ve kemâle eren kalpte pek çok güzel hâl tecellî eder. Şükür de bu hâlin tabiî bir neticesidir. Şükür mertebesine erişen insan, açık ve gizli her türlü nimetin Allah’tan geldiğini görür, Rabbine muhabbeti artar ve O’na şükretmekten âciz olduğunu idrak eder. Şükredebilmek insanî bir eylem değil, ilahî bir nimettir. Dolayısıyla şükre şükretmek gerekir. Zira Hz. Peygamber, ifadesi ile şükranlarını dilsiz bir dille dile getirmiş, şükürden âciz kaldığını itiraf etmiştir. Mevlân da bu gerçeği şu şekilde dile getirir: “Yüce Allah, kulları arasından bir kula hidayetini, lütfunu, yardımını ve rızası-
18
Şubat 2009
nı sürekli bir şekilde vermek arzu ettiği zaman, ona hamdetmek/şükretmek saadetini bağışlar. Başına yüz tane acı, bir tek hoş olay gelse, O bu bir tek hoş olay için yüz yerde, yüz kere şükreder, buna karşılık, din yoldaşlarından ayrılma yüzünden başına gelen acı hariç, o yüz acı olayı bir kere olsun dile getirmez…”7 Buna göre şükür, Allah’ın hikmetine ilişkin bir sezgidir. Attâr’ın ifadesiyle şükür, dikene bakıp, gülü tahayyül etmektir. Bütünün görünenden gayrı olduğunu hayal etmektir. Allah’a şükretme, insana, belayla örtülmüş nimetleri gönül gözüyle görmeyi öğretir.8 Nefsimiz her şikayet etmek istediğinde, kalbimiz şükredebilmeli. Dilediği her şeyi Allah’ın kendine vereceğine kâni olmalı. O’nunla hoşnut olmalı, O’nunla huzur bulmalı. Çünkü Muhammed b. Fazl el-Belhî’ye (ö. 329/940) göre şükrün meyvesi, Hakk’ı sevmek ve hürmeti korumaktır.9 Şükreden insan, aynı zamanda kulluğunun da farkındadır. Şükrün ileri seviyesine gelince, nimeti vereni görerek şükürden de uzak olmaktır. Bu durumda kişi sürekli nimeti vereni düşündüğü için nimeti ve nimet için şükretmeyi düşünemez.10 Yahya b. Muaz (ö.258/871) bu duruma; “Şükrettiğin sürece şükredici değilsin. Şükrün sonu hayrettir.”11 sözüyle dikkat çekmiştir.
Beden ile Şükür Bedenle yapılan şükür, sahip olunan nimetlerden Allah’ın kullarını yararlandırmaktır. Ayrıca her uzvun yaratılış gayesi istikametinde kullanılması ve onlara mahsus kulluk vazifelerinin yerine getirilmesidir. Nitekim Allah Teâlâ’nın Dâvûd (a.s.)’ın ailesine yönelik “şükredin.”12 şeklindeki hitâbı, “Allah’a ibadet edin, fiil ve hareketlerinizle şükrü yerine getirin.” demektir. Şükür sadece dil ve kalp ile olursa eksik kalır. Tam bir şükür, bunlara fiili de ilave etmek suretiyle gerçekleşir. Allah Teâlâ her şeyi bir gaye ve hikmetle yarattığı gibi, insana verdiği nimetleri de bir maksatla ihsan etmiştir. İnsana verilen hayat, iman, rızk ve sağlık gibi nimetler onun Allah’a şükretmesi ve yolunda hizmet etmesi içindir.
“Allah sizi analarınızın karnından, hiçbir şey bilmez olduğunuz halde çıkardı; şükredesiniz diye size kulaklar, gözler ve kalpler verdi.”13 âyeti bunu göstermektedir. Allah insana baş ve-
rir, şükür olarak secde ister; ayak bağışlar, şükür olarak da hizmet ve ibadet ister. Şükür, kulun, Hakk’ın kendisine bahşetmiş olduğu göz, kulak, diğer âzâ ve çeşitli nimetleri yerinde sarf etmektir. Mesela, zenginliğe şükür, fakire infakla; sıhhate şükür, hastaları gözetip onları ziyaret etmekle; ilme şükür, bir başkasına öğretmekle; akla şükür, aklı vereni bilmek ve onu Allah’ın istediği yönde kullanmakla; insanlığımıza şükür, Allah ve Resulünü bilmek, Kur’an ve sünnete sarılmak, sırât-ı müstakîm üzere olmakla; tokluğa şükür, aç olanı doyurmakla vs. yerine getirilmiş olur. Sehl b. Abdullah et-Tüsterî’ye (ö. 283/896) göre ilmin şükrü amel, amelin şükrü ise ilmi artırmaktır.14 Şayet Müslümanlar şükrü bu şekilde değerlendirip gereğini yerine getirmeye çalışırlarsa, Allah Teâlâ’nın buyurduğu; “Andolsun şükrederseniz nimetinizi artırırım; şâyet nimetlerimi inkar ederseniz, şüphesiz benim azâbım çok şiddetlidir.”15 âyetinin muhatabı olurlar.16 Kuşeyrî, beden ve uzuvların şükrünü edebi muhafaza, ibadete devam ve doğruluk olarak ni-
telemektedir. Kuşeyrî ayrıca gözlerin şükrünü, insanlarda görülen ayıbı görmemek; kulağın şükrünü de işittiği kusuru duymamak şeklinde izah eder.17 Özetle verilen nimete şükür, insanlık görevidir. Zira Allah herşeyden müstağnîdir. Kur’an-ı Kerim’de: “Kim şükrederse, kendi faydasınadır, kim de nankörlük ederse, şüphe yok ki Rabbin onun şükründen tamamen müstağnîdir, hakkıyla kerem sahibidir.”18 buyrularak, her şeyden müstağnî olan Hakk’ın şükre ihtiyacı olmadığı; verilen nimetlerin, nimeti verene ait olduğu; idrakin veya aksinin, yine kulun kendi seviyesini göstermiş olacağı anlatılmıştır. Başka bir âyette, şükreden ve iman eden kimselerin azaba uğramayacakları, Allah’ın şükredenlerin mükâfatlarını vereceği zikredilmiştir.19 Şükredenlere üstün nimetler ve Allah’ın kurbiyeti lütfedilirken, şükretmeyenlerden de güzellik, hüner ve marifet alınır. O kadar ki artık onda bu güzel hasletlerden bir iz bile kalmaz. Ebû Hamza el-Bağdadî el-Bezzaz’ın (ö. 269/882) nasihatine kulak verecek olursak, o diyor ki: “Cenab-ı Hak insana hayır kapılarını açtığı zaman, ona yapış. Bu yüzden de gururlanma. Daima şükret ki, Allah’ın, senin üzerindeki nimetleri artsın.”20
Dipnot * Doç. Dr. 1 2 3 4 5 6 7 8 9 10
11 12 13 14 15 16 17 18 19 20
Selçuk Eraydın, Tasavvuf ve Tarikatlar, M.Ü. İlahiyat Fakültesi Vakfı Yayınları, İstanbul 1994, s. 168. 93/Duhâ, 11 Eraydın, Tasavvuf ve Tarikatlar, s. 170. Faruk Nafiz Çamlıbel, Han Duvarları, Bin Temel Eser, İstanbul 1969, s. 76-77. Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, Eser Neşriyat, İstanbul 1971, c.VI, s. 4027. Abdülkerim Bahadır, İnsanın Anlam Arayışı ve Din –Logoterapik Bir Araştırma-, İnsan Yayınları, İstanbul 2002, s. 145. Eva De Vitray-Meyerovitch, İslâm’ın Güleryüzü, ter. Cemal Aydın, Şûle Yayınları, 6. Baskı, İstanbul 2002, s. 78. Annemarie Schimmel, İslamın Mistik Boyutları, çev. Ergun Kocabıyık, Kabalcı Yayınevi, İstanbul 1999, s. 132. Abdurrahman es-Sülemî, Tabakâtu’s-Sûfiyye, tah.: Nureddin Şeribe, 3.Baskı, Kahire 1986, s. 216. Tacü’l-İslam Ebû Bekir Muhammed el-Kelâbâzî, et-Taarruf li-mezhebi ehli’t-tasavvuf, tah.: Mahmud Emin en-Nevevi, el-Mektebetü’l-Ezheriyyetü li’t-Türas, Kahire 1992, s. 117. el-Kelâbâzî, et-Taarruf, s. 117. 34/Sebe’, 13. 16/Nahl, 78. es-Sülemî, Tabakâtu’s-Sûfiyye, s. 207. 14/İbrâhîm, 7. Eraydın, Tasavvuf ve Tarikatlar, s. 168. Kuşeyri, er-Risale, s. 174, 176. 27/Neml, 40. 4/Nisâ, 147. Sülemî, Tabakatü’s-Sûfiyye, s. 298.
19
Hulûsi Kalb’den Mehmet AKKUŞ*
HAMD OLSUN
H
azret-i Peygamber’in sahâbesiyle birlikte bulunduğu bir sırada, Cebrail (a.s.) insan suretinde gelerek ona, “İslam nedir?”, “İman nedir?”, “İhsan nedir?” gibi sorular sorar. Hz. Ömer’in oğlu Abdullah (r.a.)’ın rivayet ettiğine göre bu soruların cevaplarını Peygamberimiz teker teker vermiş, her defasında da Cebrail (a.s.), “Doğru söyledin.” diyerek cevapların doğruluğunu tasdik etmiştir. Bun-
20
Şubat 2009
dan dolayı bu hadîse “Cibril hadîsi.” denmiştir ki, verilen cevaplarda bugün imanın ve İslâm’ın şartları olarak saydığımız hususlar belirtilmiş olmaktadır. Hadiste imanın şartları olarak belirtilen hususlar aynı zamanda “Âmentü…” duâsında da aynen yer almaktadır. Bundan dolayı daha küçük yaşlardan itibaren çocuklarımıza, “Âmentü”yü ezberle-
tiriz. Böylece bir Müslümanın sağlam bir imana, sahîh bir itikâda sahip olması için erken yaşlardan itibâren temel kavramlar üzerinde titizlikle durulmaktadır. Arapça olan bazı duâların manâlarını çocuklara daha kolay belletmek için, manzûm ve mensûr tercümeleri yapılmıştır. Hulûsî Efedi (K.S.)’nin merhûmun burada Cenâb-ı Hakk’a hamd ederek başladığı manzûmesi de “Âmentü”nün manzûm tercümesinden ibârettir. Belki de Hulûsi Efendi, bu şiirde ezberlenmesi kolay olsun ve çocuklar tarafından kolay okunup anlaşılsın diye böyle bir üslup kullanmıştır. Hamd etmek, bir işe hamdle başlamak, sağlığa, sıhhate, varlığa, yokluğa velhâsıl her hâlimize şükür diyebilmek, “Hamd olsun verdiği ni’metlere, sağlık ve âfiyete!” diye duâ edebilmek Müslüman için önemli bir prensiptir. Bu bakımdan şiirin ana temâsı iman ve hamddir. Kur’ân-ı Kerîm’in Besmele’den sonra ilk kelimesi olduğu için biz her duâya da bu güzel kelime ile başlarız. Kültürümüzde “Hamdele” diye ta’bîr ettiğimiz husus da, “el-Hamdü li’llâhi Rabbi’lâlemîn” âyetinin kısaca ifadesidir. Bundan dolayı her duâya, her konuşmaya önce “Besmele”, sonra da “Hamdele” ile başlanması tavsiye olunmuştur. Bu şiirde de böyle davranılmıştır. Şiirin dili oldukça sade ise de onu bir de düz yazıyla ifade etmekte yarar olduğu kanaatindeyim.
5. Var yevm-i âhir ba’se inanır Kalb ü lisânım el-Hamdü li’llâh 6. Kalben lisânen sırren ayânen Budur imânım el-Hamdü li’llâh 7. Hulûsî cânım mü’minim şânım Vird-i zebânım el-Hamdü li’llâh
GAZELİN AÇIKLAMASI 1. Allah’a hamd olsun ki ben müslümanım ve iman sâhibiyim. Burada hem müslüman, hem de iman ehli olduğunun ifade edilmesinde bir incelik vardır diye düşünüyorum. Nitekim Hucurât Sûresi 14. âyette Mü’min ve Müslüman arasındaki farka temas edilmiştir. Beytin daha iyi anlaşılması için bu âyetin tefsîri okunmalıdır. 2. Cenâb-ı Allah’ın bir olduğuna ve peygamberlerinin hak ve gerçek olduğuna imanım tamdır. ElHamdü li’llâh bunda hiç şek ve şüphem yoktur.
“Kalbimle dilimle, içimle dışımla, gizli açık her halimle ben bunların hepsine inanırım el-Hamdü li’llâh.” 3. Ben şunu beyan ederim ki, sayısını ancak Allâh’ın bildiği melekler de, peygamberlerine indirdiği kitaplar da haktır. 4. Kazâ ile kader, hayr ve şer hepsi Allah’tandır. Bunlara da imanım tamdır el-Hamdü li’llâh.
GAZELİN METNİ 1. Ben müslümanım el-Hamdü li’llâh Ehl-i îmânım el-Hamdü li’llâh 2. Allâh birdir hakdır Nebîsi Yokdur gümânım el-Hamdü li’llâh 3. Hakdır melekler hakdır kitâblar Budur beyânım el-Hamdü li’llâh 4. Kazâ vü kader hem hayr ile şer Hakdan hümânım el-Hamdü li’llâh
5. Âhiret günü vardır, kıyâmette bütün ruhlar diriltilecektir. Bunlara kalben inânır ve dil ile de tasdîk ederim. 6. Kalbimle dilimle, içimle dışımla, gizli açık her halimle ben bunların hepsine inanırım el-Hamdü li’llâh. 7. Ben Hulûsî’yim ve benim mü’min diye şânım vardır. Dilimde devamlı tekrar eylediğim zikrim ise “el-Hamdü li’llâh” demektir. * Prof. Dr.
21
M
illî Mücadele Dönemi’nde, aydın, okumuş ve kültürlü nesiller ile dindar halk kesimlerinin bağımsızlık hareketine inanmaları ve desteklemelerinde, çevrenin itibar ve güvenini kazanmış müderrisler ve diğer din adamları zümresinin, bu dinî-millî davaya gönülden inanıp bağlanması, çaba gösterip rehberlik etmesi, bir delil
olması, işgalcilerin buralarda halkın mukavemetini kıramayacaklarının en sağlam delili sayılmıştır… Hocaların toplayabildikleri faal kuvveti hiçbir zaman aşamamıştık. Tanınmış ulemaya halktaki hürmet, onları yaşlarına rağmen ellerinde silâh, at üzerinde dağ bayır didinirken gören halkta, ayrı kalmanın affedilmez sorumluluğuna katlanabilecek kimse bırakmamıştı.”
Tarih İsmail ÇOLAK
MİLLÎ MÜCADELE’NİN İLK
MEHTER TAKIMI NASIL KURULDU?
ve dayanak olarak mühim rol oynamıştır. Batı Cephesi Komutanı Ali Fuat (Cebesoy) Paşa, bu tarihî hakikate şöyle temas etmiştir: “Muhitlerinde, hiçbir başka şahsiyetin sahip olamayacağı hürmet ve muhabbete sahip olan Hocaefendiler bir ellerine silâhlarını, öteki ellerine seccadelerini alarak bir din adamının vatanı uğruna omuzlayacağı en mukaddes vazifelerin ardı ardına örneklerini verdiler… Yer yer başlamış olan karşı koymaların başında din adamlarının
22
Şubat 2009
Bu anlamda, milletin özünde ve ruhunda potansiyel olarak her zaman mevcut olagelmiş olan manevî kuvveti, direnme gücünü, mücadele azmini, hür yaşama ümit ve duygusunu yeniden uyandırıp körüklemede, millî ve dinî hisleri Kurtuluş Savaşı’na kanalize edip ortak gaye etrafında kenetleyerek tekrar şaha kaldırmadaki eşsiz hizmet ve katkılarından ötürü, müderrislerin ve topyekûn ulema zümresinin Millî Mücadele’nin doğuşu ve zafere ulaşmasında fevkalade önemli bir yere sahip olduğu inkârı imkânsız tarihî
bir gerçektir. Mustafa Kemal Paşa’nın şu sözü, bu tespitin tarihi bir nitelik ve gerçeklik kazanmasındaki en mühim kilometre taşlarındandır: “(Halk) hakiki vaziyeti anlamamışlardı. Fikirlerde karışıklık vardı. Dimağlar âdeta durgun bir haldeydi… (Din adamları) hakikati halka izah ettiler… Doğru yolu gösteren vaaz ve nasihatlerden sonra herkes çalışmaya başladı.”
dâhildi. Bilhassa köylerde yorgun, savaştan bıkmış, belirli yaş haddi içinde erkek nüfusunu kaybetmiş halkı, yeni bir mücadelenin imkânına ve zaruriliğine inandıracak tek kudret, din adamları idi. Onlar sadece telkin ve aydınlatma ile kalmadılar, ellerine silâh da aldılar, yaşlarına ve itiyatlarına (alışkanlıklarına) rağmen en tehlikeli mevzilerde, harbi sanat edinmiş meslekten askerlerde
Başta müderrisler olmak üzere genel anlamda din adamlarının Kurtuluş Savaşı’na olan fikrî ve fiilî, maddî ve manevî yeri doldurulmaz gayret ve katkıları hakkında Kilikya Garp Mıntıkası Genel Kumandanı Sinan (Tekelioğlu) Paşa’nın şu tespit ve müşahedeleri büyük ışık tutmaktadır: “Maddî imkânların yok olduğu yerde insanların yapılmaz zannedilene el atabilmesi, ancak ruh ve iman kudreti ile mümkün oluyor. Bunu da halkta meydana getirebilen tek kaynak, din uleması idi. Bu sözcüğe, müftüden en ücra köydeki imama kadar hepsi
hayranlık uyandıracak cesaret ve azimle dövüştüler. Din bilginleri, bizim kuşkuya düştüğümüz ve halka kabul ve tatbik ettirmede zorluğa uğradığımız her mevzuda yardımımıza koşup güçlükleri çözdüler.” Aynı hakikatle ilgili, Kilikya Cephesi kumandanlarından Kemal (Doğan) Paşa da hatıralarında, yerinde yaptığı gözlemler istikametinde, ulema sınıfının, âdeta “bir elinde silâh, öteki elinde seccade” olduğu halde vatan savunması uğrunda
23
omuzladıkları mukaddes dava ve çabalar hakkında şu müthiş değerlendirmelerde bulunmuştur: “Adana, Mersin, Urfa, Antep, Maraş ve buralara bağlı yerlerdeki Türkler, sarıklı olsun olmasın, hatta resmî vazifesi bulunsun bulunmasın, “hoca” olarak umumî şekilde ifade edilen ulemanın tesiri altında idiler. Bu mıntıkada, muayyen (belirli) maksatla teşkilat yapabilmenin ilk şartı, bunu din adamlarına benimsetebilmek ve onları davanın safına alabilmek mecburiyeti idi. Şükran ve minnetle kaydetmek icap eder ki bu vatan vazifesini bizim ulemamız, ancak şahit olanların inanabilecekleri vecd (coşku) ve heyecan içinde yerine getirmişlerdir. Birçok yerde, bizlere vazife bırakmadan teşkilat işinin başına geçmişler, fiilî olarak çarpışmalara katılmışlar, birçoklarının ileri yaşına, meslek ve meşreplerinin silâhlı mücadele olmamasına rağmen, hepimize numune olacak besalet (yiğitlik) ve şecaat (kahramanlık) göstermişlerdir.”1
Mehter Takımının Kurulmasına Müderris Abdullah Azmi’nin Katkısı 1920 yılı Temmuz ve Ağustos ayları, Millî Mücadele tarihinin, üst üste acı olayların âdeta resmigeçit yaptığı en bunalımlı dilimlerindendir. Bu dönemde, Mudanya, Edre-
mit, İzmit, Tekirdağ, Lüleburgaz ve daha da mühimi Edirne ve Bursa Yunanlılar tarafından işgal edilmiştir. Hele de Bursa’nın işgali tam bir felaket olmuş, tüm ülkeyi ve bilhassa TBMM’yi derinden sarsmış ve yasa boğmuştur. Millet Meclisi’nde, bu hazin olayın anısına kürsüye siyah örtü serilmiş ve Bursa’nın işgalden kurtulmasına kadar kaldırılmaması gözyaşları içinde kararlaştırılmıştır. Üstüne bir de Sevr Antlaşması’nın imzalanmasıyla, milletimizin idam fermanının hazırlanması ve Osmanlı Devleti’nin siyasi bağımsızlığına son verilmesi, bütün bu felaketlerin üzerine tuz biber ekmiştir. İşte tüm bu karanlık tabloya ve kötü gidişata rağmen Millî Mücadele hareketinin hedefinden zerrece sapmayıp yoluna devam etmesi ve ayakta kalması, Anadolu’nun yetiştirdiği sayısız kahramanın varlığıyla mümkün olabilmiştir. Varlığımızın teminatı bu kahraman kişilerden üçü de, geleceğin albaylarından ve Niğde milletvekillerinden, 20 yaşındaki Mülâzım-i Sâni (Asteğmen) Halil Nuri (Yurdakul) Bey ile onun can yoldaşları olan Müderris Abdullah Azmi ve Yunuszâde Vehbi Efendiler idi. Garp Cephesi ve Kuvayı Milliye Genel Kumandanı Ali Fuat (Cebesoy) Paşa hatıralarında, Halil Nuri Bey’in emrindeki “Nazifpaşa Müfrezesi” ile birlikte Nazifpaşa-Bozhüyük-Pazarcık hattındaki olağanüstü kahramanlıklarından büyük övgüyle söz etmiştir. Halil Nuri Bey’in, adının tarihe geçmesini sağ-
24
Şubat 2009
de fayda umduklarına verirsin. Yese (karamsarlığa) kapılma, fütura (korkuya) düşme… Cenabı Hak bu milleti kederde bırakmayacaktır. Paran var mı? Sorusuna cevap beklemeden bana 200 lira verdi. Bu miktar, o günün ve bizlerin sahip olduğu imkâna göre büyük para idi. Bu muhterem ve âlicenap (cömert) insan varını yoğunu verirken, daha fazlasını temin edemediğinin üzüntüsü içindeydi. layacak Kurtuluş Savaşı’ndaki esas büyük hizmeti, Millî Mücadele’nin ilk “Mehter Takımı”nı tarihe sığmaz gayret ve fedakârlıklarla kurmasıdır. İlk Mehter Takımı’nı nasıl oluşturduğunun, bu uğurda hangi girişimlerde bulunduğunun serüvenini ve Müderris Abdullah Azmi ve Yunuszade Vehbi Efendilerin olayla ilgisini Halil Nuri Bey bizzat şöyle hikâye etmiştir: “Eskişehir’de iken, ismini ve şahsiyetini duyduğum Müderris Abdullah Azmi Efendi’yi ziyaret ettim. Bu zat, Osmanlı Mebusan Meclisi’nde mebus idi. Muhitte çok seviliyor ve tanınıyordu. Arzu ve gayemi anlattım, şu cevabı verdi: – Eğer Ankara’ya Meclis’e iştirak etmeye mecbur olmasam beraberinde gelirdim. Buraya da aynı maksatla, teşkilat için geldim. Şimdi sana gideceğin muhitte tanıdığım hocalara ismen, birkaç da ismi açık, mektup vereceğim. Hizmetin-
– Çok yetersiz bir miktar ama mevcudumun hepsi bu!” İleride Şer’iye Vekâleti ve Eskişehir Milletvekilliği gibi önemli bir makama gelecek olan bu muhterem müderris efendinin verdiği para ile mehter takımını kurmayı başaran Halil Nuri Bey, o karanlık günlerde bunun ne anlam ifade ettiği ve hangi maksatlara hizmet ettiği hakkında da şu malumatı vermiştir: “Halkın ümitsizliği yenebilmesi için en çok muhtaç olduğu varlığın, tarihî rabıtalar (bağlar) olduğunu anlamıştım. Gönülleri harekete geçirmek gerekiyordu. Akıncılık tarihimizin ve fe-
25
tihler devrimizin yol açıcısı olan mehteri, o mütevazı şartlar içinde kurmayı düşündüm. Abdullah Azmi Efendi’nin verdiği tavsiyelerle Nazifpaşa-Pazarcık-Bozhüyük’te, din adamlarının gayreti ve yardımı ile kuvvet toplamış, ilk cepheyi kurmuş, düşmanı üzerime çekerek asıl maksadından uzaklaştırmış, 20. Kolordunun bu havaliye esaslı kuvvet yığmasını temin etmiştim. O günün şartları içinde kimsenin düşünmediği, ama gerçekleşmesi halinde büyük neticeler vereceğine inandığım manevî kuvvetin şahlanmasına döndüm. Hocanın varını yoğunu teşkil eden parasıyla böyle bir eser vücuda getirerek, ona minnetimi de ödemek istedim.”
– Oğlum, sana düşüncelerimi nazmen izhar edeceğim (açıklayacağım). Onu çoğaltırız. Hepsinin altını imzalayacağım. İcap ederse namaz seccademi heybeme kor, seninle yola düşer, son nefesimi gazaların bu en ulvisinde irşat yolunda veririm. Sen karıncanın ibretini bilir misin? Bak, anlatayım da hatırla: Karıncaya sormuşlar: – Nereye gidiyorsun? Cevap vermiş: – Hacca gidiyorum. Gülmüşler. – Bu bacakla mı? O yürümeye devam etmiş. – Hiç olmazsa yolunda ölürüm ya, demiş. İşte biz bu dinin gerçekten mürşitleri isek tutacağımız yol bu. Gerçekten de bana ertesi gün, naçiz emeklerimi değerlendiren şiirini verdi; çoğalttık, altlarını imzaladı. Bu benim için açıklamanın en kudretlisi ve inandırıcısı oldu.”
Yunuszâde Vehbi Efendi’nin Rolü Halil Nuri Bey’in, genç yaşına ve mütevazı rütbesine rağmen fedakârca gayret ve hizmetleri çevredeki müderris ve din adamları tarafından takdirle karşılanmış ve birçoğu kayda değer yardımlarda bulunmuşlardı. Bunların önde geleni de Bolvadinli Müderris Yunuszâde Vehbi Efendi’ydi. Onun kendisine verdiği destek ve Mehter Takımı’na katkısıyla ilgili, Halil Bey, şu mühim satırları tarihin hafızasına kaydetmiştir: “Çevrede nüfuzu büyük olan Müderris Yunuszâde Vehbi Efendi’ye müracaat ettim. Emeklerimi dinledi ve sonra bana dedi ki:
Yunuszâde Vehbi Efendi’nin, Halil Nuri Bey’in hizmetlerini methettiği o müthiş şiir aynen şöyleydi: Pek büyük hizmetleri sebketti (geçti) İslâmiyet’e, Cinsinin uğrunda candan vazgeçen imana bak, Düşman-i din (Din düşmanı) karşısında yüz çevirmez bu yiğit, Sîne-i pâkinde (temiz kalbinde) sâbit şu’le-i imana (iman ateşine) bak. Halil Nuri Bey, son olarak hazırladığı Mehter Takımı’nın Ankara’ya girişindeki muhteşem atmosfer ve katkılarından dolayı Abdullah Azmi Efendi’ye yaptığı vefa ve şükran ziyareti hakkında ise şu hatırasını nakletmektedir: “Mehter Takımı’nın ruhlarda uyandırdığı-
26
Şubat 2009
nı gördüğüm şevki, böyle hislere en çok muhtaç olan Ankara’ya götürmeyi düşündüm. Bunu, muhtemel tepkileri göze alarak yerine getirdim. Diyebilirim ki Ankara o güne kadar böylesine coşkun hava yaşamamıştı. Belki mevcutla iktifâ eden (yetinen), fakat aslına sadık kalarak düzenlenmiş mehterin, Büyük Millet Meclisi önünden geçişi hadise oldu. Mehterin önünde, siyah zemin üzerine beyaz yazı ile yazılmış, şu satırları okunan büyük bir bayrak taşınıyordu: Müslümanlar, beklediğimiz kıyamet bu günlerdir. Birleşelim. Kurtuluruz! 20 Temmuz 1336 (1920) Abdullah Azmi Efendi’yi ziyaretle teşekkür ettim. Bana sadece görevini yaptığını, asıl kendisinin teşekküre borçlu olduğunu söyledi. Bu levhadaki ‘Müslümanlar beklediğiniz kıyamet bu günlerdir.’ cümlesini kimin hazırladığını sordu. Bolvadinli Müderris Yunuszâde Vehbi Hocaefendi olduğunu öğrenince bir süre düşündü, içini çekti. Koyduğu teşhis doğrudur. Lügat manası olarak ayağa kalkma, ıstılahî olarak da ölümden son-
ra hayata dönme demektir. Cenabı Hakk’ın inayetiyle (yardımıyla) azim ve irademizi bu gayeye hasrederek (adayarak), devletimizi hayata kavuştururuz, istiklâlimize sahip oluruz. Anlıyorum ki o ruh, başka bir esintiydi. Öylesine haşmetle esmiş ki aşılmaz sanılan zorlukları yerle bir etmiş ve zaferin yolunu açmıştı.”2
“Halil Nuri Bey’in, genç yaşına ve mütevazı rütbesine rağmen fedakârca gayret ve hizmetleri çevredeki müderris ve din adamları tarafından takdirle karşılanmış ve birçoğu kayda değer yardımlarda bulunmuşlardı.” Dipnot 1) Cemal Kutay, Millî Mücadelede Öncekiler ve Sonrakiler, c.2, İstanbul, 1963, s.38, 73 vd.; Kutay, İstiklal Savaşı’nın Maneviyat Ordusu, s.119, 130, 145–146, 155, 216–217, 223; Ali Sarıkoyuncu, Millî Mücadelede Din Adamları, Ankara, 1995, Diyanet İşleri Bşk. Yay. s.11, 19; Mete Tuncay, Türkiye Cumhuriyeti’nde Tek Parti Yönetiminin Kurulması (1923-1931), İstanbul, 1989, s.219. Ayrıntı için bkz. İsmail Çolak, Kurtuluş Savaşı’nın Eğitim Ordusu Kuvayı İlmiye, İstanbul, 2008, s.99-155. 2) Ali Fuat Cebesoy, Millî Mücadele Hatıralarım, İstanbul, 1953, s.435–436; Kutay, Millî Mücadelede Öncekiler ve Sonrakiler, s.103 vd; İstiklal Savaşının Maneviyat Ordusu, s.152–162; Kurulay Yılmaz, Geçmişten Günümüze Bozüyük, Ankara, 2004; Çolak, age, s.140-144.
27
Düşünce Metin ÖZDEMİR*
HER HÂLÜKÂRDA
ŞÜKRETMENİN ANLAMI ÜZERİNE
İ
nsana bazen, esenlik, huzur ve nimet içerisinde yüzen kimselerin şükretmeleri normal görünür de; hastalıklar, acılar ve ızdıraplarla boğuşan insanların şükret-
meleri anlaşılmaz gelebilir. Bazen insan çok ağır bir imtihan sürecinden geçiyor olabilir; fakirliğin ve yoksulluğun verdiği ıstıraplar yetmiyormuş gibi, sağlık vb. daha pek çok problemle baş etmek zorunda
kalabilir. Kısacası bazen sıkıntılar o kadar üst üste gelir ki, insan her hâlükârda şükretmesi gerektiğini unutuverir. Hatta bu durumda olan bir kısım insanlar, bazen hallerine şükretmek bir yana dursun, isyan etme durumuna bile gelebilirler. İmtihanın bu en zor aşamasında olan insanların, ayaklarının sürçmemesi için doğru bir şükür bilincine sahip olmaları gerekir. Bu bilincin oluşması için ise şükrün anlamının ve gerekçesinin iyi bilinmesine ihtiyaç vardır. Şükür, kelime anlamı olarak “nimeti düşünüp açığa çıkarmaktır”. Karşıtı ise küfürdür; o da “nimeti unutup gizlemek” anlamına gelir. Meselâ sahibinin kendisine yaptığı hizmete karşılık semi-
28
Şubat 2009
ren hayvan için, “dâbbetun şekûr” denir. Şükrün etimolojik olarak “aynun şükrâ/dolu pınar” kavramından geldiği de söylenir. Bu durumda şükür; “nimet verenin hatırıyla dolmak” anlamına gelir. Bu anlamda şükür, üç şekilde tezahür eder: Nimeti düşünmekten ibaret olan kalbin şükrü, nimet vereni övmekten ibaret olan lisanın şükrü ve nimete hak ettiği karşılığı vermekten ibaret olan diğer organların şükrü.1 Bu anlamların hepsini birden içeren şükür, Kur’an’da pek çok yerde emir ve tavsiye edilir ve onları yerine getirenlere âhiretteki durumlarıyla ilgili büyük müjdeler verilir.2 Bu bağlamda bizim için dikkate alınması gereken en önemli hususlardan birisi, nimet ile şükür arasındaki ilişkidir. Nitekim Bakara Suresi’nin 172. ayetinde, nimetle şükür arasındaki ilişkiye ve şükrün tevhid ehli mü’minlerin en önemli kulluk göstergelerinden birisi olduğuna açık bir şekilde vurgu yapılır. Buradan tekrar başa dönecek olursak şöyle bir soru gündeme getirilebilir: Kendisine nimet verilmiş olan bir kulun şükretmesi gerektiği anlaşılabilir bir şeydir; fakat acı ve ızdıraplar içerisinde kıvranan bir kimseden aynı duyarlık ve içtenlikle şükretmesi nasıl beklenebilir? Aslına bakılırsa, insan daima iki durumdan birisiyle karşı karşıyadır. O ya belâ ya da nimet içerisindedir. Belâlar karşısında olgun bir mü’minin alacağı ilk tavır, sab-
retmek ya da en azından kendisini sabra zorlamak olmalıdır. Bundan sonra kişinin takvâ derecesine göre, belâya rızâ göstermesi ve onu hoş karşılaması gelir. Nimet içerisinde olan kimse ise her hâlükârda şükretmekle mükelleftir.3 Peki, belâ ve musîbetlerle boğuşmaktan acı ve ızdıraplara gark olmuş bir kimse, hangi nimete mazhar olmuştur da şükretmekle mükellef kılınmıştır? Bu sorunun cevabı, Allah’ın şu buyruğu içerisinde gizlidir: “Allah’ın nimetini saymaya kalkışsanız, onu sayamazsınız.”4 Bu yüzden en ağır belâlarla imtihan edilen bir insan için bile şükretmek için çok ciddi sebepler bulmak mümkündür. Meselâ bu durumda olan bir kimse, eğer isyan etmeyip içerisinde bulunduğu şartları sabırla ve hatta mümkün olduğu ölçüde rızâ ve hoşgörüyle karşılayabilirse, Allah’ın lütfu, keremi ve ihsanıyla bu tutum ve davranışının bir karşılığı olarak ebedî olan âhiret yurdunda hayalinin ötesinde büyük nimetlere mazhar olacaktır. Şu halde, bu kimsenin içerisinde bulunduğu şartlar, belki geçici olan dünya hayatının dış görünüşü itibariyle çok kötü görülebilir. Ancak her türlü amelin ve davranışın hesabının görülüp karşılığının eksiksiz olarak verileceği âhiret yurdu açısından bakıldığında, onları aynıyla birer nimet ve ebedî saadet kapısının açılması için birer fırsat olarak da görmek mümkündür. Sonuç olarak söylemek ge-
rekirse, belâları büyük bir talihsizlik ve eksiklik olarak görmek yerine, onları ebedî hayır ve saadetin teminini sağlayan birer fırsat ve imkân olarak görmek gerekir. Bu fırsat ve imkânı değerlendirmek, ancak akıllı ve iradeli varlıklar için mümkün olduğuna göre, insan başka hiçbir şey için değil, yalnızca Allah’ın kendisini değersiz herhangi bir yaratık olarak değil de aklı ve iradesi olan bir varlık olarak yarattığı için O’na şükretmek durumundadır. O halde, insanı henüz anılan bir şey olmadığı hiçlik durumundan çıkarıp onu denemek için işiten ve gören olarak yaratan5 Allah’a her hâlükârda şükretmek, gayet açık bir şekilde anlaşılabilir ve kabuledilebilir bir durumdur. İnsanın, beden gözüyle gördüğü hakîkatleri, akıl ve kalp gözüyle değerlendirerek şükre yönelmekten geri durmasına ya da onu ihmal etmesine, âcizliğini ve çaresizliğini mazeret olarak ileri sürmesi de mümkün değildir. Çünkü Allah insana doğru yolu göstermiş6 ve ona asla güç yetirmeyeceği bir yük yüklememiştir.7
Dipnot * Doç. Dr. 1 2
3 4 5 6 7
Bkz., Râgıb el-İsfehânî, Müfredâtü Ğarîbi’l-Kur’ân, Tahran 1379 H., 265. Bkz., 2/Bakara, 152; 172; 3/Âl-i İmrân, 145; 7/A’râf, 16-17; 14/İbrâhîm, 7; 34/Sebe’, 13. Şükürle ilgili âyet ve hadislerin geniş bir değerlendirmesi için bkz., İmam Gazâlî, İhyâu ‘Ulûmi’d-Dîn, tercüme: Ahmed Serdaroğlu, İstanbul 1975, IV, 152 vd. Abdulkâdir Geylânî, Fütûhu’l-Gayb, çeviren: İlyas Aslan, Derya Çakır, İstanbul 2007, 136. 16/Nahl, 53. 76/İnsân, 1-2. 6/En’âm, 71; 3/Âl-i İmrân, 3-4; 17/İsrâ, 9. 2/Bakara, 286.
29
Kültür Enbiya YILDIRIM
30
Şubat 2009
HURÂFELERLE KUŞATILMIŞ BİR HAYAT
Y
aşadığımız modern zamanlarda insanların uç noktalara kayması sıkça rastladığımız durumlardandır. Bunda, fertlerde oluşan doymuşluk ve yeni şeyler arama arzusunun etkisi olmakla birlikte, sağlıklı dinî bilgi edinmemiş olmanın da etkisi olduğu âşikârdır. Ayrıca dinin alanına giren konuların ehlince sunulmadığı takdirde bu boşluk başkalarınca mutlaka doldurulmakta, uçuk düşünceler ve hurâfeler ortalığı kaplamaktadır. Toplumumuzda da bâtıl inanışlar oldukça yaygındır. Örnek verecek olursak baykuş ötüşü uğursuzluğa yorumlanmaktadır. Oysa Allah’ın yarattığı dünya süslerinden olan baykuşun ötmesinin uğurla ve uğursuzlukla nasıl bir ilgisi olabilir?. Muhtemelen görüntüsünün insanlara ürkütücü gelmesi bu anlayışı besleyen nedenlerdendir. Anlaşılan o ki baykuşla ilgili bâtıl inanışlar sadece bizim ülkemizle sınırlı değildir. Yunan mitolojisinden tutun da Hz. Peygamber öncesi Arap yarımadasına varıncaya dek bu inanışın yaygın olduğunu görmekteyiz. Hz. Peygamber bir hadislerinde buna dikkat çekmiş ve “Baykuş ötüşünde bir uğursuzluk yoktur1.” buyurmuştur. Aynı şekilde karanlıkta siyah kedi görmek de hayra yorulmaz ve onu görmenin ardından bir felaketin gelmesinden korkulur. Oysa zavallı hayvanın karnını doyurup gezinmek dışında başka bir derdi yoktur. Hurafeler cenneti olan ülkemizde nazarlığa
da çok büyük önem verilmekte ve göz değmesine engel olduğuna inanılmaktadır. Oysa bunun bir faydası yoktur. Çünkü nihâyetinde bunlar bir ustanın elinden çıkan takılardır ve süs eşyası olmasının ötesinde bir fayda sağlaması söz konusu olamaz. Anadolu’da yaygın olarak evlerin kapılarının üzerine özellikle de yeni yapılan yapılara hayvan boynuzları veya at nalları takılmakta ve kem gözlerden korunacağına inanılmaktadır. Gerek çocuklara ve gerekse evlere bu şeylerin takılması göz değmesi olarak adlandıran nazara karşı bir koruyucu olarak düşünülmektedir. Oysa bunların da bir fayda sağlaması söz konusu değildir. Bunları takmanın belki şu faydası olabilir: Göz değmesinden korkulan insanların bakışlarının nazarlıklara takılmasını ve akıllarını meşgul ederek içlerindeki kötü duyguların frenlenmesini sağlamak. Ancak bunların bir inanış çerçevesinde takılması veya asılması inanç bakımından son derece sorunlu hususlardır. Ulu kimseler olarak bilinen kişilerin mezarlarında mum yakılması, çaput bağlanılması, şeker okunup gelenlere ikram edilmesi, adak kesilmesi suretiyle yapılan bazı adetler vardır ki bunların da hiçbir faydası yoktur. Bazen ölçü o kadar kaçırılmaktadır ki “Al sana bir göbek, ver bana bir bebek.” denilerek mezarların başında göbek atılarak çocuk sahibi olunmak istenmektedir. Bağlanan bezlerle ve çaputlarla mezar adeta renk cümbüşüne boğulmakta, mezar olmaktan çıkmakta, panayır yerine veya kumaşçı dükkânına dönüşmektedir.
31
Gazetelerin aile sayfalarında bolca yer ayırdığı burçlara dair köşeler de bu kabildendir. Bu köşeleri hazırlayanlar okuyucularını bazen ümitlendiren bazen de dikkatli olmaları yönünde uyaran yazılar yazmakta, aynı dönemde doğmuş milyonlarca insanı aynı sevincin veya aynı kederin beklediği iddiasında bulunmaktadırlar. Ustaca hazırlanan söz konusu köşelerde yuvarlak ifadeler kullanılmakta ve insanların iç dünyalarıyla oynanmaktadır. Söz konusu yazılardaki genel ifadelere takılan okuyucular, bunları kendilerine göre yorumlayarak özellerine bakan bir yönü mutla-
ka bulmakta ve hayatında bir değişiklik beklemeye koyulmakta, hayalci olmaktadır. Daha sonra bu köşeler kendileri için vazgeçilmez olmaktadır. Oysa o günkü gazetelerin benzer köşelerine bakılacak olsa, hepsinin farklı şeyler söylediği görülecek ve masa başında yazılan bu satırların hiçbir değerinin olmadığı anlaşılacaktır. Aynı şeyi fincanı ters çevirerek, orada oluşan çizgilerden gelecek okuma için de söyleyebiliriz. Kezâ el ayasındaki çizgileri ileriye dönük olacak şeylere yorma, yıldıznâmelerden ve tarot kartlarından bir takım yorumlar çıkarmak da bu tür aslı olmayan ve eğlence olmaktan öteye geçmeyen işlerdir. Bunun yanında, insanları bir takım beklentiler içine sokan ve hayal âlemine taşıyan bu tür yazıların halkın ruh sağlığı üzerinde olumsuz etkisi olduğu da açıktır. Oysa hayat fincana bakıp okunabilecek kadar
32
Şubat 2009
basit veya masa başında burçların neler getireceğini yazacak kadar açık ve görülebilir değildir. Hayatın, hepimiz için yarın ne getireceğini hiç kimse bilemez. Yarın hepimizin karşısına çeşitli sürprizler çıkabilir. Hayatın güzelliği de zaten burada yatmaktadır. Eğer geleceği bilmek bu kadar kolay ve basit olsaydı, ilk önce bu işten para kazanan insanların kendi karşılaşacakları sorunlara önceden hazırlıklı olmaları beklenirdi. Aynı şekilde her devletin vatandaşlarının ileriki hayatlarını düzenlemek için fal bakanlığı kurmaları kaçınılmaz olurdu. Dolayısıyla yapılan iş, sorunları olan insanların saflığından istifade ederek paralarını ve zamanlarını almaktan öteye geçmemekte, beklenti içine sokulan insanlar gelecek felaket veya müjde nedeniyle her şeyden kuşku duyan ve yaşadığı hayatı gerçekte yaşamayan insanlar haline dönüşmektedir. Oysa bilinmeyeni bilmek sadece Allah’a mahsustur. Allah Kur’an’da pek çok yerde gaybı sadece kendisinin bileceğini açıkça ifade etmektedir. Dolayısıyla çeşitli fal oyunlarıyla insanlara bir şeyler anlatanlar bir anlamda tanrıcılık oynadıklarının da farkında değillerdir. Hâlbuki Allah, Hz. Peygamber döneminde oklarla yapılan falcılığı şiddetle yasaklayarak, “Fal oklarıyla kısmet aramanız sizlere haram kılındı. Bunlar (hak yoldan) sapmaktır.” (5/Mâide, 3) buyurmuştur. Bu yasaklama falın her türlüsü için geçerlidir. Hz. Peygamber de falcılara gitmeyi ve onların anlattıklarına inanmayı dinden uzaklaşmak olarak tanımlamıştır. Aynı şeyi hastalıkların tedâvîsinde de görmekteyiz. Bazı üfürükçü veya muskacı insanlar, iyileşmeyen hastalıklara tedâvî uyguladıklarını söyleyerek, çaresizlikten her yola başvuracak duruma gelenleri zayıf taraflarından yakalamakta ve sözde efsunlar ve tedâvî metotlarıyla hastaların parasını almaktadırlar. Bunlar bazen o derece rağbet görmektedir ki, tedâvî için yanlarına gidebilmek ancak randevuyla mümkün olmakta ve doktor
muayenesi gibi paralar alarak çaresiz veya zayıf inançlı insanları istismar etmektedirler. Millete efsun yaparken kendileri hastalandığında da doktora koşmaktadırlar. Okuma oranının zayıf olduğu bölge ve muhitlerde yaygın olan âdetlerden biri de, muska yazdırmak ve anlaşılması mümkün olmayan işaret ve sembolleri koruyucu olarak üzerinde taşımaktır. Hz. Peygamber kendisine bey’at etmeye gelen 10 kişinin bağlılık yeminini kabul etmiş, ancak pazusuna muska bağlamış bir kişinin bağlılık yeminini kabul etmemiş, adam bunu pazusundan söküp attıktan sonra ondan bağlılık yemini almıştır. Daha sonra da Allah’tan başkasından şifa beklendiği için bunu şirk olarak nitelemiştir. Üzerlerine âyetlerin yazılı olduğu muskalara gelince, Hz. Peygamber döneminde böyle bir uygulama yoktu. İnsanın üzerinde âyet taşıdığını düşünerek derdinin çaresini Allah’tan dilemesi amacıyla bunun en azından psikolojik bir fayda sağlayabileceği söylenebilir. Bu arada ülkemizde son yıllarda son derece yaygınlaşan Cevşen adlı muskanın da Hz. Peygamber’le bir ilgisi olmadığını ve bunun ülkemize Şiî kaynaklardan girdiğini belirtmek gerekir. Bu muskanın varlığıyla ilgili olarak Hz. Peygamber ve sahâbîlerinden bir rivâyet gelmemiştir. Ancak söz konusu muskanın içerdiği dualar son derece güzeldir. İnsanın bunları okuyarak Allah’a münâcât etmesi güzel kabul edilebilir. Lâkin bunu Rasûlullah ile irtibatlandırmak ve onun tavsiye ettiğini söylemek son derece yanlıştır ve günahtır. Sonuçta insana gerekli olan üzerine düşen sorumluluğu yerine getirmektir. Çocuk sahibi olmak için tıbbın imkânlarını sonuna kadar zorlamaktır. Çocuğunun evlenebilmesi için iyi bir eş bulmasına yardımcı olmaktır. Kanser vb. hastalıklar için tedâvî sürecini ısrarla takip etmektir.
İnsan ilk önce bilimin gösterdiği çarelere başvurmak durumundadır. Bütün bunları yaparken de ihmal edilmemesi gereken, her şey kudretinde olan Allah’a el açmaktır. İkisini bir arada yürütmektir. Yani tedbîri aldıktan sonra takdîri Allah’a bırakmak ve giriştiği işin sonunu hayırlı etmesini dilemektir. Zira her şeye gücü yeten yüce Allah’ın duamıza icâbet edeceğini ümit etmek durumundayız. Bazı zamanlarda televizyon ekranlarında boy gösteren sahte hocalar ve yaptıkları, halkımızın saf duygularını din adına sömürmenin hangi boyutlara ulaştığını göstermesi açısından üzücüdür. Vatandaşlara düşen görev, dini hurafeler yığını haline getiren bu insanlara pirim vermemeleridir. Bir takım bâtıl inanışlarının da yersiz ve faydasız olduğunu bilmelidirler. Çaresizliklerinden dolayı başvurdukları bu yolların ne derece doğru olduğunu öğrenmek için de müftülüklere veya direkt olarak Diyanet İşleri Başkanlığı’na ya da muteber din bilginlerine danışmaları yerinde olacaktır. Buralara müracaat ettikleri takdirde hem yaptıkları işin Kur’an ve sünnet çerçevesinde ne derece doğru olduğunu öğrenecekler, hem de işin uzmanı olan insanlara danışmanın rahatlığını hissedeceklerdir. Hz. Peygamber’in buyurduğu şu hadis konumuz çerçevesinde çok önemlidir: “Allah, ölüm ve yaşlılık hariç herşeyin ilacını yaratmıştır.”2 Bugün bazı hastalıkların tedâvî yolları bulunamamış olsa bile bir gün bunlara da ulaşılacaktır. Bu nedenle bilimin yolundan ayrılmamak, hurafelerden ve para kazanmak için bize tuzak kuran insanlardan uzak durmamız gerekir. Allah’a elimizi açıp derdimiz için çare talep edelim, bu arada yapabileceklerimizi de yapalım.
Dipnot * Prof. Dr. 1 2
Buhârî, 5278. Mustedrek, 4/445.
33
FIkıh Abdullah KAHRAMAN*
KADİRŞİNASLIĞIN EN GÜZEL CEVABI: ŞÜKÜR
34
Şubat 2009
T
arihin her devrinde şükür ve nankörlük insanlar arası ilişkilerde önemli bir yere sahip olmuştur. Kendisine verilen nimetlere ve yapılan iyiliklere şükreden, teşekkür etmesini bilen insanlar sevilen ve saygı duyulan insanlar olurken nankörlere iyi gözle bakılmamıştır. Zira kadir ve kıymet bilmek çok güzel bir insanî haslettir. İnsanlar arasında böyle bir davranışın olumlu sonuçları olacağını bilen Yüce Allah, Kur’ân’da mü’minleri şükretmeye teşvik ederken nankörlükten de sakındırmıştır. Böylece onlara bütün nimetlerin sahibi olan yaratıcılarına şükretmeyi öğretirken, insanlardan gelecek iyiliklere de teşekkür etmeleri yönünde bir eğitim vermiştir.
Şükür nedir? Şükür, görülen iyiliğe karşı, söz veya işle memnuniyet göstermek ve yapılan iyiliğin kıymetini bildirmektir. Görülen bir iyiliği överek anmak da bir şükürdür. Biz, Allah’ın verdiği nimetlerin kıymetini bildirmek ve O’na olan minnet borcumuzu ifade etmek için şükrederiz. İnsanlardan gördüğümüz iyilikler karşısında da onlara teşekkür ederiz. Çünkü Kur’ân’ın
ifadesiyle, “İyiliğin karşılığı ancak iyiliktir.”1
Teşekkürün dindeki yeri nedir? Şükür ve teşekkür Yüce Allah’ın emridir. İnsanlar sahip oldukları nimetler karşısında onları verene şükür ve iyilikleri yapana teşekkür etmek mecburiyetindedir. Teşekkür insanlıktan ve imandan kaynaklanan bir davranıştır. Birçok âyette Yüce Rabbimiz şükretmeyi emretmiş, nankörlükten de sakındırmıştır. Bu âyetlerden bazıları şöyledir: “Ey iman edenler! Size verdiğimiz rızıkların temiz olanlarından yiyin; eğer siz yalnız Allah’a kulluk ediyorsanız O’na şükredin.”2 “Öyle ise siz beni (ibadetle) anın ki ben de sizi anayım. Bana şükredin; sakın bana nankörlük etmeyin!”3 “Hiçbir kimse yok ki, ölümü Allah’ın iznine bağlı olmasın. (Ölüm), belli bir süreye göre yazılmıştır. Her kim, dünya nimetini isterse, ken-
disine ondan veririz; kim de âhiret sevabını isterse, ona da bundan veririz. Biz şükredenleri mükâfatlandıracağız.”4 “Allah’a şükretsin.” diye Lokman’a hikmeti verdik. Kim şükrederse, ancak kendisi için şükretmiş olur. Kim de nankörlük ederse, (bilsin ki) Allah muhtaç değildir, övgüye lâyıktır.”5
Şükretmemek şeytanî bir davranıştır Şükrün tersi nankörlüktür. Nankörlük insana ve Müslümana yakışmayan bir davranıştır. Kur’ân nankörlüğün şeytan tarafından iğvâ edilen bir şey olduğunu bize şöyle anlatır: “İblis dedi ki: ‘Öyle ise beni azdırmana karşılık, and içerim ki, ben de onları saptırmak için senin doğru yolunun üstüne oturacağım. Sonra el-
35
bette onlara önlerinden, arkalarından, sağlarından, sollarından sokulacağım ve sen, onların çoklarını şükredenlerden bulmayacaksın!’ dedi”6. Âyete göre nimetler karşısında şükretme alışkanlığını kazanamayanlar, şeytanın aldatmasına kanıp onun tavrını benimseyenlerdir. Çünkü şeytan da Allah’ın kendisine bahşettiği konumu beğenmeyerek isyan ve nankörlük etmişti. Şükretmesini bilmeyenler ve teşekkürü ahlak haline getirmeyenler başkalarının iyilik duygularını olumsuz yönde etkiledikleri için ayrıca günahkâr olurlar.
Şükür nimeti artırır, nankörlük azaltır Kur’ân, şükrün nimeti artıracağını, nankörlüğün ise ters etki yapacağını anlatır. İlgili âyet şöyledir: “Hani Rabbiniz şöyle duyurmuştu: ‘Andolsun eğer şükrederseniz elbette size nimetimi artırırım. Eğer nankörlük ederseniz, hiç şüphesiz azabım çok şiddetlidir.”7. Allah-kul arası ilişkiler açısından bakıldığında nankörlerin günün birinde mutlaka Allah’ın nimetlerinden mahrum kalacakları söylenebilir. İnsanlara teşekkür edemeyenler ise kendilerine yapılacak daha nice iyiliğin yolunu kesmiş olurlar. Sevgili Peygamberimiz bakın ne buyurur: “Mü’minin durumu gıpta ve hayranlığa değer. Çünkü her hali onun hakkında hayır sebebidir. Böylesi bir özellik sadece mü’minde vardır: Sevinecek olsa, şükreder; bu onun için hayır olur. Başına
36
Şubat 2009
bir belâ gelecek olsa, sabreder; bu da onun için hayır olur.”8
İnsanlara teşekkür etmenin yolları nelerdir? Sevgili Peygamberimiz, Kur’ân’ın mü’minlere emrettiği şükür ve teşekkürün nasıl olması gerektiğini hem fiili davranışlarıyla hem de sözlü ifadeleriyle en güzel şekilde açıklamıştır. Onun bu konudaki öğretici, ufuk açıcı ve hikmet dolu hadislerinden bazıları şöyledir: “Allah’a şükretmeyen insanlara da teşekkür etmez.” “İnsanlara teşekkür etmeyen Allah’a şükretmez.” “Kendisine bir şey verilen kimse imkân bulursa karşı iyilikte bulunsun, bulamazsa iyilikte bulunanı bu davranışından dolayı övsün. Zira övgüde bulunan teşekkür etmiş, gizleyen de nankörlük etmiş olur.” “Kendisine iyilik yapılan kimse, iyiliği yapana, ‘Allah seni hayırla mükâfatlandırsın.’ derse çok büyük övgüde bulunmuş olur.”9
Her organın bir şükrü vardır Dilin şükrü, nimet vereni sözlü olarak anmak ve övmektir. Kalbin şükrü, açık ve gizli bütün nimetleri vereni kalbinden geçirmek, tasdik ve takdir etmekle olur. Diğer organlarla şükür ise, her birini yaratıldığı gaye için kullanmakla ve onlara mahsus kulluk görevlerini yapmakla gerçekleşir. Bazı İslam âlimlerine göre dilin şük-
rü, evrâd ve zikir; kalbin şükrü kesin iman ve istikâmet; diğer azaların şükrü ise düzenli ve devamlı ibadet ve tâattır. Bu sebeple Yüce dinimiz, zikri, şükrü, fikri de ibadet saymış, bütün bunları namaz ibadeti içerisinde toplamıştır. Namaz kılan bir Müslüman bütün azalarıyla Allah’a şükretmiş sayılır. İnsanlardan gelen iyiliklere karşı ise ayrıca ve uygun şekilde teşekkür etmesi gerekir.
Her nimet sahibine şükretmek gerekir Nimeti veren veya iyilikte bulunan kim olursa olsun, mü’minin ve sorumluluk sahibi her insanın ona uygun şekilde teşekkür etmesi gerekir. Sonsuz nimetleri verdiği için Yüce Allah’ımıza, bizi yetiştirdikleri için anne-babamıza, eğittikleri için hocalarımıza, istikâmetten ayrılmadıkları ve terbiye kurallarına riayet ettikleri için çocuklarımıza ve talebelerimize… teşekkür borcumuz olduğunu unutmamalıyız. Bazı durumlarda usûlünce ve üslûbuna uygun yapılan bir teşekkürün pek çok maddî karşılıktan daha makbul olduğunu da aklımızdan çıkarmayalım ve bu bilgilerle amelde yarışalım.
Dipnot * Doç. Dr. 1 2 3 4 5 6 7 8 9
55/Rahmân, 60. 2/Bakara, 172. 2/Bakara, 152. 3/Âl-i İmrân, 145. 31/Lokmân, 12. 7/A’râf, 16-17. 14/İbrâhîm, 7. Müslim, Zühd, 64. Tâc, V, 68-69.
Edebiyat Alim YILDIZ
KAVGADAN SEVGİYE
T
asavvufî muhitlerde çokça zikredilen bir hadiste “Nefsini bilen Rabbini bilir” ifadeleri kendini bilen/tanıyan, Rabbini bilmiş/tanımış olur anlamlarına da gelir. Kişinin kendisini bilmesi, tanıması büyük bir meziyet olarak kabul edilir. Yûnus’un; İlim, ilim bilmektir, İlim kendin bilmektir Sen kendini bilmezsen Bu nice okumaktır mısraları da aslında söz konusu hadisin bir şerhi olarak görülmelidir. Tasavvufun bir gayesi de insanın kendisini tanıma ve buradan Rabbini tanıyarak çeşitli sınavlardan geçerek, çileli bir yolda mesafeler kat ederek mükemmel insan olma çabasıdır. İnsanın dünyaya geldiği andaki saflık ve masumiyeti tekrar elde edebilme uğraşıdır. Buna ulaştığı anda da Rabbini gereği gibi tanıma imkânına ermiş olur.
Dünyaya gelişteki aslî sebebe ulaşma kolay ve sıradan bir iş değildir. Yine Yûnus’un ifadeleriyle söylersek; Ben gelmedim davî içün Benim işim sevi işi
Dostun evi gönüllerdir Gönüller yapmaya geldim mısralarının anlamıdır bu gaye. İnsan dünyaya bir dava, bir kavga için gelmemiştir. Onun işi sevgi olmalıdır. Yaratılana bir nazarla bakma, yaratılanı Yaratan’dan dolayı hoş görmeye yönelik olmalıdır. Galip Dede bunu; Hoşca bak zatına kim zübde-i âlemsin sen Merdüm-i dide-i ekvan olan âdemsin sen beytiyle ifade eder ki buna göre insan, âlemin özü ve kâinatın gözbebeğidir. Âlemin özü ve kâinatın gözbebeği olan insanın gördüğü her eşyaya bir nazarla bakabilmesi için kendini tanıyarak, sevgiyi önceleyip, kendisiyle barışık olması gerekir. Çünkü sevgi biraz da insanın kendisiyle barışık olmasıyla ortaya çıkar. Toplumda gördüğümüz olayların birçoğu kendisiyle, kendi içinde kavgalı olan insanlar tarafından ortaya çıkmaktadır.
Bürosuna gelen bir hastaya psikologun “Neyin var?” sorusuna hastanın verdiği cevap da oldukça ilginçtir: “Hiçbir şeyim yok fakat kendimle kavgalıyım”. Mükemmel insana ulaşma yolunda insanın içerisinde bir çatışma elbette olacaktır fakat bu dışa zulüm ve şiddet şeklinde yansıyan bir kavga olarak değil insanın kendi nefsiyle mücadele şeklinde olmalıdır. Bütün bunlardan hareketle tekrar hadise dönersek, insan “âdem” olma yolunda kendini tanımakla Rabbini tanımaya ulaşacak ve buradan da muhabbetle dolu olarak yaratılan her şeye aynı nazarla sevgi ile bakabilecektir. Çünkü; Muhabbetten oldu hasıl
Muhammed
Muhammedsiz muhabbetten ne hasıl ifadelerinde de belirtildiği gibi Allah, muhabbetle Hz. Peygamberi yaratmış ve diğer her şeyi onun nurundan var etmiştir. İnsana düşen de muhabbeti yaymaktır, kavga ve şiddeti değil.
37
Kültür Hüseyin ÇALDAK *
BİRKAÇ KELİME BİRÇOK
KELÂM İnsanın mahiyetini ve başka insanlarla iletişimde başarı yollarını ifade eden kelimeler vardır.Yani “sevgi insanı” olmanın formülünü veren kelimeler..
38
Şubat 2009
B
azen öyle kelimeler olur ki, birçok anlam taşır, birçok kelam olur. Kelimeler birbirine çok benzediği halde ifade ettikleri kelam çok farklı olur. Kelime aynı olur makama ve zamana göre farklılık arz eder. Bizim burada ele alacağımız kelimeler birbirine benzeyen, ancak ifade ettikleri anlamlar çok, hatta zıt anlamlı olanlardır. Ayrıca ele alacağımız kelimeler arasında hem benzeşen. hem farklı mânâlar ifade edenler olacaktır. İnsanın mahiyetini ve başka insanlarla iletişimde başarı yollarını ifade eden kelimeler vardır. Yani “sevgi insanı” olmanın formülünü veren kelimeler... Bunlardan bir kaçı: İnsandaki asıl güzellik sûrette değil sîrettedir, yani içiyle dışıyla ortaya koyduğu yaşayış tarzında… Tasavvuf Felsefesindeki “kâmil insan”, sîretiyle değerlendirilmiştir. Bu anlamda; İnsan, iç dışa, dış içe çevrildiğinde utanılacak şeyi olmayandır. Yani kalıp değil kalp önemlidir insan için. Sâdî-i Şîrâzî’nin meşhur “Bostan-Gülistan” adlı eserinde kalp için Farsça şöyle bir beyit mevcuttur: Kâ’be bünyâdu Halîl-i Âzer est; Dîl, nazargâh-ı Celîl-i Ekber est.
Yani, “Kâ’be, Peygamber Halil İbrahim’in inşa ettiği bir binadır; fakat Yüce İlah’ın nazar ettiği (asıl kâ’be), insan kalbidir.” Şöyle düşünmek gerek bu beyti okurken: Kâ’be kutsaldır; ama kalp, belki ondan daha kutsaldır. Ebrehe orduları kutsal binayı tahrip etmeye yeltenince nasıl helak olduysalar, bir insanın kalbini de bilerek ve bir hiç uğruna kırmak o kutsala ihanetten dolayı, o kalbi kıranın helâkine sebep olur.
“Bir hiç” uğruna kırılan kalp, “hiç bir” şeyle kolay kolay düzeltilemez. Çünkü insanoğlunun üzerinde en çok kavga ve gürültü kopardığı şeylere bakıldığında, bunların çoğu gerçekten bir hiç uğruna yapılan yanlışlardır. Bunun için bilgili olmak yetmez, insanın kendini bilmesi gerekir. Zira, “En güzel bilmek haddini bilmektir.” diye düşünüyorum. Aristo da bunun için “Ey ölümlü insan! Ölümsüz kini barındırma kalbinde.” der. Niçin bilmek her zaman yetmiyor? Çünkü, satır (yazılı olanlar) her zaman gerçeği vermez, bazen sadır’a (gönül) bakmak gerektir. Kalp zenginliğine sahip olmak aslında, başka bir şeye ihtiyaç bırakmayacak kadar bir büyük bir zenginliktir. Daha üst noktası E. Mısrî’nin şu dediğine karşılık gelir: “Erdemli kişi, hiçbir şeye sahip olmayan ve hiçbir şeyin kendine sahip olamadığı kimsedir.” Başkalarının değerlendirmelerine ehemmiyet veren, aslında iflas etmiş insandır. Şan, şöhret elde etmek; desinler, sevsinler, alkışlasınlar, bilsinler, görsünler... gibi kaygılar, kalp sarayına giden yola kurulan engebelerdir. Bunların tümünü yok eden, karşılıksız olan ve menfaat gözetmeyen sevgidir. İnsan bazen de karşıdakini tevazu ile elde etmelidir; her zaman başı dik olmalı, ama hiçbir zaman dik başlı olmamalıdır. Çünkü empati olmadan sempati olmaz. Bu konuda gönül adamı Mevlânâ şöyle der: “Aynı dili değil, aynı duyguları paylaşanlar anlaşabilir.” Güzel konuşmak bir sanattır, insanlarla kalp bağlılığı için. Fakat, güzel dinlemek daha güzel bir sanattır. Güzel konuşmak göze girmenin, güzel dinle-
39
mek ise kalbe girmenin yolunu açar. “Dinlemek, gösterebileceğimiz nezaketlerin en yükseğidir.” der D. Carnegie. “Bir insana karşı, işlenebilecek en büyük günah, ona karşı kayıtsız davranmaktır.” diye söyler Bernard Show.
de ayrı bir formül vardır: “Sevdiğini bulamazsan, bulduğunu seveceksin.” Şu şekilde ifade eder bunu, Epiktetos: “Hayatında olup biten şeylerin dilediğin şekilde olmasını dileme. Nasıl oluyorsa öyle olmasını arzu et! Böyle davranırsan her daim mutlu olursun.”
Sağırların en beteri, kusurunu işitmek istemeyendir. Nitekim, kendini gören, hakkı göremez.
Mutluluk her zaman gülü için dikene katlanmak değil, bazen dikende gülü de görebilmektir; biraz da başkaları için yaşamaktır.
Başkası düştü mü, “Çürük tahtaya basmasaydı.” deriz. Kendimiz düşünce, bastığımız tahtanın çürük olmasından şikâyet ederiz.
“Yaşam üç gündür. Dün, içindekilerle birlikte geçip gitti, yarına gelince, ona yetişeceğin kesin değildir. İşte senin olan gün, bu gündür; onu iyice değerlendir.” diye öğütler düşünürlerimiz. Demek üç günlük bir yaşamda, başkalarıyla da mutluluğu yakalamalı insan.
Kendimiz için avukat, başkaları için savcı rolünü oynarız daima. Kendimizi bin bir dereden su getirerek savunurken, karşıdakini dinlemeden yargılar, cezalandırır ve infaz ederiz. Bu yanlıştan kurtulmanın yolunu kalp ehli olanlar şöylece ifade etmişlerdir: Başkalarını sık sık affedin, fakat kendinizi asla... O halde çıkarı aradan çıkararak sevmeli insanları; bütün sıkıntılara ve meşakkatlere rağmen. Meşakkat insanın gıdasıdır aslında. Hayat yolunda birer kamçıdır zafer için. Her zaman ve zeminde insan istediği konuda istediği şekilde başarılı olamayabilir. Bunun için
40
Şubat 2009
Muhabbet semasında ak yüzlü Dolunay olabilmek için fedakârlık çölünde sabırlı bir seyyah olmak kaçınılmaz olur. Her şeye rağmen bütün zamanlarımız güllük gülistanlık olmaz. O zaman da şöyle düşünmeli insan: “Bir gün dünyaya ait büyük bir derdin olursa Rabbine dönüp ‘Benim büyük bir derdim var.’ deme, derdine dönüp, ‘Benim büyük bir Rabbim var.’ de.” *Dr.
ÖZGÜRLÜĞE SİTAYİŞ “Ne efsunkâr imişsin âh ey didar-ı hürriyet Esir-i aşkın olduk gerçi kurtulduk esaretten.” (Namık Kemal) Özgürlük ateşi ruha değer de Kanatlanır göğe bir kuş misali Mazlumlar başını yere eğer de Yeri göğü tutar zulmün vebali Özgürlük ateşi ruha değer de
Büyük balık küçük balıkları yer Özgürlük çiçeği açar gönülde Kalbimiz sığınak, yürekler mavzer Hürriyet ebedî türküdür dilde Büyük balık küçük balıkları yer
Hürriyetten elbet payımız vardır Karanlık geceler sabah olunca Özgürlük olmazsa dünyanız dardır Anlarsın kadrini benzin solunca Hürriyetten elbet payımız vardır
Esaret zehirli kurşun gibidir Kezzaba dönüşür hür beyinlerde Fırtına, kasırga, tayfun, tipidir Ayı gibi gezer gece inlerde Esaret zehirli kurşun gibidir
Zulmün bahçesinde çiçekler açmaz Gonca güller kurur, zakkum boy verir Kuşlar göklerde tek kanatla uçmaz Hürriyetin mumu baskıyla erir Zulmün bahçesinde çiçekler açmaz
Gün gelir zamanın nabzı da tekler Kararlılık zulmü getirir dize Sülük, hürriyeti pusuda bekler Özgürlük gömleği kefendir bize Gün gelir zamanın nabzı da tekler Günler akıp gider, döner de devran Özgürlüğe giden yollar açılır O acı günlere yan yüreğim yan!... Özgürlükler için serden geçilir Günler akıp gider, döner de devran
M. Nihat MALKOÇ
41
Edebiyat Mustafa ÖZÇELİK
HAMD VE ŞÜKÜR MAKAMINDA
42
Şubat 2009
“Sufilikte gaye, sadece kişinin kendi nefsini kurtarması değildir. Başkaları da, onların da huzura ermesi bir sufinin en önemli dileğidir. Bu yüzden onlar için seyahat, gidilen yerlerde Hakikati tebliğ bir vazifedir.”
İ
lahî aşkın en coşkulu söyleyişleriyle gönüllerimizi aydınlatan Yûnus Emre, şiirlerinde kendi içsel serüvenini de anlatır. Sufilikte dört kapı ve kırk makam olarak tasvir edilen seyr ü sülûk’u yani Hakk’a ermek için bir rehberin öncülüğünde ve denetiminde çıkılan yolculuğu bütün ayrıntılarıyla onun şiirlerinde görmek mümkündür. Bu bakımdan onun şiirlerini böyle bir kutlu yolculuğun anlatımı olarak da görmek gerekir.
Dağ, mecaz olarak nefsi ifade eder. Engeli, zorluğu anlatır. Meşe ve bağ kelimelerini de benzer manada düşünmek gerekir. Kemal yolculuğunda bunlar kişinin önünde engel oluştururlar. Bunlar, yine Yûnus’un ifadesiyle birer “haramî”dir, yol kesicilerdir. Fakat teslimiyet ve şükür üzere olan salik için artık birer engel olmaktan çıkarlar. Salik, yüreğindeki ilahî muhabbetle bütün bu engelleri “sağlık ve safalık” ile aşar.
Yûnus’un bu manada pek çok şiiri bulunmakla birlikte bunlar arasında en meşhur olanı “Hak’tan gelen şerbeti içtik elhamdülillah” mısraı ile başlayan ve sonuna kadar “elhamdülillah” redifiyle devam eden şiiridir. Yûnus, bu şiirine şöyle başlar: Hak’dan gelen şerbeti içtik elhamdülillah Şol kudret denizini geçtik elhamdülillah Hak, yolunda girene, yolunda yürüyene şerbet (manevî neş’e) ikram eder. Bu şerbeti içen onun tadıyla mest olup kendinden geçer yani kişisel arzu ve isteklerini terk edip kendini bütünüyle ilahî iradenin teslimiyetine bırakır. Artık onu sahil-i selâmete ulaştıracak olan kudret Hak’tır. Deniz olarak tabir edilen mesafe o kudretinin ikramıyla aşılmış ve kâmil insan mertebesine ulaşılmıştır. Şol karşıki dağları meşeleri bağları Sağlık sefalık ile aştık elhamdülillah
Kuru idik yaş olduk kanatlandık kuş olduk Birbirimize eş olduk uçtuk elhamdülillah Kuruluk, gönül kuruluğudur. İşlenen hatalar, günahlar gönlü kuru bir toprağa çevirir. Orada manevi anlamda bir dirilik kalmaz. Yaş olma hâli ise kuru gönlün ilahî rahmetle yeşermesidir. Yeniden dirilik kazanmasıdır. Diri olan için gerekli manevî güç kendisine verildiği için karşısı-
43
na çıkan engeller onun için bir şey ifade etmez. Ruhumun kanatlandırır ve bir kuş misali engelleri aşar. Çünkü bedenin esaretinden kurtulmuştur. Bu hâle gelenlerle eş olur, dost olur ve birlikte Huzur-ı ilahîye, arzu edilen makama ulaşırlar. Vardığımız illere şol safa gönüllere Halka Tabduk manisin saçtık elhamdülillah
olanda buluşması nihai hedeftir. İndik Rum’ı kışladık çok hayr u şer işledik Uş bahar geldi geri göçtük elhamdülillah Hakikatin tebliği için bütün bir Rum(Anadolu) ülkesi dolaşılmış, kış oralarda geçirilmiş, oralarda hayırlı hizmetler yapılmış ve artık geri dönme zamanı gelmiştir. Bu geri dönüş, dergaha olabileceği gibi bedeni bu dünyada bırakarak asıl vatana dönüş olarak da düşünülebilir. Sonuç değişmez; çünkü asıl olan vazifeyi yerine getirmek, nice gönülde hakîkatin ışığını yakmaktır.
Sufilikte gaye, sadece kişinin kendi nefsini kurtarması değildir. Başkaları da, onların da huzura ermesi bir sufinin en önemli dileğidir. Bu yüzden onlar için seyahat, gidilen yerlerde Hakikati tebliğ bir vazifedir. Yûnus da böyle yapmıştır. Tebliğe ehliyet kazandıktan sonra diyar diyar gezmiş, gönüllere hakikatin nurunu taşımıştır. Burada bir nimet olarak saçılan Tabduk manisi ise şeyhi Tabduk’un kendine öğrettiği bilgi ve hikmetlerdir. Mısrayı elbette Tabduk kelimesinden dolayı “Tapılanın manasını saç“Yûnus’u Yûnus yapan mak, yaymak” şeklinde de anlamak mümkündür. Sonuç ta her mürşid Tabduk’tur. iki söyleyiş de aynı kapıya çıkar. Beri gel barışalım yad isen bilişelim Atımız eyerlendi eştik elhamdülillah
Yûnus, onun huzuruna varmış, ona teslim olmuş, şeyhi de onu bütün duraklardan, makamlardan geçirerek pişirmiş, olgunlaştırmıştır.”
Sûfiyi kanatlandırıp kuş misali yapan kuvvet sevgidir. O bu sevginin penceresinden bakar her şeye... Onun dünyasında kinin, düşmanlığın, ayrılığın, gayrılığın yeri yoktur. Bu yüzden hep muhabbete çağırır, barışa, dostluğa, kardeşliğe çağırır. Yabancılığın aşinalığa, düşmanlığın dostluğa, kinin muhabbete dönüşmesini ister. Çünkü at eyerlenmiş yani bütün hazırlıklar tamamlanmış, nefis terbiye edilerek yola çıkılmıştır. Yolculuğun birlikte ve birbirini sevenlerle, birbirine dost olanlarla yapılması bu yolun erkânıdır. Çokluk fani, birlik bakidir çünkü… Gayrıların bir olup “bir”
44
Şubat 2009
Dirfillü pınar olduk irkildik ırmak olduk Aktık denize dolduk taştık elhamdülillah Gönül, gaflet uykusundan uyanmıştır. Yani dirilik gelmiştir cana… Bu feyizle pınar iken ırmak olunmuştur. Çoğalmıştır hakikatin erenleri… Hep birlikte denize dolmuşlardır. Hakikat meclisinde cem olmuşlardır. Çünkü bir damla suyun bile hasreti asıl vatanı olan denizedir. Varlığı orada anlam bulur. Denizin dışında olduğu her an gurbettedir, hasrettedir. Denize kavuşmakla bu hasret sona ermiştir.
Tabduk’un tapısında, kul olduk kapısında Yûnus miskin çiğ idik piştik elhamdülillah Yûnus’u Yûnus yapan mürşid Tabduk’tur. Yûnus, onun huzuruna varmış, ona teslim olmuş, şeyhi de onu bütün duraklardan, makamlardan geçirerek pişirmiş, olgunlaştırmıştır. Yûnus, bu hâlin sevinci içindedir yani hamd ve şükür makamındadır. Bu makamda dilin zikri hamddir, şükürdür.
GAZZE’DE YILBAŞI Tur Dağı’nda Musa’ya, On kere, On bin kere “On Emir” “Öldürmeyeceksin” dese de Beyhude… Ağlama Duvarı önünde Beni İsrail, Yüzleşmedikçe kendisiyle. Vaat edilmiş topraklar Nil’den Fırat’a hayâli. Mülteci kamplarında Yurtsuz yuvasız insanlar. Duvarlar, ambargolar… Yalnızca kan ve gözyaşı. Yine ateşler yağıyor gökten Bu gece, Gazze’de yılbaşı… Nebilere, resullere Beşik olmuş topraklar. Muhammed’ i. Miraç’ a uğurlayan bu şehir. Üç dinin kutsalı Kudüs, Kaç bin yılın ardından Gömülmüş acılara İnsanlığa küs… Mademki beşer suskun. Hazreti Süleyman’a Kuşlar haber uçursun. Yıldızından Kan damlamakta Gazze’de Günahsız bebeklerin Gözbebeklerine…
Fazıl Ahmet BAHADIR
45
Kültür Resul KESENCELİ
ASYA’NIN KUBBELERİ 46
Şubat 2009
A
sya’nın kubbeleri deyince ilk önce aklımıza turkuaz çinili Buhara şehri geliyor. Özbekistan sınırları içinde bulunan tarihi şehir, Zerefşan Irmağının aşağı havzasındaki büyük vahada yer alır. Denizden yüksekliği 220 metredir. Kara ikliminin tesirinde olup kışlar soğuk, yazlar ise çok sıcak geçer. Eskiden beri idari bir bölge olan Buhara’nın merkezi Numicker (Bumickes) idi. Horasan Valisi Said bin Osman bin Affan Buhara’yı İslâm hâkimiyetine aldı. Ancak buradaki İslâm hâkimiyeti devamlı olamadı. Şehir zaman zaman Müslümanların kontrolünden çıktı. Emevilerin Horasan valisi Kuteybe bin Müslim 706-709 yılları arasında düzenlediği seferler neticesinde Buhara’yı tamamen fethetti. Kuteybe bin Müslim burada İslâmiyetin yayılması için geceli gündüzlü çalıştı. Birçok mescid yaptırdı. 712 senesinde kale içinde bulunan puthanenin yerine büyük bir cami yaptırdı. Tuğşade Bey Buhara Valisi tayin edildi.
Arslan Han devrinde Buhara en sakin ve huzurlu dönemlerini yaşadı. Bu hükümdar, Cuma Camiini ve iki yeni saray inşa ettirdi. Buhara, İslâm orduları tarafından fethedildikten sonra ilk defa 9 Eylül 1141 tarihinde meydana gelen Katvan
Savaşından sonra putperest olan Karahıtayların idaresine geçti. Bundan sonra Buhara’da Sadr ünvanlı hükümdarların nüfuzu devam etti. Harezmşah Alaeddin Muhammed Tekiş bin İlarslan 1182’de Buhara’ya bir sefer düzenledi. 1207 senesinde Karahıtaylar Devletine son vererek Buhara’yı hâkimiyeti altına aldı. Harezmşahlar döneminde Buhara mamur hale getirildi. Şehrin çeşitli yerlerine medreseler, kütüphaneler ve camiler yapıldı, şehrin kalesi tamir ettirildi. Harezmşahların otoritesi bir müddet daha devam etti. Moğol hükümdarı Cengiz Han 1220 senesinde Buhara’yı kuşattı. Üç gün müddetle yaptığı şiddetli hücumlar neticesinde kaleyi almak mümkün olmadı. Bu sırada kale savunmasını lüzumsuz sayan vali ve bazı komutanlar hücuma karar verdiler. Kuşatmanın üçüncü günü ani bir taarruzla Moğol çemberini yarıp çıktılar. Fakat Ceyhun Nehri kıyısına varmadan Moğol süvarileri tarafından imha edildiler. Ertesi gün şehrin etrafındaki sahra güneş ışıkları altında kan ile dolmuş büyük bir gölü andırıyordu. Bu durum karşısında Buhara ahalisi aman dilemek üzere Cengiz Hana Kadı Bedrüddin’i elçi gönderdi. Yapılan görüşmeler sonucunda halka dokunulmayacağı vadiyle Moğol ordusu 1220 senesi Şubat ayının on birinde Buhara’ya girdi. Bir kısım Türk-
47
menler teslim olmayı kabul etmeyerek iç kaleye çekildiler. Verdiği sözde durmayan Cengiz, şehrin yağmalanmasını ve ateşe verilmesini emretti. Binaların çoğu ahşap olduğu için birkaç gün içinde Cuma Mescidi ile tuğladan yapılmış bazı binaların dışında şehrin tamamı yandı. İç kaleye çekilen Türkmenler şehri kahramanca savundular. Her saldırılarında Moğollara büyük kayıplar verdirdiler. Kum tanesi gibi kalabalık olan Moğol sürüsü karşısında iç kale de fazla dayanamadı.
rulan Astırhanlar (Estarhanlar) ve Mangıthanlar döneminde de devam ettirdi. Astırhanlar hanlıkları, Ruslar tarafından işgal edilince, reislerinden Yar Muhammed ile oğlu Can, Buhara’ya sığındılar. İskender’in kızı ile evli olan Can’ın oğlu Baki Muhammed, on altıncı yüzyılın sonlarında Canoğulları sülalesini kurdu. Abdülaziz devri, Buhara Hanlığının son parlak devri oldu. Daha sonraları zayıflayan Buhara Hanlığı, 1740 yılında Nadir Şah tarafından yıkıldı.
Buhara, yanıp yıkılmış, kale ve surları yerle bir edilmiş, halkı darmadağın olmuş ve bir enkaz yığını haline gelmişti. Bu hadiseleri, Horasan’a kaçan bir Buharalı kısaca; “Moğollar yıktılar, yaktılar, öldürdüler ve gittiler.” diyerek veciz bir şekilde dile getirmiştir. Cengiz’in yerine geçen Ögeday, Buhara’yı tekrar mamur hale getirdi. Bu devirde Buhara’da meydana gelen en önemli olay Şah-ı Behaeddin Nakşibend tarafından kurulan Nakşibendiyye tarikatının ortaya çıkmasıdır. Buhara ve civarında insanlara İslâmiyetin emir ve yasaklarını anlatan Şah-ı Nakşibend Behaeddin Buhari’nin talebelerinden Hace Muhammed Parisa, Buhara’da çok etkili oldu. Bu devirde yetişen Uluğ Bey de Buhara şehrinin merkezinde bir medrese yaptırdı. 1500 senesinde Buhara’yı bu sefer Özbekler ele geçirdi. Özbeklerden Muhammed Şeybek, Şeybaniler Hanedanına Buhara’yı payitaht yaptı. Buhara, Şeybanilerden Ubeydullah bin Mahmud ile Abdullah bin İskender Han zamanında, siyasî ve manevî hayatın merkezi durumuna geldi. Şehir bu durumunu bölgede ku-
Orta Asya, özellikle Özbekistan dünya kültürünün eski ocaklarından birisidir. Burada IX-X.yüzyıllarında sanat ve ticaret gelişmiştir. Şehirler genişleyip, köşklerin yanı sıra ticaret tezgâhları, kervansaraylar kurulmuştur. Mimarlığın güzel başarıları ve örnekleri, özellikle mescit ve medreselerin yapımındagörülmektedir. O dönemlerde ülkeye gelen sanatçılar ve ilim adamlarının şehirleri tanımlarken esas binalar olarak mescit ve medreseleri dile getirmesi bundandır. Mescit binaları yanında minare, hücre, âlim ve evliyaların türbeleri çok muhteşemdir.
48
Şubat 2009
IX. yüzyıla kadar çamur ve pişmemiş tuğladan yapılan binalar yerine yüksek kaliteli evlere olan talep arttı. Şehir kurma çalışmalarında binaların görkemliliği ve ömrünü uzatmaya yarayan pişmiş tuğla kullanılmaya başladı. Halk arasında şimdiye kadar Müslüman tuğla adıyla tanınan bu inşaat malzemesi sarı çamurdan hazırlanarak özel kaplarda pişiriliyordu.Yeni mi-
mari üslupta inşa edilen en ender ve eski anıt şüphesiz ki Buhara’da ki İsmail Samani Türbesidir (IX-X. yüzyıllar). Türbe doğru dörtgen şeklinde pişmiş tuğladan yapılmış, duvarları üzerine kubbe kurulmuştur. Son beş asır süresince Maveraunnehir’de aynen bu üslup kullanılmıştır. Bina projesinin mükemmel bir şekilde planlanması ona bin yıl korunma imkânını sağlamıştır. Binada her şey uygun, kabartma tuğlalar o kadar maharetle kurulmuş ki sonuçta bina cazip bir biçim almıştır. İsmail Samani türbesinin Özbekistan Cumhuriyeti topraklarındaki tarihî anıtlar arasında Unesco’nun bütün dünya medeniyeti mirası listesine dâhil etmesi boşuna değildir.
dana gelmiştir. Ülkenin güzelliklerinden biri de turistlerin zevkle seyrettikleri Buhara’daki Mescid-i Kelan camisidir. Cami XII. yüzyılda bina edilmiş olup XVI. yüzyılda yeniden inşa edilerek bugünkü durumuna getirilmiştir. XII. yüzyıla ait mimari külliyenin bugün sadece 1127 yılında yaptırılan ve yüksekliği 76 metre olan Minare-i Kelan (Yüksek minare) kalmıştır. Minarenin duvar yapısı gerçek sanat eseri örneğidir. Minare-i Kelan’dan okunan ezan sesi bütün Buhara’ya duyulurdu. Minarenin etrafı genişçe bahçe ve üstü kubbeyle kapatılmıştır. Burada namaz kılmışlardır. Öyle ki okunan ezanlar tüm step bozkırlarında duyulmuş gönülleri mutmain kılmıştır.
XI-XII. yüzyıllarda pişmiş tuğladan binalar yapma mahareti yüksek seviyeye ulaştı. Binaları genelde sekizgenli olarak ön tarafı yukarıya kaldırılmış ve haşmetli kubbelerle kapatma gelenek haline geldi. Tuğlaları kâh kabartma, kâh oyuk, kâh dik, kâh düz şekilde sırayla koyma usulleri ortak olmasına rağmen her şehir ve vilayette kendine özgü usuller gelişti. Büyük İpek Yolu üzerinde yerleşmiş olan Buhara’nın şu andaki durumuna bakarak da buranın eski mimarlığının seviyesi hakkında izlenim elde edilebilir. Örneğin, XII. yüzyıla ait Mağaki Attari mescidinin güzellikte eşsiz bir parçası muhafaza edilmiştir. Binanın yapımında mevcut olan tüm süsleme usulleri, bu cümleden olmak üzere küçücük tuğlaları nakışlı olarak koyma, çiçek nakışlı çanaktan faydalanma ve oyma işleri ve alçı usullerinden genişçe yararlanılmıştır. Ustaların mahareti ve süsleme sanatı uygunlaşarak kendine özgü eserler mey-
49
Tirmiz şehri yakınındaki Carkorgan minaresi (1108 ) de kendine özgü üsluba sahiptir. Yukarı kısmı Kur’an-ı Kerim ayetleriyle süslenmiş olup, yazılar sanki bir kuşak halindedir. On altı sütun minarenin temelini oluşturmaktadır. Minarenin en yüksek kısmı bozulmuş, ancak korunan kısmının parçaları da bu abidenin ilk cazibesi hususunda tasavvur verebilir. Orta Asya mimari sanatında Amir Timur ve Timuriler dönemi ayrı, özel bir dönemi oluşturmaktadır. XIV. yüzyılın son yıllarında merkezleşmiş saltanat kuran Amir Timur Semerkant’ı kendisine başkent olarak seçti ve şehri yeryüzünün cevherine dönüştürmeye çalıştı. Bibi Hanım mescidi, Şah-ı Zinde Külliyesi, Gür-i Amir türbeleri külliyesi Amir Timur’un devleti yönettiği döneme ait en tanınmış ve görkemli abidelerdendir. Şah-ı Zinde külliyesindeki en eski abideler Peygamberimizin (s.a.v) amcazadelerine ait Kusam b. Abbas ve Hace Ahmet türbeleri olup sırlanmış seramik parçalarla kaplıdır, güzellikte eşsiz ön kısımdan içeri girilir. Şehrisebzde yapılan heybetli Aksaray ve Semerkant’ta o dönem için en büyük cami kabul edilen Bibi Hanım Camisi benzersiz inşaatlardandır. Maalesef, bu iki güzelim binaların günümüze kadar sadece bazı parçaları korunmuştur. Timurîlerin damgasını bastığı ve Orta Asya’nın sanat değerini gösteren XV. yüzyıldan bizim dönemimi-
50
Şubat 2009
ze kadar kendi cazibesi ve güzelliğini koruyan abideler ulaşmıştır. Buhara ve Semerkant’taki Uluğbey medreseleri, Şah-ı Zinde külliyesine giren mimari inşaatlar, Şehrisebzdeki Kökgümbaz mescidi bunların içindedir. XVI. yüzyılda gelişmiş şehirlerden biri de Taşkent’tir. Bu dönemde XV. yüzyılın ikinci yarısında kurulmaya başlayan Şeyh Havendi Tahur ve Yunushan türbelerinin yapımı tamamlandı. Barakhan medresesi ve Şeyh Ebu Bekir Muhammed Keffali Şaşi Türbesi inşa edildi. XVI. yüzyıl mimarisinde geçmiş dönemlerin geleneklerinden geniş anlamda istifade edilmiştir. 1514 yılında Buhara’da kurulan Mescid-i Kelan’ın yüksek seviye ve maharetle süslenmesi fikrimizi kanıtlar. XVIII. yüzyılın sonlarında yeniden yapılan ve genişletilen Cuma mescidi dört taraftan tuğladan örülmüş duvarlarla çevrili olup, 227 sütunun kaldırdığı eyvandan ibarettir. Uzmanların tespitine göre, 24 sütun X-XII. yüzyıllara ait olup, Hive’ye özgü ağaç oymacılığı geleneklerine göre yapılmıştır. Allakulihan medresesi, (1835) döneminin Hive’deki eğitim ocaklarından biri olmuştur. Medresenin ön kısmı, giriş
ve bahçeyi çevreleyen duvarların bazı kısımları Hive mimarlık geleneklerini kendinde bulundurmaktadır. Bağımsızlık yıllarında İslâm kültürüyle ilgili dünyaca ün yapmış mimarî anıtlarımızdan Buhara’daki Mescidi Kelan ve Minarei Kelan, medreseler, Hace Bahauddin ziyaret yeri, Semerkanttaki Registan meydanı, Şahı Zinde külliyesi, Gür-i Amir, Taşkentteki Kökeldaş medresesi, Zengiata ziyaret yeri gibi birçok abideler tamamen tamir edilmiş, Kermene şehrindeki Kasım Şeyh Azizan türbesi, Semerkant’taki İmam el-Buhari külliyesi, İmam el-Maturudi mezarlığı, Margilan’daki Burhaniddin el-Marginani anıtı ve başka ziyaret yerleri yeniden inşa edilmiştir. Gerçekten harika sanat eserleriyle dolu olan bu yerler mutlaka görülmeli, tarihin derinliklerindeki izler anlamaya çalışılmalıdır.
51
Psikoloji Mustafa Doğan KARACOŞKUN*
ŞÜKÜR PSİKOLOJİSİ
52
Şubat 2009
“Şükretmek, her şeyden önce Allah’a yakın olmaktır. O’na yakın olmanın ve başkalarına yardımcı olmanın getireceği işe yararlılık ve değerlilik duygularını yaşamaktır. Şükretmek, sorumluluk duyarak gereğini yerine getirme çabasıdır. Şükretmeyi bilen insan, ailesine, çevresine ve dostlarına, toplum bireylerine ve özellikle kendisine ihtiyaç duyanlara karşı sorumluluğunun gereklerinden kaçmayan kimsedir.”
Ş
ükür kavramı, bir vefa gereği olarak verdiği nimetler için Allah’a minnet ve muhabbetle karşılıkta bulunmaktır. İyiliği takdir ederek, onu yapana teşekkür etmektir. Teşekkür etmeyi bilmeyen insan, iyilikbilmez ve vefasız olarak değerlendirilir. Hatta kimi insan, daha da ileri giderek takdir etmek yerine, iyilik gördüğünü inkâr ederek nankörlük dahi edebilmektedir. Oysa bir insanın bir iyilik ve yardım gördüğünde iyilik yapana teşekkür etmesi, aslında insan olmasının gereğidir. Bir işyerinde, resmi dairede vb. işimiz olduğunda, bize zorluk çıkarmadan işimizi yapan ve kolaylaştıran bir memura bile minnet duyar, işimiz bitince ‘Teşekkür ederim.’ deme ihtiyacı hissederiz. Bırakın insanları, hayvanların bile kendilerine iyilik edenleri bilerek, onlara karşı davranışlarında daha farklı oldukları bilinmektedir. Atalarımız, “Bir fincan kahvenin kırk yıl hatırı vardır.” derken, iyilik bilme ve teşekkür etme yöneliminin insanın doğasında olduğunu, insanın küçük bir iyiliği bile unutamayacak kadar bilinçli ve duyarlı bir varlık olduğunu anlatırlar. Böyleyken, Yüce Allah’a karşı şükür sahibi olmamak nasıl izah edilebilir? En çok iyilik ve yardım görülen varlık O değil midir?
Gerçekte insandaki şükretme davranışı doğuştan vardır. Her şeye gücü ve kuvveti yeten, kulunu darda bırakmayan, ona taşıyamayacağı yük yüklemeyen Yüce Allah’ın şükre değer sayısız nimetleri, şükretmenin insandaki psikolojik temellerini oluşturur. Örneğin, kendini iyi hissetme anları, sevme ve sevilebilme yeteneğine sahip olma, hayatın çeşitli tat ve lezzetlerini alabilme, pek çok sorun ve sıkıntıları bir şekilde atlatabildiğini görme, çalışınca karşılığını alabileceğini bilme, ölümün bir son olmayıp iyiliklere karşı mükâfatlandırma ve adaletin tecellî edeceği mekân olan âhiret hayatına açılan kapı olduğunu bilmenin rahatlığı, dünyada ve âhirette iyi ve güzel yaşamanın yollarını gösteren bir peygamberden haberdar olma ve onun ümmeti olduğu inancı gibi daha pek çok husus, inanan bir insan için sürekli şükretmeyi gerektiren içsel kaynaklardır. Bunların yanında sıradan gibi gözüken pek çok insanın temel biyolojik ve psikolojik donanım ve yaşantıları da, insana olağanüstü hizmet veren ve şükretmeyi gerektiren mekânizmalardır. Örneğin yeme-içme, tat alma, yenilenleri sindirebilme vb. biyolojik yapımız hayatımızı ko-
53
laylaştırıp güzelleştiren unsurlardır. Yine psikolojik donanımlarımızdan olan engellenme ve çatışma durumlarında başvurduğumuz savunma mekânizmaları sınırlı kullanıldığında insanı güçlendirir. Unutma denilen yaşantı, olumlu işlevleri açısından bakıldığında insan için hayati öneme sahiptir; pek çok acı olay ve problemi sürekli gündemde tutmamızı ve hayatı yaşayamaz hale gelmemizi engelleyen bir mekânizmadır. Öğrenme yeteneğimiz olmasa, hayatımız anlamlı ve güzel olur muydu, bir düşünsenize. İlişki kurma arzumuz sayesinde, kendimizi ve başkalarını daha iyi anlayıp severek hayatın bütün yönlerini paylaşma güzelliğini elde ediyoruz. Şükür kavramından söz edilince, sadece maddî zenginliğe dayalı bir anlam inşa etme gayretimiz, ne kadar yanlış; ne kadar kendi sahip olduklarımızı görememe halimizi ortaya koyan bir anlayışı göstermektedir. Aslında bütün bunları görememe, olsa olsa bizi
neredeyse kalmamıştır. Kimi dinleseniz ekonomik yetersizlikten şikâyet etmektedir. Bu durumda gerçekten temel ihtiyaçlarını dahi karşılayamayacak kadar zor durumda olan fakirlere kim yardım edecektir? Zekâtı, sağ elinin verdiğini sol eli bilemeyecek kadar çok sadakayı kimler verecektir? Bu müesseseler doğru ve sistemli bir şekilde işlemeyince, sosyo-ekonomik sınıflar arası farklar artacak ve lüksün, israf edercesine harcamanın sınırı olmayacaktır. Böyleyken bile şükretmek yerine, daha fazlasını talep eden insanın durumu ancak Hz. Peygamber’in dediği gibi, gözünü toprak doyuracak kimse gibidir. Nitekim bu durumda şükretmenin zamanı hiç gelmeyecektir. Çünkü şükre konu yapılan araç yanlıştır. Eğer hasbelkader Allah zenginlik vermişse bile, bunun şükrü, zenginliği Allah için ihtiyaç sahipleriyle paylaşarak yerine getirilebilir. Bu hakkıyla yapılamadığında, para ve mala sahip olmamak, daha çok şükre değer değil midir? Hesabını veremeyeceğimiz “Sadece ‘Allah’ım! Şükür verdiğin nimetlere’ demek midir mal, ancak üç günlük dünyaşükür? Gerçek anlamda şükür, minnet ve şükran duygularını da bizi oyalayıp durur. O halde fakir olmak, şükretmemek için insanın bütün benliğinde hissederek, şükran ve minnetin bir neden değildir. Elbette fakaynağı olan Yüce Allah’a ve kendisinden zor durumda olan kir olan kimse de çalışarak helal yollardan maddî durumunu O’nun kullarına karşı sorumluluğunu hatırlamasıdır.Yani iyileştirmeli, ama asla ekonoşükretmek, her şeyden önce Allah’a yakın olmaktır.” mik açıdan kendinden daha iyi durumda olanlara bakarak para, mal-mülk ihtirasıyla ihvar edip donatan kaynağa karşı duygusal bir farlas ve şükrü elden bırakmamalıdır. kındalık içinde olmadığımızı anlatır. Yaşadığımız Gerçekte Allah Rasulü, Müslümanlara kendihal, Yüce Yaradan’ın nimetlerini fark etmeyerek, lerinden daha zengin olanlara, daha üstün olanduygusal sağırlık içinde olmaktır. lara değil, daha aşağıda olanlara bakmayı tavsiye etmiştir. Çünkü böyle yapıldığı zaman insan Sadece ekonomik açıdan elde edilen nimetAllah’ın kendisine bahşettiklerini fark ederek lere bakılarak, şükür bu nedenle yapılması gereşükredecektir. İşte ancak o vakit, kendisinin de kir gibi düşünülmektedir. Artık neredeyse bütün toplum kesimlerinde, kişiliklerimize kodlanmış ne çok nimetlere sahip olduğunu görebilecektir. bir ihtiras olan bu konu, çağımız açısından daha Yiyecek ekmeği olan, olmayanı gördüğünde hafazla önem arz etmektedir. Çünkü artık daha fazline şükredecektir. Ama bu şükür, hiçbir şekilde la mala sahip olma hırsı, pek çok kimse için teçalışan bir insana hak ettiğini verebilecek durummel hedef haline dönüşmüştür. Herkes kendisinda olan bir işverenin istismar aracı olmamalıdır. den daha zengin olana bakarak kendisinin fakir Elbette Allah’a her halükârda şükredilmeli, ama olduğuna inanmaktadır. Daha doğrusu bu anlayıbu şükür, emek istismarı için bir vesileye dönüşşın doğal bir sonucu olarak toplumumuzda kenmemelidir. dini ekonomik anlamda yeterli gören insan sayısı Şükür kelimesi ile ilgili bir diğer husus da,
54
Şubat 2009
şükrün nasıl yapılacağıdır. Sadece “Allah’ım! Şükür verdiğin nimetlere.” demek midir şükür? Gerçek anlamda şükür, minnet ve şükran duygularını insanın bütün benliğinde hissederek, şükran ve minnetin kaynağı olan Yüce Allah’a ve kendisinden zor durumda olan O’nun kullarına karşı sorumluluğunu hatırlamasıdır. Yani şükretmek, her şeyden önce Allah’a yakın olmaktır. O’na yakın olmanın ve başkalarına yardımcı olmanın getireceği işe yararlılık ve değerlilik duygularını yaşamaktır. Şükretmek, sorumluluk duyarak gereğini yerine getirme çabasıdır. Şükretmeyi bilen insan, ailesine, çevresine ve dostlarına, toplum bireylerine ve özellikle kendisine ihtiyaç duyanlara karşı sorumluluğunun gereklerinden kaçmayan kimsedir. Her şeyden önce Allah’a karşı sorumluluk hissiyle hareket ederek, O’nun istediği gibi bir Müslüman olmaya çalışan insandır şükretmeyi gerçekten bilen insan. Şükür, sözle, fillerle yani ibadetlerle, özellikle insanlara iyilik ve yardımda bulunma ile ve kalp-
le yapılır. Kalpte şükran hissi duyulmazsa zaten davranışlara yansımaz. Kalp muhabbet ve Allah’ı anma arzusu duymazsa, şükür gerçekleşemez. Sevmeyi ve takdir etmeyi bilen, şükrü de bilendir. Şükrü bilen de, Allah’a ve insanlara karşı sorumluluklarını bilendir. Böyle bir insan, dünya nimetlerine karşı ihtiraslı olmaz, nimetin gerçek sahibinin Allah olduğunu bilir. Sonuç olarak şükretmeyi bilen insan, yoğun bir yakınlık duygusu yaşayan, iç dünyası zengin olarak dışa dönük yaşamayı da bilen, özsaygısı gelişmiş sorumluluk sahibi kimsedir. Bir şeylere sahip olmak için aşırı hırs duyarak kendini yıpratmayacağı gibi, kaybettiği veya ulaşamadığı şeyler için de, kendini harap etmez. Şükreden, sabır ve kanaatle çalışıp ekonomik açıdan kazandıklarını da başkalarıyla paylaşmayı bilen insan, hayatı olması gerektiği gibi ve ruhsal açıdan en doyurucu şekilde yaşayan model bir insandır. * Doç. Dr.
55
Sahabe Albümü Bünyamin ERUL*
BİŞR B. AKRABE EL-FİLİSTİNÎ Adı
: Bahîr veya Buceyr idi, Hz. Pey-
Ölüm sebebi : Yaşlılık
gamber Bişr veya Beşîr olarak değiştirdi.
Hakkında
: Bişr b. Akrabe’yi şöyle derken
Künyesi
: Ebu’l-Yemân
işittim: “Babam, Hz. Peygamber ile birlikte katıl-
Lakabı
: Filistin, Filistinî
dığı bir savaşta şehit düşmüştü.
Doğum yılı
: Hicret yıllarında olsa gerek
Birgün Peygamber (s.a.v) yanıma uğradı ve ben
Doğum yeri : Yesrib (Medine)
ağlamaktaydım. Benim başımı okşadı ve ağla-
Baba adı
mamamı istedi ve buyurdu ki:
: Akrabe (Uhud Savaşı’nda şehit
düştü)
Benim, senin baban, Aişe’nin de annen olmasını
Anne adı
: Tespit edilemedi
istemez misin? Bunu duyar
Eş(ler)i
: Tespit edilemedi
-Anam babam sana feda olsun elbette isterim ey
Akrabaları
: Tespit edilemedi
Allahın Rasulü dedim.”
Oğulları
: Abdullah, Ukbe
Hadisleri
Kızları
: Tespit edilemedi
b. Saîd b. el-Âs vefat edince Beşîr’e: “Ey Ebu’l-
Kabilesi
: Cüheyne
Yemân, bugün senin konuşmana ihtiyaç duy-
duymaz ben:
: Abdulmelik b. Mervân, Amr
İslam’a girişi : Hz. Peygamber Medine’ye hicret
maktayım, kalk konuş!” deyince: “Ben Rasulullah
ettiğinde
(s.a.v)’ı şöyle derken işittim: “Kim sırf gösteriş ve
Sohbet süresi: Takriben 10 yıl
kendini duyurmak amacıyla konuşursa, Allah
Rivayeti
onu kıyamet gününde gösteriş ve kendini duyur-
:2
Yaşadığı yer : Medine, Şam, Remle ve Filistin
ma mahallinde durdurur” dedi (ve teklifi kabul
Mesleği
: Memur
etmedi.)
Hicreti
: Şam, Remle ve Filistin
Sözleri
Savaşları
: Tespit edilemedi
şadı. Peygamberimizin başıma dokunduğu yerler-
Görevleri
: Tespit edilemedi
deki saçlar siyah kaldı, diğer yerler ise ağardı. Di-
Fiziki yapı
: Tespit edilemedi
limde de kekemelik vardı. Hz. Peygamber okudu
Mizacı
: Duygusal ama akıllı, müttakî ve
ve düzeldi.
: Uhud yetimi idi ve Hz. Peygam-
Kaynaklar:: Üsd, I. 223, 233; İstîâb, I. 152; İsabe, I. 153-154; DİA,VI. 4; Sahabiler Ansiklopedisi, s. 122-123;Ahmed, Müsned, III. 500; İbn Tanrıverdî, En-Nücûmu’z-Zâhira, I. 84; Buhârî, etTarihu’l-Kebir, II. 78. no: 1751; İbn Asâkîr, Târîhu Dimaşk, X. 2988-302.
: Hz. Peygamber eliyle başımı ok-
açık sözlü biri. Ayrıcalığı
ber ile Hz. Aişe ona manevi ana-babalık etti Ömrü
: 85 civarında
Ölüm yılı
: H. 85
Ölüm yeri
: Tespit edilemedi
56
Şubat 2009
* Prof. Dr.
ِ ْ َ َ ُ َ ْ َّ َ َ َّ َ ًة َّ ا َ ْ ًا َو ُ َّ ْ َ ْ ُ َ ْ ُ َ ِ ٍَت َو ُر ِ َ ْ َ ُ َ ْ ُ َد َر َ ٍت
Türkçe Açıklaması “Bir kimse bana bir salât-ı şerîfe getirirse, Cenab-ı Allah ona on kere rahmet eder, on günahı düşürülür ve on da derece verilir.”
Kırk Hadis Ondördüncü Hadis
(Nesâî, Sehv, 56)
Yorum “Hadiste Yüce Ehadiyet’ten ilahî feyzin Rûh-i Muhammedî vasıtasıyla ulaşacağına işaret vardır. Çünkü Hz. Peygamber ezelî ve ebedî olarak Kutbu’l-aktâb’dır. Bu durumda talibe gerekli olan Yüce Efendisiyle münasebeti ona salât etmek ve sünnetlerine yapışmak suretiyle sağlamaktır. Salât ile ona yaklaşan kimseye, Hz. Peygamber’e tabi olması nedeniyle on rahmet gelir. Ayrıca kendisiyle Hak arasındaki on perde kaldırılır, Allah’a yakınlaşma derecelerinden on derece yükselir.”
(Şeyh Hamid-i Veli, Kırk Hadis, (Haz: Prof. Dr. Enbiya Yıldırım), Nasihat Yayınları, 2007.)
Tezhib: Şehnaz Özcan
Şeyh Hamid-i Veli Hz. (Somuncu Baba)
Örnek Hayat Yusuf HALICI
MEHMED EMİN TOKADÎ
(K.S.)
“Reisülküttap makamının yazı işlerinde kâtiplik yaptığı sırada etrafında toplanan pek çok talebeye ders veren Tokadî hazretleri daha sonra hacca gitmek için bu görevinden ayrılmıştır. Hacca gideceğini duyan meşhur Kadirî Şeyhi Kasabzâde Muhammed Efendi kendisine, Mekke’ye varınca büyük veli Ahmet Yekdest Cüryanî’nin sohbetine gitmesini tavsiye etti.”
58
Şubat 2009
M
ehmed Emin Tokadî hazretleri, on yedinci ve on sekizinci yüzyıllarda yetişen büyük Osmanlı evliyalarındandır. 1664’de Tokat’ta doğmuş 1745’te İstanbul’da seksen üç yaşında iken vefat etmiştir.
İlk tahsilini memleketinde yapmış, daha sonra İstanbul’a gelerek Şeyhülislâm Mirzazade Şeyh Muhammed Efendi’den uzun müddet ders almıştır. Bu arada Yedikuleli hattat Abdullah Efendi’den de hat dersleri alıp kendisini yetiştirmiş, değişik hat çeşitlerinde maharet sahibi olmuştur. Reisülküttap makamının yazı işlerinde kâtiplik yaptığı sırada etrafında toplanan pek çok talebeye ders veren Tokadî hazretleri daha sonra hacca gitmek için bu görevinden ayrılmıştır. Hacca gideceğini duyan meşhur Kadirî Şeyhi Kasabzâde Muhammed Efendi kendisine, Mekke’ye varınca büyük veli Ahmet Yekdest Cüryanî’nin sohbetine gitmesini tavsiye etti. Mehmed Emin Tokadî hazretleri, Ahmet Yekdest hazretleri ile görüşmesini şöyle anlatır: “Mekke’ye varınca, ilk günüm Kâbe’yi tavaf ve ziyaretle geçti. Ertesi gün sabah namazını Harem-i Şerif’te kıldıktan sonra dışarı çıkacağım sırada, Harem-i Şerif’in bir köşesinde, bir grup kimsenin halka hâlinde oturduklarını gördüm. “Niçin böyle halka olmuşlar acaba? Ders için hocalarını mı bekliyorlar?” diyerek yanlarına yaklaşıp oturdum. Hepsinin başlarını eğip edeple oturduklarını gördüm. Ben de oturup başımı eğerek bekledim. Bir ara başımı kaldırıp baktığımda, halkanın ortasında duran bir zatın dikkatle bana baktığını gördüm. Bakışlarından ve heybetinden ürpe-
rip başımı tekrar eğerek gözlerimi yumdum. Bir müddet de öyle durduktan sonra, yine dikkatle bana baktığını gördüm. Sonra o zat ellerini kaldırıp dua etti. Duadan sonra Fatiha okundu ve herkes kalkıp dağılmaya başladı. Ben de kalkıp giderken o mübarek zat bana yaklaştı. Yanıma gelip selâm verdi ve: “Hoş geldin Emin Efendi.” dedi. Hâlimi hatırımı sordu. Sonra beni yanına alıp, Harem-i Şerif’in yakınında bulunan evine götür-
dü. İçeri girip oturduktan biraz sonra hizmetçisi sofrayı kurdu. Sofrada sıcak bir ekmek ve fincan içinde içecek bir şey vardı. O mübarek zat ellerini ekmeğe uzatınca, bir elinin bileğinden kesik olduğunu gördüm. Hemen Edirne’deki Şeyh Muhammed Efendi’nin tavsiyesi aklıma geldi. Bahsettiğinin bu mübarek zat olduğunu anladım. Fakat o anda selâmını söylemeyi unutmuşum. Yemekten sonra yolculuğumdan, gezip dolaştığım yerlerden sorup cevap aldıktan sonra: “Edirne’de size emanet edilen şeyi unuttunuz.” buyurdu. Hemen Şeyh Muhammed Efendi’nin selâmını hatırladım ve söyledim. O da muhabbet ve sürur içinde selâmı aldı. Artık beni talebeliğe kabul edip, ders vermeye başladı ve Allahu Teâlâ’nın ismini zikretmemi söyledi.
59
Bundan sonra dille anlatılamaz hallere ve nimetlere kavuştum. Farsça bildiğim için, çoğu zaman benimle Farsça kelimelerle konuşurdu. 1702 yılı hac mevsiminden, 1705 yılı hac mevsimine kadar, üç yıl boyunca, Ahmet Yekdest Cüryanî Hazretlerinin hizmetinde, derslerinde ve sohbetlerinde bulundum. Daha sonra 1705 yılında, hacıların dönüşü sırasında, hocamın izni ile İstanbul’a döndüm.” İstanbul’a dönünce, bir müddet Ebu Eyyub-elEnsarî hazretlerinin türbesinde türbedarlık yapan Mehmed Emin Tokadî hazretlerine, daha sonra Peygamber Efendimizin mübarek türbesinde hizmet etme vazifesi verildi. Bu hizmetlerinden sonra da İstanbul’a gelip talebe yetiştirmekle meşgul oldu.
bul etmedi. Dünya dostu, mal dostu, güzellik dostu ve diğer şeylerin dostu çoktur. Allah dostu, iksir-i azam (her derde deva) gibi nadir bulunan çok kıymetli bir şeydir, derdi. Allah’a iltica ile kabr-i şerifinin avamdan gizlenmesini, buna rağmen kabirlerini bularak kendisini ziyaret edenlerin cehennemden azad edilmesini dilemiştir. Mehmed Emin Tokadî hazretleri, 1745 senesinde göğsünde ve sırtında önce sivilce olarak çıkan, daha sonra çıban hâlini alan şirpençe çıbanının verdiği rahatsızlık neticesinde vefat etti. Buyurdu ki:
Bursa’da medfun bulunan İsmail Hakkı Hazretleri vefatına yakın bir zamanda, talebelerinden İvaz Mehmed Paşa’yı, Yeğen Mehmed Paşa’yı ve Hacı Ahmet Paşa’yı tasavvufta yetiştirilmeleri amacıyla Tokadî Hazretleri’ne göndermişti. O da onlarla ilgilendi ve bunlardan Yeğen Mehmed Paşa I. Mahmut Han’ın vezir-i azamlığına kadar yükseldi. Mehmet Emin Tokadî hazretleri sohbetlerinde talebelerinin dünya ve ahiret müşküllerini kendileri söylemeden çözerdi. Sohbetlerinde herkesin anlayış ve sevgisine göre konuşurdu. Zamanın fen ilimlerine vakıftı. İbadetini son derece gizli yapar, dikkat çeken şeylerden kaçınırdı. Zamanın Şeyhülislâmı kendisini zaviye-i şerifeyi tayin etmek istediğinde, “Ben meşihat erbabından olmadığım gibi bu makama da lâyık değilim.” diyerek ka-
60
Şubat 2009
“Ham insanlar küf kokar, çünkü onların kalpleri kararmış, paslanmıştır. Merhamet buz tutmuştur onlarda. Ham insan kalp de kırar, haram da işler.” “Öyle iyi bir insan ol ki, kimse senin yüzünden cehenneme gitmesin.” “Şu üç sabır çok sevgilidir. Bunlar; Hakk’a kullukta ve taatta, günah işlememekte, belâ ve mihnet altında sabırdır.” “Tûl-i emel felâkettir. Yani, ölümü unutmak, tevbe istiğfarı unutmak felâkettir. Bir kimse tevbe istiğfar yapmıyorsa kalbi katı demektir. Tûl-i emel sahibi demektir.”
TANIDIM SENİ KATİL
BEYAZ GÖZYAŞI
Çocuğa kurşun değse Kırılan çiçek olur, Çocuk ölmesin diye Çırpınan yürek olur,
Çocuğa kurşun değse Titreyen tüfek olur, Utancından namlular Kıpkırmızı renk olur,
Eğer çocuk ölürse Yoldaşı melek olur, Yorganı ak yıldızlar, Döşeği ipek olur.
Bu çağda böyle vahşet Hayvanlara denk olur! Çocuğa kurşun sıkan Eli kanlı kâtilin Adını bilmem ama Soyadı köpek olur...
Ey zalim, İstersen bütün dünyaya Her gece, Kapkara yazılar yazdır. Nişan almış Karanlığın kalbine, Mazlumların gözyaşları beyazdır...
Bestami YAZGAN
Bestami YAZGAN
61
Edebiyat Muhsin İlyas SUBAŞI
DİL EĞİTİMİ VE KİMLİK “Liselere konulan İngilizce’nin giderek daha da ön plana çıkarılmasıyla, kendine göre düşünmeyi ve yaşamayı öğrenmesi gereken genç çocuklarımızı, şahsiyet çözülmesine ittiğimizin farkında değiliz. Liseyi, üniversiteyi bitiren gençleri İngiltere’ye, Amerika’ya gönderenler, evlatlarının ruhunu orada bıraktıklarını anlamaktan uzaktadırlar…”
62
Şubat 2009
Ü
lkemiz, geçmişte var olan gelecekte de başımızı ağrıtacağına inandığımız ağır bir “dil buhranı” yaşanmaktadır. Halkımızı birkaçyüz kelimeyle konuşmaya mahkum edenler, aydınımıza da tedavi imkânı olmayan bir “yabancı dil bilme hastalığı” aşıladılar. Öyle ki, adam, biyografisini yazarken, bildiği yabancı dili belirtmekle kişiliğine bir itibar desteği aramaktadır. Kendi dilinin gramer kurallarını bilemeyen bir insanın, kendi dilinin ses yapısından haberi olmayan bir aydının bırakınız ülkeyi, kendisine hayrı olacak mıdır? Bence bu soruya cevap aramak meseleyi çözmemize çok önemli katkı sağlayacaktır!.. Dışımızdaki ülkelere dikkat ediniz, geri kalmış ülkelere ya da gelişmekte olanlara, sürekli olarak kendi dillerini empoze etme gayreti içerisindedirler. Bunu niye yaparlar? İnsanlar dilleriyle düşünülürler de onun için. Bir insan İngilizce öğrenme gayreti içerisindeyse, evinde, sokakta, iş yerinde bu kelimelerle meşgul olacaktır. Zihnî problemlerini gidermede bu kelimelerden yardım isteyecektir…Emperyalizmin bir başka şekli budur işte!..
Tarihe bakınız, Osmanlı İmparatorluğu, Irak’a, Suriye’ye, Mısır’a, Libya’ya, Cezayir’e gitti. Oradaki insanları, cehaletin ve aşiret zulmünün sopasından korudu. Balkanlar yoluyla Avrupa’ya açıldı. Viyana’ya kadar gitti, Yunanistan’ı, Arnavutluk’u, Yugoslavya’yı denetimine aldı. Buradaki insanları, kilise’nin, derebeylerin ve yerli eşkıyanın soygunundan korudu. Hiç birisinin de diline dokunmadı. Çekilince herkes kendi varlığını kaldığı yerden sürdürdü. Bu devlet, kaldığı 5-6 asır boyunca her ülkeden ayrı ayrı her gün bir aileyi asimine edecek
63
yollarla kimliğinden uzaklaştırsaydı, ya da bunlara Osmanlıca’yı gelişme dili olarak empoze etseydi, bugün o topraklarda oraların sahipliğini iddia eden bir adam kalmazdı… O, bunu yapmadı. Bakınız bizim bıraktığımız topraklara giren Fransızlar, yıllardır Cezayirlilere dayanılmaz acılar çektirdiler. Milyonlarca insanın kanına mal olan bir kurtuluş mücadelesi vermelerine sebep oldular. Çekilirken o adamların kimliğini var eden değerleri tahrip etmeyi de ihmal etmediler. Şimdi Cezayirli Fransızca konuşan bir zavallı parya durumuna düştü ve bu defa kendi içinde dilimlere bölünerek birbirini kırmaya başladı. Bunun arasında dil despotizminin bütün acımasızlığı vardır. Bu acımasızlığı, gelişmiş ülkelerin “Strateji Uzmanları”, başka ülkeler üzerinde güç oluşturmak için de kullanırlar. Böyle bir hedef uğruna bu dil aracına sarılırlar. Bakınız, Türkiye’yi dünyadan tecrit edebilmenin en kestirme yolu olarak dili gördüklerini, onların içerisinde yetişmiş, onları yakından tanımış bir bi-
64
Şubat 2009
lim adamı nasıl anlatıyor: “1953’e kadar, Türk okullarında tüm dersler üstün vasıflı öğretmenlerce, Türkçe olarak verilir, öğrenci, konuları derinliğine öğrenir, en önemlisi sorgulamayı , muhakeme etmeyi, düşünmeyi öğrenirdi. Bugün bunlardan eser kalmamıştır. Amerikan, İngiliz danışmanlarının ve onların güdümünde olanların marifetiyle, önemli dersler seçmeli derse dönüştürülmüş, en kötüsü devlet eliyle, sonra cemaatlerce, sonra kâr güden eğitim akbabalarınca, eğitim dili İngilizce olan sayısız “kolej”ler,benzeri Anadolu liseleri açıldı. Açık söyleyelim, milletimize yıllardır yutturulan bu oyun, “yabancı dille eğitim ihaneti”, kendi öz kaynaklarımızla kendimize yaptırılan İngiliz misyonerliği demektir. Yabancı dille eğitimde, ne yabancı dil, ne de anlayarak, ezbersiz bilim/fen öğrenilir. Üstelik öğrenci Türkçe’yi unutur, millî kültürünü kaybeder dedesini İngiliz holiganı (magandası) zannedip dükkanının üstüne İngilizce levha asar İşte, bir millet böyle köleleştirilir!...” (Oktay Sinanoğlu, Hedef Türkiye, s.102) Türkiye yıllardır bu “dil bataklığında” boğulmaktadır. Dünyanın hiçbir yerinde bu tür bir uy-
gulama yoktur. Bu ülkede, kendi dilini bilemeyenlerin yabancı dil öğrenmek için trilyonları harcaması, hem kültür acısından, hem de ekonomik açıdan bir soygun düzenine malzeme olmadan öte bir kıymet hükmüne sahip olamamaktadır. Liselere konulan İngilizce’nin giderek daha da ön plana çıkarılmasıyla, kendine göre düşünmeyi ve yaşamayı öğrenmesi gereken genç çocuklarımızı, şahsiyet çözülmesine ittiğimizin farkında değiliz. Liseyi, üniversiteyi bitiren gençleri İngiltere’ye, Amerika’ya gönderenler, evlatlarının ruhunu orada bıraktıklarını anlamaktan uzaktadırlar.. Bu ülkede, şimdi “dil modası” var. Yarın o da geçecektir. Elde kalan, şahsiyetinden kendi değerleri alınarak duygu kadavrasına dönüştürülmüş bir nesil olacaktır.
yetmedi, bir başka kızımıza, yıllardır katılıp dereceye sokmadıkları, Eurovizyon Şarkı Yarışmasında birincilik verdiler. Bu kızımız da onlara “İngilizce Şarkı” okuduğu için kazandırıldı. Bunda da, “Bakın, siz ancak bu dille adam olusunuz, bunu unutmayın ha!” şablonunu üzerimize örtmeyi başardılar. Batılı ve Amerikalı artık şunun farkındadır, 52 İslâm Ülkesi içerisinde, Türkiye bir “lokomotif model”dir.. Türkiye’ye neyi yaptırırlarsa, diğerlerine de onu benimsetebileceklerdir. Türkiye, bir medeniyet projesi aldatmacasıyla önce dille kültürel çözülmeye çekildi. Arkasından bu tür ödüllerle kültür krizine sokulacaktır.
Eyüp Sultan’da, şortuyla gömleği arasında, göbeğini açık bırakan genç kızın başını örterek dua Gelişmiş ülkelerin, gelişmekte olan ülkeleri sömürgeleştirme projesi içerisinde, kontrollerinde etmesi, bizim nasıl bir şahsiyet tuzağına çekilmetutabilmeleri için millî kimliğimizin yumuşak karnı olan dili seçme“Gelişmiş ülkelerin, gelişmekte olan ülkeleri sömürgeleştirme leri tesadüfî değildir. Dille yalnızca konuşmayız, aynı zamanda düşüprojesi içerisinde, kontrollerinde tutabilmeleri için millî nürüz. Bir eylemin düşünce, tasarı kimliğimizin yumuşak karnı olan dili seçmeleri tesadüfî değildir. ve uygulama alanına gelirken önce Dille yalnızca konuşmayız, aynı zamanda düşünürüz. Bir düşünce kaynağından beslenmesieylemin düşünce, tasarı ve uygulama alanına gelirken önce nin farkına varanlar, kansız, silahdüşünce kaynağından beslenmesinin farkına varanlar, kansız, sız, parasız bir propaganda yoluyla işi sonuca götürmeyi daha kazançlı silahsız, parasız bir propaganda yoluyla işi sonuca götürmeyi olarak görmektedirler. Dil bu alandaha kazançlı olarak görmektedirler.” da, onlar için sonsuz imkânlar veren çok rahat bir çalışma alanıdır. Niye? Çünkü dilini bilirsen iş bumizi göstermesi bakımından düşündürücü bir folacaksın!.. İş ve aş derdinde olan bir millet için, toğraftır. Yarın, “Böyle de Müslüman olunuyor” hele oturmuş bir millî karakter ölçülerine sadakat denilecek ve arkasından başka talepleri gelecekduygusu da yoksa neler yaptırılmaz ki… tir… Bu taleplere zihniyet altyapısını hazırlayan da dil’dir!... Diline dikkat etmeyenin kimliğine Bakın son bir yıl içinde çok çarpıcı, bana göre dikkat edeceğini düşünemiyoruz… de kahreden iki örnek yaşadık: Birisi, bir kızımızı “Dünya Güzeli” seçtiler. Bir başka İslâm Ülkesi’nde, Nijerya’da düzenlenen yarışmaya, Siyaset zemininde uluslararası hoşgörü havaHıristiyan edepsizliğinin tahrikiyle kan karıştı. rilerinin gölgesine girenler, ülkelerinin kaderini Yarışma oradan başka yere alındı. Bu defa, “Siz peşkeş çekme gibi çok ağır bir vebale talip oldukyarışmayı kana buladınız, bunu dininiz Müslülarını bilmelidirler. Kiralanmış, aldatılmış ya da manlık için yaptınız, al size bir başka Müslüman mangurtlaştırılmış kalemlerin baskısıyla insanıülkeden bir dünya güzeli!” dercesine bizim kızımızın karakter ufkuna sınır çizmeyelim geliniz!... mızla bütün Müslümanlara cevap verdiler. O da
65
Hikâye Raziye SAĞLAM
BÜLBÜL SAATİ “Nimet, kocasının ölümüne sebebiyetten bu cezayı yemişti. Evlendiğinden beri yediği dayakların o akşam bir yenisi tekrarlanırken, hırsla kocasını itmiş adam sendeleyerek düşerken kafasını çarpmıştı. Hemen ölmemişti. Nimet korkudan çocuklarını da alıp yatak odasına geçmiş ve uzunca bir süre orada durmuştu. Aradan zaman geçip de kocasından bir ses çıkmayınca telaşla annesini aramıştı.”
66
Şubat 2009
N
imet, jandarmaların kolunda büyük demir kapıya doğru ilerlerken, korkudan bacakları titriyordu. Hapishane, taştan duvarları havasız koğuşları ve her yeni geleni hırpalayan mahkûmlarıyla, çocukluktan beri kâbusuydu. Şimdi nasıl olmuştu da buraya düşmüş, sevdiklerinden ayrı kalmış hiç bilmiyordu. Bu kötü bir rüya olmalıydı. Daha doğrusu Nimet, bunun sabah olunca uyanacağı kötü bir rüya olmasını ne kadar isterdi. Tutuklanma ve mahkeme edilip üç sene ceza yeme süresi boyunca içinde bulunduğu durumun vehametini tam kavrayamamıştı. Ancak hâkim, kararı okuyup üstelik de cezasını İstanbul’dan uzak bir şehirde çekeceğini söyleyince başından aşağı kaynar sular döküldüğünü hissetti. Umutsuzca dönüp annesine, babasına ve yanlarındaki iki çocuğuna baktı. Hepsinin gözleri yaşlıydı. Nimet, kocasının ölümüne sebebiyetten bu cezayı yemişti. Evlendiğinden beri yediği dayakların o akşam bir yenisi tekrarlanırken, hırsla kocasını itmiş adam sendeleyerek düşerken kafasını çarpmıştı. Hemen ölmemişti. Nimet korkudan çocuklarını da alıp yatak odasına geçmiş ve uzunca bir süre orada durmuştu. Aradan zaman geçip de kocasından bir ses çıkmayınca telaşla annesini aramıştı. Koğuş tahmin ettiği gibi kalabalık ve havasızdı. Gardiyan onu diğer mahkûmlara tanıtırken cinayetten mahkûm demişti, ama Nimet artık bu kelimeye öyle alışmıştı ki hiç garip gelmedi. Çekinerek geçip, kendine gösterilen yatağa oturdu. Kadınlardan bazıları gelip geçmiş olsun dediler, bazıları da kimi öldürdüğünü sordular; ama
Nimet’ten bir cevap alamadılar. Zaten onun değil konuşmaya, ağzını açmaya hâli yoktu. Arkasını dönüp gözlerini kapattı. Duyduklarından kendisinin hakkında konuşulduğunu anlıyordu, ama ne dediklerini bilmiyordu. Saat çok geç olmadan ışıklar söndü ve herkes yatağına yattı. Nimet uyuyamıyordu. Devamlı gözünün önüne çocukları geliyordu. Bir el boğazını sıkıyor gibiydi. Dört duvar arasında çocuklarından ayrı burada üç sene geçer miydi? Boğazına düğümlenen hıçkırıkları daha fazla tutamayıp, omuzları sarsılarak ağlamaya başladı. Sanki döktükleri gözyaşı değil de içini zehir gibi yakan acılarıydı. Bu şekilde ne kadar zaman geçti bilmiyordu. Bu arada uykuya dalan diğer mahkûmlardan bazıları horluyor, bazıları uykuda konuşuyordu. Nimet ağlamayı bırakınca biraz ferahlamış hissetti kendini. Bir süre derin nefes alarak durdu tam uykuya
67
dalacakken ranzanın üst katında yatan kadının “Hiii!.. Bülbül saati geçiyor !”diyerek telaşla kalktığını duydu. Kadın acele ile çıktı. Yaklaşık on dakika sonra geldi ve seccadesini serip namaza durdu. O ana kadar hareketleri çok hızlıydı. Namaza durduğu anda ise hızla akan suyun durulması gibi sakin sakin namazını kıldı ve dua ettikten sonra boynunu büküp huşu içinde durmaya başladı. Sanki bir şey dinliyor gibiydi. Uzaktan sabah ezanları duyulmaya başlayınca, Nimet kendini bir tuhaf hissetti. Kendi evlerine de yakın bir cami vardı ve her vakit ezanı dinlerlerdi. Daha önceleri kıldığı halde, evlendikten sonra hiç namaz kılmamıştı. Kocasının ailesi sözde çok modernlerdi ve namaz kılan bir gelin o çevreye uygun değildi. “Dayak atan bir koca uygundu ama…” diye söylendi Nimet. O gün akşama kadar da hiç yemek yemedi. Gözünün önüne çocukları ve onları göremeden geçireceği uzun yıllar geldikçe boğuluyor gibi hissediyordu. Bir ara nefesinin tıkandığını hissetti. Nefes almaya çalışıyor, ama ne alabiliyor ne de verebiliyordu. Elini boğazına götürerek güçlükle “Boğuluyorum!”diye bir çığlık attı kendini tutamayıp yataktan aşağı düştü. Nefes alabilmek için yerde bir süre daha mücadele ettikten sonra yorgun düşüp kendinden geçti. Gözünü açtığında koğuştan farklı bir yatakta yatıyordu. Kolunda serum takılıydı. Başucunda sonradan adının Nurcihan olduğunu öğrendiği gece namaz kılan kadın vardı. Gündüz daha genç görünüyordu. Gülümseyerek “Şükür kendi-
68
Şubat 2009
ne geldin. Koğuştan çıkıp revir havası alacağın varmış. Aslında bir şeyin yok da…” Nimet dayak yemiş gibi her tarafının ağrıdığını hissediyordu. Kımıldamak istedi, ama başaramadı. Kadın yine gülümseyerek “Niye kalkıyorsun kızım? Sanki bir işin mi var? Yat işte rahat rahat. Hem ben de bu sayede biraz koğuştan dışarı çıkmış oldum.” Akşama doğru Nimet’in serumu bitince koğuşa döndüler. “Sinir ve yorgunluktan depresyon hâli” teşhisi konmuş ve birkaç tane de ilâç vermişlerdi. Nimet yatağına oturduğunda çok halsizdi... Yatağa uzanıp anne karnında yatar gibi bacaklarını karnına doğru çekti. Kendini çok çaresiz hissediyordu. Şu anda annesinin güler yüzüne ve şefkatli ellerine ne çok ihtiyacı vardı. O, böyle düşünürken bir el yavaş yavaş saçını okşamaya başladı. Boş bulunarak heyecanla “Anne geldin mi?” diye döndü. Nurcihan gülümseyerek “Annen değil de kabul edersen belki ablan olurum diyerek saçını okşamaya devam etti. “Acılarını ve sıkıntılarını anlıyorum. Bu koğuşta kalan yirmi beş kadının hepsi de aynı veya benzer acıları yaşıyor. Kendini bırakma. Bak Allah (c.c.) ne diyor: Zorlukla beraber bir kolaylık vardır. Sen de hepimiz gibi Allah’a (c.c.) güvenip sabretmeyi öğreneceksin. Başka çaren yok. Bunu ilk kendin için ve varsa ailen için başarmalısın.” Nimet, onu dinlerken gözyaşlarına hâkim olamayıp tekrar ağlamaya başladı. Bir yandan da “Ama onlar daha çok küçük bensiz ne yaparlar?” diyordu. Nurcihan “Kim bakıyor onlara?” “Annemle babam. Bir de uzakta oturan kız kardeşim var?” Nurcihan sırtını sıvazlayarak “Allah iyiliği-
“Uzaktan sabah ezanları duyulmaya başlayınca, Nimet kendini bir tuhaf hissetti. Kendi evlerine de yakın bir cami vardı ve her vakit ezanı dinlerlerdi. Daha önceleri kıldığı halde, evlendikten sonra hiç namaz kılmamıştı. Kocasının ailesi sözde çok modernlerdi ve namaz kılan bir gelin o çevreye uygun değildi. “Dayak atan bir koca uygundu ama…” diye söylendi”
ni versin. Gül gibi ailen varmış ya daha ne istiyorsun. Onlar çocuklarına canı gibi bakarlar. Sen iyi olmaya bak da çocuklarının karşısına sağlam bir anne olarak çık.” Birlikte biraz daha konuştular. Nimet, konuştukça biraz daha rahatlamış hissediyordu. O akşam Nurcihan’ın zoruyla biraz yemek yedi ve gece de bir süre uyudu. Rüyasında çocuklarını görürken, rüya birden kâbus hâline döndü ve ölen kocasını görmeye başladı. Adam anlaşılmaz bir şeyler söyleyerek ona doğru gelmeye çalışırken, Nimet sıçrayarak uyandı. Kan ter içinde kalmıştı. Bir süre hareketsiz durup biraz sakinleşmeyi bekledi. Kocasının yüzü, gözlerinin önünden gitmiyordu. Görmemek için gözlerini sımsıkı kapattı; ama nafile. Hayali peşini bırakmıyordu. O kendisiyle mücadele ederken, Nurcihan yine “Bülbül Saati!” diyerek kalktı. Yine hızlı adımlarla gitti, on dakika sonra geldi. Seccadesini serdi, sakin, kendinden geçercesine namaz kıldı ve dua etti. Sonra yine gözlerini kapatıp bir şey dinliyormuş gibi dakikalarca o şekilde durdu ve Nimet onu izlerken derin bir uykuya daldı. Üç ay boyunca her gece aynı saatte uyandı, Nurcihan’ın “Bülbül Saatini” izledi. Gündüz kendi hâlinde, ama daha çok yatağında vakit geçirdi. Koğuş filmlerdeki gibi değildi. Kadınlar birbiriyle kavga etmiyordu. Ayrıca yeni geldiğinde kimse ona kötü davranmamıştı. Kadınlar arasında birbirlerine karşı bir saygı ve sevgi hissediliyordu. Özellikle de Nurcihan’a karşı. Kış, bütün şiddetiyle bastırmıştı. Nimet
her hafta ailesinden mektup alırken üç haftadır ne mektup almıştı ne de onu ziyarete biri gelmişti. Merak ve hasretinden ne yapacağını bilmez bir haldeydi. Koğuşun duvarları üzerine geliyor gibiydi. Yine yemek yememeye, uzun uzun ağlamaya başladı. Etrafındaki kimseyi gözü görmüyor, bir kelime konuşmuyordu. Nurcihan daha fazla dayanamayıp yanına geldi ve saçlarını okşayarak “Geçecek! Hepsi geçecek! Zorlukla beraber kolaylık da vardır, biliyorsun değil mi? Her gecenin sabahı, her kışın baharı vardır. Allah (c.c.) ayeti kerimede ne der: -Senin göğsünü genişletmedik mi?- Allah’ın rahmetiyle senin de göğsün genişleyecek acıların elbet bir gün son bulacak inşallah kızım.” O, böyle konuşurken, Nimet hep başını onun omzuna yaslar, sakin bir şekilde dinlerdi. Bu defa hırsla ayağa kalktı ve bütün gücüyle bağırarak “Artık bu sözlerine inanmıyorum! Hiçbir şey değişmiyor. Kaç aydır buradayım, ne bahar geldi ne de senin dediğin gibi katlanmamı kolaylaştıracak bir genişlik oldu. Bunlar boş laflar! Ben boğuluyorum! Çocuklarımı göremiyorum. Onlardan ayrılmamak için sekiz sene kocamın kahrını çektim. Dayak yedim, kötü söz işittim, ama hepsine sabrettim. Hani şimdi nerde onlar! Kucağıma alıp öpüp koklayamıyorum. Biri daha iki yaşında. İkisinin de bana ihtiyaçları var, ama ben yanlarında değilim. Artık her şeyden umudumu kestim! Yaşamak istemiyorum!” O, bütün gücüyle bağırırken, Nurcihan ve diğerleri sessizce dinlediler. Nimet sinir krizi geçiriyordu. Nurcihan kalktı, bir anne şefkatiy-
69
le ona sarıldı ve bir süre ağlamasının dinmesini bekledikten sonra sakin sakin konuşmaya başladı: “Burada çok yenisin daha. Biliyorum çok zor. Hiçbirimiz burada olmayı seçmedik, istemedik. Buradakilerin de bir aileleri, özleyen çocukları var. Sabretmekten başka çaremiz yok. Sabredeceğiz, dayanacağız ve yarın öbür gün sevdiklerimizin karşısına daha güçlü ve sağlam çıkacağız. Hele şu kış bitsin, yollar açılsın, seni görmeye gelirler, onlar da seni çok özlemişlerdir. Belki açık görüş olur, o zaman bol bol hasret giderirsiniz. Hem bir bakarsın yarın mektubun gelir.” O böyle konuştukça, Nimet’in gözünün önüne çocukları geliyordu. Onlara kavuşacağını düşündükçe biraz sakinleşmişti. Nurcihan’ın söylediklerine inanmak istiyordu.
“Bir sabah ailesinden tam on tane mektup alınca bu gücü daha da arttı. Aslında ailesi mektup göndermeye devam etmiş, ama postada olan bir hatadan onun eline geçmemişti.” O gece yine çocuklarını düşünerek uyuyakaldı. Bülbül Saatinde her ikisi de uyanıktı. Nimet gözyaşları içinde, Nurcihan’ı izlerken, gayr-i ihtiyari kalktı ve gelip onun yanına oturdu. Hiç ses çıkarmadan, o sabah namazını kılana kadar bekledi. Duasını yapıp “Âmin!” dedikten sonra, “Seni böyle huzurlu yapan, bülbül saatini bana da anlatır mısın?” diye sordu. Nurcihan her zamanki gülümsemesiyle “ Nimet’çiğim bülbülün hikâyesini bilir misin? Hani güle âşıktır da bu aşkla devamlı gül dalında öter. En çok da seher vakti aşka gelir. Neden biliyor musun? Seher vakti gül açacaktır ve bülbül vuslata erecektir. Bülbül bu aşk ve hasretle öyle yorgun düşer ki, seher vakti bir an kendinden geçer ve işte tam o anda gül açar. Ama zavallıcık göremez. Aşkıyla tekrar başlar zâra. Ta ki ertesi sehere kadar. İşte seher vakti âşıkların da Mevla’sına kavuştuğu andır, biz de bu aşkla kalkarız ve tüm muhabbetimizle Mevla’ya yöneliriz. O da kullarına sonsuz şefkat ve merhametiyle karşılık verir. Bizim bahçemizde de gül vardı ve her seher dalında bülbüller öterdi. Ben her
70
Şubat 2009
gece bülbül saatinde onları dinlerim, bülbüller o kadar uzakta değil de sanki bizim koğuşun hemen önünde ötüyor gibidir. Aslında mesafelerin pek de bir önemi yoktur. Biz sevdiklerimizi yüreğimizde taşırız ve aşk ile besleriz. Kâinatın mayasındaki ilahi aşkla ve bu aşk en güzel hâlini seherde alıyor. Aynı bülbülün ötüşündeki gibi…” O geceden sonra, Nimet de bülbül saatinde Nurcihan’ın yanında yer aldı. Birlikte bülbülleri dinleyerek namazlarını kıldılar. Gözyaşları içinde Allah’a yalvardılar. Gündüz de namazlarına devam etti. Sekiz yıllık evliliği boyunca ilk defa kendini bu kadar rahat hissediyordu. Sanki hayatının kontrolünü eline almış gibiydi. Yine çocuklarını özlüyordu, hasretinden gözünün yaşı dinmiyordu; ama isyan etmiyor, sabrediyordu. Bu arada sürekli kitap okuyordu. Nurcihan’ın verdiği kitapları... Her birinde kendinden bir şey buluyordu. En çok da Yusuf Peygamberin hayatını sevmişti. Onun kuyuya atılması ve ailesinden ayrı kaldığı uzun yıllar, Hz. Yusuf’un sabrı onu derinden etkilemişti. Nimet, gün geçtikçe içinde garip bir ferahlık hissetmeye başladı. Nurcihan’ın devamlı sözünü ettiği, zorluğun yanında kolaylık, darlığın yanında genişlik gelmeye başlamıştı sanki. Nimet bunu hissettikçe daha bir özgür ve güçlü görmeye başladı kendini. Sabredecek ve hayatın tüm zorluklarına karşı koyabilmesini sağlayacak bir güçtü bu. Bir sabah ailesinden tam on tane mektup alınca bu gücü daha da arttı. Aslında ailesi mektup göndermeye devam etmiş, ama postada olan bir hatadan onun eline geçmemişti. Bazılarının içinden çocuklarının fotoğrafları da çıkınca kelimenin tam anlamıyla bayram etti. Hepsini sıraya koyup tek tek okumaya başladı. Annesi her anlarını onunla paylaşmak istercesine uzun uzun çocukları anlatıyordu. Hepsi çok iyiydi ve en iyi haber en sonundaydı. Şöyle diyordu annesi: “Kızım sevgimiz ve dualarımızla hep yanındayız. İnşallah sayılı gün çabuk geçer, ama belki gün saymamıza da gerek kalmayabilir. Bu günlerde bir genel af söylentisi var. Bakalım Allah’tan hayırlısı. En kısa zamanda kavuşmak dileğiyle Allah’a emanet ol!”
ACI SON Gül gibi solmakta hayatın rengi, Düşüyor ömürden hergün bir yaprak. Ölümle bitiyor yaşama cengi, Bir mıknatıs gibi çekiyor toprak! .
BİRLİK YOLUNDA Sarp yokuşlarda değil, düzde birlik olalım Senet kabul ederek, sözde birlik olalım Kabukla oyalanmak, en büyük yanılgıdır Geliniz hep beraber “öz”de birlik olalım
Ahmet Süreyya DURNA
71
Kültür Mukadder Arif YÜKSEL
ERTELEME KOLaYCILIĞIYLA SORUMLULUKTAN KAÇIŞ
72
Şubat 2009
“Para kazanırken erteleyerek kaybettiklerimizi para ile tekrar satın alamıyoruz. İnsanlar gençliklerinde para kazanmak için sağlıklarını, yaşlılıklarında ise sağlıklarını kazanmak için paralarını harcıyorlar.”
H
ayat, nimet külfet dengesi üzerine kurulmuştur. Emek sarf etmeden ve Allah’ın potansiyel nimetlerinden aklı ve fizikî gücü kullanmadan nimetleri elde etme imkânı yoktur. Rahatına düşkün, zayıf iradeli ve tembel yapılı kimseler, bazı zorluklarla karşılaştıklarında ilk olarak üstesinden gelmek durumunda oldukları işi erteleme kolaycılığını tercih ederler. İşlerimiz ana hatlarıyla üçe ayrılır: Acil ve önemli: Yemek, içmek, hastalandığımızda tedavi, tehlikelerden korunmak, vakti geçmekte olan ibadetler vs. bunlar ertelenemez, erteleyenler hayatını ertelemiş olur. Acil değil fakat önemli: Giyim, barınma, Allah’a kulluk etmek(vakitle sınırlı olmayan ibadetler), sabit bir işte çalışmak, para biriktirmek, ev almak, evlenmek, çocuklara bakmak, ev reisliği yapmak, komşuluk ve arkadaşlık yapmak, ebeveyne hizmet etmek, seyahat etmek, vs.
Acil gibi fakat önemsiz: Arkadaşlarla felekten bir gün çalmak, çarşıda dolaşmak, kahvehanede oturmak ve oynamak, haftanın maçlarını takip etmek, modayı takip etmek, arabanın modelini yükseltmek, internette sörf yapmak, vs. Tembelliği alışkanlık haline getirmiş olanlar, gözüne kestiremediği zorluğu ertelemekle ondan
kurtulduğunu zanneder. Bu günün işini yarına bırakır ve günü kurtardığını düşünür. Oysa yarının da kendine göre işleri vardır. O da ertelenecektir. İşler biriktikçe sorun olacak ve bu sorunlar bir çığ gibi büyüyerek üstesinden gelinemez bir hal alacak ve sahibini ezmeye başlayacaktır. “Bu günün işini yarına bırakma” atasözü bu bakımdan çok anlamlıdır. Bu günün işini yarına bırakanlar, bu günün işi ile birlikte o vakit yaşanacak olan ömrü (ömürden bir bölümü) de ertelemiş olmaktadırlar. Dünyaya birkaç defa gelme imkânı olsaydı, tecrübe amacıyla bir kere de öyle olsun denebilirdi ama gereksiz denemeler esnasında geçen zaman kullanılmıştır ve bir daha o anı yaşama imkânı kalmamıştır. O halde hayatta ertelenemeyecek en önemli husus, o anda yaşanması gereken zamandır. Zamanını erteleyenler farkında olmadan bir daha yaşanmamak üzere hayatlarını da ertelemiş olmaktadırlar. Öğrenci, ödevini zamanında yapmaz, derslerine düzgün çalışmazsa sınav akşamı yoğun bir şekilde çalışması ona fazla bir fayda sağlamaz. “Çok çalıştım ama olmadı” der. Zeki ve becerikli olduğu halde beklenen başarıyı gösteremeyenler, düzenli çalışmadıklarından ve işi zamanında yapmadıkları için böyle bir durumla karşı karşıya kalırlar. Hayatta helalinden para kazanmak ve kimseye muhtaç olmadan yaşamaya çalışmak en saygıdeğer uğraşlardan birdir. Ancak işimizin bizi sosyal
73
hayattan tamamıyla koparmasına da fırsat vermemeli ve bir insan olarak yapmak zorunda olduğumuz diğer faaliyetlerimizi ertelememeliyiz. İnsanların çoğu geçim işlerine gereğinden fazla dalınca bakın neleri erteliyor: Geçim telaşı sırasında geçen zamanını, Aile reisliğini ve babalık görevini Ebeveyne karşı evlatlık vazifesini, Arkadaşlık ve komşuluk ilişkilerini, Sağlığını ve en önemlisi Allah’a karşı kulluk görevini. Para kazanırken erteleyerek kaybettiklerimizi para ile tekrar satın alamıyoruz. İnsanlar gençlik-
lerinde para kazanmak için sağlıklarını, yaşlılıklarında ise sağlıklarını kazanmak için paralarını harcıyorlar. Biz geçim telaşına kendimizi kaptırmış bir halde yaşamı devam ettirirken çocuklarımızı TV ve sokaklar şekillendiriyor. İlgi ve alakadan yoksun hanımlar, mahallede hemcinsleriyle görüşerek yalnızlığını gidermeye çalışıyorlar. Çoğu kez onları bayramlarda ve özel günlerde hatırlarız, ebeveynimizi de telefonla arayarak hal ve hatırlarını sorarız. Ebeveynimiz, ne zaman sorsak iyi olduklarını söylerler. Kötü durumda bile olsalar bizi üzmemek için iyiyiz derler. Bazen de biraz ağrılarım var diyerek rahatsızlıklarını ima ederler. “Ben izine geleceğim, inşallah seni en iyi doktorlara götüreceğim ve birşeyciklerin kalmayacak” diyerek onlara moral veririz ama acil bir haber gelmeden de gidemeyiz. Bir çok işimiz var çünkü!? İşi ve kariyeri uğruna ailesi ile ilgiyi sürekli erteleyen bir baba, emekli olduğunda çocukları ve torunlarını özledikçe, onları telefonla arayarak zaman zaman görüşmeleri gerektiğini söyler fakat her defasında, çocuklarından, “Baba, bu sıralar işimiz çok yoğun, müsait olduğum zaman ben seni arar, görüşürüz” cevabını alır ama arzu ettiği gibi görüşme bir türlü gerçekleşmez. Bu duruma üzülen babanın zihninde şimşekler çakar. Zamanında ben de böyle yapmıştım, ektiğimi biçiyorum, diyerek hayıflanır. Takvayı erteledik, Allah katında değerimiz düştü, Nokta kadar menfaat için virgül gibi eğildik, insanlar arasında değerimiz düştü. Zamanın birinde bir kralın dillere destan bir sarayı varmış. Vatandaşlardan biri de sarayı çok merak ermiş, kralın kapıcısından ricada bulunarak bir süreliğine sarayı ziyaret etmesine izin verilmesini talep etmiş. Kral da meraklı adama bir de ders vermek düşüncesiyle şartlı izin vermiş. Kralın şartı şudur: Adam eline bir kaşık sıvı yağ ile sarayı dolaşacak ama yağdan bir damla dahi yere ve halıla-
74
Şubat 2009
ra dökmeyecek. Adam elinde bir kaşık yağla sarayı dolaşır ve gerçekten de bir damla bile dökmeden turu tamamlar. Kral sorar: “Acem halılarımı gördün mü?” “Yok.” “Avizelerimi gördün mü? “Hayır.” “Paha biçilmez tablolarımı?” “Yok.” “Havuzlarımı, rengarenk çiçeklerimi?” “Yok.” Adam yağı dökerim korkusuyla doğru dürüst bir yere bakamamış ki? Adam, “Bir kez daha müsaade edin bu defa daha dikkatli bakayım efendim” diye yalvarmış Kral yine elinde yağ dolu kaşıkla bir kez daha sarayı dolaşmasına izin vermiş. İkinci dolaşmada adam sarayı görmüş görmesine ama bu defa da kaşıkta yağ kalmamış. Kral adama şöyle öğüt vermiş:
O anı yaşayamamışsanız, görüntüsünü alamamışsanız başka bir seferinde fırsat bulamayabilirsiniz ya da bir anlamı kalmayabilir. Çocuğunuzun ilk kez baba ya da anne demesi, sendeleyerek attığı ilk adımları, sünnet olması, okula gitmesi, mezuniyet töreni, nişan ve evliliği vs kamera ile görüntülemek isteyebilirsiniz. Ama o anda kameranız yanınızda yoksa ya da boş kaset almayı unutmuşsanız artık o iş bitmiştir. Ya da bu yıl tatile gittiğimde anne ve babamın görüntülerini kaydedeyim diyorsunuz fakat kamerayı yanınıza almayı unutuyorsunuz. Ertesi sene geldiğimde alırım diyorsunuz. Ertesi sene haber geldiğinde ise belki cenaze törenini çekme seçeneğiniz olacak sadece. Ya da haber göndermiş: “Gelsin de dünya gözü ile son bir kez göreyim.” Hemen yanına varmak
“Bak, bu kaşıktaki yağ senin hayattaki sorumlulukların. Sarayda gördüklerin ise dünyadaki nimetler. Dünyadaki nimetlerden yararlanmak için sorumlulukla“Biz geçim telaşına kendimizi kaptırmış bir halde yaşamı rından vazgeçme, sorumlukları devam ettirirken çocuklarımızı TV ve sokaklar şekillendiriyor. yapacağım derken dünyadaki naİlgi ve alakadan yoksun hanımlar, mahallede hemcinsleriyle sibini ihmal etme.”
görüşerek yalnızlığını gidermeye çalışıyorlar. Çoğu kez onları bayramlarda ve özel günlerde hatırlarız, ebeveynimizi de telefonla arayarak hal ve hatırlarını sorarız. “
Her yeni günün kendine özgü şartları vardır. Her gün özeldir, anlamlı yaşamasını bilene. Bilinmelidir ki yüksek idealler taşıyan kimselerin yaşamı daha anlamlıdır. Ertelenmiş planlarını bugün uygulamaya koyanlar, yeni günde geçmişi yaşarlar ve böylesi kimseler geleceği asla kuramazlar.
Bastırılmış duygular, uygun ortamı bulduğunda hemen ortaya çıkmak ister ve kontrol edilmeleri çok güç olur. Bu sebeple sadece işimizi değil insanî duygularımızı da ertelememeliyiz. Tepkinizi kontrol edin ama ertelemeyin, biriktirmeyin. Çünkü bu en fazla size zarar verir. Bir süre sonra öfke patlamasına yol açar. Bu da birçok hasara sebebiyet verebilir. Bazı kimseler haklı olduğu bir konumda bir bir hesabını sormak üzere ufak hataları bir yere kaydeder. Zamanı gelince de bütün kirli çamaşırları ortaya döker. Bu dürüst bir tutum değildir. O anda sorulması halinde belki bir açıklama getirebilecek birisi, uzun süre sonra kendisine sorulan söz ve davranışın gerekçesini unutabilecektir.
üzere yola çıkıyorsunuz, son anına muhtemelen yetişiyorsunuz, belki de yetişemiyorsunuz. Artık “Keşke daha önce gitseydim” şeklindeki yakınmalarınız içinizi bir ömür boyu kemirecektir. Erteleme kolaycılığı ile sorumluktan kaçış, İslâm âleminde adeta toplumsal bir tutum halini almış gibi görünüyor. Mesela, İslâm toplumunda İsa ve Mehdi beklentisi vardır. “Biz ne yapsak boş. Ama bir gün Mehdi ve İsa gelecek her şey güllük gülistan olacak, kırk yıl dünya huzur içinde yaşayacak ondan sonra da kıyamet kopacak.” şeklindeki söylentiler kulaktan kulağa dolaşıyor her devirde. Çinliler ve Hintliler Buda’yı, İranlı Mecusiler de Ahura Mazda’yı bekliyor. Mehdinin gelecek olması bizi şu anda yapmakla yükümlü olduğumuz sorumluluklardan kurtarmaz ki. Biz kendi işimize bakmalı, sorumluluklarımızı yerine getirmeye çalışmalıyız. Eyvah demeden eyvallah diyenlerden olmamız dileğiyle.
75
Kitap Vedat Ali TOK
ANADOLU TASAVVUF ÖNDERLERİ “Anadolu’nun Türkleşmesinde ve İslâmlaşmasında mutasavvıfların rolü çok büyüktür; çünkü onlar yeni bir din dairesine giren Türklere İslâm’ı gönül yoluyla tanıtma ve Anadolu’daki ekalliyete de bu şerefli milletin bir parçası olmaktan gurur duymalarına vesile olma vazifesini layıkıyla yerine getirmişlerdir.”
76
Şubat 2009
T
ürk milletine tarih boyunca hiçbir şey zorla yaptırılamamıştır. Türk milleti en zor ve en güç şartlara maruz kalsa bile inandığı davasından taviz vermemiş; hedeflerinden geri dönmemiştir. İslâmiyeti tanımadan önce de tanıdıktan sonra da bu karakteri değişmemiştir. Hiçbir dini ve görüşü olmadığı gibi, İslâmiyeti de zorla kabul etmemiştir. Özellikle 10. asırdan itibaren İslâmiyeti tanıdıktan sonra, onun meftunu olmuş, uğruna malını, kanını, canını seve seve feda etmiş; asırlarca bayraktarlığını yapmıştır. İslâmiyetin en samimi ordusu da Türk ordusu olmuştur.
Anadolu’nun Türkleşmesinde ve İslâmlaşmasında mutasavvıfların rolü çok büyüktür; çünkü onlar yeni bir din dairesine giren Türklere İslâm’ı gönül yoluyla tanıtma ve Anadolu’daki ekalliyete de bu şerefli milletin bir parçası olmaktan gurur duymalarına vesile olma vazifesini layıkıyla yerine getirmişlerdir. Anadolu’daki tasavvuf önderlerini ve onların etkilerini Kadir Özköse, “Anadolu Tasavvuf Önderleri” isimli kitabında ele alıyor.
Kitap, giriş kısmından sonra 10 bölüme ayrılmış. Sonuç bölümünden sonra ise tasavvuf ve tasavvuf önderleri ile ilgili zengin bir bibliyografya verilmiştir. Anadolu Tasavvuf Önderleri’nde 12 mutasavvıftan bahsediliyor. Anadolu’da ilk mutasavvıf olarak bilinen Ahmed Yesevî’ bu on iki kişiden ilkidir. Hikmetleri ile tanınan ve hacimli bir divan da oluşturan Ahmet Yesevî’nin Türklerin İslâmlaşmasında, millî birlik ruhunun oluşmasında, dil ve kültürümüzün devamında öncü rol oynadığına dikkat çekiliyor. Eserde, aslında halk arasında ve bilim dünyasında ahilik teşkilatı ile anılan ve Anadolu’da üretimin yaygınlaşmasında, çalışma hayatımızın şekillenmesinde, göçebelerin yerleşik haya-
77
ta geçmesinde rol oynayan Ahî Evran-ı Veli’nin tasavvuf bağlamında ele alınması dikkat çekiyor. Ahî Evran’ın sahip olduğu manevî donanımı, geniş kitleleri organize eden liderlik dehası, farklı zümreleri ortak ülküde buluşturma çabası, kadın erkek, zengin fakir, yerli yabancı, şehirli köylü, âlim câhil… herkesi kapsayan hizmet alanı ile Anadolu’nun Moğol istilasına karşı savunmasında, millî bütünlüğün sağlanmasında önemli adımlar atmış bir şahsiyet olduğuna dikkat çekiliyor. Yazar, ahilikle tasavvuf kaideleri arasında şöyle bir ilgi kuruyor: “… özelde Ahilik, genelde Tasavvuf, insanın midesinden önce ruhuna, zekâsından önce iradesine hitap etmiştir, kin ve ihtirasını frenlemiş, bu güçleri hizmet ve yardımlaşmada kullanan bir anlayışı, iktisadın, hayatın esası olarak görmüştür.” (s. 130) Kitapta ele alınan tasavvuf önderlerinden biri de Hacı Bektâş-ı Veli’dir. Hacı Bektaş’ın ismini duyunca hep, Bektaş kelimesinin ne anlama geldiğini düşünürdüm. Belki birçok okuyucu da bunu merak eder. Hacı Bektâş-ı Veli faslın-
78
Şubat 2009
dan, yazarın, Esad Coşan’ın Hacı Bektaş-ı Velî (Makâlât-İncelemeler) isimli eserinden naklettiği bu açıklamayı paylaşalım: “Bektaş kelimesi, Bektaş, Bekdaş, Bekdeş, Petteş şekillerinde de tespit edilmiştir. Bu, Selçuklu tarihinde daha önce de görülen bir isimdir. Bektaş kelimesi; eş, benzer, muadil, denk, misil anlamına gelir ve Bektaş, bekteşlik, beğdeş şekilleri ile Anadolu Türkçesi edebî mahsullerinde sık sık kullanılır.” (s. 131 Mevlânâ Celaleddin-i Rûmî, ele alınan diğer bir tasavvuf önderi. Burada da Mevlânâ’nın Seyyid Burhaneddin, Şems-i Tebrizî ve etrafındaki diğer önemli şahıslarla olan ilişkilerine dikkat çekiliyor; eserleri hakkında bilgi veriliyor. Manevî Aşka Koyulmak başlığı ile Mevlânâ’nın Türkçeye çevrilen şu şiirine de yer veriliyor: Aşk sayesinde dikenler gül olur. Aşk sayesinde sirke, tatlı şarap olur Aşk sayesinde kazık, (hükümdar) tahtı olur. Aşk sayesinde talihsizlik, talihe dönüşür. Aşk sayesinde hapishane, bahçeli (bir) köşke dönüşür.
Kitaplık Aşk sayesinde küllerle dolu ocak, gül bahçesi olur. Aşk sayesinde yakan ateş, güzel bir ışık olur. Aşk sayesinde şeytan, huri olur. Aşk sayesinde sert bir taş, tereyağı gibi yumuşar. Aşk sayesinde keder, neşeye dönüşür. Aşk sayesinde gulyabani, melek olur. Aşk sayesinde arı iğnesi, bal olur. Aşk sayesinde aslanlar, fare gibi zararsız olur, Aşk sayesinde hastalık, sağlık olur. Aşk sayesinde öfke, merhamete dönüşür Beşinci bölümde Yunus Emre, anlatılıyor. Kitapta Yunus Emre’nin Türk edebiyatına, özellikle tekke şiiri üzerine etkisi üzerinde duruluyor.
Kerbela Prof.Dr. Hüseyin ALGÜL Ensar Yayınları Tel: 0 212 491 19 03
Buruciye Şiir Antolojisi 2008 Halis DEMİR Buruciye Yayınları Tel: 0 346 221 01 10
Dünyayı Aldatanlar Doç. Dr. Sefa SAYGILI Elit Yayınları Tel: 0 212 511 61 62
Eserde incelenen diğer bir mutasavvıf ise Somuncu Baba’nın talebelerinden ve Bayramîliğin pîri sayılan Hacı Bayram-ı Velî’dir. Kitabın diğer bölümlerinde Eşrefoğlu Rûmî, Ahmed Sarbân, Şemseddin-i Sivâsî, Abdülmecid-i Sivâsî, Abdülehad-i Nûrî-i Sivâsî ve Niyâzi-i Mısrî gibi mutasavvıflarla onların etrafında gelişen edebî, siyasi hâdiseler üzerinde duruluyor. “Anadolu Tasavvuf Önderleri’nin sonuç bölümünde tekke edebiyatının teşekkül ve gelişim seyri değerlendiriliyor.
İletişime Giriş Mete ÇAMLIDERE Dem Yayınları Tel: 0212 491 19 03
Dar Kapıdan Geçmek Senai DEMİRCİ Timaş Yayınları
(Anadolu Tasavvuf Önderleri, Kadir Özköse; 501s. Ensar Yayınları, Konya / 2008)
Tel: 0212 511 24 24
79
Aile Kevser BAKİ
ŞÜKRETMENİN ÖNEMİ
80
Şubat 2009
Ş
ükür; gelmiş olan bir nimete, dil ile fiilen veya kalben mukabele etmek ve nimetin sahibine saygı göster-
mektir.
İnsan, diliyle olduğu gibi hâliyle, tavrıyla, kalbiyle de devamlı şükretmeli, hamd etmeli. Seviyesiz hareketler, Müslüman’a yakışmayan kahkahalar, boş vermiş tavırlar, vur patlasın çal oynasın anlayışı mü’minden ne kadar uzak olmalıysa; karamsarlık ve ümitsizlik, çaresizlik taşıyan bunalımlı bir yüz hâli de o derece uzak olmalı. Hepimiz, zaman zaman hayatımızın anlamını sorgularız. Bazılarımız dolu dolu geçen hayatına dönüp baktığında mutlu olur, ama onlar kadar şanslı olduğunu düşünmeyenlerimiz de vardır. İçinde bulunduğu ortamdan memnun olmayan, sahip olmak istediklerine kavuşamayıp kendini mutsuz sayan birçok kişi vardır aramızda. Her zaman bizden aşağı olanları düşünmek, bizi hayata daha çok bağlar ve sahip olduklarımıza şükretmemizi sağlar. Allah’a şükretmek insanın önemli bir vazifesidir. Bunun önemli bir vesilesi de dili ve kalbi teşekküre alıştırmaktır. Dilimiz ve duygularımız teşekkür etmeyi bilecek ki Allah’a şükredebilelim. İnsanı bütün mahiyetiyle çok iyi tanıyan Peygamber Efendimiz (s.a.v.) şöyle buyurmuştur. “İnsanlara teşekkür etmesini bilmeyen, Allah’a şükredemez.” (Ebu Davud, Edeb 129) İnsanlara teşekkür ederken de asıl teşekkür edilmesi gerekeni unutmamak lazım. Bazı zamanlarda şükretmek için kendimize çok büyük, çok özel ve büyük bir nimetin gelmesini, ya da bizden çok büyük bir sıkıntının gitmesini bekleriz. Oysa biraz dikkat ettiğimizde, insanın her anının nimet içinde geçtiğini görürüz. Hâlimize şükretmeliyiz. Şükredecek o kadar çok şeye sahibiz ki. Mesela elimiz var, ayağımız var, gözümüz var, aklımız var. Şükür, nimeti artırıyor, şükürsüzlük ise insanı isyana, mutsuzluğa, aç gözlülüğe teşvik ediyor. Hayat yaşanmaz bir hâl alıyor. Hayatı, sağlığı, aklı, beş duyusu, nefes aldığı hava ve bunlara benzer sayısız nimet, insana her an kesintisiz bir şekilde sunulmaktadır. Bu nimetlerin her biri ayrı ayrı şükretmeyi gerekti-
rir. Allah’ı (c.c.) zikretmede ve anmada, derin düşünmede zayıf olduğumuzda, çoğunlukla gaflet içinde kalırız. Bu nimetlerin değerini onlara sahipken bilemez, şükrünü yeterince eda edemeyiz. Ancak bu nimetler elimizden alındığı zaman değerini kavrarız. Allah (c.c.) İbrahim Suresi 7. ayetinde şöyle buyuruyor: “Ve düşünün ki Rabbiniz şöyle ilân buyurdu: Celâlim hakkı için şükrederseniz, elbette size (nimetimi) artırırım ve eğer nankörlük ederseniz, haberiniz olsun ki azabım çok şiddetlidir.” Çok arzu ettiğimiz bir olay gerçekleştiğinde “Şükürler olsun!” diyerek Rabbimize teşekkür etmeyi bir borç biliriz. Canı gönülden şükretmek için hep sevinçli gelişmelerin gerçekleşmesini bekleriz. Oysaki sahip olduklarımız her daim şükretmeyi gerektirecek kadar büyüktür ve çoğu kez bunları elde etmek için çaba bile harcamamışızdır. Mesela çok sıkıntı çekmeden sağlıklı bir çocuğa sahip olmak, ebeveynler için en büyük şükür vesilesidir. Sağlıklı bir çocuğa sahip olmanın nimetleri arada unutulup gittiği gibi, bir de çocuk bakımı ve eğitimi konusunda eşler arasında kaygılar ve çatışmalar başlar. Oysaki şikâyet ettiğimiz, geleceği için telaşlandığımız çocuklarımız özürlü doğsaydı ne yapardık? Servetler feda edilse de tıbben çaresi olmayan pek çok rahatsızlıklar mevcut günümüzde. Bunun içindir ki her yönden sağlam yaratılarak bizlere ihsan edilmiş bir evladımızın bile ne kadar şükür sebebi sayılabileceğini anlamanın en iyi yolu hastanelerin genetik bölümlerini ziyaret etmek olacaktır. İnsan olmanın gereklerini, zaman zaman unutuyoruz. Bencillik, samimiyetsizlik, çekemezlik, saygısızlık, aşırı rahatlık, kanaatsizlik diz boyunu geçti. Unutmamalıyız ki, bugünün yarını da var. İnsanoğlu daha kötüsünü görmeden bulunduğu durumun farkına varamıyor maalesef. Şükretmeyi bilmeliyiz, çocuklarımıza da öğretmeliyiz. Allah’a bizi yarattığı için şükür, anne-babaya da dünyaya gelmemize vesile oldukları için teşekkür etmeliyiz. Şükretmek, bize yapılanların kıymetini bilmek demektir. Yapılanların kıymetini bilen insanlar, teşekkür etmeyi bilirler, aynı zamanda şükrederler. Günümüz toplumu, bir şü-
81
kürsüzlük toplumu hâline geldi. Çocuklarımıza, Allah’a ve ana-babaya şükretmesini öğretmeliyiz. Cenneti ana-babanın gönlünde aramalıyız. Allah’ın rızasının, ana-babanın rızasında olduğunu unutmamalıyız. Yalnız, Kur’an’ın ana-babaya şükür-teşekkür edilmesini emrederken, ana-
babaya karşı evlâtların tavırlarına dikkat çekildiğini görmek zorundayız. Çocuklarımıza dua etmesini öğretmeliyiz. Kendilerini koruyan, kollayan Allah’a teşekkür etmesini bilmeliler. Bilmeliler ki yeri geldiğinde istemesini de bilsinler. Yemek, içmek, gezmek neyse, dua etmenin de o denli gerekli olduğunu çocuklarımıza her hâlimizle göstermeliyiz. Çocuklarımızı sorumluluk sahibi olarak yetiştirmeye çalışalım. Çocuğun gelişimini sağlıklı sürdürebilmesi için önce kendine, sonra ailesine, topluma ve ülkesine karşı olan sorumluluklarının olduğunu öğretmeliyiz. Mesela, her yemekten sonra ellerini yıkamak, dişlerini fırçalamak, sağlıklı olduğuna şükretmek, kendisine bu nimetleri verene
82
Şubat 2009
şükretmek gibi öğretilenler beden ve ruh sağlığı açısından çok önemlidir. İyi bir insan olması gerektiği, insanların en iyisinin diğer insanlara faydalı hizmetlerde bulunan kimse olduğunu sık sık telkin etmeliyiz. Böylece insanlara karşı sorumluluğu olduğunu bilerek büyüyen çocuk derslerine daha iyi çalışacak, daha güzel ve faziletli yaşamayı öğrenecektir. Yemekten sonra hamd ve şükür edilir ki, yediğimiz nimetleri ihsan eden, o gıdalara lezzet katan, bize ağız tadı veren, açlığımızı bunlarla gideren, gıdaları enerjiye dönüştüren ve yaşamımızı devam ettiren Yaratıcı’yı görmezden, bilmezden, hatırlamazdan gelmeyelim, nankör olmayalım. Kültürümüzde teşekkürü ifade eden birçok kelime vardır. Kullanmayı bilenler için sıcak bir tebessüm ve içtenlikle söylenen”‘Teşekkür ederim.” cümlesinin yanında, yerine göre bir tebessüm de teşekkür manasına gelir. Bazen de” sağ ol!” ve “sağ olasın!” cümlecikleri teşekkür ifadesidir. Bazı yerlerde neredeyse unutulmaya veya bilinçli olarak unutturulmaya çalışılan “Allah razı olsun.” cümlesi de bizim kültürümüzde teşekkür ifadelerinden biridir. Aynı zamanda bir duadır. Evet, birbirimize teşekkür edeceğiz ki Allah’a da şükredelim. Kendimize teşekkür edemediğimiz için birbirimize düştük ve Allah’ı unuttuk. Nimete şükretmezsek nankörler zümresine gireriz. Peygamber Efendimiz (s.a.s.) “Aza teşekkür etmeyen kişi çoğa hiç teşekkür etmez. İnsanlara teşekkür etmeyen de hiçbir zaman Allah’a şükretmeyi bilmez. Allah’ın verdiği nimetlerin hakkını vermek şükür, onları unutmak ve küçümsemek ise küfürdür.” (Tirmizî) buyurmuşlardır. Mutluluk, olağan gibi görünen, fakat değeri bilindiğinde olağanüstü güzellikler yaşatan ayrıntılarda saklıdır. Daha fazlası da istenebilir, ama o an için eldeki ile mutlu olmasını bilmek gerekir. Bazıları, tam mutlu olacağı bir anda, önemsiz kusurlara kafayı takarak mutluluğuna gölge düşürmektedir. Akıllı eşler, birbirini üzmez. Şükretmesini bilenler mutlu olurlar. Vereni idrak eden ve verileni takdir ederek şükredenlerden olabilmek…
FİLİSTİN’E YARDIM Filistin’de yaşanan bu vahşete sessiz kalmayan bağışçılarımız tarafından, Müslüman kardeşlerimize ulaştırılmak üzere Vakfımıza toplam 58.000.TL nakdi yardımda bulunmuşlardır. Yapılan bu bağışlar Başbakanlık Filistin’e Yardım Kampanyası hesabına aktarılmıştır. İsrail’in Gazze’ye yönelik 20 günü aşkın süren saldırıları, kirli bir güç gösterisi ve katliama dönüşmüş, binin üzerinde sivil ve masum insanın ölümüne sebep olmuştur. Dünya ile irtibatı ke-
silen¸ çocuk, yaşlı demeden hunharca öldürülen şehitler bir yana, açlığa ve sefalate mahkûm edilen Müslümanların durumu, insanlık tarihinde unutulmayacak acı görüntülere sahne olmuştur.
Filistin’de yaşanan bu vahşete sessiz kalmayan bağışçılarımız tarafından, Müslüman kardeşlerimize ulaştırılmak üzere Vakfımıza toplam 58.000.TL (Ellisekizbin TürkLirası) nakdi yardımda bulunmuşlardır. Yapılan bu bağışlar Başbakanlık Filistin’e Yardım Kampanyası hesabına aktarılmıştır. Yapılan bu yardımlarla, bu insanlık vahşetine dur diyen, Filistin’deki Müslüman kardeşlerimize maddî ve manevî her türlü desteklerini esirgemeyen halkımıza sonsuz teşekkür ediyor ve yardımlarının Cenab-ı Hak katında makbuliyetini niyaz ediyoruz.
AŞÛRE İKRAMI Aşûre dağıtımı, insanlar arasındaki sevgi kardeşlik ve barış duygularını pekiştirmek ve milli örf ve adetlerin yaşatılmasını sağlamak amacıyla yapılmaktadır. Sağlık, sosyal yardım, eğitim, kültür ve tarihi eserlerin korunması alanlarında hizmet veren vakfımız, temsilciliklerimizin ve gönüllülerimizin bulunduğu 44 il ve ilçede Muharrem ayı vesilesiyle aşûre dağıtımı yaptı. Adana, Adapazarı, Alanya, Amasya, Ankara, Nazilli, Bartın, Bolu, Gerede, Dörtdivan, Bursa, İnegöl, G.Antep, Denizli, İskenderun, İstanbul, İzmir, Gölcük, Gebze, K.Maraş, Elbistan, Karabük, Yenice, Eskipazar, Kayseri, Konya, Ilgın, Karapınar, Ereğli, Akşehir, Malatya, Darende, Mersin, Silifke, Osmaniye, Düziçi, Samsun, Sivas,
Kocatepe Camii / Ankara
Zara, Tokat, Turhal, Zonguldak, Ereğli ve Çaycuma’da 09.01.2009 Cuma günü Cuma namazı çıkışında gerçekleştirilen dağıtımla, binlerce insana ulaşıldı. Aşûre dağıtımı, insanlar arasındaki sevgi kardeşlik ve barış duygularını pekiştirmek ve milli örf ve adetlerin yaşatılmasını sağlamak amacıyla yapılmaktadır. Her sene devam eden bu faaliyetler bundan sonra da devam edecektir. Bu vesile ile halkımızın Muharrem ayını tebrik eder, ülkemize ve İslâm âlemine hayır ve huzur getirmesini temenni ederiz.
83
Sağlık Aydın ADİLOĞLU
KAHVALTI İLE GELEN SAĞLIK
Ç
oğumuzun önemsemediği yemek öğünü kahvaltıdır. Zaman darlığı, daha fazla uyuma isteği, sabah iştahsızlığı vs. gibi nedenlerle kahvaltıyı terk etme oranı özellikle iş günlerinde oldukça yüksektir. Sabah uyandığınızda bedenimiz nerdeyse 10-
84
Şubat 2009
12 saat enerji sağlayacak hiçbir yakıt almamış durumdadır. Yakıt bulamadığı için elinde bulunan az yakıtla bütün organlarını başta beyin olmak üzere tam kapasite ile çalıştırmaz. Kahvaltı yapılmadığı zaman bu durum vucüda o kadar fazla zarar vermektedir ki konunun önemini tam anlatabilmek ve vurguyu tam yapabilmek için bu
zararları üç ana başlık altında toplayarak anlatmak istiyorum. Bu zararlar şöyle sıralanabilir:
Kahvaltı Çocuklar İçin Daha Önemlidir
Kahvaltı Yapmamanın Duygusal Zararları
Çocuk ve gençlerde geç uyanma, servise yetişememe korkusu v.b. sebeplerle kahvaltı yapmama veya kahvaltıda yetersiz besinlerle kahvaltı yapılması sonucunda dünyanın birçok ülkesinde yapılan araştırmalarla ispatlanmıştır ki; kahvaltı yapmayan öğrencilerin kendine güvenlerinin azaldığı, derse katılımlarının olmadığı, hata yapma oranlarının çok yüksek olduğu, çalışma hızlarının yavaşladığı, aritmetik, problem çözme ve dikkat gerektiren derslerde, başarılarının düştüğü, arkadaşlarıyla uyumlarında problemler yaşadıkları fiziksel sosyal olaylara mukavemetlerinin azaldıkları, algılamalarının azaldığı, hatırlama düzeylerinin düştüğü tespit edilmiştir.
Beynimizin kahvaltı yapılmamasına ilk tepkisi duygusaldır. Beyin enerjiyi kahvaltı şeklinde alamazsa bunu kendisi için bir tehlike sayar böylece vücudu çalıştırmamak için elinden geleni yapar. En büyük kozu isteksizlik, canı çekmemek, uyuşukluk, bıkkınlık duygularla daha fazla enerji harcamanıza engel oluşturacak duyguları üreterek elinde olmayan enerjiyi daha fazla tüketerek yaşama riskini tehlikeye sokmaz istemez.
Kısa Vadeli Zararları Kahvaltı öğününü atlayanlarda daha kuşluk saatlerinde başlayan Dikkat eksikliği, odaklanma güçlüğü, gerginlik, öğrenme zorluğu, okulda verimsizliğe güçsüz kalmaya, Daha alıngan tavırlar sergilemeye başlanır. Öğlene doğru, ifade etme güçlüğü, odaklanma bozukluğu, düşünce karmaşası, uyku hali gibi belirtiler başlayacaktır. Bu belirtileri çarpıntı, terleme bilinç bozuklukları izleyecektir.
Uzun Vadeli Zararları Kahvaltıyı atlayan bireylerin büyük bir kısmı kahvaltı yapmayarak kilo verdiklerini düşünürler hâlbuki durum bilinenin tam aksidir. Çünkü kan şekerinin uzun süre düşmemesi için vücut kortizol ve epinefrin isminde iki hormon salgılar bu iki hormonda sinirlilik, erken yorulma, halsizlik problemlerini beraberinde getirir ki örneğin merdiven çıkmanız ya da yürümeniz gerekirken bunları yapmadığınızdan dolayı kilo alınır. Kahvaltı yapmayanların uzun vadede kolayca kilo aldıkları, kahvaltı yapmayanlar sadece kolay kilo almakla kalmazlar, kilo vermekte veya verdiği kiloları korumakta da güçlük çekerler. Kahvaltı yapmayan bireylerin öğlen daha yağlı yiyeceklere yöneldikleri ve gün içinde daha fazla abur cubur tükettikleri bu şekilde de Kolesterol seviyelerinin yükseldiği bilimsel olarak ispatlanmıştır.
İdeal Kahvaltı Nasıl Olmalı? Kahvaltı yapmamak ne kadar vücuda zarar veriyorsa belli besin elementlerini almadan yapılan kahvaltı da o kadar vücuda zarar verir. Şekerli bir besin ile güne başlamak öğlene doğru aşırı acıkma ve yoğunlaşma düşüklüğü, kan şekerinde oynamalar sonucu problem yaratır. Bu nedenle aşırı şekerli gıda tüketiminden özenle kahvaltıda kaçınılmalıdır. Dengeli bir kahvaltı için günlük protein ve enerji ihtiyacımızın 1/4 ünü kahvaltıda almak zorundayız. Bu hayat boyu unutulmaması gereken bir düsturdur. Hayvansal protein almadan yapılan kahvaltı eksik kahvaltıdır. Hayvansal protein kaynağı olarak süt, peynir, yoğurt ve yumurta kastedilmektedir. Kahvaltıda her gün bu besinler bulundurulmalıdır. Kahvaltının ana besinleri bunlardır. Kahvaltıda C vitamini kaynağı olan biber, maydanoz gibi sebzelerde tüketirsek gün boyu halsizlik çekmeyiz. Günümüzde kahvaltı yapılmayarak kaybedilen ve yukarıda zikredilen rahatsızlıklar günümüz insanının en önemli problemleri arasında yer almaktadır. Yapılmayan kahvaltı ile hem sağlığımız bozulmakta hem de hayatı zorlanarak yaşamamıza neden olmaktadır. Kahvaltıdan önce içilen bir bardak ılık suyun metabolizmaya çok faydası vardır. Bol sağlıklı günler diliyorum.
Şifalı Bitkiler
Soğuk Algınlığında Portakal Turunçgiller familyasından bir ağaçtır. Boyu 2-10 m arasında değişir. Yaprakları sert dayanıklı ve düz kenarlıdır. Meyvesi C vitamini bakımından zengindir. Kabuğunun altında sarımtırak, bazılarında ise kırmızı renkte sulu ve dilimli bir öz bulunur. Kabuklarından portakal esansı elde edilir. Eczacılıkta ve gıda sanayiinde kullanılır. Çiçeklerinden de portakal çiçeği esansı yapılır. Faydası: Çiçeklerinin kaynatılmasıyla elde edilen su, spazm giderir. Kabuklarından yapı-
86
Şubat 2009
lan şurup ise, mide hastalıklarında kullanılır. Damar sertleşmesini ve felci önler. Soğuk algınlığı, grip ve nezlede faydalıdır. Yorgunluğu ve sinir bozukluğunu giderir. Cildin güzel olmasını sağlar. Kansızlığı giderir. Hazmı kolaylaştırır. Karaciğeri çalıştırır ve safra ifrazatını artırır. Ateşi düşürür. Nekahat devresini kısaltır. Vücuda enerji verir. Şeker hastalarına faydalıdır. Susuzluğu giderir. Zayıflatıcıdır. Mide hastalıklarından şikâyet edenler portakal yememelidir.
Gönülden İkramlar
Mesude SARI
2
1
3
Bekir SARI
Bayat Ekmeğin Değerlendirilmesi 1- Yumurtalı Ekmek Kızartması Malzemeler: 1 adet bayat ekmek - 3 adet yumurta - 2 su bardağı ayçiçek yağı - Tuz Hazırlanışı Çukur bir kâsede yumurtaları tuz ile çırpıyoruz. İnce dilimlediğimiz ekmekleri yumurtaya arkalı önlü - alt üst batırıyoruz. Kızgın yağda pembeleşinceye kadar kızartıyoruz. Servise sunuyoruz.
2- Peynirli Kanepe Malzemeler : 1 adet bayat ekmek - 2 adet yumurta - Bir su bardağı arzu edilen çeşitte peynir - Kıyılmış maydanoz - Kırmızı pul biber - 1 yemek kaşığı zeytinyağı
Hazırlanışı Tüm malzemeyi karıştırıyoruz. İnce dilinmiş ekmeklerin üzerine eşit miktarda sürüyoruz. Fırın tepsisine dizip, üzeri pembeleşene kadar pişiriyoruz. Servise sunuyoruz.
3- Pideden Yalancı Pizza Malzemeler : 1 adet bayat pide -1 adet domates 2 adet sivri biber Kaşar veya salamura peynir 5-6 dilim pastırma veya sucuk Hazırlanışı Tüm malzemeleri dilimleyip hazırlıyoruz. Pidenin üzerine yayıp peynirler eriyinceye kadar pişiriyoruz. Servise sunuyoruz. Afiyet olsun Not: yukarıdaki pratik tarifler ekmek israfını önlemek amacı ile verilmiştir.
87
Çocuk ekiyle birlikte yıllık abone bedeli 70 TL
100 AY L I K Đ L Đ M - K Ü LT Ü R V E E D E B Đ YAT D E R G Đ S Đ
99
FiyatÒ: 7 YTL đ U B A T 2 0 0 9
AYLIK ĐL ĐM-KÜLTÜR VE EDEBĐYAT DERGĐSĐ
YÖl: 3 SayÖ: 26 AylÖk Somuncu Baba Çocuk Dergisi - ùubat 2009
FiyatÒ: 7 YTL O C A K 2 0 0 9
YÖl: 3 SayÖ: 25 AylÖk Somuncu Baba Çocuk Dergisi - Ocak 2009
06
Dergisi Hediyesi...
Nimet Sahibinin FarkÒnda Olmak: đükür
46
Asya’nÒn Kubbeleri
Dergisi Hediyesi...
Her satırını okurken farklı boyutlarıyla farklı manevi iklimlerde gezeceğiniz bu dergiyi elinizden bırakamayacaksınız.
18
Tevekkül Ehlinin VasÒ¾arÒ
70
Son đehrin Son Süvarisi
Visan İktisadi İşletmesi Zaviye Mah. Hacı Hulûsi Efendi Cad. No:71 44700 Darende Malatya Tel: (422) 615 15 00 Faks: (422) 615 28 79
[email protected] www.somuncubaba.net
Türkiye : 70 YTL Avrupa : 72 Euro ABD: 102 USD Banka / Posta çeki hesabınıza yatırdım. Dekont İlişiktedir.
Adı / Soyadı:
Posta Çeki Hesap No: 1361068 Ziraat Bankası Darende Şubesi : 26798480-5001
Kurum Adı: Ünvan:
Faturayı adıma kesiniz
Dergi Teslim Adresi:
Faturayı şirket adına kesiniz Vergi Dairesi: Posta Kodu: Telefon: ( Faks: (
Vergi No:
Şehir: )
Abone Başlangıç Tarihi:
)
E-posta:
İmza @
Derginizin elinize sağlıklı bir şekilde ulaşabilmesi için yukarıdaki alanları eksiksiz bir şekilde doldurunuz.
88
Şubat 2009