İÇİNDEKİLER 1- ÖN DEYİŞ 2- GİRİŞ 34567891011121314151617181920-
İLK İNSANLARIN TANRI ANLAYIŞLARI SÜMER TANRILARI ANTİK MISIR TANRILARI HİNDUİZM, BUDİZM VE TAOİZM TANRILARI ANTİK YUNAN TANRILARI MUSEVİLERİN YEHOVA VE ŞEKİNA’SI HIRİSTİYANLARIN KUTSAL ÜÇLÜSÜ MÜSLÜMANLARIN ALLAH’I BİN YIL ÖNCEKİ TANRILAR RÖNESANS TANRILARI YENİ ÇAĞ TANRILARI AVRUPA’DA ATEİZM ÇAĞI AYDINLANMA ÇAĞI TANRILARI 18. YÜZYILDA TANRI’YA BAKIŞ 19. YÜZYIL TANRI ANLAYIŞLARI POZİTİF BİLİMLERİN TANRI’YLA İLİŞKİSİ 20. YÜZYILDAKİ TANRI KAVRAMLARI ÇAĞIMIZDAKİ TANRI YORUMLARI
21- SON DEYİŞ 22- KRONOLOJİK BİR DERLEME 23- KAYNAKÇA
1
ÖN DEYİŞ İnsan beş duyusuyla algılayamadığı fakat ismi ve sıfatı olan her şeyin özyapısını merak eden bir canlı olduğundan, göremediği Tanrı’nın varlığına inandığı günden beri O’nun özelliklerini sürekli sorup soruşturmuş ve Tanrı nedir? Nasıl bir varlıktır? Nerededir? O’nu neden göremeyiz? Kendi kendini nasıl yaratmıştır? Evrenin içinde midir, dışında mı? Enerji midir, ruh mudur, yoksa evrendeki her şeyden yansıyan bir tür ışık mıdır? Nasıl olur da bize hem şah damarımızdan daha yakın ve aynı zamanda her yerde olabilir? vs. gibi sorulara tatminkâr birer yanıt bulmaya çalışmış. Ortaya çıkan hiçbir cevap, hiçbir zaman evrensel bir kabul görmemiş, çoğu kez birer antitezle çürütülmeye çalışılmış. Bunların sayısı o kadar kabarık ki tümünü bir araya getirebilmeye birkaç insan ömrünün yeterli olacağını sanmıyorum. Hatta -biraz abartıyla- dünyadaki 6,5 milyar insandan her birinin zihninde farklı bir Tanrı anlayışı olduğunu bile söylemek mümkündür. Tanrı, ateizm denen inançsızlık inancının ortaya çıkışına kadar tüm insanlar için vazgeçilmez bir ihtiyaç olmuş. Bu ihtiyacı tatmin etmek için felsefeye, bilimsel yollara ve tasavvufa başvuranların çoğu, O’nun varlığını daha kuvvetli hissederken; diğerleri O’nu hissedememiş ve yakın çağlarda ateizm denen bir inkâr mekanizması geliştirmişler. Bu kitap bir dinler tarihi kitabı değil. Kırk bin yıl geriden başlayarak bugüne kadar getirdiğim ve bir anlamda kendi Tanrımı aradığım bu araştırmaya başlarken üç gayem vardı: * Peygamberler kimdi, neler söylediler ve neler yaptılar? soruları yerine; Tanrı nedir veya nasıl bir varlıktır veya bir varlık
2
mıdır, varlıksa nerededir? sorularını soran ve yanıt bulmakta bocalayan insanlara ve özellikle kendime bir ışık tutabilmek, * Tanrı kavramı her insanın zihninde birbirinden çok farklı imajlar yaratıyor, birbirinden çok farklı düşünceleri tetikliyor... Bu süreç insanın ilk çağlarından bu yana nasıl bir evrim geçirmiş? İnsan bilincindeki “tanrının kimlik kayıtlar”ında bugün ne yazıyor? vs. gibi sorulara yanıt bulmak, * Dinlerin, din bilginlerinin, mistiklerin, filozofların, bilim insanlarının ve egemen elitlerin bu kimliğin oluşmasında olumlu ve olumsuz katkıları nelerdir? sorusuna verilen en çarpıcı yanıtları kronolojik bir sıraya koyup bazı çıkarımlar yapmak. Bu amaçlara yaklaştığımı kitaba son noktayı koyduğumda hissettim. Yazılması üç yıl süren bu uzun “Tanrı Öyküsü”nde, bize miras olarak bırakılan Tanrı anlayışlarının bir tarihçesini, bugünkü Tanrı anlayışlarını, Allah’ın sıfatlarının daha başka hangi anlamlara gelebildiğini anlatan bilimsel ve dinsel görüşleri ve bazı radikal yaklaşımları bulacaksınız. Ayrıca; Tanrı, evren, insan, ruh, din, iman, erdem, bilinç, akıl gözü, kalp gözü ve ruh gözü gibi kavramlar üzerine yapılmış derin ve ağdalı yorumları okuyacaksınız. Yazdıklarımın tamamıyla hemfikir olacağını bildiğim sadece bir kişi var dünyada, o da benim. Sürç-ü lisanın iyi niyeti gölgelememesi dileğimle... İzmir - Mayıs 2005
3
GİRİŞ İnsanların hayal ettiği veya düşündüğü Tanrı kavramı ilk çağlardan günümüze kadar sürekli olarak değişmiş, her devirde Tanrı’yı ifade eden yepyeni sıfatlar ve tanımlar ortaya çıkmış. Günümüzde çok kullanılan Tanrı, Rab, God, Gott, Dieu, Dios, Yehova, Buda, Krişna, Nirvana, Brahman, Tao, Şinto gibi isimler bile yavaş yavaş yerlerini başka sözcüklere bırakmaya yüz tutmuştur. Bunlardan bazılarının yerini Kozmos, Kozmik Bilinç, Yüce Us, Yüce Gök, Teklik, Yokluk, Hiçlik, Işık vs. gibi her zihinde apayrı birer anlayış uyandıran isimler almaya başlamıştır. Allah kelimesinin bile artık her Müslümanın zihninde çok farklı birer anlayışı çağrıştırdığı apaçık ortadadır. Üzerinde beton, demir, plâstik, cam, asfalt, eksoz gazı, nükleer atık, sanayi kirliliği, gürültü kirliliği bulunmayan, ormanlarla kaplı, rengarenk bitkiler ve hayvanlarla süslenmiş cennetimsi bir dünyaya gelen ilk insanların düşündüğü, hayal ettiği veya hissettiği Tanrı imajının ne olduğuna değgin pek çok senaryo üretilmesi mümkündür. Zaten şimdiye dek binlerce -belki de milyonlarca- kurgu düşünülmüş, yazılmış veya sözle ifade edilmiştir. Ancak bunlardan hiçbirinin tam olarak ilk çağların gerçeklerini yansıttığı kabul edilemez. Çünkü o devirlerde yazı henüz icat edilmediği için dört kıtaya dağılmış insanlar duygu ve düşüncelerini ve doğaya ait gözlemlerini kaydetme imkânına sahip değillerdi, inançlar sadece sözlü anlatımlarla ve dilden dile aktarılarak yayılıyordu. Yazının başlamasından sonra gelen ilk peygamberlerin kitapları günümüze kadar ulaşmadığı için binlerce yıl öncesinin koşullarını tam olarak bilebilmemiz ve o dönemin kendine özgü gerçeklerini ve inanç sistemlerini tam olarak zihnimizde canlandırmamız olanaksızdır. Fakat çeşitli kalıntılardan, fosillerden, sanat eserlerinden, tarihe ait kitabelerden ve kutsal kitaplardan elde ettiğimiz bulgular ışığında, hayal gücümüzün ve beyinsel diğer yeteneklerimizin de yardımıyla, ilk insanların ve ondan sonra dünyaya yayılan torunlarının iç ve dış dünyaları
4
hakkında çok çeşitli kanaatlere varmış bulunmaktayız. (Bu noktada, kitabın sonundaki Kronolojik Bir Derleme bölümüne göz atılması yerinde olacaktır.) Bu kanaatlerin oluşmasında başlıca 5 faktör rol oynamıştır: a- Kutsal kitapların öğretileri, b- Daha 20’nci yüzyılın başına kadar dünyada sayıları çok az olan okur-yazarların görüşleri, c- Mistik tecrübeler yaşayan insanların etkileri, d- Özellikle Galileo’dan sonra büyük bir gelişme gösteren bilimsel çalışmaların sonuçları, e- Bilgi, servet ve silahlı kuvvet gibi üç büyük gücü ellerinde bulunduran egemen kesimlerin kendi inançları ve çıkarları paralelindeki telkinleri. Daha açık ifadeyle: Sadece Peygamberlerin vahiyleri değil, filozofların, mistiklerin, düşünürlerin, yazarların, şairlerin, ressamların, din adamlarının, bilim adamlarının ve iktidarların kanaatleri ile birlikte bu insanların gözlemleri, duyguları, sezgileri, bulguları ve dayatmaları bugünkü Tanrı anlayışlarına damgasını vurmuştur diyebiliriz. Dünya üzerindeki toprakları zorla veya gönülle paylaşan toplulukların sınırlar çizerek kurdukları devletlerdeki bu sınıflar, inançla ilgili bazı konularda tamamen hemfikir olabilirken, bazı konularda da birbirlerine karşı apayrı düşünceler üretmişler. Ülkelerarası ilişkilerde bu sınıfların güvenlikleri, ekonomik çıkarları, düşünce ve inançları örtüştüğü zaman ülkelerde ve nadiren tüm dünyada huzur galip gelmiş, ters düştüğünde ise, sonuç; düşmanlık, isyan, katliam veya savaş olmuş. Savaşlar ya dinsel ya ekonomik ya ideolojik ya da jeo-politik nedenler öne sürülerek çıkarılmış. Ülkelerde bilgiyi, serveti ve silah gücünü kontrolleri altında bulunduran egemen elitler bazen ellerindeki gücü yitirmemek için savaşmak zorunda kalmışlar, bazen de güçlerine güç katmak için kendileri saldırarak savaş çıkarmışlar. Daha birkaç yüzyıl öncesine kadar ise, çeşitli insan gruplarının (kavimlerin) bazen çoktanrılı inançları yüzünden, bazen de aynı tek Tanrı’ya inanmalarına rağmen farklı inanç pren-
5
siplerinin uyuşmazlığı nedeniyle savaştıklarını görüyoruz. Bu savaşların bazıları gaflete düşmüş veya güç delisi olmuş elitler tarafından çıkarılmış. Fakat çatışmaların çoğu kendi inançlarının veya Tanrı anlayışlarının yüzde yüz doğru olduğunu samimiyetle varsayan yöneticiler tarafından başlatılmış. Bunların önde gelen amacı ‘doğru’ kabul ettikleri dinsel inançlarını yaymak olmuş. * Tek Tanrı’ya inanan (Monoteist) Yahudilik, Hıristiyanlık ve Müslümanlık -üç büyük semavî din olarak- bugün 6,4 milyar olduğu varsayılan insan nüfusunun yarıdan fazlası tarafından kabul edilmiştir. Bu dinler, tarihsel süreçte kendi mensupları tarafından birbirinden farklı şekillerde yorumlanmış ve bu yüzden çok sayıda ana mezhep, alt mezhep ve tarikat ortaya çıkmış. Onca farklılığın ortaya çıkmasındaki tek sebep elbette farklı görüşlerin varlığı değildi. Kutsal kitapların yazıldığı İbranice, Eski Yunanca, Süryanice, Lâtince ve Arapça dillerinin yüzyıllar boyu evrimleşerek değişimi, kültürlerin kendi iç dinamiklerinin farklılaşması, dünya kültürleri arasındaki iletişim kopukluğu, toplum psikolojisi, radikalizm ve egoizm gibi nedenler diğer etken faktörlerden bazılarıdır. Ve çok önemli bir sebep daha vardı -ki bu kitabın yazılma nedenlerinden biridir: Tanrı’nın Kozmik Plânı içinde insan denen varlığın öneminin ve görevinin tam anlamıyla anlaşılmamış olması... Oysa, İlâhî Hükümler’in yanlış anlaşılmaması ve daha doğru yorumlanması için, İlâhî Zekâ’nın, İlâhî İlim’in, İlâhî Güç’ün ve İlâhî Plân’ın, aklın ve hayal gücünün elverdiği limitler zorlanarak, herhangi bir çekince duyulmadan ve inilebildiği kadar derinlere inilerek irdelenmesi, analiz-sentez edilmesi, hissedilmesi ve kısacası sağlıklı bir tanışıklığa yükseltilmesi gerekirdi. * Tanrı’nın sıfatlarını ezbere sayıp geçmek, O’nun özelliklerini anlamak ve tanımak için yeterli değildir. İradelerini baş-
6
kalarına teslim ettikten sonra hiç soru sormadan ve ‘derinlere’ inmeyi günah sayarak Tanrı’ya inananların, taklidî bir imanla ömürlerini tükettiklerine hem tarih ve hem de bizler şahit olmuşuzdur. İnsanın ‘İlâhî Senaryo’ içindeki rolünü iyi anlaması ve oynaması için sahip olduğu zihinsel ve ruhsal yetenekleri geliştirmesi ve tam kapasiteyle kullanması gerekir. Tarih boyunca dünyadaki her toplumda üstün zihinsel ve ruhsal yeteneklerle donanmış, hayal gücü yüksek ve sezgileri güçlü insanlar çıkmış. Bu yeteneklerini daha da geliştirip kullananlar yüksek ilim ve şöhret sahibi olmuşlar. Sahip oldukları bilgi, tecrübe ve sezilerini diğerleri ile paylaşmak, mevcut anlayışı daha da geliştirmek ve daha doğru bir yol bulmak isteğiyle bu âlimler -kendi çağlarındaki koşulların el verdiği ölçüde- diğer insanları da aydınlatmaya çaba göstermişler ve aynı zamanda onlardan feyiz almayı bilmişler. Fakat görüşleri karşı tezlerin engellerine takılınca kıyasıya bir fikir mücadelesine girişmişler. (Birçok değerli eserin ortaya çıkış nedenlerinden biri de budur.) Kutsal Kitapların yorumlanmasında ve Tanrı kavramının o çağların anlayış düzeyine uygun bir üslûpla izah edilmesinde bu insanların emeği ve katkısı oldukça fazladır. Bunların bir kısmı yukarıda belirtilen egemen seçkinlerin arasından çıkmış. Bazıları ise aşırı hırs ve kin duygularına kapılarak art niyetli ve yıkıcı çalışmalar yapmıştır. Onları da niyetlerine göre ayırıp değerlendirmek gerekir. Tanrı’yı anlamaya çalışırken, günümüzde yaşayan örnekleri de olan bu insanların yazdıkları eserlerden, buldukları somut kanıtlardan, ürettikleri düşünce ve felsefelerden, yaşadıkları tecrübelerden, ulaştıkları farkındalık düzeyinden yararlanmadan ve işledikleri hatalardan ders almaksızın sağlıklı bir sonuca ulaşmamız mümkün olamayabilir. O bakımdan, yeterli bilgi ve ipucu sağlayan bu ışıklı araştırmanın ortaya çıkardığı sonuçları hakkettiği biçimde değerlendirmek, inanç çatışmalarına son vermiş bir dünyanın inşasına büyük ölçüde katkıda bulunabilir.
7
İLK İNSANLARIN TANRI ANLAYIŞLARI Dünya son buzul çağına girmeden evvel İzmir’den yola çıkan bir maymun yere hiç inmeden daldan dala atlayarak Van’a kadar gidebilirmiş. Hatta, bir maymun -ömrü yetseymişPortekiz’den Vietnam’a kadar ağaç tepelerinde yolculuk yapabilirmiş... Bu ifadeler abartılı olabilir. Fakat bilinen gerçek şu ki, bu gezegen, üzerinde az sayıda insan yaşadığı devirlerde bugünkünden daha yeşildi, daha temizdi, daha doğaldı ve belki daha mutlu canlılarla doluydu. Karada yaşayan diğer bütün canlılar gibi ilk insanlar -büyük bir olasılıkla- ormanlarda, sığınabildikleri ağaç kavuklarında ve mağaralarda yaşamaktaydılar. Henüz ateş yakmayı keşfedemedikleri için doğada bolca bulunan meyvelerle ve çiğ sebzelerle besleniyorlar ve -mağara resimlerinden öğrendiğimize göre- hayvanları da avlayarak etobur bir diyet uyguluyorlardı. Yorucu bir av seansından sonra, akşam yemeğinde mideye afiyetle indirdikleri etleri ve bitkileri hazmetmek için belki de otların ve yaprakların üstüne sırtüstü yatarak gökyüzündeki Ay’ı, yıldızları ve gelip geçen bulutları izliyorlardı. O insanların akıllarından geçenleri bilebilmek ne kadar yararlı ve ilginç olurdu! Kendilerine pek de uzak olmadığını zannettikleri ve ulaşamadıkları esrarengiz gökkubbenin sır dolu manzarasını hayretler içinde izlerken Güneş’i, Ay’ı, atmosfere giren göktaşlarını ve kuyruklu yıldızları acaba nasıl algılamışlardı? Ya da hiç merak etmişler miydi? Bu meraklarının var olduğunu taşlara kazıdıkları veya boyadıkları resimlerinden anlıyoruz. Bir yandan yeryüzündeki yaşama mücadelesini sürdürürken, öte yandan gökyüzünü daha iyi anlamak için zihinsel bir mücadele verdikleri kolaylıkla anlaşılıyor. Birbirlerine sordukları sorular ve geliştirdikleri açıklamalar nesilden nesile aktarıldıkça derinleşmiş ve sonunda gökleri ve yeri yaratan bir gücün varlığını düşünmeye ve hissetmeye baş-
8
lamışlar. Belki de yaratılışlarında var olduğu için bu sonuca kaçınılmaz olarak ulaşmışlar. İlk insanların ilk inançları, bilim adamlarının bugün hâlâ tartıştığı bir konu. Son zamanlara kadar bilim dünyasında ilk insanların monoteist (tektanrıcı) değil, politeist (çoktanrıcı) oldukları görüşü baskındı. Bu yaklaşımın bilim dünyasında değişmeye başlaması, dindar bir sosyolog olan Wilhelm Schmidt’in 1912 yılında Tanrı Anlayışının Orijini adlı kitabını yayımlamasından sonra hız kazanmış. Ayrıca, dinleri araştıran birçok güvenilir tarihçi ve din sosyoloğu da Tanrı inancının insanoğlunun ortaya çıkışıyla aynı zamanda doğduğunu kabul etmişler. Konuya değişik açıklamalar getirmeye çalışan etnolojik, antropolojik ve sosyolojik çalışmalar sonucunda ise farklı düşünceler üretilmiş. Kimine göre; ilk insanların ilk inancı en etkin göksel varlık olan Güneş’e tapmakla başlamış; kimileri önce her şeye can veren toprağa tanrı denildiğini bir tez olarak ortaya koyarken, kimileri de Ay, rüzgâr, bitki, hayvan, dağ vs. gibi görüşler ileri sürmüşler. İlk insanlar yeri ve göğü yaratan, kendi günlük yaşamlarını yukarıdan idare eden ve yanlış iş yapanları ânında cezalandıran bir varlığı kabullenmiş ve bunun adını ‘Gök Tanrısı’ koymuşlar. (Bu inancın Afrika ve Avustralya’daki bazı kabilelerde hâlâ yaşamakta olduğunu görüyoruz.) Nesiller gelip geçtikçe gök tanrısı iyice yüceltilmiş, gökyüzünün de ‘ötesine’ gönderilmiş, mağaralardaki efiglerden silinmiş ve hatta kelimelerle anlatılamazlığı kabul edilmiş. Gitgide yükselen, günlük yaşamdan uzaklaşan ve üzerinde fazla düşünülmesi bile günah sayılan gök tanrısı yüzünden insanlar zamanla bir inanç boşluğu içine düşmüşler. Bu boşluk içinde yaşamayı anlamsız bulan sonraki kuşaklar, ulaşılamayan gök tanrısı yerine daha somut ve kendilerine daha yakın bazı yer tanrıları inancını oluşturmaya başlamışlar. Böylece çoktanrıcılık doğmuş. Yüzlerce bitki ve hayvan türünü,
9
rüzgârı, şimşeği ve gökteki güneş, ay ve yıldızları ayrı ayrı güçleri olan birer tanrı olarak kabul edilmişler. * Semavî dinlere göre de başlangıçta sadece tektanrı inancı vardı; çünkü Tanrı’nın varlığına bizzat şahit olmuş olan Hz. Âdem, O’nun tekliğini ve emirlerini çocuklarına öğretmişti. Fakat, zamanla bu öğretileri unutan ve kendi yaptığı şeyleri ilah olarak görmeye başlayan ademoğulları şirke dalmaya başlamıştı (Tanrı’ya ortak koşmuştu). Tanrı -tarihsel süreç içinde- onlara belirli aralıklarla elçiler göndererek kendisinin Tek/Ahad olduğunu hatırlatmış, dünya hayatlarını en iyi nasıl tanzim edeceklerini göstermiş ve bunlara uyanların mükâfatlarını, uymayanların cezalarını tebliğ ettirmiş. İnsan orijini ve ilk inanç sistemi noktasında özellikle İslâm bilginleri arasında sürekli tek görüş hâkim olmuş ve insanların -Hz. Âdem’in torunları olarak- Allah inancıyla ortaya çıktıkları kabul edilmiş. Tektanrılı inanç sisteminden çoktanrılı inançlara geçildikten sonra tanrıların sayıları gittikçe çoğalmış ve doğadaki güçlü ve anlaşılmaz her şeye birer tanrı etiketi takılmaya başlanmış. Bunların kaynağı tükenince, bu kez de idareciler ve krallar birer kutsal varlık olarak görülmüşler. Onların da ölümlü/fâni oldukları iyice anlaşıldıktan sonra tanrıların sayıları giderek düşmeye başlamış. Tarihin bu dönemini iyi anlamak için Sümerlilerin inancına ve kültürüne bakmak gerekmektedir.
10
SÜMER TANRILARI Güney Mezopotamya’da güçlü bir uygarlık geliştirmiş olan Sümerliler çoktanrılı bir dinî inanca sahiplerdi. Yeryüzünde ve gökyüzünde görülen, bilinen her varlığın bir tanrısı vardı. Tanrıların çoğu insan görünümünde; fakat insanüstü güçleri olan ölümsüz varlıklardı. İnsanlar gibi onların da eşleri ve çocukları vardı. Bu aileler bir baştanrı altında toplanmışlardı. Tanrılar sever, kıskanır, kavga eder, üzülür, sevinir, kötülük yapar ve hastalanabilirlerdi. Bunlardan hava, su, yer ve gök tanrıları yaratıcı; diğerleri yönetici veya koruyucu idiler. Her şehrin bir koruyucu tanrısı vardı. Onun gücü, şehrinin iyi veya fena olmasına göre değişirdi. Bu, şehir tanrıları evrenin yönetimini aralarında bölüşmüşlerdi. Sümerlilerde 1.500 kadar tanrı ismine rastlanmaktadır. Örneğin, Güneş tanrısı Utu: Her şeyi gören, insanlara yardım eden, adaleti sağlayan ve en iyi ciğer falı bakan tanrıydı. Bilgelik ve su tanrısı Enki: İnsanların ve sihirbazların koruyucusuydu. Venüs yıldızını simgeleyen tanrıça İnanna: Âşıkların ve savaşçıların koruyucusuydu. (Aşk tanrıçası İnanna: Akadlar’da İştar, İsrail’de Astarta, Antik Yunanistan’da Afrodit, Roma’da Venüs adlarıyla varlığını sürdürmüştür.) Tanrıların babası olan hava tanrısı Enlil yaratıcı idi ve ‘ol’ deyince istediği şey oluverirdi. Enlil’in annesi; su ve deniz tanrıçası Nammu idi. Nammu evreni kaplayan uçsuz bucaksız bir sudan büyük bir dağ çıkarmıştı. Oğlu Enlil bu dağı ikiye ayırmış ve bunun üstü gök, altı yer olmuştu. Sonra, Enlil ve Enki yeryüzünü bitkilerle, hayvanlarla ve diğer tanrılarla donatmışlardı. İnsanı yaratan Enki idi. Enki yumuşak kilden bir şekil yapmış ve annesi Nammu’ya şöyle seslenmişti: Ey annem! Adını vereceğin yaratık oldu, Onun üzerine tanrıların görüntüsünü koy, Dipsiz suyun çamurunu karıştır,
11
Kol ve bacakları meydana getir. Ey annem! Yeni doğan şeyin kaderini söyle! İşte o bir insan! Sümer’de tanrıların aileleri ve evleri vardı. Ayrıca, Dilmun adında saf, temiz ve parlak tanrıların yaşadığı bir de ülke mevcuttu. Burada hastalık ve ölüm yoktu. Başlangıçta su da yoktu. Güneş tanrısı orayı tatlı su ile doldurdu. Böylece Dilmun, meyve bahçeleri, çayırları ve tarlaları ile tanrıların bahçesi oldu. Bu bahçede yer tanrıçası 8 bitki yetiştirdi. Enki bunların meyvelerinden tattı ve ağır hastalandı. Tanrıça, Enki’nin 8 bitki yüzünden hastalanan 8 organı için birer tanrı yarattı. Hasta olan organlarından biri kaburgasıydı. Kaburgayı iyileştiren tanrının adı Ninti idi. Bu kelimede ‘Nin’ hanım, ‘ti’ ise kaburga anlamına gelmektedir. ‘Ti’nin bir anlamı da hayattır. İkinci anlamıyla Ninti; hayatın hanımı mânâsına geliyordu. (Bu hikâyenin benzeri Tevrat’ta da vardır.) Sümerlilerde ölüler, Kur adında karanlık ve dönüşü olmayan bir yeraltı dünyasına gidiyorlardı ve tekrar dirilmiyorlardı. Ancak zaman zaman onların gölgeleri yeryüzüne çıkabiliyor ve insanlara rahatsızlık verebiliyordu. Bunu önlemek için ölülerin arkasından fazla ağlamamak ve hediyeler dağıtmak gerekiyordu. Sümerli inancına göre; rüyalar tanrı bildirisi idi ve büyük yapıların, mabetlerin ve sarayların nasıl yapılacağı onlara rüyada öğretiliyordu. Yapılan bu mabetlere rahibeler tanrının gelini olarak çeyizleriyle girerlerdi. (Benzer davranışların bugün hâlâ sürdürüldüğünü görüyoruz.) Sümerlilerde 7 sayısı çok önemliydi. Kilden yapılmış tabletlerde, 7 gün geçti, 7 dağ aşıldı, 7 ışık, 7 ağaç, 7 kapı gibi ifadelere çok rastlanır. Sümer mekteplerinde 6 gün çalışma, 7. gün istirahat etme vardı. (Musevîlikteki tatil günü Şabat ile örtüşen bir inanç!)
12
Sümerlilerin yazdıkları kitabelerde, kendilerinin tanrılar tarafından ‘seçilmiş üstün bir halk’ olduklarına inandıkları kayıtlı. (Bu inancın Musevî geleneklere de geçmiş olduğu görülmektedir.) Yüzyıllar geçtikçe, Sümerlilerin tanrı sayısı gittikçe azalmış, üçe kadar inmişti. Sümerlilerin yazılı belgeleri, onların üstün bir hayal gücüne, sosyal düzene, dinsel inançlara ve evrende olup bitenlere karşı büyük bir hassasiyete sahip olduklarını kanıtlamaktadır.
ANTİK MISIR TANRILARI Tarihte bir başka güçlü uygarlık kurmuş olan Antik Mısırlılar, mimarlık, heykeltıraşlık, resim, yazı dili ve felsefede çağlarının çok ilerisindeydiler. Geliştirdikleri dinî inanç çoktanrılı bir anlayışa sahipti. Kralları/kraliçeleri hem çok zengin, hem de çok nüfuzluydu; çünkü kendilerini baştanrının yeryüzündeki temsilcisi ve hatta oğlu/kızı olarak kabul ettirmişlerdi. Zaten, ileride Antik Yunanlıların ve Hıristiyan piskoposların kopyalayacağı ezoterik öğretileri oluşturmuş; İsis, Osiris, Horüs üçlemesiyle kendini ifşa eden bir Tanrı anlayışı da benimsemişlerdi. Oturmuş ve kurumsallaşmış bir dini yürüten ruhban sınıfı da çok güçlü ve etkindi. Fakat buna rağmen, tektanrılı bir din inancına -kısa süreli de olsa- geçişi engelleyemediler. Günümüzden 3.300 sene önce yaşadığı anlaşılan Firavun 4. Amonofis veya diğer ismiyle Akenaton (tanrının oğlu), sadece güneş tanrısı Aton’un varlığına inandı ve bu inancı halk arasında da yaymaya başladı. Aton’un bütün güçlerinin kendisinde var olduğunu ve kendisine karşı çıkmanın tanrıya karşı çıkmak anlamına geleceğini iddia etti. Kendisini güneş tanrısıyla özdeşleştiren resimler ve heykeller yaptırıp, inancını sistemleştirme ve gelecek nesillere aktarma siyasetini izledi. Ne var ki: Yüzyıllardır kurumsallaşmış, kültürün ve günlük yaşamın bir parçası olmuş çoktanrılı sisteme inanmış olan Mı-
13
sırlılara, kralın tek tanrılı inancı çok ters gelmeye başladı. Sonuçta, Ekenaton -büyük bir olasılıkla- öldürüldü. Yaydığı yeni dinin izleri, ortada bir kanıt kalmasın diye ya yakılıp yıkıldı veya çok gizli yerlere saklandı. Yok edilemeyen ve Akenaton zamanında yazıldığı sanılan bir şiirde, Aton şöyle övülür: Bizlere görünmeyen mucizelerin var. Eşin benzerin yoktur, yüce Tanrı! Tek Tanrı! Yapayalnızken yarattın dünyayı, bildiğin gibi. Cenneti getirip armağan ettin bize, Yarattıkların herkes görsün diye... Yaşayan güneşsin, tek başına yarattın, Yükseldin, aydınlattın köyü kenti, Yolları, tarlaları, ırmakları ışığa boğdun... Ayaz bizim yaz bizim, Eşin benzerin yoktur yüce Tanrı! Tek Tanrı! {Antik Mısırlılar’ın çoktanrılı anlayışlarının gelişimi ve kendine özgü felsefesi birkaç kitaba ancak sığabileceği için okuyucuların başka kaynaklardan yararlanmaları önerilir. Zaten yapılan yeni kazılar, bulunan yeni tapınak ve mezarlar sayesinde, Mısırlılar’ın inanç sistematiğine ait geniş bilgiler, bulunan yeni kanıtlar paralelinde hâlâ yenilenmekte ve sürekli revize edilmektedir. Ayrıca Antik Roma tanrıları için de başka kaynaklara başvurulması önerilir. Aton ve Piramit kelimelerinin köken olarak, Asya’dan dünyaya at sırtında yayılan Mu’nun torunları olan Türk boyunun konuştuğu ön-Türkçe olduğunu yazan Prof. Haluk Berkmen, ortaya çıkardığı ilginç gerçekleri şöyle anlatır: ‘O devirde Tek heceli bir dil olan ön-Türkçe, kök sözcüklere bazı takıların eklenmesiyle son-eklemeli, bitişken bir dil halinde gelişmiştir. Batı’ya göç sonucunda, Baltık bölgelerine yerleşen Fin ve Viking boylarının da orta Asya kökenli ön-Türk boylarının torunları olduklarına dair kuvvetli lengüistik kanıtlar
14
vardır. Vikinglerin Thor ve Odin isimli iki önemli tanrıları vardı. Her iki isim de ön-Türk isimlerdir. Thor adı TUR sözünden ve Odin adı da OT-İN (inen ateş) sözünden kaynaklanır. Ayrıca, Tur ile ‘dur’ da birbiriyle ilişkili sözcüklerdir. ‘Tur’ sözünde ‘duran, var olan’ kavramı gizlidir. Fransızca’da ‘tour’ kale, kule demektir ki, ‘varlığı belirgin yüksek yapı’ anlamını taşır. İngilizce ‘tower’ sözü buradan türer. Ön-Türkler her gittikleri yerlerde rastladıkları dağlara ‘yüce varlık’ veya ‘yüksek varlık’ anlamlarında isimler vermişlerdir. İşte Avrupa’daki Alp dağları ve Anadolu’nun güneyindeki Toros dağları bu anlamda adlandırılmışlardır. Yunan dilindeki -os takısı ön-Türkçe -uz kökenli olup Almancaya ‘ist’, Fransızcaya ‘est’ ve İngilizceye ‘is’ olarak geçmiştir. Şu hâlde Tur-uz zamanla Toros olmuş ve Alp adı da aynı anlamını hâlâ Alp Erenler şeklinde bulunmaktadır. Türklerin Alpagut, Alpamış, Alpaslan, Alp-Er-Tunga isimli yönetici liderleri olduğu bilinmektedir. Toro (boğa) sözü de Tauros’dan gelir ki bu da Tur-uz (biz yönetici ve güçlü Tur halkıyız) sözünden türemiştir. Ön-Türklerin Turan adlı bir tanrıçaları vardı. Bu isim Turana sözcüklerinin birleşiminden oluşmuştur. Aslen tanrıça adı olan Tur, savaşçı Vikinglerde tanrı Thor şeklinde cinsiyet değiştirmiştir. Tur ile Han sözlerinin bitişmesinden Turhan ve Tarhan yönetici unvanları türemiştir. Nitekim Etrüsklerin yaşadığı İtalya’da Tarkinia (Tarkan ülkesi) hâlâ vardır. At kök sözü çok eski bir ön-Türk sözcüktür. İlk gelen önTürkler at ile bütünleşmiş, onlarla hem bu dünyada hem de öte dünyada seyahat eden kişilerdi. Bu bakımdan ecdat anlamına gelen ‘ata’ sözü, ‘at’ sözü ile bu derece yakındır. Latince ‘atavus’ (erkek ata) ve ‘atavia’ (dişi ata) aynı kök sözcükten türer. Fransızca atı arabaya bağlamak işlemine ‘ateler’ ve at koşumlarının yapıldığı yere ‘atelier’ denir. Bizdeki ‘atölye’ (çalışma yeri) sözünün at kök sözcüğü ile ilgili olduğunu bilen pek yoktur sanırım.
15
Yunan mitolojisinde Atlas, dünyayı sırtında taşıyan kişi idi. Nitekim eski bir yönetici unvanı olan ‘Ataman’ da sorumlu kişi demektir. At üstünde savaş yapan bu ön-Türklerden gelen bir diğer sözcük de ‘Atlos’ (savaş) ve bu savaşı yapan genç erkek ‘Atlet’ hâlen günümüzde ‘sporcu insan’ anlamında olup ‘atletizm’ de çeşitli spor dallarının tümüne verilen isimdir. Eski Mısır tanrılarından biri de ‘Aton’ idi. Bu isim AT-ON şeklinde iki kök sözcükten oluşmuştur. Aslı Ata-On (var olan ata) iken, zamanla iki ünlüden ‘a’ düşüp Aton olmuştur. On aslında ‘kozmos, evren, tüm var olan’ anlamlarını taşır. Eski Yunanca Ontos (var olan) ve Ontoloji (tüm var olanların bilimi) ON kök sözünden kaynaklanır. Tüm varlığın nedeni olan güneş ile ON sözü ilişkilidir. Güneş hem aydınlatan ve ısıtan gök varlığı olarak hayatın kaynağı olarak görülmüştür. Mu kültüründen türeyen bu görüş güneşi kutsal sayan tüm kültürlere yansımıştır. Güneş tanrının adı eski Mısırda Aton ve güneş tanrıçasının adı da Amon idi. Aton = Ata-On iken, Amon = Ama-On (güneş ana) sözcüklerinden gelmedir. Ön-Türklerin gittiği her yerde yaratan dişi varlık ‘ama’ veya ‘ana’ olarak tanımlanmıştır. Batı dillerindeki ‘mama’ sözü de aynı kökten türer. Bugün bile kullandığımız dua sözcüğü ‘amin’ veya İbranice ‘amen’ aslında ama-on sözünden türer. Sonraları eski Mısır dininde Ra (güneş tanrı) ile birleşen Amon, Amon-Ra olarak varlığını sürdürmüştür. Ra sözü Sümer kaynaklı olup ‘Dingir’ (tanrı) sözünün yazılışındaki en sondaki ünsüz R damgasının bir daire şeklinde ifade edilişinden gelir. Yani, R=RA=O şeklinde ifade edilmekte idi. Bu daire ile ‘O’ sesinin ve güneşin yuvarlak görüntüsünün ilişkili olduğu apaçık ortadadır. Ra erkek güneş tanrı iken Amon dişi güneş tanrı olduğundan ‘Amon-Ra’ cinsiyetsiz hem erkek hem dişi veya ne erkek ne dişi güneş tanrıyı ifade eder. Türklerin ‘Gök Tengri’ kavramı da aynı görüşü içerir. Zaten Türkçe ‘Tengri’ sözü ile Sümerce ‘Dingir’ sözü sadece T’den D’ye bir dönüşüm içermekte olup aynı kavramı ifade eder.
16
Tüm bu bilgileri bilen ve aktaran eski Mısır bilgeleri gizli (hermetik) öğretiyi sadece uyarlanmış (inisiye) kişilere aktarmakta idiler. Hermes adı ile Amon-Ra aynı yaklaşımı içerirler. Nasıl ki Amon-Ra cinsiyetsiz veya çift cinsiyetli ise, aynı şekilde Hermes=Heros (er, erkek) ile Afrodit’in (dişi) birleşiminden oluşmuştur. Burada evlilikten doğan bir çocuk değil, iki kavramın birleşiminden söz ediyorum. Aynen uzak doğu felsefesindeki birleşik Yin-Yang gibi. İslâm dinideki “Allah doğmamıştır ve ne erkektir ne de kadın” sözü bu türden kavramsal bir birliktelik ifade eder. Bunun gibi bilgiler Hermes öğretisinde ‘gizli bilgi, yasak bilgi’ olarak aktarılmıştır. Hermes adının yazılışında HRM sessiz harfleri bulunmakta ve şu sözlere kaynaklık etmektedir. HaRaM=dinin yasak ettiği şey ve aynı zamanda ‘yasak yer’. HiRaM=Mısır piramidi (yasak bilgilerin verildiği yer) ve aynı zamanda ‘girilmesi yasak olan yer’. EHRaM=Hiram’ın çoğulu (piramitler). HaReM=erkeklere yasak olan yer (sarayda kadınlara ayrılmış bölüm). HüRMet=Yasak bölüme girerken alınan saygılı tavır. HüRMüz=Hermes ise Zerdüşt dininde (ateşe ve güneşe tapanlarda) tanrının adı. Demek ki eskiden ehram (piramitler) aynı zamanda gizli bilgilerin verildiği yerdi ve halka yasaklanmışlardı. Bu bakımdan firavunların da mezarı olarak kullanılmışlardır.”
17
HİNDUİZM, BUDİZM VE TAOİZM HİNDU TANRILARI M.Ö. 17’nci yüzyılda, bugünkü İran’da yaşayan Aryalar Hindistan’ın doğusunu ele geçirirler ve kendi inançlarını Hintlilere öğretirler. Bundan sonra, M.Ö. 1500 yılı ile 500 yılı arasında Hinduizm’in temelini oluşturan Veda isimli destanlar, masallar, şiirler, vaazlar ve mektuplar ortaya çıkar. Milattan önce 800 yılı ile 200 yılı arasındaki 600 yıla ‘Ulusların Eksen Çağı’ (Axial Age) denir. Bu çağda, dünyanın medenî toplumları gelişen ekonomik ve sosyal yapılarına uygun olan ideolojiler ve felsefeler geliştirmişler ve birçok Tanrı anlayışının omurgasını o çağda oluşturmuşlar. Bunların ilki Rig Veda’dır ve birtakım ilâhilerden, tören ve şölenlerden bahseder. Sonuncusu ise, Upanişad’dır ve Hindu Tanrı anlayışını, mistik öğretilerini ve ibadet şekillerini kapsar. Hinduizm sadece Vedalar’la gelişmez. Hint Kültürü’nün yarattığı masal ve destanların bu dine büyük katkısı olur. Bunların da en popüler olanı Mahabharata’dır. Bu epik öyküde, tanrı Krişna ile cengaver Aryuna’nın diyaloğu güzel bir dille, şiirsel ifadelerle ve bir savaş senaryosu içinde anlatılır. Hinduizm’in tanrısı Brahman’dır. Brahman her şeydir, her şey Brahman’dır. O, erişilmez ve anlaşılmazdır. Brahman’ın ruha bürünmüş hâli Atman’dır. Her şey Atman’a/Kutsal Ruh’a sahiptir. Evren sürekli değişir ve bu değişikliği Atman’ın gücü olan Karma (hareket enerjisi) gerçekleştirir. Dinamik evrendeki tüm doğum-ölüm, bereket-kıtlık, güzellik-çirkinlik ve hayır-şer olayları Şiva’nın işidir. Şiva, Tanrı’nın girmek istediği her kılığa girer. En çok hoşa giden kılığı ise Nataraja’dır (Dansçılar Kralı). O, evrendeki dinamik dansı en iyi yapandır. Vişnu ise daha sevimli bir karakterdir. Kendini bazen Krişna olarak gösterir. Her şey varlığını onun vücudunda ifşa eder. Ebed ve ezeldir. Boşluklar onunla doludur. Aynı zamanda insanın yorulmaz ruhudur. Her şey ona doğru akar.
18
BUDİZM M.Ö. 6’ncı yüzyılda, Hindistan’da, Siddhartha Gautama (Buddha=Buda, 565-485) isimli bir filozof (kendisini peygamber olarak kabullenenler de vardır) birdenbire aydınlandığını ve yeni bir din sahibi olduğunu ilân eder. Sanskritçe’de uyandırılmış/aydınlanmış anlamına gelen Buda, vaazlarında bir doktorun koyduğu hastalık teşhisi gibi, dört bulguyu dile getirmeye başlar: ‘Doğanın sürekli bir değişim içinde oluşu bizde acı ve keder yaratmaktadır. Bunca acı ve kederin asıl sebebi, kâinatın değişkenliğini anlamamaktan doğan zorluklar ve engellerdir. Değişim sürekli olduğu için anlık görüntülere (Maya) sımsıkı sarılmamız (Trişna) durağan bir hâlde kalmamıza neden olur. Ve dünyayı o hâliyle yanlış tanımaya başlarız. Bu, cehalettir (Avidya). Cehalet yüzünden, akıcı olan gerçekleri statik olarak algılar ve parçalara ayırarak kategorize ederiz. Böylece fâsit bir daire içine hapsolur ve kendi izafî gerçeklerimizle kavram doğurur, kavram öldürürüz (Samsara). Bu bir sebep-sonuç zinciri hâlinde kaderimiz olarak (Karma) sürer gider. Acıların nedeni budur. Acı ve kederden, Samsaradan ve Karmadan kurtularak sonsuz bir özgürlüğe kavuşmak (Nirvana) mümkündür. Böylece aklın ötesinde bir ruhsal bilince erişilebilir ve Budalık makamına yükselinebilir. Nirvana’ya kavuşmanın 8 yolu vardır; doğruyu görmek, doğruyu bilmek, doğru söz söylemek, doğru iş yapmak, doğru çalışmak, doğru yaşamak, doğru meditasyon (ibadet) ve doğru mistik tecrübe. Yaşam: İnsanları sürekli bir değişime ve evrime tâbi tutan ve kesintisiz süregelen zihinsel ve fiziksel gelişmelerin kaynağıdır. Ben, dünkü ben değilim. Ben buyum ya da şuyum diyemem. Değişmeyen hiçbir beden ve hiçbir ruh yoktur. Organize kâinattaki her şey doğar, büyür, değişir ve çürür.’
19
KONFÜÇYÜS VE TAO Buda’nın öğretileri Hindistan’da yayılırken, Çin’de de Konfüçyüs’ün (551-479) erdemi ve fikirleri taraftar topluyordu. Konfüçyüs (Kung Fu-tze) felsefesini sevgi, adalet, bilgi ve ahlâk kuralları üzerine kurmuş ve hümanizmin temellerini atmıştı. ‘Kendine yapılmasını istemediğin şeyi, başkalarına yapma’ özdeyişi ile ünlüdür. Konfüçyüs pratik yaşama önem verir ve kâinatı kimin yarattığı konusu ile fazla ilgilenmez. Önemli olan suç işlememek ve iyi bir dünya düzeni kurmaktır. Aile yapısının ahlâkî kuralları kesinkes belirlenmeden ve uygulanmadan ülkede kargaşa ve ahlâksızlığın bitmeyeceğini öğretir. ‘Aileler mükemmel olunca Halkın sesi Hakk’ın sesi olacaktır’ der. O zaman, ahlâklı ailelerden çıkan hükümdarlar da adil ve dürüst olur. Bunlar çok bilgili ve ahlâklı olursa, iyi ailelerden oluşmuş ülkeler kanunsuz da yönetilebilir. Budizm Çin’e girinceye kadar, Konfüçyünizm rasyonel bir din hâline çoktan getirilmişti. Fakat bir başka mezhep olarak da Taoizm gelişiyordu. Lao-tze’nin (M.Ö. 6. yy.) annesi, rivayetlere göre onu evlenmeden (babasız) doğurmuştu. Doğuştan bilgili olduğu iddia edilen Lao-tze, aklı ve insanı ön plâna çıkaran Konfüçyüs’ün yolundan ayrılarak ruhsal tecrübeler, iç güdüler, duygular ve maddeötesi ile iç içe bir felsefe geliştirdi. Bunu yaparken doğanın özünü ve yolunu (Tao) rehber seçmiş ve bu yol maddeötesinin kılavuzu olmuştu. Tao; anlaşılması olanaksız Tanrı’nın evreni yaratırken izlediği dinamik yoldu. Bu yol; Yin (dişi / gölge / sessiz / hareketsiz) ve Yang (erkek / aydınlık / sesli / hareketli) isminde iki ayrı kutbun karşılıklı etkileşimi sayesinde oluşuyordu. Bir uçtaki her ekstrem şey, karşı uçtaki zıddını oluşturmaktaydı. Şöyle ki:
20
Çok almak için çok vermek gerekir, Yücelmek için önce alçakgönüllü olmak gerekir. Dinlenebilmek için çok yorulmak gerekir. Dolmak için iyice boşalmak gerekir. İnsan tabiatındaki dişi özellikleri kullanmak daha dengeli bir yaşam sağlayabilir. Hastalıkların nedeni, bu özelliğin ortaya çıkışına ve işleyişine engel olan şeylerdir. Akupunktur (ince diken/iğne tedavisi) ile vücuttaki bu güçler uyandırılabilir ve hastalıklar def edilebilir. Görüldüğü gibi, Uzakdoğu dinlerinin tümünde ortak pek çok özellik vardı. Hepsi, kâinatın sürekli değiştiğini ve içindeki her şeyin birbiri ile ilişki içinde olduğunu öğretiyordu. Evren’deki tüm şekiller ve cisimler aynı Bütün’den gelen parçalardı. [2.500 yıl sonra, bilim de aynı noktaya gelmiştir. Dünyanın bir yüzünde kanat çırpan bir kelebek, diğer yüzünde bir fırtınaya neden olabilir (Butterfly Effect) denmektedir.]
ANTİK YUNAN TANRILARI
21
Milattan önce 6 ve 5’inci yüzyıllarda, Antik Yunan Medenîyeti (Helen/Grek) oldukça güç kazanmaya başlamış ve çoktanrılı bir inanca sahip olan Grekler, Batı Uygarlığı’nın temelini atacak olan filozoflar yetiştirmeye başlamışlar. Bu filozoflar, o devirde baskın olan tüm Tanrı anlayışlarını çekinmeden sorgulamışlar ve töresel inançlardan çok farklı felsefeler oluşturmuşlar. Geleneksel inanç; Hz. İsa’nın doğumundan 300 sene sonra İznik’te toplanacak olan piskoposlar heyetinin deklere edeceği Teslis’e ilham veren bir üçleme tanrı inancı yaratmıştı: Tanrıçalardan Hekate; gökte Luna (ay), yerde Diana ve yeraltındaki ölüler diyarının tanrıçası Hekate olarak ortaya çıkmıştı. Bu inançların, ta Sümerlilerden beri süregelmiş üçleme tanrı anlayışlarının devamı olduğunu kavrayan ve çekinmeden sorgulayan düşünürlerden biri olan ve Antik Yunan felsefesini, matematik ve fen bilimlerini kuran kişinin Miletli Thales (634546?) olduğu kabul edilir. Thales, doğanın ana maddesinin su olduğunu savunmuş ve suyun yakından incelenmesi hâlinde her şeyin kökenine inileceğine inanmış. Hatta bir gece su dolu bir kuyudan yansıyan yıldızların görüntüsünü incelerken kuyuya düştüğü ve tesadüfen oradan geçen birisi tarafından kurtarılmış olduğu kayıtlıdır. Mıknatıslarda ruhî bir güç olduğuna inanan ve dünyayı su dolu bir okyanusun üzerinde yüzen büyük bir disk hâlinde hayal eden Thales’in görüşleri, yeni evren modellerinin çizilmesinde de ilham kaynağı olmuştur. Thales’in hemşehrisi Anaximenes (585-528?) ise, biraz daha gerçekçi bir evren açıklaması getirmiş: ‘Her şey tek bir kaynaktan çıkmıştır. Bu su değil, havadır. Ruh denilen şey de havadır ve her şeyi birbirine bağlayan güçtür. Hava hareketsiz olunca hissedilmez ve görülmez; fakat her şeyin içinde farklı yoğunlukta bulunur. Biraz hareket edince yoğunlaşır, ateşe dönüşür ve gözle görülür. Biraz daha yoğunlaşınca su hâline gelir. Su yoğunlaşınca toprağa dönüşür ve
22
nihayet toprak da çok yoğunlaşınca kayaları ve dağları meydana getirir.’ Xenophanes (570-490) ise, daha inandırıcı bir görüş sergilemiş. Evrenin bu şekli ve sistemi kazanması için bir ‘Yapıcı’sı olması gerektiğini ve bunun her yerde hazır ve nazır olduğunu; fakat yarattıklarının dışında bulunduğunu söylemiş. Parmenides (539-469) şöyle düşünmüş: ‘Dünyadaki değişmeler, duyumlarımızın bizi aldatmasından kaynaklanmaktadır. Değişiklik bir kuruntudur. Aklın kuruntusundan dolayı, aslında değişmeyen evren insanlara bir tür ikilik olarak görünmektedir: Gece-gündüz, sıcak-soğuk gibi... Yokluk diye bir şey yoktur. Gerçek olan varlıktır. Varlık tektir. İkinci ya da üçüncü varlıklar; ancak onun devamı olabilirler.’ Yeni tezler oluştukça, karşıt tezler ve sentezler oluşmuş. Bir düşünürün fikirlerini bir başka düşünür geliştirmiş ve farklı düşünceler üretmiş. ‘Bir ırmağa iki kez girilemez’ sözüyle ünlü Efesli Herakleitos (540-480?), Budist felsefeye yakın görüşler oluşturmuş: ‘Evrensel oluşumlar karşıtların/zıtlıkların çatışması ile oluşur. Her şey zıddı ile vardır. (Bak: Yin ve Yang.) Bir şeyden birçok şey ve her şey oluşmuştur ve bütün bunlar birbirine bağlı şeylerdir. Tüm değişimler ve gelişmeler bu karşıtların birliği ve ayrılığı sayesinde meydana gelmektedir. Varlık ve yokluk aynı şeylerdir. Savaş (Polemus) bir tür tartışmacılıktır ve yeni oluşumların ortaya çıkmasını sağlamaktadır. Evren sürekli bir değişim içindedir. Hiçbir şey olduğu yerde durmaz. Aynı ırmağa iki kez girilmez; çünkü ikincisinde hem ırmağın suyu değişmiştir, hem de giren kişi. Madde, bilinç ve ruh tek bir varlığın farklı yansımalarıdır ve her şey bunlardan oluşmuştur. Bunlar da değişir; fakat bu değişim bir düzene ve mantığa bağımlıdır. Değişmeyen tek şey bu doğa mantığıdır (Logos). Bilinç, ruhun kendi varlığının farkına varması için vardır.
23
Bu sonsuz ve tek olan Varlık, sonsuz bir çokluğun kaynağıdır.’ Daha sonra Protagoras (480-411?) kendisinden önceki filozofların duygu ve düşünceyi birbirinden ayırmalarına ve her şeyi mantığa bağlamalarına katılmamış: ‘Her şeyin ölçüsü insandır. Doğru ve yanlış, her bireyin kendisinin oluşturduğu kavramlardır. Gerçeğin kaynağı insandır. Gerçeği kişi nasıl anlıyorsa, gerçek odur. Tanrılara saygım var; fakat varlıkları ya da yoklukları hakkında bir şey söylemek mümkün değildir.’ * Bu fikri paylaşmayan Sokrat/Socrates (470-399) şöyle düşünmüş: ‘Beni yönlendiren içimden gelen bir sestir. Bana doğru ve yanlışı öğreten bu sestir. Bir şey biliyorsam, o da hiçbir şey bilmediğimdir. Doğada her şey değişmektedir. Öyleyse, bu değişikliği oluşturan yaratıcının bizzat doğanın içinde olması gerekir. Bu değişiklik yaratıkların hayrınadır ve bir olgunlaşma sürecidir.’ * Eflâtun/ Plâton (428-347) hocasıyla tamamen aynı fikirleri paylaşmamış: ‘Doğadaki elle tutulur, gözle görülür her şey sürekli bir değişim ve akış içindedir. Ama değişmeyen bir Şey vardır: O; her şeyi yapan ve değişik şekillere giren bir kalıp gibidir.’ Plâton: ‘Fikirler Âlemi’ adını verdiği ‘Şey’den söz ederken Ruhsal Âlem’i anlatmış. Bilgilerimizi bu âlem sayesinde elde ettiğimizi ve ruhun doğmadan önce mükemmel bilgi kaynağı ile tanıştığını söylemiş. (Yani, insanlar bir şey yaratmıyor, sadece daha önceden yaratılanları keşfediyorlar. Öğrenme işi, ruhun öğrettikleri ile gerçekleşiyor.) Plâton, doğduğumuzda içimizdeki ruhun birdenbire uyandığını ve zihnimizdeki yanlış fikir ve şekillerden rahatsız olduğu için hep geldiği yere kaçmaya çalıştığını varsaymış.
24
‘Ruhun ideali kafadaki aklı irfan/erdem sahibi yapmak, kalpteki isteği cesaretlendirmek ve midedeki nefsi ölçülü kılmaktır’ diyen Plâton; Matematik, Fizik ve Ahlâk konularına önem vermiş ve ülkeyi filozofların yönetmesi gerektiğine inanmış. * Democritus (460-370), evrendeki her şeyin çok küçük parçalardan (atom) yapılmış olması gerektiğini düşünmüş ve bunların parçalanamayacağını varsaymış. Çünkü atomlar da parçalanırsa tüm evrenin dağılıp tuz gibi eriyeceğini söylemiş ve atomların çocukların oynadığı Lego parçacıkları gibi birbirine geçerek maddeyi oluşturduklarını öngörmüş. Democritus ruhsal evrene ve doğal güçlere inanmamış ve tamamen madde üzerine yorumlar yaparak, materyalist bir felsefe oluşturmuş. Ruhun bile çok özel, yuvarlak ve düzgün yüzeyli atomlardan yapıldığını ve kişi öldükten sonra, ruhunu yapan atomların çevreye dağılarak yeni ruhlar doğurduğunu iddia etmiş. Böylece ruhun ölümsüzlüğünü de kabullenmemiş ve beyin ölünce bilinçle beraber ruhun da öldüğünü varsaymış. (Democritus’un kurduğu atom teorisi, 2 bin küsur yıl sonra bilimsel olarak ispat edilmiştir.) * Aristo/Aristoteles (384-322) Plâton’un Atina’daki akademisinde 20 yıla yakın öğrencilik yapmış. Tabiatı yakından inceleyen ilk biyolog olarak bilinir. Bilgi birikimlerini harmanlayarak ve beş duyusunu çok iyi kullanarak yepyeni düşünceler oluşturmuş. Bugün hâlâ kullanılan birçok bilimsel terminolojiyi bulmuş: ‘Evren mükemmele varmak için değişerek akmak zorundadır. Oysa Tanrı zaten mükemmeldir ve değişime ihtiyacı yoktur. Madde ölümlü, Tanrı ölümsüzdür. Öyleyse Tanrı madde değildir; maddeyi ilk hareket ettiren, ‘İlk İtici’dir (Devindirimci / Prime Mover). Ruhtaki bilgi doğuştan gelen bir yansıma değil, yaşadıkça kazanılan bilgi ve imajların yansımasıdır. İçimizde doğuştan gelen fikirler yoktur; fakat doğuştan gelen akıl
25
vardır. Her şeyi bu akıl sayesinde sınıflandırır, organize eder ve isimlendiririz. Her şey iki şeyden oluşmuştur: Madde ve Şekil. Madde potansiyel varlıktır; şekil ise onun görüntüsüdür. Madde başka bir şekle dönüşme güdüsünü taşır. Doğadaki her değişim bu potansiyel güdünün farklı bir kılığa bürünmesi olayıdır. Her olayın bir sebebi ve amacı vardır. (Yani yağmur bitkilerin yeşermesi amacıyla yağar; yağmur yağdığı için bitkiler yeşerir, değil.) Mutlu insan: Zevk, eğlence ve estetik sahibi, erdemli, adil ve düşünen insandır. Bunlardan biri olmayınca tam mutluluk olamaz. Kadınlar yarım insandır. Çocuğun tüm özellikleri babanın özellikleridir. Baba maddeyi verir, kadın şekli doğurur.’ Aristo, düşüncenin nasıl oluştuğu üzerinde de çok kafa yormuş ve bu nedenle mantık biliminin kurucusu sayılmıştır. Milattan önce 5’inci yüzyıl, Antik Yunan felsefesinin en önemli devridir. Bu yüzyılda Gorgias, Antiphon, Hippias, Alkidamas, Lykophron, Kallikles, Prodikos, Kritias ve Simonides gibi bilgici düşünürler yetişmiş ve bunlar bugünkü Batı felsefesinin temelini oluşturan fikirler üretmişler.
MUSEVİLERİN YEHOVA VE ŞEKİNA’SI Elimizde 6 bin sene önce icat edilen yazıdan evvelki çağlara ait yazılı belge bulunmadığı için, tarih öncesi devirler hakkındaki bilgileri kutsal kitaplardan, fosillerden, resimlerden ve insanların yaptıkları eşyalardan çıkarıyoruz. Bu kaynaklara dayanılarak yazılan tarihlerin bazıları birbirleriyle çelişmektedir. Zaten tarih; geçmişteki olayların tam bir hikâyesi değil, tarihçilerin bize anlattıklarıdır. O nedenle, Musevîliğin ortaya çıkışını araştırmaya, çok gerilerden değil, 4 bin yıl öncesinden başlamak daha sağlıklı olacaktır. Bu tarih yaklaşık olarak Hz. İbrahim’in yaşadığı devirdir. Hz. İbrahim’in yaklaşık 3.850 yıl önce (M.Ö. 1850) Ken’an (Filistin/ Canaan) bölgesinde yaşadığını görüyoruz. Tevrat’taki
26
(Ahd-i Atik) bilgilere göre; Hz. İbrahim’in babası Terah (Kuran’da Âzer olarak geçiyor), eşi Sara ile birlikte, çocukları Abram (İbrahim), Harran ve Nahor’u yanlarına alarak Geldaniler’in Ur (Basra’da bir kent) kentinden Ken’an diyarına gitmek üzere Harran’a gelirler. Harran’da uzun bir süre kalırlar. Terah ve Harran burada vefat ederler. (Bu kasabanın Urfa’daki Harran olduğu henüz tam kabul görmüş değildir.) Hz. İbrahim 75 yaşına girince, Rab kendisine şöyle seslenir: ‘Babanın memleketinden çık. Sana göstereceğim yere git. Seni mübarek kılacağım ve büyük bir insan yapacağım.’ Bunun üzerine Hz. İbrahim, yanına kısır eşi Sara’yı ve Harran’ın oğlu Lût’u alarak Şam yolu üzerinden Gazze yakınlarındaki More meşesine gider. Burada Kenanlılar yaşamaktadırlar. Hz. İbrahim buradaki halka peygamberliğini ilân eder ve Tanrı’nın emirlerini anlatır. Kenan’da kıtlık baş gösterince Mısır’a göç ederler. Oradaki yaşamları sırasında bazı enteresan deneyimler geçirirler ve birkaç yıl sonra Kenan’a geri dönerler. Böylece Hz. İbrahim’in dini Ortadoğu’da yayılmaya başlar. (Araplar ve İsrailoğulları Hz. İbrahim sülalesinin torunlarıdırlar.) Tanrı’nın tek olduğu insanlara hatırlatılır, adak olarak kölelerin kurban edilmesi yasaklanır ve belirli ibadet kuralları getirilir. * O zamanlar, Kenan’da bulunan Batı Samileri adıyla bilinen halkın çok sayıda tanrısı vardı: Baştanrı El; bir boğa ile simgelenmişti. El’den sonra ikinci güçlü tanrıya Baal (Ba’l) adı verilmişti. Baal; fırtına, yağmur ve hayat tanrısıydı. Baal’ın üç kızı olduğu kabul ediliyordu: Arsal (yeryüzü ve toprak), Pidai/Billahi (ışık), Talai/Tallahi (nem ve topraktaki canlılık). Bu üç kız, İslâm’dan önceki Arapların inancına Lat, Uzza ve Menat isimleriyle geçmişti. (Urfa’da yerli halk yemin ederken hâlâ “Vallahi, Billahi, Tillahi” der.)
27
Hayat tanrısı Baal’ın karşında ölüm tanrısı Mot vardı. Baal ve Mot 7 yılda bir savaşmaktaydılar. Baal ölünce yerine Mot geçmekte ve bundan sonra 7 yıl kıtlık yaşanacağına inanılmaktaydı. Tanrıların bu ölme-dirilme zamanına Dumuzi (Tammuz) deniyordu. Dumuzi ayrıca çoban tanrısıydı. Samiler’in tanrısı yere çok yakındı. O kadar ki, biraz yükseklere çıkan ve bağırarak dua eden insanların sesini daha iyi duyabilirdi. Bu amaçla Ziggurat denilen yüksek kuleler yapmışlardı. Zigguratları ve kenti daha iyi korumak için şehrin etrafını duvarlarla çevirmiş ve kapısına Bab Eli (Tanrı’nın kapısı) adını koymuşlardı. Tanrı’ya ibadet etmenin günlük yaşamın tüm sorunlarını çözümleyeceğini ve kurban kesmenin O’nu memnun edeceğini kabullenmişlerdi. Tanrı’yı, sürekli insanları gözetleyen ve işlenen günahları ânında cezalandıran bir ‘varlık’ olarak algılıyorlardı. Korunmanın çaresi günah işlememek, dua etmek ve kurban kesmekti. (Kurban anlayışı Ortadoğu’da çok eski bir inançtı. Bu öylesine kuvvetliydi ki: Hz. İbrahim’in oğlunu Allah’a kurban etmesinin önlenmesine kadar, hayvanlar yerine daha memnun edici olsun diye insanların kurban edilmesine kadar varmıştı. Hatta, Mısır Kralları bunu o derece ileri götürmüşlerdi ki doğan ilk erkek çocukların kurban edilmesini bile emretmişlerdi. Bu emrin Hz. Musa’nın geleceğini haber veren bir kâhin yüzünden verildiği şeklinde rivayetler de vardır.) * Kenan baştanrısı El, yüzyıllar geçince El-ohim’e dönüşür. İbraniler’de El-ohim’den türetilen diğer tanrılar da şöyledir: El-Eliyon (en büyük tanrı), El-Olam (ebedi tanrı), El-Şadday (dağların tanrısı). Çocuklara da tanrının isimleri verilir: Jakop-El > Yakup (El korusun), Jisma-El > İsmail (El işitsin), Jishak-El > İshak (El bana gülümsesin)
28
Beyt-El > Betül (El’in evi). Daha sonraları Hz. Musa zamanında tek tanrı inancına geçilir ve artık tanrının değişmeyen adı Yehova (YHWH=Rab) olur. Yehova: Sevecen, özverili, adil ve erişilmesi olanaksız bir Tanrı anlayışını simgeler. Tevrat’tan sonra, İsrailoğulları Tanrı’yı Tek İlah olarak kabullendiler; ama O’nu bugünkü anlayıştan daha farklı bir bağlamda anlar, daha başka hissederler; Tanrı anlayışları metafizik ve mistik/tasavvufi bir karakter taşımaz. * Hz. Musa Tur (Sina) Dağı’ndayken Allah’ın kelâmını işittikten sonra eve döndüğünde, beraberinde getirdiği kilden yapılmış levhalar üzerine İbranice yazılmış 10 Emir (10 Commandments) eldeki kaynaklara göre şöyleydi: 1- Puta tapma, 2- Tanrı Yehova’nın ismini boş yara anma, 3- Altı gün çalış, yedinci gün istirahat (sabbat) et, 4- Babana ve annene saygı göster, 5- Adam öldürme, 6- Zina suçu işleme, 7- Hırsızlık yapma, 8- Yalan söyleme/yalancı şahitlik yapma, 9- Rüşvet alma, 10- Komşuna kötü gözle bakma ve hiçbir şeyine tamah etme. (10’uncu Emirde; haram olan kurbanları kesme, dendiği de kabullenilmektedir.) Günümüzde çeşitli mezheplere ayrılmış olan Yahudilerin bazıları Hz. Musa’ya gönderilen Tevrat’ın kalın bir kitap olarak komple gökten indirildiğine inanırlar. Bazı ilâhiyat sosyologları ise Tevrat’ın daha sonra yazdırıldığı görüşündedirler. M.Ö. 7’nci yüzyıla gelinceye kadar Ortadoğu Merkezli Dünya’da İsrailoğulları farklı iki Tevrat oluşturmuştu. Bu iki Tevrat: ‘J’ ve ‘E’ diye adlandırılan iki din âliminin yazdıklarıydı.
29
Bugünkü Tevrat ise, Kudüs İncili’nin ilk 5 kitapçığını oluşturan Eski Ahit veya Ahd-i Atik’tir: - Tekvin (Genesis) - Çıkış (Exodus) - Levililer (Leviticus) - Sayılar (Numbers) - Tesniye (Deuteronomi). Tekvin’de: Özet olarak, kâinatın ve Hz. Âdem ve Havva’nın yaratılışı, peygamberlerin yaşam öyküleri ve Nuh Tufanı anlatılır. Çıkış’ta: Hz. Musa’nın doğumu, peygamberliği ve İsrailoğullarının toplu hâlde Mısır’dan göç edişleri hikâye edilir. Levililer’de: Ayinler, törenler, kurban kesmek ve temizlik gibi pratik konulardan söz edilir. Sayılar’da: İsrailoğullarının nasıl çoğaldığını ve Filistin’e yerleşmelerini anlatır. Tesniye’de: Hz. Musa’nın Yehova ile nasıl konuştuğu, ölümü ve Yehova’nın emirlerine mutlaka uyulması gerektiği dile getirilir. Eğitim/öğretim anlamına gelen Tevrat’a göre: Hz. İbrahim’den Hz. Musa’ya kadar peygamberlik halkası devam etmiş ve aradan 14 nesil geçmiştir. (Hz. Musa’dan Hz. İsa’ya kadar da -İncil’e göre- 28 kuşak geçmiştir.) Bu kuşaklar zaman içinde oluşturdukları tefsir ve yorumlarla bu dinin otantik mesajlarını farklı mecralara çekmişler. Öyle zaman gelmiş ki Tanrı’dan söz ederken ‘Atalarımızın Yehovası’ ifadesini kullanmak zorunda kalmışlar. Böylece, yeni nesiller Tevrat’taki Tanrı anlayışından farklı anlayışlar geliştirmeye başlamışlar. * İsrailoğullarının Tanrı anlayışı değişimini sürdürürken, Hindistan ve Çin’de Hinduizm, Budizm, Konfüçyünizm ve Taoizm gibi yeni dinler doğmuş.
30
Amerika Merkezli Dünya’da ise, diğer iki dünyadan habersizce Aztekler, Mayalar ve İnkalar kendi Tanrı anlayışlarını geliştirmişler. Şamanizm ve Totemizm uzun yıllar hüküm sürmüş, tabiat kuvvetleri ve Güneş’le uğraşmak yüzyıllarını almış ve onlar da ruhların varlığını hissederek Manitu’yu ve Kulucan’ı bulmuşlar. Türkler, Ural-Altay bölgesinin dışında da yaşadıkları için bulundukları bölgelerdeki yerel dinlere eğilim göstermişler ve genellikle Şamanlığı kabullenmişler. Buldukları Gök Tanrısı’na Tengri (Tanrı) ve Ülgen adlarını vermişler. Ruhun varlığına inanmışlar; fakat bunu pek de tekin olmayan bir varlık (YerSu) olarak algılamışlar. Doğum, ölüm, evlenme ve kurban merasimleri için çeşitli yöntemler geliştirmişler ve bunu Müslümanlık’a kadar devam ettirmişler. Bütün bu gelişmelerden sonra Tanrı, tüm dünyada doğaüstü bir kavram olarak algılanmaya başlamış. * Bu geniş inanç yelpazesi içinde, Musevîlik, Ortadoğu’da evrimini sürdürmeye devam etmiş. Tanrı, kâinatı altı günde yarattı ve yedinci gün istirahat etti (Sabbat/Şabat) söylemiyle gelişen inanç pratiğe sokulmuş ve Sabbat tatil günü ilân edilmiş. Şabat, aslında bir dinlenme günü değil, dünya yaşamından uzaklaşıp Tanrı’yı derinlemesine düşünmenin ve O’na daha fazla yaklaşmanın günüydü. Fakat sembolik olarak Tanrı’yı taklit etme anlamı taşıyordu. (Bu, daha sonra o kadar gerçek anlamda algılanmış ki, günümüze kadar gelen yansımaları sonucunda, bazı Yahudiler Şabat günü (Cumartesi) çamaşır makinesi kullanmayı bile günah saymaktadırlar. Hatta Kudüs’ün bazı mahallelerinde caddeden arabayla geçenleri -Sabbat’ı bozduğu için- taşladıkları görülür.) Hz. Musa’nın Kızıl Deniz’i yararak, esaret ve sefalet içindeki İsrailoğullarını kurtarması ve Firavun’un güçlü ordusunu perişan etmesi, Tanrı’nın zulüm altında yaşayan zayıf ve fakir insanlardan yana olduğu fikrini oluşturmaya başlamış. (Bu
31
fikrin bazı zihinlerde hâlâ capcanlı yaşamakta olduğu gözlenmektedir.) Serveti ve gücü ellerinde tutan yöneticiler, bu fikri bir tehdit olarak görmeye başlamış ve ortaya Tanrı’nın ilâhî güçleriyle donanmış hükümdarlar çıkmış. Elitleri taklit eden halk arasından da buna karşı tepki olarak, ‘kutsal güçleri ve ilimleri’ bünyesinde barındıran insanlar çıkmaya başlar. Gelişen ticaret, felsefe ve sosyal değişikliklerden sonra yavaş yavaş bir güç dengesi oluşmaya başlamış ve zaman içinde, Tanrı’nın daha Adil (Egaliter) olduğu benimsenmiş.
HZ İSA’NIN DOĞDUĞU DEVİR Peygamberlerin tümünün ve hükümdarların büyük çoğunluğunun erkek oluşu, ‘Tanrı’nın cinsiyeti’ hakkında yanlış kanaatler doğmasına sebep olur. Çekimli dillerin özelliği olan erkek/dişi (masculine /feminine) kelimelerden Tanrı isimleri seçilirken hep erkek sözcüklerin kullanılması, erkeklerin kendilerini Tanrı’yla daha çabuk özdeşleştirmelerine sebep olur. Zaten ‘erkek gibi konuş’, ‘erkek gibi söz ver’, ‘erkek gibi davran’ şeklindeki ifadeler erdem ve güvenirliliğin erkeksi özellikler olduğunu insanların bilinçaltına çoktan yerleştirmişti. Doğan erkek çocuklara en çok ‘erkek oğlu’ anlamına gelen Ezekiel/Zekeriyya ismi konuyordu. Kimlik tanımlamalarında soy isim olarak hep babaların ismi geçiyordu. (Aristo’nun da kadınları ‘yarım insan’ olarak görmesi, Greklerde de kadınların güç kaybetmelerine yol açmış ve marjinal bir kesim olarak, ikinci sınıf vatandaş muamelesi görmelerine neden olmuştu. Öyle ki insanların kurban edildiği törenlerde sadece kız çocukları seçilmeye başlanmıştı.) Savaşan askerler, kumandanlar, krallar, filozoflar, bilginler ve hahamlar hep erkekti. (Bu durum Hz. İsa’dan sonra da devam etmiş ve İsa’ya ‘Tanrı’nın oğlu’ sıfatı verilmişti.). Kısacası; erkekler mutlak egemenlik sahibi olmuşlardı.
32
Bu anlayış paralelinde tanrıçaları Afrodit’i terk eden Grek Kültürü ise, daha ziyade bilgi teorileri (Epistemoloji) ve erkeklerin erdemi üzerinde yoğunlaşarak Tanrı tarifleri oluşturuyordu. Halkın seviyesine ve yaşamına indirgenmemiş elitist felsefeler erkeklerin kontrolündeki bir devlet dininin kompozisyonu çiziyordu. Makedon/Helen Hükümdarı Büyük İskender’in (356-323) İran Kralı 3. Daryüs’ ün ordusunu yenmesinden sonra, Grekler Anadolu’yu, Asya’yı, Ortadoğu’yu ve Kuzey Afrika’yı kolonize etmeye başlarlar. Tire’de, Gazze’de, Sidon’da, Umman’da ve Tripolis’te şehir devletleri kurarlar. Böylece; Filistinli İsrailoğulları ve Araplar, Antik Yunan Kültürü’nün etkisi altına girmeye başlarlar. Bazıları Grek (Helen) felsefesini, tiyatrosunu, şiirini ve sportif faaliyetlerini tamamen benimserler. Grekçe öğrenirler ve çocuklarına onların isimlerini koyarlar. Hatta bazıları Grek ordusuna paralı asker olarak katılırlar. Grekler de Ortadoğu Kültürü’nden etkilenirler. Tevrat’ı kendi dillerine tercüme ederler ve bazıları Zeus ve Dionysius’u terk edip Yehova’ya tapmaya başlarlar. Yahudi ve Grek seçkinlerin dinî tartışmalara girmesinden sonra, Yahudiler güneş ve şarap/eğlence tanrılarına karşı çıkarlar ve çoktanrılı inanç sistemlerini şiddetle kınarlar. Bu nedenle bölgede tansiyon yükselmeye başlar. Egemen Grekler Yahudileri ‘ateist’ ve halk düşmanı ilân edince Tevrat illegal bir kitap olur ve dinî ayinler yasaklanır. Grekler için tanrılar bizzat ön plândaydı. dinî ayinler fazla önem taşımıyordu. Tanrıların gücendirilmemesi şehirlerdeki bereketin devamı için son derece önemliydi. Yahudiler ise bu tanrılarla alay ediyorlardı. Fakat Grekler de Ortadoğu’daki sosyal yapıyı ve genel ahlâkı bozuyorlar ve zevk ve eğlence partileriyle halka kötü örnek oluyorlardı. * Fakat Romalılar boş durmamış ve daha üstün bir uygarlık geliştirme çabasına girmişlerdi. Bu çabalar sonucunda Romalılar yeni bir medenîyet oluşturarak Grek Uygarlığı’na son ve-
33
rirler. Bu kez Kuzey Afrika, Makedonya, Yunanistan, Suriye ve Filistin Romalıların idaresi altına girer. Hz. İsa’nın doğumundan 100 yıl öncesinde, sınırları iyice genişlemiş olan Romalılar, Yahudi düşmanlığını bir miras olarak kabul etmezler. Aksine Grek isyanlarına karşı onları bir müttefik olarak kullanabileceklerini düşünerek tüm Yahudilere geniş inanç serbestliği tanırlar. Ve zamanla toplumsal yaşama paralel olarak Grek kültürünü ve Yahudi inançlarını kendileri de özümlerler. İnanç özgürlüğüne kavuşan Musevîler, kısa sürede tüm imparatorluğa yayılırlar. Bunların misyonerliği sayesinde halkın yüzde 10’u kadarı -o zaman tek hak din kabul edilen- Musevîliği çabucak kabullenir. Kudüs’te de güçlü bir Farisi Felsefesi gelişir ve Farisilik çok saygın bir mezhep hâline gelir. * Hz. İsa böyle bir ortamda -İncil’e göre- Kudüs yakınlarındaki Nasara (Nazareth) kasabasında doğdu. (Bu kasabanın varlığına kanıt olacak herhangi bir bulguya henüz rastlanmamıştır.) Peygamberliği birkaç yıl sürdü ve genç yaşta dünyadan ayrıldı. Hz. İsa’nın getirdiği yeni dine Yahudilerin çok azı inandı. Bu oldukça doğaldı. Bin küsur yıllık dinsel inançlarından ve kültürlerinden bir ânda vazgeçmeleri söz konusu olamazdı. Milad’ın 68. yılında güçlenen Yahudiler kendi devletlerini kurmak için Kudüs’te bir isyan başlattılar. Kudüs’teki saygın Farisi mezhebinin başında Haham Yohannan vardı; ama isyana karşıydı ve Romalı elitlerle iyi ilişkiler içindeydi. M.S. 70 yılında Kudüs yanarken Yahudiler şehirden sürgün edildiler. Kabilelere bölünerek Babil’de (Babylon), Kudüs’ün doğusunda ve birkaç küçük kasabada yaşamaya başlayan Yahudiler, Yohannan’dan başka iki önemli şahsiyet daha yetiştirdiler: Haham Akiva ve Haham İşmael. Bu üç Tevrat uzmanı bilgin, 1.300 yıldan beri çeşitli yorumlara maruz kalmış Tevrat’ı yeniden ele aldılar. Ayrıca Hz. Musa’ya Sina Dağı’nda sözlü olarak verildiği söylenen ve ata-
34
dan oğula geçerek gelmiş olan ‘gizli ilimleri’ de deşifre ederek Mişna adı verilen; son derece zengin, edebî ve güzel İbranice ile yazılmış bir eser oluşturdular. Mişna ile Yahudi felsefesi toparlandı ve o devirde sağlam diye nitelenen güçlü temellere oturdu. * 300 yıl boyunca okunarak kuşaktan kuşağa aktarılan Mişna zamanla kutsal bir kitap olarak kabullenildi. Zamanla dili eskiyince zor anlaşılır hâle geldi ve bu kez Mişna’yı açıklayan tefsirler yazıldı. Bu tefsirlerin birçoğu birbiriyle çelişiyor ve zihinleri karıştırıyordu. 4. yy. sonlarında Amoraim lakabıyla bilinen bir haham grubu Mişna’yı otantik anlamıyla anlatan açıklamalı mealler (Gamara) yazdılar. Daha sonra bu mealler birleştirildi ve kalınca bir eser olan Talmud oluştu. Buna Kudüs Talmudu dendi. 100 yıl kadar sonra, Babil’de başka bir haham grubu Mişna’yı ve Talmud’u ele alarak daha gelişmiş bir Talmud yazdı. Buna da Babil Talmudu ismi verildi. Bunlar daha sonra birleştirildi ve bir şeriat kitabı olarak kabul edildi. (Bu devirde, Babil kültürüne yerleşmiş, Sin, Şamaş ve İştar’dan oluşmuş bir tanrı üçlemesi inancı hâlâ mevcuttu.) Talmud’da Tanrı şöyle tarif edilir: ‘Tanrı esrarengiz ve anlaşılması imkânsız bir kavramdır. Tanrı ile konuşan Hz. Musa bile bu sırra nail olamamıştır. Hz. Davut insan aklının bu sırrı asla çözemeyeceğini söylemiştir. İlâhî ismi oluşturan YHWH harflerinde saklı olan bu sırrı telâffuz etmek bile günahtır. Tanrı’nın İlmi’ni kâinata bakarak takdir edebiliriz. Ama insan daha yıldırımı, fırtınayı, kâinatın düzenini ve kendi yapısını anlayamazken, bunları yaratan gücü anladığını nasıl iddia edebilir? Tanrı’ya çok sık yalvarmak da iyi değildir. Çünkü kelimeleri yanlış kullandıkça, O’nu gitgide yanlış anlamaya başlarız. Kâinat Tanrı’nın yeridir; ama O dünyada yaşayan yaratıklar gibi kâinatın içinde değildir. Ruhun bedeni doldurduğu gibi
35
kâinatı doldurur; fakat aynı zamanda uzaktadır. Bir sürücü gibi atın üstündedir ve kontrol kendisindedir. Hissettiğimiz ‘Kutsal Ruh’ Tanrı’nın kendisi değildir. Tanrı’nın bizimle her zaman beraber olan ruhsal tezahürü Şekina’dır. Şekina her yerde hazır ve nazırdır.’ (Yahudilerin kendileriyle her ân beraber olan Şekina’ya sımsıkı sarılmaları, ileride göreceğimiz gibi, tarih boyunca tüm istilâlara, sürgünlere, işkencelere ve kıyımlara yılmadan direnebilmelerine büyük destek olmuştur.) * Hahamlar Şekina’nın pratikte son derece yararlı olduğunu gördükçe, onu neredeyse fiziksel bir kavram hâline dönüştürmüşler. Öyle ki; inancı tam bir insan, Şekina’nın beraberliğini hissettikçe kendisinin ‘kutsal ve seçilmiş’ olduğuna inanmaya başlamış. Daha ileri gidenleri ise, ‘Kutsal Ruh’la birleştiklerine inanmışlar. Haham Akiva’nın Mişna’ya eklediği 5 önemli yorum vardı: - Tanrı’nın görüntüsünü yansıtan insanların tümü eşittir. - İnsan öldürmek bu nedenle en büyük günahtır. - Köle bile olsa insanları aşağılamak büyük günahtır. - İnsanların özgürlüğü Tanrı’nınki gibi kutsaldır ve bunu ellerinden almak sadece O’na aittir. - Suç işleyenlere sevgi ve şefkatle yaklaşılmalıdır. Mişna ve Talmud’la özellikleri belirlenen Musevîlik o devirde insanları tatmin ediyor, günlük yaşamlarını kurallarla düzenliyor ve ruhsal isteklerine yanıt veriyordu. Atalarının dinlerine inanmaya devam edenler de, farklı bir inanç dünyasının insanları olarak, kendi kültürlerine uygun biçimde ‘Tanrı’nın Kimliği’ni yorumlamayı sürdürüyorlardı.
36
HIRİSTİYANLARIN KUTSAL ÜÇLEMESİ Hz. İsa doğduğu zaman Musevîlik dininin 1200 yıllık ve yerleşik bir mazisi vardı. O yıllarda Yahudi ailelerden doğan çocuklar, oturmuş bir inanç sisteminin, köklü törelerin ve geniş bir kültürün mirasçıları olarak dünyaya geliyorlardı bugün Müslüman ve Hıristiyan ailelerden doğan çocuklar gibi. O yüzden İsa’nın Mesih olabileceğine kimse ihtimal veremeyecekti. Üstelik Yehova’nın ‘oğlu’ olduğu iddialarına Yahudiler sadece tebessümle cevap vereceklerdi. Daha önce Hz. Davud için de ‘Tanrı’nın oğlu’ sıfatı kullanılmıştı, ama o ifade Hz. Davud’un Tanrı’ ya yakınlığını anlatıyordu ve öyle anlaşılıyordu. Bu kez o ifade somuta dönüşecekti. Hz. İsa’ya gelen vahiyler sadece birkaç yıl devam etmiş ve sağlığında yazılı bir İncil oluşturulmamış. Hz. İsa Aramice konuşuyormuş. Oysa, ilk İncil önce Lâtince yazılmış, daha sonra Eski Yunanca İnciller ortaya çıkmış. Bugünkü İncil’i oluşturan kitapçıklardan birincisi, Markos (St. Marks) tarafından kaleme alınmış. Markos, Hz. İsa’nın 12 havarisinden (kendisine inanan yakın dostları/elçileri) biriydi. Hz. İsa’nın yaşamıyla ilgili detayları bu zatın yazdıklarından öğreniyoruz. Daha sonra Matta (St. Matthew) Hz. İsa’dan öğrendiklerini anlattığı kendi versiyonunu yazmış. Seksenli yıllarda Yahudilerle Hıristiyanlar arasında bazı gerginliklerin yaşandığını Matta’dan öğreniyoruz. Aynı yıllarda Yuhanna (St. John) ve Luka (St. Luke) da birer -küçük kitapçıklar hâlinde- İncil yazmışlar ve Hz. İsa’nın öğretilerini dikkatli ve ayrıntılı bir biçimde anlatmışlar. Bu yeni dini seyahat ederek yaymak isteyen vaiz Paul ise, Anadolu, Makedonya ve Yunanistan’a geçerek vaazlar vermiş; herkesi Hıristiyanlığa davet etmiş. İsa’dan ‘Tanrı’nın oğlu’ olarak söz eden Paul’dür; fakat Paul bu ifadeyi ‘Tanrı’nın gücünden güç almış’ anlamında kullandığı tahmin edilmektedir.
37
Paul ömrü boyu süren misyonerliği süresince konuşa konuşa ve tartışa tartışa etkileyici söylemler, yöntemler ve anekdotlar geliştirmiş. Son yıllarında İsa’dan bahsederken Tanrı’dan bahseder gibi vaazlar vermeye başlamış. İsa’nın ümmeti için eziyet içinde göğe yükselip Tanrı’nın ‘sağ kolu’ olarak yerini aldığını ve ruhunun Hıristiyanların içinde hep var olacağını anlatmış. Hz. İsa’nın, Hz. Âdem’in Cennet’te işlediği suçtan dolayı günahkâr doğan tüm insanların günahlarını silmek için dünyaya geldiğini söylemiş. * Yahudilerin Şekina’sı, Paul’la Kutsal Ruh’a dönüşmüş ve İsa’ya mucizevî güçler veren bir kaynak olarak kabul görmüş. Paul’dan sonra ilk Hıristiyanların “olağanüstü güçler”e sahip olduklarını görüyoruz. Her bölgede bir ruh hekimi, bir kâhin, vahiy alabilen bir şair ve mucizevî yeteneklere sahip bir hatip ortaya çıkmaya başlamış. Kiliseler dolup taşmış ve coşku içinde ayinler yapılmış. Tüm İsrailoğulları, İsa’nın Mesih olduğundan emin olmaya çağrılmış. Öyle anlaşılıyor ki: Paul’un mektuplarında yazdığı ‘yeni bir hayat’ ve ‘yeni bir nesil’ böylece gerçekleşmiş. Bu mesajlar kısa süre içinde Mezopotamya’dan Kapadokya’ya, Frigya’dan Girit’e, Mısır’dan Hindistan’a kadar yayılmış ve Roma İmparatorluğu sınırları içinde yaşayan Yahudilerin bazıları da Hıristiyanlığa dönmeye başlamışlar. Fakat, o yıllarda Yahudiler adına çok talihsiz bir olay yaşanmış; Kudüs’te (Yeruşalim/Jerusalem) Hıristiyanlığı seçen Stefan adındaki bir Yahudi taşlanarak öldürülmüş. Bu olayın ardından, Kudüs’teki Kutsal Havra’ya barbar bir enstitü gözüyle bakılmaya başlanmış. Yahudilerin bu olaydan sonra puan kaybetmeleri Romalıların işine yaramıştı. Çünkü henüz alt yapısını tamamlamamış olan Hıristiyanlık, ideolojik bir tehlike yaratmıyordu; fakat köklü Musevîlik, Roma tanrıları ve dinî kurumları için her zaman potansiyel bir tehditti; ama büyük bir tehlike değildi. Üs-
38
telik Hinduizm ve Budizm -çoktanrılı anlayışlarıyla- Roma tanrılarını güçlendirmişti. * Paul’un ölümünden hemen sonra, Hıristiyanlıktaki felsefe boşluğunu gidermek ihtiyacı hisseden düşünürlerin sesleri yükselmeye başlar. Filozof Stoic’in öğrencisi Justin (100-165), Hıristiyanlık felsefesinin tek Tanrı’ya inanan Plâton’un felsefesiyle aynı olduğunu söyler. 155 yılında kaleme aldığı bir kitabında, hem Grek hem de Yahudi filozofların Mesih’in geleceğini önceden gördüklerini söyler. İsa’nın tarih boyunca düşünürlere ilham veren İlâhî İrade’nin (Logos) bir reenkarnesi/yeniden doğmuş hâli olduğunu yazar. Aynı yıllarda Gnostikler diye bilinen bir grup, mistik/sofu/sûfî bir Tanrı anlayışını dile getirirler: ‘Tanrı; sonsuzdur, şekilsizdir, görülemez, isimlendirilmez, doğmamıştır, en yüce erdem sahibidir ve sessizdir.’ Ayrıca, gelecek yüzyıllarda bazı Müslüman ve Musevî mistiklerin de aynısını söyleyeceği felsefî görüşler oluştururlar: ‘Tanrı’yı uzaklarda aramaktan vazgeçin. Kendinize dönerek O’nu içinizde arayın. Size Tanrım, ruhum, düşüncem dedirten O Şey’in ne olduğunu ve sevginin, neşenin ve kederin kaynağını arayın. İradeniz dışında aşkın nasıl gerçekleştiğini düşünün. Bunları derinlemesine hissederseniz; O’nu kendi ruhunuzun derinliklerinde bulabilirsiniz. Ruhunuzun ışığından yapılmış iç dünyanızdaki huzmeler sizi aydınlatacaktır.’ Roma’da kendi mezhebini ve kilisesini kuran Marcion (100-164), Yahudilerin Yehova’sını reddederek vaazlarında sert ifadeler kullanır: ‘İsa’nın dediği gibi iyi ağaç iyi meyve verir. Sevgi dolu ve mükemmel bir Tanrı’nın dünyadaki bunca sefalet, acı, ıstırap ve kötülüğü yarattığına inanan Musevîler, bunları kendileri yaratmışlardır. Batıl olmuş Eski Ahitler’den vazgeçip İsa’nın kutsal ruhunu yansıtan Yeni Ahitler’e sarılın.’
39
Öğrenimini Atina’da tamamlamış olan İskenderiyeli Clement (150-215), İncil’deki Tanrı’yı Grek filozoflarının felsefeleri paralelinde anlar ve İsa’nın sevgi dolu, alçakgönüllü ve merhametli bir Tanrı’nın görüntüsü olduğunu söyler: ‘O; Kutsal Ruh’un görüntüsü oldu ki kendisinden öğrenerek bizler de O’nun sıfatlarına uygun yaşayalım. İsa’yı taklit etmek bizleri İlâhî Erdem sahibi yapacak ve kutsallaştıracaktır.’ * Clement’in kulağa ve ruha hoş gelen sözleri yeni yorumların ve soruların kapısını aralar: ‘Tek olan Tanrı, yeryüzünde hem İsa ve hem de Kutsal Ruh olarak nasıl iki parça olabilir?’ Bu soruya yanıt bir tiyatro benzetmesi ile gelir: ‘Sahnede aktörlerin maskelerini görür, hareketlerini izler ve seslerini işitiriz. Bunlar rol icabıdır. Gerçek yüzleri ve ruhî durumları gizlidir. Kutsal Ruh’un durumu da böyledir.’ Clement’in coşkulu öğrencisi Origen’den de etkileyici yorumlar gelir: ‘Ruh; Tanrı’nın insan içine sakladığı gizli bilgilerdir. Bu bilgilere ulaşmak özel bir disiplin gerektirir. Tanrı’nın ilim ve erdemine, akıl ve ruhun birlikte yapacağı çözümlemeler sayesinde ulaşılabilir. Ruh vücutta bulunduğu sürece olgunlaşır ve bir zincirin halkaları gibi devreler geçirerek, sonunda ‘saf ruh’a dönüşür. Tanrı’yı anlayan akıl değil, esasen ruhtur.’ 3’üncü yüzyıldaki yorumlamalara nokta koyan görüşler, Roma’da kurduğu prestijli felsefe okulunun sahibi mistik filozof Plotinus’a ait olur: ‘Tanrı’nın ilimle ispatına ve evrenin fiziksel yapısı üzerine kafa yormaya gerek yoktur. Dış dünyayı bırakıp iç dünyaya dönün ve ruhun (psyche) derinliklerine inin. Dış dünyadaki yaşamın karmaşık problemleri bizi bundan alıkoymaktadır. Bu nedenle aklın limitlerini aşarak ruh merdiveninde yükselmek, özel çaba ve uzun zaman ister. Tanrı; yapımızın mükemmel olan çekirdeğidir.’
40
AYETLERİN SÖZLE YAYILMASININ SONUÇLARI Buraya kadar gelişen düşünce ve tavırlardan ortaya çıkan şu sonuca bir kez daha vurgu yapmak gerekir: Tüm düşünceler, yorumlar ve bilimsel çalışmalar giriş bölümünde belirtilen hep o beş grup insan tarafından gerçekleştirilmiş. Bunun asıl sebebi ve dinî inançların hurafelerle kirletilmesi, o devirlerdeki okuryazar sayısının düşüklüğünde gizlidir: 20’inci yüzyılın başında, dünya okuma-yazma oranının sadece yüzde 5-6 olduğu varsayımından hareketle, Hz. İsa zamanında, bu ortalamanın on binde birden daha az olduğu tahmin edilmektedir. Ayrıca: Toplumlar kapalı ve içe dönük yaşıyorlardı. Kentler saldırılara karşı surlar ve duvarlarla çevrili ve kapıları kilitliydi. Ticaret ve savaş hariç, toplumlararası ilişkiler minimum düzeydeydi. Atlar, develer ve katırlarla yapılan yolculuklar; soygun, saldırı, suikast, tecavüz ve zehirleme korkusu yüzünden mecbur olunmadıkça yapılmıyordu. Gezgin/seyyah sayısı yok denecek kadar azdı. Peder Paul’un Kudüs’ten Yunanistan’a kadar uzayan seyahatlerine bir kahramanlık örneği olarak bakılıyordu. İleriki yüzyıllarda Evliya Çelebi ve Marko Polo’nun dünya gezilerine de böyle bakılacaktır. Koşullar böylesine zor olunca, toplumlararası bilgi ve kültür alışverişi sadece tüccarlar, gemiciler, askerler ve misyonerler sayesinde kulaktan duyma öykülerle gerçekleşiyordu. Bugüne kıyasla sayıları zaten az olan insanlar, köle olarak alınıp satılıyor, sık sık idam ediliyor, tarla ve bostan sahibi derebeyleri tarafından karın tokluğuna çalıştırılıyor, yıllarca orduda tutuluyor, aşağılanıyor, horlanıyor ve birçoğu kasten eğitimsiz bırakılıyordu. Halkların Tanrı’dan başka sığınacağı liman yoktu. Egemen, seçkin ve eğitilmiş tabaka ise; bilgiyi, serveti ve gücü elleri altında tutuyor ve kaçınılmaz olarak dünyaya onlar yön veriyordu.
41
Böylesine adil olmayan koşullarda halkın duygu ve düşünceleri en azından okur-yazar olmadıkları için gökkubbede hoş bir seda olarak kalıyor ve yazılı kayıtlara geçmediği için tarihe mal olmuyordu. Halk arasından çıkan sûfîlerin öğretileri, halk kahramanlarının ve sanatçılarının destanları ve dinî hikâyeler nesilden nesile; ancak sözlü olarak ve birçoğu yalan-yanlış aktarılıyordu. 4’üncü yüzyılda Roma İmparatorluğu sınırları içinde her tabakadan insanın dini hâline gelmiş olan Hıristiyanlık, kentleşen Avrupa’da Greko-Romen nesillerin daha kolay anlayacağı bir kompozisyona sokulmaya çalışılıyordu. Ayrıca bu inanç sisteminin daha somut kurallarla bir merkezden idare edilebilmesi için “Büyük Kilise” adında yeni bir üst yapı kurulması fikri tartışılıyordu.
Bu fikir Roma İmparatoru Constantine’e çok cazip gelmişti. Hemen harekete geçerek, önce kendisi Hıristiyan oldu (MS 312), sonra Hıristiyanlığı serbest bıraktı (313) ve daha sonra İmparatorluğun resmî dini ilân etti (324). Böylece resmen inanç özgürlüğü ve saygınlık kazanan Hıristiyanların ilâhileri sadece kiliselerde değil; tiyatrolarda, gemi güvertelerinde, pazarlarda, fırınlarda ve sokaklarda işitilmeye başlandı. İncil, bugünkü siyaset ve futbol konuları gibi herkes tarafından tartışılır oldu. Bu coşkulu atmosfer içinde sanatçılar heykeltıraşlık, mimari, müzik ve resim dallarında yepyeni ve farklı eserler ortaya çıkardılar. Fakat derin cehaletin kol gezdiği o çağlarda Tanrı’nın uluorta tartışmaya açılması bir sürü sakıncalar doğurdu. Her kafadan bir ses çıkması ve bunun sonuçta farklı ve
42
yanlış anlayışlar doğurması üzerine; hurafelere tahammülü olmayan Constantine, bir yüksek dinî konsey/konsül/kurul toplanmasını ve yanlış yanıtlar verilen sorulara doğru açıklamaların getirilmesini emretti. İznik Konsülü 20 Mayıs 325 günü Nicaea’da (bugünkü İznik'te) papazlar ve piskoposlardan oluşan bir kurul toplandı. Bu konsey tartışmalı her konuyu ele aldı, sonuca bağladı ve oyçokluğuyla bir bildirge yayımlayıp tüm dünyaya duyurdu. İznik deklarasyonunun bir bölümü şöyle diyordu: Bizler tek bir Tanrı’ya inanıyoruz; her şeye Kadir Peder, her şeyi yaratan, görünen ve görünmeyen. Ve bir Lord’a inanıyoruz; Peder’in oğlu, Tek oğul, Peder’in cevherinden, Tanrı’dan Tanrı, Nur’dan Nur, Gerçek Tanrı’dan Gerçek Tanrı, Tanrı’yla aynı cevherden oluşmuş, yapılmamış. Her şey O’nun cevherinden oluşmuş; Göklerdeki şeyler, Yerdeki şeyler. Ki O; biz insanlar ve kurtuluşumuz için yere inmiş ve insan olmuştur,
43
acı çekmiş, öldükten üç gün sonra tekrar dirilmiş, göklere çıkmış ve tekrar gelecek olandır, yaşayanların ve ölmüşlerin hesabı için... Ve biz Kutsal Ruh’a inanıyoruz. Bu bildirgedeki Kutsal Üçleme=Ruh-ül kuds=Holy Trinity çağımıza dek ulaşan Hıristiyanlık inancının omurgasını oluşturmuştur. (Burada hemen şunu hatırlamak gerekir; İznik Konseyi’nden yüzyıllar önce Hindular kendi üçlüme inançlarını oluşturmuş, Tanrı’yı “Brahman-Şiva-Krişna” üçlüsü biçiminde kavramışlardı. İznik Konseyi bu anlayışı "Baba-OğulKutsal Ruh" olarak taklit etmiştir.) Konseyde kararlar oybirliği ile alınmadığı için sonradan üyeler arasında şiddetli tartışmaların olduğunu yazan birçok ilahiyat tarihçisi şu notları düşmüşler tarihe: Arius, Arthanasius ve Marcellus tarafından başlatılan soru-cevap düelloları yıllarca sürdü. Kapadokyalılar diye bilinen 3 piskopos (Kayserili Basil, kardeşi Gregory ve dostu Gregory) kararlara keskin muhalifler olarak şunları yazdılar: “Tanrı entelektüel çabayla anlaşılamaz. Varlığı aktiviteleri (energeiai) sayesinde anlaşılır. Ayrıca, Tanrı’nın özünü araştırmak günahtır. “Kutsal Ruh nedir? Tanrı anlamında bir ruh mudur? Aziz Paul ruhu; yaratan, yenileyen ve koruyan olarak
44
nitelemişti. Bunları yapan Tanrı’nın kendisidir. Bizce Kutsal Ruh içimizdeki kutsallık hissidir ve bir maddî yaratık değildir. “Kutsal Üçleme Tanrı değil, O’nu anlatabilmek için geliştirilmiş bir hipotezdir. Zira eski çağlarda O’nun adını anmak günah sayılmıştı. Kutsal Üçleme yaşanmalı; fakat hakikat olarak algılanmamalıdır." Tüm karşı çıkışlara rağmen İznik kararları Constantine’i memnun etmişti. Fakat halletmesi gereken bir konu daha vardı: İmparatorluğun başkenti Roma’nın kutsal topraklara uzak oluşu ve haberlerin Roma’ya geç ulaşması kendisini rahatsız ediyordu. İmparatorluğun ortalarında yer alan Bizans kentini yeni yapılarla süslemeye ve büyütmeye karar verdi. Çalışmalar bitince başkenti kendi ismini verdiği Konstantinopol’a/İstanbul’a taşıdı (330). Kutsal Üçleme, böylece, muhteşem bir başkente sahip olan imparatorluğun akla uygunluğu “tartışılamayan” gerçeği olmuş, hatta Hıristiyanlığın belkemiği durumuna yükseltilmiştir. Constantine vefat edince, devlet kardeş ve taht kavgalarıyla güç kaybetti. Bu durum 395 yılına kadar devam etti ve İmparatorluk ikiye ayrıldı: Doğu’da Bizans, Batı’da Roma başkent oldu. Ve bugün kullanılan Batı ve Doğu kavramları o zaman ortaya çıktı. Avrupa’da, Grek filozoflarının dogmatik gerçeklerinden hareketle Hıristiyanlık dinini daha somut ve rasyonel bir sisteme oturtma çabaları baş gösterdi. Doğu’da, Tanrı’ya ulaşmak
45
için kullanılan Teori (Theoria) kelimesi; meditasyon anlamında bir içsel arayışı anlatırken, Batı’da mantıkla kanıtlanabilen rasyonel hipotezler anlamında kullanılmaya başladı. O nedenle; aradan yıllar ve nesiller geçtikçe metafiziksel bir Tanrı anlayışı, yerini rasyonel ve psikolojik bir anlayışa bırakmaya başladı. Lâtin dünyasında bu anlayışın kemikleşmesine ‘İtiraflar’ isimli bir eser yazan Augustine aracı oldu. Kendisine ‘saint/san/seyyid/aziz’ sıfatı takılarak evliyalar sınıfına alınmış olan bu zat; insan hafızasını (memoria) ele aldı: ‘Hafıza üst bilincin ve alt bilincin oluştuğu yerdir. Alt bilincimiz o sonsuz varlığa doğru sıcak bir arzu ve hayranlık tarafından yükseltildikçe, adım adım tüm cisimlerin ötesine çıkıyoruz. Daha ileriye gittikçe -bizi kendi imajından yarattığı içinTeslis’in ne olduğunu görebiliyoruz. Hafıza, anlama ve istek; bilgi, öz bilgisi ve sevgiyi doğurur. Bir hafızaya, anlayışa ve isteğe sahip olduğumu hatırlıyorum. Anladığımı, istediğimi ve hatırladığımı anlıyorum. İsteklerimi anlamamı ve hatırlamamı istiyorum. Bu üçlü; Tanrı’nın bizi yaratırken bıraktığı izdir’ dedi. Augustine kadınlar hakkında da sağlıklı bir düşünceye sahip değildi. Peder Tertullian, Augustine’e yazdığı bir mektupta şöyle diyordu: ‘Hz. Âdem’in Cennet’te işlediği suçtan dolayı tüm insanların suçlu doğmalarını anlıyorum. Bu suçu işleten Havva olduğu için kadınlar Tanrı nazarında en suçlu yaratıklardır. Kadınlar; şeytanın zindanının kapısını açan, ademi ikna ederek kirleten ve bu yüzden Tanrı’nın görüntüsü olan insanları da kirleterek, O’nu gücendiren tehlikeli yaratıklardır. Onların bu kırıcılığı yüzünden Tanrı’nın oğlu bile canını feda etmek zorunda kaldı.’ Augustine, bu mektuba verdiği yanıtta aynı fikirde olduğunu ve Tanrı’nın kadınları neden yarattığını bir türlü anlayamadığını söyledi!
46
Batılı kadınlar bu suçlamadan yüzyıllarca kurtulamadılar. Fakat Doğulu kadınlar, Tertullian’ın yazdıklarından habersiz olan Doğulu papazların aynı suçlamalarına maruz kalmamışlardı. Bu görüşe karşı kadınların sesi duyulmadı; fakat tüm erkek alimler aynı kanaati taşımıyordu elbette. Nestorius ve Apollinarius gibi isyankar ve radikal papazlar o zaman kimsenin altından kalkamadığı zor bir soru sordular: ‘Kadın bu kadar günahkâr ve iğrenç ise; Tanrı neden bir kadın olan Meryem’in o kirli rahminden geçerek ve onun himayesine muhtaç zavallı bir bebek olarak dünyaya gelmiş olmak istesin?’ * Batı’daki gelişmeler sürerken, Doğu’daki düşünürler de boş durmuyordu. Özellikle Bizans İlahiyatı’nın kurucusu sayılan İtirafçı Maximus (580-662) Budist idealler taşıyan bir anlayış geliştirmişti: ‘Tanrı kendini bize İsa’nın vücudunda gösterdi ki hepimiz bizim de içimizde var olan o İlâhî Güç’ün farkına varalım ve O’nun gibi olabileceğimizi anlayalım. Mükemmel insan olmadan O’na ulaşamaz ve O’nunla yekvücut olamayız. İsa bunu gerçekleştiren ilk ve son insan olduğu için Tanrı kendini İsa’nın vücudu aracılığı ile ifşa etmiştir.’ Hz. Muhammed 40 yaşına girmeden önce, yakında yeni bir din doğacağı Maximus’un aklının ucundan bile geçmiyordu. Maximus’a göre; ilk ve son Fahr-i Kâinat Hz. İsa idi. Ve sağlığında, bu yeni dinin mensuplarının bulunduğu kentin kapılarına kadar dayanacağını hayal etmesi bile mümkün değildi. Hz. Muhammed’in peygamberliğini açıklamasından sonra tüm Hıristiyan dünyası şoka girdi. Yeni bir din doğmuş ve bu dinin peygamberi Cebrail vasıtası ile Allah’tan yeni bir kitabın vahiylerini aldığını söylemişti. Bu, tektanrılı semavî dinlerin en son versiyonuydu. Olağanüstü güzellikte bir Arapça ile dile getirilen bu yeni dini tebliğ eden ayetler hem akla, hem kalbe ve hem de ruha hitap ediyordu.
47
Müslümanlık doğduğunda, Musevîlik kendi Tanrı anlayışını iyice pekiştirmiş, Hinduizm, Budizm ve Taoizm tamamen şekillenmişti; fakat Hıristiyanlık kendi evrensel Tanrı anlayışını henüz oluşturamamıştı. Yeryüzünde paganlık, putperestlik, ataların dini ve gök tanrıları hâlâ hüküm sürüyor; Greklerin ve Romalıların çoktanrılı inançlarından geriye kalan imajlar, semboller ve heykeller fiziksel ve zihinsel olarak yaşıyordu. Bunlarla birlikte, Amerika’da Aztek, Maya ve İnka tanrıları, Orta Afrika’da kabile dinleri, Kuzey Kutbu’nda Eskimo inançları, Sibirya’da Şamanizm, İran’da Zerdüştlük ve Manişeizm, Japonya’da Kore Budizmi, Avustralya’da yerli halkın (Aboriginal) tabiat tanrıları, Mısır’da Ra ve Babil’de Marduk yeryüzündeki geniş inanç yelpazesini oluşturuyordu.
ARAPLARDAKİ CAHİLİYE DEVRİ Arap Yarımadası’ndaki Araplar; Ortadoğu’daki onca dinsel, kültürel ve ticarî mirasa rağmen sosyal ve ekonomik açıdan önceleri yöredeki en fakir topluluklardan birini oluşturuyorlardı. Yahudi ve Hıristiyanlarla entegre olmuş olanlar olmayanlardan daha iyi standartlara sahipti. Bu iki dini ve çoktanrılı inançları kabullenmeyen bazı Araplar da ‘İbrahim’in dini’ denilen bir inanca sadıklardı. Bazıları da yıldızlara, Lat, Menat, Uzza ve Hübel gibi tanrı isimlerini canlandıran Kâbe putlarına ve taşlara oyulmuş tanrı resimlerine tapıyorlardı. Çoktanrılı Araplar arasından bir kabile diğer bir kabilenin tanrısına inanmaya karar verdiği zaman, bir kurban töreni düzenlenir ve kanlar akıtılarak bu iki kabile kan bağı ile birbirine bağlanırlardı. Arap kabilelerinin kralları veya hükümdarları yoktu. Küçük sülalelere bölünmüşler ve çadırlarda veya toprak evlerde yaşıyorlardı. Yerleşik bir düzenlerinin olmayışı, yıldan yıla suyun bol olduğu yörelere göç etmek zorunluluğundan kaynaklanıyordu. Göçebeliğin sonucu olarak kendi okullarını ve yazılı
48
edebiyatlarını oluşturamamışlardı. İçlerinde hemen hemen hiç kimse okuryazar değildi. Hz. Muhammed peygamber olduğu zaman bile Mekke’de sadece 7 kişinin yazı bildiği rivayetleri vardır. Fakat Arap şairlerinin geliştirdiği güçlü bir sözlü edebiyatları vardı. Erkekleri içkiye, kadına, ata ve erkek çocuklarına çok düşkündü. Zaten asabi bir yapıları olduğu için; sık sık çıkardıkları kavgalar ya kadın ya da su kaynaklarının kullanım hakkı yüzünden başlıyordu. Kız çocukları doğunca da âdeta yasa bürünüyorlardı. Çok eşliydiler. Akraba evlilikleri yaygındı. Kocaları ölen kayınvalidelerini ve hatta üvey annelerini bile eş olarak kabullenebiliyorlardı. Kendi kabilelerine son derece bağlıydılar. Sülale bağları aile bağları kadar kuvvetliydi. Oldukça cesurdular. Kinleri uzun sürüyordu ve düşmanlarının korkulu rüyası oluyorlardı. En büyük övünçlerinden birisi; Hz. İbrahim ve İsmail sülalesinden gelmeleri ve Kâbe’nin koruyuculuğu geleneğinin onlarda oluşuydu. Bu sülalelerden biri, Kureyş adıyla tanınıyordu. Hz. Muhammed’in doğumundan (570) birkaç nesil öncesine kadar bu durumda olan Kureyşlerin 600’lü yıllara girerken ticarette belirli bir başarı elde etmiş oldukları göze çarpıyor. Bir ticaret yolu olan Buhur’un Mekke’den geçmesi sayesinde, bu yıllarda Mekke’nin Arap Yarımadası’ndaki en önemli yerleşim merkezi hâline geldiğini görüyoruz. Böylesine hızlı bir gelişim sonucu oluşan yüksek standartlardan ve servetten kendi paylarını almış olan Kureyşlerin kısa zamanda zevke, eğlenceye ve sorumsuz bir yaşama kapıldıkları anlaşılıyor. Suriye ve Irak’a giden kervanların getirdiği haberler oralarda moderniteye karşı büyük arzular uyandırmıştı. Değişen dünya görüşlerini organize edecek bir felsefeleri ve otorite sağlayacak kurumları olmadığı için de, herkes kendi izafî değerlerini oluşturmuştu. Maddiyat maneviyatla yer değiştirmeye
49
başlayınca, yardımlaşma azalmış, sülale bağları zayıflamış ve bireysellik ön plâna çıkmış; sonuçta, Mürüvvet adını verdikleri moral değerleri yıkılmaya başlamıştı. Bu durumdan utanç duyup çok üzülen bir bilge kişi vardı; Haşim’in torunu, Abdullah’ın oğlu Muhammed ül Emin. Mekke’nin dışındaki Hira Dağı’nda bulunan bir mağarada inzivaya çekilir, ibadet eder ve dualarında Allah’a yalvararak toplumun bu çirkef hâlden kurtarılmasını isterdi. Muhammed 40 yaşına girdiğinde, bir Ramazan gecesi (610), dualarının gerçekleşme ümidi doğdu. Kendisine Cebrail aracılığı ile peygamberlik gelmişti. Cebrail’in “İkra/Oku” demesiyle başlayan vahiyler; hem Arapların ve hem de insanoğlunun gelecekteki kaderini yönlendirecekti.
KUR’AN’DAKİ ALLAH Okuma anlamına gelen Kur’an; 23 yıl boyunca vahiy yoluyla, ayet ayet gelerek tamamlanmış ve semavî dinlerin sonuncusu olan İslâmiyet’i öz ve eşsiz ifadelerle dile getiren bir rehber olmuştur. Tevrat ve İncil üzerindeki ihtilaflı noktaları da açıklığa kavuşturmuş olan Kuran; Hz. Âdem’ den beri gelen peygamberleri onaylamış ve Hz. Muhammed’in Allah’ın kulu ve son elçisi olduğunu açıklıkla ifade etmiştir. Kuran’ın penceresinden bakarak Allah’ın sıfatlarını tasvir etmek, bu kitaba sığdırılamaz. Fakat dar anlamıyla ve özetle, Kuran Allah’ı şöyle anlatmaktadır: Allah tektir; eşi ve benzeri yoktur. Doğmamış ve doğurmamıştır. Sonsuzdan gelmiş, sonsuza kadar gidecektir. Kâinattaki her şeyi yaratan O’dur. Gözle görülemez; ama O her şeyi çepeçevre kuşatır. O; ilim sahibidir. Her şeyi bilir, görür, işitir, yapar, bozar, birleştirir, şekillendirir, renklendirir ve idare eder. Tüm canlılara rızk veren O’dur.
50
Dirilten ve öldürendir. İnsanları hesaba çeken, şereflendiren, aşağılandıran, cezalandıran ve ödüllendirendir. O; Adil, sabırlı, esirgeyen, bağışlayan, seven, sevdiren, dost, yakın, yardımcı, cömert ve merhametlidir. O; en yücedir, Ulu’dur ve yüceliğin kaynağıdır. * Kuran-ı Kerim, 30 cüz ve 114 sûre hâlinde tasnif edilmiştir. Sûreler; vahiylerin geliş sırasına göre değil, uzunluklarına göre sıralanmıştır. Genellikle en uzun sûreler en başta (Fatiha Sûresi hariç), kısa olanlar sonlardadır. Kuran’daki ifadeler özdür ve son derece edebî bir özellik taşır. Güzel okunduğu zaman etkileyici dili ve manevî atmosferi sayesinde insanda ruhsal bir derinlik oluşturur. İsrailoğullarının tek Tanrı inancına geri dönmeleri 700 yıl kadar sürdüğü hâlde, Arapların tek Allah’a inanmalarının 23 yılda gerçekleşmesi, evrensel mesajlarla donanmış Kuran’ın insanın lisan kapasitesini çok aşan bir kelâmla ifade edilmiş olmasına bağlayan alimler vardır. Kuran’daki müşrik (Allah’a şirk/ortak koşan) kelimesi -halk arasında zannedildiği gibi- ateist/inançsız anlamı taşımamaktadır. Kuran’ın ana temalarından birisi olan Allah’a eşkoşma, en büyük günahlardan sayılmaktadır. Bu nedenle, Tevhid/tek Allah’ın varlığını kabullenmek ile ilgili ifadeler Kuran’da yüzlerce kez tekrarlanmaktadır. Dünya ve ahiret hayatlarını iyi yaşamak için izlenecek yol ve uyulacak kurallar, Kuran’ın bir diğer ana temasını oluşturur. Kuran’da; tüm insanların Allah’a, elçilerine ve Hz. Muhammed’e inanmaları, ibadet etmeleri, nefislerine hâkim olmaları, akıllarını kullanmaları, ilimle uğraşmaları, hoşgörülü olmaları, birbirlerini sevmeleri ve saymaları, adil, dürüst ve yardımsever olmaları ve ölüm sonrasına hazırlık yapmaları istenir. Kuran; ruh, cin, peri, melek, şeytan, cennet ve cehennem gibi olguların varlığına işaret eder ve hem maddeötesinin hem de ahiret hayatının varlığını anlatır.
51
* İslâmiyet’in ilk yıllarında, tek olan Allah’a teslim olmak (İslâm) ve Hz. Muhammed’in O’nun elçisi olduğunu kabullenmek (Kelime-i Şahadet getirmek) Müslüman olmak için yeterliydi. Fakat, Allah’a teslim olmak çok geniş bir kavramdı ve bu kavramın gelen vahiylerle açılımı 23 yıl sürmüştü. Bununla beraber, anlamları çok açık olmayan ayetler (müteşâbih), mecazi mânâlar da taşıdığı için Hz. Muhammed’in bizzat kendi açıklamaları (Hadis-i Şerifler) ile bütün kapalı anlamlar açık/muhkem hâle getirilmişti. Ayrıca, Hz. Muhammed pratikte İslâm’ın nasıl yaşanacağını (amel) kendi yaşantısı içinde göstermiş ve yaşatmıştı. Müslümanlar tek Tanrı’ya inanan hiç kimseyi kendi dinlerine zorlamamış ve kurdukları ilk büyük devlet içinde adalet, eşitlik, kardeşlik ve sosyal barış hâkim olmuştu. O nedenle bu çağa İslâm literatüründe Devr-i Saadet denir. Batılı kadınların 19’uncu yüzyıla kadar erişemediği boşanma ve miras gibi yasal haklara, Müslüman kadınlar o devirde kavuşmuş, onurlandırılmış ve sosyal statüleri yükseltilmişti. (Bak: Ahzâb sûresi, 35. ayet) İslamiyet’in emrettiği, yasakladığı ve tavsiye ettiği nosyonlar apaçık ortaya konmuş ve uygulanmıştı. * Fakat Devr-i Saadet’ten hemen sonra hatalar işlenmeye başlamış. İlk insanlardan o yana işlenen hataların çoğu tekerrür etmiş ve çok kolay anlaşılır bazı kavramlar bile karmaşa içine sürüklenmiş. Böylece, Allah anlayışı ve dinsel hükümler yeniden yorumlanmaya maruz bırakılmış. Bu durumun günümüzde de sık sık ortaya çıkması aslında kaçınılmaz bir süreçten kaynaklanmaktadır. İleride göreceğimiz gibi, evrenin ve eşyanın tabiatındaki dinamizmden ötürü hem madde hem mânâ dünyalarındaki yapıtaşları eskidikçe, yenilenmeleri gerekmektedir. Hem maddeden oluşan yıldızlar ve galaksiler, hem de kavramlardan oluşan
52
fikirler ve inançlar sürekli bir değişim-dönüşüm süreci içinde yenileniyor. İnanç dünyasındaki kavramların da yenilenmesi, hızı artan kültürel ve bilimsel evrime ayak uydurması için sürekli güncelleştirilmesi gerekiyor. Bu olguyu, çok yalın ve veciz bir ifadeyle, Mehmet Akif Ersoy şöyle dillendirmiş: Doğrudan doğruya Kuran’dan alıp ilhamı, Asrın idrakine söyletmeliyiz İslâm’ı.
MÜSLÜMANLARIN ALLAH’I Hz. Muhammed’in vefatından hemen sonra (632) politik bir tartışma ortamı doğdu. Tartışmanın konusu devlet başkanlığına (halifeliğe/vekilliğe) kimin seçileceği idi. Seçimi yapacakların birçoğu, Hz. Muhammed’in, halifeliği Ebu Bekr-i Sıddık’a bıraktığını kabul ediyordu. Ama bir kısmı da Peygamber’in bizzat kuzeni ve damadı olan Ali İbni Ebi Talib’in seçilmesini istiyordu; sonuç olarak, sırasıyla Ebu Bekir, Ömer İbni elHattab ve Osman İbni Affan ilk üç devlet başkanı oldular. Hz. Ali de 656 yılında dördüncü halife seçildi. Fakat aradan geçen 24 yıl içinde -çok belirgin olmasa da- politik bir ikileşme hissedilir hâle gelmişti. Hz. Ali’nin vefatından sonra yerine oğlu Hasan kısa bir süre vekil oldu. Sonra halifeliği uzun süre Şam valiliği yapmış olan Muâviye bin Ebu Sufyan’a bıraktı. Muâviye kurduğu Emevi Devleti’nin başkentini Şam’a taşıdı. Kısa bir zaman içinde devletin sınırlarını yeni fetihlerle genişletti. Hatta oğlu Yezid’i, Bizans’ı almak için büyük bir orduyla İstanbul’a kadar yolladı. Muaviye vefat ettiğinde (680) İslâmiyet Hindistan’dan Cezayir’e kadar yayılmıştı. Yerine oğlu Yezid halife oldu; fakat Hz. Ali’nin oğlu Hüseyin, Yezid’i halife olarak tanımadı ve tahtı ele geçirmek için beraberindeki taraftarlarıyla (Şia-i Ali) Mekke’den yola çıktı. Çok kararlıydı ve kimse kendisini vaz-
53
geçmesi için ikna edemedi. Bugünkü Irak’ta bulunan Kerbela denilen yerde Yezid’in ordusuyla Hüseyin ve taraftarları arasında küçük bir savaş oldu ve Hüseyin öldürüldü (680). Bu talihsiz olay, Sünnî ve Şiî Müslümanların ileride tamamen bölünmelerinin başlangıcı oldu.
MEZHEPLERİN DOĞUŞU Emeviler’in kurduğu ve başkenti Şam olan büyük imparatorluk 661 yılından 750 yılına kadar 14 Emevi Halifesi tarafından idare edildi. Daha sonra Halifelik, Emevi Devletini yıkan ve Hz. Muhammed’in amcası Abbas’ın sülalesinden gelen ailenin kurduğu Abbasî İmparatorluğu’na geçti. Başkent olarak Bağdat seçildi. Emeviler ve Abbasiler zamanında imparatorluğun genişlemesi; zenginlik, lüks, bilimsel çalışmalar ve yeni buluşlarla birlikte birçok yeni sorunu da beraberinde getirdi. Devlet başkanları ve bürokratların lüks yaşantıları ilk dört halifenin (Hulefâ-i Râşidin) örnek yaşamlarına ters düşüyor ve bilginler arasında huzursuzluk yaratıyordu. Elde edilen ganimetlerin ne şekilde kullanılması gerektiği tartışma konusuydu. İmparatorluk içindeki Yahudi ve Hıristiyanların inanç ve ibadet özgürlükleri sağlanmıştı; ama kanunî hakları üzerinde itirazlar vardı. Müslümanlığı tam anlamamış olanların ve yeni kabul edenlerin Kuran’ı ve Hadisleri yanlış yorumlamaları nedeniyle ortalıkta dilden dile dolaşan binlerce sahih olmayan/sahte hadis oluşmuştu. Peygamber’in sünnetleri her bölgedeki farklı uygulamalarla değiştiriliyordu. Politik bölünme yüzünden ortaya çıkmış olan ayrımcı gruplar, İslâm’ın temelini oluşturan kolonları tehlikeye sokacak yorumlar yapmaktaydılar. Düşüncelerini, ruhsal tecrübelerini dile getiren ve Kuran’ı nasıl anladıklarını açıklayan bilgili-bilgisiz pek çok kişi tarafından da -özellikle kader ve ibadet konularında- dile getirilen farklı görüşler gitgide çoğalıyordu;
54
sonuçta, gerçek ve hurafe birbirine karışıyor; yorum üzerine kurulmuş yorumlara dayanılarak ayet ve hadis tefsirleri yapılıyordu. Bu konularda devlet, öncelikle yeni bir şeriat yasası oluşturmak zorunda kalmıştı ve bu -yasa biraz gecikmeyle olsa dayapıldı. Kelâm ve Fıkıh/hukuk ilimleri üzerine yoğun çalışmalar başlatıldı. Bu araştırma ve çalışmalar sonucunda çok sayıda bilgin yetişti. Ama Kuran’ın ilme ve âlimlere verdiği büyük değer o kadar benimsenmişti ki âdeta her alimin arkasında birer mezhep ve tarikat kümeleşmesi oluşmaya başladı. Devrinin en büyük bilginlerinden olan Ebu Hanife Nu’man bin Sâbit (699-767), İmam-ı Azam (En Büyük İmam) lakabıyla anılmaya başlandı ve Hanefî Mezhebi’nin kurucusu oldu. İmam-ı Malik Ebu Abdullah’ın (713-795) hükümleri, Hicaz âlimlerinin yolu olarak adlandırıldı ve daha sonra Malikî Mezhebi’ne dönüştü. İmam-ı Şafiî Muhammed bin İdris bin Abbas’ın (767-820) içtihatları da Şafiî Mezhebi’ni doğurdu. İmam-ı Ahmed bin Hanbel’in (780-855) eserleri ve Mutezile ile olan tartışmaları Hanbelî denen bir grubun oluşmasını sağladı ve daha sonra Hanbelî Mezhebi’ni ortaya çıkardı.
MEZHEP İÇİ MEZHEPLER Bu 4 Sünnî bilgininin takipçileri genellikle pratik hayatla ilgili içtihatların takipçisi olmuşlardı. Fakat inanç/itikat üzerine yapılan yorumlar ayrı bir kategori oluşturuyordu. Zaman içinde İtikat Mezhepleri denen mezhep içi mezhepler de ortaya çıkmaya başlamıştı. Irak’ta, halifelik yerine kendi imamlık organizasyonunu kurmuş olan Şiîler ile Sünnîler arasındaki halifelik hakkı tartışmalarıyla başlayan politik bölünme inanç sahasına da sıçramıştı. Bu tür yorumları yapmayan kişilerden biri, imamlardan altıncısı ve Hz. Ali’nin torununun torunu olan İmam-ı Cafer es-
55
Sâdık (702-757?) -kaynakların büyük çoğunluğuna göre- bu ayırımlara katılmamış ve kendini tasavvufa, ilme ve öğretmenliğe adamıştı. Öğrencileri arasında İmam-ı Azam da vardı. O’nun talebeleri ve taraftarları da Caferî Mezhebi’ni kurmuşlardı. İmam-ı Cafer’in oğlu İmam İsmail yedinci imam olarak vefat ettikten sonra İsmailî diye bir mezhep oluşur ve bunlar ileride çok güçlenerek Kuzey Afrika’da Fatimiler Devleti’ni kurarlar. Yıllar böylece geçer ve 11. İmam Hasen bin Ali Askerî’nin (846-875) çocuğunun olup olmadığı tartışmaları 12 İmam felsefesine karşı gruplar tarafından başlatılır; fakat 12 İmamcılar bu tartışmayı o devirde kazanmış görünürler: Askerî’nin oğlu Muhammed el-Mehdi’nin özellikle gizlendiği, ileride geri geleceği ve insanlığa altın çağını yaşatacağı inancı yayılır. (12 İmamcılar, Şiîliğin önde giden temsilcisi olmuş ve bugünkü İran’ın resmî inancı hâline gelmiştir.) Bunlardan bazı radikal gruplar daha uçta görünen inanç sistemleri de geliştirirler. Halifelerin bu grupları dinin ve devletin düşmanı ilân etmesinden sonra, Şiîler radikal felsefelerini ve sosyal ilişkilerini kapalı kapılar ardında uzun yıllar devam ettirirler. Zaman içinde felsefe, bilim ve politikada güçlenen bu gruplar ortam müsait olunca ortaya çıkıp halifeyi açıkça eleştirmeye başlar ve devleti ele geçirmeye çalışırlar. Bu arada Şiîlerden etkilenen Mutezile (ayrılmışlar) adında bir mezhep daha oluşur ve şu görüşleri yayarlar. ‘Allah nefislerini kontrol etmeyenlere yardımcı olmaz. İnanç, moral değerler ve özgür irade insanların kendi sorumlulukları ve iradeleri içindedir. Allah, kendi oluşturduğumuz doğru ve yanlış kavramlarından sorumlu tutulamaz. Yanlışlıklar mükemmel olan Tanrı’nın işi olamaz. Aksi hâlde, Tanrı, insanları zorbalıkla idare eden bir halife durumuna düşürülmüş olur. Allah’ın en önemli özelliği Adil olmasıdır. Akla uygun olmayan hiçbir şey Tanrı’nın eseri değildir.’ *
56
Bu fikirler o zamanki muhafazakar görüşlerle çatıştığı için karşıt görüşler ortaya çıkmakta gecikmemiş: ‘Mutezile, Allah’ı rasyonel bir insan gibi görmeye başlamış. O’nu anladıklarını söylüyorlar. Anladıkları şey kendi cüz’i akıllarındaki tanrıdan başka bir şey değildir. Bu fikre inananlar Allah’a daha pek çok insanî sıfatlar bulacaklardır. İnsan kendi kaderine hâkimse; Allah’ın her yerde hazır ve nazır olması ne ifade ediyor olabilir ki?’ Bu fikir düellosunu sonuçta Mutezile kazanır. Halife Me’mun bin Harun (813-830 arası), Mutezile’nin görüşlerini resmî doktrine dönüştürmek istemiş. Buna muhafazakarlar şiddetle karşı çıkmış; fakat yıldırılmaları uzun sürmemiş ve türlü eziyetlerden sonra birçoğu susturulmuş. Bu yıldırma politikasından Ahmed bin Hanbel canını zor kurtarmış. Fakat kendisine işkence yapanları Allah’ın affetmesi için dualar etmiş ve ölümünden sonra bir İslâm kahramanı olarak anılmış.
ALLAH’IN “FİZİKİ YAPISI” Bir kuşak sonra Ebu el-Hasan İbni İsmail el-Eş’ari (878941) bir orta yol bulmuş. ‘Sorunların çözümünü ve soruların yanıtlarını aklı ve mantığı kullanarak bulabiliriz’ görüşü ile yola çıkan Eş’ari, Allah’ın aklın ötesinde bir kavram olduğunu mantıklı izahları ile kabul ettirmiş: ‘Bilgi, kudret ve hayat vardır ve sonsuzda da vardı. Ama bunlar Tanrı’nın kendisi değildir. Allah; tektir, eşsizdir ve ruh gibidir. Karmaşık da değildir, sadedir. O’nu parçalarına ayırıp analiz edemeyiz. Ve Tanrı’nın özellikleri uluorta tartışma konusu yapmamalıyız. Kuran ne diyorsa mantığımıza yatmasa bile kabul etmeliyiz” diyerek ortalığı bir müddet yatıştırmış. Taraftarları sonradan Eş’arîyye Mezhebi’ni kurmuşlar ve Kuran’ın sembolik ve mecazi anlamlar içinde anlaşılmasında ısrar etmişler. Ama sükunet uzun sürmemiş... Hişam İbni Hakim bin Hakem, bu tür bir Allah ve ruh analojisini beğenmemişti:
57
‘Cennet halkının Allah’ın cemalini göreceği Kuran’da yazılı. Öyleyse, Allah’ın bir fiziksel yapısı da olması gerekir. Allah’ın vücudu elbette vardır. O Yüce ve Ulu’dur. Eni, boyu ve yüksekliği vardır; ama her yönü aynıdır. Her tarafından Nur saçan büyük ve yuvarlak bir inci gibidir. O Nur; renkleri görür, tatları alır, kokuları duyar, sesleri işitir ve sımsıkı sardığı her şeyi dokunarak hisseder’ diye vaazlar vermesi çok kimsenin bu benzetmeyi de reddetmesine sebep olmuş; fakat kendisine inananlar Hişamîyye mezhebini kurmaktan geri kalmamışlar. * Yine bu devirde felsefe, tercüme ve fen dalında ün yapmış olan Yakup ibni İshak el-Kindi (796?-870) Kuran’a rasyonel bir yaklaşım getirmiş, tabiata eğilerek herkesi etkileyecek buluşlar yapmış ve şöyle demiş: ‘Hakikat tektir, feylesofun görevi bu gerçeği açığa kavuşturmaktır. Bilgi ve gerçeğe giden ipuçları nereden gelirse gelsin hemen sahiplenilmelidir. Gerçeğin kendisinden sonra en değerli şey gerçeği arayıştır. Gerçeğe ulaşan mutlaka ihya olur. Gerçek sadece Kuran, Hadis ve Kelâm’da aranmamalı; dünyadaki maddî deliller de, akıl da, duyular da kullanılarak, hakikate ulaşılmaya çalışılmalıdır. Her şeyin bir nedeni vardır ve tümü Allah’ın isteğinden kaynaklanır.’ El-Kindi ‘her şey yoktan var edilmiştir’ prensibini savunduğu için daha sonra bir filozof olarak kabul edilmeyecek; fakat gelecekteki bilginlere ve sûfîlere ışık tutacaktır. * Bu ışıktan yararlanan ve devrinin tüm ilimlerinde otorite sayılacak kadar kendini geliştirmiş olan Ebu Bekir Muhammed ibni Zekeriyya er-Razi (864-930) daha farklı bir görüş savunmuş: ‘Son 300 yıldır ortaya konan görüşlere bakarak felsefe yapmak doğru değildir. Filozof kendi iradesini, mantığını ve sezgilerini kullanarak rasyonel bir sonuca ulaşmadıkça, etki
58
altında kalmış kanaatler oluşturmaktan kurtulamaz. Hakikat, böylesine izafî bir yolla araştırılamaz. Madde, zaman ve hareket; birbirine bağlı izafî şeylerdir. Zaman ve cisim hareketle, hareket ise cisimle vardır. Her şey hareket sayesinde değişir. Buna madde, cisim ve zaman da dâhildir. Allah ebed ve ezeldir ve değişmez. O hâlde madde; Allah’ın ruha benzer yapısından oluşmuş olamaz.’ Fakat, Razi’ye hemşehrisi olan bir başka Razi tam katılmamıştı: ‘Peki felsefe yapamayan zavallı insanlar ne olacak? Öyleyse, bunlar yanlışlıklar içinde yüzmekten kurtulamayacaklardır! Bu Allah’ın Adil sıfatı ile bağdaşmamaktadır. Allah’ı ve İlahi Gerçek’i bulma yeteneği herkese verilmiştir.’
ÇİFTE KADER ANLAYIŞI Sünnî imamlardan İmam-ı Mâtüridi Ebu Mansur’un (852944) içtihatları; insanın özgür iradesi diye bir şey olduğunu rasyonel yaklaşımlarla kanıtlamaya çalışan Mutezile ile bunlara karşı çıkan Eşarîlerin orta yolunu bulmuştu. İmam-ı Mâtüridî yazdığı eserlerde kendine özgü ispat yöntemleri ve mantıklı yorumlarla yeni bir yaklaşım ortaya koymuş ve amelde Hanefî olan birçok Müslümanın inançta Mâtüridî olmaları devrini ve Mâtürîdiyye mezhebini başlatmıştı: ‘İnsanlar kendilerine yeni bir din tebliğ edilmemiş olsa bile Allah’ı bulurlar. Çünkü o inanç hem fıtratlarında vardır ve hem de kendi akılları ile bulabilecekleri kadar kolay elde edilir. Her insanda iyiyi ve kötüyü ayırt etme yeteneği mevcuttur. İnsan kendi muallak/belirsiz kaderini tayin ederken, sahip olduğu özgür iradesi ile hareket eder. Yaptıklarından sorumlu tutuluşu da bu yüzdendir. İşlediği günahlar büyük günahlar olsa bile imandan çıkmış sayılmaz. Bunların ya cezasını çeker veya Gafur olan Allah’ın affına uğrar.
59
İman; dil ile ikrar, kalp ile tasdiktir. Özürlü ve engelli olmadığı hâlde dil ile iman ettiğini söylemeyen kimse mümin olamaz. Amel, imana dahledilemez. İman bir bütündür: Artmaz, eksilmez ve tereddüt götürmez; kulun Allah’a verdiği inanç sözüdür ve istisna kabul etmez. Amelleri yanlış olsa bile iman edenlere kâfir denilemez. İnsanoğluna Cüz’i İrade’nin verilişi boşuna değildir. Kader ve Kazâ Levh-i Mahfuz’a yazılmıştır; fakat bu yazı kulların o yazıya uyması için değil; Allah’ın gelecekte olacakları da bildiğinin bir kanıtı olarak yazılmıştır. Allah’ın gelecekte neler olacağını bilmesi özgür iradeye karıştığı anlamına gelmez. Çünkü O zaten her şeyi bilir.’ İmam-ı Mâtüridî, bu yorumları ile, Kader’in tecelli etmesinden başka bir inanca yol vermeyen, insanı bir robot gibi gören ve günahı-sevabı reddeden, Cebrîyyeci (Abessiyun) bilinen mezheplerin takipçilerine de inandırıcı yanıtlar vermiş oluyordu. Kader konusundaki yorumlar ortaya iki önemli kavram çıkarmıştı: - Kader-i Mutlak, - Kader-i Muallak. Mutlak Kader; Allah’ın o en özgür iradesinin tecellisidir. Yarattığı Maddî ve Manevî Evrenler’in koyduğu kanunlar çerçevesinde düzgünce işlemesi için mutlaka olmasını istediği şeylerdir, yani Külli İrade’nin aktivitelerinin ismidir. (Meselâ, Maddî evrene -Büyük Patlama’dan Büyük Sıkışma’ya kadar20 milyar yıl ömür biçmişse, bunu kendisinden başka kimse değiştiremez ve bu süreç mutlaka gerçekleşir.) Muallak Kader; canlı-cansız tüm varlıkların kendilerinin izlediği yoldur. Kurulan bu mükemmel evrensel sistem içinde yaşarken kullandıkları özgürlüğün adıdır. Yaratıkların kendi iradelerini kullanarak gerçekleştirdikleri tasarruflardır. Yani, Cüz’i (az/limitli) İrade’nin özgürce çizdiği yoldur.
60
Allah her şeyi bildiği için bu yolun nasıl gerçekleşeceğini de bilir; fakat -Adil sıfatı gereği- müdahalede bulunmaz. Cüz’i İrade’nin nasıl tecelli edeceğini bilmesi; müdahale ettiği anlamına gelmez. Bu anlaşılması kolay olmayan bir paradoks gibi görülebilir; fakat ne bir paradokstur, ne de çelişki. Aşağıdaki örnek, bu konuyu kolayca açıklamaya yetecektir: İstanbul-İzmir arasındaki karayolunu ele alalım. Bu yolun yaklaşık yarı mesafesinde ünlü Susurluk kasabası yer alır. Bir kamyon İstanbul’a gitmek için İzmir sebze halinden, sabah saat 11’de yola çıkmış olsun. Aynı saatte, İstanbul Esenler otogarından bir yolcu otobüsü İzmir’e gitmek üzere hareket etsin. Şimdi de Bursa Uludağ Üniversitesi’nde devasa bilimsel araştırmalar yapan, bilimde son derece ileri bir düzeyi yakalamış ve neredeyse her şeyi bilen bir profesörü düşünelim... Bu bilim adamı öylesine ileri bir teknolojiye ve bilgi birikimine sahiptir ki; uzaydaki uydusu, teleskopları ve uzaktan kumandalı binlerce güçlü kamerası sayesinde Marmara ve Ege bölgelerindeki canlı-cansız her şeyin hareketlerini yakından gözetleyebilmekte; hatta geniş imkânları elverdiği için insanların düşüncelerini dahi okuyabilmektedir. Bir araştırma esnasında bu otobüs ve kamyonun yola çıkışlarını yakalayan profesörümüz, her olasılığı düşünür ve bunların nerede karşılaşacaklarını hesaplar. Bilgisayarında Susurluk haritası görünür, ayıca bu iki aracın keskin dönemeçlerden birinde karşılaşacakları ortaya çıkar. Yine yüksek ilmi sayesinde, şoförlerin kaç dakikada bir esnediklerini ve gözlerini yumduklarını hesaplayıp, yol, hava ve trafik koşullarını inceler ve bu iki aracın o dönemeçte çarpışacaklarına kesin kanaat getirir. Profesörümüzün özgüveni tamdır... Hemen tüm televizyon kanallarını arar, bu tahmininin mutlaka gerçekleşeceğini, bunu önceden yayınlamanın büyük reyting getireceğini ve bu kazanın olmaması hâlinde tüm zararları karşılayacağını garanti eder. Helikopter sahibi bütün kanallar hemen Susurluk’a uçarlar ve plakaları da belli olan bu iki aracı o virajda beklemeye ko-
61
yulurlar. Durumdan jandarma da haberdar edilir ve herkes pusuya yatıp olay ânını beklemeye başlar. Söylenen saatte ve yerde ânîden o iki araç görünür, kaşla göz arasında burun buruna çarpışırlar! Kazaya herkes şahit olur, kameraların tümü o ânı görüntüler. Neyse ki ölen olmaz, sadece şoförler ve birkaç yolcu hafif yaralanır. Şoku atlatan sürücüler neler olup bittiğini çabuk anlarlar ve Susurluk Jandarma Karakolu’na gitmeyi reddederler. Çünkü bu kazanın, ellerinde olmayan bir sebepten dolayı, mutlaka olacağının zaten bilindiğini, kendilerinde bir suç olmadığını iddia ederler. Ama güvenlik güçleri kararlıdırlar ve sorunun mahkemede halledilmesi gerektiğini söylerler. O gece televizyon haberlerini izleyen herkes olaydan haberdar olur ve merakla ertesi günkü mahkemenin sonucunu beklemeye başlar. Olay tüm dünyada duyulmuş, bütün habercilerin dikkatini üzerinde toplamıştır. Sabah erken başlayan duruşma yerli-yabancı yüzlerce kanal tarafından, özel bir izinle naklen yayınlanır. Savcı, sürücüler hakkında dikkatsiz araç kullanma ve kamuya zarar verme suçu işledikleri için hapis cezası talep eder. Savcının tanıklarından biri, ânîden şöhrete kavuşan profesörümüzdür. Sürücülerin avukatları ortak bir savunma yaparlar: ‘Müvekkillerimiz araçlarını ne kadar dikkatli kullanmış olurlarsa olsunlar, bu kazanın olacağı önceden belliymiş. Ellerinden gelen tüm gayreti göstermelerine rağmen olay yine de cereyan etmiştir. Kesinlikle suçsuzdurlar, beraatlarını talep ediyoruz.’ Mahkeme uzun sürmez, karar ilk celsede açıklanır: ‘Her ne kadar önceden bilinse bile, kazaya dışarıdan bir müdahalede bulunulmadığından ve çarpışma, araçları kullanan sanıklar tarafından gerçekleştirilmiş olduğundan suçları sabit görülmüştür.’ Bu hayalî örnek, özgür iradenin kader içindeki yerini açıklamaya yetmektedir. Alim sıfatına sahip Allah, her şeyi -bu
62
bilim adamının bilgisiyle kıyas götürmeyecek en üst düzeydebilir; fakat kendi verdiği özgür iradeye elbette müdahale etmez. Direksiyon bizim elimizdedir ve doğru veya eğri yolu kendimiz seçeriz. Mâtüridî’nin tespit ettiği gibi, sorumluluk ve cüzi irade bize, takdir O’na aittir.
HADİS ENFLASYONU Peygamberin vefatından 250 yıl sonra, ortalık yalan-yanlış hadislerle dolup taşmıştı. Okur-yazar insanların azlığı yüzünden dine, imana ve mezheplere dair söylenen sözler dilden kulağa aktarıldığı için sürekli değişerek ve bozularak naklediliyordu. Bunun yanında karşıt din ve mezhep mensupları da uydurma hadislerle kafaları karıştırma hesapları yapıyorlardı. 9’uncu yüzyılda, Hadisler konusunda da -özellikle iki önemli şahsiyetin özel çabaları sayesinde- önemli bir mesafe alındı. Önce, Buhari (Muhammed ibni İsmail el-Buhari: 810-870) uzun yıllar seyahat ederek -çok sayıda kaynağa göre- 600 bin kadar hadis topladı ve bunların içinden Kuran’a ters düşmeyen 7275 tanesini titizlikle seçerek yazdı. Daha sonra Buhari’den de yararlanan ve kendisi de dolaşarak hadis toplayan Müslim (ibni el-Haccac el-Küşeyri: 821875) 300 bin hadis arasından 4 bin kadarını yazıya döktü. Böylece otantik olma ihtimali en yüksek hadisler kayıtlara geçmiş oldu. (Bu kişisel çalışmalar Buhari’den daha önce de yapılmıştı ve daha sonrasında çağımıza kadar da devam edecektir.) Mezhepler çoğaldıkça Fıkıh, Kelâm ve Hadis bilginlerinin işleri zorlaşıyor, imamlar ve feylesoflar yeni yorumlar getirdikçe karşıt görüşler kaçınılmaz oluyordu. 11’inci yüzyıla girmeden önce, Kelâm iyice geliştirilmiş ve bir metodolojisi oluşturulmuştu. Akılla iman ve bilimle din arasında hiçbir çelişki olmadığı konsensüsü sağlanmıştı.
63
TASAVVUF Mezheplerin yanı sıra, sayıları giderek artan farklı faklı tarikatlar ve tekkeler de ortaya çıkıyordu. Özellikle Tasavvuf, sayıları gittikçe çoğalan sûfîler arasında hızla yayılıyordu. Aslında ruh, irade ve varlık birliği anlamına gelen Tasavvuf; nefisle mücadele ederek, kalbi dünya heveslerinden temizleyip Allah sevgisiyle doldurmak ve yüksek bir manevî olgunluğa eriştikten sonra İlâhî Gerçek’le buluşmak biçiminde algılanıyordu. Böyle bir tarikata ait olanlara mertebelerine göre evliya, pir, şeyh, mutasavvıf, sûfî, sofu, derviş, ermiş, eren, tarikat ehli veya -Batı dillerinden çeviriyle- mistik denilmiştir. [İngilizce’deki mystic (mistik), mysticism (tasavvuf) ve myth (efsane) sözcükleri Eski Yunanca bir kelime olan ‘musterion’ fiilinden gelir. Bu sözcük ağzı veya gözü kapatmak anlamında kullanılmıştır. Özgün mânâsı; dünyaya bakmadan, sessizce iç dünyaya, kalbe veya ruha bakmaktır.] Bir dilde belirli bir kavrama bir isim verilmişse; bu kavramın ifade ettiği hakikat, o dili kullananların oluşturduğu kültür iklimi içinde var olan bir olgudur. Bu da göstermektedir ki çoktanrılı inançların hüküm sürdüğü toplumlarda bile Tanrı’yı ruhsal derinliklerde arayan mistikler çıkmıştır. Örneğin, Plâton bunlardan biri olarak kabul edilir. Daha önce sözü edilen Haham Akiva, İşmael ve Yohannan’ın da birer Musevî eren olduklarına inanılır. Ayrıca, Buda’yı peygamber ya da tanrı olarak görmeyenler, onu bir mistik olarak tanırlar. Hıristiyan erenlerden de Kapadokyalılar, St. Augustine ve Papa Büyük Gregory (540-604) 12’nci yüzyıla kadar en çok değer verilen mistikler olmuşlardır. Fakat mistisizm herkesin kolayca anlayacağı veya doğru yorumlayacağı bir olgu olmadığı için genellikle gözden uzak mekânlarda ve ‘daha derinlerde yüzmek isteyen Tanrı âşıkları’ tarafından yaşanırmış. Tasavvuf özel bir ruhsal yetenek istediği için de herkes bu tarikatlara katılamazmış.
64
M.S. 450 yıllarında yazıldığı sanılan ve Musevî bir mistik şaire ait olan Ululuğun Ölçüleri (Şiur Koma) isimli şiirde âşık, maşukunu söyle dile getirir: Aşkımın taze Nur yüzü, Onbinlercesinden fark edilir. Kafası altındır, saf altın. Örgülü saçları palmiye yaprakları gibi... Ama siyah mı siyah. Zifiri... Gözleri süt dolu havuzda arınmış beyaz güvercin gözü. Elma yanaklarından bin bir baharat, zambak dudaklarından eşsiz kokular fışkırır. Elleri yusyuvarlak, som altından, Tarşiş mücevherleri ile bezenmiş. Göbeği yakutla süslenmiş fildişi. Ayakları en kıymetli mermerden kolonlar gibi... Tamamen sembolik bir anlatım taşıyan bu şiir yanlış anlaşılma potansiyeli taşıdığı için yüzyıllarca gizlenmiş. Fakat bu şiire ulaşan sade bir dindar da Tanrı’yı aşağıdaki gibi hayal etmeye başlamış: ‘Tanrı; her parmağı kâinatın bir ucundan diğer ucuna kadar uzanan 180 milyon parmaklı bir varlıktır.’ * İslam tasavvufunun Hz. Muhammed’in sağlığında başladığı yaygın bir kanaattir. O devirde sofular, yünden örülmüş geniş cübbeler giyerler ve kolayca tanınırlarmış. (Sofu sözcüğü, Ankara keçisinin yumuşak ve çok değerli yününden, Sof’tan yapılmış giysileri giyen herkese verilen isimken, daha sonraları pamuklu ve ipek giysiler rağbet bulmuş ve fakat dervişler Sof’tan yapılmış cübbeler giyme geleneğini sürdürdükleri için isimleri Sofi kalmıştır. İngilizce’deki yumuşak anlamına gelen ‘soft’ ve mistik anlamına gelen Sufi kelimelerinin kökü de Sof’tan gelir.)
65
Tasavvuf, Allah’a yönelişi başlıca üç aşamada gerçekleştirmeye çalışan bir inançtır: a- Vahdet-i Şühut b- Vahdet-i Kusut c- Vahdet-i Vücut. Sofu, kendini önce tanrısal bir ruh hâline sokmaya çalışır; sonra kendi iradesiyle Tanrı’nın iradesini birleştirmeye uğraşır; son aşamada ise kendi varlığını Tanrı’nın varlığına katar ve hem ruhu, hem bedeni ve hem de tüm varlığı ile Tek’liğe terfi etmiş olur: Böylece Tanrı’nın yeryüzündeki fizikî varlığının temsilcisi olduğuna inanır! Bunlardan, Hasan-ı Basri olarak bilinen Ebi-Hasan Yesâr el-Basri’nin (641-728), Fenâ F’illah mertebesine kadar (kendi nefsini İlâhî Hakikat içinde eritmek ve ölmeden önce ölmek) ulaştığı kabul edilir. Mutasavvıfların ilk pirlerindendir ve annesinin Hz. Muhammed’in eşi Ümmü Seleme’nin câriyesi olduğu kayıtlıdır. * Halk arasında Veysel Karani olarak anılan tasavvuf büyüğünün asıl adının Üveys olduğu rivayet edilir. Yemenli olduğu ve Hz. Muhammed zamanında Müslümanlığı kabullendiği; fakat O’nu görmediği kayıtlıdır. Hz. Ali devrinde Haricîlerin ortaya çıkmalarına sebep olan Sıffin Savaşı’nda, Hz. Ali’nin saflarında savaştığı söylenir. O’nu mürşit olarak kabullenenlere Üveysî denmiş; ama daha sonra Üveysîlik sıfatı dört farklı zümre için kullanılmaya başlanmış; - Hz. Peygamber’in ruhaniyetinden feyiz alanlar, - Veysel Karani’nin yolunda yetişenler, - Bir şeyhin ruhaniyetinden feyiz alanlar, - Hızır-İlyas tarafından irşat edilenler (Hakikat yolu gösterilenler). * 700’lü yıllarda, Rabia-i Advîyye isimli bir bayan dervişe de rastlıyoruz: ‘Yâ Rabbi, iki şeye çok aşığım;
66
Biri sen, Diğeri seni bencilce ve pervasızca seven kalbim.’ * Alevî (Şia-i Ali) tasavvufçuların barınağı olmuş mezheplerden biri de ‘gizli ilimler’i tahsil eden Bâtınîlik idi. Onlara göre; her Kuran ayetinin hemen anlaşılan bir dış anlamı (zâhir) olduğu gibi anlaşılmayan gizli mânâları (bâtın) da vardı. (Bu konuda son derece geniş spekülasyonlar olduğu için okuyucuların kendi tercihlerini kullanarak sağlam kaynaklara başvurmaları önerilir.) * 12 İmam silsilesinin altıncısı olan İmam-ı Cafer es-Sadık (702-765) da tasavvufta yükselmiş ve çok sayıda talebe yetiştirmiştir. İmam-ı Cafer’in bölünmeye karşı olduğu ve herkesi kucaklayarak hümanist bir yaklaşımla mezhepler üstü bir çizgi izlediği pek çok araştırmacının ortak görüşüdür. * Hallac-ı Mansur (el-Hüseyin bin Mansur el-Beyzavi: 858922) açıktan açığa ‘Ene’l-Hakk’ (Ben O’yum) diye bağıran ve ruh hâleti anlaşılmadığı için Hallac ül-Esrar diye bilinen bir mistiktir. Hallac -çoğu mutasavvıf tarafından- sırları açığa vurmak ve Allah’ı kalbe yerleşmiş maddî bir varlık gibi algılamak suçlarından dolayı dışlanmıştır. ‘Ta Sin ül-Ezel’ ve ‘Miraç’ adlı eserlerinde şeytan hakkında yanlış inançlar yayması ile suçlanarak yakalanmış ve idam sehpasında organları parça parça kesilerek öldürülmüş. Sonra toprağı kirletmesin diye parçalarının yakıldığı ve küllerinin Dicle nehrine atıldığı rivayetleri vardır.
Hallac, Vahdet-üş-Şuhûd (görünen Tek’liğin birliği) tezi ile ünlüdür ve Vahdet-ül-Vucûd (Tekvücut birliği) mistiklerinden ayrılır. Hallac’a göre, kalbe yerleşen Tanrı’yı, sûfî kendisinden ayrı görmemelidir. Bu, Tanrı’ya şahit olmaktır ve yüz yüze bir beraberliktir: Ben O’yum. O’nu seven. O benim. O’na âşık.
67
Biz aynı bedende iki ruhuz. O beni görür. Ben O’nu. O’nu gören ikimizi görür. Hallac’ın öğretileri daha sonraki yüzyıllarda dergâhlarda okutulmuş ve şu özdeyişi dillerden düşürülmemiştir; ‘Nefsi yapması gereken bir şeyle meşgul et. Yoksa o seni yapılmaması gereken şeylerle meşgul eder.’ * Nefisle mücadelede (cihad) aşırıya kaçmakla suçlanan bir başka mistik de Bayezid-i Bistami (803-874?) olmuş. Sekr (manevî sarhoşluk) hâlindeyken söyledikleri yüzünden başı belâya girmiş: Bir denize vardım ki, Peygamberler kıyısında durdu. Cehennem ne ki, Görsem eteğimle söndürüveririm. Son derece sevecen ve özverili bir yapısı olduğu anlaşılan Bayezid-i Bistami’nin Allah’a ağlayarak yakarışı şöyledir: ‘Ya Rabbim! Vücudumu Cehennem’e koy ve o kadar büyüt ki her yerini doldurayım da kimseye yanacak yer kalmasın!’ * Müslümanlığı kabullendikten sonra bilim ve felsefede belirli bir düzeye çıkmış olan Türklerden de 10’uncu yüzyılda tasavvufa katkılar gelmeye başlar. Türkistan doğumlu Ebu Nasır el-Farabi (870-950?) felsefe, fen, tıp ve müzik alanlarında üstün eserler oluşturmuş ve ününü dünyaya yaymıştı. İslâm ulemasının o zaman pek sıcak bakmadığı Farabi’nin bazı düşünceleri şöyleydi: ‘Eflâtun, toplumun halkın düzeyine inebilen filozoflar tarafından yönetilmesini önermişti. İşte Hz. Muhammed böyle bir peygamber ve devlet adamıydı. Ümmetine İslam’ı açık bir dille
68
ve güzel örneklerle anlatmasını bilmişti. O nedenle de ideal bir toplum oluşmuştu. Maddî dünya ile ruhsal dünyanın değişimleri farklıdır. Madde değişerek eskir ve ölüme yaklaşır. Ruh ise; bedenden sonra doğar, yüksek mertebelere ulaşmak için giderek olgunlaşır ve İlahi Gerçek’e yükselinceye kadar bu zahmetli ve zor yolculuğa devam eder. Tanrı olması ve bilmesi gerekenleri bilir. Bilinmesinde fayda olmayan detaylarla uğraşmaz.’ Farabi’den sonra İslam’ın dört farklı pencereden görüldüğü iyice somutlaşır: Sünnî inanç, Şiî inanç, mistik inanç ve felsefî inanç. * Sünnî halifeliğe karşın Şiî halifeliği benimsemiş olan İsmailîler, Kuzey Afrika’da kurmuş oldukları Fatimiler Devleti’nin başkentini Tunus’tan Kahire’ye taşırlar (973) ve ünlü el-Azhar Camii’ni inşa ederler. 7 İmamcılar olarak da bilinen İsmailîler’den bazıları filozofların akla aşırı değer vermelerini beğenmezler ve İran Zerdüştlüğü’nden de esinlenerek gökteki katları yeniden pay ederler. Peygamberlik katının en üstüne Hz. Muhammed’i ve O’nun hemen altına Hz. Ali’yi yerleştirirler. Diğer alt tabakaları da imamlara tahsis ederler. Yere en yakın kat, Hz. Muhammed’in kızı ve Hz. Ali’nin eşi Hz. Fatima’ya verilir. Böylece Hz. Fatima ‘İslam’ın anası’ kabul edilir. [O insanlar bu tasnifle, Grek Felsefesi’ndeki İlâhî Erdem’in sembolleştirilmiş hâli olan Sofia’yı (Aya Sofya/St. Sofia) yeniden canlandırdıklarının belki de farkında değillerdi.] * İsmailî düşünürlerden Ebu Yakub el-Sicistani (ölümü: 971) şöyle bir teklif getirir: ‘Allah’ı anlatırken ve ayetleri açıklarken yaşadığımız lisan yetersizliği bizleri yanlış yönlendirmektedir. Bu nedenle Allah’tan söz ederken, olumsuz kiplerin kullanılması gerekir. Allah vardır yerine; Allah yok değildir, Allah Adil’dir yerine;
69
Allah Adil değil değildir dersek bu dil eksikliğinin farkına varmış oluruz. Böylece Allah’ı sözle ifade etmekten kaçınır ve zamanla O’nu sessizce anlamaya ve ruhlarımızda hissetmeye başlarız.’ İsmailîlerden etkilenmiş bir başka grup da Basra’da oluşmuştu. Kendilerine İhvân-üs-Sefâ (Saf Kardeşler) adını koymuş olan bu grup, politik olarak aktifti ve fen bilgilerinde büyük birikim sahibiydi. Dini, hurafelerden temizlemek için yola çıkmışlardı. Bazı görüşleri şöyleydi: ‘Kendini bilen Rabbini bilir. Ruhunu yüceltirken, kendi aklını da tanı ve yücelt. Bilime yüz çevirme. Kitaba kaş çatma. Hiçbir şeye körü körüne inanma. Fen, Astroloji ve Matematik öğren. Her rakamın bir gizli/bâtınî anlamı vardır. Bunları, bulanlardan tahsil et. Aklı kirli ve bâtıl düşüncelerden arındırmadıkça, ruh o tertemiz İlâhî İrade’ye kavuşamaz.’ * İslamiyet’in başlangıcından 390 yıl sonra, Miladi takvimler birinci binyılın (milenyum) bittiğini gösteriyordu. Son 400 yılda, dünyada İslâm’ın lehine büyük değişiklikler olmuştu. Ve gelecek 300 yıl içinde Müslümanların başarıları tüm hızıyla sürmeye devam edecekti. Fakat bu hızın önünü iki önemli gelişme kesecekti: Avrupa’da Rönesans hareketinin başlaması ve bazı İslâm alimlerinin içtihat kapısının kapanması gerektiğine inanmaları. Her nedense, Hz. Ömer’in şu sözü üzerine içtihat etmek kimsenin aklına gelmemişti: ‘Dört şey geri gelmez: Söylenen söz, atılan ok, geçen zaman ve kaçırılan fırsat.’
BİN YIL ÖNCEKİ TANRILAR İBNİ SİNA’NIN TANRISI
70
11’inci yüzyılda Müslüman düşünürlerin oluşturduğu felsefe ilmi, Ebu Ali ibni Sina (980-1037) ile zirveye çıkmıştı. Batı’da ‘Avicenna’ olarak bilinen ibni Sina üstün bir bilim adamı ve hekimdi. Evrensel kültüre katkısı oldukça fazla olan Sina, çağındaki dar bakış açılarının çok üstüne çıkarak felsefeyi mezhepler üstü ve tüm insanlığa hitap edecek bir düzeye çıkarmıştı. O zamana kadar düşünülmüş, yazılmış ve söylenmiş her görüşü titiz bir seçicilikle harmanlayarak yepyeni bakış açıları oluşturmuştu: ‘Beynimiz karmaşık ve belirgin olmayan şeyleri algılamada zorlanıyor. O nedenle, daha kolay anlamak için her şeyi parçalarına ayırıp, basitleştirerek zihnimize yerleştirmeye uğraşıyoruz. Sözgelimi, bir ağacın nasıl bir şey olduğunu anlamak istediğimizde onu kök, gövde, dal, yaprak, çiçek vbg. daha basit kısımlara bölüyoruz. Bu analizlerde o kadar ileri gitmişiz ki, ‘bölünemeyen’ atoma kadar ulaşmışız. Bu, şu anlama gelir: Beynimiz için, bir şeyi oluşturan parçalar o şeyin bütününden daha önemlidir. Bunun sebebi ve hikmeti; varlığı eşsiz bir tarzda saf ve yalın olan bir Yaratıcı varlığın ilminden kaynaklanmaktadır. Kâinatta her şeyin özü sade ve saftır. Kargaşa ve belirsizlik, sadelik bozulduğu zaman ortaya çıkmaktadır. Ama sebepsiz hiçbir şey yoktur ve bunun da bir sebebi vardır. Kâinattaki tüm değişimleri ilk başlatan sebebin Allah’tan (Prime Mover) başka bir şey olabileceğini düşünemeyiz. Olayların sebeplerini bulabiliriz; fakat Allah’ın kendi varoluş sebebini bulamayız. Çünkü bu, o kadar sade, o kadar saf, tek ve ilk’tir ki; artık parçalarına bölünemez ve daha iyi anlaşılamaz. O’nun varlığı gördüğümüz şeylerle mukayese edilemez; çünkü eşi ve benzeri yoktur. Evren rasyonel bir yapıya sahiptir. Bu zekâ, en küçük varlıktan en büyüğüne kadar hepsinde görülür; öyleyse, Külli bir İrade vardır. Bu İrade’nin var olmadığını farz etmek, rasyonelliği ve aklı reddetmek demektir.
71
Allah’ın İlmi’ni anlayabiliriz; ama kendisini anlayamayız. O, o kadar büyüktür ki bizim Cüz’i İrade’mize sığmaz. Allah’ın Külli İradesi her türlü övgüye, hayranlığa ve tapmaya değerdir.’ İbni Sina bu kadarcık açıklamayla yetinecek bir düşünür değildi: ‘Allah katından yere ininceye kadar, 10 farklı boyuttaki gökkürede Saf Nur’dan yaratılmış melekler/zeki ruhlar sıralanmışlardır. Meleklerin hayal güçleri çok yüksektir ve hatta kendileri hayal gibidirler. Bu 9 kat ruhsal âlemin yardımı ve hayal gücü sayesinde -zekâsı sayesinde değil- insanlar Allah’la temasa geçerler. Bu katlardan yere en yakın olanında Allah’ın Habercisi Cebrail bulunur. Cebrail, Nur ve İlâhî Bilgi kaynağıdır. İnsan ruhunun 2 tür zekâsı vardır; pratik zekâ ve sezgisel zekâ. Pratik zekâ dünya işleriyle uğraşır. Sezgisel zekâ Cebrail ile temas hâlinde olan zekâdır. Peygamberlere vahiyler bu yolla gönderilmiştir. Bu temas pek çok insanın ruhunda az da olsa gerçekleşir ve ilham olarak (hiss-i kabl-el-vuku) ortaya çıkar. ‘Ene’l-Hakk’ diyebilen mutasavvıflar göstermiştir ki pratik zekâ ve mantık kullanmadan, sezgiyle Allah’a yaklaşılabilir. Yüce Allah Katı ile insan seviyesi arasındaki katları aşarak yücelmeyi en mükemmel şekilde başarmış insan, Hz. Muhammed olmuştur. Bu yüzden; Allah, Cebrail aracılığı ile kendi ilmini en mükemmel şekilde peygamberine ifşa etmiştir.’ İbni Sina daha sonraları mistik bir çizgi izlemiş ve ‘Kitab el-Aşerat’ında, O’na sadece akıl ve mantıkla yaklaşanları eleştirmiştir. ‘El-Hikmet el- Maşrikîyye’ (Şark Felsefesi) isimli eserinde de felsefenin olgunlaşmasında önemli katkılarda bulunmuştur. İbni Sina’nın ilginç fikirleri ve enteresan tecrübeleri de vardır. Bunlardan biri, kendini Hızır’ın müridi olarak görmesidir.
HIZIR
72
Hızır’ın kim veya ne olduğunu anlamak; inanç âleminin, tasavvufun ve tarikatların kuruluş sebeplerini daha yakından tanımak bakımından önemlidir. Halk arasında Hızır Aleyhisselâm olarak bilinen bu efsanevi şahsiyetin esrarengiz bir kimliği vardır. Hızır; Âb-ı Hayat (Bengisu) denen bir ‘ölümsüzlük şerbeti’ içtiği için her devirde yaşadığı kabullenilmiş ruhsal bir varlıktır. İslâmiyet’e kadar, Ortadoğu’da ve özellikle Yahudiler arasında bir kurtarıcı ve ilham meleği olarak algılanmıştı; çünkü Hz. Musa bu şahsı “aramış, bulmuş ve ilminden yararlanmış”tı. Asurlulardan beri (belki de Sümerlilerden bu yana) dilden dile dolaşarak bugüne kadar gelmiş, tarihin en eski destanlarından biri olan Gılgamış Destanı’nın Hızır’la bağlantısı olduğu sanılmaktadır. Bu destandaki Ut Napiştim, ölümsüzlüğün sırrını bildiği için hep arzu edilen bir ruhsal kişi olarak aranmıştı. Büyük İskender bile bu ‘hayat kaynağı’nın peşine düşmüştü. Hz. Musa’nın Hızır ile buluşması Kuran’ın da konusu olunca (Bak: Kehf suresi, 60-82. ayetler.), bu zât Müslümanların da ilgi odağı hâline geldi. Ama Hz. Musa ile buluşan bu şahsın hangi Hızır olduğu açık seçik belli olmadığı için binlerce değişik yorum yapıldı. Özellikle Kab el-Ahbar isimli bir kâhinin Hz. Muhammed’den Hızır’la ilgili hadisler rivayet etmesi, Hızır’ın ‘somut bir kimlik’ kazanmasını sağladı. Bu kimlik o kadar somutlaştı ki, 7. yy. sonlarında, Özbekistan’da sık sık görünen Hızır adına bir cami inşa edildi. Hızır’ın istediği yerde, istediği zaman, istediği kişiye göründüğü ve Tanrı’nın iradesinin gerçekleşmesine aracı olduğu kabullenildi. Hem maddî hem de manevî boyutta yaşayabilen ve darda kalanların imdadına yetişen Hızır’ la, tüm peygamberlerin ve çok sayıda evliyanın görüştüğü inancı yaygındır. Hızır’la ilgili hikâyelerin sayısı arttıkça, dergâh pirlerinin onunla buluşup buluşmadıkları çok merak edilmeye başlandı. Bazı tasavvuf mürşitleri ve dervişleri Hızır’dan yardım aldıkla-
73
rını ima etmeye başladılar. Bazı bilginler, onun 124 bin peygamberden biri olduğunu söylediler. Daha sonra, Hızır ile İlyas peygamberin buluşması ve Hızır’ın oturduğu her yerin yeşerdiği rivayetleri Hıdrellez (Hızır-İlyas) gününü (6 Mayıs) doğurdu ve bu gün, yaz mevsiminin başlangıcı olarak kutlanmaya başladı. Bu ruhsal şahsiyeti, ibni Sina hocası olarak görür. Hızır’a, ‘Nefes Rahmani’ adını verir. Ulu Allah’ın, küçük kalplere sığmadığı için bu yolları seçtiğini söyler. Sina, Allah’ın sıfatlarına yeni bir sıfat daha ekler ve O’nu ‘el-Âma’ (karanlık ve bulutumsu) olarak algıladığını itiraf eder. Ve devam eder: ‘Bu yolla her insan, ilham edilen parça kadar nasibini alır. Fazla ilhama lâyık görülen insanlar insan-ı kâmil (olgun ve ermiş insan) olurlar. Bu bediüzzamanlar her çağda görülürler.’ İbni Sina her insanın Allah anlayışını kabul eder. Bu konuda son derece liberaldir. Her anlayışı Külli İrade’nin birer parçası olarak görür. Başka dinlerdeki inançları reddeden ulema ile ters düşmekten çekinmez. Hatta, ‘Halk el-Hakk fi’l-İtikat’ deyimini kullanarak, bütün inanç sistemlerince hayal edilmiş olan Tanrı imajlarının geçerli olduğunu savunur. Bazı Müslümanları rahatsız eden tavsiyelerde de bulunur: ‘Hiç kimse -Musevî, Hıristiyan, Müslüman veya Hindukendi dininden olmayanların inancını reddetmemelidir. Böyle yapanlar tek bir inanç sistemi içinde boğulup kalırlar ve diğerlerindeki güzellikleri göremezler. Sonuçta, Külli İrade’nin parçaları olan Cüz’i İrade’den çok az parçayla tanışırlar ve O’nun büyüklüğünü tam anlayamazlar. Her yerde hazır ve nazır olan Allah, tek bir inanç sistemine ve tek bir tapınağa sığacak kadar küçük değildir! Bakara suresinin 115. ayeti şöyle der; doğu da, batı da yalnız Allah’ındır. Nereye dönerseniz orada Allah’ın yüzü vardır. Allah Vâsi’dir, varlığı sürekli genişletip büyütür; Alim’dir, her şeyi bilendir.
74
Bu ayet; Allah’ı sadece kendimizde değil, herkeste görmemiz gerektiğine işarettir. Adil Allah, adaletsiz düşünen cahillerin fikrini nasıl beğenecektir!’ * Müslümanlar gibi Hıristiyan ve Musevî düşünürler de Sina’dan etkilenmiştir. Bahya ibni Paküda (....-1080) ‘Kalbin Görevleri’ isimli kitabında şunları yazmış: ‘İbni Sina, Tanrı her şeyin sebebidir ve rasyonel bir evrenin varlığı O’nun ispatıdır tespitini yapmıştır. Bu düzenli kâinatın oluşumu birtakım tesadüfler zinciri olamaz. Güzel bir mektubun hokkadan kâğıda kazara dökülen mürekkep tarafından yazıldığına inanmak akılsızlıktır. Hattatsız yazı olmaz.’ * Rasyonel ve mistik Tanrı anlayışları sıcak tartışmalar doğururken, İstanbul’daki San Makras Manastırı başrahibi Simeon (949-1022) mistiklere farklı bir bakış açısıyla destek verir: O Nur’dur. İsimsiz, sıfatsız. O Nur’dur. Binlerce ismi kâinata yazılı. O’nu kendine ve nebata nafile benzetme. Bizler değişken ve ölümlü. O ölümsüz ve değişmez. * Ömer Hayyam (1048-1122) ise, Cebir ve Astronomi dallarında söz sahibi olmuş bir ilimadamı olarak yazdığı rubailerinde aklı ön plâna çıkarır ve ahiret yaşamını reddederek eğlence, aşk ve şarap konularına ağırlık verir: Bahar yağmuru yağdı pırıldıyor her çiçek, Durmak zamanı değil, kalk, bir iki kadeh çek! Bugün senin içinde bulunduğun çimenler Yarın topraklarının üstünde bitecek. ... Derler şarap din düşmanı, İçilmeye değer düşman kanı.
75
... Ahrette Cennet, Huri, Kevser var diyorlar, Şarap ırmağı, süt ırmağı, bal ve şeker ırmağı... Bunları anarak ey sâki sen bana bir şarap ver, Mâlum ya, bir peşin bin veresiyeden evlâdır.
GAZÂLİ 11’inci yüzyıla damgasını vuran Ebu Hâmid el-Gazâli (1058-1111) herkesi susturacak özgün fikirler ve eserler üreterek, unutulmaya yüz tutmuş gerçekleri yeniden canlandırır ve Hüccet-ül-İslam (İslâm’ın Kanıtı) sıfatını kazanır. Devrinde akla gelen tüm sorulara yanıtlar arayan ve bulan Gazali şöyle der: ‘Her cehalet kuyusuna daldım. Üstü kapalı her meseleye eğildim. Her problemin üstüne gittim. Her mezhebin özüne indim. Her kavmin inancını anladım. Bütün bunları doğruyla eğriyi, gerçekle hurafeyi ve Hak ile batılı ayırabileyim diye yaptım.’ Gazali’nin yaptığı analizler detaylı ve sorduğu sorular derindir. Modern psikologların gerçek, izafî ve değişkendir dedikleri gibi; Gazali de, insan beynindeki doğru kavramının inanırlılığını tartışmış ve ‘hakikî doğru’yu yakalayabilmek için 75’ten fazla kitap yazmış. (Bazı abartılı kaynaklara göre, 404 kitabı vardı ama çoğu Moğol istilâları sırasında yakılmıştı.) Filozofların aklı rehber alan felsefeleri ile mütefekkirlerin aklı ve imanı birleştiren yaklaşımlarını birbirinden ayıran Gazali, ‘Hatadan Kurtuluş’ adlı eserinde filozofların görüşlerini yanlı, bağıl ve sapık olarak niteler: ‘Feylesoflar aklın ötesindeki bir kavramı anladıklarını iddia ederek akılsızlık etmektedirler. Bazıları ahreti ve peygamberleri reddederler. Bunlar zındıktır. Hatta bazıları, Allah’ın çok yüce olduğu için küçük detaylarla uğraşmadığını söylerler. Bu, Allah’a -hâşâ- cehalet sıfatı yüklemektir. Mükemmellik’te ce-
76
haletin yeri olabilir mi? Allah katına ulaşmak için 9 kat yükselindiğini hangi feylesof ispat edebilir? İnancını yitirme tehlikesi içinde olan birini ne felsefe, ne de tek başına kelâm tatmin edemez. İmanı güçlendiren şey, doğru amel ve ibadettir. İslâmiyet’te filozof olmaz, âlim olur. Felsefe olmaz, İslâmî İlim olur.’ Allah’ı 7 veya 12 imamın gizli ilimlerinde arayan Şiîlere ve İsmailîlere de yanıt veren Gazali, bunların hayali bir arayış içinde olduklarını söyler ve ‘gizli ilimlerin aktarıldığını kim ispat edebilir?’ şeklinde, yanıtı zor sorular sorar. Kendisi mutasavvıf olmadan önce mistikleri de eleştiren Gazali: ‘Allah’ın görülmesi için maddî bir varlık olması icabeder. Bu olmadığına göre mistikler de hayal peşindedirler’ demekten çekinmeyecek kadar şan, şöhret, saygı ve otorite kazanmıştı. ‘Peki filozof veya derviş olmayan zavallı insanlar nasıl Allah’ı bulacaklar?’ sorusunu kendi kendine sürekli sorarken bir ruhsal bunalıma giren Gazali, 1094 yılında konuşma yeteneğini geçici olarak kaybeder. ‘Allah öğütlerimi kesmem için dilimi kesti’ inancına kapılan Gazali, çareyi tasavvufta aramak için tarikata girer. Allah’a giden yolun bilgi ile değil, sezgi ile açılacağını yaşayarak öğrenmek isterken, bu yolda da büyük mesafeler alır ve mürşit (yol gösterici) düzeyine yükselir. Kökeni, Arapça’da vacada “bulunabilir” kelimesinden gelen Vücûd; Tanrı’nın sembolik bir ifadesiydi, Vahdet-i Vücûd ise, O’nunla iç içe sürdürülen bir yaşam tarzıydı. Kendisine akıl yolundan daha dolaysız ve daha kısa gelen bu yolda, Gazali, vecit (vecd) içinde olmaktan çok mutlu olur ve, ‘Kendi nefsini bilen, Rabbini bilir’ diyerek içsel bir arayışın meyvelerini topladığını anlatır. Gazali, 10 yıl süren bu mistik yaşantısından sonra yazdığı ‘Hülâsât-üt-Tasnif fit-Tesavvuf’ isimli kitabıyla, sofuluğu daha kolay anlaşılan bir olguya dönüştürmüş ve âdeta mutasavvıfla-
77
rın elkitabını oluşturmuştu. ‘Mişkât ül-Envâr’ adlı eserinde de, Nur suresini ve özellikle 35. ayetini o zamana dek hiç düşünülmemiş bir biçimde tefsir etmişti.
DİĞER MUTASAVVUFLAR Ahmed Yesevi (....-1166?) devrinin en geniş tasavvuf tarikatını (Yesevîlik) kuran Tahran doğumlu bir mistiktir. Güçlü kişiliği ve fikirleriyle her mezhepten Müslümanları etkilemiştir. Selçuk Türkleri’ne İslâm’ın yüksek bilincini aşılayan zat olarak bilinir ve Türk-İslâm dünyasının ‘manevî babası’ lakabıyla anılmıştır. Hz. Muhammed 63 yaşında vefat ettiği için kendisi de 63 yaşına girince yer altında yaptırdığı bir çilehaneye kapanmış ve ölünceye dek orada yaşamıştır. (Yesevî dervişlerinin Anadolu’nun Türkleşmesinde büyük rol oynadıklarına inanılır.) Yesevi, bilge kişiliğini şu dörtlükle dile getirir: Hoca Ahmed bilmişsin, Hak yoluna girmişsin, Hak yoluna girenler, Cemâullah görmüşler. Bu çağdaki diğer bir büyük tasavvuf mürşidi de Seyyid Abdülkâdir Geylâni (1078-1166) idi. Tasavvufta takip ettiği yola Kadirîyye Tarikatı denmiş ve çok sayıda talebe yetiştirmişti. 12 imamdan sonra ilimlerin ve feyizlerin Geylani’ye geçtiği yaygın bir kanaattir. Gavs-ül Azam (en büyük yardımcı) olarak bilinir. Eserlerinde, tasavvufu özetle şöyle tarif etmiştir: ‘Tasavvuf; nefse hâkimiyet, sabır, kadere ve rızka rıza, cömertlik, mütevazı yaşamak, mütevazı giyinmek, mütevazı davranmak ve sesli zikirdir.’ Rehberlik edecek insanı da şöyle tanımlar:
78
‘İnsanlara rehberlik eden kimsede şu hasletler bulunmazsa, o rehberlik yapamaz: Kusurları örtücü ve bağışlayıcı olması, şefkatli ve yumuşak olması, doğru sözlü ve iyilik yapıcı olması, iyiliği emredip, kötülüklerden men edici olması, misafirperver ve geceleyin insanlar uyurken ibadet edici olması, âlim ve cesur olması.’ * Gazali, Geylani ve Yesevi’nin yaşadığı 11 ve 12’inci yüzyıllarda dünyada büyük değişiklikler oluyordu. O günün standartlarında hem bir dünya savaşı hüküm sürüyor; hem de bilim, sanat ve edebiyatta büyük bir gelişme yaşanıyordu. Abbasilerin Emevileri yıktıktan sonra İber Yarımadası’nda (bugünkü İspanya ve Portekiz) 750’li yıllarda kurulmuş olan Endülüs Emevi Devleti iç savaşlar yüzünden küçük beyliklere bölünmüş ve 1031 yılında dağılmıştı. Avrupa’nın Hıristiyan orduları bu beylikleri kılıçtan geçirerek ortadan kaldırıyorlardı. (Fakat bazıları 1490’a kadar yaşayacaktır.) Mısır’da Fatimiler çöküyordu. Dünyanın neredeyse bir çeyreğine egemen olan Moğol İmparatorluğu isyan, savaş ve toprak kayıpları yüzünden kaynıyordu. Selçuklu Devleti ise yeni fetihlerle sınırlarını genişletiyordu. Avrupa’daki uluslar da içinde yüzdükleri pislik, hastalık ve cehalet ortamından çıkmak için büyük çabalar sarf ediyorlardı. Anglo-Saksonlar ve Frenkler askerî ve ekonomik güçlerini, ‘ilâhî güçlerle’ birleştirip, Yahudi ve Müslüman inançlarına son vermek ve Kutsal Topraklar’a ulaşarak Hac vazifelerini -kendi toprakları olması gerektiğine inandıkları- Kudüs’te yerine getirmek istiyorlardı. Gazali, sağlığında Kudüs’ün 1. Haçlı Seferi (1096-1099) sonrasında Hıristiyanların eline geçtiğini ve oradaki Musevî ve Müslüman halkın hunharca katledildiğini yaşamıştı. Bütün bu kargaşaya rağmen başkenti Kordoba olan Endülüs’te bilim, sanat, tasavvuf ve felsefe büyük gelişmeler gösteriyordu. Kordoba ve Toledo kentleri ileride Batı uygarlığını
79
yönlendirecek kadar etkin birer kültür merkezine dönüşmüşlerdi. Müslüman, Hıristiyan ve Musevî bilginler birlikte ve iç içe yaşıyorlar ve birbirinden feyiz alıyorlardı. Böylesine enteraktif bir kültürel ortam bu yüzyıllarda ünlü bilginlerin yetişmesine olanak sağlamıştı. * Bunlardan Yusuf/Josef ibni Sâdık (....-1143), Farabi ve ibni Sina’nın felsefelerini geliştirmişti. Juda Halevi (1085-1141) ise, Gazali’nin eserlerini dikkatle araştırdıktan sonra şu kanaate vardığını yazmıştı: ‘Tanrı’nın maddî olarak ispat edilememesi; O’nun manevî varlığına iman etmenin akıldışı olduğu anlamına gelmez. Bu sadece; maddî vücudu olan bir tanrının dinsel bir değeri olmayacağı anlamı taşır. Filozoflar İlâhî İrade ile temas kurduklarını öne sürmekle sadece kendi kendilerini kandırmaktadırlar. Bunu başaranlar sadece peygamberler olmuştur ve onların da felsefeyle alış-verişleri olmamıştır. O’nunla bütünleşmenin en sağlıklı yolu dinsel öğretileri takip etmektir. İnsanın tam insan/kâmil olması; ancak bu sayede gerçekleşir.’
RÖNESANS TANRILARI İslâmiyet ve Musevîlik felsefeyi hor görmeye başladığında Avrupa’daki kültürel yaşam, felsefe iklimine daha yeni yeni giriyordu. Felsefeyle uğraşan Batılı düşünürler, İncil’i ve Teslis’i çağın anlayışına uygun bazı yorumlarla yeniden ele almaya başlamışlardı. Bu uyanışı Parisli Peter Abelard’ın (1079-1147) başlattığı kabul edilmektedir. Müslüman bilginler arasında felsefe değer kaybetmişti ama hiç kimse hiç kimseyi felsefe yapmaktan alıkoyamazdı. İran’da da, 12’nci yüzyılın Einstein’ı olarak kabul edilen Yahya Şahabeddin Suhreverdi (1155?-1191), İşrakıyye (Şafakçılar) adıyla bilinen bir akım geliştirmişti. Suhreverdi’nin ‘Hikmet ul-İşrak’ adlı eserinde teorik olarak ‘İmamoloji’ paralelinde düşündüğü gözlenir; ama o, pratikte bir mistiktir. Tanrı
80
Gerçeği’ne her inançtaki insanların ulaşılabileceğini söyler ve şu görüşleri dile getirir: ‘Nurlar Nuru (Nur-ül Envâr) derinlere indikçe yoğunlaşmış ve karanlıklaşmıştır. Bu yoğunluk (donmuş enerji) maddî kâinatı meydana getirmiştir. Ruh ile beden arasında özde bir farklılık yoktur; çünkü biri öbürünün yoğunlaşmış hâlidir. Madde kendi kendini eğiterek ve değiştirerek yeniden nurlaşabilir. Aydınlanma, mükâşefe (keşif ve sezgi) yoluyla olur, entelektüel yolla değil. işrak (şafak) ve karanlık birbirinin zıddı değil, bir bütünün parçalarıdır. Karanlık ışıktan gelmiştir ve gerçek aydınlık olan işraka geri dönecektir.’ Suhreverdi, Salahaddin Eyyubi’nin emri ile Halep’te idam edilir.
İBNİ RÜŞD Gazali’nin verimli hayatı boyunca yazdığı kitaplar felsefeye büyük darbe vurmuştu; fakat Kordoba’da büyük bir filozof yetişmişti bile; Ebu el-Velid ibni Ahmed ibni Rüşd (11261198). Batı’da ‘Averroes’ olarak bilinen ibni Rüşd felsefî bir otoriteydi ve eserleri yüzyıllarca Avrupa’daki üniversitelerde okutulacaktı. İtalya’da bir İbni Rüşd Enstitüsü kurulmuş; fakat kitaplarının Müslüman bir bilgine ait olduğu gizlensin diye yazarın ismi Averroes olarak değiştirilmişti. Kur’an-ı Kerim de, gelişinden 500 yıl sonra bu yıllarda Lâtince’ye tercüme edilmişti. Elle yazmak kolay olmadığından çok sayıda Lâtince Kuran’ın basılması için 1550’li yılları beklemek gerekecekti. (Hıristiyan Avrupa’nın İslâm’a bu denli kayıtsız kalması ve Batılı aydınların Müslümanlığa 900 yıl geçtikten sonra geniş ilgi duymasının temel nedenlerden biri; İslâm’ı bir vahiy dini olarak kabullenmeyişleri olmuştu.)
81
İbni Rüşd’ün Avrupa Rönesans’ına giden yolu açan en etkin ilim adamlarından biri olduğu kabul edilir. Tanrı hakkında az ve öz konuşur: Kuran’da Allah’ın sıfatlarına değgin tartışma kaldırmayan gerçekler vardır. Bunlar şunlardır: Allah birdir, O eşsizdir, benzeri yoktur, En büyük irade, ilim ve güç sahibidir, Adildir, Kâinatı yaratan ve yürüten O’dur. Bu beş başlık O’nu anlamaya yeter. İslamiyet’i anlamak için iki şeyi kabullenmek yeterlidir; apeygamberlerin öğretileri İlâhî Mesajlar’dır (Kuran’a iman), bMahşer Günü’nde hesaplaşma vardır (Ahiret’e iman). (İbni Rüşd’den büyük ölçüde etkilenmiş olan ve Büyük Talmudçu Maimonides olarak bilinen Haham Musa ibni Maimon (1135-1204) ise, bu listeye Hz. Musa’nın en yüce peygamber olduğunu ekler ve bir Mesih geleceğinin apaçık göründüğünü savunarak, Yahudi felsefesine yön vermeye çalışır.)
MUHYİDDİN-İ ARABİ Gazali’nin tasavvufu anlaşılır ve kabul edilir bir düzeye getirmesinden sonra, felsefeyi hor gören ve tasavvuftaki İslâmi estetiği ön plâna çıkaran bir diğer büyük mistik şahsiyet yine İspanya’da doğmuştu: Muhyiddin-i Arabi (Muid ed-Din ibni el-Arabi: 1165-1240). Şeyh-i Ekber lakabını da almış olan Arabi; Hac görevini yerine getirmek için Kâbe etrafında dönerken, gökyüzünde Nizam adını verdiği genç ve güzel bir kızın hayalini gördüğünü, bu tecrübeden sonra tüm güzelliklerin Allah’ın kendi güzelliğinin yansıması olduğunu anladığını ve bu yansımaların da gönlümüzde Tanrı Aşkı’nı doğurduğunu söyler. (80 yıl sonra İtalya’da ünlü mistik şair Dante de Nizam’ı görecek ve adını Beatrice koyacaktır.) Arabi, ‘Fütuhat el-Mekkîyye’ adlı eserinde şöyle yazar:
82
‘Allah tüm yaratıkları bir peçe/yüz örtüsü gibi yaratmıştır. Peçeyi, Gerçek’in kendisi zannedenler arkasını göremezler. Peçenin örtü olduğunu bilenler Gerçek’e ulaşabilirler. O hem gözlenendir hem de gözleyen. Kadınların güzelliği, güzelliğe âşık olanların gerçek güzelliğe giden yolu bulmaları için yaratılmıştır. Bu güzelliğin varlığı akıl ve mantıkla anlaşılamaz. Güzelliği gören, kendi güzelliğinin O’nun güzelliği olduğunu anlayabilir.’ Arabi, Sünni olmasına rağmen Şiî anlayışa yakın bir çizgi izlemişti. * Avrupa 2. Haçlı Seferi’ne hazırlanırken (1146) ünlü Fransız başpapaz Bernard ile Parisli filozof Peter Abelard (10791147) arasındaki tartışmalar Avrupa’da akıl gözü ile kalp gözü arasındaki sembolik ayrışmayı somutlaştırıyordu. Akla fazla güvenmeyen ve Papa’yı da arkasına almış olan Bernard coşkulu söylemleri ile Tanrı sevgisinden söz ederek Hıristiyan yüreklere hitap ediyor ve herkesi bir başka Kudüs kuşatmasına hazırlıyordu. Kısa aralıklarla tekrarlanan Haçlı Seferleri büyük kayıplara neden olur; fakat Hıristiyanlık Ruhu’nun tevhidini gerçekleştirmeyi başarır. (Haçlı seferleri 1202’de Bizans’ın yağmalanmasına kadar varacak ve 1270’e dek 8 kez tekrarlanacaktır.) Bu birleşik ruh içinde yetişmiş bir İtalyan filozof olan Thomas Aquinas (1225-1274), Tanrı’yı âdeta dünyadaki varlıklardan biri hâlinde algılayan redüksiyonist/indirgeyici birtakım görüşler oluşturur: ‘Tanrı evrenin oluşumundaki ilk sebeptir, gereklidir ve varlıklar zincirindeki en büyük halkadır. O’na giden iki yol vardır; iman ve irade. İncil’deki öğretilere iman etmek en emin yoldur; çünkü akıl bizi yanlış yönlendirebilir. Aslında, imanla irade arasında potansiyel bir çelişki yoktur. Çelişkileri yaratan Tanrı değil, insanlardır. O her şeyi mükemmel yaratmıştır. İrade de zorunlu olarak iyiye doğru gidecektir.
83
Günahlara neden olan şey, şehvettir.’ * Cahit Sıtkı Tarancı’nın 35 Yaş şiirine konu olan Dante Alighieri (1265-1321) ise, 12 asırlık Hıristiyan kültürünün bir sentezini yaparak, artık iyice somut bir varlık olarak algılanan Tanrı’yı, sevdiği kadın olan Beatrice Portinari’nin kişiliğinde görmeye başlamıştı. Dante, belki de, Mevlâna’nın tarzında değişiklik yaparak soyutu somuta çevirmişti. Çağındaki tüm sorunları ele almış ve farklı yaklaşımlar getirmişti. Cehennem üzerine yoğunlaşarak yazdığı 14.229 dizeden oluşan İlâhî Komedya hem çok beğenilmiş, hem de yanlış anlaşıldığı için büyük tepkiler almıştı.
RUMÎ Bugünkü Afganistan’ın Belh kasabasında doğmuş olan Mevlâna Celâl ed-Din-i Rumî (1207?-1273), Moğol ordularının bu bölgeleri talana başlaması üzerine babasıyla Karaman’a gelip yerleşmiş ve daha sonra Selçukluların başkenti olan Konya’ya geçmişti. Sadrettin-i Konevi ve Seyyid Burhaneddin Tirmizi’den tasavvuf tahsil etmişti. Şem-i Tebrizi’den büyük çapta feyiz ve ilham almış ve 26.660(?) beyitlik Mesnevî’yi ve 32.000 beyitlik Divan-ı Kebir’i yazarak büyük saygınlık kazanmıştı. İbni Sina’nın ‘herkesin inancı kutsaldır’ prensibini Mevlâna, halkın anlayacağı bir dille ifade eder ve herkesi kendi dergâhına çağırır: Gel, Gel, Her kim olursan ol. Gel, Allah’a şirk koşanlardan, Mecusilerden,
84
Puta tapanlardan da olsan, Gel, Bizim dergâhımız ümitsizlik dergâhı değildir. Tövbeni yüz defa bozmuş olsan bile, Gel. Rumî, tasavvufu da şu dizelerle anlatır: Tasavvuf; hayret-i kübrada mest-ü vâlih olmaktır, Tasavvuf; Hakk’ın esrarında hayran olmağa derler. Tasavvuf; cümle zerrât-ı cihanda Hakk’ı görmektir, Tasavvuf; gün gibi kevne nümâyan olmağa derler. Tasavvuf; ilm-i Hakk’a sinesini mahzen etmektir, Tasavvuf; sofi bir katreyken ummân olmağa derler. Tasavvuf; cânı, cânana verip azâde olmaktır, Tasavvuf; cân-ı cânan, cân-ı cânan olmağa derler. (Açıklama: mest-ü vâlih: Sarhoş ve kendini yitirmiş. Kevne nümâyan olmak: kâinatı aydınlatmak.) Rumî’de insan sevgisi (hümanizm) zirvededir ve evrenseldir. İnsanı hem en şerefli yaratık (Eşref-i Mahlukat), hem de Tanrı’nın küçük bir örneği (Nüsha-i Kübra) olarak değerlendirir. Mahlukattan şikâyet etmeyi, Hâlık’tan şikâyet olarak kabul eder. İnsanı Tanrı’nın sevgilisi ilân eder ve kadınlara büyük değer verir: Kadın Hakk Nuru’dur, sevgili değil. Sanki yaratıcıdır, yaratılmış değil... Fihi Mâfih adlı eserinde: ‘Kadının baskıyla örtünmesi ve kapatılması onun iffetli olacağının delili değildir. Mayasında fenalık olan bunu mutlaka tatbik imkânı bulur. Şu hâlde, bütün
85
insanlar gibi kadın da; ancak cevherini parlatarak, vicdanını ve terbiyesini yükselterek namuslu ve dürüst olur’ der. Çok sevdiği Şems-i Tebrizi’nin Konya’dan bir müddet ayrılıktan sonra geri dönmesi üzerine, müritlerini bir müddet ihmal etmesi sırasında çıkan dedikodulara cevaben şöyle der: Men bende-i Kur’anem eğer can dârem, Men hâk-i reh-i Muhammed Muhtârem. Mevlâna’nın her yerde gördüğü Tanrı’sına açılan kapılar kalbinden geçer: Can yokluk bilgisini bir candan bekler, Bu bilgi ne defterden bellenir, ne dilden! Senin gönlünü açtık, göğsünü ferahlattık, Sen hâlâ O’nu dışardan istemektesen. Sende kıyısı, bucağı olmayan bir süt kaynağı var, Sen neden hâlâ tulumda süt aramaktasın? Dizine kadar dereye girmişsin de kendinden gafilsin, Şundan bundan su isteyip durursun.’ * Nereye başımı koysam secde edilen O’dur, Altı tarafta ve dışında Mabud ancak O’dur. Bağ, bülbül, sema ve sevgili hep birer bahane, Bunların hepsinden maksat O’dur. Evrendeki çeşitliliğin ve çok sesliliğin aslında Tek’lik olduğunu şu dizelerle dile getirir: Ne ben benim, ne sen sensin, ne de sen bensin. Hem ben benim, hem sen sensin, hem sen bensin. Ey Hutenli güzel, seninle öyle bir hâldeyim ki, Anlayamıyorum, ben mi senim, sen mi bensin?
86
Ölüm olgusunu, düğün gecesi (Şeb-i Arus) kabul eden Mevlâna, Konya’da vefat eder ve oradaki türbesine defnedilir. Yerine önce Çelebi Hüsameddin, sonra oğlu Sultan Veled postnişin/halife olurlar.
AKILCI SÛFÎ Mevlâna ile aynı devirde yaşadığı anlaşılan Hacı Bektâş-ı Veli’nin yaşamı üzerine araştırma yapanlar kendilerini içinden çıkılmaz bir kavram kargaşasının ortasında bulurlar. Hacı Bektâş’ın izlediği mistik çizgi ve öğretileri yanında, doğum tarihi ve hatta doğum yeri bile tartışmalıdır. Büyük bir olasılıkla Hacı Bektaş’a ait olduğu zannedilen aşağıdaki cümleler onun ana çizgisini ortaya koymaktadır: ‘İman akıl üzeredir. Çünkü akıl; bedenin hükümdarı, iman da onun vekili ve yardımcısıdır. Hükümdar (akıl) giderse, vekili de kalmaz. İman bir hazinedir. Şeytan bunun hırsızı, akıl ise bekçisi... Bekçi giderse hazine de gider. Erenler demiş ki: İman kuzu, akıl çoban, şeytan ise kurttur. Çoban giderse, kurt kuzuyu yer. Hararet hardadır, sacda değildir Keramet baştadır, taçta değildir Ne arar isen kendinde ara Kudüs'te Mekke'de, Hac’da değildir.” Kendisine kadın ve erkek hakları hakkında sorulan bir soruya şu anlamlı yanıtı verir: ‘Aslan’ın erkeği aslan da, dişisi aslan değil mi?’ * Mevlâna’ya verilmiş olan Rumî lakabında 13’üncü yüzyıldaki ilginç bazı gerçekler gizlidir: Yaşadığı Konya ili, binlerce yıl her milletten ve inançtan insanların gelip geçtiği bir sığınak ve kültür merkezi durumun-
87
dadır. Batısındaki göller bölgesi cazip bir yerleşim merkezidir. Doğusunda Nevşehir, Ürgüp ve Göreme, Grek ve Roma zulmünden kaçan ilk Hıristiyanların yer altına ve peribacalarına oydukları gizli köy ve mağaraların bulunduğu bölgede kurulmuştur. Constantine’in Hıristiyanlığı resmî din ilân etmesinden sonra Konya önemli bir merkez olur. Anadolu Selçukluları’nın başkenti İznik Bizans’a geçince, önce Karaman, sonra Konya başkent seçilir. Haçlı ordularının da içinden geçtiği bu kent, çok uluslu ve çok kültürlü bir yapıya sahipti. Doğu’daki halklar Anadolu’yu Rum Diyarı olarak biliyorlardı. Mevlâna buraya genç yaşta yerleştiği için Rumî lakabıyla tanınmıştı. Rumî’nin yaşamı boyunca kentte huzur, barış, hoşgörü ve çok sesliliğin hüküm sürdüğü bir ortak yaşamın mevcut olduğu kayıtlıdır. Böylesi bir şehirde Yahudiler dinî ve ticarî yaşamlarını özgürce sürdürürken, Avrupa’daki dindaşları işkence ve kıyım içinde yaşama savaşı veriyorlardı. Ortaçağ Haçlı zihniyetinin diğer inanç sistemlerine tahammül göstermesi Rönesans’tan çok sonra başlayacaktı. * Bu karamsar ortam içindeki Batılı Musevîler, kendileri ile her ân beraber olan Şekina’nın onca zulme göz yummasını anlamakta güçlük çekiyorlardı. Bazıları O’nun uzaklaştığı vesvesesine kapılırken, bazıları da isyan ederek ‘felek’ anlamına gelen kelimelerle O’na hakaret etmekte teselli buluyorlardı. Manevî bütünlüğün sarsıldığını hisseden hahamlar çareyi Şekina’yı daha uzaklarda aramada bulurlar ve zevk ve eğlenceye son vermeyenlerin Şekina’nın rahmetinden mahrum kalacaklarını vâzetmeye başlarlar. Almanya ve Fransa’daki hahamlar ise, mistisizme sığınarak Aşkenazi tarikatını kurarlar. Aşkenazilik, Yahudilerin 17’nci yüzyıla kadar altına sığınacakları manevî şemsiye olur. Ama Doğulu Musevîler arasında
88
rağbet görmez. Çünkü onlar Selçukluların ve Osmanlıların himayeleri altında inanç özgürlüklerini doya doya yaşarlar ve hatta bazıları devlette çok önemli mevkilere kavuşurlar.
SEFİROLAR Endülüs Musevîleri de kendi tarikatlarını oluşturmada gecikmezler. Filozoflar, Tevrat’ı entelektüel bakış açılarıyla yorumlarken; sûfîler, Kabala denen bir akım geliştirirler. Kabala geliştikçe -Gazali’de olduğu gibi- filozofları hor görme tavrı yaygınlaşır. Kabalistler Tanrı’ya yeni bir sıfat bulurlar: En Sof… Bilinmeyen sonsuzluk mânâsına gelen En Sof: Tevrat’a da, Talmud’a da yabancı bir kavramdır ve Yehova’dan farklıdır. En Sof, kendini mistiklere 10 şekilde gösterir. Bunlar Sefirolar’dır. Sefirolar kelimelerle anlatılamaz. Ancak Ebced Hesabı gibi bir takım hayali semboller ve rakamlarla anlaşılabilir. Tevrat’taki her kelimeye bir rakamsal değer verilir. Her ayetin bir nümerik değeri ortaya çıkar. Bu değerlerin her biri, Tanrı katındaki bir olayın izahı olarak kabul edilir. Her Sefiro: Tanrı’nın kendine koyduğu bir isimdir ve özellikle 10 tanesi biraraya gelince Tanrı’ dan başka hiç kimsenin bilemeyeceği bir İlâhî Sıfat oluşturur. Sefirolar şunlardır: 1- Kether (Melik/İlâhî Sultanlık/Kader) 2- Hokma (Hikmet/Erdem) 3- Bina (Külli İrade) 4- Hesed (İnsaf/Sevgi/Af) 5- Din (Kâhir/Kudret/Adalet) 6- Rahamin (Rahman/Merhamet veya Güzellik) 7- Netsah (Sabır/Sonsuz Tahammül) 8- Hod (Şeref/Şan/Haşmet) 9- Yesod (Kâdir/Temel Dayanak) 10- Şekina (Zâhir/Her şeyin İçinde/Kutsal Ruh). *
89
1275 yılında Leonlu Musa, Kabala’dan aldığı ilhamla Zohar (Kitab-ı Nur) ismini koyduğu bir roman yazar. Allah’ın bu 10 sıfatını bir merdiven şeklinde hayal eder ve en alttaki Şekina’ dan en üstteki Kether’e kadar nasıl çıkılacağını mistik bir anlatımla izah eder. Zaman içinde Zohar da Musevî inancının abideleşmiş bir parçası hâline gelir. Zohar’ın yazıldığı dönemde, bir başka ilginç Kabalist olan Abraham Abulafia (1240-1292?) Yehova’ya ulaşmanın ‘İlâhî Enerji’ olan ruhu bağlayan halatlardan kurtulmakla ve Yoga gibi bir disipline girmekle gerçekleşebileceğini yazar. Hayal gücünün kullanılması ve rakamlardan oluşan Tanrı sıfatlarının derinden derine düşünülmesi sayesinde, bu bağların çözülebileceğini önerir. Bu metot da kısa sürede çok sayıdaki Musevî sûfînin ibadet şekline dönüşür. * Musevî cephede bu gelişmeler yaşanırken, Hıristiyan Avrupa’da mistik tecrübeler oldukça yavaş bir seyir izler. Fakat 14’üncü yüzyılda -özellikle Almanya ve İngiltere’de- sûfîlerin sayısında ânî bir çoğalma gözlenir. Pek çok mistik şahsiyet -Müslüman ve Musevî mistikler kadar- büyük saygınlık görüp ün kazanır: Meister Eckhart, John Touler, Büyük Gertrude, Henry Suso, Richard Rolle, Walter Hilton ve Norwich’li Julian gibi... Bunlardan Eckhart (1260-1327) ‘Hak benim’ diye bağırınca tüm rahiplerin tepkisini çeker; fakat bazı papazların kendisine arka çıkması sayesinde Hallac-ı Mansur’un akıbetine uğramaz ve aforoz edilmekten kurtulur. Ayrıca, Barlaam ve Palamas gibi dindarlar mistisizm ile felsefenin arasını bulmaya çalışırlar; fakat ‘akılla Tanrı’yı anlamaya çalışmak, çatalla çorba içmeye benzer’ demeyi de ihmal etmezler. Avrupa’daki dominant Tanrı anlayışı ise; Teslis (Yaratıcı Tanrı, Kurtarıcı Oğul ve ikisi arasındaki ruhsal ilişki olan Kutsal Ruh) paralelinde oluşturulan yorumlarla süregider.
90
YUNUS EMRE Türk beyliklerinin hâkimiyeti altındaki Anadolu’da ve Hacı Bektâş-ı Veli zamanında yaşadığı zannedilen bir başka eren de Yunus Emre’dir (1240- 1322?). Yunus da ‘ben O’yum’ diyenlerdendir: Yunus değil bunu diyen, kendiliğinden söyleyen, Kâfir olur inanmayan, evvel âhır hemen benim. Yunus’u kemale tam ermiş bir mistik olarak kabullenmeyen mutasavvıflar, onu telvin makamında (hâlden hâle girme veya psikolojik değişkenlik içinde) görürler. Aşağıdaki dizelerde onun bu değişken ruh hâletini görmek mümkündür: Cennet cennet dedikleri birkaç evle birkaç Huri, İsteyene ver onları, bana seni gerek seni. Hakk’ı nasıl bulasın. Hakk’a kul olmayınca, Erenlerin eşiğinde yasdanıp yatmayınca. Ariflere bu dünya hayal u düş gibidir, Kendiyi sana veren hayal u düşten geçer. Dört kitabın ma’nisin okudum ezber ettim, Aşka gelince gördüm bir uzun hece imiş Bir dem gelir İsa gibi ölmüşleri diri kılar, Bir dem girer kibr evine, Fir’avn ile Haman olur. Derviş Yunus’un sözü, kan ağlar iki gözü, Mahrum eyleme bizi, kabre vardığım gece. * 14’üncü yüzyılda ortaya çıkan tarikatların başında Nakşibendîlik gelir. Türkistan doğumlu Muhammed Bahaüddin
91
Nakşibend (1318-1389) tarafından kurulmuştur. Farsça nakış yapan/kalbi süsleyen anlamına gelen Nakşibend lakabıyla anılan bu mistik zât: ‘Allah’a varış yolunda işin esası nefis ve nefes üzerinedir. Kalbin bütün gücünü ve gayretini O’na adamak ve her nefes alışta ve iki nefes arasında gaflete düşmeden O’nun bilincinde olmak gerekir’ der. Bu tarikatın esasları: Tövbe, takva (günahtan korunma), kanaat (yetinme), zühd (maddeye rağbet etmeme), uzlet (yalnızlık) ve teslimiyettir; kısacası, şeriat, tarikat, hakikat ve marifet. Şeriatla dış dünya, tarikatla iç dünya temizlendikten sonra hakikat ile Kurb-ı İlâhî (Allah’a yakınlık) gerçekleştirilir ve marifetle O’na ulaşma sağlanır. Nakşibendîlik, İmam-ı Rabbani’nin (1563-1626) kurduğu Müceddidîye tarikatı ve Halid-i Bağdadî’nin (1776-1826) oluşturduğu Halidîye tarikatı dışında günümüze dek en çok sayıda kollara ayrılmış tarikatlardan biridir: Ahrarîlik, Camîlik, Dehlevîlik, Halilîlik, Kasanîlik, Mazharîlik, Melamîlik, Muradîlik, Nacîlik, Nurîlik, Reşidîlik, Sadîlik, Tayfurîlik... (Ayrıca, Nurculuk, Süleymancılık ve Fethullahçılık isimleriyle var olan güncel akımların feyiz kaynağının Nakşibendîlik olduğu görüşleri yaygındır.) * Türk tasavvuf tarikatlarından bir diğeri: Hacı Bayram Veli’nin (1352?-1429) kurduğu Bayramîye tarikatıdır. Ankara Solfasol’da doğup, vefat eden Hacı Bayram’ın tarikatı başlıca üç kola ayrılmış: İbrahim Tennuri’nin kurduğu Tennurî tarikatı, Akşemseddin’in kurduğu Şemsîye tarikatı ve Bursalı Ömer Dede’nin kurduğu Melâmîye tarikatı. * Günümüzdeki mevlit merasimlerinde okunan Mevlid’in (milad/doğum) şairi Süleyman Çelebi (1351?-1422?) yazdığı bu uzun şiirde kâinatın yaratılış sebebini, Hz. Muhammed’in
92
doğumunu, hayatını, bazı vasıflarını ve vefatını dile getirir ve Tanrı’ya sadece Kuran penceresinden yaklaşır. * Bu yüzyıldaki tartışmalı tarikatlardan biri de Şeyh Bedrettin Simavi’nin (1357-1420) kurduğu Simavîye tarikatıdır. Şeyh Bedrettin çok aktif ve gezgin biridir. Vahdet-i Vücûd anlayışını, Vahdet-i Mevcûd olarak tarif eder. Simavi’ye göre madde ve ruh ayrılmaz ve aynı önemi taşırlar. Kuran ayetleri semboliktir, asıl anlamları derindir. Simavi, Osmanlılara büyük güçlükler çıkardığı için idam edilmiştir. * Güncel tartışmalarda sık sık dile getirilen İslâm’da reform düşüncesinin hararetli bir Hanbelî savunucusu, o devirde Şamlı Ahmed ibni Teymiye’dir (....-1327). Şeriat hükümlerinin birkaç zümrenin maskesi hâline geldiğine inanarak yola çıkan Teymiye: Kelâm’a, felsefeye ve Eşarî tarikatlara karşı çıkar. Sadece Kuran ve Sahih Hadisler üzerinde yoğunlaştırdığı düşünceleri ulema tarafından reddedilir ve ‘bilgisi aklının önüne geçmiş’ sözleriyle çıldırmış olduğu iddialarına maruz kalarak defalarca hapsedilir. * Arap denizcileri vasıtasıyla İslâmiyet’le tanışmış olan Uzak Doğu’da tasavvuf; Avrupa, Orta Asya ve Ortadoğu’daki gelişmelerden geri kalmaz. 13’üncü yüzyılda Endonezya’da iyice çoğalmış olan Müslümanlar, kuzeyde Samudra Pasai ve Perlak Krallıkları’nın İslâmiyet’i resmî din olarak kabullenmelerinden sonra mistisizme büyük ilgi duyarlar. (Bu gelişmeler 1292 yılında oraları gezen Marko Polo tarafından Batı’ya duyurulmuştu.) 1341’de Çin’e giderken bu ülkeye uğrayan Fas’lı Arap bilgini ibni Battuta, Samudra’da Kral Malik el-Zahir’in konuğu olur ve bu kişinin bir ‘ermiş sofu’ olabileceğini rapor eder. Tasavvuf, 15’inci yüzyılda Java’da Şeyh Mevlâna Malik İbrahim, Sunan Ampel ve Sunan Bonang gibi isimler tarafından
93
geniş kitlelere öğretilir. Böylece, İslâm mistisizmi -Budizm’e alternatif olarak- Hindular ve Budistler arasında da kabul görür. * Tüm bu gelişmelerden sonra, 3 semavî dinin ve diğer çoktanrılı dinlerin temsilcileri akıllarına gelen tüm soruları sormuş, yanıtlarını bulmuş ve belirli bir felsefî düzeye ulaşmış oluyorlardı. Sûfîlik ise, apayrı bir bağlam içinde, mürşitten müride aktarılarak süregelmişti. Fakat bu kültür ve tecrübe birikimi de gelecek nesillere yeterli gelmeyecekti...
YENİ ÇAĞ TANRILARI 15 ve 16’ncı yüzyıllar, dünyanın büyük bir kesiminde daha önce yaşanmamış hareketlenmelerin oluştuğu ve devrimlerin yapıldığı iki asır olarak karşımıza çıkıyor. 200 yıl boyunca, yavaş değişim olan evrim süreci büyük bir hız kazanır ve ânî değişim olan şaşırtıcı devrimlere dönüşür. Her ülkede çok sayıda yaratıcı, doğurgan, atılımcı ve değişimci nesiller yetişir. İtalya’da başlayan düşünce, bilim ve güzel sanatlardaki Yeniden Doğuş (Rönesans) Hareketi önce tüm Avrupa’ya, sonra dünyaya yayılır. Yüzyıllardır geliştirilmekte olan baskı tekniği Almanya’da Johannes Gutenberg (1400-1468) tarafından matbaa makinesine dönüştürülür (1438-44). Bu alet sayesinde yazı dilinde bir devrim başlar ve kültürel birikimler okuryazar insanlar aracılığıyla daha geniş kitlelere ulaştırılır. * Kristof Kolomb (1451-1505), Hindistan zannettiği Amerika kıtasını -farkında olmadan- keşfeder (1492) ve Avrupalılar bu topraklara göç ederek yerleşmeye başlarlar. Kendi surları içinde kapalı ve az sesli bir toplum oluşturmuş olan Bizans’ın surları aşılır ve İstanbul -Fatih Sultan Mehmet tarafından- Osmanlı topraklarına eklenir (1453). Akdeniz bir ‘Türk Gölü’ olur.
94
Egemen elitleri de arkasına almış olan Katolik ve Ortodoks Kiliseleri bu değişim fırtınasına daha fazla karşı duramazlar. Almanya’da, İncil’i ilk kez Almanca’ya çevirmiş olan ilâhiyat profesörü Martin Luther (1483-1546), Vatikan Papalığı (halifelik) ve Engizisyon üzerine başlattığı tartışmalarında Katolik Hıristiyan Şeriatı’nı reddeder ve protestocu anlamına gelen Protestanlık Mezhebi’ni kurar. Böylece Müslümanlıktaki Sünnîlik-Şiîlik gibi, Hıristiyanlık’ta da Protestanlık-Katoliklik farklılaşması oluşur. Tarih tekerrür eder ve zamanla Protestanlar da kendi aralarında bölünerek Lüteryan, Anglikan, Kalvinist, Evanjelist gibi kollara ayrılırlar. (Bunlardan özellikle Evanjelik mezhebi, 21’inci yüzyılda, A.B.D.’de çok güçlü bir mezhep hâline gelecek ve Beyaz Saray’ın politikalarına yön verecektir!) * Bu yüzyıllar bazı toplumlar için kriz yılları olur. İspanya’daki Endülüs Müslümanları ortadan kaldırılır. Çok sayıda Müslüman ve 150 bin kadar olduğu zannedilen Yahudi halk, canlarını zor kurtararak Anadolu’ya, Balkanlar’a ve Kuzey Afrika’ya göç etmek zorunda kalırlar. Amerika’daki İnka ve Maya uygarlıkları ise Avrupalıların istilâsı ve hunhar kıyımları yüzünden iyice geriler ve kendi kabuğuna çekilirler. Kolomb’un askerleri Maya medenîyetinin son temsilcilerine bile son darbeyi vurmakta tereddüt etmez ve büyük bir soykırıma girişirler. M.S. 600’lü yıllarda ormanların içinde kurdukları tapınakları, gözlemevlerini ve stadyumları terk edip kıyılarda yaşamaya başlamış olan Mayalar da, -İsviçreli UFO araştırmacısı Erich Von Daniken’e göre uzaylıların gazabından kaçarkensömürgeci dünyalıların gazabına uğrarlar. * Tarihteki en büyük İmparatorluk olan Moğol İmparatorluğu kanlı savaşlar ve isyanlarla küçük devletlere bölünürken, halk kitleleri sefalet içinde telef olurlar.
95
Değişen bu güç dengeleri esnasında toprak kazananlar zafer sarhoşluğu içinde kutlamalar yaparken, savaş ve toprak kaybedenler ‘yazgı’larına isyan ederler. Fakat bu insanlık dramı ve trajedisi tarihten beri devam edegelmiş bir süreçtir ve daha yüzyıllarca devam edecektir.
DÜŞÜNMEYE PAYDOS Tarihsel değişim mekanizması son sürat işlerken, İslâm medreselerindeki (üniversite) ulemalardan bazıları bir araya gelerek, 7-8 asırdır yeterince araştırma, yorum ve tecrübe birikimi oluştuğu kanaatinde birleşirler ve içtihat kapısının kapandığına karar verirler. Artık mevcut Hadis, Kelâm, Fıkıh, İçtihat (şeriat hükümlerine uygun çıkarımlar yapma) ve İcma (hükümlerde konsensüs) arşivlerinin sorulan her konuya cevap verecek yeterlilikte olduğunu ve inanç sisteminin değişmez bir ‘ideal’ model kazandığını öne sürüp, sadece bunlara başvurmanın her soruya yanıt vereceğini savunurlar. (Bu deklarasyondan sonra Müslüman ülkelerdeki bilimsel ve toplumsal gelişmelerin durakladığını savunanların sayısı oldukça yüksektir. Bu kanaatte olanlar o çağa kadar İslâm ülkelerinin bilimde, sanatta, felsefede ve ekonomide en ileri ülkeler olduklarını; fakat bu karardan sonra bir duraklama ve gerileme devrinin başladığını savunurlar. Karşı tezleri ileri sürenler ise, duraklamanın nedenleri arasına, Avrupa’daki Rönesans hareketlerinin getirdiği hızlı gelişime ayak uydurabilmenin zorluğunu koyarlar.) Küçük bir beyliği büyük bir imparatorluğa çevirmeyi başarmış olan Osmanlılar döneminde tarikatlar yaygınlaşırken, buralardan yetişerek, ilim ve deneyim sahibi olmuş ve büyük saygınlık kazanmış olan bilginler, saraydaki Enderun Mektebi’nde eğitici olarak görevlendirilirler. Bunlar arasında ilk şeyhülislâm Molla Fenari (1350-1431), üçüncüsü Molla Hüsrev (....-1480) ve Sultan Mehmed’in hocası, dördüncü şeyhülislâm Molla Gürani (1410?-1488) en çok anılanlardandır.
96
Osmanlıların en güçlü dönemlerinden birinde doğan ünlü mistik şair Fuzuli Mehmed bin Süleyman (1485?-1556), Tanrı’ya olan aşkını ve Kanunî Sultan Süleyman’a karşı duyduğu muhabbeti dile getiren etkileyici şiirler ve kasideler yazar. Çok sayıda eser yazmış olan Fuzuli, bazen hâlinden şikâyet eder, bazen hoşgörüyü unutarak şiddetli tenkitlerde bulunur, bazen de mütevazı ve mistik yönünü sergileyen son derece lirik sözler söyler: Fuzuli rind-i şeydadır, Hemise halka rüsvadır, Sorun bu kim ne sevdadır, Bu sevdadan uyanmaz mı? * Ben aşk derdiyle hoşem, el çek ilacımdan tabib, Kılma derman, kim helâkim zehri dermanındadır. * 16’ncı yüzyılda Osmanlı İmparatorluğu, Şah İsmail idaresindeki Tebriz merkezli Safevi İmparatorluğu ve Hindistan’daki Moğol İmparatorluğu, 3 büyük Müslüman devlet olarak göze çarparlar. Fakat araları iyi değildir. Şah İsmail’in babası Şah Haydar ile başlayan Sünnî düşmanlığı, Sünnîlerden farklı görünmek için Şiîlerin kırmızı bir başlık giymelerine kadar ulaşır (1487). Bu durum ‘Kızılbaş’ sıfatının doğmasına yol açar. Şah İsmail, art arda kazandığı savaşlar ve topraklar yüzünden içine girdiği zafer sarhoşluğuyla tüm dünyayı Şiîleştirme idealleri beslemeye başlar ve birtakım katliamlara girişir. Bu idealin Çaldıran’da (1514) Yavuz Sultan Selim tarafından yok edilmesinden önce, ülkesindeki bilginler bu duruma karşı çıkarlar. İçtihat kapısının kapandığını reddeden bu bilginler Şahenşah’ın fikirlerini İslam dışı bulurlar ve düşüncelerini geniş kitlelere yayarak, halkın da desteğini kazanırlar. Buna rağmen, Şah İsmail -güçlü ordusuna güvenerek- şansını dener ve önemli bir savaşı kaybeder. *
97
O devirdeki ulema arasından, Molla Sadra olarak bilinen Sadreddin Şirazi (1571-1640) adında bir mistik çıkar: ‘Felsefe, bilgilerin ortalamasını alarak, akli delillerle Tanrı’ya ulaşmaya çalışır. Bu mümkün değildir. Tanrı’ya ulaşmak Nur’a ulaşmakla kabildir. Nur: Nur-ül Envar’ın cüz’i hâlidir ve her şeyin içinde mevcuttur. Bütün şeyleri bir araya getirdiğinizde -bazı feylesofların düşündüğünün aksine- Külli Nur’u oluşturamazsınız. Bunu, Güneş ışıkları misali ile anlayabiliriz. Güneş ışıkları her şeyin üzerine vurur ve onları aydınlatır. Ama bu ışıkları toplayıp birleştirdiğinizde, Güneş’in kendisini meydana getiremezsiniz. Bu akislerin/yansımaların tümü aynı kaynak olan Nur-ül Envar’dan geldiği için her şey bir âyettir, Nur’un yoğunlaşmış hâlidir ve O’nun varlığına bir işarettir. İnsanın azmettiği şeyleri yapabilmesi demek, hayalinde resmini çizdiği şeyleri gerçekleştirmesi demektir; çünkü hayal gücü yaratıcı Nur’un eseridir ve bu gücü yoğunlaştırıp maddileştirmek Cüz’i İrade’nin kapasitesi dahlindedir. Tanrı objektif olarak bilinmez; fakat her insan, hayal gücü içeren zihinsel yetenekleri sayesinde O’nu anlayabilir. Ahiret, manevî iç evrenin ruhsal boyuttaki mekânıdır. Bunu sezinlemek ve anlamak mümkündür.’ Şirazi, bu düşüncelerine tezat teşkil eden şeyler de söyler: ‘Gizli İlâhî İlimler Hz. Âdem’den beri peygamberler, Grek filozofları, 12 İmam ve sûfîler sayesinde kuşaktan kuşağa geçmiştir ve geçecektir.’ (Sözü edilen gizli ilimlerin Ayetullahlar’a geçmiş olduğu inancı sonraki yüzyıllarda İran’da yaygınlaşacaktır.)
HİNDU-MÜSLÜMAN-BUDİST İNANÇ BİRLİĞİ Hindular ve Budistler de, İslâm dünyasında ve Rönesans’ı yaşayan Avrupa’daki bu değişikliklere ayak uydurmak isterler. Brahman, Şiva, Krişna, Buda ve Tao yeni yorumlara tâbi tutulur. Bazı mezheplerde, yoğunlaşmış Nur parçalarını Tanrı’nın
98
yeryüzündeki maddî görüntüsü olarak kabul etme inancı reforma uğrar ve yerini Şirazi’nin anlayışına bırakır. Evren, Nur’un maddî görüntüsü olmaktan çıkar, yansıması olarak algılanmaya başlar. Bir grup da, Hinduizmi Müslümanlıkla yoğurarak, çoktanrıcılığı terk eder ve Tek Tanrı anlayışını oluşturur. Bu tarikat üyeleri, Guru Namak önderliğinde Sihizm (Sikhism) mezhebini kurarlar. Hindular ve Müslümanlar arasındaki bu ‘kutsal imece’, 45 yıl başta kalan 3. Moğol İmparatoru Şah Ekber’i (1560-1605) çok etkiler. Hayvanları kurban etmeyi ve avlamayı yasaklar ve vejiteryan bir diyet uygulamaya başlar. Avrupa’daki Müslüman ve Yahudilerin çektiği cefalarından etkilenen Şah Ekber, 1575’te bir mabet inşa ettirir ve her inançtaki insanların buraya gelerek Tanrı anlayışlarını müzakere etmelerini ister. Burada oluşan inanç spektrumu yeni ilhamların ortaya çıkmasını sağlar. Ebulfazıl Allami (1551-1602) adında bir Sünnî mistik, Ekbername isimli bir kitap yazar. Allami, Allah’ın sadece Müslümanların tekelinde olmadığını, Allah’a teslim olmak anlamına gelen İslam’ın tüm insanlar tarafından -dini farklı olsa dahi- gerçekleştirilebileceğini dile getirir. Çok sayıda taraftar toplayan bu görüş Müslümanlar, Hindular, Budistler ve Sihler arasında bir hoşgörü ve kardeşlik havası yaratır. Fakat imparator değişince her şey değişir ve Hindular çift vergiye maruz kalınca toplum huzuru ortadan kalkar. Bu huzursuzluğu, çok saygı duyulan ve ‘mükemmel insan’ olarak görülen Şeyh Ahmed Sirhindi’nin (1563-1625) Şah Ekber zamanında başlattığı muhalefet büyük ölçüde arttırır. (Sosyolojik açıdan bakıldığında bu durumdan şu sonuçlar çıkarılabilir: Ülkeleri idare edenlerin küçük birer hata yapmaları veya yanlış anlaşılacak sözler sarf etmeleri, çok büyük toplumsal hareketlerin ortaya çıkmasına neden olabilir. Ayrıca -yukarıda görüldüğü gibi- toplumda saygınlık kazanmış insanların bu hareketlerde bir motor güç olabilecekleri defalarca
99
yaşanarak kanıtlanmıştır. En önemlisi de, farklı Tanrı anlayışlarına sahip insanların kutsal saydığı değerlere saygısızlık etmenin bir zincirleme reaksiyon doğurabileceğidir. Bu değerlere saygı göstermek ve hoşgörülü davranmak ise; huzurun, barışın, entegrasyonun ve üretimin artmasında bir katalizör olmaktadır.) * Batı’da bu toleransı göremeyen ve dünyaya dağılan Yahudilerden Filistin’e göç edenler, huzura kavuştuktan sonra zihinsel ve ruhsal yeteneklerini kullanma fırsatı bulurlar ve çok kısa bir zaman içinde Safed Kabalası’nı oluştururlar. Bu kabalistlerden Musa ben Yakub Cordovero (1522-1570) ve Isaac Luria (1534-1572) düşüncelerini merhamet ve zulüm gibi iki karşıt kutbun birlikte bulunabilmesi paradoksu üzerinde yoğunlaştırırlar. Bu derin konuyu açıklığa kavuşturmak için Hayat Ağacı adlı bir kitap yazan Isaac Luria, Tevhid kavramını ele alır. O zamana dek hiçbir sûfînin kullanmadığı bir üslûp içinde, manevî âlemin ‘atomları’na inecek kadar ince detaylara değinen açıklamalar yapar. Tanrı hayır ve şer dolu bir dünya yarattı mı? Hayrın kaynağı Tanrı ise, şerrin kaynağı nedir? sorularına da cevap bulan ve yeni bir evren modeli geliştiren Luria, son derece geniş bir hayal gücü sergiler: ‘Tanrı kâinatı yaratmadan önce kendi varlığının bir bölümünü boşluğa dönüştürdü! Sonra, beğenmediği sıfatlarından biri olan Cebbâr (zorla yaptıran) sıfatını bu boşluğa bıraktı. Böyle yapmaktan maksadı; bu sevmediği negatif özelliğinin -bir akış içinde- kendi kendini evrimle değiştirerek sevilir ve olumlu kılmasıydı. Fakat bu yuvarlak ve şeffaf boşluğa Nur’unun diğer sıfatları da sızıyordu. Bu yüzden Cebbâr sıfatı gittikçe yoğunlaştı, büyüdü ve patlamak zorunda kaldı.(Big Bang?) Patlayan Nur etrafa saçıldı. Bazıları kendisine geri döndü. Boşluğun içinde kalan Nur parçaları -bir kaos içinde- oraya
100
hapsoldular. Hapsolan parçacık Nur’lar birbirine çarparak birleştiler ve değişik parçacıklar oluşturdular (Atomlar?). Bu parçacıklardan Abba ve İma oluştu. Abba, baba/erkek karakter; İma, ana/dişi karakter taşıyordu. Bu iki parçanın birleşmesi (ziwwug) sayesinde bir denge oluştu ve kaos sona erdi. Böylece gördüğümüz her şeyin cevheri oluşmuş oldu. Âdem ve Havva da bu cevherden yaratıldı. Öyleyse, her şeyin cevheri O’nun parçasıdır ve bu cevherin içinde O’nun sevmediği özelliği de vardır; fakat bu özellik, O’nun isteğine baş eğecek ve evrimleşerek değişecektir.’ (Luria’yı okuduktan sonra, astro-fizik ile uğraşanların Big Bang teorisini oluştururken bu zâtın görüşlerinden büyük ölçüde yararlanmış olabilecekleri kendiliğinden akla gelmektedir!) Luria bu ileri görüşlü yorumlarının hemen ardından başka düşünceler de üretir ve Tanrı’nın insanlara ihtiyacı olduğunu söyler: ‘İnsanlar olmasaydı, Tanrı’nın sıfatlarını anlayacak ve takdir edecek bir varlık olmayacaktı!’ Herkese enteresan gelen bu görüşler kısa zamanda tüm Yahudi dünyasına yayılır ve inananlara yeniden bir yaşam sevinci kazandırır. Herkes Şekina’yı çok daha yakınında hissetmeye başlar, Musevî dünyada çok güçlü bir manevî atmosfer oluşur. Çok geçmeden Luria Kabalası yazılır ve yayılmaya başlar.
HIRİSTİYANLIĞIN ÇALKANTILI YILLARI Musevîler bu manevî coşkuyu yaşarken, Avrupalı Hıristiyanlar tam aksine birtakım fanteziler peşindedirler. Özellikle 16 ve 17’nci yüzyıllarda çok değerli fikirler üreten bilim adamları ve filozoflar halkın anlayabileceği düzeyde ve halkın konuştuğu dilde söylemler geliştiremezler. Yazdıkları Eski Yunanca ve Lâtince metinleri halk anlamaz ve genellikle
101
Kilisenin verdiği klâsik dinî eğitimle yetinir. Bu eğitim zaten eksik, yanlış ve yetersizdi, üstelik halk arasında okuryazar sayısı da çok çok düşüktü.
SATANİZM Onca cehalet, bağnazlık, kuşaktan kuşağa geçen efsaneler ve dilden dile dolaşan yalan-yanlış haberler, 250 yıl sürecek olan garip bir çılgınlık furyasını tetikler; birdenbire şeytana tapanlar (satanistler) çoğalmaya başlar; bu akıldışı eğilime ilâveten falcılık, kehânet, üfürükçülük, muskacılık gibi uğraşlar gündemin birinci maddesini oluştururlar. Köyler, kasabalar ve şehirler yüzlerce kilometre uçtuktan sonra şeytanla cinsel ilişkiye girdiğini anlatan insanlarla dolup taşar. Büyük bir inandırıcılık ve heyecan içinde anlatılan bu fanteziler sonucunda, şeytan, İncil’ deki Tanrı’dan daha güçlü bir tanrı olarak algılanmaya başlanır. Evlerdeki raflardan Hz. İsa ve Meryem bibloları kaldırılır ve yerlerine şeytan heykelleri konur. Özel sohbetlerde ‘şeytanın kimliği’ tartışılır, ressamlar şeytanı kutsallaştıran tablolar çizer, ev kadınları şeytan figürlü oyalar yapar ve şeytana uygun ayinler yapılıp sapık eylemlere girişilir. Bu gidişi durdurmaya çabalayan Kilise Engizisyonunun idam ettiği binlerce kişinin sallanan cesetleri ve giyotinle kesilmiş kafaları bile bu çılgınlığı önleyemez. Tanrı anlayışındaki onca evrime rağmen insan aklının bu derece ilkel dönüşümler yapabilmesinin izahı zordu. Fakat kesin olan şuydu ki: İnsanın eşsiz hayal gücü, daha önce hiç düşünülmemiş fantezileri ve ütopyaları kolayca yaratabiliyordu. O devirdeki insanların hayal gücüne yardımcı olan dış etken ise, Engizisyon zihniyetinin topluma enjekte ettiği korku ve hurafe dolu ‘dinî’ hükümlerdi. Halk Tanrı’yı son derece zalim, acımasız ve korkulacak bir varlık olarak algılamaya başlamış ve O’ndan uzaklaşmayı yeğlemişti. Şeytana tapmak bu ceza yağdıran Tanrı’nın gazabından kurtuluşun bir simgesiydi. Bu
102
simge, hem ateizmi hem de -tuhaftır ki- modernizmi başlatan sebep olacaktı. Rönesans gibi her şeyin sorgulanarak yeniden ele alınmasını sağlayan bir değişim ve ilerleme atmosferi içinde bile, Avrupa insanının bu denli batıl inançlara kapılmasının ardındaki bir başka neden de, doğal olarak değişmeye başlamış değer yargıları ve manevî sistemin yerine, akla ve ruha yatkın yeni bir sistemin konulmamış olmasıydı. Luther ve Calvin’in reformları, baskıya başkaldırışı sağlamıştı ama özde bir reform oluşturamamıştı. Çünkü zaten oturmuş bir dinde reform yapmak değil, uzun yıllar alan yorumlardan sonra bazı anlayış farklılıkları yaratabilmek söz konusu olabilirdi. * Fakat İsviçre’de başlattığı radikal hareketlerle John Calvin (1509-1564) moral değerlerin değişimini kısa sürede hızlandırmayı başarır ve Luther’den daha etkili bir lider olarak Hıristiyanların manevî anlamda ‘Yeniden Doğuş’ kavramını yaratmalarına sebep olur. Calvin’in hurafe temizliği çabaları sonucunda yeniden doğan dindarlar şeytanizmi, Tanrı ile kul arasındaki teokrasiyi ve ruhban sınıfını dışlamaya başlarlar ve daha kişisel bir Tanrı anlayışı geliştirirler. Avrupa Hıristiyanlarının Tanrı gazabını ve korkusunu, sevgi,umut ve coşkuya dönüştürmesine önayak olan bilginlerden biri de İgnatius Loyola (1491-1556) olmuştur. Tanrı arayışını -doğabilimlerinde olduğu gibi- daha somut bir çerçevede arayan; ama mistik yaklaşımları da olan Loyola, ‘30 günde değişim egzersizleri’ diye bilinen bir tarikat kurar. Şeytanın ait olduğu manevî boyutu kesin çizgilerle belirler ve Tanrı’nın bazen kalpte hissedilmemesinin sebebini kötü ruhlu şeytanın taktiklerine bağlar. Sevgi duygusunu büyütmenin bu taktikleri boşa çıkaracağı temasını işleyen Loyola, tüm küçük varlıkların o Büyük Varlık’ın birer parçası olduğunu ve bunları sevmenin bizi O’na götüreceğini vâzedip iç açısı mesajlar verir. Şeytana tapanlar bu gelişmelerden habersizken, haberdar olanlar karamsar ruh hâletini terk ederek, sevgi dolan yürekle-
103
riyle tüm insanlara bu transformasyon yolunu öğretmek için gönüllü misyonerlik seyahatlerine başlarlar. Kısa süre içinde, Ortadoğu, Hindistan, Çin, Japonya ve yeni keşfedilmiş Amerika’da bu misyonu yüklenmiş çok sayıda insana rastlanır. Ne var ki bu durumu fırsat bilen teokratlar, yeni birtakım Şeriat Kanunları (Kilise Kanunları) yaratır ve bunların devletin ve halkın her düşüncesinde, her hareketinde birer kriter olarak uygulanması emrini verir. Yeniden kurulan bu modern engizisyon baskısına başkaldıranlar yine ya toplum dışına itilir, ya işkenceye uğrar ya da idam edilerek yok edilir. Saldırılar, kavgalar ve cinayetler giderek artar, sosyal barış tekrar yok olmaya yüz tutar. Tanrı’yı tekeline almış olan Kilisenin acımasız otoritesine karşı çıkmakla başlayan bu anarşi, bu kez pek çok insanı yavaş yavaş İncil’i ve hatta Tanrı’yı inkâra kadar sürükler. Aydınların da bu duruma kayıtsız kalmamak için başlattıkları söz düelloları, birdenbire elitler arasında da ayrışmalara ve kavgalara neden olur; sonuç olarak, bir ‘şeytan’ henüz yok edilmişken, bir başka ‘şeytan’ derhâl yaratılmış olur!
AVRUPA’DA ATEİZM ÇAĞI Avrupa’daki entelektüellerin ve ruhban sınıfının sürdürdüğü fikir ve çıkar kavgalarının ateizmi doğurmasını sağlayacak koşullar 16. yy. başlarında henüz oluşmamıştı; fakat o süreç -yukarıda görüldüğü gibi- hızla işliyordu. Başlangıçta ateist kelimesi, fikirleri ve kişilikleri beğenilmeyen insanlar için kullanılan bir sözcüktü. Daha sonra hakaret
104
amacıyla kullanılmaya başlandı ve giderek farklı anlamlar kazandı. Marin Mersenne (1588-1648) Paris’te 50 bin ‘ateist’ olduğunu öne sürdüğünde, ‘benim inancımı paylaşmayan 50 bin kişi var’ demek istiyordu. (Hatırlanacağı gibi Romalılar da Yahudi ve Hıristiyanlara aynı suçlamayı yöneltmişlerdi.) John Wingfield, 1634 yılında yayımladığı Ateizm Kapandı adlı eserinde şunları yazar: ‘İki yüzlü demagoglar ateisttir. Kötü ruhlu insanlar ateisttir. Haddini aşanlar ve kendini beğenmişler ateisttir. Öğrenmeye karşı çıkanlar ateisttir. Eskimiş fikirlerini değiştirmeye direnenler ateisttir.’ Bu tenkitçilere Gallerli William Vaughan (1577-1641) da katılır. Bu ünlü şair, vergileri ve kiraları arttırarak halkı darboğaz edenleri de ateistler listesine ekler. Bu kavram kargaşası çoğalınca, Anglikan dinbilimci Richard Hooker’ın (1554-1600) aklına ateistleri tanımlamak ve kategorize etmek fikri gelir: ‘İki tip ateist vardır: Tanrı’nın varlığını inkâr eden, sayıları az bir grup; ve Tanrı yokmuş gibi davranan, geniş bir grup.’ Ateizm sürekli gündemde tutulunca spekülasyonlar çoğalır. Suçlamalara maruz kalan ve bu duruma çok sinirlenen bazı bilim adamları, ‘İnanmıyorsam inanmıyorum... Kime ne!’ tavrıyla reaksiyon gösterirler. Görüldüğü gibi ateist kelimesi, başlangıçta sadece hakaret ve küfür aracı olarak kullanılıyordu ve yakalarda şerefle taşınacak bir rozet olmaktan birkaç nesil gerideydi. 100 yıl sonra, Tanrı’ya inananlar bile ateizme inanabilmek için bahaneler arayacaktı... * Bu arayış doğayı ve maddeyi daha yakından inceleme çabalarını yoğunlaştırdı. Bulunan kanıtlar bazılarınca Tanrı’nın varlığının kanıtı oldu; bazılarına göre de yokluğunun kanıtı... Ama bütün bu çabalar ve araştırmalar birçok gelişmeyi de beraberinde getirdi.
105
(Satanizm ve Kilise baskısı altında uzun yıllar yaşamış olan Avrupa’yı aydınlanma ve refaha götüren daha iyi bir düzenin ortaya çıkışını, çok önemli bir gerçeğe bağlayan düşünürlere göre: ‘Tüm evren, kaos-düzen, kaos-düzen, kaos-düzen diye giden bir düzenle çalışır. Her düzen eskidikçe yenilenmek için yerini bir kargaşaya bırakır. Her kargaşa kendi içinden daha gelişmiş bir düzen çıkarır. Yani kaos, negatif bir karmaşa değil, daha gelişmiş bir düzene giden sürecin başlangıç merhalesidir. Düşünsel ve inançsal evrim yasaları da böyle çalışır.’) Bu gelişmelere şüpheci bir hassasiyetle yaklaşan Michel de Montaigne (1533-1592) insanların tüm düşüncelerinin çelişkili olduğunu savunuyordu. Eserlerinde geniş ruhsal çözümlemeler yapan Montaigne, insan merkezli bir felsefe oluşturmaya yönelmiş ve görüşlerini tek bir cümleyle anlatabilmişti: ‘Her şeyden önce ben kendimi araştırıyorum: Benim fiziğim de, metafiziğim de bu...’ Doğa bilimleri, insanın kendini araştırmasına yönelik çabalar ve Kozmoloji ilerledikçe, Hıristiyan bilginler bu sahalarda Doğu’daki Müslüman ve Yahudi bilginleri yavaş yavaş geride bırakıyorlardı. Fakat ‘Manevî Kâinat’ı keşfetmede Doğulu meslektaşlarından henüz çok gerideydiler. Dante’nin, Cehennem’i yer kürenin merkezindeki sıcak ateş olarak göstermiş olması, Galileo’nun haklı çıkması, büyüklüğü daha iyi anlaşılan kâinatın -Kilise tarafından- Hz. İsa’nın küçük bedenine sığdırılmış olması ve birçok yeni buluşun İncil’deki ayetlere ters düşmesi dindarları rahatsız ediyordu. Çok geçmeden bu rahatsızlığı giderecek ‘geçerli’ bir yol bulundu: Kuran’daki ve Tevrat’taki ayetlerin sadece sembolik anlamlar taşıdığını öne süren bazı sofulardan ilham alan Hıristiyan mistikler, İncil’deki ayetlerin de her kelimesinin arkasında gizli mânâlar bulunduğunu savunarak bir ‘çıkış yolu’ buldular. Mistiklerin bu açıklamalarıyla tatmin olmayanlar bilimsel olarak ispat edemedikleri -ama hissettikleri- Tanrı’yı, Rönesans ruhuna yatkın bir anlayışla dile getirmek istiyorlardı. Çok geç-
106
meden ortaya çıkan güçlü bir ses bu insanların duygularına tercüman oldu: Leonard Lessius (1554-1623) yazdığı Takdir-i İlâhî adlı eserinde inandırıcı bir sentez yapmış ve hak ettiği şöhreti kazanmıştı: ‘Her somut gerçek gibi Tanrı’nın varlığı da bilimsel olarak kanıtlanabilir. Tesadüfen oluşmasına olanak olmayan bu düzen dolu kâinatın ve üzerinde yaşadığımız dünyanın bir Yaratıcı’sı olduğuna yapılan bütün icatlar işaret etmektedir. Bilim, felsefe, kutsal kitaplar, akıl, zekâ, sağduyu, yaşadığımız özel tecrübeler ve doğaya yönelik gözlemlerimiz bizi bu sonuca kolayca ulaştırmaktadır. Evrende keşfedilecek çok şey olması, o şeyleri yaratmış olan bir Yaratıcı’nın varlığına kanıttır.’ Lessius’un sentezi 17’nci yüzyıldaki kilise anlayışına da egemen olur. Papazlar her yeni buluşu Tanrı’nın varlığına delil olarak gösterdikçe, dindar araştırmacılar daha çok keşif yapıp Tanrı’nın yüce dehasını gözler önüne sermek için çok büyük vakit, beyin gücü ve enerji harcarlar. Dindar halk da bunları duyup gördükçe, coşku içinde kendilerini O’na daha yakın hissetmeye başlar. Böylece Avrupa’da, Amerika’da ve kolonilerde güçlü bir manevî atmosfer doğar. Bu pratik ve çok yararlı metot kanıksandıkça, artık herkes Tanrı’yı mistik tecrübelerle aramaktan vazgeçer. Maddeötesi ile uğraşmak rafa kaldırılır, maddeyle uğraşarak Tanrı’ya ulaşmak yolu tercih edilir. Felsefeciler de bu duruma katkıda bulunarak herkesi bilimsel ve rasyonel bir arayışa teşvik ederler. Böylece Buda’yı aydınlatan ruhsal boyut, Batı’da, evrenin okunması yoluyla kazanılan bir ‘aydınlanmaya’ dönüşür. Salt akla dayanan bu aydınlanma, çok geçmeden, bazı bilim adamlarının ve filozofların Tanrı’yı inkâr etmelerini de beraberinde getirecektir.
AYDINLANMA ÇAĞI TANRILARI
107
TARIMDAN SANAYİYE GEÇİŞİN SANCILARI 16 ve 17’nci yüzyıllar bugünkü sanayileşmiş uygarlığın şekillenmeye başladığı yıllardır. O zamana kadar toplumlar ekonomilerini büyük ölçüde tarım ürünlerinin üretimi ve pazarlaması üzerine yaslamışlardı. Devletler; ancak vergilendirdikleri halkın ve köylülerin mahsullerini pazarlayarak ve elitlerin ürettiği yol gösterici bilgilerden yararlanarak ayakta durabiliyorlardı. Savaş tazminatları ve ganimetleri de bir başka gelir kaynağıydı. Fakat böylesine dar sınırlar içine sıkışmış ekonomik sistemler, belirli bir uygarlık düzeyine ulaşan milletlerin aynı konumda çok uzun süre kalmalarına olanak vermiyordu. Çünkü kötü iklim koşulları, toprak verimsizliği, tarım çalışanlarının beceriksizlikleri ve harman vaktindeki doğal felâketler gibi değişken faktörler, ekonomik plânlamada tutarsızlıklara yol açıyordu. İşin içine kötü yönetim, israf, kayırmacılık, rüşvet ve hırsızlık da girince zaten limitli olan kaynaklar ve rezervler çarçabuk eriyor, sık sık rastlanan krizlere neden oluyordu; sonuç olarak, güçleri zirveye ulaşmış imparatorluklar duraklıyor, geriliyor ve yıkılıyordu. Sümerlilerden beri bu hep böyle tezahür etmiş; tarih tekerrür ederek, zirveye çıkan devletlere çok uzun süre yaşama şansı tanımamıştı. Tarihteki en uzun ömürlü devletlerden birini kurmuş olan Osmanlılar için de aynı ‘kader’ tecelli etmişti. 1517 yılında Mısır’ın fethini gerçekleştiren ve Halifeliği de üstlenen Osmanlı’nın Cihan Hâkimiyeti devresi; ancak birkaç padişahın hanedanlığı süresince korunabilmiş ve fakat 624 yıllık ömrün büyük bir kısmı kuruluş, yükselme, duraklama, gerileme ve yıkılış devirleri boyunca geçmişti. * İçtihat kapısını kapatmış olan Sünnî Müslümanlar, Batı’daki ‘aydınlanma’ arayışlarını da -düşünce kapısı kapalı olduğu için- yanlış tercüme ederler ve kendilerinden son derece emin tavırlarla, ‘biz o yollardan çoktan geçtik’ edası içinde gelişmelere kayıtsız kalırlar. Fakat Osmanlı bayrağı altında yaşayan
108
farklı köken ve dine mensup olan halklar, imparatorluğun herkese sağladığı güven ve inanç özgürlüğü içinde yaşarken, manevî bağlılıkları olan Avrupa’daki aydınlanmayı uzaktan da olsa izlemeyi ihmal etmezler. Bu ilgi sayesinde, bazıları, yavaş yavaş, Osmanlı bünyesinde oluşan imtiyazlı bir sınıf hâline gelecektir. Avrupalı ulusların ekonomik grafikleri, tarıma dayalı düzeni değiştirmeleri ile yükselmeye başlar. Osmanlılar üç kıtada çok geniş topraklara ve üç denize sahipti ama; İngilizler, Portekizliler, İspanyollar, Fransızlar, İsveçliler ve Hollandalılar beş kıtada at koşturmaya ve okyanuslarda yelken açmaya; dünyayı parselleyip sömürmeye başlamıştı bile. Osmanlılar egemen oldukları ülkelerde cami, medrese, köprü, yol, imaret ve konaklar yaptırırken; Avrupalılar Uzakdoğu, Hindistan, Afrika ve Amerika’daki yeraltı ve yerüstü zenginliklerini kendi ülkelerine taşımakla meşguldürler. İngilizler, Hindistan gibi devasa bir ülkenin tümünü kontrolleri altına almakla ve Kuzey Amerika’yı kimseyle paylaşmamak için savaşmakla iştigal ederken; Avrupa, okyanusları aşıp dünyayla olan ticaretini geliştiriyor ve girişimci bir orta sınıf yaratıyorken; Osmanlılar, dünyadaki gelişmelere kayıtsız, içine kapanık ve korumacı bir siyaset izlemekle; Yeniçeriler ise, Sultan İbrahim’i tahttan indirip, 7 yaşındaki oğlu 4. Mehmet’i (1648) o devasa İmparatorluğun padişahı yapmakla meşguldüler!
BRANŞLAŞMA VE SONUÇLARI Bu yüzyılda dengeler tersine dönecektir! Yenilmezlik imajları silinen Osmanlılar bir yandan toprak kaybetmeye devam ederken, diğer yandan Batı’nın icat ettiği makineler sayesinde seri ve ucuz olarak ürettiği mallarını ithal etmek zorunda kalacak; Osmanlı hazinesinin gücü artan bir ivmeyle zayıflayacaktır. Buna karşın, tarıma bağımlı olmaktan kurtulmuş ve sana-
109
yileşme yolunu açmış olan Batı’nın olanakları artık çok genişti. Büyüyen kapitalleri -sirkülasyona girdikçe- geometrik olarak artıyor ve daha geniş halk kitlelerine yayılıyordu. Sermaye dengelerinin değişimi, yeni bir küçük burjuva sınıfının oluşması sürecini başlatmıştı. Ayrıca, sermayenin yaygınlaşması yeni birtakım sosyal, politik ve entelektüel reformları da beraberinde getiriyordu. Halk kendi yeteneklerinin ve becerilerinin farkına varmış; ufku genişleyen kadınlar ve erkekler artık Tanrı’nın aciz birer kulları olmayı reddetmeye başlamışlardı. Mutlak Kader’i dışlayan, kendi kaderini kendisi yazabileceğine inanan insanlar çoğalıyor ve Kilise ile olan bireysel ilişkilerini sorgulamak zamanının geldiğini hissediyorlardı. Rekabet kızışmış, tabular yıkılmaya başlamış ve eskiyi atıp yerine yenilerini koyma çağı başlamıştı. Bu ruh hâleti içine giren insanları inkâra kadar götürecek çok önemli bir başka bir faktör de branşlaşma idi! Gelişen sanayi ve ticaret; üretimin hızlandırılması, daha kaliteli mallar üretilmesi ve daha gelişmiş makineler yapılması ihtiyacını doğuruyordu. Hızla dönmeye başlamış olan bu çark, her alanda kalifiye insanlara gereksinim gösteriyordu. Bilim adamları ve eksperler lâboratuvarlarda ve fabrikalarda yeni şeyler üretirken, kapital sahiplerinden ve devletten büyük teşvikler ve parasal yardımlar görüyorlardı. Askerî, siyasî ve ekonomik dallarda sorumluluk yüklenmiş insanlar, her yeniliğin ve başarının üstüne bir diğerini inşa ettikçe kendi branşlarında tek’leşmeye, aranır olmaya başlıyorlardı. Okyanusaşırı ülkelerde bu malları pazarlayanlar, kaçınılmaz olarak hem o ülkelerdeki insanların psikolojik yapılarını ve tüketim limitlerini yaşayarak analiz edebiliyor, hem de ağır sorumluluklar altında, büyük paralarla ve çok büyük kontratlarla uğraştıkça ufuklarını genişletiyorlardı. Bu süreçte ayrıca kendi egolarını da besleyip büyütüyorlardı. Bu insanlar büyük kazançlar sağlayan her projeden sonra ‘büyük adamsın’ şeklinde iltifatlar aldıkça, kendilerine özgü bir
110
teklik ve büyüklük kompleksi geliştiriyor, yavaş yavaş, dünyada eşi benzeri bulunmayan ‘süpermen’liğe doğru kayıyorlardı. Sömürgeciliğe karşı çıkan yerli halkları acımasızca süngüleyen askerler ve subaylar da, toplu mezarlara gömdükleri cesetleri göre göre katılaşan yüreklerinde gelişen acımasızlık hissini, ballandıra ballandıra anlattıkları kahramanlık destanları yüzünden kendi yakın çevrelerine de enjekte ediyorlardı. Bu süreç içinde vicdan duygusunu yitiren kalp, büyüklük kompleksine kapılan psikoloji ile birleşince, bu süreç zihinlerde ‘tek adam’ ile tek Tanrı arasında bir düello başlatacaktı. Bu teke tek çatışmadan, özgüveni kamçılana kamçılana bir ejderhaya dönüşmüş olan ‘tek adam’ galip çıkacak; Tanrı, bazı beyinlerde ‘öldürülecek’, bazı kalplerden silinecekti... Böylece, Hallac-ı Mansur’un manevî sarhoşluk içinde haykırdığı ‘Ben O’yum’ anlayışı; maddî sarhoşluk içinde haykıran ‘Ben O’yum’ anlayışına dönüşecekti. Ve ardından, zaten Hz. İsa’nın ufacık vücuduna yerleştirilip küçültülen tanrıyı, o “başarılı ve eşsiz” adamlar kendi vücutlarına da sığdırabilecek ve kendi kendilerini tanrılaştıracaklardı. Buna da otodeizm ismi verilecekti. Bu hâl, tüm peygamberlerin mücadele ettiği şirkin modernize edilmiş biçimiydi. Fakat bu kez teşvik görecek, ödüllendirilecek ve yakalara gururla takılan bir rozete dönüşecekti. ‘En büyük benim’ diyenlerin kafasında ateizm kök saldıkça, toplumda da yaygınlaşacak ve ibadet mekânlarında toplanan insanlar, bundan böyle büyük fabrikalarda, şantiye ve bürolarda toplanacaktı. Bu durum bir anlamda Kilisenin ektiğini biçmesiydi. Papazlar, cemaat sayısı gittikçe azalan kiliseleri daha cazip hâle getirmek için çareler arıyorlar ve yeni söylemler geliştiriyorlardı ama, ipin ucu kaçmış, ‘maddeye tapma’nın modern biçimi uygulanmaya başlamıştı bile.
111
DOĞA KANUNLARI REVAÇTA… İnanç tarihini oluşturan dinler, mezhepler, tarikatlar ve felsefe okulları Tanrı’yı daha iyi anlamak için 4 farklı yol izlemişlerdi: - Kutsal kitapların öğretilerini olduğu gibi kabul edip uygulamak, - Kitaplara ilâveten, O’nu ruhsal âlemde ve iç dünyada aramak, - ‘Gizli İlimler’e ulaşarak O’nunla direkt temas kurmak, - Aklı önder alıp, Tanrı’yı düşüncede, evrende ve Doğa Kanunları’nda aramak. Bu grubu temsil eden insanlar farklı yöntemler, değişik yorumlar ve politik çıkarlar yüzünden yüz binlerce mezhep ve tarikat kurmuşlardı. Filozofların oluşturdukları -izmlere de birer zihinsel tarikat gözüyle bakıldığında, bu sayı daha da yükseltilebilir. Fakat -izmlerin o devirdeki son versiyonu olan ateizm, bunların tümünden farklı bir özellik gösteriyordu. Daha önce görüldüğü gibi, şirk: Tanrı’yı inkâr demek değil, O’na ortak koşmaktı. Ama ateizm şirkin çok ötesine giderek Tanrı’yı tamamen yok sayıyordu. Ateist anlayışa göre, maneviyat üzerine on binlerce kitap boşuna yazılmış, yüz binlerce muhteşem tapınak boşuna inşa edilmiş, binlerce savaşta tonlarca kanlar boşuna akmış, yüz binlerce mistik boş bir hayal peşinde koşmuş ve binlerce üstün zekâlı düşünür boş yere felsefe yapmıştı. Hatta peygamberler de birer düşünürdü ve kutsal sayılan kitapların hiçbir kutsiyeti yoktu. Üstelik gelmiş geçmiş milyarlarca insan, var olmayan bir şeye inanmış, bir rüya peşinde koşmuş ve aldıkları ilhamları esasında kendileri yaratmışlardı. Kâinattaki bunca fiziksel ve matematiksel düzen ve mükemmel işleyen Doğa Kanunları tesadüfen oluşmuş şeylerdi.
112
Evet, ateistlere göre, insanlık gördüğü binlerce yıllık bir rüyadan yeni uyanıyordu... Mürekkep hokkası beyaz kâğıda dökülünce ortaya tesadüfen güzel bir mektup çıkabilirdi! Evet, insan aklı bu inanca da amin diyebilmişti!
PASKAL’IN RUHSAL DENEYİMİ Manevî dünyanın böylesine şiddetli bir depreme maruz kalıp paldır küldür yıkıldığı gidişe dur diyebilmek için çırpınan çok sayıda insan vardı. Bunlardan biri de fizik ve matematikteki yeni buluşları ile tanınan ve sıvıların basınç kanunlarını formülleştirerek üstün zekâsını tüm ateistlere kanıtlamış olan Blaise Pascal (1623-1662) idi. Pascal, 23 Kasım 1654 gecesi mistik bir tecrübe geçirir. Arkasından, bilimsel Tanrı arayışlarının kimseyi İlâhî gerçeğe götüremeyeceğine karar verir ve Jansen (Bağışçılık) mezhebini kabullenerek bir manastıra kapanır. Kendi kendisi ile barışık ve son derece dürüst biri olan Pascal’ın söylemleri kısa sürede değişmeye başlar. Ve hiç vakit kaybetmeden Tanrı’nın büyüklüğünü anlatmak için insan aklının küçüklüğünü anlatmaya koyulur: ‘Tanrı’nın ne varlığı, ne de yokluğu akılla ölçülemez. Matematiksel ifadeyle, Tanrı’nın var olma ihtimali %50, yokluğunun ihtimali de %50’dir. Akıl, bu yolu seçmekle Tanrı inancı üzerine yazı-tura atıp kumar oynamaktadır. Benim aklım bu zihinsel terazide varlık kefesinin daha ağır geleceği üzerine bahse giriyor. Daha ağır geliyor; çünkü O’nun varlığına inanmak tamamen irrasyonel (akıldışı) değildir. Eğer Tanrı yoksa, kaybedeceğim şeyler çok azdır; ama eğer varsa, kazancım hem bu dünyada çok fazla, hem de ahrette sonsuz olacaktır. Aklım böyle derken, ruhum böyle bir bahis oyununu tamamen reddediyor. Tanrı’sı ile beraber olan ruhum, O’nu her ân hissetmektedir. İç dünyalarının karanlıklarına dalan herkes bu aydınlığa mutlaka kavuşur ve gerçek aydınlığın o karanlıklarda gizli olduğunu fark eder. Bunu fark edenleri tanımak da kolay-
113
dır: Onlar son derece mütevazı, hoşgörülü, iyiliksever, sevgi dolu, güvenilir ve dostlukları içten olan insanlardır. Fark edemeyenlerin durumu ise gözler önündedir.’
DESCARTES’IN ŞÜPHECİ AKILCILIĞI Pascal öğrenme çağındayken, kendisiyle bir müddet ilgilenmiş olan ünlü matematikçi ve Kartezyen felsefesinin kurucusu Rene Descartes (1596-1650), Pascal’ın geçirdiği bu ruhsal tecrübeye pek güvenmez. Descartes da aklı baz alarak yola çıkar; fakat o zamana kadar düşünülmemiş orijinal bir felsefe geliştirir: ‘Ruhsal tecrübeler ve inanç sistemleri bize rasyonel olarak kanıtlayabileceğimiz hiçbir şey öğretmedi. Bir şeyin doğru veya yanlış olduğunu akla vurmadan kabullenmek büyük hatadır. Doğruyu yanlıştan ayırmak için önce tümdengelim, sonra tümevarım yöntemlerini kullanarak, evvela üzerinde düşündüğümüz fikri parçalarına ayırmalıyız. Böylece, bir problem gibi görünen şeyi basit birimlere ayırmış oluruz ki, bu ögeleri irdelemek daha kolaydır. İyice anlaşılan bu parçaları birleştirip bir sentez yaptığımızda da artık ortaya çıkan sonuca güvenebiliriz. Bu analiz ve sentezi becerebilmenin iki şartı vardır: - Düşünürken, duygularımızı ve sezgilerimizi muhakeme zincirine katmamalıyız, - Üzerinde düşündüğümüz bir fikrin ilk önce doğruluğundan şüphe etmeliyiz. Her şeyden şüphelenmek pek akıllıca görünmeyebilir; ama bunu yapmadan önyargısız mutlak gerçeklere ulaşmak mümkün olmaz. Ben bir şeyin doğruluğu üzerinde düşünürken, tüm önyargılarımı ve bana kendi kültürümün empoze ettiği etkileri sildikten sonra, bir özgür bilinç içinde muhakeme yaparım. Bu yolla üretilen düşünceler yanlı ve katışık olmaz. Ortaya saf ve yepyeni sonuçlar çıkar.
114
Aklıma gelen her fikirden de önce şüphe ederim. Tanrı’dan bile... Hatta yaşamın ve evrenin gerçekliğinden bile şüphe ettim. Belki de gördüğümüz bir rüyadır diye düşündüm. Bir zaman sonra, bunca düşünceden en az bir tanesinin doğru olması gerektiği geldi aklıma. Bu gerçeğin ne olabileceği üzerinde kafa yorarken, ânîden, ‘buldum’ diye haykırdım. Evet, evet... Düşünüyordum... Ve düşündüğümü biliyordum. Tek gerçek buydu. Düşündüğüme göre rüyada olamazdım. Öyleyse, var olduğum da bir ikinci gerçekti. Düşünüyorum; öyleyse varım dedim. Artık bütün düşüncelerimi bu iki sağlam temel üzerine inşa edebilirdim. Duyularımla algıladığım var olan evreni düşünürken, Mükemmel Bir Varlık’ın var olduğunu buldum. Bu mükemmel Varlık, mükemmel olmayan Dekart’ın düşüncelerinin bir eseri olamazdı. O kendi mükemmel gerçeğini kendi düşünmüş olmalıydı. Hiç mantık hatası yapmadan ulaştığım bu sonucun gerçek olduğundan, kendi varlığımdan emin olduğum kadar eminim. Böylece, ‘Tanrı inancı herkesin yaratılışında mevcuttur’ diyenlere de katılmak zorunda kaldım. Çünkü bu inanç bizde var olduğuna göre; bu, bizim kendi düşüncelerimizden kaynaklanan bir fikir olamaz. Tanrı’dan bu garantiyi alınca, sadece düşüncelerimizin bizi O’na götüreceğinden emin oldum ve düşünce yardımıyla bulduğum gerçekler önüme 2 kategori çıkardı: İçsel ve dışsal. İçsel gerçek: Uzayda yer kaplamayan ve parçalarına bölünemeyen bilinç (ruh) idi. Dışsal gerçek: Uzayda yer kaplayan, bölünebilen ve bilinci olmayan madde idi. Bu ikili, Tanrı’dan gelmişti; fakat birbiri ile alâkalı değildi. Bundan şüphelendim. Çünkü insan hem madde hem de bilinç taşıyordu ve ikisi de aynı bedene hapsolmuştu. Ulaştığım kesin sonuç şu oldu: Madde ve bilinç vücuttayken bir ikili ilişki içindedirler; ama birbirinden bağımsız hareket ederler. Ben ve diğer düşünen yaratıklar, düşünen sonlu var-
115
lıklarız. Tanrı ise düşünen sonsuz bir varlıktır. Bilinçsiz cisimler de, Tanrı’nın uzantısı olan düşünemeyen varlıklardır. En sonunda, ruh ve madde arasındaki münasebetin beyindeki bir bölgede gerçekleştiği kanaatine vardım. Bilinçteki anlama kabiliyeti her şeyin özünü net olarak kavrayabilir. Duyular, neyin peşinde koşup koşmamamız gerektiği konusunda düşünen bilince rehberlik ederler.’
SPİNOZA’NIN DOĞATANRICILIĞI Bu yüzyıldaki sosyolojik realiteler ve etkileşim olgusu Batılı Yahudilerin de bu gelişmelerin dışında kalmalarına izin vermiyordu. Amsterdam’daki büyük havraya devam ederek Tevrat, Mişna, Talmud, Kabala ve Zohar’ı okuyup dinî bilgilerini genişleten Baruch Spinoza (1632-1677), tek taraflı görüşlerden sıkıldığı için Hıristiyan entelektüellerin toplantılarına katılmaya başlar. Orada öğrendiklerinden sonra bu iki ayrı dinsel öğretinin sentezini yaptığında, ortaya radikal fikirler çıkarır ve bunları savunmaya koyulur. 25 yaşındayken havradan kovulur. Kâfir damgası yiyince tek başına ortada kalır. Bu evrede, dinsel tabuları yıkılmış bir mantalite geliştirir. İncil’de ve Tevrat’ta sadece kendi çağlarındaki insanlara hitap eden ayetleri bulur ve oradaki ifadelerin evrensel olamayacağı kanaatine vardıktan sonra, kutsal kitapların üstün zekâlı insanların becerileri olduğunu iddia eder. Dinsel öğretileri kafasından sildikten sonra düşüncelerini Tanrı üzerine yoğunlaştırır ve Spinozizm akımını başlatır. İleride Hegel’i ve Karl Marx’ı büyük ölçüde etkileyecek olan Spinoza, Tanrı’yı, Tabiat Kanunlarının tümü olarak görür. Tanrı’dan söz edildiği zaman aslında maddî ve ruhsal her şeyde var olan bu yönlendirici kanunlardan söz edildiğini savunur ve maddeötesini reddeder. İnsanoğlunun bilgiye ve bilime bu denli âşık ve hayran olmasının ve âlimlere bu kadar değer vermesinin arkasında yatan
116
sebepleri de araştırır. Ulaştığı sonuç ilginçtir ve maddeci bir mistisizmi çağrıştırır. Spinoza yeni bilgilerin bazen beyinde, bazen de kalpte kendiliğinden oluşan bir bilme işinin (sezgi/içgüdü/ilham) yarattığı etkiden kaynaklandığı kanaatine varır. Bu sezgi aslında Tanrı’yla temas kurmaktır. Bu teması az veya çok herkes sağlamaktadır; öyleyse bilgiler hem akıl ve hem de kalp aracılığı ile elde edilebilir. O hâlde kutsal kitaplara gerek yoktur. Bir tek ‘tevrat’ vardır: Kâinatın özünde var olan Kanunlar... Tanrı, bilginlerin ve mistiklerin bize dayattığı bir anlayış içinde algılanmamalı, Doğa Kanunlarının lânse ettiği şekilde anlaşılmalıdır. Spinoza’nın bu Panteist (Doğatanrıcı) görüşleri sonsuzluk üzerine kurulmuştu ve iki boyutluydu: Sonsuz Cevher’in uzayda maddeye bürünmüş hâli ve düşüncenin ruha dönüşmüş hâli. Spinoza’nın Budizm’den etkilendiği açıkça görülmektedir: ‘Her şey Tanrı’dır, Tanrı her şeydir; ama O iki ayrı boyutta tezahür eder. Evren de, Tanrı da bir bütündür ve bunlar o bütünün kendisidir. Tanrı evrenin dışında veya kâinatı uzaktan kumandayla idare eden bir varlık değildir. O: İçimizde-dışımızda, düşüncemizde-hayalimizde, yakınımızda-uzağımızda, dünyada-uzayda olandır. Mutlak İrade O’na aittir. Tüm canlılarda özgür irade vardır. Fakat bu sınırlıdır. Aynen elma ağacının elmalarını yaparken kullandığı özgür irade gibi... Fakat elma ağacının portakal yapma özgürlüğü yoktur. İnsanın Tanrı sevgisi ile insanın insana karşı olan sevgisi birdir ve aynı şeydir.’ Spinoza’ya da hemen ateist damgası vurulur; uzun bir süre görüşlerine rağbet gösterilmez.
İZMİRLİ ‘MESİH’ Bu yüzyılda, ilginç bir gelişme de İzmir’de ortaya çıkar:
117
Luria Kabalası’ndan çok etkilenmiş olan İzmir doğumlu Yahudi mistik Sabetay Sevi (1626-1676), 1656 yılında ‘Beklenen Mesih’ olduğu iddiasıyla ortaya çıkar ve bu kentte büyük huzursuzluklara neden olur. İzmir’e girişi yasaklanınca İstanbul, Kahire ve Kudüs’ü gezerek Musevîleri ikna etmeye çalışır. Avrupa’daki dinî kuruluşlara mektuplar yazarak, Mesih olduğunu duyurur. Sevi’nin ismi ve iddiası yayıldıkça, bu kez yer yer peygamberliğini ilân eden insanların sayısı çoğalır. Bunun üzerine, Osmanlı paşaları bunları ve taraftarlarını tutuklamaya başlarlar. Yahudilere zulmedildiğine inanan bazı hahamlar, Şabat günü yapılan ayinlerin açılış konuşmalarından padişahın ismini çıkarır ve yerine Sevi’nin adını zikretmeye başlarlar. Birçok Musevî vatandaş dükkanlarını kapalı tutarlar. Havralar dolup taşmaya başlar. Büyük bir inanç ve coşku içinde bulunan Sevi, İstanbul’a gelerek padişahı Yahudi olmaya davet edince tutuklanır ve Gelibolu’ya sürgüne gönderilir. Sultan 4. Mehmed zamanında yargılanır ve idama mahkûm olur; fakat padişahın ‘idam veya İslâm’ seçeneğini tanımasından sonra Müslüman olur ve tasavvufla uğraşarak, kendisine bağlanan emekli maaşı ile yaşamını sürdürür. Sevi’yi izleyen binlerce Yahudi de İslâm’ı kabullenir ve bunlara ‘dönme’ denmeye başlar. Dönmeler dış görünüşleriyle Müslüman; iç dünyaları itibariyle Sevi hayranı olarak yaşamlarını yıllarca bir ikilem içinde sürdürürler. * Sokrat’ın ‘Bir şey biliyorsam, o da hiçbir şey bilmediğimdir’ felsefesi, Descartes’la ‘her gerçeği kolayca bilebiliyorum’ düşüncesine dönüşmüş, mistikleri epeyce üzmüştü. Fakat Descartes’ın felsefesi filozoflara güven ve enerji kazandırmıştı. Bundan böyle, 17. yy. Batı felsefesi Kartezyen merkezli bir daire içinde gelişecekti. Ve Paskal’ın ruhsallığına bundan sonra gizemli, acayip ve akıldışı bir olgu olarak bakılacaktı.
118
Bu devirde, insanları evrensel bilgi arayışına davet eden bir düşünür de John Locke’dur (1632-1704): ‘İnsan doğduğu zaman bomboş bir akıl levhası ile dünyaya gelir. Bütün düşünceler ve bilgiler: Deneylerin, görgülerin ve duyguların getirdikleri ile oluşur. Kendisine sözü edilmemiş bir bilgiyi kimse bilemez. Tanrı bilgisi de böyledir, erdem de... Haz ve elem gibi eğilimler doğuştan olabilir; fakat bunlar birer bilgi değildir.’
18. YÜZYILDA TANRI’YA BAKIŞ NEWTON’UN MEKANİK TANRISI 18’inci yüzyıla girerken, mistik düşünceleri ve “gizli ilim” arayışlarını Hıristiyanlığın bünyesinden çıkarmak isteyenler arasına bir bilim adamı daha katılır: Isaac Newton (16421727). Descartes’ın neredeyse matematiksel formüllere sığdırdığı Tanrı’yı, Newton, farkında olmadan mekanikleştirecektir. Belki de herkesin otomatik makinelere ve kendi kendine çalışan saatlere hayran olduğu bir çağda, İlâhî İlmi, mekanik bir bağlam içinde izah etmekten daha iyi bir fikir olamazdı! Bu hırslı bilim adamı gözünü kâinata diker. Sivrisineğin neden vızıldadığından başlar ve gezegenlerin nasıl hareket ettiklerini buluncaya kadar kıpırdayan her şeyi büyük bir dikkatle inceler. ‘Kâinat Kitabı’nı okudukça iştahı kabarır ve çok değerli bilimsel buluşlar gerçekleştirir. Daha önce kimsenin -Galileo dâhil- adını koymadığı yerçekiminin (gravity) isim babası olur ve kanunlarını yazar. Bir prizmadan geçen Güneş ışınlarının 7 renge ayrıldığını ve beyaz rengin bu ışınların birleşmesinden oluştuğunu ispat eder. Matematiksel ve Mekanik prensipleri formüllerle somutlaştırır. Gelişmiş bir aynalı teleskop yaptırır ve gökyüzünü incelemeye başlar. Tanrısını da orada bulur: ‘Dünya kendi ekseni etrafında saatte 1000 mil hızla dönmektedir. 100 mil hızla dönseydi, bir gün 240 saat olacak ve
119
geceler 10 kat daha uzun olacaktı. O zaman buz gibi donacak bir dünyada hayatın devam etmesine imkân olmayacaktı. Dünyanın bu ideal hızı; ancak bir matematikçi ve mekanik ustasının eseri olabilir. Diğer bütün gezegenlerin yerli yerine oturmuş bir nizam ve intizam içinde hareket etmeleri, bu ‘ustanın’ büyüklüğünün, erişilmez gücünün ve Alim sıfatının bir kanıtıdır. Uzay sonsuzdur ve değişmez. Tabiattaki düzen, mekanik bir makine gibi mükemmel işlemektedir. O kadar ki; her şeyi ölçüp biçip, formüllerle izah edebiliriz. Bu gerçekleri tespit ettikten sonra aklıma şu sorular geldi: Peki, Tanrı bunun neresindedir? Yoksa uzay sonsuzluğu içeren kutsal bir varlık mıdır? Belki de uzay, Tanrı ile birlikte var olmuştur! Bir çıkış yolu bulmak için Kutsal kitapları incelemeye karar verdim. Lâtince yazılmış İncil’ de Tanrı için kullanılan Deus kelimesinin kökenini araştırması için Oxford Üniversitesi’nde yeni kurulmuş olan Arap dili kürsüsü başkanı ve Lâtince’yi iyi bilen Edward Pocock’tan bana yardımcı olmasını rica ettim. Edward kafamda müthiş bir reforma sebep olan yanıtı buldu: Tanrı anlamına gelen Deus’un kökeni Arapça’daki ‘Du’ sözcüğünden geliyordu. Du, eski Arapça’da, hükmeden, hâkim ve mal sahibi (Lord) anlamlarında kullanılmıştı. Hükmeden O ise, sonsuzdan gelen evren içinde ebed ve ezel olan da O’dur. O her yerde hazır ve nazır olamazdı. Çünkü hükmeden, hükmedilenin kendisi olamaz. Demek ki evren, O’nun varlığından kaynaklanan bir etki sonucu oluşmuştur. Uzay da, zaman da O’ndan gelen yerçekimi gibi bir olgunun sonucudur. Uzay ve zaman O’nun bir yansıması olmak zorundadır. Madde: Tanrı’nın kendi eliyle ve isteğiyle yarattığı şeydir. Çünkü bu boşluğu mutlaka görülebilen, hareket eden ve estetik şekillere bürünmüş cisimlerle doldurmak istemiştir. Bu netice, O’nun eşsiz bir güzellik anlayışına sahip olduğunu görmemizden çıkmaktadır.’
120
İncil’de bu düşünceye uymayan ve birbirleri ile çelişen ayetleri de derinlemesine araştıran Newton, bu kutsal kitabın değiştirilmiş olduğunu çekinmeden ilân eder ve suçlu olarak Athanasius’u gösterir. Newton’un, İznik Konseyi’nden (325) sonra Arius’un talebesi olan Athanasius’un Teslis’i daha inandırıcı kılmak için İncil’e kendi uydurduğu ayetleri kattığını söylemesi, ruhban sınıfının şiddetli tepkisine yol açar. Ama Newton’u destekleyenlerin sayısı ve prestijinin yarattığı güç, bu dik çıkışı önemsiz kılar. Fizik ve matematik çalışmalarını bir müddet ihmal eden ve dinî konulara iyice eğilen Newton, oldukça gerilere uzanır ve Hz. Nuh’a sadece İki Emir gelmiş olduğunu iddia eder: ‘Bunlar, Tanrı sevgisi ve insan sevgisi emreden ayetlerdir. Tanrı’nın tek isteği, herkesin, O’nun mabedi olan kâinatı ve O’nun sevgilisi olan insanı sevmesiydi. Ama sonraki nesiller bu iki sade emri komplike hâle getirdiler ve değiştirerek dejenere ettiler. Gelen peygamberlerin tümü bu beşeri yanlışlıkları tashih etmek/düzeltmek için gönderilmişlerdir.’ * Newton gibi çağdaş Hıristiyan bilginler Teslis’i kabullenmekte zorluk çekiyorlardı. Ama binlerce yıl üst üste birikerek gelmiş bir din anlayışında değişiklik yapmak kolay değildi. Öte yandan, eskiyi yeniyle değiştirme süreci onları bu reformun yapılması gerektiği düşüncesine zorluyordu. Küçük kıpırdamalar görünmeye başlamıştı. 1696’da yayımlanan Hıristiyanlık Muamma Değil adlı kitabında John Toland şöyle yazar: ‘Mistik muamma ve gizli ilim arayışları binlerce hurafenin doğmasını sağlamaktadır. Mükemmel olan Tanrı’nın kendi kendini apaçık ifade etme yeteneği yok mudur? Her şey aklımızın ve gözlerimizin önündedir ve ‘beni okuyun’ diye beklemektedir. Koyulan Tabiat Kanunları bellidir ve evrendeki her şey -bizler de dâhil- bu kanunlara uymak zorundadır. Tanrı’nın isteği de budur. Bunu anlamayı zorlaştıranlar büyük günah işlediklerinin farkında değil midirler?’
121
Toland bunları yazdıktan 9 yıl sonra daha farklı görüşlerle sahneye çıkar ve Doğatanrıcılığı (Pantheism) teorisini ortaya atar. Bu kurama göre her şey Tanrı; Tanrı her şeydir. Evrenötesi bir varlık yoktur. * Charles L.S. Montesquieu (1689-1755) her insanın eşit doğduğunu; fakat toplumun bu eşitliği bozduğunu söyler. Bu bozukluğun giderilmesi için bazı kuralların ve kanunların şart olduğunu savunur. Özgürlüğün sınırsız olamayacağını ve ancak yasalara uymakla sağlanabileceğini yazar. Köleliğin her türlü doğal ve toplumsal hukuka aykırı olduğunu ve Tanrı’nın Adil sıfatına karşı çıkış olarak görülmesi gerektiğini söyler. Matthew Tindal da 1730’da yazdığı Yaratılış Günü Kadar Eski Hıristiyanlık isimli eserinde şu görüşleri dile getirir: ‘Kâinatın kendi dini vardır. Bu dinin kuralları kâinatın bir parçası olan insanların göğsüne nakşedilmiştir. Bu kanunları öğrenen insanlar, ait oldukları inanç sisteminin öğretilerini bunlarla karşılaştırmalı ve çelişik öğretileri bulunca kafalarından silmelidirler. Ben, Kâinat kanunlarının Kutsal Üçleme ile çeliştiğini buldum ve kafamdan sildim.’ Hermann Samuel Reimarus (1694-1768) daha ileri gider ve kutsal kitapların değiştirilerek orijinalitelerinin bozulduğunun açıkça görüldüğünü söyler. Hz. İsa’nın eleştiri dolu bir biyografisini yazar ve Newton’un aksine suçu St. Paul’a atar: ‘Hıristiyanlık büyük ölçüde gezgin havari Paul’ün dinidir. İsa, Tanrı’nın oğlu olduğunu ve insanların günahlarını silmek için geldiğini hiçbir yerde iddia etmemiştir. O’nu bir tanrı gibi göklere çıkarmak yanlıştır. İsa, mütevazı, hoşgörülü, sevgi ve yardımlaşma dolu, doğru olanı kabullenen ve pratik bir dinin öğreticisiydi. Bütün bunlar, Tanrı’nın her toplumda hâkim olmasını istediği şeylerdir. İsa’nın da bunlardan başka bir iddiası olmamıştır.’ * Bu cüretkâr eleştiri herkesi cesaretlendirir ve eleştirmenler gitgide artar. Engizisyon zulmünden başlayıp, Haçlı ordularının
122
masum Ortadoğu insanlarını hunharca katlettiklerine kadar varan özeleştiriler arttıkça, bazılarının aklına papazların günahlarını Tanrı’ya mal etmek fikri gelir. Ünlü şair John Milton (1608-1674) zaten böyle bir girişimde bulunmuştu. ‘Kaybolan Cennet’ isimli destanında Tanrı, Şeytan ve Âdem arasında geçenleri metafiziksel bir senaryo içinde sembolize etmiş ve insanlar gibi düşünen ve hemen hemen aynı özelliklere sahip olan, hem sevecen hem de çok zalim bir tanrı portresi çizmişti.
DEİZM, RUHBAN SINIFI VE LÂİKLİK Bu devirde sadece aklı baz alarak, somut verilerle Tanrı’yı tarif eden görüşlere Deizm adı verilir. Deizmin tanrısı evrene müdahale etmeyen bir tanrıdır. Çağımızda hâlâ süregiden bu anlayış yavaş yavaş lâik bir devlet anlayışının zeminini hazırlayacaktır. 1764 yılında, François-Marie de Voltaire (1694-1778) bir ‘Felsefe Sözlüğü’ yayımlar ve ideal din anlayışının ne olması gerektiğini basit bir dille izah eder. Voltaire, Hıristiyanlığın yaşadığı krizlerin ve acınacak durumunun baş sorumluları olarak ruhban sınıfını gösterir ve bunların yönetim üzerindeki etkilerinin azaltılmasını önerir. Ayrıca, kendi branşlarında yücelen insanlar arasında yaygınlaşan ateizmi de şöyle tarif eder: ‘Ateizm kötülüklerin ve gaddarlıkların en büyüğüdür. Hele bu fikir yöneticilerin, bürokratların ve aydınların beyinlerine yerleşirse fanatizmden daha tehlikeli olur ve erdemi ve sağduyuyu öldüren bir canavara dönüşür. Ruhu maddeden, maddeyi ruhtan ayıramazsınız. Ruhun kendine özgü bir yapısı vardır; fakat maddeye bağımlıdır. Eğrinin ve doğrunun ne olduğunu kalp çok iyi bilir. Bu doğruyu ayırma kabiliyeti Tanrı tarafından herkese verilmiştir.’ * Fakat lümpen burjuvanın ateistliğini önemsemeyen G.W. Leibniz (1646-1716), Spinoza’nın idealist felsefesine sinirlenir
123
ve madde ile ruh arasındaki fark üzerinde yoğunlaştırdığı düşüncelerini şöyle özetler: ‘Maddî âlem ile ruhsal âlem arasındaki fark şudur: Madde en küçük parçasına ulaşılıncaya kadar sürekli bölünebilir; ama ruh ikiye bile bölünemez. Mutlak Tek’liği temsil eden şey ruhtur. Erdem doğuştandır ve Tanrı’nın mükemmelliğinin bir sonucudur. Şerrin Tanrı ile alâkası yoktur. Kötülük eşyanın ayrıntılarındadır.’
CEBBAR ‘MESİH’ 18’inci yüzyılda bir ‘Mesih’ daha ortaya çıkar: Jacob Frank (1726-1795). Bu, hiddet ve şiddet dolu kişi, Tanrı’nın Rahman ve Rahim gibi sevecen sıfatlarının Sevi’de belirdiğini; ama kendisinin Cebbâr sıfatını temsil ettiğini öne sürer ve dünyadaki tüm kötülükleri yakıp yıkmak için gönderildiğini iddia eder. Buna inananlar -Tanrı adına- kötü tanınmış insanları öldürmeye ve bir anarşi doğurmaya başlarlar. Bu kişinin ölümünden sonra ortaya çeşitli kahramanlık destanları çıkar ve Fransız İhtilali’ni onun gerçekleştirdiği ve yakında bir dünya ihtilalinin çıkacağı söylentileri yayılır. Bu devrimin olacağına inanan bazı Sevi taraftarları ileride ihtilalin Osmanlı İmparatorluğu bünyesinde başlayacağını varsayarak, Jön Türkler’e katılırlar. * Sevi’nin etkisine girmiş bir başka mistik de İsrael ben Eliezer idi. 1730’da, Polonya’da Hasidizm mezhebini kuran bu mistik, her şeyin içinde bir parça Nur olduğunu ve bu parçacık Nur’ların serbest bırakılması gerektiğini öğretmekteydi. Bunun mezhebine giren Yahudiler -büyük bir samimiyetle- bol bol sigara içerek, sigara ateşindeki Nur’u serbest bırakmayı bir tür ibadet saymaktaydılar. Bazıları ise, bolca yemek yiyerek gıdaların içindeki Nur’u kendi vücutlarında toplamaya ve böylece kutsal bir güce sahip olmaya çalışmaktaydılar.
124
Bu mezhepten bir mezhep daha doğar. Haham Şennur Zalman (1745-1813), Habad akımını başlatır; akıl ve ruhun güçlerinin birleştirilmesinden sonra Tanrı’ya kolayca ulaşılabileceğini vâzeder. * Bu yüzyılda son Musevî mezhep olan Haskala’yı, Moses Mendelssohn (1729-1786) başlatır. Tanrısız bir evreni anlamsız bulan bu düşünür, akılla bulunabilen bir Tanrı’ya inanır ve getirdiği değişik yorumlarla ilgi çeker: ‘Tanrı, varlığını sadece vahiy yoluyla göstermeyi seçmiş olamaz; çünkü dünyada kendilerine vahiy ve peygamber gönderilmemiş olan pek çok topluluk vardır. Ona rağmen bu insanlar Tanrı’nın varlığını bulabilmişlerdir. Demek ki sadece akıl kullanılarak da Tanrı bulunabilir. Bu yeteneğe herkes sahiptir. Kendimizi, Tanrı önünde aciz birer kul olarak değil; O’nu anlamış, O’nunla bütünleşmiş ve O’nun sevdiği varlıklar olarak görmeliyiz.’
KANT’IN VİCDAN TANRISI 18’inci yüzyıl sona ermeden, bu çağdaki felsefenin öncülerinden sayılacak olan İmmanuel Kant (1724-1804) felsefe üreten bir felsefe profesörü olarak insanlara özgüven telkin eder: ‘Gerçek aydınlanma, insanoğlunun kendi kendini altına soktuğu, olmayan bir dış otoritenin boyunduruğundan kurtarması sayesinde gerçekleşebilir. Dinsel dogmalardan, tuhaf tuhaf ayinlerden ve dinî otoritelerin empoze ettiği bağlardan kurtulmadan, insan var olan kendi içsel gücüne güvenme duygusunu geliştiremez. Tanrı, kendi irademizin üzerindeki despot
125
bir varlık değildir. Çünkü Tanrı kendini irade üstü değil, irade içi bir usulle ifşa etmektedir. Tanrı evrendeki ve dünyadaki düzenin devamlılığı için mutlaka gereklidir. İnsanlar her zaman Tanrı’ya muhtaçtırlar; çünkü insan çok üstün özelliklere sahip olması yanında, son derece gaddar ve yıkıcı bir yapıya da sahiptir. Akıl tek başına bu negatif özelliklere gem vuracak güçte değildir. Aklın limitlerinden daha geniş olan bir Vâli mutlaka gereklidir. Yıkıcılık, yapıcılıktan daha güçlü değildir; fakat yıkmak kolay, yapmak zordur. Bu yıkıcı özelliğinin engellenmesi, Tanrı inancının geliştirdiği vicdan sayesinde gerçekleşebilir.’ Düşünce ve dış dünyayı algılama üzerine de felsefe üreten Kant, bunların uzay ve zaman içinde değiştiğini ve izafî olduğunu savunur: ‘Pembe gözlük takan dünyayı pembe görür... Hiç limon görmemiş birinin limonu ilk gördüğünde ağzı sulanmaz...’
‘İMAN BİR DUYGUDUR’ Fransız İhtilali’nden önce yazdığı eserlerde insan hakları, eşitlik ve demokrasi temalarını işlemiş olan Jean Jacques Rousseau (1712-1778) insanların başına gelen tüm felâketlerin doğal yaşamaktan uzaklaştıkları için geldiğini savunur: ‘İnsanlara yol göstermekten vazgeçin. Onlara sadece kavramayı öğretin yeter. Bırakın kendi yollarını kendileri bulsunlar. İman En Yüce Öz olan Tanrı’nın insanlara verdiği bir duygudan ibarettir, yeter ki tapınma şekilciliği, katı kurallar ve din adamları gibi gereksiz dış güçler bu duyguyu bozmasın... Bu nedenle çocukların duygusal eğitimi zihinsel eğitimlerinden önce gelmelidir. Kişileştirilmiş bir tanrıcılık (Deizm) yanlıştır. Yeni bir uygarlık dini oluşmalıdır. Bu din akla dayalı olmalı ve her vatandaşa üstüne düşen görevleri sevdirme amacı gütmelidir. Evren bir kez yaratılmıştır ve kendi kuralları içinde işlemektedir. Tanrı’nın müdahalesi söz konusu değildir. Bu kural-
126
lara ters düşen öğretiler kişiseldir, doğal değildir ve evrene aykırıdır. Mutluluk doğaya geri dönmektir.’ Rousseau bunları söylerken aslında kendisinin de bir tür kişileştirilmiş Deizm yaptığının farkında değildi herhalde! Rousseau Avrupa’daki ahlâkî çöküntüyü Rönesans’a bağlar ve buna sebep olan olayın Müslümanların Bizans’ı almaları olduğunu söyler.
‘EN HAS HIRİSTİYAN’ Akla fazla güvenilmesi herkesi memnun etmez. Kendisini Hz. İsa’dan sonra en hakikî Hıristiyan ilân eden John Wesley, 1735 yılında Metodist adıyla bilinen Protestan mezhebini kurar. Wesley Amerika’ya gider ve ‘Kızılderililer’ (Red Indians) ismi verilmiş olan yerli halk arasında mezhebini yaymaya başlar. 1738’de, vahiy yoluyla kendisine Metodizm’i yaymak için bir misyon verildiğini iddia eder ve İngiltere’ deki tüm köyleri ve kasabaları dolaşarak bir ‘peygamber’ gibi vaazlar verir. Tanrı’yı -Metodist yöntemlerle- kalpte arayan herkesin yeniden doğmuş olacağını ve O’nunla bütünleşeceğini içtenlikle savunur.
REFORMCU MÜSLÜMANLAR Hıristiyan ve Musevî cenahtaki değişimlere uzun süre kayıtsız kalmış olan Müslümanlar, içtihat kapısının açılması gereğini yavaş yavaş hissetmeye başlarlar. İngilizlerin kontrolündeki Hindistan’a Batı’dan gelen haberleri takip etmekte olan Delhili sûfî Şah Veliullah (1703-1762), Sünnî ve Şiîlerin birleşerek, İslâm’ın bölünmüş mirasını güçlendirmelerini önerir. Veliullah, şeriat hükümlerini değişen çağın şartlarına yeniden uyarlama çabalarına girişir. İngilizlerin Hindistan’ı sömürmelerine karşı çıkar ve oğlunun önderliğinde bir ‘cihad’ hareketi başlatır. Fakat sonuç hezimettir ve baskılar daha da artar. *
127
Arabistan Yarımadası’nda ibni Teymiye’nin görüşlerini modernleştirmek isteyen Necd kadısı Muhammed bin Abdulvehhab (1703?-1784) ise, Vehhabîlik mezhebini kurar. Tasavvufu ve tarikatları İslâm dışı ilân eder ve evliya diye arkasından gidilmiş kişilere ‘şeytanın dostları’ sıfatını kullanacak kadar ileri gider. Sünnî alimleri şirkle suçlar. Ateşli ve sert vaazlarında, ‘şirke düşenlerin kanları heder, malları talan edilmelidir’ diye fetvalar verir. (Bu mezhebin taraftarları, 1901 yılında -İngilizlerin de yardımıyla- Osmanlı’ya karşı ‘cihad’ bayrağı açacak ve Abdülaziz bin Suud önderliğinde Vehhabî Devleti’ni kuracaktır.) * Dikkat edildiği gibi, 17 ve 18’inci yüzyıllarda Müslüman ülkelerde bilim, sanayileşme ve felsefe alanlarında evrensel boyutta sesler yükselmez. Bilginlerin birçoğu şanlı bir mazi ile övünmekle yetinir. Bu durumun temel nedenleri bu kitabın konusu değildir. Fakat matbaa gibi çok önemli bir buluşa sırt dönülmesinin kültür akışını büyük ölçüde engellediğinden söz etmek gerekir. Bu devirlerde Müslüman ülkelerin elinde bulunan el yazması Kuran-ı Kerim sayısı bile sayılacak kadar azdır. 1728-29 tarihinde İstanbul’da İbrahim Müteferrika’nın kurduğu matbaada bir yılda toplam 17 kitap basılabilmiştir. 1729 ile 1839 arasındaki 110 yılda basılan toplam Türkçe kitap sayısı -kesintiler nedeniyle- sadece 180 adettir. Matbaanın icadından (1455), 1855 yılına kadar geçen 400 yılda Osmanlıların bastığı kitapların sayısı sadece 400’ü bulmuştu. Ne yazık ki halkın büyük bir çoğunluğu bu kitapların ismini bile duymamıştı. Oysa 1493 yılında İstanbul’da kurulan bir matbaada Musevîler İbranice kitaplar basmaya başlamışlardı; ama bu matbaa yakılmıştı... * 18. yy. ortalarında, Anadolu’da ‘evliya’ olarak kabul edilen bir zât sesini duyurmayı başarır: Erzurumlu İbrahim Hakkı Hazretleri (1703-1780). Ahiret ve kâinatın yaratılışı ile ilgili
128
Kuran ayetlerini tefsir eden Hakkı, geniş bir hayal gücü sergiler ve tüm maddî ve ‘manevî âlemler’i gezip görmüş ve de fotoğraflarını çekmiş gibi capcanlı tasvirler yapar: Ey aziz, Bil ki Cenab-ı Hak, kutsi hadisinde buyurmuştur ki: Muhakkak ki benim yanımda, bana itaatli olan kullarım için 8 cennet hazırlamışımdır. 8 kapısı olan bu cennetlerin her birinde zağferandan 70 bin bahçe vardır. Her bahçede inci ve mercandan yapılı 70 bin şehir ve her şehirde kırmızı yakuttan yapılmış 70 bin köşk vardır. Her köşkte zebercedden yapılı 70 bin ev ve her evde sarı altından yapılmış 70 bin oda vardır. Her odada sarı yakuttan 70 bin taht ve her tahtın üzerinde ipekten işlenmiş 70 bin yatak vardır. Her yatak üzerinde bir Huri kızı ve her hurinin önünde sarı altından bir tepsi vardır. Her tepside renkli mücevherlerden 70 bin tabak ve her tabakta başka bir çeşit yemek vardır. Her köşkün altında 4 nehir akar ki; biri su, biri süt, biri temiz şarap, biri de süzülmüş baldır. Her nehrin kenarında 70 bin ağaç vardır, her ağacın 70 bin çeşit meyvesi ve 70 bin renkte yaprakları vardır. Her ağaç üzerinde renkli kuşlardan 70 bin kuş vardır ve her kuş 70 bin çeşit sesle Allah’ı tespih eder. Cennet’teki kullarıma her saat başı duymadıkları ve görmedikleri 70 bin hediye bağışlarım. Cennet halkının elbiseleri 70 kat hülledir. Bunlar cennetten çıkmaz, ihtiyarlamaz, ölmez, üzülmez, ağlamaz, namaz kılmaz, oruç tutmaz, hastalanmaz ve tuvalete girmezler. Yalnız gülsuyu gibi ter dökerler! * Aydınlanma Devri olarak adlandırılan bu yüzyıllarda ateist bilim adamları da yavaş yavaş Deizm’e (Tanrı’ya inanma) karşıt ilkelere tapmaya başlarlar. Bunlardan gözlemciliğe önem veren İskoç filozof David Hume (1711-1776) -sanki İbrahim Hakkı’ya cevap olsun diye- dikkatini bebeklerin üzerine çevirir ve büyürken nasıl bir zihinsel gelişim gösterdiklerini inceler. Çocukların okuma-yazma öğrenmeden önce ne denli saf ve
129
katışıksız bir kafa yapıları olduğunu gözler. Çocuğun zihninde elini sobaya vurmadan önce yanma fikrinin olmadığını saptar. Hume, hafızada saklanan tüm fikirlerin beş duyu ve sezgiler aracılığı ile algılandığı kanaatine varır. Dış dünyadan beyne giren bu etkilerin hafızada birer fikir olarak saklandığını tespit ettikten sonra, birer hayali resim olan bu fikirlerin olduğu gibi kalmadığını ve diğer fikirlerle katıştırılarak ortaya yeni ve daha komplike fikirlerin çıkarıldığını belirler. Yani, iki ayaklı tavukla, dört ayaklı aslan resmini hafızaya yerleştiren beyin, zekâ sayesinde üç ayaklı bir hayvan resmi çizebilmektedir; fakat bu üç ayaklı hayvan dış dünyada olmayan bir varlıktır. Böylesine kompleks fikirler analiz edilince hangi dışsal etkilerden kaynaklandıkları bulunabilir fikriyle yola çıkan Hume, önce Cennet fikrini irdelemeyi önerir. Yeşil bitkiler, meyve ağaçları, nehirler, mücevherden köşkler, kanatlı melekler ve güzel Huriler gibi elementlerden oluşan Cennet resminin tamamen dış dünyanın yansımaları olduğunu söyler. Bu metodolojiden hareketle, şu inanca varır: ‘Tanrı’nın sıfatları olan seven, koruyan, merhametli, adil, yüce, rızk veren vs. gibi kavramların zaten insanlarda var olan özellikler olduğunu görüyorum. Bu sıfatlar olmasaydı zaten Tanrı’yı tarif edemezdik. Öyleyse, zihindeki kompleks fikirlerden biri olan Tanrı kavramı, çocukluktan beri beyne kaydedilen yalın fikirlerin sentezidir. Bu sentez beynin yanılgılarından birini oluşturur. Bu yüzden beyin, ‘var olan ile olması gerektiği varsayılan fikirleri birbirine karıştırması’ özelliği ile birleşince, dış dünyada olmayan bir şeyi varmış gibi kabullenmeye başlar. Hatırlanması gereken şey şudur: Küçük ve basit fikirler beyinde uzun ve farklı bir zincire dönüştürülünce ortaya karmaşık veya büyük fikirler çıkar. Metafizik inançlar böylesi fikirlerden doğar.’ Hume bu görüşleri yüzünden hapse girmez; fakat Fransız meslektaşı Denis Diderot (1713-1784) -Paskal’la giriştiği söz düellolarında- benzer düşünceleri dile getirdiği için hapsedilir.
130
Diderot mahkemesi sırasında ateist olduğunu reddeder; ama şu sözleri de sarf etmekten çekinmez: ‘Tanrı’nın varlığı, yokluğu veya kanunları beni ilgilendirmez. Benim için geçerli olan doğanın özünde var olan kanunlara uymaktır.’ * Aynı yıllarda, Karl Marx’ın ‘bu beni İncilim’ diyeceği kitabın yazarı Paul Heinrich (1723-1789), Fiziksel ve Moral Âlemin Kanunları adlı eserinde ateizmin ahlâk kurallarını oluşturma çabası içinde olduğu gözlenir. Bu düşünürün -salt akla dayanarak- ulaştığı sonuç şudur: ‘Tanrı’ya inanmak iki yüzlülüktür. Yaşadığımız somut gerçekleri görmezlikten gelerek soyut bir ‘gerçeğe’ inanmak ikiyüzlü bir davranıştır. İlk insanlar Tanrı konusunda daha mertçe davranmış ve haklı olarak doğadaki güçlere tapmışlardı. Sonraki kuşaklar bu doğal inancı değiştirdi ve kendi kalıplarına soktular. Bugün mucizevi güçleri olan büyük bir dev adam çıksa ve herkesi tanrı olduğuna inandırsa, zamanla bu insanların torunları bu devi daha da devleştirir ve gökyüzünün arkasına göndererek ulaşılmaz bir tanrı hâline sokarlar. Binlerce yıldır yapılmış olan da budur: Doğa Kanunları önce yüceltilerek kutsallaştırılmış ve daha sonraları erişilmez ve anlaşılmaz bir hâle sokulduğu için gökten indirilip İsa’nın vücuduna sokulmuştur.’ * 18. yy. ateizmi, Napolyon’u bile kızdıran Paul Simon de Laplace’ın (1749-1827) bu koroya katılması ile sona erer. Laplace fiziğe ve astronomiye sokulmuş olan Newton’un mekanik tanrısına bu bilim dallarında yer olmadığını öne sürer. Güneş Sistemi’ndeki gezegenlerin soğumakta olan Güneş’ten koparak oluştuğunu ve bu nedenle dünyanın Tanrı tarafından yaratılmadığını söyler. Bu arada Adam Smith (1723-1790) belirli odaklarda yoğunlaşmış kapitalin nasıl kullanılacağı ve değerlendirileceği üzerine epeyce kafa yorar ve ‘tüm maddî ve manevî değerler
131
insan emeğinin ürünüdür’ diyerek, kapitalist sistemin ilkelerini oluşturan eserler ve somut fikirler üretir. * Ateist düşünürlerin görüşlerine topyekûn bakıldığında, kendi üzerine kapanan ve maddeötesi konularda sadece akıl gözünü kullanarak fikir üreten insan zekâsının ne kadar tek yanlı ve önyargılı sonuçlara ulaşabileceği açıkça görülmektedir. Bu sübjektif çıkarımlardan sonra, Batıdaki felsefe, inananlarla inanmayanların fikir mücadelesi çerçevesinde gelişecek ve fakat bu çatışma tüm dünyaya yayılacaktır. Amerikalı düşünür Albert C. Outler Avrupa’daki Aydınlanma Çağı üzerine yaptığı bir araştırmada ilginç bir saptamada bulunur: ‘Teokrat papazların baskısından sıyrılarak kendi içsel güçlerinin farkına varmış olan İngiliz Protestanlar, Fransız İhtilali’ne giden fikirlerle flört etmeye 140 yıl önce başlamışlardı. Mistik bir âsi olan Gerard Winstanley’nin kurduğu Diggers Komitesi, İhtilalin başyasası olan ‘özgürlük, eşitlik, kardeşlik’ sloganını 1649 yılında oluşturmuştu. Bu slogan sadece Kiliseye değil, özde egemen elitlere de bir başkaldırış idi. Diggers Komitesi’nin öğretileri tüm Avrupa’ya yayılmış ve özellikle Fransa’da büyük rağbet görmüştü. Şöyle diyorlardı: ‘Yaratılmış her şey kutsaldır ve Tanrı’nın bir parçasıdır. İnsan da... Sınıfı ve etiketi ne olursa olsun, her insan -kutsallık taşıdığı için- iç derinliklerinde yatan Nur’a ulaşabilir ve hem kurtuluşu hem de hakikî özgürlüğü orada bulabilir.’ Benzer görüşleri Püritanlar ve Kuakerler Amerika’da da yayıyorlardı; fakat Amerika Birleşik Devletleri henüz kurulmamıştı ve sosyal görüntü dağınık olduğu için bu akımlar kök salamamıştı.’
19. YÜZYIL TANRI ANLAYIŞLARI Yakın bir çağ görünmesine rağmen, bu yüzyıla girildiğinde o devirdeki dünyanın bugünkü dünyayla çok az benzerliği
132
vardı. Avrupalı ulusların epeyce kan dökerek Kuzey Amerika’da kurduğu küçük devletler, bir Konfederasyon oluşturarak Bağımsızlık ilân etmişlerdi (4 Temmuz 1776); fakat kendi aralarındaki savaşlar hâlâ devam ediyor; Avrupa, Asya ve Afrika’da da iç ve dış savaşlar birbirini kovalıyordu. Birçok savaş artık dinsel içerikli nedenler taşımıyordu. Sömürgecilik anlayışı iyice yaygınlaşmıştı. Bir yanda topraklarına toprak katmak ve ülkeleri sömürmek isteyenler, öte yanda kan ve can vererek elde ettikleri vatanlarını korumak isteyenler kıyasıya vuruşuyorlardı; sonuç olarak, sınırlar ve güç dengeleri sürekli değişiyor ve genellikle güçlüler daha da güçleniyorlardı. Bu durumdan en kârlı çıkanlar Avrupalılar oluyordu. Çünkü artık en öldürücü silahlarla birlikte bu silahlardan daha etkili olan bilim, teknoloji, yetişmiş insan gücü ve servet onların elindeydi. Bu ulusların dedeleri menfaatlerini birleştirerek A.B.D.’yi kurmuşlardı; fakat kendileri henüz bir birlik sağlayamamışlardı. Avrupa’nın tümü (Portekiz, İsveç ve İngiltere hariç...) Napolyon Bonapart’ın (1769-1821) ilân ettiği Fransa İmparatorluğu’nun egemenliğine girmekteydi. Bir dünya devleti kurma sevdasına kapılmış olan Napolyon, Rusya’yı da ele geçirmek için hazırlıklar yapıyordu (1811-12). Sultan 2. Mahmud ve Napolyon, Balkanlar’da komşu olmuşlardı. Osmanlılar hâlâ geniş topraklara sahiplerdi; fakat Avrupa’nın ‘hasta adam’ı olma sürecine girmişlerdi. Öte yandan İngilizler ‘üzerinde güneş batmayan bir dünya imparatorluğu’ oluşturma ideallerini gerçekleştirmeye başlamışlardı. Çıkarları ve idealleri örtüşmediği için de Fransızlarla kıyım kıyıma savaşmaktaydılar. * 19’uncu yüzyılda Avrupa’da yetişen filozoflar ve bilim adamları, 20’nci yüzyıla egemen olacak yeni -izmlerin ve teknolojilerin temellerini atacaklar, üstelik bunu Tanrı’nın varlığını reddederek başarabileceklerdi.
133
Peki Tanrı, bu başarıyı kendisini inkâr edenlere neden nasip etmişti? Her yerde hazır ve nazır olan (Zâhir), her şeyi duyan (Semi), her şeyi gören (Basir/Şehid), her şeyden haberdar olan (Habir) ve inkârcıları ezen (Kahhar) Tanrı, onca ateistin şan, şeref ve servet kazanmalarına neden izin vermişti? Bu kapsamlı soruya dinsel öğretiler ışığında verilecek geniş bir yanıt, bazıları için ‘kolay’dı: ‘Bu sorunun yanıtı Allah’ın Adil sıfatında gizlidir. Allah’ın adaleti en yüce adalettir. Cüz’i olsa da insanlara özgür iradeyi vermiş olan Allah’ın, bu özgürlük içinde düşünen ve hareket edenlerin tasarruflarına müdahale etmesi elbette yüksek adaletine yakışmaz. Fakat Allah aynı zamanda sabırlıdır (Sâbir/Sabbar), sertlik ve katılıktan uzaktır (Halim) ve hesap sorucudur (Hasib). Kendisine karşı işlenen suçların cezasını ‘Hesap Günü’nden sonra verecektir. O’nun sabrı bu hesabı sormak için milyonlarca yıl beklemekle tükenmez. Bu sabırlı bekleyiş, bizim bir saniye kadar beklememiz gibi bir şeydir. Kaldı ki Tanrı, kim olurlarsa olsunlar, çalışanların, ilim üretenlerin yükseleceklerini garantilemektedir.’
KARŞI-AYDINLANMA VE ROMANTİZM ÇAĞI Bu çağda ve günümüzde çok sevilen İngiliz şair John Keats (1798-1821) ise şöyle der: ‘İnsanın gerçeğe ulaşmada ve yaratıcı olmada kullandığı en kuvvetli zihinsel araç hayal gücüdür (imagination). Hayal gücü, Tanrı’nın bile daha önce yaratmadığı ve evrende bulunmayan şeyleri düşleyebilir ve bu düşleri hem hakikî birer gerçek olarak kabullenebilir ve hem de bu gerçekleri dış dünyada maddî ve somut varlıklar hâline dönüştürebilir. Hayal gücü insana verilmiş en kutsal fakültedir. Bu fakülte estetik güzelliği yaratabildiği gibi, çirkinliği de yaratabilir. Öyleyse insan, Tanrı’nın yokluğunu da bir hakikat olarak kabullenebilir.’
134
Keats’in bu görüşünü tersyüz ederek camın arka yüzünden bakanlar ise: ‘Demek ki Tanrı’nın varlığı da hayal gücünün ürünüdür’ antitezine inanıp, ateizme daha çok sarılacaklardır. Burada Pascal’ın matematiksel izahatının haklılığı bir kez daha önümüze çıkmaktadır: ‘Akıl gözüyle bakıldığında Tanrı’nın var olma ihtimali %50’dir. Ama gönül gözü O’nun varlığını görür ve O’na %100 inanır.’ Tercihini -Pascal gibi- varlıktan yana kullanan ve ateistlere çok sinirlenen ünlü şair William Blake de (1757-1827) şu dizeleri yazar: Görmek: Bir kum tanesinde Evren’i, Yabanıl bir çiçekte Cennet’i, Avuç içinde İlâhî Ezeliyet’i, Ve bir saatte Sonsuz Zaman’ı. Gidin! Gidin! Yüce kutsallığı yıkın! Yerine cüce aklınızı koyun!
DİYALEKTİK MATERYALİZM George Orwell’in Büyük Birader’i gibi, herkesi yukarıdan idare eden ve cezalandıran bir Tanrı anlayışını reddedenlerden biri de G. W. Friedrich Hegel’dir (1770-1831). Arı bir akılcılık sergileyen Hegel şu görüşleri savunur: ‘Kutsallık, insanlığın bir yarattığı bir boyuttur. Gizli ilimler ya da ruhsal bilgi diye bir şey mevcut değildir. Tüm bilgiler insanlığın ürettiği bilgilerdir. Ruh denilen şey, insanoğlunun tarihsel tecrübelerinin, bilgi toplamının ve yarattığı total kültürün kendisidir. Mutlak Gerçek denilen şey, ilk insanlardan beri birike birike ve değişe değişe evrimleşmiş gerçeklerdir. Bu gerçekler sürekli akan bir nehir gibi değişmektedir. Bu nehri yaratan damlacıklar tüm insanların katkısıyla oluşturulmuş
135
bilgi ve kültür parçacıklarıdır. Her damla bilgi, oluşturulduğu çağın bir gerçeğini temsil eder; fakat sübjektif olduğu için değişmeye mahkûmdur. Aklın gelişimi de bu sayededir. Nehre eklenen her damla onu büyütmekte ve daha gür akmasını sağlamaktadır. Öyleyse, izafî olmasına rağmen tarihsel gerçeklerin tümünü göz önüne almadan doğru bir teşhiste bulunamayız. Zaten bu, sürekli yapılagelmiş... Bir fikir (tez) doğmuş, sonra bunun karşıtı (antitez) oluşmuş. Bunlar çatışırken, bir üçüncü görüş onların ortak noktalarını alıp bir terkip (sentez) oluşturmuş. Bu zincirleme fikir üretimine, Diyalektik Mantık Süreci diyorum. Bu süreç bir ülkedeki toplum ruhunu oluşturan şeydir. Toplum ruhu önce bireylerin bilincinde kendi kendinin farkına varır (sübjektif ruh). Bu, bireyle birey, bireyle toplum ve bireyle devlet ilişkilerinde kendini gösterir. Sonra aile, toplum ve devlet üçgeni içinde daha yüksek bir bilince ulaşır (objektif ruh). Üçüncü etapta objektif ruh en yüce düzeyine ulaşır ve karşımıza mutlak ruh olarak çıkar. Bu yüce ruh, kendini güzel sanatlarda, felsefede, bilimde ve dinsel öğretilerde deşifre eder. Bunlar içinde en üstün olanı felsefedir. Felsefe yüce toplum ruhunun ve diyalektiğin aynasıdır.’ Hegel’in tarihsel gerçeklik tezine bir antitez hemen oluşur. Sören Kierkegaard (1813-1855) bireysel sorumluluklara değinmeyen Hegel’e ateş püskürür. Gerçekleri tarihsel bağlamdan çıkarıp bireysel bağlam içinde düşünen Kierkegaard, gerçek kavramının izafî olduğunu kabullenir; fakat herkesin doğrularının kendi doğruları olduğunu ve bunlara önem verilmesi gerektiğini savunur. Genelleme ile sonuca giden filozofları reddeder ve düşüncelerini kendi özvarlığı üzerinde yoğunlaştırır: ‘Başkalarının inançsızlığı seçmesi beni ilgilendirmez! Benim inancım da onlarınkini... Kimse benim kendi doğrularımın yanlışlığını söyleme hakkına sahip değildir. Hıristiyanlığın hurafe dolu olması beni ilgilendirmiyor. Beni ilgilendiren, benim inandığım Hıristiyanlıktır ve benim için bu doğrudur.
136
Akılla ölçülmesi imkânsız olan inancı akla vurdukça inançsızlığı büyütürüz. Herkes toplumun ortak inancı çerçevesinde düşünürse kişisel inanç yok olur ve yerini ortalama bir ortak inanca bırakmak zorunda kalır. Bu da gerçeğin özünü yansıtmaz, ortalamasını yansıtır. Nerede kalabalık varsa, orada sübjektif ve yanlı ‘gerçekler’ vardır. İnsanlar yaşam boyunca gerçeğe üç farklı boyuta atlayarak ulaşırlar: Estetik, ilkesel (etik) ve dinsel... Estetik boyutta yaşayanlar her güzelliği iyi ve doğru kabul ederler; sık sık farklı psikolojilere bürünürler; günlerini gün edip duygu ve dürtülerinin esiri olurlar. Bunlar yaşamı olduğu gibi kabullenen romantiklerdir. Etik boyuta yükselmeyi başaranlar ahlâkî değerler ve prensipler yüklenirler ve bunlara uyarak yaşarlar. Bu insanlar prensiplerine ters düşen her şeye kızar ve karşı çıkarlar. Etik boyutta bulunanlardan bazıları dinsel boyuta atlarlar. Bu aklın oluşturduğu prensiplerin ağırlığından ve yoğun etkisinden kaçıştır ve -bir anlamda- kendi özgür seçiminden vazgeçmek, Tanrı’nın ‘kucağına’ atlamaktır. Dinsel boyut bir tür kişisel sorumluluktan kaçış olarak görünebilir; ama aslında bir tür özgürlüktür.’ Bu yeni fikirler ışığında, Auguste Comte (1798-1857) insanlık tarihini yeni baştan ele alır ve Üç Durum Yasası olarak bilinen bir hipotez geliştirir: ‘İnsanlığın düşünce ve bilgi süreci art arda üç merhaleden geçmiştir: - Fetişizm, çoktanrıcılık ve tektanrıcılıktan oluşan ilâhiyat devresi, - Metafizik devresi, - Fizik veya pozitif anlayış devresi. Pozitif devre Ortaçağ’ın bitişiyle başladı ve insanlar, olayları artık başka olaylardan yararlanarak açıklamaya başladılar. Herkes bu devre ile yetinmek durumundadır; çünkü bunun daha ilerisi yoktur. İnsanlığın yeni dini bu olmalı ve metafiziğe sırt çevrilmelidir.
137
İnsanın temel ilkesi başkaları için yaşamak olmalıdır. Tüm insanları birine âşıkmışçasına seviniz ve birbiriniz için yaşayınız. Mutluluk sevmekle ve özveriyle gerçekleşir.’ * Yüzlerce filozofun birbirinden çok farklı görüşlerini inceleyen ve işin içinden çıkmak için en kolay yolu seçen Andreas L. Feuerbach (1804-1872), tam bir muammaya dönmüş olan Tanrı anlayışını tamamen silmek ve yerine ümit dolu, iç açıcı bir felsefe oturtmak ister. 1841’de yazdığı Hıristiyanlığın Esasları isimli kitabında ateşli ifadeler kullanır: ‘Nedir bu? Nedir bunca mesnetsiz, bunca saçma Tanrı tanımlamaları? Kendinizi Tanrı’nın kulu ve kölesi yapa yapa, kendi gücünüzü yitirdiniz! Tanrı ölümsüz, insan fâni... Tanrı mükemmel, insan hata dolu... Tanrı en güçlü, insan en zayıf... Tanrı en zeki, insan en aciz... Tanrı en kutsal, insan en günahkâr... Tanrı her şeyin sahibi, insan hiçbir şeyin!... Bu, sizin gerçek insanlığınızla asla uyuşmayan- görüntüyü putlaştırdığınızın farkında değil misiniz? Yeter! Uyanın! Kendinize dönün ve dikkatlice bakın: Biz akıllıyız, güçlüyüz, çok şeye sahibiz ve kirli günahkârlar değiliz.’
MARKSİZM Bu sözler söylendiği zaman Avrupa’da insanlar altı sınıfa ayrılmıştı: Aristokratlar, Ruhban Sınıfı, Bilginler, Askerler, Burjuva ve İşçi-Köylü sınıfı. O çağa kadar bu sınıflardan çıkan ateistler, genellikle yürürlükte olan yanlış dinsel inançlara tepki gösteriyorlar ve fakat yanlış dinsel öğretiler ile Tanrı özdeşleştirildiği için ateist olarak etiketleniyorlardı. Aslında bunların birçoğu Tanrı kavramını reddetmiyor; fakat yenilik modasına uyup O’na başka isimler takıyorlardı. Fakat Tanrı kavramına hiç tahammülü olmayan yeni bir düşünür yetişmişti: Karl Marks (1818-1885). Londra’daki British Müzesi’nin çok zengin kütüphanesinde 33 yıl boyunca inceleme yapan ve tarihte olup biten her şeyin
138
geniş bir dökümünü kafasına oturtan Marks; sadece bir filozof değil, aynı zamanda bir tarihçi, sosyolog ve ekonomist idi. Ulaştığı ilk sonuçlardan sonra felsefeyi sefil bir uğraş olarak gören ve kendinden önceki felsefecileri tek taraflı bir bakış açısı ile suçlayan Marks, insanlık tarihinin akışına yön verecek birkaç kişiden biri olacaktır. Marks’ın maddeci (Materyalist) görüşleri özetle şöyle sıralanabilir: ‘Tanrı anlayışına, dinlere, hukuka, bilime ve edebiyata yön veren tek faktör ekonomik gelişmeler olmuştur. Tanrı, varlıklı yöneticilerin halkı kontrolleri altında tutmak ve toplum huzurunu sağlamak için oluşturdukları bir kavramdır. Yönetenler, halka empoze ettikleri bu Tanrı fikriyle onları saraylarının, konaklarının ve makamlarının kapı bekçileri yapmışlardır. Tanrı sözcüğü, şekillendirmeyi seven insan aklının oluşturduğu toplam kültüre kendi hayran kalması ve bu hayranlığı metafizikleştirme isteği yüzünden bulduğu teknik bir terimdir ve bir tür fetişizmdir. Tarihsel sürecin ve yaşama gayesinin oluşturduğu ahlâkî değerlerin dışında değer oluşturan bir güç mevcut değildir. Manevî ilişkileri maddî değişimler doğurur. Tanrı fikrinin insanlara yararı yoktur. Bir tür negatif tanrıcılık olan ateizmle uğraşmak bile zaman kaybıdır. Din, ezilen insanların zulme dayanabilmeleri için icat ettikleri bir tür afyondur. Bu hayali inançların kökten değişmesi için her şey tersyüz edilmeli ve halk çoğunluğu (proletarya) kendi iradesiyle kendi kaderini, kendi inancını, kendisi tayin edecek bir konuma getirilmelidir.’
EVRİM TEORİSİ Marks insanoğlunun evrimine tarihsel maddecilik penceresinden bakarken, çağdaşı Charles R. Darwin (1809-1882) organik/biyolojik bir evrim teorisi geliştirmekteydi.
139
Darwin 1859 yılında yayımladığı Türlerin Kökeni adlı eserinde canlıların ortaya çıkış sürecini anlatır ve geliştirdiği iki yeni teoriyi ilân eder: “Tüm bitkiler ve hayvanlar milyonlarca yıl önce oluşmuş olan ilkel canlıların evrimleşerek başkalaşması sonucu ortaya çıkmıştır. Bu evrimsel değişim, doğal bir ayıklama mekanizmasının sonucudur (Doğal Seleksiyon). Yani, bir canlıda güçlü olan özellikler diğer nesillere kalıtım yoluyla geçerken, güçsüz özellikler yavaş yavaş tercih edilmemiş ve kaybolmuştur. 300 milyon yıldan beri devam eden bu ayıklama; sonuçta bunca türü oluşturan mükemmel canlıların ortaya çıkmasını sağlamıştır.” (300 milyon rakamı, günümüzde 3,5 milyar yıl olarak hesaplanmıştır.) Darwin’in mantık zinciri şöyleydi: ‘Nasıl ki bir çiftçi iki ineğinden birini kesmek zorunda kalınca sütü az olanı kesmeyi yeğler ve yararlı olanı yaşatır... Nasıl ki iki meyve ağacından az meyve vereni keser ve bire on veren buğday yerine, bire otuz veren buğdayı ekerse, tabiat da böyle bir genetik seçim yapar. İklim koşulları kötüleştiğinde, hastalıklar arttığında, düşmanlar çoğaldığında ve yiyecek kaynakları azaldığında türler arasında rekabet artar, güçsüzler telef olur ve güçlüler hayatta kalır. Böylece, en işe yarayan üstün özellikler gelecek nesillere aktarılmış olur. Bu mekanizma bazen ânî değişimlerle bozulabilir (Mutasyon). Bu yeni türlerin oluşumunu sağlar. Doğal ayıklama bunları da zamanla güçlü hâle dönüştürür. İnsanlar bile aşı yoluyla yeni türler oluşturabilmektedir. Doğa, bu işi çok daha uygun ve mükemmel biçimde yapmaktadır.’ Tezini kuvvetli delillere dayandırmış olan Darwin’in buluşları Kilisenin şiddetli tepkisini çeker. Çünkü İncil’de Tanrı’nın kâinatı 6 günde yarattığı ve her şeyin mükemmel hâliyle oluştuğu yazılıdır. Ayrıca, bazı papazlar Hz. Âdem’den beri yaşamış bütün nesillerin yaşını hesaplayarak insanlığın yaşının sadece 6 bin yıl olduğuna herkesi inandırmışlardı.
140
Fakat esas kıyamet, Darwin’in 1871’de yayımladığı ‘Descent of Man’ adlı kitabından sonra kopar. Darwin, insanlarla maymunlar arasındaki benzerlikten söz edince, Kilise ile Bilim Dünyası’nın arası iyice açılır. Bilim adamları da kendi aralarında Darwinciler ve Dindarlar olarak ikiye bölünürler. Oysa Darwin Tanrı’yı inkâr etmemiş, evrende ve tabiatta var olan evrim gerçeğine parmak basmıştı. Teorisinde yanlışlıklar ve eksikler vardı ve İncil’le çatışıyordu; fakat Tanrı ile çatışır fikirler öne sürmediği birçok bilim adamı tarafından savunuluyordu. Osmanlı uleması da Darwin’in teorilerini tehlikeli bulmuş ve kitaplarının okunmasını yasaklamıştı. * Fakat Batı’daki her yeni buluş ve düşünce Doğu’ya da bir biçimde yansıyordu. Bu etkileşimden Çarlık Rusya’nın psikolojik roman yazarı Fyodor Dostoevsky (1821-1881) de payını almıştı. İnançla inançsızlık arasında bocalayarak ruhsal işkence çeken bu yazar, 1854 yılında bir arkadaşına yazdığı mektupta şöyle der: ‘İnançsızlık ve şüphe dolu bir çağın evlâdı olarak kendime baktığımda, ölümü bu şüphelerle kucaklayacağımın farkındayım. İman-inkâr arasında bir mengeneye sıkışmış gibi işkence çekiyorum. Ve O’nun yokluğunu savunan çok kuvvetli ilmi ve akli deliller çoğaldıkça işkencem daha da şiddetleniyor.’ Dostoevsky’nin ölümünden bir yıl önce yayımladığı Karamazov Kardeşler adlı romanında, konuşturduğu unutulmaz karakterler aracılığıyla bu işkenceden kurtulduğu ve inandığı ‘Tanrı’yı öldürdüğü’ gözlenir.
TANRILARIN YOLU Bu tartışmaları uzaktan izleyen Japonya, sömürgeciliğin ve bilimsel gelişmelerin Batı’ya nasıl bir zenginlik getirdiğini dikkatle gözlüyordu. İştahı kabardıkça da komşu ülkelere ve özellikle Çin’e saldırarak topraklarını genişletiyordu.
141
Batılı misyonerlerin Hıristiyanlığı Japonya’ya da sokmuş olması Japon İmparatorları endişelendiriyordu. Buda ve Konfüçyüs dinlerine inananlarla birlikte halkın çoğunluğu Şinto dinine inanıyordu. Fakat Şintoizm henüz kurumsallaşmış ve belirli kurallara oturtulmuş bir din değildi. İmparator Meiji bu dinin bir sistematiğini oluşturdu ve 1868 yılında Şintoizm’i Japonya’nın resmî dini ilân etti. Şinto dini Budizm ve Taoizm’den sonra ortaya çıkmıştı. Çince’de ‘şin’ tanrılar, ‘tao’ yol anlamındaydı. Şinto (Şintao) ise Tanrıların Yolu demek oluyordu. Bu dinin milyonlarca tanrısı vardı. Öyle ki; ölen her insanın ruhu tanrı kabul ediliyordu. Ölenlerle yaşayanlar karşılıklı olarak birbirine muhtaçtı. doğadaki güçlü ruhlar ve tarihte kahramanlık göstermiş mitolojik figürler birer tanrıydı. İmparator, Güneş tanrıçası Amaterasu’nun yeryüzündeki temsilcisi ve en güçlü insandı. Her dediği yapılmalı, her isteği yerine getirilmeliydi. Amaterasu ve erkek kardeşi Susano-no-Mikoto: Baba tanrı İzanagi ile ana tanrı İzanami’nin çocuklarıydı. Bunların da üstünde koruyucu yüce tanrılar (Kami) vardı. Şinto dini başlıca 4 kutsal kitaba sahiptir: Kojiki, Rokkokuşi, Nihon Şoki ve Jinno Şotiki. İki de büyük mezhep oluşmuştur: Bünyesinde muhafazakârları toplamış olan Jinja Şinto ve kendi arasında 13 farklı tarikata ayrılmış olan Kyoha mezhebidir. (Kırsal kesimlerde ve bazı sülaleler arasında ortaya çıkmış küçük mezhepler de varlıklarını sürdürüyorlardı.) Şintoizm son derece hoşgörülü bir din olarak bilinir. Diğer tüm dinlere saygılıdır ve her canlıyı Kami’nin çocukları olduğu için kutsal kabul eder. O nedenle inananlar arasında insan ve doğa sevgisi oldukça geliştirmiştir. Aile bağları ve gelenekler büyük önem taşır. Herkese ve her şeye saygı, temizlik ve düzenli olma, imanın göstergesi olarak kabul edilir. İbadetler sade ve basittir. Tapınağa girmeden önce abdest alınır. Abdest için daha önce tüm vücudun yıkanmasını isteyen
142
anlayış terk edilmiş ve sadece eller ve ağız yıkanarak abdest alınması kabul edilmiştir. Dinî bayramların en önemlisi ruhları memnun etmek için kutlanan Yıldızlar Bayramı’dır (Hoşi Matsuri). Bir Japon’un hem Buda, hem Konfüçyüs, hem de Şinto dinlerine inanması gayet doğal kabul edilir. [2. Dünya Savaşı’ndan sonra kutsal sayılan imparatorun politik güçleri sınırlandırılmış (1947) ve sadece dinî yetkileri muhafaza edilmiştir.] * Japonlar böylece Avrupa’nın kültür emperyalizmine karşı korunma tedbirlerini zamanında alırken ve bir zaman ülkeye yabancıların girişini bile yasaklamışken, Hıristiyan misyonerler tüm dünyayı dolaşarak dinlerini yaymaya devam ediyorlardı. Bir yandan da kendi ülkelerinde gelişen ateizme karşı antitezler oluşturuyorlardı. Avrupa’da okuma-yazma oranı hızla yükseliyor, kitap ve gazete sayıları durmadan artıyor ve kütüphanelerin rafları çoğalıyordu. Çocuklara iyi bir eğitim sağlamanın onlara bırakılacak en değerli miras olacağının bilincine varan ana-babalar arttıkça mektepli sayısı da artıyordu. Tüm gelişmelerden halk da haberdar oluyor ve üst sınıfların oluşturduğu bilgi, kültür, servet ve yeni yaşam tarzları alt tabakalara da yansıyordu. Bu yansımalardan kendi payına düşenden fazlasını elde etmiş olanlar öne çıkıyor ve seslerini duyurabiliyordu. Bunlar arasında henüz üst tabakaların dikkatini çekmemiş; fakat halk arasında eksantrik olarak tanınmış biri vardı: Friedrich Nietzsche (1844-1900). Nietzsche (Niçe) zaman zaman pazarlara gider, yüksek bir yere çıkar ve ağlayarak şunları haykırırdı: ‘Tanrı’yı arıyorum, Tanrı’yı! Acaba kaçtı mı? Göçtü mü? Hayır, hayır! O öldü. O’nu bizler öldürdük. Sizler ve ben... Bizler O’nun katilleriyiz. Artık yukarısı yok, sadece aşağısı, burası var. Burası sonsuz bir boşluk. Bu boşluğun içine düştüğümüzü görmüyor musunuz?’
143
Nietzsche hurafelerle dolu bir Tanrı anlayışının yıkılması ve bunun yerine ‘doğru’ bir anlayışın yerleştirilmesi gerektiğine inanmıştı. Bunun sağlamak için de uzun vadeli bir plân geliştirmişti: Bu Kilise tanrısı önce öldürülecek, sonra özgün hâliyle yeniden diriltilecekti. O nedenle her şeyin değiştirilmesini istiyor ve ‘İki tip insan değişmez; ölüler ve deliler’ şeklinde telkinlerde bulunuyordu. Fakat Nietzsche’nin tek plânı bu değildi. Önce Almanya’daki, daha sonra tüm dünyadaki ahlâksızlığı ve ikiyüzlülüğü yok edecek olan sert, katı, güçlü ve moral değerleri yüksek bir seçkinler tabakası yaratma hayalinin de peşindeydi. 1883’te yazdığı Zaratustra’da, Zerdüştlük’ten esinlenerek oluşturduğu bir karakter sayesinde kutsal sayılan her şeye saldırıyordu. Karamsar bir mizaç sergileyen Nietzsche, insanların Tanrı’dan korkmaları yerine kendi duygu, dürtü ve ihtiraslarından korkmaları gerektiğini öneriyordu. Ölmeden önceki 10 yılını büyük bunalımlar ve depresyon içinde geçiren Nietzsche, kendi yalnızlığından korktuğu zamanlarda, Zerdüşt’ü Allah’a yalvartarak şöyle haykırıyordu:
Tanrım! Geri gel, Tüm işkencelerinle ve zulmünle!... Lütfen geri gel, Uzletlerin sonuncusuna... Gözyaşı ırmaklarım Yataklarında sana doğru akıyor. Ve kalbimdeki son alev Sana doğru yanıyor. Lütfen geri gel, Benim bilinmeyen Tanrım, Benim acılarım, Benim son mutluluğum!
144
PSİKOLOJİK ATEİZM 19. yy. sona ererken, entelektüellerin tartışmalarında isimleri en çok geçen üç kişi vardı: Marks, Darwin ve Freud. Burada çok önemli bir tarihsel tespiti yapmakta yarar var: Karl Marks biraz daha yaşasaydı, belki Komünist Manifesto’yu yırtacak ve proletarya iktidarı fikrinden vazgeçecekti; çünkü Sigmund Freud (1856-1939), insanın psikolojik özellikleri olan ego ve süper ego kavramlarının adını koyacak; ruhbilim ve psikanaliz gibi ekoller geliştirecek; ve bilinçaltı, bilinçötesi gibi olgulara popüler açıklamalar getirecekti. Belki o zaman Karl Marks, -bilinçaltındaki bu dürtüler yüzünden, bir işçi iktidarının da totaliter ve menfaatperest bir yapıya kolayca dönüşebileceğini öngörüp- o denli saf ve iyi niyetli düşünmeyecekti. Fakat tarihsel kronoloji tersine tecelli etmiş ve Marx’ın ilâhiyatla ilgili görüşleri Freud’u çoktan etkilemişti: ‘İnsan bilinçdışı dürtülerin ve biyolojik etkilerin güdümünde yaşayan bir varlıktır. Hareketleri, cinsellik ve korunma içgüdülerinin etkisi altındadır. Ruh ve bilinç ayrı şeylerdir. Psikanaliz yöntemiyle bilinçötesine inildiğinde görülecektir ki; Tanrı inancı zihnin hayal görmesidir. Kişisel bir Tanrı anlayışı, çocukken baba ve annenin gösterdiği şefkatin şuuraltına işlemesinden başka bir şey değildir. Bu şefkatin ömür boyu devamını arzulayan bilinçötesi böyle bir varlığı icat etmektedir. Hıristiyanların Tanrı’ya ‘Lord/Baba’ ismini takmalarının nedeni budur. İnsanoğlu tarihsel gelişim süresinde bir çocukluk ve gençlik çağı geçirdi ve böyle bir tanrıya ve onun kuralları olan dine ihtiyaç duyduğu için o devrelerde bu olguları yarattı. Ama artık insanoğlu olgunluk çağına ermiştir ve bunlara gerek kalmamıştır. Doğa kanunlarını teker teker ortaya çıkaran bilim, bu kavramın yerini alabilir ve insanları yeni moral değerler oluşturması için gerekli zihinsel yeteneklerle donatabilir.
145
Din ateistlerin istediği gibi hemen sonu getirilecek bir olgu değildir. Kendi doğal akışı içinde kendi kendini eritmelidir. Aksi hâlde Nietzsche’de olduğu gibi şiddetli depresyonlara ve sosyal bunalımlara yol açabilir.’ * Tüm psikanalistler Freud’la aynı fikirde değildi. Alfred Adler (1870-1937) Tanrı’yı beynin bir projeksiyonu olarak görüyor; fakat Tanrı kavramın -mükemmelliğin mükemmel bir sembolü olarak- insanoğluna binlerce yıldır yardımcı olduğunu ve çok şey kazandırdığını söylüyordu. Ve davranışların kökünde yatan ana sebebin cinsel içgüdülerden değil, aşağılık güdüsünden kaynaklandığını savunuyordu. Freud’un yakın çalışma arkadaşı olan Carl G. Jung (18751961) ise, bu inkârcı görüşlere hiç katılmaz ve yolunu onlardan tamamen ayırır. Jung, Kolektif bilinç diye bir kavram geliştirir ve bilinçötesinin bu bilinçten beslendiğini söyler. İnsanın ruhsal kişiliğinin tarihsel özgeçmişten -soyaçekimle- gelen ortak bilinçötesi izlenimler tarafından onarıldığını savunur. İnsan ruhunun tek bir evrensel ortak ruhun parçası olduğunu ve insanla-insan, insanla-dış dünya arasındaki gizli iletişimi sağladığını söyleyerek, mistik bir yaklaşım sergiler. Ruhsal karakteri yaşama içgüdüsünün belirlediğine inanır ve gitgide daha mistik bir çizgi izlemeye başlar. Kendisine Tanrı’ya inanıp inanmadığı sorulduğunda kesin bir ifade kullanır: ‘İnanmam gerekmiyor; bir Tanrı olduğunu biliyorum!’ * Bütün bu tartışmalar ve yorumlar toplumun daha alt kesimlerine ve güzel sanatların her koluna yansıyordu. Sürrealist ressamlar ve heykeltıraşlar bu düşünceleri yapıtlarında somutlaştırarak ölümsüzleştiriyorlardı. Şairler, yazarlar ve tiyatro sanatçıları bu atmosferden aldıkları ilhamla ürettikleri eserlerinde çağın ortak anlayışını sergiliyor ve bu düşünceleri toplumsal kültürün kalıcı birer parçaları hâline dönüştürüyorlardı.
146
Bu kültür gelişmekte olan ulaşım, haberleşme ve yazılı basın sayesinde tüm dünyaya ihraç ediliyordu. 20’nci yüzyıla girerken ‘Dünyanın Jandarması’ olmuş İngilizlerle birlikte Fransızlar ve diğer Avrupa ülkeleri modernizasyon adı altında kendi kültürlerini, ekonomik düzenlerini ve hegemonyalarını dört kıtaya ve okyanus adalarına empoze etmekteydiler. Tarihteki diğer istilâların aksine, bu kez istilâcıların geri çekilmelerinden sonra bıraktıkları etkiler -sömürülmüş ülkelerdeki insanların dünya görüşlerini değiştirmeyi de başardığı için- silinmeyecek ve kalıcı olacaktı. Doğada var olan kuvvetlinin ayakta kalması kanunun, zayıf ve kuvvetli kültürler için de geçerli olduğu böylece bir kez daha yaşanarak kanıtlanacaktı. Bu kültür erozyonuna maruz kalan Müslümanlar da, kendilerini Dostoevsky’yi bunaltan ikileme benzer bir ruh hâleti içinde bulacaklar ve ikiye bölüneceklerdi: Gelenekçi Muhafazakârlar ve Avrupa kültürünü benimseyen ‘Modern Müslümanlar’. Bu zıtlık aslında kültürlerin gelişimi için gerekli olan bir dinamikti. Çünkü antitezlerin bulunmadığı ve herkesin evetefendimci olduğu bir toplumdaki kültür yapısı zamanla katılaşır, kendi içine kapanır, dogmalar oluşturur ve yeni düşüncelerin üretilmediği bir kapalı devre kültüre dönüşmek zorunda kalır. * Bu durumu geç de olsa fark eden bazı Osmanlı aydınlarının çabaları sonucu, 19’uncu yüzyılda modernizmi yakalamak üzere birtakım girişimlerde bulunulmuştu: - 1839 Tanzimat Fermanı, - 1856 Islahat Fermanı, - 1876 Birinci Meşrutiyet, - 1908 İkinci Meşrutiyet. Fakat bu yenilikler, padişahın yetkilerini sınırlama, cumhuriyet idaresine geçiş hazırlıkları ve insan haklarına saygı gibi
147
içerikleri olan hareketlerdi. Halktan gelen bir temele dayanmayan bu değişimler; genellikle elitler, egemenler ve bunların yakın çevreleri arasında gelişen verirsin-vermem tarzında bir çekişmenin sonuçlarıydı. Bu etki-tepki, yeni sentezlerin oluşması için gerekli olan kültürler arası diyaloğun önemine tam inanmamış aydınların yürüttüğü ‘aile içi hesaplaşmalar’ şeklinde cereyan ettiği için büyük bir toplumsal kültür sıçraması sağlayamamıştı. Dünyadaki değişimler biraz da Batı’nın dayatmaları ve lanse ettiği şeyler sonucunda oluşuyordu. Çünkü Avrupalıların 400 yıl içinde sindire sindire geliştirdikleri bilim ve kültürün sözcüleri, kendi kültürlerinin Afrika, Ortadoğu ve Asya kültürlerinden ‘üstün’ olduğu inancındaydılar. Ve kendi kültürel transferlerinin bu ülkelere aslında iyilik ettiği görüşündeydiler. Bu inanç, 1883 yılında İngilizlerin Mısır başkonsolosu olan Evelyn Baring tarafından oldukça saygısız ifadelerle şöyle seslendirilmişti: ‘Avrupa insanı aklı ve mantığı ön plânda tutar; sözleri doğrudur, belirsizlik içermez ve müphem ifadelerden yoksundur. Mantık dersi almamış bile olsa, o doğuştan bir mantık ustasıdır. Yaratılış olarak şüphecidir ve kanıt gösterilmeden öne sürülen her tezin doğruluğundan şüphe eder ve onu hemen kabullenmez. Zekâsı eğitilince mükemmel çalışan bir mekanizmaya dönüşür. Öte yandan, doğulu kafa yapısı, caddeleri ve sokakları gibi eğri-büğrü ve simetriden nasibini almamıştır. Akıl yürüttüğünde aşikâr bir mantıksızlık sergiler. Arapların dedeleri bilimde ve düşüncede oldukça ilerlemişti; fakat torunlarının zihinsel fakülteleri düzgün çalışmamaktadır. Sonucu apaçık ve basit bir problemi dahi çözmekten ve gerçeği bulmaktan acizdirler.’ Lord Cromer de işin dinî boyutunu saptırarak şöyle demişti: ‘Müslümanların, Avrupa’nın yarattığı uygarlığa ulaşmasına engel olan şey İslâm’dır. Müslümanlar inançlarını reforme et-
148
meden bu uygarlığı yakalayamazlar; fakat İslâm’da reform imkânı yoktur.’ * Dünyadaki egemenliklerini genişletmiş, otomobil, tren, uçak, telefon ve gramofon gibi teknoloji harikası araçlar icat etmiş olan Batı, sözcüleri aracılığı ile ve büyüklük kompleksi içinde böylesi tavırlar takınabiliyorken, tersine bir komplekse kapılmış Doğulu aydınlar birtakım çözüm arayışlarına girmişlerdi. Kimi, Batı’nın uygarlığını benimsemeyi ve lâik bir devlet oluşturmayı öneriyor, kimi de her şeyi tamamen yıktıktan sonra yeniden inşa etmenin daha ‘akılcı’ olabileceğini savunuyordu. 1872 yılında zamanın İran Şahı, Batı ile entegre olma yolunu seçmiş ve bir dizi reformlara girişmişti. Devlet tütün tekelinin üretim ve pazarlamasını İngilizlere satınca halk isyan etmiş ve mollaların verdiği fetva üzerine tütün kullanmayı ve sigara içmeyi terk etmişti. Bu halk hareketinin büyümesinden çekinen Şah geri adım atmak zorunda bırakılmıştı. Birçok yeniliği inançlarına karşı bir tehdit olarak görmeye alışmış olan halkın düşüncelerini ve tepkilerini, reform denklemlerindeki ögeler arasına sokan çok az sayıda aydın vardı. Çünkü yanlış dinsel öğretilerin ateizmi doğurduğu gibi, halkı doğrudan ilgilendiren kararların ve dinî kurumlara veya geleneklere yönelik hareketlerin de köktendinci akımları kolayca doğuracağı henüz yeni anlaşılıyordu. Freud bu uyarıyı söyle yapmıştı: ‘Dinsel inançların baskı altına alınması sadece yıkıcı olur. Cinsellik gibi, dinsellik de büyük bir ihtiyaçtır. Bunu bastırmaya çalışmak, şiddetli seksüel depresyon gibi, şiddetli toplumsal depresyonlar yaratabilir.’ * İran’da bu baskıyı hisseden halk alternatif olarak mollaların liderliğinde Kum şehrini merkez edinmiş ve ‘karşı atak’ için bekleyişe geçmişti. Bu durumun farkında olan İranlı düşünür Cemaleddin Afgani (1839-1889), İslâm’ın bünyesine sızmış ve
149
halk tarafından benimsenmiş olan şamanist inançların ve hurafelerin temizlenmesi için hızı yavaş bazı reformlar öneriyordu. Afgani’den etkilenen Muhammed Abduh (1849-1905) bilim ve akıl yolunu tekrar açmak için yeni bir İslâm kimliği arayışına girmişti. Konferanslarında işlediği tema şöyleydi: ‘Batılı papazların İncil’deki şeriatı bir Engizisyon zihniyetine dönüştürdükleri gibi, Müslüman imamlar da Kuran’ın şeriatını İslâm’ın özüne aykırı bazı despot hükümlere dönüştürmüşlerdir. İslâm akıl ve bilim dinidir. Zorlamayı reddeder, kolaylık emreder. Gazali’nin filozoflara saldırısı ile başlayan ve medrese müderrislerinin içtihat kapısını kapaması ile sonuçlanan devreden sonra ulemanın uyguladığı İslam, gerçek İslâm değildir, sadece imamların zannıdır. Hz. Muhammed ve dört halifesinin uyguladığı hakikî şeriata dönmekten başka çare yoktur.’ * Bu durumdan cesaret alan, ve 19’uncu yüzyılın Mesih’i olduğunu iddia eden Tahran doğumlu Ali Nuri Bahâullah (1817-1892), ‘beklenen kurtarıcı’ olarak ortaya çıkar. Osmanlı’nın elinden çıkan topraklarda faaliyet gösterir; fakat yakalanarak Akka’ya sürgün edilir ve orada vefat eder. Oğlu Abbas Bahaîlik mezhebini kurar ve bu mezhep Ortadoğu’da hızla yayılır. * Moğol İmparatorluğu’nun yıkılışından sonra bir belirsizliğe ve boşluğa sürüklenmiş ve İngilizlerin sömürüsüne maruz kalmış olan Hindistan’daki Müslümanlar arasında da bir silkinme ve yenilenme anlayışı gelişiyordu. Hukuk ve felsefe eğitimini Batı’da tamamlamış olan Muhammed İkbal (1871-1938) yazdığı gazel ve şiirlerinde sevgi, kardeşlik, yardımlaşma ve yenilenme temalarına değinerek, Müslümanların özgüvenini canlandırmaya çaba gösteriyordu. İnsanın kendini sürekli yenilemesi gerektiğini anlatan Kuran ayetlerini ve sahih Hadisleri ön plâna çıkaran İkbal, Müslümanların başarıyı ve modernizmi yakalayabilmeleri için kendi
150
bireysel beyin ve yürek güçlerine inanmaları gerektiğini telkin ediyordu. Böylece Müslümanlar içsel potansiyellerinin ve yaratıcılıklarının yeniden farkına varacak ve yeni fikirler, eserler ve teknolojiler üretebileceklerdi. Batı’yı anlamış biri olarak Garb’ın başarılarının temelinde yatan şeyin bu güç ve özgüven olduğunu teşhis ediyor, Müslümanların da içtihatla ve bilim yaparak aynı başarıyı sağlayabileceklerini söylüyordu.
POZİTİF BİLİMLERİN TANRI’YLA İLİŞKİSİ GERÇEK VE HAKÎKAT ARASINDAKİ FARK Bu bölümde, ‘Bilim, Tanrı’ya giden yolu aydınlatır’ sözünden yola çıkarak ve sadece bilimsel verileri kriter alarak Tanrı’nın varolduğuna hükmeden bilim insanlarının buldukları gerçekler irdelenecektir. Gerçek kelimesi genellikle izafî/bağıl/rölatif bir kavram olarak görülür. Gerçeğin birden çok yüzü olduğu; her boyutun gerçeğinin birbirinden farklı; her insanın gerçek anlayışının başka olduğu tezi çok sayıda taraftar toplamıştır. Bazı düşünürler ise: ‘Gerçek sürekli değişen bir olgudur; o nedenle, evrensel kanunların veya olguların geçici birer sıfatı olarak görülmeli, bilimsel gerçeklere dahi böyle bakılmalıdır’ demektedirler. Ayrıca, insan zihnindeki gerçeğin ‘Mutlak Gerçek’ olmadığı da sık sık ifade edilmektedir. Bütün bu söylemlerle, aslında gerçeğin iki farklı yüzü olduğu anlatılmaktadır; fakat tam olarak anlatılmak istenen şey gerçek ve hakîkat arasındaki farktır... Gerçek: Maddî kâinatın elle tutulan, gözle görülen ve varlığı, işleyişi veya etkileri keşfedilip açıklanabilen olgularıdır. Örneğin; hava soğuyup ısınır ve bu ısı farkı termometrelerle ölçülerek herkesin anlayacağı rakamlarla ifade edilebilir. Bu
151
durum bize atmosferin işleyişi ile ilgili somut veya fiziksel bir gerçeği gösterir, anlatır. Ayrıca; ‘İnsanların yaşamak için oksijen soluması, su içmesi ve besin tüketmesi gerekir’ dediğimizde de bir gerçeği belirtmiş oluruz. Kısacası; tekrar tekrar denendiğinde aynı sonuçları veren; beş duyumuzu, zihnimizi ve yeteneklerimizi kullandığımızda varlığını inkâr edemediğimiz her şey, her olgu, her olay ya da her oluşum bir gerçektir. Gerçek; somut dünyamızdaki somut şeylerin genel adıdır. Soyut olmalarına rağmen, somut olarak var olduklarını algıladığımız duygu ve düşüncelerimiz de birer gerçektir. Bir başka deyişle, gerçek; kendini ifşa eden canlı-cansız tüm varlıklardır. Hakîkat ise varlığını ifşa etmeyen, ama var olduğuna inandığımız olgu veya olgulardır. İşte, fark burada... Ve bu fark, belki de tüm uygarlığın, tüm buluşların ve tüm sanat kollarının kaynağıdır. Mekanizma şöyle çalışıyor: Bir şeyin varlığına inanıyoruz (hakîkat) ve onun var olduğunu kanıtlamak için bıkmadan, peşi sıra koşuyor; yıllar, hatta yüzyıllar boyunca onu araştırıp gün ışığına çıkarmak için çok büyük miktarlarda düşünce ve kas emeği harcıyoruz. Tezler, antitezler, sentezler, hipotezler, teoriler ve felsefeler üretip, hakîkat denen o bilinmezi bilinir hâle getirmek istiyoruz. Ama onu bir türlü bulamasak da, aramayı usanmadan sürdürüyoruz. Bu arayış bizi hakîkate götürmüyor; fakat arama süreci işlerken yepyeni şeyler buluyor, yepyeni düşünceler üretiyoruz. Bir zamanlar var olabileceği kimsenin aklına gelmemiş olan tüm teknolojiler ve bilim dallarına malzeme olmuş olan tüm gerçekler işte bu arayıştan sonra elde ettiğimiz kazanımlardır. Dahası; adına sanat dediğimiz bütün estetik ürünler ve felsefe dediğimiz tüm derin ve geniş düşünceler hakîkati arayışımızın meyveleridir. Hakîkat yolunda bulduğumuz her şey somuta dönüşerek gerçek oluyor ve, ya kültürel evrimimize katkıda bulunuyor ya
152
hayatımızı kolaylaştırıyor ya da bilinç ve farkındalık düzeyimizi bir üst kademeye taşıyor. Belki -kök hücre deneyleri sürdükçe ve genetik buluşlar çoğaldıkça- çok yakında biyolojik evrimimizi bile hızlandıracaktır. On binlerce yıldan beri arayıp da bulamadığımız o hakîkat denen şey, aslında bütün sanatsal, bilimsel, düşünsel ve inançsal gerçeklerin arama motoru ve tarihteki tüm buluşların ilham kaynağı ve itici gücü olmuştur. Bulduğumuz her yeni gerçek bir diğerini bulmanın yolunu açmış ve bu sayede insanlığın birikimi giderek çoğalmıştır. Buluşların sayısı arttıkça ve somuta dönüşen gerçekler çoğaldıkça, bunları kategorize ve kontrol etmek ve bir sistematik içinde yürütmek gereksinimi doğmuştur. Böylece, ortaya bilim denen şey ve ardından yeni bilim dalları ve disiplinleri çıkmaya başlamıştır. Zaman içinde bilimin çekiciliği, saygınlığı ve maddî getirisi o kadar artmış; bilim insanlarının eldeki gerçeklerle uğraşma iştahı o kadar kabarmış ve mevcut bilimsel gerçekleri derinleştirmek çabaları öylesine önem kazanmıştır ki, sanki hakîkati aramak sadece sanatçıların, dindarların ve felsefecilerin işi olmaya yüz tutmuştur. Fakat gerçeği arayanlar ayrı, hakîkati arayanlar ayrıymış gibi bir branşlaşmanın varlığı her ne kadar apaçık fark ediliyor ve savunuluyorsa da, ortada bir arayış mevcuttur ve bu arayış biçim ya da hedef değiştirerek, belki de sonsuza dek sürecektir. Şimdi, geçici gerçekler şeklinde de nitelendirilebilen bilim dünyasının güncel gerçeklerinin Tanrı’ya değgin ilişkisine geçmeden önce, bilimin tanımı ve işlevi hakkında bir fikir edinmemiz gerekiyor:
BİLİM NEDİR, NEYLE UĞRAŞIR Bilim, var olduğunu kabul ettiği bir evrenin ve bu evren içinde keşfettiği her şeyin, insan beyninde kolay anlaşılır kavramlara, sembollere ve modellere dönüşmesini sağlar. Bu işi
153
yaparken de özellikle beş duyumuza ve rasyonel aklımıza hitap eden bir yöntem izler. Konuyu derinleştirmeden önce hemen belirtmek gerekir ki: Bilimsel anlayış kutsal kitapların yazdıklarını Tanrı’nın varlığına dair birer kanıt olarak kabullenememektedir. Bu, modern bilimin başlangıcından beri çözüm bekleyen bir sorundur. Problemin kaynağının ne olduğunu, bu noktada hemen özetle belirtmek gerekiyor: Bilim, kendi oluşturduğu bazı altyapısal prensiplere kesinkes sadık kalarak araştırma yapmayı hedefler. Şöyle ki: 1- Üzerinde çalışma yapılacak obje, olay veya olgunun gözlenebilir (observable) olması gerekir, 2- Ölçülebilir (measurable) olması gerekir, 3- Anlatılabilir, iletilebilir (communicable) olması gerekir, 4- İspat edilebilir, sağdanabilir (verifiable) olması gerekir, 5- Ölçümlerin tekrarlanabilir (repeatable) olması gerekir, 6- Açıklamalarının veya öngörülerinin mantıklı ve rasyonel (logical/rational) olması gerekir. Modern bilimin temel gayeleri de şunlardır: a- Deney konularını veya fenomenleri tarif ve tasvir etme (description), b- Bunları izah etme, açıklığa kavuşturma (explanation), c- Eldeki verilerden yararlanarak tahmin yapma (prediction), d- Her şeyi kontrol altına alabilme (controlling). Bu metodolojiye ve amaçlara bakarak şu sonucu kolayca çıkarabiliriz: Bilim, beş duyumuzun ve maddenin sınırlarını aşan pek çok kavramı ilgi ve deney alanına sokmaz; çünkü onları kanıtlayıp izah edemez. Yani bilim somut evrenle uğraşır. Ancak, rasyonel bir açıklama bulabildiği zaman, psikoloji gibi görünmeyen soyut olguları da bünyesine alır. Hatta teoloji gibi, dinler tarihini ve eldeki kutsal kitapları inceleyen dallar bile kurabilir. Fakat Tanrı vardır ve evreni O yaratmıştır gibi son derece soyut bir tezle haklı olarak uğraşmaz, uğraşamaz; çünkü kanıtlayamaz.
154
Bu nedenlerden dolayı; Tanrı, fizikötesi, şeytan, cin, peri gibi kavramların izahı istendiğinde, bir bilim adamı veya kadını bu tür sorulara bilim insanı kimliğiyle yanıt vermekten imtina eder, kaçınır. Fakat bilim insanlarının pek çoğu, özel sohbetlerde elbette inancını ve dinsel görüşlerini ortaya koymaktan çekinmez, hatta dinle bilimin asla çelişmediğini söyler. Bu tür bir disiplin, bilimin metodolojisini bilmeyen insanlar tarafından genellikle yanlış anlaşıldığı veya hiç anlaşılmadığı için, basın yayında veya kalabalıklar önünde inancını belli etmeyen bilim insanlarına ateist, inançsız, din düşmanı gibi çok haksız ithamlarda bulunulur. Oysa bilim dünyasında, Tanrı’ya inananların sayısı inanmayanlarınkinden çok daha fazladır. Pozitif bilimlerin Tanrı vardır-yoktur tartışmasına girmesi sakıncalı, ayrıca tartışmaya girmemesi de bir gerekliliktir. Şöyle ki: Ana-babasız bir çocuk olduğu için çocuk esirgeme kurumunda büyümüş bir muhasebeci düşünelim. Bu kişi iki farklı kurumun muhasebesini yürütüyor olsun. Biri öksüz çocukları koruma derneği, diğeri sattığı altınlara bakır katan ve gelir vergisini tam göstermeyen bir kuyumcu. Muhasebecimiz duygularını ve inançlarını işin içine katarak muhasebe yaparsa, doğal bir sempati duyacağı derneğin daha az vergi vermesini sağlayacak yollara başvuracaktır. Öte yandan da, dürüst olmadığını bildiği o kuyumcunun daha fazla vergi vermesine yönelik birtakım hesaplamalar yapacaktır. Sonuçta, hesaplar yanıltıcı ve yanlış olacak; gerçek vergi miktarları ortaya çıkmayacaktır. Öyleyse, muhasebecinin hesapları doğru yapması ve doğru sonuçlara ulaşması için duygularını ve inançlarını işin içine katmaması gerekmektedir. İşte, bilimin de tarafsız, bağımsız ve objektif bir yol takip etme zorunluluğu vardır. Aksi hâlde, gerçekler sapar, tahrif olur ve yansız olması gereken hakikatler, sübjektif ve yanlış birtakım sonuçlar hâlinde önümüze çıkıp bizleri yanıltır. O zaman da bilim, bilim olmaz.
155
Bu nüansı ve yöntemi bilmeden bilim dünyasını -içinde Tanrı inancı yüksek pek çok kişi bulundurmasına rağmentopyekûn inançsız olarak sıfatlandırmak yanlıştır. Tarihte, Müslüman din âlimleri genellikle devirlerindeki bilimsel anlayışa paralel açıklamalar ve yorumlar getirmişler ve tüm Müslümanlar bilim insanlarına büyük saygı göstermişlerdir. Bu saygının kaynağını yüzlerce ayette ilimden bahseden Kuran’da ve pek çok Hadiste bulmak mümkündür. * Ama ne yazık ki “Ortaçağ Avrupası”nda bu bilinçten yoksun Ruhban Sınıfı’nın bilim adamlarına karşı uyguladığı sindirme yöntemleri, -yüzyıllar boyunca- din ve bilim müesseselerini birbirine küskün ve bazen de düşman kılmıştır. Bu olumsuzluklar 16 ve 17’nci yüzyıllarda zirvededir: 1543 yılında, Polonyalı gökbilimci Kopernik (Nicolaus Copernicus) tarafından yazılan Gökkürelerin Hareketleri Üzerine adlı bir kitap yayımlanır. Copernicus, Güneş’in dünyanın etrafında döndüğüne inanılmasının yanlış olduğunu, tam tersine, dünyanın Güneş’in etrafında döndüğünü söyler. Bu yanılgının sebebinin ise, dünyanın kendi ekseni etrafında dönüyor olmasından kaynaklandığını yazar. Ayrıca, diğer tüm gezegenlerin Güneş’in etrafında döndüğünü kabul etmenin astronomik anlayışı basite indirgeyeceğini ve daha anlaşılır olacağını açıklar. Bir de büyük yanlışlık yaparak, Güneş’in evrenin merkezi olduğunu öne sürer. Kopernik kitabının basıldığı gün 70 yaşında vefat eder. Böylece o zaman son derece etkin olan teokratların inancına ters düştüğü için aforoz edilmekten kurtulur. Kopernik’ten 21 yıl sonra dünyaya gelen ünlü İtalyan astronom ve fizikçi Galileo Galilei (1564-1642), Kopernik’in bu görüşlerinden çok etkilenir. Gökyüzünü somut bir şekilde inceleyebilmenin yollarını ararken, 1609 yılında Hollanda’da teleskop denen bir aletin keşfedildiğini işitir. O sene sıkı bir çalışmayla ilk içbükey mercekli teleskopu yapar ve gökyüzünü sürekli incelemeye başlar.
156
Bir yıl sonra, Ay yüzeyindeki tepeler, dağlar ve kraterlerle ilgili gözlemlerini ve Samanyolu ve diğer yıldız kümeleri ile ilgili tespitlerini yayımlar. Daha sonra, Jüpiter’in 4 uydusu olduğunu, Satürn’ün etrafında bir halka bulunduğunu ve bunların da dünya gibi Güneş’in etrafında döndüğünü bildirir. Galileo, 1613’te Güneş üzerindeki lekeler hakkındaki kitabını bastırır. Bu eserinde Kopernik’i açık bir şekilde müdafaa edince kıyametler kopmaya başlar. Roma’da mahkeme edilmeye çağrılır. Ama Galileo buluşlarını ve fikirlerini mahkemede de savunur. Sonrasında, Papa V. Paul tarafından, Galileo’nun kitaplarını tetkik edecek bir komisyon kurulur. Komisyon kitapları yasaklamaz, ama Galileo’nun dünyanın döndüğü iddiasından vazgeçmesini ister. Çünkü bu iddia, Kilisenin ve papalık kurumunun yüzyıllardır öğrettiklerini yalanlamaktır. (Galileo’dan önce İslâm bilginleri de bu bulguyu ortaya koymuşlardı, ama bunun Kuran’la çelişir bir yanı olmadığı için tartışma çıkmamıştı.) Galileo bir müddet ortalıkta görünmez. Bu arada ilgisini Makroevren yerine Mikroevren çeker. 1618 yılında mikroskobu geliştirir. (Bu alet, teleskopla birlikte, modern bilimin gelişmesinde büyük rol oynamıştır.) Arkadaşı 8. Urban’ın papa seçilmesinden cesaret alarak, 1632 yılında, İki Kâinat Sistemi Hakkında Söyleşiler adlı eserini yayımlar. İşte bu kitap yasaklanır ve Galileo 1633 yılında, 70 yaşındayken, ömür boyu hapse mahkûm olur. 11 yıl cezaevi yaşamı sırasında gözleri kör olur ve 82 yaşına bastığında hücresinde vefat eder. İnsanoğlunun bugünkü uygarlığa erişmesinde katkısı oldukça fazla olan Galileo, modern bilimin kurucusu olarak kabul edilir. Ayrıca 1522 yılında İncil’i Almanca’ya çevirmeye başlayan ve Katolik Kilisesi’ne karşı çıkarak Protestanlık Mezhebi’ni kuran Martin Luther’den (1483-1546) sonra, hurafeler içinde yüzen Engizisyon zihniyetine başkaldıran ilk bilim adamı olması sıfatıyla, Galileo’ya bilimsel çevrelerde büyük bir sempati ve saygı duyulur.
157
İşte Kilise ve Modern Bilim kurumlarını iki ayrı kutup hâline sokan ve hatta düşman durumuna getiren sebeplerin oluşmasında en büyük rollerden birini Galileo’nun çabaları ve bu yaşam öyküsüdür. * Bilimin mikroskop ve teleskop gücünden yararlanarak Büyük ve Küçük Kâinat’ı -yıldız kümelerinden atoma kadar- en ince detayına kadar araştırmaya başlaması, fizikötesine karşı ilgisini gitgide azaltmış ve zamanla tamamen ortadan kaldırmıştır. Sadece madde ile uğraşmanın ve somut fenomenlere ağırlık vermenin, manevî değerlerin gerilemesine yol açtığı kanaati de oldukça yaygındır.
Bilim ve teknoloji üretenlerin maddeötesini bilimin alanına sokmamaları son yıllarda sayıları artan birçok bilim adamı ve kadını tarafından türlü eleştirilere maruz kalmaktadır. Bazen de fizikötesi konulara eğilen bilimsel çalışmalara ve deneylere tanık olunmaktadır. Buradan, Tanrı’yı anlamanın sadece fizikötesi veya bilimsel uğraşlarla mümkün olabileceği şeklinde bir sonuç çıkarılmamalıdır. Maddî kâinatın her objesi, her kanunu ve her sistemi Tanrı’yı daha iyi anlamak için bir araç olabilir. Fakat pek çok düşünüre göre, ‘neden’ sorusuna yanıt arayan dinsel düşünce ile ‘nasıl’ sorusuna cevap bulmaya çalışan bilimsel düşüncenin birlikte hareket etmesi ve ortak sonuçlara ulaşması, insanoğlu adına çok daha verimli neticeler doğurabilir. * Tanrı kâinatı yarattıktan sonra bir saat gibi kurdu mu, kurmadı mı? Her şey O’nun plânladığı gibi mi cereyan ediyor, yoksa evren tesadüfen oluşmuş bazı kurallara mı bağlı? Evrende büyük bir kaos mu yaşanıyor, yoksa bir düzen ve intizam mı var? Maddenin özgürce hareket ettiği doğru mu? Bu konularda şimdiye dek çok şey söylenmiş.
158
Kopernik ve Galileo’nun çalışmaları üzerine kafa yoran ve bir ağacın altında otururken yere bir elmanın düşmesinden ilham alarak, Yerçekimi Kanunları’nı bulan İngiliz fizikçi ve matematikçi Isaac Newton (1642-1727) birkaç basit Doğa Kanunu’nun tüm kâinatta geçerli olduğunu ve yerçekimi sayesinde tüm gezegenlerin, kütlelerine oranla artan bir kuvvetle, birbirini çektiğini söylemiş ve mekanik bir evren modeli oluşturmuştu. Newton’un hesaplarına ve bir dizi formülüne dayanılarak geliştirilen ve adına Mekanik Determinizm denen felsefe, doğadaki her şeyi bir sebep-sonuç ilişkisine indirgemişti. Her sonuç bir sebebin ürünüydü ve sonuçlar da zamanla birer sebebe dönüşerek, yeni sonuçlar doğurmaktaydı. Bu zincirleme doğurganlık, bilardo toplarının birbirine çarpıp yön değiştirmeleri gibi öylece sürüp gidiyordu. O nedenle her tür evrensel değişikliği matematiksel bir hassasiyetle hesaplamak mümkündü. Tesadüflere ve özgür iradeye fazla şans tanımayan bu felsefe, rastlantıları -birer sebepsizlik olarak gördüğü için- reddediyordu. Evrensel fenomenleri daha geniş bir ilişki türü olan karşılıklı etki-tepki içinde görmek istemeyen bu model, evrenin bir saat gibi kurulduğunu ve sebep-sonuç ilişkilerine dayanan kanunlarla işlediğini varsayıyordu. Alman fizikçi Albert Einstein’ın (1879-1955) ortaya koyduğu Rölativite (Bağıllık/Görelilik/Görecelik/İzafiyet) Teorisi’ne kadar, bilim ve felsefe dünyasının Kâinat anlayışı iki yüzyıl boyunca Newton’un hesapları ve görüşleri paralelinde gelişti. Einstein’ın 1905 yılında yayımladığı Özel Rölativite Teorisi’nden sonra mekanik evren anlayışı değişmeye başladı. 1916 yılında yayımlanan Genel Rölativite Teorisi’nden sonra da yepyeni bir evren anlayışı ve Uzay Fiziği oluşmaya başladı. Bu yeni model kâinatın ayrılmazca birleşmiş uzayzaman, hareket ve madde birlikteliği içinde düşünülmesi gerektiğini öneriyordu. Evrenin gerçek yapısı; ancak karşılıklı
159
etki karmaşalığı içinde ama bütüncül bir gözle görülebilirdi. Evrendeki bütün hareketler izafî kabul edildi. Çok büyük bir hızla hareket ederek uzaya gidip gelen bir saatin dünyadaki saatlerden daha yavaş çalışacağı ve geri kalacağı hesap edildi. Ünlü E=MC2 ( Enerji eşittir kütle çarpı ışık hızının karesi) formülü gereği, duran bir cismin kütlesi ‘donmuş enerji’ olarak görüldü. Hareket eden bir cismin kütlesi çoğalır, enerji harcayan bir cismin kütlesi azalır dendi. Bir avuç dolusu demir tozunun tamamen enerjiye çevrilebildiği gün, elde edilecek atom enerjisinin koca bir vapuru Avrupa’dan Amerika’ya kadar götürebileceğinin hesapları yapılmaya başlandı. Newton’un Yerçekimi Kanunu, Çekim Alanı (Gravitational Field ) olarak yeniden adlandırıldı ve bu çekim alanı yüzünden uzay-zaman boyutunun kavis şeklinde büküldüğü teorisi geliştirildi. Galileo’dan beri gelişmekte olan ve İncil’le çelişen bu buluşlar ve teoriler, özellikle Hıristiyan bilim adamlarının dinden uzaklaşmalarına sebep olan faktörlerden biriydi. Bütün bu şaşırtıcı kuramlara ilâveten, Einstein’ı bile hayrete düşüren bir gelişme oldu: Amerikalı Astronom Edwin Hubble (1889-1953), 1930 yılında, evrenin sürekli genişlediğini ispat etti. Bunun üzerine evrene değgin tüm hesaplar ve düşünceler yeniden gözden geçirildi. Daha sonraları, kâinatın uzay-zaman boyutu ile birlikte Büyük Patlama (Big Bang) adı verilen bir başlangıç noktasından sonra oluştuğu, bu patlamanın 15 milyar yıl önce gerçekleştiği (bilim adamlarının birçoğunun kabulü budur) ve kâinatın bir balon gibi şişmekte olduğu tahminleri yapılmaya başlandı. Çekim Alanı yüzünden, kâinatın gitgide büzülerek sıkışacağı ve 5 milyar yıl sonra Büyük Sıkışma (Big Crunch) olayı yüzünden yok olup tekrar başa döneceği kuramları ortaya atıldı.
EVREN NASIL OLUŞTU
160
Kâinatı oluşturan madde nereden gelmiştir? Ne zaman gelmiştir? Nasıl gelmiştir?... Bu sorulara bilim yanıt bulmaya çalışır; fakat ‘evren niçin yaratılmıştır?’ sorusuna dokunmaz. Çünkü neden ve niçin ile başlayan soruların somut ve objektif birer yanıtı olamaz. Bu boşluğu da zaten din adamları doldurmaya çalışır. Evrenin oluşumu konusunda yüzyıllardır yapılan bilimsel araştırmalar bize akla yatkın bazı deliller ve açıklamalar kazandırmıştır. Maddenin cevherinin atom, atomun cevherinin de elektronlar ve kuarklar olduğunu biliyoruz. Bu bulguları -aksi ispat edilemediği için- çağımızın bilimsel gerçekleri olarak kabullenmek zorundayız. Bunların nereden ve ne zaman geldikleri hakkında kesin bir bilgi yok; fakat teori düzeyinde kuvvetli tahminler var. Bu tahminler yapılırken şöyle bir yöntem kullanılmaktadır: Eğer bir otomobilin kaç kilometre yaptığını ve yaşını bilmiyorsak; önce onu parçalarına ayırır, sonra bu parçaların orijinal malzemesinden ve ölçülerinden ne kadar farklı olduklarına bakar, aşınma düzeylerini saptar ve daha sonra tümdengelim yöntemini kullanarak, geriye doğru ispatla, ortalama bir tahmin yürütebiliriz. Bu metodoloji ve benzeri yöntemler kullanılarak evrenin yaşının 15 milyar yıl olduğu hesaplanmıştır. 15 milyar yıl önceki durumdan daha öncesine ait hiçbir fikrimiz yok. Çünkü, o zaman ne madde vardı, ne uzay vardı, ne de zaman... Fakat, ‘bir şey’ olması gerekiyordu!... O da bulundu ve adına Alevtopu dendi. Böylece, evren filminin senaryosu bu ‘kozmik yumurta’nın sahneye çıkışıyla tamamlanmış oldu. Alevtopu bir atom bombasından trilyonlarca daha büyük bir patlamayla patladı: Big Bang... Alevtopu patlamanın ilk saliselerinde atomdan çok daha küçük olan enerji parçacıklarına bölündü. Parçacıkların tümü aynı ağırlık ve hızda değillerdi. Hatta bazıları o kadar küçüktü ki ağırlıkları hiç yoktu. Bu parçacıklara foton, elektron, proton,
161
nötrino, alfa gibi isimler verilmektedir. Ayrıca bu parçacıkların anti-ikizleri olan anti-parçacıkları da oluşmuştu. O kaos ortamında bunlar anti’leri ile çarpıştıkları için birbirini yok ettiler; fakat nedendir bilinmez %10’u yok olmadı. Sonra bu parçacıklar balon gibi gittikçe büyüyen bir boşluk (uzay) oluşturarak düzenli bir şekilde dağıldılar. Bir saniye sonraki ‘Mini Evren’in sıcaklığı 1 katrilyon dereceye düşmüştü. Birinci dakika içinde, sıcaklık 1 milyar dereceye kadar inmişti. Bu, bulutumsu bir görünüşe sahip olduğu tahmin edilen ‘Kozmik Çorba’ya Nebula denmektedir. Nebula’nın içinde çarpışan partiküller yavaş yavaş atomun çekirdeğini (nucleus) oluşturmaya başladılar. (Atom çekirdekleri 15 milyar yıldan beri bozulmadan bugüne kadar gelebilmişlerdir. Örneğin, protonların bozulmaları için 1031 yılın geçmesi gerektiği hesaplanmıştır.) Nebula 100 bin yıl süreyle şişerek genişledikten sonra protonlar ve elektronlar birleşip atomları oluşturmaya başladılar. 1 protonu ve 1 elektronu olan bu ilk atoma Hidrojen denmektedir. Zamanla, hidrojenler birleşerek 2 protonu ve 2 elektronu olan helyumu meydana getirdiler. İlk 300 bin yıl içinde, evrenin %89’u hidrojene ve %9’u helyuma dönüştü. %2’sini de diğer parçacıklar oluşturuyordu. Daha sonra ikiden fazla proton ve elektron biraraya gelerek, farklı ağırlıklarda ve farklı özelliklerde atomlar oluşturdular. Bu atomlar da zaman içinde birbirleriyle birleşti ve molekülleri oluşturdular. Ve nihayet bu atomlarla moleküller birleştikçe büyüdüler ve bugün gördüğümüz yıldızlar ve galaksiler (yıldız kümeleri) ortaya çıktı. Trilyonlarca yıldızdan oluşan evren, sürekli olarak -şişen bir balon gibi- genişlemektedir. Evrenin her ân büyüyen genişliğini kavrayabilmek için önce ışık hızını iyi anlamalıyız. Örneğin, tavandaki ampulden çıkan bir ışık huzmesi bir saniye içinde dünyanın çevresini yaklaşık sekiz kere dolaşabilir. Bu olağanüstü hızla yol alan ışık, Sirius
162
denen bir yıldızdan çıkıp bize ulaşıncaya kadar 8,5 sene yol katediyorsa, aramızda muazzam bir boşluk var demektir. Milyarlarca ışık yılından söz edildiği zaman, hayal edilemeyecek kadar geniş bir evrenden ve boşluktan bahsedildiğini göz önünde bulundurmalıyız. * Yaklaşık 2 bin yıl önce yazılmaya başlanan İncil’de, Tanrı’nın ‘Işık, oluver’ dedikten sonra tüm kâinatın oluşmaya başladığı yazılıdır. Kuran’ın Bakara suresinin 117. ayetinde: ‘Gökleri ve yeri güzelliklerle donatarak yaratan O’dur. O bir şeyin olmasını isteyince ona sadece ol (kün) der. Artık o oluverir’ denmektedir. Big Bang teorisi, 20’nci yüzyılın ikinci yarısında geliştirilen bir kuramdır. Büyük Patlama’dan önce var olan alevtopunun ânîden patlamasının ‘kün’ ve ‘oluver’ ifadeleri ile çelişir bir yanı yoktur. Hatta bu dinsel ve bilimsel öğretilerin ortak müştereklerinden birisi olarak kabul edilmektedir. Ve Big Bang teorisi bir gün ispat edilirse, Tanrı’nın evreni yaratırken başlangıç noktası olarak alevtopunu seçtiğini kabullenmekten başka görünür bir seçenek kalmayacaktır. Ayrıca, eğer evrenin kıyametinin 5 milyar yıl sonra Büyük Sıkışma denen olayla gerçekleşeceği ispat edilirse, 20 milyar yılın Tanrı nazarında evrenin bir ‘nabız atışı’ kadar kısa bir süre olduğu anlaşılacak ve zaman ötesi (ebed-ezel) Tanrı anlayışı zihinlerde daha da somutlaşacaktır. O zaman bu somut düşünce, bilimsel ve dinsel inançların bir başka ortak noktasını oluşturacaktır. Gelelim çıplak gözlerimizden saklanan Küçük Kâinat’a...
MİKROEVREN Makroevren gibi, Mikroevrenin de tuğlası ve harcı sadece atomdur. Atomun yapısını zihnimize oturtmadan, bu
163
mikroskopötesi evrenin karmaşık ve ‘esrarengiz’ yapısını anlamamız mümkün olamaz. Atom o kadar küçüktür ki 100 milyon tanesini biraraya getirdiğimizde bir toplu iğnenin başı kadar ancak olur. Bir bilye şeklinde yuvarlak olan atomun %99.9999’u boşluktur. Başlıca iki tür parçacıktan oluşmuştur: Ortasındaki boşlukta duran bir çekirdek ve çekirdeğin etrafında hızla döndüğü için bulutumsu bir küre oluşturan elektronlar. Şöyle bir benzetme yapalım: İstanbul’daki Sultanahmet Camii’nin o muazzam kubbesini düşünelim. Bu bir yarıküredir. Bu kubbenin bir eşini daha hayal edelim ve tutup altına yerleştirelim. Bu kocaman küre atomu temsil etsin. Ortasına havada durabilen bir tuz tanesi koyalım. Kubbenin içindeki boşluğa oranla atomun çekirdeği; ancak bu büyüklükte olur. Elektronlar -çekirdekten 2 bin kat daha hafif oldukları için- bir toz zerresi kadar ancak olurlar. Bu toz zerreciklerinin aradaki onca boşluğa rağmen çekirdeğin etrafında büyük bir hızla ve her yöne doğru ‘delice’ döndüğünü düşünelim. Bu durumda, çekirdeğin etrafını bir koza gibi örecekler ve bir vantilatörün pervanelerinin dönerken oluşturduğu bulutumsu görüntü gibi bir görünüş sergileyeceklerdir. İşte atomu atom yapan şey: Bu, bir saniyede yaklaşık bin kilometre hızla çekirdeğin etrafında deli gibi dönen elektron denen parçacıklardır. Yani, bir saniye içinde İstanbul’dan İzmir’e gidip gelebilirler. Böylece, çekirdeğin çevresinde bir saniyede milyonlarca devir yapıp, milyonlarca yörünge (orbital) çizerler. Ve her bir devri değişik bir yörünge çizerek yaptıkları için de, her yerde hazır ve nazır görünürler; çünkü bulundukları yeri kestirmek istediğimiz saniye içinde, milyonlarca yerde bulunmuş olurlar bile!... O nedenle atomun içine elektron hızından daha düşük bir hızla hareket eden hiçbir şey giremez, çok hızlı dönen bir pervanenin içine bir çubuk sokulamayacağı gibi... Çekirdeği oluşturan iki tür parçacık (partikül) vardır: Nötron ve Proton. Nötron yüksüzdür. Proton pozitif yüklüdür.
164
Çekirdek bu yüzden artı/pozitif değer taşır. Ve yine bu yüzden negatif yüklü elektronları kendine doğru çeker. Fakat kendine değecek kadar çekemez; çünkü elektronlar hızlarından dolayı bir merkezkaç kuvveti oluştururlar ve bu çekim gücüne karşı koyarlar. * Peki atomun hemen hemen tüm ağırlığını oluşturan çekirdek neden ağırdır? Nötron ve protonların içinde başka şeyler mi vardır? Evet, kuarklar... Bu parçacıkların bulunuşuyla atomun yapısı çok daha iyi anlaşılmıştır. Kuarklar 3 çifttir ve üç tanesi protonu, diğer üçü de nötronu oluştururlar. (Bunların 5 tanesinin varlığı tespit edilmiş, altıncının da var olduğu tahmin edilmektedir.) Kuarklar birbirlerine çok güçlü bir enerji bağıyla sımsıkı sarılmışlardır. Bu, evrendeki en güçlü çekim kuvvetidir. Ana hatlarıyla atomun dizaynı budur; fakat her atom aynı ağırlıkta değildir. Örneğin, en basit element olan ve oksijenle birleşerek içtiğimiz suyu oluşturan hidrojen atomunun sadece bir elektronu ve bir protonu vardır. Canlıların temel hammaddelerinden biri olan karbonun 6 elektronu, 6 protonu ve 6 nötronu mevcuttur. Bu nedenle Karbonun atom ağırlığı (çekirdek ağırlığı) 12 kabul edilir. Radyoaktif ve en ağır madde olan uranyumun atom ağırlığı ise 238’i bulur. Atomun içinde büyük miktarda enerji depoludur. Öyle kadar ki: Yüksek bir ısı ile yanan taş kömürünün atom enerjisi, normal hâlde yanarken çıkardığı enerjiden 3 milyon kat daha fazladır. * Yüz milyonlarcası birleştiği zaman; ancak elle tutulur, gözle görülür bir madde olarak beliren atomların ilginç bir alışkanlığı yüzünden de molekül oluşur: Her atom en dış yörüngesindeki (orbital) elektron sayısını sekize tamamlamak ister. Bu istek yüzünden, diğer elementlerin dış yörüngelerindeki elektronları koparıp almak veya paylaşmak ihtiyacı ‘hisseder’. Bu sayede, en az iki elementin
165
atomları birleşerek molekülleri ortaya çıkarırlar. En basitinden 2 hidrojen atomu ile 1 oksijen atomu birleşir ve su molekülünü oluştururlar (H2O). Bu moleküllerin milyonlarcası da birleşerek, kullanılabilen su hâline gelirler. Bir okyanusta kaç bardak su varsa, bir bardak suda o kadar molekül olduğu söylenebilir. Sodyum atomunun dış yörüngesinde 1 elektron, klorunkinde 7 elektron olduğu için, bunlar yan yana geldiklerinde ayrı durmaya dayanamazlar ve birleşerek tuz molekülünü yaparlar. Bilim, ilk tek hücreli canlının tuzlu suda ortaya çıktığını savunur. Hayat için, sodyum ve klordan başka, karbon, hidrojen, oksijen, nitrojen (azot), kükürt ve fosfor atomlarına gereksinim vardır. Bunların tümünün dış yörüngeleri ‘elektron açlığı’ çekerler. İşte tüm insanların, hayvanların, bitkilerin ve mikro organizmaların maddî vücutlarının oluşması, bu elektron paylaşımı sayesinde gerçekleşir. Fakat atomların ve moleküllerin birleşmeleri, canlı hücrelerin oluşumu için yeterli değildir. Dünyanın en gelişmiş lâboratuvarlarında bu maddeler biraraya getirilerek canlı hücre üretilmeye çalışılmaktadır. Ama bunu başaran tek bir bilim adamı yoktur. Canlılık için bir başka faktöre daha ihtiyaç olduğunu görüyoruz. Biyologlar ve hücre mühendisleri hücrenin nabız atışı kazanabilmesi ve canlanması için bir dış enerjinin -ya da ruh diyebileceğimiz şeyin- eksikliğini saptamışlardır. ‘Moleküllerin can verme, hayat yaratma gibi bir kabiliyetleri olsaydı, tüm evren canlılarla dolup taşardı!...’ diyen bilim adamları, bu canlılığı yaratan şeyin ne olabileceği hakkında derin araştırmalar içindedirler. 20’nci yüzyılın sonunda atom ve parçacık fiziği hakkındaki bilgilerimiz sayesinde elde ettiğimiz hızlı teknolojik gelişmeler öylesine bir ivme kazanmıştır ki, hiç kimse 10-15 yıl sonrasını bile hayal edememektedir. İnsanoğlunun 20’nci yüzyıldaki buluşları son 40 bin yıllık buluşlarından daha fazladır ve inanılmaz bir hızla artmaktadır. Bu buluşlardan biri de DNA molekülleridir.
166
* Çağımızdaki en önemli gelişmelerden biri de canlı hücreler alanında yapılan çalışmalar sonucu ortaya çıkmıştır. Bilim insanlarının, hücre yapısını elektron mikroskopları sayesinde atomlarına kadar inceleyebilmesi, hücre çekirdeğindeki DNA moleküllerini bilgisayarlarımızda üç boyutlu grafikler hâlinde izleyebileceğimiz hâle getirmiştir. Hücrelerin yapıları ve nasıl fonksiyon gösterdikleri tamamen anlaşılmıştır. İki şey hariç... Bu iki meçhulden birisi; hücrelerin neden yaşadığı sorusunun cevabı, diğeri ise çekirdekteki genlerden hangisinin hangi görevi üstlendiğidir. Dünyadaki genetik mühendislerin yarısından çoğu hücre bulmacasında boş kalan bu iki kareyi tamamlamak için çaba sarf etmektedir. Mikroevreni daha iyi anlamak için önce bizi diğer canlılardan daha çok ilgilendiren kendi hücrelerimize bir göz atalım: Burada da önümüze yine astronomik rakamlar çıkıyor. Vücudumuz trilyonlarca hücreden oluşmuştur. Her hücre de trilyonlarca atomdan meydana gelmiştir. Sadece beyinde 100 milyar sinir hücresi bulunmaktadır. Yetişkin bir insanın tüm vücudunu oluşturan hücreler ise, 1027 (birin arkasına 27 sıfır eklenecek) molekülden oluşmuştur. Hücrelerimizin büyüklükleri milimetrenin onda biri ile binde biri arasında değişir (sinir hücreleri hariç). Birbirinden çok farklı şekil, renk ve doku özelliği gösteren hücrelerimizin dışı ince, esnek ve yarı geçirgen bir zarla kaplanmıştır. Hücrenin genellikle ortasında yer alan yine zarla kaplı bir çekirdeği vardır. Sürekli hummalı bir faaliyet içinde olan hücre çekirdeği ‘büyük sırlar’ın gizlendiği kumanda merkezidir. Çekirdekte 23 çift kromozom bulunur. Bunlar bir tür protein olan nükleik asitlerden yapılmışlardır. Kromozomları açıp incelediğimizde, içlerinin genlerle dolu olduğunu görüyoruz. Bükülmüş merdiven (sarmal spiral/double helix) şeklinde olan bu uzun ve ağır genler, 46 kromozomun içine sıkışmıştır.
167
Genler: DNA denen moleküllerden oluşmuştur. Temel maddesi oksijen, hidrojen, karbon, azot ve fosfor atomları olan DNA’lar -askerlere yapması gerekeni emreden kumandanlar gibi- hücreye durmadan emirler gönderirler. Bunlar bir bilgisayarın programları gibi önceden programlanmış ‘düşünen ve emreden moleküller’dir. Hemen hemen her canlı hücrede bulunan DNA’lar hücrenin kendi kopyasını ‘yaratma’ bilgisine de sahiptirler. Ana rahminde sperm ve yumurtanın birleşmesinden başlayarak, doğuma kadar bir embriyoyu mükemmel bir insan yavrusu hâline getiren bilgi, bu moleküllerde saklıdır. Şimdi büyük bir kent düşünelim ve bulutlara kadar yükselip bu şehri kuşbakışı izleyelim: Orada ne kadar insan faaliyeti ve araç hareketi varsa, bir hücrede o kadar faaliyet vardır. Bu kentte yaşayanların beyinleri ne kadar düşünce üretiyorsa, DNA’lar da o kadar ‘düşünce’ üretmektedirler. Dünyada bir gün içinde ne kadar insan, hayvan ve araç hareketliliği varsa, bir insanın bütün hücrelerindeki toplam hareket sayısı da bir o kadar hatta çok daha fazladır. Ve bunları beceren tüm ‘simya’ çekirdekte saklıdır.
* Atom bu kadar küçük olmasaydı, ne bu evren olurdu, ne dünyamız ve ne de canlılar; çünkü Mikroevrenin atom küçüklüğündeki yapıtaşlarıyla çalışabilmesinden başka seçeneği yoktur. Pirenin o minicik kafasına minyatür bir beynin yerleşebilmesi için elbette molekül küçüklüğünde bir teknik sistem gerekmektedir. Havanın gaz şeklinde, hafif ve görünmez olması için elbette atom kadar küçültülmüş bir sistem gereklidir. Yoksa kocaman hava molekülleri gözlere çarpa çarpa kör olmayan göz bırakmazlardı. Milimetreden daha ince kılcal damarlarda kan dolaşımı olabilmesi için elbette mikro ölçülerle dizayn edilmiş bir sistem gereklidir. Fotonların (ışığı yayan parçacıklar) kütlesiz olması gerekir ki 1 santimetre kareye saniyede 20 milyar tanesi çarptığı zaman orayı harap etmesinler. *
168
Tüm evrenle birlikte insan zekâsının da bir evrim geçirdiği apaçık gözler önündedir. Tekâmül anlamındaki evrim, bu Kâinat düzeninin bir parçasıdır ve belki de başyasasıdır. Darwin, evrimi yanlış veya eksik tarif etti diye evrim gerçeğini inkâr edemeyiz. Hezarfen Ahmet Çelebi’nin İstanbul’u kanatları altına alarak uçması esnasında duyduğu haz ile, Neil Armstrong’un ay’a ayak bastığı lâhzada hissettiği sevinç arasında geçen zaman periyodunda geçirdiğimiz zekâ evrimini görmek için daha fazla örnek aramaya gerek yoktur. Çakmak taşından ateş yakmasını bilemeyecek kadar kapalı bir bilince sahip olan insan zekâsının gittikçe evrimleşerek geliştiği gerçeğine artık uzak duramayız. Evrim kısa süre içinde gerçekleşmediği için insanlar bu değişimlerin farkına varamamaktadırlar. 50-60 milyon yıl önce nesli tükenen dinozorlardan bu yana, milyonlarca farklı bitki ve hayvan türü var olup yok olmuştur. Bugünkü milyonlarca tür ise, gelip geçenlerin sadece %1’ini oluşturmaktadır. * En küçük parçacığından en büyük yıldız kümelerine kadar evrenin genel yapısına bakıldığında görülen şudur ki: Evren neredeyse tamamen boşluktan (uzay) oluşmuştur. Boşluk, hiçlik olarak değil, maddenin bir boyutu olarak algılanmalıdır. Atomu atom yapan içindeki boşluktur. İçinde bulunduğunuz odanın var olmasının nedeni, sadece duvarlar değil, aynı zamanda içindeki boş alandır. Evrenin de bu kadar geniş olmasının nedeni yine boşluktur. Öyle ki, tüm gezegenler biraraya gelse ve onları oluşturan atomların içindeki boşluklar da yok olsa; geriye sadece ceviz büyüklüğünde bir şeyin kalacağı tahmin edilmektedir. Ama bu ceviz kadar şey, yine en az 1050 ton ağırlığında olacaktır. * İnsan beynine son derece karmaşık gelen evrensel sistemleri, görüldüğü gibi bilim bu kadar basite indirgeyebilmekte ve
169
kolay anlaşılır hâle sokabilmektedir. İleride -belki de- tüm Tabiat Kanunları bir tek formülle izah edilebilecektir! Kim bilir... Bilim, evreni, evrende mükemmel biçimde işleyen kanunları ve eşyanın tabiatını bu kadar ‘yakından’ tanıdıkça ortaya çıkan bu somut ve anlaşılır tablo, bazı bilim insanlarında evrenin mutlaka bir yaratıcısı olması gerektiği düşüncesini elbette doğuracaktır. Bu inanca karşı çıkıp, evrendeki kanunların ve işleyen bu düzenin -başka şansı olmadığını için- tesadüfen ortaya çıkmış olduğunu söyleyenler de olacaktır. Fakat Tanrısız bir evren inancına sahip olan bilim insanlarının sayısı, tersini söyleyenlere oranla çok çok düşüktür. Üstün bilimsel buluşlara imza atmış, Nobel ödülü almış ve bugün kullandığımız pek çok fikir ve teknolojinin patentini almış bilim adamlarının biyografilerini okuduğumuzda, büyük bir çoğunluğunun Tanrı’ya inandığını görüyoruz. Bunlardan bazıları emeklilik çağlarını havralarda, kiliselerde, camilerde ve diğer kutsal tapınaklarda geçirirken, bir bölümü de mevcut dinlerin “insan yapısı” olduğuna inandığı için, kendi oluşturduğu kişisel ritüellere uyarak ibadet etmekte ve kendi özel tanrısına olan inancını kendi özel dünyasında yaşamaktadır. Bu bölümün başında söylendiği gibi, bilim Tanrı’ya giden yolu aydınlatan bir ışık kaynağı olma özelliğini korumaktadır ve daha yüzyıllarca koruyacak gibi görünmektedir.
SORULAR VE YANITLAR Büyük ve Küçük Kâinat’ta yaptığımız bu kısa gezintiden sonra akla gelebilecek bazı soruları toparlamaya çalışalım. Büyük Patlama’dan sonra ortaya çıkan madde ve anti-madde neden birbirini tamamen yok etmedi de, geriye bugünkü evreni oluşturan %10’luk bir artık kaldı? Acaba metafiziksel veya ruhsal boyutlar, nereye gittiğini bilmediğimiz o %90’lık kısım mıdır? *
170
5 milyar yıl sonra acaba Büyük Sıkışma (Big Crunch) gerçekleşecek ve evren tekrar bir alevtopuna dönecek mi? Kıyamet denilen şey, bu olabilir mi? * Tanrı bu görkemli kâinatın içinde mi, dışında mı? İçindeyse, sonsuz büyüklüğü ile bu sonlu kâinata nasıl sığıyor? Dışındaysa, nasıl oluyor da bize hem şah damarımızdan daha yakın oluyor ve aynı zamanda her yerde olabiliyor? Kâinatın dışı diye bir şey var mı? * Kâinat bir saat gibi kurulmadığına, ve süregiden bir eskimeyenilenme içinde olduğuna göre, her şey bir özgürlük içinde mi olup bitiyor? Özgür irade var mı, yok mu? Eğer yoksa, Tanrı katrilyonlarca atomdan hangilerinin hangileri ile birleşeceğini bizzat yönetiyor mu? Yönetiyorsa, özgür irade yok demektir. Ama var olduğunu görüyoruz. Özgür irade olmasa zaten dinlere gerek kalmazdı ve birer robot gibi programlarımıza göre usluca hareket ederdik. Özgür irade varsa, DNA’larımızda yazılı olan anatomik bilgilere göre şekillenip dünyaya gelmemiz ve genetik programlarımızda yazıldığı kadar bir kapasiteye sahip olmamız, bu iradenin son derece limitli olduğunun bir kanıtı değil mi? Kaderimiz acaba DNA’larımıza mı yazılmış? Bilinç ve ruh ile DNA’lar arasında bir bağlantı var mıdır? Ruh var mıdır, varsa görevleri nelerdir? Kader üzerinde bir etkisi var mıdır? * Evren maddeden oluşmuş. İnsan beyni de maddeden ibaret. Demek ki maddeyi madde ile anlamak mümkün. Fakat ruhsal âlemi madde ile anlayamıyoruz. Mânâ âlemi acaba sadece ruhsal boyutta ilişki kurulan bir olgu mudur? Yoksa bu, hem akıl, hem ruh ve hem de gelişmiş bir bilince ihtiyaç gösteren bir farkındalığı mı gerektirmektedir? * Teoriye göre, Big Bang’den sonra oluşmuş olan bu evren 20 milyar yıllık bir ömre sahiptir. Evren her 20 milyar yılda bo-
171
zulup tekrar oluşuyorsa, Big Bang’den önce kaç kez ‘yazılıp bozulmuştur’? Bu kurulma-bozulma sonsuza dek devam mı edecektir? Dünyanın kıyameti ile evrenin kıyameti aynı zamanda mı gerçekleşecektir? Yoksa dünyanın kıyameti Güneş’in ‘pili’ bittiği zaman mı başlayacaktır? * Trilyonlarca gezegen içinde sadece dünyada mı hayat var? Bu koca evren içinde bizler de birer uzaylıyız ve yıldız tozlarından yapılmışız. Uzayda daha başka yaratıklar varsa, Tanrı onlara da varlığını bildiren elçiler ve kitaplar göndermiş midir? Gelecek yüzyıllarda onlarla tanışırsak ve inanç esasları bakımından onlarla ters düşersek, insanoğlu gezegenler arası savaşlara tanıklık edebilir mi? * Bu sorulardan bazılarının yanıtları aşağıda, diğerleri ilerideki bölümlerde verilecektir. Baştan beri önüne hep maddî sıfatı konulan evren, kaybolan madde ve anti-maddenin sadece %10’udur ve %90’ına ne olduğu hakkında bilim henüz yanıt bulamamıştır. Bu yanıtları ararken ve çıkarımlar yaparken çok dikkat edilmesi gereken bir nüansı gözden kaçırmamalıyız. İspatlanarak kanunlaşmış bilimsel kurallar ile, henüz teori düzeyinde olan ispatlanmamış kuralları birbirleriyle eşit tutmamız yanlıştır. Elektron ve protonların varlığı ispatlanmıştır; fakat Big Bang ve alevtopu henüz birer teoridir. Bunları kanun gibi kabullenmek ve bunlar üzerine mantık kurmak bizi yanlış sonuçlara götürebilir. Maddî olmayan, akıl ve teknoloji ile kanıtlanamayan; fakat her insanın kalbinde hissettiği bir de manevî/ruhsal evrenin var olduğu milyarlarca insan tarafından dile getirilmektedir. Bu inanca kayıtsız kalamayız. Cansız moleküllere ruh verip canlandıran, sonra da ana rahmindeki embriyonun kalbini birdenbire attıran ve aynı vücudun elektriği kesilmiş bir motor gibi ansızın durdurarak ölümüne yol açan ‘gizli’ bir gücü, kimse bilimsel olarak ispat edememektedir; ama aynı zamanda hiç kimse bunun olmadı-
172
ğını da ispat edememekte ve hatta tezahürlerini dahi inkâr edememektedir. Evrimleşerek değiştiğimizi düşünce sürecimize katarak akıl yürütürsek, 100-200 yıl sonra ruh konusunda da çok mesafe almış olacağımıza ümitle bakabiliriz demektir. * Fâtır: Arapça yaratan/halk eden anlamına gelen bir kelime ve Kuran’ın 35. suresinin ismidir. Bu surenin ilk ayeti şöyledir: ‘O yaratmada dilediği arttırmayı yapar’. Prof. Dr. Yaşar Nuri Öztürk’ün tercümesine göre bu ayet şöyle de ifade edilebilir: ‘Allah yaratışta ve yaratılanlarda dilediğini arttırır’... Yine, Zâriyât suresinin 47. ayetinde: ‘Göğe gelince, biz onu ellerimizle kurduk. Biz elbette genişleticileriz’ denilmektedir. Edwin Hubble’ın 1930 yılında ispat ettiği genişleyen evreni, asırlar öncesi bildirdiği kabul edilen bu ayetlerden çıkarılacak bir netice de şu olabilir: Demek ki yeterince evrimleşmemiz ve evrenin bu şifresini çözmemiz için 1930 yılını beklememiz gerekiyordu. Kim bilir, ruhla ilgili bazı kodları deşifre etmemiz daha kaç yüz sene alacaktır... Edemezsek, bu, gizli kalmasında ilâhî gaye olan konulardan birisi olarak kabullenilmelidir, görüşü de yaygındır. Öyle ya... Yaşamı ilginç hâle getiren, merak ve araştırma isteğini kamçılayan ve her zaman bir ümit ve hedef bulmamızı sağlayan şeylerin başında bu bilinmeyenler gelmiyor mu? Tarih boyunca insanlar hep bilinmeyenlerle uğraşmamışlar mı? Tüm sırların birdenbire çözülmesi hâlinde yaşamın ne denli monoton ve biraz da amaçsız olacağı aşikâr değil mi? Özetlersek: Boşluk (uzay-zaman), enerji (serbest ve donmuş) ve evrim (yavaş ve sürekli değişim), bilimin evreni deşifre ederken şimdiye dek açıklığa kavuşturabildiği üç önemli gerçektir. Ve daha alınacak çok mesafe vardır. Maddesel varlığı olmayan ruhun da yansımalarının farkına varmış ve güzellik, estetik, sevgi, mutluluk ve şefkat gibi yaşadığımız ruhsal özellikleri birer anlaşılır kavrama dönüştürmeyi becerebilmişiz. Ama sadece bu kadarını bilmek, insan merakını
173
doyurmaktan henüz çok uzaktır ve elbette bu merak daha binlerce yıl devam edecektir.
20. YÜZYILDAKİ TANRI KAVRAMLARI Onca tarihsel tecrübe, kültürel birikim, ahlâkî öğreti, bilimsel ilerleme ve aydınlanmaya rağmen, insanoğlu bu yüzyıla da savaşarak girer. Amerika, Afrika, Avustralya kıtalarını, Hindistan’ı ve okyanuslardaki adaları ele geçirmiş olan Avrupalı uluslar doyumsuz bir hırs ve kızışmış bir ekonomik rekabet ortamı içinde birbirine saldırmak için bahane ararlar. Birtakım ittifaklar oluşturup kamplara bölünürler. İngilizlerin başını çektiği birlik, Alman İmparatorluğu’nu ezmek ve ‘hasta adam’ dedikleri Osmanlı İmparatorluğu’nu ortadan kaldırmak için hazırladığı senaryoyu sahneye koyar: Önce 1912 ve 1913 yıllarında iki Balkan Savaşı çıkartılır ve Osmanlı’nın elinden Balkan toprakları alınır. Bir yıl sonra, İnsanlık tarihinin en büyük savaşı olan Birinci Dünya Savaşı başlatılır. Japonya, Amerika ve Rusya’nın da katıldığı bu savaş dört yıl devam eder; sonuç olarak, milyonlarca genç insan yaşamını yitirir ve milyonlarcası sakat kalır. Savaş devam ederken, 1917 yılında Rusya’da bir Bolşevik Devrimi olur ve Karl Marks’ın ideali olan proletarya iktidarını gerçekleştirmek için V.İ. Lenin’in (1870-1924) önderliğinde Çarlık Monarşi rejimi yıkılır. Böylece tarihte ilk kez komünist bir iktidar bir ülkeyi idare etmeye başlar. Savaş 1918’de biter. Osmanlı İmparatorluğu yıkılır ve toprakları paylaşılır. Almanlar büyük güç kaybına uğrarlar ve tüm sömürgelerini kaybederler. İngiltere, Fransa, Amerika ve Japonya kendilerini savaştan kârlı çıkmış sayarlar. Dünyadaki toplumsal, askerî ve ekonomik dengelerin altüst olmasına yol açan bu savaşın yarattığı kin ve nefret hafızalardan silinmez. Yok olan genç nesillerin yerine yenileri yetişinceye ve savaş yaraları iyileşinceye kadar, karşı saldırılar 21 yıllığına askıya alınır.
174
Bu yıkımın geleceğini öngören bazı Osmanlı aydınları savaştan önce gerekli uyarıları yapmışlardı; fakat yüzyıllar boyu yapılagelmiş hatalar hemen düzeltilemezdi. Mehmet Akif Ersoy (1873-1936) inanç terbiyesi ile yoğrulmuş milli ruhu canlandırmak için büyük çaba göstermişti. Coşku içinde yazdığı şiirlerinde dile getirdiği teşhisler açık ve yalındı: Çalış dedikçe şeriat, çalışmadın durdun, Onun hesabına birçok hurafe uydurdun, Sonunda bir de tevekkül sokuşturup araya, Zavallı dini çevirdin onunla maskaraya. * Demek ki İslâm’ın ancak namı kalmış Müslümanlarda, Bu yüzdenmiş demek hüsran-ı milli son zamanlarda. * Doğrudan doğruya Kuran’dan alıp ilhamı, Asrın idrakine söyletmeliyiz İslâm’ı. Yazdığı mektupların birinde, İslâm’ın ana temasından uzaklaşmış olanlardan şöyle şikâyet eder: ‘Ömründe medrese, mektep görmemiş, üç beş uydurma Hadis ve sekiz on masaldan başka sermaye-i marifet edinmemiş ümmî vaızlar kürsülere çıkalıdanberi, Müslümanlar, dini umacı biçimde ve Hazreti Peygamber’i de -hâşâ- Yeniçeri Ağası tabiatında tahayyül etmeğe başladı. İslâm’ın o pâk, o nezih, o İlâhî siması bir çoğumuzun hayalinden silindi, gitti! Hiç, esasen imanı olmayanları Cehennem’le korkutmak, yahut o pek acayip bir kılığa soktukları Cennet’le avutmak mümkün olur mu?’ Bakara suresinin tefsirini yaparken bazı ayetlerden çıkardığı sonucu şöyle dile getirir: ‘Dini taklit, adetleri taklit, dünyası taklit, kıyameti taklit, selâmı taklit, kelâmı taklit, hulâsa her şeyi taklit olan bir milletin fertleri de ‘insan taklidi’ demektir ki, kabil değil, hakikî bir
175
sosyal topluluk vücuda getiremez, binaenaleyh yaşayamazlar. Onun için evvel be evvel taklitçilikten ve göreneklere tapmaktan kurtulmak lâzımdır.’ Batı’nın etkisini ve Müslümanların içine düştüğü acıklı durumu Hünersizler adlı şiiriyle dillendirir: Bir alay mekteb-i ali denilen yerler var; Sorunuz bunlara millet ne verir? Milyonlar. Şu ne? Mülkiye. Bu ne? Tıbbiye. Bu? Bahriyye. O ne? O mu? Baytar. Bu? Ziraat. Şu? Mühendishane. Çok güzel. Hiçbiri hakkında sözüm yok; yalnız, Ne yetiştirdi ki şunlar acaba? Anlatınız. * İşimiz düştü mü tersaneye, yahut denize, Mutlaka, adetimizdir, koşarız İngiliz’e. Bir yıkık köprü için Belçika’dan kalfa gelir; Hekimin hâzikı bilmem nereden celbedilir. Mesela bütçe hesabını yoktur çıkaran... Hadi Maliye’ye gelsin bakalım Mösyö Loran. Hani tezgâhlarımız nerde? Sanayi nerde? Ya Brüksel’de, ya Berlin’de, ya Mançester’de! * Kurtuluş çaresini milliyetçilikte arayan M. Ziya Gökalp (1875-1924): Gazali, Farabi, ibni Rüşd ve ibni Sina’yı dikkatlice incelemiş, Türk tarihinin geniş bir hikâyesini kafasına oturtmuş ve Batı’daki kültür birikiminden haberdar bir sosyolog olarak, mesaisini, İslâm ümmetçiliği ilkesini Türk milliyetçiliği ülküsüne dönüştürmeye ayırır. Avrupa’da altı farklı sınıf oluşturan insanları, Osmanlı’da üç kategoriye ayırır: - Halk, - Medrese aydınları, - Mektepli aydınlar. “Halk, Uzak Doğu kültürü ile yaşar, medreseli ise Ortadoğu kültürüyle... Mektepli sınıf da Batı kültüründen aldığı ilhamla
176
yaşar. Bu üç farklı terbiyenin pedagojik sentezi sağlanmadıkça hakikî bir millet olamayız. Din, toplumu sıkıca birbirine bağlar; fakat çoğunluk tarafından paylaşılmıyorsa kesinlikle bölücü, ayırıcı ve yıkıcı bir faktör olur. Türk gencinin esas terbiyesinin temeli doğru anlaşılmış bir İslâm olmak zorundadır. Yeni bir ideoloji oluşturmak isteyenler dinsel kültür değerlerini mutlaka göz önünde bulundurmak zorundadırlar. Çünkü dinî kültür ile milli kültür sürekli iç içe bir dayanışma arz ederler. Ortak kültür toplum dinamizminin motorudur. Bu kültür milli ve dinî bir şuur içinde korunmalıdır. Osmanlı aydınlarının bu şuura yabancı kalması başıbozukluğun baş nedenleri arasındadır. İnsanın olumlu vazifesi yalnız fenalık yapmamak değil, gördüğü her kötülüğü önlemeye ve engellemeye çalışmaktır. Bunları ellerimizle önleyemezsek dilimizle veya kalemimizle engellemeye çalışmalıyız. Bu da olmazsa kalbimizle protesto etmeliyiz. Böylece kötülükleri silip atabiliriz. Gerçekleri kalıcı kılmak için halka gitmek, halkla beraber yaşayarak kültürünü öğrenmek, konuştuğu dili konuşmak ve halk kültürünü medrese ve mektep kültürü ile bütünleştirmek gerekir. Halk kültürü ve felsefesi yüksektir; fakat bu üçü birleşmediği için Türkler dünya çapında çok az filozof yetiştirmişlerdir. Savaşçılık ve dervişçilik bunun bir başka nedenidir.’ Ziya Gökalp felsefesini şu cümleyle özetler: ‘Türk Milletindenim, İslam Ümmetindenim, Avrupa Medenîyetindenim.’
BİR OSMANLI SUBAYI Savaşın sonu (1918) Osmanlı’nın da son yıllarının başlangıcı olmuştu. Toprakları işgal edilen Osmanlılara sadece Orta ve Kuzey Anadolu’da yaşama hakkı tanınmıştı. Bu hakkı her zerresine kadar değerlendirme ve işgalcileri geri püskürtmek için gerekli toplumsal ruhu canlandırma hayali, bir Osmanlı
177
subayının ülküsüne dönüşmüştü: Mustafa Kemal (18811938). Yeni dünya düzenini ve Türk-İslâm tarihini derinlemesine araştırmış olan Mustafa Kemal, Kurtuluş Savaşı’ndan sonra bir imparatorluğun enkazı üzerine kurulacak yeni Türk devletinin ideallerini ve ilkelerini oluştururken, yüklendiği misyonun ağırlığını ve zorluğunu biliyordu. Ortaasya’da, Ortadoğu’da ve Anadolu’da oluşmuş bir kültürel mirasın bundan böyle Batı’da şekillenmiş ve güçlenmiş bir kültürle entegre olması gerektiğine inanmıştı. Bunu başarmak kolay değildi; çünkü, köklü sosyal, ekonomik, askerî, siyasî ve dinsel reformlar gerektiriyordu. Fakat hedef belliydi ve geriye bu uzun ve engebe dolu yolu geçmek kalmıştı. Toplumu oluşturan bireylerin bu ülküye inandırılmaları ve bu amaç uğruna çalışmaları için öncelikle eğitilmeleri gerekiyordu. Bir hesaba göre 1.300 yıl içinde 75 bin İslami mezhep ve tarikat oluşmuştu ve bunların Anadolu’daki yüzlerce uzantısı farklı yorum ve inançlarıyla toplum dokusunu delik-deşik etmişti. Tekkeler ve zâviyeler birer sivil toplum örgütü olarak insan merkezli bir İslam anlayışı yerine, çoğunlukla ruhsal içerikli temalar işleyen ve dünyadan elini-ayağını çekmiş birer kurum hâline gelmişlerdi. Merkezi otoritenin gücü tarikat ehli mürşitler ve şeyhler arasında paylaşılmıştı. Ama reformların gerçekleşmesi için merkezi otoritenin mutlaka kuvvetlendirilmesi gerekiyordu. O amaçla tekkelerin ve dergâhların kapatılması kaçınılmaz görünüyordu. Bunların tümünü gerçekleştirmek için insanüstü gayretler gerekiyordu. Bu gayretler sarf edildi ve gereken ilk adımlar zamanında atıldı. * Mustafa Kemal, 1927 yılında, çok uzun süren Millet Meclisi toplantılarında verdiği uzun Nutuk’ta son 10 yılın hesabını, belgeleriyle ortaya koyarak verir. Bin küsur kitap sayfası dolduran söylevinden -konumuzla ilgilisi olan- bazı ayrıntıları aşağıya alıp, hem kendisi hakkında yapılan yanlış yorumları
178
gidermiş ve hem de kendi ağzından çıkan sözlerle onun inancı hakkında bilgilenmiş olalım: ‘Türkiye Büyük Millet Meclisinin açılış gününü kararlaştırırken 23 Nisan, 1920 Cuma gününü seçtik. Açılıştan iki gün önce tüm ordu birliklerine, müstakil sancaklara, valiliklere ve belediye başkanlıklarına aşağıdaki bildiriyi gönderdim ve yurdun en ücra köşelerine çoğaltılarak parasız dağıtılmasını istedim. Bildiri şöyleydi: 1- Cenab-ı Hakk’ın lûtfuyla Nisanın 23 üncü Cuma günü, Cuma namazından sonra, Ankara’ da Büyük Millet Meclisi açılacaktır. 2- Vatanın istiklâlinin, yüce Hilâfet ve Saltanat makamının kurtarılması gibi en önemli ve hayati vazifeleri yapacak olan bu B.M. Meclisinin açılış gününü Cuma’ya rastlatmakla, Cuma gününün mübarek oluşundan istifade ve bütün muhterem Mebus Hazretleri ile Hacı Bayram Veli Câmi-i Şerifi’nde Cuma namazı kılınarak Kur’an’ın ve namazın nurlarından da feyiz alınacaktır. Namazdan sonra Sakal-ı Şerif ve Sancak-ı Şerif’i alıp meclisin toplanacağı yere gidilecektir. Oraya girmeden önce bir dua okunarak kurbanlar kesilecektir. Bu merasimde câmi-i şeriften itibaren toplantı binasına kadar, kolordu komutanlığınca askerî birliklerle özel merasim düzeni alınacaktır. 3- Açılış gününün kutsallığını belirtmek için bugünden itibaren vilayet merkezinde, Vali Beyefendi Hazretleri’nin düzenleyeceği şekilde hatim indirilmesine ve Buhari-i Şerif okunmasına başlanacak ve Hatim-i Şerif’in son kısımları -uğur getirmesi için- Cuma günü namazdan sonra toplantı binası önünde tamamlanacaktır. 4- Kutsal ve yaralı vatanımızın her köşesinde aynı şekilde bu günden itibaren Hatim-i Şerifler indirilmesine ve Buhari-i Şerif okunmasına başlanarak, Cuma günü ezandan önce minarelerde salâ verilecektir. Hutbe arasında Halifemiz Padişahımız Efendimiz Hazretleri’nin mübarek namları zikredilirken, Padişah Efendimiz’in yüce varlıklarının ve şanlı memleketleriyle bütün
179
kullarının bir ân önce selâmet ve saadete kavuşmaları duası ayrıca okunacak ve Cuma namazının kılınmasından sonra da hatim tamamlanarak Yüce Hilâfet ve Saltanat makamının ve bütün vatan topraklarının kurtuluşu için girişilen Milli Mücadele’nin büyüklüğü ve kutsallığı ve milletin her ferdinin kendi temsilcilerinden kurulmuş olan bu Büyük Millet Meclisinin göstereceği vatan vazifelerini yapmağa mecbur olduğu hakkında vaazlar verilecektir. Daha sonra Halife ve Padişahımızın, din ve devletimizin, vatan ve milletimizin kurtuluşu, selâmeti ve istiklâli için dua edilecektir. Bu dinî ve vatanî merasimin yapılmasından ve camilerden çıktıktan sonra, Osmanlı vilâyetlerinin her tarafından hükûmet binasına gelinerek Meclis’in açılmasından dolayı resmî tebriklerde bulunulacaktır. Her tarafta Cuma namazından önce uygun şekilde Mevlid-i Şerif okunacaktır. 5- Cenab-ı Hakk’tan başarılar niyaz olunur. * Açılıştan 2 ay sonra, Nurettin Paşa, Kazım Paşa, Fevzi Paşa, İsmet Paşa ve bendeniz bir toplantı yaptık ve bir andlaşmaya vardık. Biz dedik ki: Gayemiz, milli sınırlarımız içinde vatan bütünlüğümüzü ve milletin tam istiklâlini temin etmektir. Buna engel olmak üzere karşımıza çıkacak ne ve kim olursa olsun, mutlaka çarpışırız ve muvaffak oluruz. Karar ve kanaatimiz kesindir. Nurettin Paşa bir türlü buna kani ve razı olamıyordu. Yaz aylarında hilâfet tartışması yoğunlaşmıştı. 25 Eylül, 1920’de Meclis’te şu açıklamayı yaptım: Türk Milletinin, vatanının ve Yüce Meclisi’nin hayatını ve özgürlüğünü kurtarmaya çalışırken, Hilâfet ve Saltanatla, Halife ve Sultanla bu kadar uğraşılması mahzurludur. Şimdilik bunları konuşmamak yüksek menfaatlerimiz icabıdır. Hain veyahut makamının kudret ve salâhiyetini kullanmaktan men edilmiş olan bir zat, zaten padişah ve halife olamaz. O hâlde ‘Onu tahttan indirip yerine derhâl bir diğerini seçeriz’ demek istiyorsanız, buna da bugünün vaziyet ve şartları elverişli de-
180
ğildir. Çünkü bu zat düşmanların elindedir. Onun varlığını yok farz ederek diğer birine itaat etmek tasavvur olunuyorsa, bu ortaya iki halife çıkaracaktır. Millet ve Meclis asıl davasını unutup halifeler davası ile mi uğraşacaktır? Ali ile Muaviye devrini mi yaşayacağız? Hülasa, bu mesele geniş, nazik ve önemlidir. Çözümü bugünün işlerinden değildir. Şartlar onu lüzumlu kıldığı için 1 Kasım 1922’de Hilâfet ve Saltanat’ı ayırdık. 17 Kasım’da Vahdettin Efendi bir İngiliz savaş gemisiyle İstanbul’dan ayrıldı ve Malta’ya götürüldü. 18 Kasım’da Meclis, Müslümanların Halifesi olarak Abdülmecit Efendi’yi seçti. Kendisinden ‘Müslümanların Halifesi’ unvanını kullanması rica edilmişti. Fakat O, ‘Peygamberin Halifesi, Kutsal Mekke ve Medine’nin Kulu Abdülmecit bin Abdülaziz Han’ imzasını kullanmakta ısrar etti. Daha sonra Şükrü Efendi Hoca ve bazı politikacılar, ‘Halife Meclisin, Meclis Halifenin’ tarzında art niyetli ifadelerle Meclis’i, Halife’nin danışma kurulu gibi göstermeye çalıştılar. Onlara göre Halife, dünyanın her tarafındaki İslâmların ve İslâm memleketlerinin işlerinde söz ve yetki sahibi olacaktı. Bu hayalin hiçbir zaman gerçekleşmediği Hoca Şükrü imzalı broşürlerde de belirtilmiş ve Emeviler İspanya’da, Alevîler Kuzey Afrika’da, Fatimiler Mısır’da, Abbasiler Bağdat’ta birer halifelik kurmuşlar ve hatta Endülüs’te her bin kişilik bir topluluğun bir halifesi ve minberi olduğu yazılmıştı. Bu tarihî gerçeği göz ardı ederek, hemen hepsi yabancı devletlerin idaresi altında bulunan veya bağımsız olan İslâm devletlerine Halife adıyla bir hükümdar tayin etmek akıl ve hakikat ile bağdaşabilir mi? Üstelik bu halife milletin malı olan Büyük Millet Meclisinin üstüne geçecek ve başkan olacak. Ayrıca bakalım bu ülkeler böyle bir hükümdarı kabullenecekler mi? Efendiler, Kendimizi Cihanın hâkimi zannetmek gafleti artık devam etmemelidir. Cumhuriyet idaresini kurma hazırlığı aşamasında
181
13 Ekim, 1923’te Meclis, Ankara’yı başşehir ilân etti. Hazırladığımız kanun teklifi 29 Ekim 1923’te, Meclis’te ‘Yaşasın Cumhuriyet’ sesleri arasında kabul gördü ve 15 dakika sonra saat 20.45’te ben Cumhurbaşkanı seçildim. Bu durumdan, halifelik hayali kuranlar rahatsız olmuştu. Zorluklarla dolu bir geçiş döneminden sonra, 24 Şubat 1924 günkü toplantıda Şeyh Saffet Efendi ve 50 arkadaşının vermiş olduğu kanun teklifi Meclis’te kabul edildi ve Hilâfet makamı kaldırıldı. İslâm dininin yüzyıllardan beri yapılageldiği gibi bir siyaset vasıtası olarak kullanılmaktan kurtarılması ve yüceltilmesinin şart olduğu hakikatini tespit ettiğim günden beri bunun sağlanmasına çalışmaktayım. Şeriat denince kanun, şeriat hükümleri denince kanun hükümleri akla gelmelidir. Ama şeriat büsbütün başka bir şey olarak anlaşılmıştır. Efendiler, Tekke ve zâviyelerle, türbelerin kapatılmasını ve bütün târikatlarla şeyhlik, dervişlik, müritlik, çelebilik, türbedarlık, falcılık, büyücülük, nüshacılık v.b. gibi birtakım unvanların kaldırılmasını ve yasaklanmasını Takrir-i Sükun Kanunu’na dayanarak yaptık. Talih ve hayatlarını bunlara emniyet eden insanlardan meydana gelmiş bir kitleye medenî bir millet gözüyle bakılabilir mi? Milletimizin hakikî mahiyetini yanlış mânâda gösterebilen ve yüzyıllarca göstermiş olan bu gibi unsur ve müesseseler, Yeni Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nde devam ettirilmeli miydi? Buna önem vermemek, ilerleme ve yenileşme adına en büyük ve telâfisiz hata olmaz mıydı? İşte biz bu tarihî hatayı yeniden işlememek için, milletimizin alnını olduğu gibi açık ve ak göstermek için, milletimizin mutaassıp ve Ortaçağa has zihniyette olmadığını ispat etmek için bu kanundan faydalandık.
182
Bugün ulaştığımız netice, yüzyıllardan beri çekilen milli felâketlerin yarattığı uyanıklığın sonucu ve aziz vatanın her köşesini sulayan kanların bedelidir. Bu neticeyi Türk gençliğine emanet ediyorum.’ * Kendisine 1934 yılında Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından Atatürk soyadı verilen Gazi Mustafa Kemal’in ölümünden sonra, Türkiye’de yeni birtakım akımlar gelişir. Bunların önde gidenlerinden biri Süleymancılık’tır. Amelde Hanefî, itikatta Mâtürid’i ve meşrepte Nakşî olan Süleyman Hilmi Tunahan’ın (1888-1959) özellikle 1950’den sonra çoğalan Kuran kurslarında ve özel toplantılarda verdiği vaazlar çok sayıda taraftar toplar. Vefatından sonra, Süleymancıların başına damadı Kemal Kaçar geçer. Süleymancılar din eğitiminin şeriat düzeni ile idare edilmeyen bir devlet tarafından yapılmasının sakıncalı olduğunu, bu eğitimin özel kuruluşlarca ve özel Kuran kursları tarafından yürütülmesi gerektiğini savunurlar. Yurt dışında ve parlamenterler arasında da yaygınlaşmış olan Süleymancılığın tarikat olup olmadığı hakkında tartışmalar hâlâ sürmektedir. * 2. Meşrutiyet’ten sonra, materyalizmi ele alarak karşıt felsefeler oluşturan Said-i Nursi (1873-1960), çağındaki gelişmelere kayıtsız kalmaz ve sergilediği araştırmacı kişiliği, genç yaşta tahsil ettiği ilimler ve gördüğü ruhsal içerikli rüyaların etkileyici tefsirlerinden sonra çevresinde büyük saygınlık kazanır. ‘Şeriat: Yüzde doksan ahlâk, ibadet, ahiret ve fazilete aittir. Yüzde biri siyasete mütealliktir’ diyen Nursi, politika ile ilgilenmez ve fikrini merak edenlere şöyle der: ‘Şeytandan ve siyasetten Allah’a sığınırım.’ Nursi, Birinci Dünya Savaşı sırasında, doğuda Ruslara karşı girişilen mücadelede büyük yararlıklar gösterir; fakat esir alınarak Sibirya’ya sürgün edilir. 2,5 yıl esaretten sonra kaçmayı
183
başarıp İstanbul’a gelir (1918). Davet üzerine Ankara’ya gider. Namaz kılınması konusunda fazla ısrarlı olunca idarecilerle arası açılır. 1925 ile 1950 yılları arasında çeşitli bölgelerde pasif bir direnişçi olarak sürgün hayatı yaşar. Yazdığı eserler Risale-i Nur Külliyatı olarak tanınır. Kuran ayetlerinin tefsiri niteliğindeki eserlerinde Kuran’ı anlaşılması zor bir Osmanlıca ile izah eder. ‘Kâinat Kitabı’ lakabını verdiği evrene, doğabilimcilerin izlediği bir bakış açısı ile yaklaşır; akıl ve kalp gözünün Kuran’ın ışığında kullanılması gerektiğini anlatır. Mevcut Kuran tefsirlerinin Musevîlik, Hıristiyanlık ve Yunan Felsefesi’nden kaynaklanan etkiler taşıdığını ve tercümanların kendi kişisel abartıları yüzünden yanlış ve yetersiz olduklarını söyleyen Nursi, Risale-i Nur’un İslam’ın gerçek yüzünü tanıttığını savunur. * Dünya Savaşı’nda hayatını yitiren milyonlarca askerîn yanında masum sivil halklar da telef olmuştu. O yılları dehşet içinde geçirmiş olan Musevîler arasında ün yapmış biri vardı: Franz Rosenzweig (1886-1929). Bu düşünürün görüşleri Yahudilere büyük manevî destek kazandırıyordu: ‘Din: Sadece ahlâkî değerleri yerleştirmekten ibaret değildir, aynı zamanla Tanrı’yla ‘tanışma’ kurumudur. Hegel’in zannettiği gibi, insan bilinci bir dünya bilincinin parçası değildir. Her bireyin kendine özgü bir bilinci ve ruhu vardır. İnsan kendi içine döndüğü zaman bu bireyselliği yakalar. Tanrı ile konuşmak mümkün müdür? Her şeyin temeli olan Tanrı’yı kendimiz gibi bir varlık olarak algıladığımız müddetçe, evet... Fakat işin aslı farklıdır. Önce, O’nu tam olarak tasvir edecek kelime ve kavramların insan beyninde ve kültüründe oluşmadığını kabul etmemiz gerekir; çünkü kavramlar bulduğumuz şeylerin beyne yerleştirilmesi sırasında oluşur. Oysa daha Tanrı’yı dış dünyada bulmuş değiliz ki bu kavramlar da beyne yerleşmiş olsun. Öyleyse, bilinçle Tanrı arasında bir
184
boşluk ya da bir uçurum vardır. Dinsel öğretiler sayesinde bu uçuruma bir köprü kurulur. Dinsel öğretilere uyarsak bu köprüye çıkabilir miyiz? Eğer sessizce ve sabırla köprü başında beklemeyi öğrenirsek, köprüye O çıkacaktır. Bu bekleyiş beyinde değil, içsel dünyanın derinliklerinde yapılmalıdır. Zaten bütün dinsel doktrinler insanın iç dünyasında olup bitenlerin yansımasıdır. Bu zihinsel yansımaların Tanrı’nın ‘hakikî kimliği’ ile ilgisi yoktur. Kâinatın yaratılışı üzerine oluşturulmuş senaryolar da böyledir. Bunlar insanın kendi limitli anlayışının eseridir. Ama bütün bu yanlış anlamalar ve arayışlar bile Temel’e olan özlemin ve yakınlaşmanın bir belirtisidir. Demek ki bu arayış, yaratılışımızın bir parçasıdır.’ * ‘İnsanoğlu taparken tükürür’ diyerek akla ve izafî moral değerlere güvenmediğini söyleyen Henri Bergson (18591941), sezgicilik (entüisyonizm) denen bir akım geliştirmişti: ‘Felsefe bize evrimleşerek değişen Hayat’ın bilgisini kazandırabilir; fakat esas öğrenme sezgi sayesinde gerçekleşir. Sezgi bir zihinsel çekimdir; bir duyum ya da duygu değildir. Bir algı/idrak da değildir. Çünkü idrak dışsal bir oluşumdur; sezgi ise içseldir ve düşüncelerin birbirine zincirlenişi sonunda elde edilemez, tek ve ânî bir oluşumla kazanılır. Evrim yaratıcı bir karakter taşır ve doğal nedenlerle açıklanamaz; çünkü değiştirdiği şey eşyanın niteliğidir. Bir şeyin niteliğinin değişmesi de bir yaratma hâdisesidir. Öyleyse, bir yaratıcı vardır ve yaşam bilgisini bilincimize sezgi yolu ile aktarmaktadır. Bireylerin ahlâkı bile sezgi yoluyla yüceltilmektedir. Ruhun işleyişi ile beynin işleyişi arasında benzerlik yoktur. Beyin, ruhu taklit eden bir tiyatrocu gibidir: Ruhsal bilgileri bedene aktarır ve eyleme dönüşmesini sağlar. Beden öldükten sonra ruh yaşamaya devam eder. Bunun aksini savunanlar tezlerini ispat etmek zorundadırlar.’
185
İKİNCİ DÜNYA SAVAŞI VE SONRASI Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra cephelere sürülecek yeni genç kuşaklar yetişince, savaşsız dönem hemen sona erer. Hafızalarda saklanmış olan onca kin, nefret ve intikam duyguları ve ekonomik çıkar çatışmaları insanoğlunun tekrar büyük bir katliama girişmesine sebep olur: İkinci Dünya Savaşı (19391945). Bu kez sahnede farklı isimler vardır: Benito Mussolini (1883-1945), Adolf Hitler (1889-1945), Yosif Stalin (18791953), Winston Churchill (1874-1965), Franklin D .Roosevelt (1882-1945), Charles De Gaulle (1890-1970), Yosip Broz Tito (1892-1980) ve Hirohito (1901-1989). Savaş 6 yıl sürer ve Amerikalıların Japonya’ya iki atom bombası atması ile sona erer. 40 milyondan fazla insan yaşamını yitirir. Savaş meydanlarında yaşanan vahşete ilâveten, Almanya’da -Hitler’in Nazi anlayışı yüzünden- milyonlarca sivil Yahudi gaz odalarında zehirlenerek ve fırınlarda yakılarak katledilir. Canını kurtarabilen Yahudiler tüm dünyaya dağılırlar. Ana yurtları olarak kabul ettikleri Filistin’e göç edenler -daha katliamın etkisinden kurtulmadan- birtakım felsefeler geliştirmeye başlarlar. Filistin’e 2-3 kuşak önce gelmiş olanlar yeni gelenlerden önce bazı yeni fikirler oluşturmuşlardı. Dünyada gelişmekte olan milliyetçilik duygusu onları da etkilemişti. Eli kolu bağlı vaziyette oturup bir kurtarıcı ya da Mesih’i beklemek boşunaydı... Kurtuluş iç dünyayı dolduran ruhun gücü ile mümkün olabilirdi. Cennet kutsal sayılan Filistin topraklarının kendisiydi! Bunlardan biri olan Theodor Herzi (1860-1904) İngilizlerin uzun vadeli siyasetlerinden destek almış ve Osmanlı’dan bu toprakları koparmak çabası içine girerek, politik liderliğe soyunmuştu. Aroon Ben Gordon (....-1922) da o zamana dek ihmal edilmiş ve işlenmemiş topraklarda tarımı başlatmış ve tarlalarda
186
söylediği coşkulu ilâhilerle, bu toprakların Yahudiler için kutsal bir değeri olduğunu lânse etmeye başlamıştı. Tarla ve bostanlarda yıllarını geçirmiş olan Gordon şunları yazmıştı: ‘Bu kutsal topraklara canımız gibi bakmalıyız. Bunun için çok terlemek gerekecektir. Fakat sonunda bu tarlalar bizim kurtuluş mabetlerimiz olacaktır. Ellerim ve kollarım nasıl ki bu topraklardaki ağır işlere alıştıysa, gözlerim toprağı daha derinden görmeye, kulaklarım sesini dinlemeye ve kalbim altındaki ruhu hissetmeye alıştı. Toprağın ruhu ile kendi ruhum birleşti. Bu birleşik ruh kutsal toprakların tümünü kucaklamaktadır. Burada çalışmak en güzel ibadettir.’ Bu düşünceler Siyonizm fikrinin doğum işaretleriydi. David Ben Gurion (1886-1973) ideal bir toplumdan oluşmuş İsrail devletinin kurulacağına inanmış bir sosyalist olarak, Siyonizm’in şiddetli savunuculuğunu yapmış ve ibadethanelere dönüşen o tarlalara bir de şirin isim koymuştu: Kibbut... Kibbutlar kısa zaman içinde kutsallaştırıldı ve her avuç toprak bir parça Nur’a dönüştü. Bu ‘nur parçaları’ artık Musevîler’in tapulu malları olmalıydı. Bunun için gereken her şey yapıldı ve 14 Mayıs 1948’de, Gurion liderliğinde İsrail Devleti kuruldu. Yahudiler bir vatana kavuşma özlemlerini binlerce yıl sonra giderirken, İngiliz sömürüsü altında inleyen Hintliler de aynı bağımsızlık özlemini gidermek istiyorlardı. Ve savaştan sonra Mohandas Karumçand Mahatma Gandi (1869-1948) önderliğinde bağımsız bir devlet kurdular (1947). Çin’de de Mao tze-Tung (1893-1976) geniş bir halk hareketi oluşturdu ve Japonları geri püskürtüp, Çin Halk Cumhuriyeti’ni kurdu (1949). Öyle anlaşılıyor ki: Atatürk’ün liderliğinde kazanılmış Türk Bağımsızlık Savaşı, Batı’nın yenilmezlik imajını kırmış ve sömürülen uluslara cesaret vermişti. Batılı ülkeler, 2. Dünya Savaşı’ndan sonra sömürgelerini teker teker kaybedeceklerini
187
anlamışlardı. Savaş bitiminde, barış rüzgârları estirerek, 24 Ekim 1945’te Birleşmiş Milletler Teşkilatı’nı oluşturdular. * Bu yüzyılda yetişen ünlü bilim adamlarından bazıları yeni felsefî düşünceler de üretirler. Bunlardan biri olan William A. N. Whitehead (1861-1947) Tanrı’nın dünya ile olan sürekli birlikteliğini ön plâna çıkarır ve şöyle der: ‘Tanrı’nın dünyada eziyet çeken insanlarla birlikte eziyet çektiğine inanıyorum. Her şeyden haberdar olması; ancak böyle izah edilebilir. Tanrı bizimle yaşadıkça ve acılarımızı paylaştıkça tüm acıları sevgiye dönüştürmektedir. Bu, O’nun duyarlı olma sıfatının gereğidir. Bu hassasiyeti yok sayanların zihinlerinde Tanrı fikrinin anlamsızlaşması kaçınılmaz bir sonuçtur.’
TANRI ZAR ATMAZ Çağın dehası olarak adlandırılan Albert Einstein (18791955) ilâhiyat konusunda kendisine yöneltilen soruları özetle şöyle yanıtlar: ‘Yarattıklarını ödüllendiren ve cezalandıran bir Tanrı’yı tasavvur edemiyorum. Ben sadece O’nun ne düşündüğünü merak ediyor ve bilimsel yollarla bunu bulmaya çalışıyorum. Bilimsel araştırmalar, olup biten her şeyin Doğa Kanunları çerçevesinde meydana geldiği gerçeğinden hareketle yapılır. O nedenle araştırmacı bir bilim adamı doğadaki fenomenlerin/olayların dua ile ya da doğaüstü bir varlıktan istenecek dileklerle değiştirilemeyeceğine inanır. Tüm dinler, güzel sanatlar ve bilim aynı ağacın dalları gibi aynı ilham kaynağından gelen oluşumlardır. Bu üç dal insanı yüceltir ve sadece fiziksel bir varlık olmaktan kurtarıp, mutlak özgürlüğe kavuşturur. Dinsiz bilim topaldır, bilimsiz din ise kördür. Herkese bireysel bir ruh verildiğine inanıyorum. Vücutsuz bir ruh benim zihnimde içi boş ve anlamsız bir varlığı çağrıştı-
188
rıyor. Bireyin ulvî amacı, başkalarına ve doğaya hükmetmek değil, onlara yardımcı olmak olmalıdır. Akıl, ruh ve bilinç en önemli yeteneklerimizdir. Bunları tanrılaştırmamaya dikkat etmeliyiz.’ * Einstein’ın karmaşık teorilerinden fazla etkilenmemiş görünen Albert Camus (1913-1960) evrendeki karmaşa ve uyumsuzluk üzerinde durur: ‘Evren bir keşmekeş ve kaos içindedir ve insanla vardır. İnsan ölünce dünya da biter. Evren uyumsuz ve absürd (saçma) bir oluşumdur. İnanılan her şey bir teoridir ve sağlam bir temelden yoksundur. Çünkü zaten evren böyledir ve ne olduğu tam bilinemez. Yapılacak tek şey anlamsız da olsa yaşamaktır. Ama yaşamak demek, bu evrensel uyuşmazlığı yaşatmak demektir. Mutlu olmak isteyenler dünyadan hiçbir şey beklemeden dünyayı ve insanları sevmelidirler. Ölmek zorunda olmamız fizikötesi bir rezalettir.’ * Mourice M. Ponty (1908-1961) daha açık konuşur: ‘Gelişmenin temelinde merak etme ve araştırma vardır. Mutlak bir mükemmelliğin sembolü hâline gelmiş olan Tanrı fikri bu merakı azaltmaktadır. Çünkü cüzi iradeli aciz kullar olma düşüncesi, insana, yapacak fazla bir şey bırakmamaktadır.’ * Martin Buber (1878-1965) de şu görüşleri dile getirir: ‘Tanrı kelimesi çok ‘kirletilmiş’ ve hakikî anlamından uzaklaştırılmıştır. Yerine yeni bir kelime icat etmek de mümkün değildir; çünkü insanoğlunun tarihsel inanç birikimlerinin tümü bu sözcüğe sıkıştırılmıştır. Bu sözcüğü kullanmayı reddeden anakronik aydınlara saygı duyuyorum; zira bu sözcük adına sayısız zorbalıklar ve inanılması güç kötülükler yapılmıştır. Bana göre, insanlar Tanrı’yı ruhsal tecrübelerle daha iyi anlamaktadırlar. Ama her tecrübe farklıdır ve tecrübenin anlamı
189
yaşayan kişiye aittir. İbadet bu tecrübelerin sık sık ve sessizlik içinde yenilenmesine vesile olur. Her ibadet seansında O’nu hissedebilen kişi diğer insanlarınkine benzemeyen kendi Tanrı tecrübesini yaşar, kendi anlayışını oluşturur.’
ONTOLOJİK TANRI Buber’in isimdaşı Martin Heidegger (1899-1976) ruhçu ve tekbenci bir varoluşçuluk akımı geliştirmeye çalışır: ‘Tanrı: Hıristiyanların anladığı anlamda bir tanrı değildir ve düşünce kategorileri içinde mütalaa edilemez. İlâhiyatçılar, metafizik nedir, varlıklar neden vardır, yokluk olsaydı olmaz mıydı, gibi soruları hep Tanrı’ya dayandırdıkları düşüncelerden çıkan sonuçlara göre yanıtlarlar. Bu nedenle Tanrı’yı bir başka varlık gibi algılamışlardır. hâlbuki sorulara ‘O her şeydir’ düşüncesi ile yaklaşsalardı; bu sonuçlara ulaşmaz ve Mutlak Bütünlük kavramını daha iyi anlamış olurlardı. Düşünmek demek: Bu bütünlüğü bekledikten ve dinledikten sonra bütünlüğe yaklaşmak veya ondan uzaklaşmak demektir. Bu bütünlüğü bir varlık olarak görmek mümkün değildir. Tanıdığımız ve öğrendiğimiz her şey -Mutlak Bütünlük’ten bir parça olarak- kendi varlığımızın bir parçası hâline gelir. Düşünce bazında bakıldığı zaman, O, yokluk ve hiçlik gibi bir şey olarak görünür. Dünya, içinde insan oldukça vardır. İçinde insan yoksa, dünya da yok demektir. İnsan, insanlığını kendisi yapar, değerlerini kendisi oluşturur ve yolunu kendisi seçer. İnsana yol gösteren varlık yine insandır. O nedenle insan özgür ve aynı zamanda sorumlu olmak mecburiyetindedir.’ Heidegger’in tekbenci varoluşçuluk teorisi, sonunda kendisini ‘kendimden başka hiçbir şey yoktur’ düşüncesine kadar götürmüştür. *
190
Aynı yıllarda, Bertrand Russell (1872-1970) bilgi teorilerine öncelik tanıyan mantıkçı bir felsefe geliştirmiştir: ‘Bir evren vatandaşı olarak astronomik çağlar içinde yaşayabildiğimiz kısacık süreyi ve kaplayabildiğimiz pek küçük yeri gereği gibi öğrenebilseydik, kendimizi birçok mutsuzluklardan korumuş olurduk. Uygulanan eğitim-öğretim metotlarının kusurlarından biri de, evreni tarafsız bir gözle incelemek için gerekli duygu ve düşünce gelişimine çok az yer vermesidir. Evrensel insan olma bilgisine erişseydik, kendimizi böylesine boşa harcamak yerine, insanlığı medenîyete götürenlerin büyük ordusunun bir eri olmayı tercih ederdik. Yüksek öğretim kurumunu gönlümce düzenlemeye yetkim olsaydı, insanoğlunun tarihini çok iyi bilen, geleceğin geçmişten çok daha uzun olabileceğini kavrayabilen, üstünde yaşadığımız gezegenin evrende sadece bir nokta ve bu nokta içindeki ömrümüzün kısa ve geçici bir olay olduğunu anlayabilen ve her şeyi din olarak kabul etmeyen bir gençlik yetiştirmeye çalışırdım.’ * Düşünürler, gelişen bilim sayesinde evreni ve insanı daha iyi tanıdıkça daha evrensel düşünceler üretirler. Daniel Day Williams (1910-....), ‘süreç ilâhiyatı’ denen bir akımın başlamasına önayak olur ve Tanrı’yı bir arkadaş, bir yoldaş, bir sırdaş ve eşsiz bir dost olarak görür. Hislerini şu iki cümlede özetler: ‘Tanrı göklerin arkasına gizlenmiş bir varlık değil, bizim hissettiklerimizi aynen hisseden bir varlıktır. Bizim O’nunla olan bu yoğun içselliğimizden dolayıdır ki insanlar -sürekli olarak- ilhamlar ve seziler içeren deneyimler yaşarlar.’ * Heidegger’in teorisinden yola çıkan; ama tanrısız bir varoluşçuluk fikrini savunan Jean-Paul Sartre (1905-1980) ise şu sonuçlara ulaşır: ‘Tarihsel gelişme ile insanın gelişimi arasında bir uygunluk vardır. Bir insanı veya bir olayı somut biçimde anlayabilmek
191
için o insanın içinde yaşadığı toplum kültürünü veya o olayın cereyan ettiği çağın koşullarını iyi anlamış olmak gerekir. İnsan bilincinde Tanrı şekline bürünmüş bir boşluk vardır ve insanlar bu boşluğu sürekli bir şeylerle doldurmuşlardır. Tanrı diye bir varlık varsa bile onu reddetmek gerekir; çünkü Tanrı fikri, insan özgürlüğünü olumsuz yönde etkilemektedir. Dinsel öğretiler tarihten beri kâmil insan olabilmenin şartı olarak insanların kendi zihinlerinde oluşturdukları bir tanrı anlayışını dikte edegelmişlerdir. Oysa doğru olan, kendi var oluşumuzu özgürlüğün bir reenkarnasyonu (tekrar doğumu) olarak görmektir. Yaşam yapı olarak anlamsızdır ama anlamsız kalmaması için insanın kendi bilinciyle kendi kendini yaratması ve anlamlı bir yaşam oluşturması gerekir.’
KUVANTUMSAL TANRI Tanrı’yı atomötesi parçacık fiziğinde bulan Fritjof Capra, 1975 yılında yayımlanan Fiziğin Taosu adlı kitabında bilimsel bir dille şunları yazar: ‘Atom Fiziği geliştikçe ve partiküllerin davranışları daha iyi anlaşıldıkça, Kuvantum Mekaniği üzerine kafa yoranlar atomların davranışlarındaki bazı belirsizlikler, kararsızlıklar ve paradokslar ile karşı karşıya kaldılar. Partiküllerin onları izleyen deneycilerin niyetlerine göre biçim değiştirmeleri ve hem parçacık hem de dalga hâline dönüşebilmeleri; görenle görünen arasındaki izafî ilişkiyi âdeta ispatlıyordu. Yani göz neyi görmek istiyorsa; enerji, o gerçeğe bürünüyordu. Enerji -gözlemcinin niyetine göre- hem parçacık hem de dalga hâline gelebiliyordu. Atom çekirdeğinin etrafında dönen elektronların hızını ölçmeye kalktığımızda yerini kaybediyor, yerini bulmaya kalktığımızda hızını ölçemiyorduk. Bu belirsizlik ilkesi sosyologların ve psikologların bile günlük konuşmalarında sık sık duyulur olmuştu. Mikroevrendeki gerçekleri kesinkes bulabilme imkânı
192
ortadan kalkmış, iş, tahminlere ve ihtimal hesaplarına kalmıştı. Dahası, elektronlar çekirdeğin etrafında dönerlerken enerji kaybedince veya kazanınca orbital (yörünge) değiştiriyorlardı; fakat bunu yapmadan önce -âdeta antenleri varmış gibi- hangi konumun en uygun olduğunu ölçüp biçtikten sonra karar vererek (virtual transition) oraya atlıyorlardı (real transition). O nedenle, elektronların da bir bilinci olduğu ya da ortak bir bilinçle ilişki içinde oldukları akla geliyordu. Maddenin en küçük parçasına indikçe cevherinin tam olarak ne olduğunu bulabilme ümitleri yıkılıyordu. Maddenin temel taşları (parçacıklar) tek başlarına var olmadıklarını ve tüm evrenle kurulan ortak bir ilişkiye göre değişen bir yapı kazandıklarını gösteriyorlardı. Atom araştırmalarından çıkan sonuçlar ve bunlara dayanan felsefeler binlerce yıl önce Budizm’in ve Taoizm’in söyledikleri ile aynı paraleldeydi. Bilinçle madde arasında sıkı bir ilişki vardı. Zaten insan bilincinin de kuvantumsal bir olgu olduğu ve daha üst bir düzeye sıçrayabileceği tezi yaygın bir inançtı. Bu demekti ki: Ruhsal boyuttaki münasebetler sayesinde ulaşılan gerçekler zamanötesidir ve evrenin gerçekleri ile örtüşmektedir.’ Capra’nın sözünü ettiği kuvantumsal felsefe özetle şöyle demektedir: ‘Evren, kuvantumsal yapıdan oluşan ve hologram görüntü özellikleri sergileyen bir ortak birliktelik ve tümellik göstermektedir. Atomu oluşturan parçacıklar da aynı hologramsal özelliğe sahiptir ve bir mıknatısın manyetik alanı içinde bulunmak gibi birbirleri ile sürekli ilişki içindedirler. Bu ilişkiler -sanki parçacıkların bir bilinci varmış gibi- ortak bir güç tarafından organize edilmektedir. Bu parçacıkların sabit bir mekânı olduklarından söz edilemez. O hâlde, onlar için uzaydaki her yer aynıdır, mekânları yoktur.’ Bu teoriye dayanılarak çıkarılan sonuçlar şunlardı:
193
‘Bu ortak bilinci organize eden güç Tanrı’dır ve O da mekândan münezzehtir. Bu, her şeyin bir bilinç sahibi olduğunu gösterir. Her şey canlıdır ve her varlık, içinde bulunduğu farklı boyutun bilincine uyar. Canlı ve cansız gibi kavramlar izafidir ve sadece insan beyninin ürünüdür. Akıl ve ruh farklı boyutların gerçekleridirler. Bu ikili direkt bir ilişki içinde değildir; fakat ortak evrensel bilinç içinde bulundukları ve tümel hologramın birer parçası oldukları için dolaylı bir ilişki içindedirler. 1 + 1 = 2 etmez. 1 + 1 = 2 ve bir başka şey daha eder. Yani, iki eli birbirine hızla çırpınca, ortaya bir elin tek başına yapamayacağı şey olan ses çıkar. Örneğin; bir orkestradaki 64 parça enstrümanın çaldığı notalar -bu notaların yanı sıra- ortaya fazladan bir armoni çıkarır. Bir âşık ve bir maşuk varsa, ortada fazladan bir aşk var demektir. Bu aşk seven ve sevilen olmadan ortaya çıkmaz. Demek ki iki kere iki, dörtten fazla eder. Bu fazlalık ortak kuvantumsal alanın etkisi sayesinde oluşur. Bu alan, maddeyi oluşturan parçacıkların ürettiği alan ise, bir bilinç sahibi olmamalıdır. Bir ortak bilincin kesinlikle var olduğu anlaşılmaktadır. Bu bilinci, bir Bilinç Sahibi’nin üretmiş olması ise yadsınamayacak bir olgudur.’ Bu felsefeye Tanrı’nın karıştırılmasına karşı çıkan ünlü İngiliz Fizikçi Stephen Hawking, evrenin yaratılmış olamayacağını, yok edilemeyeceğini ve sonsuza dek yaşayacağını düşünür ve bir yaratıcıya gerek olmadığını söyler. * Bir başka modern düşünür A. J. Ayer’den (1910-1991) Tanrı ile uğraşanlara ilginç göndermeler gelir: ‘Tanrı var mı, yok mu diye sormuyorum: Tanrı’ya inanmak akla yatkın bir şey mi veya Tanrı fikrinin bir anlamı var mı diye sormak gerekir. Çünkü Tanrı, varlığı veya yokluğu rasyonel olarak ispat edilemeyen bir kavramdır. Dolayısıyla bu kavramın doğruluğu veya yanlışlığı da test edilemediği için ispat edilemez.
194
Mars’ta hayat vardır dersek bu o kadar anlamsız bir tez olmaz. Çünkü teknolojik olanaklarımızla oraya gidebilir ve kesin bir sonuca ulaşabiliriz. Tanrı’ya inanan biri de ‘inanıyorum’ derken anlamsız bir tez ileri sürmemektedir; zira öldükten sonra gider, görür ve gerçeği anlayabilir. Benim anlamadığım nokta ateistlerin sordukları muğlak sorulardan çıkan sonuçlardır. Diyorlar ki Tanrı; bizim anlayabileceğimiz tarzda mevcut değildir veya insanın anladığı Tanrı iyi bir varlık değildir. Bu boşlukta duran anlamsız ifadeler öylesine zekice hazırlanmıştır ki doğruluğunu veya yanlışlığını mantıksal yollarla izah edemezsiniz. Esasen bu tür ifadeler anlamsızlığın ta kendisidir. Ateistlerin olduğu kadar dindarların savları da şüphe ve kargaşa içermektedir. Kesin olan şudur ki: Tanrı fikrinde şüphe edilecek veya inkâr edilecek bir durum yoktur.’ * Kendi toplumlarının inançlarını ve değer yargılarını sorgulayan ve tezler, antitezler ve sentezler oluşturarak yeni düşünceler meydana çıkaran Batılı düşünürlerden etkilenen Müslüman din bilginleri de aynı yolu denemek isterler. ‘Sizinle aynı fikirde değilim’ demeyi saygısızlık olarak addeden bir kültürün zamanla kendi üstüne abanarak taşlaşacağını fark eden bazı reformistler yeni yollar aramaya başlarlar. Bazıları çareyi politik İslâm anlayışını ön plâna çıkarmakta bulurlar. Mısırlı Seyyid Kutub (1906-1966), bunlardan biridir. Etkin bir politik yaşamın içindeyken 1954 yılında arkadaşları ile giriştiği bir darbe girişiminden sonra tutuklanır. 10 yıl cezaevinde kalır ve 1966’da idam edilir. Yazdığı Kuran tefsiri olan Fizilâlil-Kur’an (Kuran’ın gölgesinde), Müslümanları aktif politik yaşama davet eden reaksiyoner bir atmosfere sahiptir. İmam Ebul Alâ el-Mevdudi (1903-1979) Pakistan’da Cemaat-i İslâm akımının kurucusudur. Hindistan’la Pakistan’ın ayrılışı sırasında kabarmış milliyetçilik anlayışına karşı çıkmış ve ayrılışı bir başka ulusun mandası altına girmek olarak değerlendirmiştir. İslâm şeriatını mevcut politik duyarlılık para-
195
lelinde yorumlar. İdama mahkûm edilmiş; fakat bu cezadan kolay kurtularak toplam 5 yıl hapis yatmıştır. İran’da Ayetullah Humeyni (1909-1989) devri başlamadan önce Tahran’da orta sınıf gençlere verdiği konferanslarda ve yazdığı kitaplarda şahâdet ve tevhid sözcüklerine politik anlamlar yükleyen Ali Şeriati (1933-1977), Şah rejimine karşı şiddetli bir muhalefet oluşturur. ‘Hac’ adlı kitabında, bu farzı yerine getirmek için okuyucuları kutsal topraklarda dolaştırır, yapılan her hareketin ve gezilen her yerin sembolik anlamlarını açıklayarak Kâbe’ye ulaştırır ve şöyle der: ‘Kâbe içi boş ve dekorsuz, basit bir küp şeklindedir. Neden? Çünkü bu küp, Allah’ın kâinattaki sırrının simgesidir ve O’nun şekilsiz, renksiz ve hiçbir zihinsel tasavvura benzemediğinin bir sembolüdür. Kâbe varılacak son yer değildir, sadece bir işaret, bir kilometre taşıdır; ki kimseler yolunu şaşırıp başka yola sapmasın.’ Cehalete ve ‘bilmiyorum’ demesini öğrenmemiş Müslümanlara ateş püsküren Şeriati’nin değindiği konular geniş bir yelpaze oluşturur: ‘İnsanın kökeni Âdem’dir. Âdem, iki çelişik boyutu olan bir yaratıktır; çünkü İlâhî İlim’le tanışmışken, O yüce iradeye karşı bir yasağı çiğneyerek, kişisel bir seçim yapmaya kalkışmıştır. Allah’ın Kuran’daki bu itirafı, insanın özgür ve bağımsız iradesinin bir kanıtıdır. Bu iradenin serbest kullanımı bir gerçektir; fakat yine İlâhî İrade’nin bir tecellisi ve isteği çerçevesinde vardır. Bu konu hep yanlış yorumlanmış ve her sınıf kendi çıkarlarına uygun düşecek tarzda tarifler yapmıştır. Toplumlarda oluşmuş egemen dinler Allah’ın istediği din yapısından çok uzaktırlar. Bu dinler, uygulanan zulmün ilâhileştirilmesinden başka bir şey değildir. İlahlar, ırkçılığı, soyluluğu ve imtiyazcılığı yasallaştırma aracı yapılmışlardır. İnsan yüce bir yaratıktır. Meleklerin bile secde ettiği ve Allah’ın halifesi sayılan bir varlık olarak, gerçekleri Allah’ın is-
196
teğiyle öğrenir ve bu sayede yeri, göğü ve denizleri kendi ilmine boyun eğdirir. İnsan -bilgi, özgür irade, yetenek ve ideallerle donanmış olduğu için- doğaya egemendir. Fakat ekonomik bir hayvan derecesine indirgenmiş modern insanı kurtaracak tek yol Tevhid’e sarılmaktır. Tevhid: Evrende hiçbir zerrenin hareketinin sonuçsuz, abes ve tesadüfi olmadığını anlatan; şirke dayalı dünya görüşlerini reddeden; insanın kör, dağınık ve amaçsız bir makine olmadığını ispat eden ve güzel ruh dalgaları karşısında sevgiyi duyumsatarak güçlendiren yüce bir idealdir.’ * Toparlarsak... Buraya kadar, düşünceleri tarihe mal olmuş insanların Tanrı’yı ve dini nasıl algıladıklarını saptamaya çalıştık. Kendi devirlerinin dilmaçlığını yapan bu kişilerin yazdıkları ve söyledikleri daha iyi anlaşılsın diye göklere yükselip uzayda neler olup bittiğini baktık. Küçük Kâinat’a inerek atomların ve canlı hücrelerin çalışma sistemlerine bir göz attık. Ve inanç yelpazesini oluşturan farklı din ve mezheplere inanan insanların Tanrı anlayışlarını sıralamaya çalıştık. Şimdi, günümüz insanlarının Tanrı’yı nasıl algıladıklarına bakalım ve hemen belirtelim ki: Yaşamakta olan yüzlerce düşünür, bilim adamı, bilim kadını ve mistik şahsiyetin görüşlerine yer verme olanağımız olmadığından, bunlardan sadece birkaçı ile yetinmek zorunda kalacağız.
197
ÇAĞIMIZDAKİ TANRI YORUMLARI 400 yıl önce başlayan branşlaşma sürecinde, kendi işkolunda son söz sahibi olan eksperlerin Tanrı’yı unutmaları ve ateizme yönelmelerinden sonra göz ardı edilen sadece Tanrı olmadı: Tabiat Ana da unutulmuştu. Devasa gemiler, şık tekneler, vagonlar ve faytonlar inşa etmek; yaşanılan mekânları daha lüks mobilyalarla süslemek; değerli kâğıtlar ve mukavva yapmak amacıyla ormanlar tahrip edildi. Daha lüks iç dekorasyonlara ve daha alımlı kürklere sahip olmak için ve sadece spor olsun diye milyonlarca hayvan katledildi. Kimya bilimi ilerledikçe, doğanın yapmadığı bileşikleri kimyagerler yaptı ve doğa düşmanı bazı kimyasallar suları, tarlaları ve atmosferi zehirleyip, ekolojik dengeyi bozmaya başladılar. Katı fosiller ve petrol yakıldıkça ve zararlı gazlar atmosfere bırakıldıkça karbondioksit oranı yükseldi, iklimler değişti ve tüm canlıları uzaydan gelen zararlı radyasyonlara karşı koruyan ozon tabakası incelip delindi. Bu doğal felâketlere sebep olan faktörlerden başta geleni yine branşlaşma idi. Branşlaşan bilim dalları ve sanayi kolları kendi alanlarına kapandıkça ve doğayı sadece kendi pencerelerinden gördükçe, manzaranın tamamını gözden kaçırmışlardı. Nehirlere, göllere ve denizlere akıtılan zehirli artıkların ileride nasıl bir doğa katliamına yol açacağını kimse görememişti. Görenler de kapital hırsı yüzünden bu kıyıma kayıtsız kalmışlardı. Bu korkunç felâketin boyutları herkesi etkileyecek düzeye ulaşınca, çevreciler ve yeşil barışçılar bu gidişe dur demek için aktif etkinliklerde bulunmaya başladılar. Hâlen devam eden -ve etmesi gereken- bu çalışmalar ‘ekofelsefe’ veya ‘ekosofya’
198
denen felsefî akımların ortaya çıkışına neden oldu. Bu akımlar gittikçe kurumsallaştı, güçlendi ve dünyanın her köşesinde milyonlarca insanın bir ‘yeşil bilinç’e sahip olmasını sağladı. Fakat ekofelsefeciler geçmiş yüzyıllarda tanrılaştırılmış olan Doğa Kanunlarını bir adım daha ileri götürerek, doğanın kendisini tanrılaştırma yoluna girdiler. Bu felsefenin yeni bir ‘din’ doğurduğuna şahit oluyoruz. Bunun temsilcileri bir ‘mezhep’ oluşturmuş ve adını Bilimsel Panteizm koymuşlar bile... Bilimsel Panteistlerin kitabında şunlar yazılı: ‘Evren ilâhî bir varlıktır. Dünya kutsaldır. Bizler yıldız tozlarından oluşan dünyadaki doğanın doğurduğu doğa çocuklarıyız. Doğadan geldik, doğaya döneceğiz. Bizim ilk ve son durağımız burası. Cennet de burası... Bu cennetten ayrılmak, cehenneme gitmek demektir. Kutsal doğayı tahrip ettikçe, içinde yaşayan diğer canlıları cehenneme gönderiyoruz. Doğa bizim evimiz, anamız, babamız, güvencemiz, geçmişimiz ve geleceğimizdir. İnsanlar kutsal mabetlerini nasıl koruyorlarsa, doğayı da öyle korumak zorundadırlar. Anlaşılmayan bir Tanrı’ya tapanlar, aslında kâinatın kendisine taptıklarının farkında değildirler. O, her yerde hazır ve nazırsa, doğada da mevcuttur. Öyleyse, doğa tapınılması gereken bir kutsallığa sahiptir. Panteizm’de ölüm ve cehennem korkusu yoktur. Nasıl ki topraktan yapıldık, öylece toprak olacağız. Ve yine topraktan yepyeni bir canlı olarak fışkıracağız. Ölüm bir ceza değildir. Dinler de, tüm bilim dalları da evrende olup bitenlerden haber veriyorlar. Hepsi, aynı anlayışa farklı yollardan giderek ulaşıyorlar. Dini terk edip sadece bilim yoluyla Tanrı’ya ulaşalım diyenler de yanılmaktadırlar. Dinsiz bilim, bilimsiz din olmaz. Bunlar farklı ve karşıt şeyler değil, birbirlerini tamamlayan sistemlerdir. Bilim somut gerçeklerle uğraşırken, din soyut etiklerle uğraşmaktadır. Birisi ‘nasıl?’ sorusunun yanıtını ararken, diğeri ‘neden?’ sorusuna cevap vermektedir. Bilimsel
199
Panteizm: Bu iki soruyu birlikte sormuş ve yanıtlarını bulmuş olan bir inanç sistemidir.’ * Gelişen uzay teknolojisi sayesinde uzaya gönderilen uydulardan ve Güneş Sistemi’nde gezen araçlardan gönderilen bilgiler ve fotoğraflar hayal gücü yüksek insanlarda yeni fikirler doğurmuş. Basın ve yayın organlarının -ilgi çektiği için- sık sık gündeme getirdikleri UFO (kimliği bilinmeyen uçan nesneler) haberleri ve 30 bin kadar insanın gördüğünü söylediği uçan dairelerle ilgili yayınlar bu yeni fikirlere eklenince, bazı insanların zihninde ilginç şimşekler çakmış: Özellikle İsviçreli araştırmacı Erich Von Daniken’ın (1935-....) 1969 yılında yazdığı Tanrıların Arabaları isimli kitapta öne sürdüğü iddialardan sonra, uzaydaki diğer gezegenlerde bizimkinden başka 40-50 milyon kadar farklı uygarlığın daha bulunduğu tezi geniş taraftar toplamış. Daniken’ın tarihten önceki devirlerde dünyada uzaylı bir uygarlığın yaşamış olduğunu öne sürmesi ve Maya uygarlığının uzaylılarla tanışıklığından söz etmesi üzerine, konuyu ciddî biçimde incelemek için, 1973 yılında, Amerika’da ‘Antik Astronotlar Cemiyeti’ adında bir araştırma kurumu oluşturulmuş. Bu cemiyetin NASA yetkilileri ve saygınlık kazanmış astrofizikçilerle yaptıkları görüşmelerden sonra yayımladıkları bilgilere dayanılarak çok çeşitli tezler üretilmiş. Yine Amerika’da, uzayı dinlemek için kurulmuş olan merkezlerden uzaylıların dünyada yaşam olduğunu anlamaları için Samanyolu’ndaki diğer gezegenlere sinyaller gönderilmeye başlanmış. Herhangi bir yanıt alınıp alınmadığı gizli tutuldukça ve bilim adamlarına sorulan sorulara kaçamak yanıtlar verildikçe, bu sessizlik ve gizlilik uzaylılarla temas kurulduğu şeklinde yorumlanmaya başlamış. (UFO’ların varlığı hakkında yeterince görgü şahidi, fotoğraf, televizyon görüntüsü ve ifşaat bulunduğu hâlde, nedense, yetkililer ve siyasetçiler sürekli suskun kalmayı tercih etmektedirler!)
200
* İnsan psikolojisi gereği, sırlar merak, yasaklar arzu doğurduğu için, uzaydaki diğer uygarlıklarla ilgili spekülasyonların sayısı milyonları bulunca, bazı insanlar ‘uzaylılar dini’ denen yeni bir akım geliştirmişler. Bu akım günümüzde yüzlerce tarikata bölünmüş olarak dünyanın her yerinde taraftar toplamaktadır. Kendilerini ‘Alfacılar’ olarak adlandıran bir tarikat, şunları iddia etmektedir: ‘Evrenin bir köşesindeki bir gezegende (Alfa), bizden çok daha akıllı ve çok üstün teknolojiye sahip birtakım yaratıklar yaşamaktadır. Bunların bilimsel ve kişisel yetenekleri biz dünyalılardan o kadar üstündür ki; lâboratuarlarında buldukları yeni teknolojileri test etmek için diğer gezegenleri kullanmaktadırlar. Bu gezegenlerden biri de dünyadır. Dünya Alfalılar’a ait olan bir gezegendir. Dünyaya ‘dünyamız’ demekle kendi kendimizi kandırmaktayız. Ruh denilen şeyi ve canlı hücrelerdeki DNA’ları keşfedenler Alfalılardır. DNA’ları istedikleri gibi programlayarak dünyaya bıraktıktan sonra, bunlardan oluşan canlıların nasıl bir evrim geçireceklerini izlemeye başlamışlardır. Ruh’un evrimi de Alfalılar’ın program parametrelerine göre cereyan etmektedir. 70-80 yıllık bir ömür içinde yeterince olgunlaşmayan ruhlar, yeni doğacak bebeklere ana rahmindeyken tekrar enjekte edilmektedir. Reenkarnasyon denilen şey bu tekrarlanan doğuş sürecidir. Tamamen olgunlaşan ruhlar Alfa’ya geri çekilmekte ve oradaki yaşamda görevlendirilmektedirler. Alfalılar dünyaya sık sık müdahale etmekte ve elçiler göndermektedirler. Daha önce kendi otantik bedenleri ile geldikleri için yakalananlar olmuştu. Bu nedenle artık normal insan kılığında gelmekte ve bizleri zaman zaman uykuda veya uyanıkken eğitmektedirler.’ Görüldüğü gibi Tanrı’ya alternatif olarak Alfalılar’ı seçmiş olan bu tarikat da hızla yayılmaktadır.
201
* Bu tür benzeri felsefelere sahip tarikatların İsviçre, Kanada ve A.B.D.’de giriştikleri toplu intiharlar, inançlarının ne denli kuvvetli olduğuna birer kanıttır. 1997 yılında dünyadan da görülen Hale Bopp kuyruklu yıldızının geçişi sırasında Kaliforniya’da yaşanan intihar olayları tüyler ürperticidir. 27 Mart, 1997’de Marshall Applewhite liderliğindeki ‘Cennet Kapısı’ tarikatının 39 müridi toplu hâlde intihar etmiş hâlde bulundu. Bunlar bedenlerinden kurtulup ruhsal âlemde yaşama zamanının geldiğine ve Hale Bopp’un kuyruğuna gizlenmiş bir uçan dairenin onları almak için dünyaya gelmekte olduğuna inandırılmışlardı. Bu olaydan iki gün sonra Hollywood’daki bir villada ‘Dördüncü Dünya’ adında bir başka tarikatın 14 üyesi ölü bulundu. Bunların da bilgisayarlarında ve odalarında bol miktarda uçan daire ve gezegen resimleri ele geçirildi. Peki bu insanlara, ‘Alfalıları kim yarattı acaba?’ diye soran olmadı mı? Mutlaka olmuştur... Fakat ölümü seçecek kadar ikna edilmiş olmalarına yol açan gerçekler -diğer UFO olayları gibi- gizli tutulmaktadır! * Onca tarikat mensubunun intihar nedenleri ne olursa olsun, ortada apaçık bir sebep vardır: Gerek aileler ve gerekse ülkelerdeki dinî eğitimden sorumlu diyanet kurumları, büyük bir hızla çoğalan uzay çağı felsefelerine yanıt vermekte aciz kalmışlardır. Din adamları ve kitapları yeni neslin anlamadığı eski terminolojileri kullandıkça; verdikleri örneklerde günümüz gerçeklerine değinmekten uzak kaldıkça; deve, buzağı, çarmıh, çadır, hurma, şerbet, azap vs. gibi, gençlere itici ve gerici gelen kavramları kullanıp çağın gerçeklerine ters düşen eski masalları din dersi diye anlattıkça; bu tür yollara sapanlar elbette çoğalacaktır. Çünkü artık bilimsel ve teknolojik terimlerle doldurulmuş genç zihinler düşünce üretirken dijital ve sanal bir dünyanın verilerinden faydalanmakta, hayallerini ya
202
Hollywood senaristlerinin eserleri veya bilgisayar oyunlarının kahramanları süslemektedir. Tanrı bilgisayar ve uzay aracı yaratmayı bilmiyor mu ki hiçbir din kitabında dijital terminoloji hâlâ kullanılmıyor? Camilerde, kiliselerde, sinagoglarda, Budist tapınaklarda ve kutsal sayılan yerlerde elektronik çağdan ve uzaydan bahsetmek neden hâlâ dine saygısızlık olarak algılanıyor? Artık, yurttaşlarının dinî eğitimini üstlenmiş kişi ve kurumlar, bu ‘tehlikeli’ boşluğu doldurmak ve zamanötesi sıfatına sahip Tanrı’yı geçmişin karanlıklarına ‘hapseden’ birtakım öykülere sığdırmaktan uzak durmak gibi önemli bir misyonu yüklenmek zorundadırlar. Küreselleşen dünyada yaşanan gelişmeler isteseler de, istemeseler de artık tüm ulusların yüz yüze kaldıkları somut gerçeklere dönüşmüştür. Bilgisayarlar ve İnternet, Sibirya’daki bir köy evini Harran’daki bir kerpiç kulübeye bağlamıştır. Evrensel kültür yerel kültürlerle iç içe geçmiştir. Bunun sonucu olarak, ne düşüneceğini şaşıran insanların sayısı artmıştır. Bunların düşüncelerini çağcıl bir yaklaşımla kanalize edebilecek, çağın gerçeklerinden haberdar ve açık fikirli din adamlarına ihtiyaç vardır. Aşağıdaki yaşanmış olay herkese önemli mesajlar verecek niteliktedir: 40 yaşındaki dindar bir babanın 14 yaşındaki kızı kafasına takılan şu soruyu sorar: ‘Baba, nasıl oluyor da Türkiye’de ve Japonya’da aynı anda ölen kişilerin ruhunu Azrail aynı anda alabiliyor?’ Baba -klâsik dinî bilgilerine dayanarak- bir yanıt verir. Çocuk o yanıtla tatmin olmaz ve babasını hayrete düşüren bir açıklama yapar: ‘Bence, Azrail’in önünde çok gelişmiş bir bilgisayar var ve her insanın doğum ve ölüm saatleri bu bilgisayardaki programda kayıtlı. Zamanı gelince program devreye giriyor ve uzaktan kumandayla aynı anda binlerce kişinin ruhu geri alınıyor!’
203
Anlaşılan, Ahiret’i tasvir edenlerin artık Cennet’teki köşklere süper bilgisayarları ve o köşklerin arka bahçelerine herkesin kullanabileceği uzay araçlarını yerleştirmeleri zamanı çoktan gelmiş! Bellekleri bu tür imajlarla doldurularak büyüyen ‘televizyon ve çizgi film çocukları’nı ileride bu araçlar da tatmin etmeyecek ve ışınlama yoluyla gerçekleşecek uzay yolculukları isteyeceklerdir. Dinsel öğretiler bu gerçeklere dayanan çağüstü temellere oturtulamazsa, içtihat kapısı hâlâ kapalı demektir. Gelecek nesiller kaçınılmaz olarak bu sorgulama kapısını açtıktan sonra -bir kılavuz olmadığı için- kendi kişisel tanrılarını ve büyük bir olasılıkla saçma sapan kurmacalarını yaratarak, belki de çok büyük inanç buhranlarının ve zihinsel açmazların içine düşeceklerdir. * Üçüncü binyıla girerken, Tanrı kavramına farklı bir anlayışla yakalaşan bir başka akım da Enerjiciler’dir. Büyük Patlama’dan önceki durumu yok sayan bu akım, enerji ile Tanrı’yı aynı kavramlar olarak görmektedir. ‘Her şey tanrıdır, tanrı her şeydir’ panteizmiyle yola çıkmış olan Enerjicilerin mantık zinciri şöyledir: ‘Madde donmuş enerjidir, o hâlde her şey enerjidir. Enerji yoktan var edilemez ve varsa yok edilemez, sadece şekil değiştirir, prensibi gereği enerjiden başka bir varlık olma olasılığı yoktur. Öyleyse, Tanrı enerjidir.’ Big Bang’den önceki alevtopunu kim yarattı? sorusuna, ‘bir başlangıç noktası almak zorundayız’ diye yanıt veren Enerjiciler Tanrı’yı inkâr etmemekte; ama O’na farklı bir ‘kimlik’ kazandırma uğraşı içinde bulunmaktadırlar. ‘Tanrı düşündüğünüz, hayal ettiğiniz ve resimlediğiniz hiçbir kavramın kendisi olamaz’ açıklaması ile de tatmin olmayan bu teorisyenler: ‘Bu tür açıklamalar Tanrı’yı başka bir varlıkmış gibi gösterme ve O’nu yine göklerin arkalarına göndererek ulaşılmaz ve anlaşılmaz bir kavram hâline sokma çabalarıdır’ demektedirler.
204
* Müslümanlar ve Yahudiler sağlam temellere oturmuş inanç sistemlerinin emniyeti içinde, günümüzde üretilmiş bir dizi yeni yorumlara sadece yüz ekşiterek bakarken, gelişmiş Hıristiyan ülkelerde büyük inanç çalkantıları yaşanmaktadır. Özellikle Avrupa’daki kiliseler boşaldıkça kapatılıyor ve diskotek, süpermarket, otel ya da huzurevi olarak kullanılıyor. Hıristiyanlığa alternatif olarak bir yandan Budizm, Müslümanlık ve mistik eğilimler yaygınlaşırken, öte yandan ateizm güçleniyor. Yıkılan kutsal değerlerin yerini para, lüks yaşam ve teknolojik gelişmeler dolduramadığı için gittikçe artan suç oranlarını kontrol altına almak isteyen hükümetler -herkesin başına bir polis dikemediklerinden dolayı- ‘back to basics’ adını verdikleri geriye dönüş politikaları oluşturmaya çalışıyorlar. Okullarda dinî eğitimi yaygınlaştırmak için müfredatlarına Hıristiyanlığın yanı sıra Müslümanlık, Musevîlik ve Budizm’i öğreten dersler ekliyorlar. Vicdan, acıma, yardım ve adalet hisleri gelişmeyen gençlerin azgın gençlik enerjilerini yıkıcı yönde kullanmalarını önlemek amacıyla, onları ya bilgisayarların başına hapsetmek, ya enerjilerini diskolarda sarf ettirmek ya da futbol stadyumlarında bağırıp, çağırıp, küfrederek deşarj olmalarını sağlamak için bu sektörlere maddî-manevî destek veriyorlar. Batı’da sevgi, hoşgörü ve barışa rağbetin arttığını görenler kendi inançlarının bu yönlerini ön plâna çıkaran çalışmalara yönelmektedirler. Kitap piyasasına her gün bu görüşleri işleyen binlerce kitap çıkmakta ve özellikle barış dini olarak kendini kabul ettirmiş olan Budizm’in temsilcileri olan guru ve maharajlar ümit, heyecan ve coşku uyandıran iç açısı mesajlar vermektedirler. Dışa kapalı kabuğundan yavaş yavaş çıkan ve küreselleşme sürecine girmiş olan Çin’in 1 milyar 400 milyon nüfusu ile dünya sahnesinde yer alacağı günler çok uzak görünmüyor. Zen Budizmi’ne ve diğer Budist mezheplere inananların sayı-
205
sının Müslümanların veya Hıristiyanların sayılarını çok aşacağı günler yaklaştıkça, Budistler gayretlerini daha da arttırmaktadırlar. Bu çabalar meyvelerini vermekte ve Budist rahipler gittikleri yerlerde büyük saygınlık kazanmaktadırlar. Bunlardan en ünlüsü, Tibet’in Tantrik Budizmi’nin ruhanî temsilcisi Dalai Lama’dır (1935-....).
SRİ ÇİNMOY’UN EVRENSEL GÖRÜŞLERİ Hindistan’da doğan mistik Sri Çinmoy (1931-....), 1964 yılından beri, çalışmalarını Batı’da yürütürken yüze yakın kitap yazmış. Bu kitaplardan alıntılar yapılarak hazırlanan Tanrı Tanrıdır isimli eserde, bakınız kendisine sorulan sorulara ne denli rahat yanıtlar verebiliyor: - Tanrı kimdir? - Tanrı sevgidir, güzelliktir, nurdur, mutlak gerçekliktir, barıştır. Şekli vardır ve şekilsizdir. Siz O’nu nasıl algılarsanız, O odur. Bu şey veya o şey değildir, O her şeydir. Ama siz O’nu bir şey olarak anlarsanız, O, o şeye bürünmüş demektir. Tanrı şudur, budur dediğinizde bir ağacın bir yaprağından söz ettiğinizi anlamalısınız. Ama ağacın tümünü görebilirseniz, Tanrı’yı daha iyi anlamış olursunuz. - Tanrı enerji olabilir mi? - Tek başına Tanrı sözcüğünü kullandığımızda O’nu erişilmeyecek yüksekliklere çıkarıyor ve yüce bir dağ gibi statikleştiriyoruz. Böylece O’nu yüceliğin en üst mertebesine çıkmış ve orada durmuş bir varlık olarak hayal ediyoruz. Bunun yerine, Ulu Tanrı (Supreme) tamlamasını kullanırsak sürekli büyüyen, genişleyen ve yücelikleri devamlı aşan bir kavram çağrıştırmış oluruz. Enerji de böyledir. Ulu Tanrı’ya enerji derseniz, O enerji olur. Bu durum gören ve görünen arasındaki izafî/rölatif bir ilişkidir.
206
- Akıl ve felsefe ile Tanrı ispat edilebilir mi? - Felsefe aklın uğraşıdır. Ruhsallık ise kalbin işi... Tanrı’yı sadece aklın ürettiği felsefeyle görmeye kalkarsanız, bunu asla başaramazsınız. Ama O’nu kalp gözü ile anlayabilirsiniz. Bunun en açık kanıtı bir şuura sahip olmanızdır. Ulu Tanrı’nın farkına varmanız, bu şuur sayesinde gerçekleşmektedir. Şuur ve farkındalık aklın işi değildir. Bir aklımız olduğunun farkına bile şuur sayesinde varırız. - Sadece kâinata bakarak Tanrı’yı anlayabilir miyiz? - Tanrı’yı bir okyanusa benzetirsek belki soruya yanıt bulabiliriz. Trilyonlarca damladan oluşmuş okyanustan bir damla aldığınızda, okyanus hakkında biraz fikir sahibi olabilirsiniz. Daha çok damlanın içeriğine baktığınızda fikriniz genişler; fakat hâlâ kaçırdığınız çok şey vardır. İnsanoğlunun yaşı ve iradesi okyanusun tüm damlalarını incelemeye ve görmeye yeterli değildir. Sadece dünyada gördüğünüz milyonlarca bitki ve hayvan türü sizi hayretten hayrete düşürüyorsa, dimağınız O’nun eşsiz zenginliğini ve yüceliğini anlamaya nasıl yeterli olabilir? İnsan iradesi ve hayal gücü buna müsait değildir. Fakat O’nu kısmen anlayabildiğiniz zaman dahi büyük ilerleme kaydetmiş olursunuz. - Tanrı’yı görebilir veya hissedebilir miyiz? - Ulu Tanrı’yı akıl gözü ile görmeye kalkanlar önce çevrelerine baksınlar. Gördükleri her şey O’nun total Tek’liğinin bir parçasıdır. Tanrı’yı kalp gözü ile görmek isteyenler önce kalplerindeki tüm kötü duyguları boşaltmak ve O’na temiz bir mekân ayırmak zorundadırlar. Bunu başardıkları zaman O’nu hissedeceklerdir. İç aynalarına bakarak O’nu görmek isteyenler aynanın parlaklığı ve netliği kadar yansıma görürler. - Tanrı’yla konuşabilir miyiz?
207
- Ulu Tanrı bizleri her ân dinlemeye hazır bekliyor. Bilincimiz O’nunla iletişim kurma aracıdır. Fakat bizler hep kendi düşüncelerimizi ve kendi sözlerimizi dinlemekten başka bir uğraş içinde değiliz. Tanrı’yla konuşmak isteyenler, O’nun kendileri ile konuşmasına imkân hazırlamalıdırlar. İbadet ederken susmayı ve düşünmemeyi öğrenenler bunu başarabilirler. Tanrı ile aramızda her zaman, her yerde ve her hâl içinde sürekli açık olan -kırmızı telefon hattı gibi- bir iletişim kanalı vardır. Bu iletişim bazı insanlara tek yönlü gelebilir. Çünkü O’nun sesi insan sesi formunda değildir. O ses beynin kulağı ile değil, ruhun kulağı ile duyulur. Bazen cevap da hemen gelmeyebilir. Çünkü O sabırlıdır ve en uygun zamanda yanıt verir. Ama sabırsız insanlar acele bir cevap gelmediği zaman ya hayal kırıklığına ya da şüpheye düşerler. Zamanötesi Tanrı’nın bizim zaman anlayışımıza uyma mecburiyeti yoktur. - Ruh nedir? - Herkesin bir ruhu vardır ve her ruhun kendine özgü bir doğası, bir tabiatı vardır. Ruhu bulmak isteyen kişi önce sadece maddeden, akıldan ve kalpten oluşmadığını öğrenmek zorundadır. Geriye bu iş için Ulu Tanrı’nın yardımına ihtiyacı olduğuna inanması kalır. Bu yardım geldiğinde bilinç düzeyi yüceltilir ve ruhla tanışıklık sağlanabilir. Bu uzun ve zahmetli bir yoldur. Buna katlananlar meyvelerini toplamışlardır. - Reenkarnasyon nedir, ölüm nedir? - Ölümü ikiye ayırmalısınız: Vücudun ‘ölümü’ ve ruhun bedenden ayrılışı. Vücut maddedir. Doğadan gelir ve işi bitince toprağa geri döner. Buna öldü demek doğru değildir. O sadece şekil değiştirir. Ruh ise ölümsüzdür. O, kendini taşıyamayacak bir bedenden zamanı gelince ayrılır ve bir başka göreve gider. Bu, reenkarnasyondur. - Tanrı evreni neden yarattı?
208
- Tek’lik yalnızlık demektir. Gören, işiten, yaratan ve ilim sahibi olan Tanrı, yaratıcı gücünü görmek, işitmek ve kendini kanıtlamak için milyarlarca şeklin içinde var olarak, Evreni yarattı. Bazı insanlar neden hep O’nun apayrı bir bütün olarak, apayrı bir yerde kalmak istemiş olduğunu düşünürler, bilemiyorum. Ulu Tanrı madem her yerde hazır ve nazırdır; öyleyse O’nu karıncanın kalbinde de görebiliriz, kendi kalbimizde de... Tanrı sonsuzdur; fakat her sonlunun içinde de mevcuttur. Sonsuzluk ve sonluluk iki karşıt kavram gibi görünebilir; ama aslında ikisi de Tek’liğin birer özelliğidir. Sonsuzluğun içinde sonluluk kendi bildiğini yaparken, sonluluğun içinde sonsuzluk kendi şarkısını söyler. - Tanrı yaratmaya devam ediyor mu? - Sıfatı yaratıcı olan yaratma işinden vazgeçer mi? Tanrı sürekli olarak yeni şeyler yaratmaktadır. Yaratırken de başıboş, bozuk ve kuralsız bir yöntem kullanmaz. Kendisi mükemmel olanın yarattığı şeyler de mükemmeldir. Bu nedenle koyduğu kurallar da mükemmeldir. Evrim kuralı bunlardan biridir. Her şey değişir, yenilenir ve bir şeyden çok şey, çok şeyden de bir şey meydana gelebilir. Bütün bunlar bir nizam ve intizam içinde olur. Her şey Tanrı ile beraber doğar. Bu yüzden her şey kutsaldır. - Tanrı neden çift cinsiyet yarattı? - Tanrı yüce gücünü yaratıkları arasında paylaşmaktadır. Bu paylaşma sırasında, farklı güçlerin çatışmaması için birbirini sevmesi gerekir. Sevgi için, birbirine ihtiyacı olan iki ayrı cinsin bulunması lâzımdır. Sevgi olmadan doğa kendi kendini üretemez ve devam edemez. Sevgi olmadan yaratıkların Tanrı’yı sevmesi de mümkün olamaz. Erkek-dişi sistemini neden yarattı? sorusu yanlış bir sorudur. Çünkü her durumda, Tanrı’nın yaratırken bir sistem kullanması gerekiyordu. Cinsiyetsiz yaratsaydı, bu kez aklınıza neden cinsiyetsiz yarattı? sorusu gelirdi ve o da yanlış olurdu.
209
Bize düşen sevgiyi hissetmek, yaşatmak ve gereğini yapmaktır. Sevgi kâinattaki eşsiz müziğin bir notasıdır. Bu notadan milyarlarca beste yapılabilir. Bu besteleri dinlemek O’nu daha iyi anlamamıza yardımcı olur. - Tanrı madem içimizde; öyleyse niyetlerimizi ve ihtiyaçlarımızı da biliyor. O hâlde ibadet ve dua etmeye gerek var mı? - Dua ettiğimiz zaman, biz Tanrı ile konuşuruz. Sessiz ibadet ettiğimiz zaman, Tanrı bizimle konuşur. Bu karşılıklı diyalog, aklın hâkimiyetinden kurtulmadan ve günlük hayatın stresinden uzaklaşmadan sağlanamaz. O nedenle dua da, ibadet de gereklidir. İbadet ederken Tanrı’dan bir şey istenmez, O’nun vereceği şey sessizce beklenir. Dua etmek, bir bebeğin süt için ağlayışı gibidir. Anne, sütünü verince büyük bir haz duyar. Dua da Tanrı’yı hazlandırır. Tanrı’nın ibadetimize ihtiyacı yoktur. Bu bizim için gerekli bir ihtiyaçtır. Bunu yapmayanlar mükâfatından mahrum kalırlar. - Tanrı’ya inanmadıkları hâlde insanlığa faydalı olan, insanları seven ve mutluluğu bulmuş kişiler var. Hâl böyle olunca, ateizmi nasıl açıklayabilirsiniz? - O, her şey olduğuna göre, yanıt basit... Demek ki O, inançsızlık içinde bile sevgiye, yardıma ve mutluluğa dönüşebiliyor. O’nu sabit ve değişmez bir kavram olarak düşündükçe, bu yanılgılarınız devam eder. Ateist kişi, bulutlu bir gecede yıldızları göremediği için yok sayan birine benzer. Bulutlar dağılınca gerçeği görenler olacaktır. Burnu koku almayan birini, koku diye bir şeyin var olduğuna inandıramazsınız. Her meyve, sebze ve mineralin bir tadı olduğunu, tat alma organı olmayan birine öğretemezsiniz. O’nu hissetme duyusunu geliştirmemiş birine de Tanrı’yı anlatamazsınız; ta ki, kişi o hassasiyeti geliştirinceye kadar... - Hayatın amacı nedir?
210
- Hayatın amacı: İçsel kutsallığı aşikâr kılmak ve Tanrı’nın seçilmiş birer enstrümanı olarak bilinçli bir araç olup İlâhî Gerçek’i açığa vurmaktır. Bunun için önce bu gerçeği görmek ve hissetmek gerekir. Bu Ulu farkındalığa ulaştıktan sonra ifşaat kolaydır ve yaşamın amacı kendiliğinden ortaya çıkar. Hayat evrimdir. Evrim sayesinde bu içsel gerçek yavaş yavaş belirginleşir. Bu belirginlik yerinde sayan varlıklarda elbette yavaş olur. Hayatın amacı O’nun yarattıklarını sevmektir. Bu aynı zamanda O’nu sevmek demektir. Bu işin bir bedeli yoktur; fakat mükâfatı çoktur. Ruhumuz bu gerçekle her ân iç içedir. - İnsanın sevgisiyle Tanrı’nın sevgisi arasındaki fark nedir? - İnsan sevgisi dardır. Bir veya birkaç kişiye karşı duyulan sınırlı bir sevgidir. Bu dar sevgi -akıl ve duyguların etkisi altında olduğu için- sürekli sevilenin seveni istemediği veya birgün ortadan kaybolacağı endişesini taşır. İnsan sevgisi çoğu kez hayal kırıklığı ile sonuçlanır ve yıkıcı olur. Tanrı sevgisi ise, sonsuzdur, sınırsızdır, kesintiye uğramaz, her zaman ve her yerde mevcuttur ve bir beklenti içinde değildir. Güneş gibidir, parlar ve herkese ulaşır. Fakat kapısını ve penceresini kapayanlara ‘Güneş’ ne yapsın?... İnsan sevgisini Tanrı sevgisine dönüştürenlerin sevgisi ölümsüz ve sonsuz olur. O zaman herkesi ve her şeyi karşılıksız severler. Tanrı sevgisi ile donananlar bilinç kapasitelerini genişletirler ve evrensel ortak bilince köprü kurarlar. Yaşamları daha da anlam kazanır, verici olurlar. Böylece diğer insanların da saygı ve hayranlığını kazanırlar. - İman nedir? - İman: Bilinç ötesinden bilincimize sürekli mesajlar getiren bir kanaldır, bir köprüdür. Bize bazı şeyleri ötelerde aramamızı hatırlatan bir mekanizmadır. İman iki türlüdür ve bunlar bir bütünün iki hâlidir: Tanrı’ya iman ve kendi bilincimize iman. Biri olmadan diğeri olmaz,
211
çünkü ikisi arasında süregiden bir irtibat vardır. Bu irtibatı canlı tutanlar O’nun ışığı ve erdemi ile yüklenirler. Bilincimiz imanımızı sürekli şart koşmaya iter. Bana bunu verirsen sana daha çok iman ederim gibi... Bu şartları defetmedikçe imanımızı yüceltemez ve O’na karşı koşulsuz bir inanca sahip olamayız. - Özgür iradenin rolü nedir? - İnsan iradesi sınırlıdır. Kendi üstüne kapandığı zaman daha da küçülür ve bazen ne yapacağını bile bilemez. Bir ışık arar. İradenin genişlemesi ve özgür olması için ruhtan yardım alması gerekir. Ruh, Tanrı’nın temsilcisi gibidir. Tanrı Güneş’se, ruh bir lambadır. İrade, bu lambanın ışığından faydalanmaz ve onunla temas kurmazsa, Külli İrade’den yeterli payını alamaz ve özgürlüğü başka yerlerde aramaya başlar. Bu lambanın ışığından faydalanan irade yücelir ve mutlak özgürlükle birleşerek evrensel anlamda hür davranabilir. Hür iradeyi arttırmak, verilmiş olanı yerinde kullanmaya bağlıdır. Nasıl ki bir baba verdiği cep harçlığını iyi şeylere harcayan çocuğa daha fazla verirse, özgür iradesini iyi kullanan kişi de daha fazlasına lâyık olur. - Tanrı’nın adaleti nasıl gerçekleşmektedir? - Okyanustaki bir damlaya bakarak, okyanusa değgin fikir beyan edilemeyeceği gibi, Tanrı’nın adaleti de bir-iki şeye bakmakla anlaşılacak bir kavram değildir. Bir satranç tahtası düşünün. Bu oyunun oynanması için şah ve vezir ne kadar gerekliyse, fil ve piyon da o kadar gereklidir. Ve hepsinin görevleri farklı farklıdır. Bunun gibi, canlı-cansız her şey bir hiyerarşi içinde belirli görevler yüklenmişlerdir. Bu sistem -insan aklına- bazen adil değilmiş gibi görünebilir. Fakat mozaiğin bir parçasına bakıp resmin tümünü kaçıranların bu kanaate kapılmaları doğaldır. Bazı insanların hâllerinden şikâyetçi olmaları, bu Kozmik Plân’ı anlayamamalarındandır.
212
O, herkese nasibi kadar vermiştir demek de doğru değildir. Bu, bir annenin farklı ihtiyaçları olan çocuklarının birine az, diğerine çok vermesi gibi de değildir. O, herkese bol ve eşit verir; fakat ruhî kapasiteleri dar ve hassasiyet dereceleri düşük olanlar bu ikramdan az faydalanırlar. Ulu Tanrı’nın bizim izafî adalet anlayışımıza uyma zorunluluğu yoktur. - Farklı dinlerin anlaşmazlığı size nasıl görünüyor? - Dinler arasında özde büyük farklılıklar yoktur. Her din Mutlak Gerçek’in mesajlarını verir. Gerçek Tek’tir. Buna konulmuş farklı isimler, farklı dinlerin isimleridir. Bir din bir yol izler, diğeri başka bir yol; fakat hepsi aynı hedefe yönelmiştir. Amaç O’na ulaşmaktır. Şu din doğru, bu din yanlış diyemeyiz. İnsanlar bu gerçeği hedefe vardıkları zaman fark ederler. Görürler ki, çeşitliliği seven Tanrı’nın yolu tek olamaz. Bütün yollar O’na çıkar. Mesajları bu olmayan ve evrensellikten yoksun dinler de vardır. Bunların insan aklının ürünü olduğunu anlamak çok kolaydır. Doğayı ve Tanrı’nın yarattığı şeyleri sevmeyen ve bunları Tanrı’nın iradesi kabul etmeyip zorla değiştirmeye kalkan sözde dinler zaten uzun yaşayamazlar. Dinlerin özünde tüm dinlere saygı vardır. Bu saygıyı kutsal kitabında yansıtmayan dinler hakikî din olamazlar. Merhametten, hoşgörüden, sevgi ve saygıdan, sabırdan, affedicilikten ve kardeşlikten söz etmeyen dinler Ulu Tanrı’nın mesajlarını dile getirdiklerine kimseyi inandıramazlar. Hakikî din: Tanrı’nın mükemmel, affedici, sevgi, merhamet ve rahmet kaynağı olduğu gerçeğini inananlara kazandıran dindir.
213
RAMTHA Çinmoy’un inancını ifrata kaçarcasına evrenselleştiren; 35 bin yıl önce yaşadığını; fakat ölmeyip bir başka boyuta çıktığını; ve hâlâ her yerde yaşamakta olduğunu söyleyen bir başka meçhul şahıs da Ramtha’dır. Tanrı hakkında özetle şunları söyler: ‘Başlangıç ne zamandı? Hiçbir zaman bir başlangıç olmadı. Tanrı daima vardı. O daima düşünce, uzay ve telstarlara hayat veren ve onları ayakta tutan boşluktu. Telstar nedir biliyor musunuz? Telstar ışığı maddeye dönüştürür ve yıldız sistemlerini yaratmak için evrene dağıtır. Telstar nereden geldi? Düşünce, Tanrı ve boşluk… İçinde yıldızları ve sonsuzluğu gördüğünüz o büyük boşluktan... Tanrı’yı kusursuz ve sonsuz varlık hâliyle tasavvur etmek isterseniz, boşluk denen sonsuzluğu gözünüzün önüne getirin. Çünkü bu boşluk, gördüğünüz her şeyi saran, ayakta tutan ve gerçeklik kazandıran düşünce nehridir. Herkes boşluktan hiçlik gibi söz ediyor. Her şeyi birarada, yörüngesinde tutan güç nedir? Dünyanızı boşlukta tutan nedir? İçinde yüz milyar güneş bulunan Samanyolu’nuzu birlikte tutan nedir? Güneşinizi bulunduğu konumda ne tutuyor? Tüm maddeye geçit veren ne? Işığın seyahat ettiği yol ne? ‘Hiçbir şey’ mi diyorsunuz? Yüz milyar güneşi ve onların güneş sistemini birarada tutan, o ‘hiçbir şey’i gösterin bana! Tanrı, bir yandan her şeyi meydana getiren maddedir. Öte yandan, değişik boyutlarda akan zamandır; paralel evrenleri yaratan zaman eğrisidir. Diğer yandan, maddenin kaynaklandığı ışık denen spektrumdur. Ve hepsinin üstünde, sizi bulunduğunuz konumda tutan ‘hiçbir şey’dir: Düşünce ve boşluğun sonsuzluğu... Tanrı: Hayatın bütünlüğü, sonsuzlukta atan nabzı, genişlemesi, evrimleşmesi ve sürekliliğidir. Olmuş olana olma izni veren, olanı işleyen ve olacağın vaadidir. Hayatı biçimleyen devinimdir. Bir amaca ya da ideale ulaşıp durmayan, ancak
214
devamlı hayatı yaratan sınırsız düşünce sürecidir -düşünceden ışığa ve maddeye... Tanrı, her şeyin özüdür. Daima değişen, daima yaratan, daima genişleyen ve daima olan dürtüsel güçtür. Her şeyi kuşatan, her güce sahip olan, daima evrimleşen, daima devinim içinde olan, daima Özgür olan, daima ‘olan’ bu gücü nasıl tanımlayabilirsiniz? Gelecekteki şimdi ile aynı olmayan şimdiki Tanrı’yı, nasıl “Bu Tanrı’dır” diye tanımlayabilirsiniz? Sonu olmayan bir evreni nasıl algılayabilirsiniz? Sınırlı düşünen akıl ile zamanın, mesafenin, boşluğun ve maddenin ötesindeki bir şeyi tanımlayamazsınız. Çünkü sınırlı akıl ile bu kadar uzağa, tanımlama yoluyla ulaşamazsınız . ‘Tanrı’, her şey olan, her şey olmuş olan ve her şey olacak olanı belirtmek için kullanılan bir sözcüktür. Peki, Tanrı olabilmek için başlangıç noktasını nerede bulusunuz? İçinizde!... Çünkü siz Tanrı’nın imgesisiniz, Tanrı’nın kopyasısınız. Siz olan öz, sürekli evrimleşen, daima değişen, daima yaratan, daima ‘olan’dır. Siz düşüncesiniz, ışıksınız, şekilsiniz. Siz saf enerjisiniz, eşsiz güçsünüz, nabız atan duygusunuz, yüce düşüncesiniz. En yüksek zekâ, en yüksek güç, en yüksek değer, kutsallık ve yücelik diye algıladığınız her şey sizsiniz. Siz kimsiniz? Siz tanımlanabilen tanrısınız. Tanrı, asla sizin harika varlığınızın dışında tanımlanamaz. Buna kalkışmak bile kendinize karşı haksızlık olur. Çünkü bu durumda, içinizden yayılan bir şeyi tarif etmek için kendinizin dışına çıkmış olursunuz. Tanrı’yı tanımlayabilmenin tek yolu, içinizdeki Tanrı’yı gözlemlemektir. Bunca şeyden sonra bu iyi bir şey değil mi? Sizi sonsuz yaratılışı anlamaya çalışmanın karmaşasından kurtarıyor ve düşünce sürecinizin, kendi varlığınızın, kendi hayatınızın burada-ve-şimdisine getiriyor. Tanrı’yı algılamak, anlamak ve sezgisel olarak bilmek için tek yol, kendinizin kim olduğunu anlamak ve duygusal olarak bilmektir. O zaman Tanrı’yı bileceksiniz. O zaman “Tanrı’nın kim olduğunu biliyorum; çünkü Tanrı ve ben birim ve Ben’im kim olduğumu biliyorum” diyebilirsiniz.
215
Tanrı gibi olmak, kendiniz gibi olmaktır. Sadece kendin olduğun zaman sonu olmayan, sınırsız, yaratıcı ve seçeneklisin. İzin verensin, devinimsin, sakinsin, hazsın. Saf enerji, güçlü yönlendirici, tüm duygular ve düşüncelersin. Olmak ve kendini sevmek -bütün varlığınla, bütün soluğunla- ve kendi güzelliğini hayata katmak, Tanrı gibi olmaktır. Kendine ‘olmak’ için izin ver yalnızca. Tanrı olmak: “Ben O’yum” diyebilmektir. Sevginin en saf biçimi, Tanrı’nın her birinize verdiği irade özgürlüğüdür. Bununla düşüncenin boyutlarını araştırıyor ve Sonsuz Zekâ’yı genişletiyorsunuz. Kendi yüce iradenizden başka “Tanrı’nın takdiri” diye bir şey yoktur. Eğer Tanrı hayatın tek düzeyde bir ifade olmasını isteseydi, sizi asla yaratmazdı. Ne de size kendi amaçlı eşsizliğinizi ifade etmeniz için gereken özgür iradeyi verirdi. “Tanrı’nın takdiri” denilen şey, kardeşlerine hükmedebilmek ve onları yönetebilmek için, insan tarafından yaratıldı. Eğer bu öğretiye inanıp Tanrı’nın iradesini kendinizden ayrı görürseniz, daima “O’nun iradesi karşısında sizin iradeniz” savaşı içinde olacaksınız. Çünkü siz bazı şeyleri yapmak isteyecek ve yapmanız gerektiğini hissedeceksiniz ama o yapay “Tanrı’nın iradesi” yapmamalısın diyecektir! Tanrı sizden ayrı değil. Siz ve O bir ve aynısınız! Sizin isteğiniz onun isteğidir. Sizin yapmak istediğiniz, ‘Allah’ın takdiri’ dediğiniz, ilâhî iradedir. Asla kaderle çelişki içinde değilsiniz; çünkü kader önceden çizilmemiştir. Bütünüyle sizin tarafınızdan çizilmiştir. Düşündüğünüz her şey gelecek anlarınızı yaratır. İçinde bulunduğunuz şu ân, daha önceki anlardaki düşüncelerinizin ürünüdür yalnızca. Bu Tanrı’nın bilimidir. Tanrı’nın sizden istediği tek şey, ruhunuzdaki duygulara göre hayatın tümünü deneyimlemenizdir. Niçin? Böylece hazzın ne olduğunu ve Tanrı’nın size ve tüm hayata duyduğu koşulsuz sevginin ne olduğunu anlamanız için... Eğer Tanrı ile çelişkide olduğunuzu hissediyorsanız, belki Tanrı imgenizi yenilemenizin zamanı gelmiştir. Çünkü O’nunla
216
savaşmak zorundaysanız, O -yani siz- her şeyi seven olamazsınız.’
YARATICILIK İnsanları araştırmacılık özellikleri bakımından sınıflandırdığımızda, önümüze 4 ana grup insan tipi çıktığını görüyoruz: - Olayları ve fenomenleri sadece seyreden insanlar, - Bunları merak eden ve aklı kullanarak düşünen insanlar, - Bunları duygular, sezgiler ve ruhsal tecrübelerle anlamaya çalışan insanlar, - Olayları yaratan lider ruhlu insanlar. Öncelikle, buradaki yaratma kelimesini gönül rahatlığı ile kullanmamız gerektiğini belirtmek gerekiyor; zira, ‘yaratma sadece Allah’a aittir’ görüşü, Cebrîyyeci bir düşünce olarak bizleri birer robota dönüştürme potansiyeli taşımaktadır. Allah kendi Külli İrade’sinden ve o sonsuz yaratma gücünden bizlere az veya Cüz’i bir İrade vermişse, bunu küçümsemeye hakkımız olmaması gerekir. O Büyük Yaratma Gücü’nü atomlarına bölseniz bile her mikro parçası gene büyük bir Yaratma Gücü olur. Madem böyle bir güce sahibiz; öyleyse biz de kendi çapımızda yaratıcılığımızı kullanabiliriz. Zaten onu kullandığımız için bu kadar bilim, sanat ve teknoloji üretebildik. Milyarlarca örnek verilebilir: Allah taşı, toprağı ve suyu yarattı; fakat Mısır’daki piramitleri, Tibet’teki tapınakları, Avrupa’daki katedralleri ve İstanbul’daki Sultanahmet Camii’ni yaratmadı. Bunları, O’nun verdiği Cüz’i İrade’yi kullanan insanlar yarattı. Allah madenleri, bitkileri ve zekâyı yarattı; fakat alüminyum/nikel/manganez levhalardan, bakır tellerden, mikroçiplerden vs. yapılmış uzay araçlarını yaratmadı. Bu teknoloji harikası makineleri O’nun verdiği zekâyı kullanarak yaratan, sonra da Ay’a ve Mars’a indiren insanoğludur. Allah renkli pigmentleri, keteni, ağacı ve kılı yarattı; ama Mona Lisa’yı yaratmadı. Bu eşsiz tabloyu: Tuvalini, boyasını,
217
fırçasını, O’nun verdiği ilhamı, duyguyu, estetik anlayışı ve zekâyı kullanan bir insan olan Leonardo da Vinci yarattı. Allah -bugün bilindiği kadarıyla- her maddeyi mikroskopla bile görünmeyecek kadar küçük atomlardan yarattı; ama atom bombasını yaratmadı. Daha fazlasını elde etmek için insanların haftada 85 saat ter dökerek çalıştığı, uğruna hile ve yalana başvurduğu ve hatta birbirini öldürdüğü para denen şeyi O yaratmadı. Doğayı zehirleyen atıkları ve ozon tabakasındaki delikleri de O yaratmadı. Bunların tümünü insanlar yarattı. Yaratma sözcüğü insanlara atfedildiği zaman kaş çatan zihniyetler, insanın yaratıcılığını tam olarak kullanabilmesine -en azından- psikolojik olarak engel olmaktadırlar. O bakımdan artık bu terminoloji engelinin aşılması gerekmektedir. Tanrı kelimelerle anlatılamayacak kadar Ulu iken, nasıl olur da kelimelerle küçültülebilir veya güç kaybına uğratılabilir! Müslüman dindarlar -yanlış bir yorum yüzünden yanlış olduğuna inandıkları- yaratıcılık kelimesine karşı çıkmayı bırakmadıkça, sayıları bir buçuk milyara yaklaşan Müslümanların ne içtihat kapıları açılabilecek, ne de yaratıcılıkları sayesinde dünyadaki bilim ve teknolojiye katkıları %2’lerin üstüne çıkabilecektir. (ABD’nin katkısı %33 İngiltere’nin %17, İsrail’in %3) Görülüyor ki, yaratıcılık sayesinde insanoğlu gitgide daha mütekâmil boyutlara sıçramaktadır. Bakınız... Genetik alandaki çalışmalar büyük hız kazanmıştır. Canlı hücre yaratma üzerine yapılan lâboratuvar çalışmaları sayesinde tüp bebekler, kopyalanan koyunlar, küp şeklinde domatesler, kırmızı limonlar, kök hücrelerden organlar vs. yapılmıştır. Canlı hücrelerin ölümüne sebep olduğu tahmin edilen ve adına katil genler (killer genes) denilen DNA dizimlerinin bulunuşuyla ve DNA üzerinde yapılacak değişikliklerle insan ömrünün %50 uzatılabileceği öngörüleri mevcuttur.
218
Bazı insanlar, 100-200 yıl sonraki çok gelişmiş teknoloji sayesinde tekrar diriltilebileceklerine inanarak, öldükten sonra dondurulmalarını istemektedirler. Dünyadaki birçok lâboratuvarda DNA’ların hafıza sisteminden yararlanılarak üretilmeye çalışılan biyolojik bilgisayarlarla uğraşılmaktadır. Yine genetik çalışmalar sonucunda, bir ‘Tanrı Geni’ bulunduğu açıklanmıştır. Bütün bu yaratıcı çalışmalar tüm engellere rağmen devam edecek ve tahmin edemeyeceğimiz boyutlara ulaşacaktır. Bunca ilerleme karşısında mahcup olmak istemeyen dindarlar, din adamları ve kutsal kitap tercümanları, ayetleri yorumlarken veya kendi dillerine çevirirken, bu bilimsel ve teknolojik gelişmelerin 200-300 yıl sonra ulaşacağı muhtemel düzeyi de göz önünde bulundurmak zorundadırlar. Aksi hâlde, yorumlardaki yanlışlıklar ve kısa görüşlülük, birçok din adamını ve onlara inananları -Ortaçağda olduğu gibi- yine çok zor durumlara sokacaktır. * Bugün, ibadethanelerdeki Tanrı anlayışı ile lâboratuvarlardaki Tanrı anlayışı arasında -olmaması gereken- büyük farklar vardır. Fakat, Allah’ı atom partikülleri arasında, arayanlarla kutsal kitaplarda arayanların ulaşacakları noktanın aynı olacağı kaçınılmazdır. Bilim ve dinle uğraşan insanlar, bilgi birikimlerini ve deneyimlerini birleştirdiklerinde, insanlığı daha üst bir anlayış düzeyine daha çabuk ulaştırabilirler. İslâm bilginleri ilk 700 yıl boyunca bu ilim-inanç birlikteliğini gerçekleştirmiş ve bu sayede Müslümanlar her sahada ileri gitmişlerdi. Öte yandan tasavvufla uğraşanlar İslâm’ın özünde var olan hümanizmi evrenselleştirmişlerdi. Her yıl, her dinden, her milletten 1-2 milyon yabancının Konya’ya gelip Mevlâna’yı ziyaret etmesi ve gelemeyen yüz milyonların onu okuyarak anlamaya çalışması, bunun en açık kanıtıdır. İslâm dini evrenseldir, sadece Müslümanların tekelinde değildir ve tüm insanlığa hitap
219
eder. Bakara suresinin 62. ayeti ve Maide suresinin 69. ayeti bunun en açık kanıtıdır. Bu ayetlerde, Allah’a iman edenlerin, Ahiret’e inananların ve barışa yönelik hayırlı hizmetler yapanların -hangi dinin temsilcileri olurlarsa olsunlar- ölüm sonrası kurtuluşu elde edecekleri Allah tarafından bildirilmiştir. Allah’ı sadece Müslümanların Allah’ı yapmak, ibadet bekçiliğine soyunmak ve ibadet etmeyenlere hakaret etmek Kuran’ın özüne ve İslâm’ın evrenselliğine aykırıdır. İslâm’da zorlama yoktur, olamaz da... Çünkü bu Tanrı’nın Adil sıfatına yakışmaz. O, adaleti gereği tüm evrene özgürlük tanımıştır. Uçan kuşlar özgür, göçebe hayvanlar özgür, irade sahibi insan özgür, genişleyen ve değişen evren özgür... Fakat Tanrı’nın sıfatlarını ve İslâm’ı iyi tanımayanların yaptıkları yorumlar ve tercümeler bu özgürlüğü kısıtlayan ve cendereye sokan düşüncelerle doludur. Hür iradeyi engelleyen hiçbir sistem veya düşünce -Tanrı’nın isteklerini anlamadığı veya kabullenmediği için- kalıcı olamaz. Gerçek demokrasi ‘Tanrı’nın demokrasisi’dir ve herkes için demokrasi isteyen bir sistemdir. Öyleyse insan beyninin nasıl çalıştığını, insanın hayal gücünün genişliğini, insanın bir yaratma gücü olduğunu ve evrendeki dinamik düzeni anlamamış insanların yapmış olduğu klâsik yorumların birer evrensel gerçek olmadığını kabul etmeliyiz. Ve düşünceye, konuşmaya yasaklar koymadan, geçmişle yüzleşerek, geçmişteki yalan-yanlış yorumları bir kenara iterek, inancımızı akıl-bilim-kitap kriterlerine uygun hâle dönüştürmeliyiz. Tanrı’nın mesajlarını doğru anlayanlar ve yaratıcılıklarını kullananlar, bakınız nasıl da meyvelerini topluyorlar. Konuşma özgürlüğü (free speech) olan ülkelerin vatandaşları, düşünce özgürlüklerini de geliştirdikleri için, bakın ne büyük başarılara imza atıyorlar. O’nun ‘ilim yapınız’ mesajına sarılan insanların, Güneş Sistemi’nde nasıl da özgürce tur attıklarına hep birlikte tanık oluyoruz! *
220
Bu noktada, dine sokulmuş hurafeleri ve geleneklere tutsak edilmiş bir din anlayışını temizlemeyi misyon edinmiş olan Prof. Yaşar Nuri Öztürk’ün (1951-....) yazdığı kitaplardaki ve verdiği konferanslardaki görüşlerinden bazılarına yer verelim hemen: ‘Dinler tarihi, Allah’ın kullarına zorluk çıkarmayı ve Allah’ın rahmetiyle kullar arasına girmeyi bir tür tatmin aracı gibi kullanan din bezirganlarıyla doludur. Ülkeye ve cumhuriyete hıyaneti din yapanlar başta olmak üzere, çeşitli hurafe, bidat ve cehalet odakları tarafından çehresi karartılan ve dünyanın önünde ürküntü ve korku unsuru hâline getirilen İslâm dininin gerçeğinin tanınması için, tam bir seferberlik içine girmek zorundayız. Bu seferberlik, muazzez İslam’ı nefislerinin ve çirkin emellerinin aracı yapan karanlık ve istismarcı tezgâhların aşılmasında, ülkemiz için Kurtuluş Savaşı’nın zafere ulaştırılmasından daha önemli hâle gelmiştir. Kuran’ın dini insan için bir dindir, insana rağmen bir din değil. Kuran’ın mesajı sadece evrensel değil, kozmik bir mesajdır. Onu gönderen kudretin ‘Âlemlerin Rabbi’ ve tebliğ eden resulün de ‘Âlemlerin Rahmeti’ oluşu bu sebeptendir. Ahkaf suresinde Kuran’ın cinler tarafından da dinlendiği söylenmektedir. Kuran, kafa gözüyle görülemeyen üst boyutların varlıklarını cin kelimesiyle ifade etmektedir. Esasen, cinin kelime anlamı gözle görülemeyen varlık demektir. O hâlde Kuran, bizim yaşadığımız plân ve boyutun üstünde ve ötesindeki kozmik varlıklar tarafından da dinlenmekte ve izlenmektedir. Kuran dinini insan hayatına sokmak için ne reforma ihtiyaç vardır, ne de gökten yeni bir şey getirmeye. Yapılması gereken tek şey: Klâsik bilginlerin mirasını da değerlendirerek, Kuran’ın denetiminde, dini yeniden yapılandırmak ve kitleyi devşirme din tabuculuğundan ve taklitçi-kaosçu ilmihâl edebiyatçılığın dan kurtararak gerçekle kucaklaştırmaktır.’
221
‘Kâinattaki insanı tanıyabilmek, insandaki kâinatı tanımakla mümkündür. Evren ile insan arasında oldukça garip, kozmik ilişkiler vardır. Bu ilişkilerin sırrı eşyanın hakikatinde yatmaktadır. ‘Ya Rabbi! Bana eşyanın hakikatini öğret’ niyazında bulunan Nebi Aleyhisselâm, işte bu kozmik ilişkiyi yakalamak peşindeydi. İnsan bu ilişkiyi yakalayınca evrendeki yerini daha iyi kavrayacak, haddini ve kendini tanıyacak ve Rabbini bilecektir. Böylece, evrenle aykırı konuma düşmeyecek, İlâhî senaryoda kendisi için istenen en uygun rolü seçecek ve onunla uyum içinde olmaya (hikmet) gayret edecektir. Evrendeki her şey görevini yaratılış hikmeti çerçevesinde eksiksiz yerine getirmektedir. Kozmik uyumu ihlâl etme gücü sadece en şerefli yaratık olan insana tanınmıştır. Elbet bu da İlâhî Hikmet gereğidir. İnsana isyan edebilme yetkisi tanındığı için, insanın itaati diğer tüm yaratıkların itaatinden farklı değerlendirilmiştir. İnsanın Allah’a itaati, kölenin efendisine itaati gibi değildir. İsyanın mümkün olmadığı bir yerde, zıddı olan itaatin değeri anlaşılamaz. Onun içindir ki yalnızca insanın itaatinin karşılığı cennettir. Bundan dolayı yaratıklar içerisinde ‘kul’ olma ayrıcalığına yalnızca insan sahiptir. İnsan Allah’ın kölesi değil, kuludur. Kozmoloji: Evrenin sırlarını keşfetme ilminin adıdır. İrfan: İnsanın kendi iç dünyasını keşfe çıkmasının tekniğidir. Fakat lâzer dürbünleriyle milyarlarca ışık yılı uzaklıktaki bir galaksiyi keşfeden insan, kendi içinin kıtalarından, kendi kara deliklerinden ve kendi galaksilerinden habersizdir. Eşyada dikey, yatay ve derinlik olarak beliren üç boyut, kendini insanda ilim, irfan ve hikmet biçiminde gösterir. İnsan enine, boyuna ve derinliğine dengeli bir şekilde beslenip büyümek istiyorsa, bu boyutların hiçbirini ihmal etmemek zorundadır. Bizler İslâm’ın hayranıyız, dahası kurbanıyız; fakat İslâm’ın insanı olamadık henüz.
222
Evrenin yaratılış hikmeti ve vahyin çatısı sevgidir. Sevgi tohumunun ekilebileceği en verimli toprak yürektir. Bire yüz bin verebilen sevginin ekildiği insan yüreğinin ölümsüz meyvesinden tam verim alabilmek için üç şey gereklidir: Cins bir tohum (sevgi), bakımlı bir tarla (kalp) ve fedakâr bir bahçıvan.’ * Evrendeki mevcut sistemler ve enerji türleri ile ilgili birçok bilgiye peygamberler bile ulaşamamıştır. Aksi hâlde, Hz. Musa, dünyanın düz olmadığını bilebilirdi. Hz. İsa, Güneş’in dünya çevresinde döndüğünü zanneden havarilerine bunun yanlış olduğunu öğretirdi. Hz. Muhammed, televizyon sistemini kurar ve vahiyleri tüm dünyaya ekranlarda canlı olarak anlatırdı. Kaldı ki bugün ulaştığımız bilgi düzeyi bile öyle abartılacak bir noktada değildir. 200 yıl sonra bilim ve teknolojinin ulaşacağı düzeyi kimse hayal bile edememektedir. Bilimsel ve kültürel evrim geometrik biçimde çoğalma sürecine girmiş; yaratıcılığını kullanabilen insanlar sayesinde ortaya çıkarılan binlerce buluş, gün be gün bu süreci daha da hızlandırmaya başlamıştır. Bu yaratıcı süreçte, -Ruhsal Zekâ adını verdiği kitabında yazdığı gibi- Tanrı’sını insan bilincinde aramış ve aşağıdaki sonuçlara ulaşmış olan Amerikalı bir bayan akademisyen, Danah Zohar şöyle yazmış: ‘Fizikötesi veya metafizik konular bilimin alanına pek girmez. Ama ben -bir bilim kadını olarak- meslekten dışlanma riskini bile göze alıp, Cevher, Öz veya Ruh denen olgulara, beynimizin kolayca algılayabileceği açıklamalar getirebilmek için tüm birikimlerimi ve mesleki olanaklarımı kullanarak, yeni bir sistem geliştirdim. Bu çarpıcı ve yepyeni ifade biçimini bulmaya imkân sağlayan şey, Beyindeki Tanrı Bölgesi başlıklı bir makale oldu. Yazıyı okur okumaz beynimde ve kalbimde kocaman bir ateş yandı. Bu ateşte kaynayıp pişen bilgilerin daha önceki bilgi ve deneyimlerimle birleşmesi sonucu ortaya yepyeni veriler çıktı.
223
Hangi dış uyarıcıların ve etkilerin insan beyninde hangi bölgeyi çalıştırdıklarını eski araştırmalardan biliyorduk. Fakat en son geliştirilen ve adına kısaca MEG denen MagnetoEnsephalography cihazı sayesinde, beyin hücrelerinin çalışırken yaydıkları ve beyinde oluşturdukları elektro-manyetik dalgaların şiddetini ve birbirlerini nasıl etkilediklerini öğrenme olanağı bulduk. Ayrıca bu etkileşim (interference) sonucunda ortaya çıkan osilasyonları (dalga salınımlarını) ölçmek mümkün oldu. Bilindiği gibi, uyuyan bir insanda beyin dalgalarının frekansı 2 Hz’ye kadar düşebiliyor (saniyede 2 dalga). Uyanık birinde de dalga frekansları 35-45 Hz arasında değişebiliyor. Fakat ilginçtir ki, meditasyon yapan bir kişinin frontal lob denen ön-üst beyin bölgesinde sürekli olarak 40 Hz’lik dalgalar oluşuyor. Ve bunlar denizin üstündeki dalgalar gibi önden arkaya doğru hareket ederek, birbirlerini ve diğer bölgelerdeki dalgaları etkiliyorlar. Böylece ortaya 40 Hz’lik Birleşik Osilasyonlar çıkarıyorlar. Ayrıca, teste tâbi tutulan insanlara dinsel, mistik ya da Tanrısal çağrışım yaptıran nesneler gösterildiğinde veya pasajlar okunduğunda da, yine sadece frontal lob’da 40 Hz’lik osilasyonlar oluşuyor. Beyinde bölge bölge ve birleşik olarak oluşan osilasyonları ölçüp yayımlayan ilk nöro-bilimci Rodolfo Llinas (New York Üniversitesi, Tıp Fakültesi) Frontal Lobe’a Tanrı Bölgesi (God Spot) adını vermiş. Yine Rodolfo’nun araştırmalarına göre, 40 Hz’lik dalgalar ve osilasyonlar beynin diğer bölgelerinde de oluşuyor ama sadece bir objenin ne olduğunu anlamaya çalıştığımız anda ortaya çıkıyor. Örneğin, bir odada oturup boş gözlerle etrafına bakınan birinin beyninde 35-39 Hz arasında değişen dalgalar oluşuyor. Fakat odadaki masanın üstünde duran bir fincana dikkat ettiğinde, fincanın rengini, boyunu ve şeklini ayrı ayrı bölgeler algıladığı için, bu bölgelerden çıkan dalgaların birleşik osilasyonları sürekli 40 Hz şiddetinde oluyor. Yani, beynimiz, parçaları birleştirip bir bütünü algılarken, algılama işini beyin
224
hücrelerinin kendileri (nöronlar) değil, ortaya bir artı değer olarak çıkan 40 Hz’lik birleşik osilasyonlar sağlıyor. Bu, üç ayrı gitaristin aynı anda, birinci tele dokunmasından sonra yayılan ses dalgalarının kulağımıza tek bir ses olarak gelmesi gibi bir fenomen. İşte Rodolfo’nun bu buluşu, kafamda çakan şimşeği körükleyen katalizör oldu. Baktım ki insan beyni bir şey öğrenirken hep 40 Hz’lik dalga yayıyor. Ayrıca, parçaları birleştirme, yeni düşünceler üretme ve hayal kurma esnasında ortaya çıkan birleşik osilasyonlar da muhakkak 40 Hz şiddetinde oluyor. Yani, beyin 40 Hz’lik birleşik osilasyonları en verimli ve en yaratıcı bilinç hâlindeyken oluşturuyor. Buradaki püf noktası ve ilginç olan olgu şu: Bu birleşik osilasyonların nöronlarla bir ilgisi yok; onların tamamen dışında ve beynin üzerindeki bir manyetik alanda gerçekleşiyor. Bu yeni buluşlar ışığında derin derin düşünürken, birdenbire insan aklı, gözüme 3 bölümlü bir bütün olarak göründü ve hâlâ öyle görünüyor. Buna göre akıl dediğimiz şey: 1 - IQ 2 - EQ 3 - SQ’dan oluşuyor.
IQ = MANTIKSAL ZEKÂ Beyindeki nöronların ve onlardan çıkan dallar olan dendritlerin seri şekilde bağlanmalarından oluşan, rasyonel düşünmeyi sağlayan ve problem çözebilen zekâ. Bir bilgisayar gibi verilen komutları ve verileri kullanarak mantıksal çözümlemeler yapan zekâmız. Freud’un “Ego” dediği bilinç hâli.
EQ = DUYGUSAL ZEKÂ Nöronların ve dendritlerin paralel biçimde bağlanması sonucu ortaya çıkan, beyni bedenden ve dış etkilerden haberdar
225
eden ve duygusal hâlimizin oluşmasını sağlayan zekâmız. Freud’un “id” dediği bilinç hâli.
SQ = RUHSAL ZEKÂ Beyindeki seri ve paralel bağlantılardan yayılan dalgaların birbirini etkilemesi sonucu ortaya çıkan birleşik osilasyonların yarattığı manyetik bir alanda işlev gören zekâmız. Yaratıcı, birleştirici, değiştirici ve evrendeki dalgalarla etkileşime girip, bizi özümüze, kökümüze ve Kolektif Bilinç’e bağlayan bütünsel zekâ türümüz. Fakat SQ Freud’un “Süper ego” dediği bilinç hâli değil, gerçek Kozmik Bilinç’in bir parçası ve onunla alış-veriş içinde olan bolüm. Belki de dinî kitaplarda adına ruh denen o Akıllı Enerji... IQ iç ve dış uyarıcılar hakkında ne düşüneceğimizi sağlıyor, EQ ne hissedeceğimizi... Motivasyonlar nasıl davranacağımızı sağlıyor. SQ ise, iç ve dış uyaranlar hakkında hangi soruları sormamızı, olayları nasıl değiştirmemiz gerektiğini ve tüm yeni bilgi ve bulguları yaratmamızı sağlıyor. IQ ve EQ’nun algılayamadığı enerji dalgalarını algılıyor ve hem seri hem de paralel bağlantı mekanizmaları ile birlikte onların ürettiği dalgaları kullanarak yeni formasyonlar yaratıyor. Ben bu zekâ türümüze ‘Ruhsal Zekâ’ demeyi yeğledim. Çünkü eski tarihlerden beri yapılan ruh tanımlarına baktığımda ruha atfedilen özellikleri Ruhsal Zekâ’ya yakıştırmak, aklıma gönlüme ve bilimsel gerçeklere hiç mi hiç aykırı düşmedi. Ruh masum bir çocuk gibi acemidir; ama birçok otantik bilgiyle birlikte bir bedende doğar. O nedenle çocukların ruhsal zekâları yüksektir. O zekâ, öğrenip gelişmek ve hem kendi evrimine, hem de Kolektif Bilinç’e katkıda bulunmak için çaba harcar. Ve de beslendiği kaynaktaki kozmik gerçekleri diğer ruhlarla paylaşmak ister. Bunun sağlamak için IQ ve EQ’nun becerilerinden yararlanır. Fakat maalesef ruhsal zekâmızla olan köprüyü çoğumuz koparıp atmışız. Ya da bize Üst Bilinç’ten mesajlar iletmesini,
226
yeni mesajlar yaratmasını bloke etmişizdir. O nedenle de özü ile yabancılaşan ve anlam fukaralığı yaşayan zekâmız, içimizdeki öz yabancılaşmayı sessiz bir boşluk olarak algılamakta ve bu nedenle de hem bedensel hem de ruhsal olarak kendimizi yalnız hissetmekteyiz. Ruhsal zekânızla köprüleri atmışsanız, onu yeniden inşa edin. O kanaldan tekrar beslenmeye başladığınızda yalnızlığınız sona erecek, yaşam enerjisi ve ilhamlarla dolup taşacak ve yaptığınız her iş, lokal olarak veya kozmik düzeyde anlam kazanacaktır.’ * Zohar’ın sözünü ettiği Ruhsal Zekâ’ya çok önem verdiği anlaşılan Fethullah Gülen (1941-....), bu konuyu İslâmi açıdan şöyle değerlendirir: ‘Tebliğ adamı iç derinliğine sahip bir gönül eridir. Mürşidin (rehber kişi, akıl hocası) sözleri; ancak kendi iç derinliği nispetinde makes (yansıyacak yer) bulur. O, Allah’a (c.c) yaklaştıkça, Cenâb-ı Hakk da onu kendine yakın kılar ve bir yerde onun gören gözü, işiten kulağı, tutan eli ve bütün hareketlerinin temel kaynağı olur. Yani, artık o mürşidin her hareketi Allah’ın teyidi altında cereyan etmeye başlar. Mürşid bildiğiyle amel ettikçe, Allah da ona bilmediğini öğretir ve onu hep doğruya ulaştırır. Hatta böyle biri, en girift ve en mudil (zor/çetin) meseleleri dahi çok rahatlıkla çözebilir. Seviyesi böyle olan birisine, sürekli Cenâb-ı Hakk’tan, akdes (en kutsal) ve mukaddes (kusursuz ve kutsal) feyizler akıp gelmeye başlar. O bu feyizlerle hasıl olan (oluşan) manyetik alanda bütün cazibe ve çekiciliği ile irşâdlarını sürdürdükçe (doğru yolu gösterdikçe), onun çevresi binlerin, yüz binlerin koştuğu bir ilâhi gölgelik hâlini alır. İşte büyük mürşitlerdeki o müthiş cazibe, onlardaki bu iç derinlikten kaynaklanmaktadır. İşte, bu yönüyle yakîn’e (şüphe götürmeyen ilâhî gerçekler, marifetler) eren bir insan, fütursuzdur (usançsız, ümit dolu, kedersiz), pervasızdır (korkusuz, vesvesesiz). O ölümü gülerek karşılar. Öyle ki, o daha dünyadayken, âhreti yaşamaktadır.
227
İlim nedir? İlim, nefsini bilme adesesi (mercek) ile Rabbini bilme keyfiyetidir (esas, arzu, hâl). İnsanın kendini rasat ederek (gözlemek) Rabbini görmesi, duygularında keşfettikleri ile ‘sıfat’ ve ‘esma’yı müşahede etmesi (görme) ve böylece Rabbini anlamaya, bilmeye çalışmasıdır. Gönülde Allah sevgisini tutuşturmayan ve ruhânî zevki alevlendirmeyen bir ilim gayesine ulaşmış sayılamaz. Kur’an ve hadîslerin tebcil edip (ağırlamak, önem vermek) teşvikte bulunduğu ilim de, işte bu ilimdir. İnsanı elinden tutup Allah’a götüren ilimle, insanı lâboratuvara hapseden ilim bir olur mu? Kur’ân’ın ifadesiyle, kitap yüklü binekle, okuduğu tek satırla bile güvercinler gibi semada pervaz eden (kanat açan) ve her ân ayrı bir vuslat neşvesi (sevdiğine kavuşma keyfi, neşesi) yaşayan kâmil insan hiç bir olur mu? Nebi, gerçeğin tercümanıdır; öyleyse herhangi bir insan, gerçeğe tercüman olduğu oranda nebinin vârisidir. Peygambere vâris olan kâmil insan, âdeta güneşten gelen radyasyonları yutabilecek büyük bir yutucu santral gibi, kalbini bütün fakülteleriyle faal hâle getirir ve bütünüyle bu mukaddes feyizlere makes olmaya çalışır. Bu, aynı zamanda bir şarj olma ameliyesidir. Böyle sürekli dolan bir insanın bir de boşalması vardır. İşte bu boşalma keyfiyeti onun ruhunda bulunan ziya (ışık), nur ve diğer hakikatleri neşretmesidir (yansıtmasıdır).’
“RUH GÖZÜ” Yukarıda görüldüğü gibi, ruhun varlığına kutsal kitapların yanı sıra tüm dindarlar, tüm mistikler, pek çok farkındalık sahibi kişi ve çok sayıda bilim insanı işaret etmektedirler. Nabızları ölçülürken vefat eden hastalar hakkında, bakınız doktorlar neler söylemektedirler: ‘Parmaklarım nabzının üstündeyken vücudundan ânîden bir şeyin ayrıldığını ve bedeninin ânî bir enerji kaybına uğrayarak soğuduğunu hissettim. Hastam ölmüştü. O ânda, ölümle yaşam
228
arasındaki son saniye içinde vücutta olup bitenler geçti gözümün önünden. O minimum zaman içinde bedendeki tüm fizyolojik hareketler sürüyordu. Kalp ve nabız atıyor, kan dolaşımı devam ediyor ve akciğerler soluyordu. Bu hastanın ölmesi için biyolojik bir neden yoktu. Fakat sanki bir düğmeye basılmış, elektrik kesilmişti. Enerji kaynağı kesilen vücut -hızla dönen bir motorun yavaşlayarak durması gibi- yaşamsal faaliyetlerini yavaşlatmıştı. Yavaşlatmıştı diyorum; çünkü hücreler henüz tamamen ölmemişti ve tırnaklar ve saçlar bir müddet daha uzamaya devam edecekti. Bu kesilen enerji kaynağının ruh denilen şey olduğuna inanıyorum.’ Bir başka doktorun izlenimlerini de şöyle: ‘Kalbi duran hastaların kalplerini göğüs üstüne uygulanan elektrik şokları ile tekrar çalıştırmaya uğraştığım vakaların bazıları başarı ile sonuçlandı, hastalar yaşama geri döndüler. Bu hastaların büyük bir çoğunluğu bilinçlerini kaybettikten sonra birtakım ruhsal deneyimler geçirdiklerini rapor ettiler. Bunların hemen hemen tümü bir ışık tüneline girdikten sonra çok hoşlarına giden bir ruhsal olay yaşadıklarını söylediler. Birbirini tanımayan hastaların bu tür benzer tecrübeler yaşaması çok ilginç bulunduğu için birçok hastanede bu konuda araştırmalar başladı. Bunların sonuçlarını almadan bir yorum yapmak istemiyorum.’ Tıbbın ruh konusunu ilgi alanına sokması ümit veren bir gelişmedir. Hatta bunlardan birinde, ölüm ânında vücut ağırlığının 21 gram eksildiği bile saptanmış. Bunun sebebinin çıkan ruh olup olmadığı dahi araştırılıyor. Bilimin bu alanda da yepyeni bulgular elde edebileceğine herkes hazır olmalı, ilâhiyatçılar daha açık fikirli yorumlar yapmalıdırlar. Dijital zekâ alanında gelinen mesafeyle, üç duyusu olan ve insandan daha hızlı ‘düşünüp’ en karmaşık problemleri saniyeler içinde çözen robotlar yapılmıştır. Gören, duyan ve koklayan robotlar, dokundukları eşyanın cinsini söylemeye ve tattıkları şeyin ne olduğunu bilmeye başladığı gün, insan zekâsıyla çözemediğimiz şeylerin çözümleri birbiri peşi sıra gele-
229
cek; teknolojik evrim hızlanıp pek çok paradigmayı yıkacağı için kültürel evrimimiz de büyük oranda hız kazanacaktır.
İMAN VE DÜŞÜNCE ARASINDAKİ FARK Düşüncenin beyinde gerçekleştiğini biliyoruz; ama acaba inanç denen olgu da beyinde mi şekilleniyor? Düşünce ile iman arasındaki en büyük fark şudur: Düşünce su gibi akıcıdır; girdiği kabın şeklini alır; çeşitli hâllere girebilir; değişebilir veya buhar olup uçabilir. Fakat aynı zamanda katılaşıp buz kesebilir ve zamanla bir buzdağına dönüşebilir. O hâle girince erimesi, değişmesi ve başka bir kalıba girmesi olukça zorlaşır ve yıllar alan bir vakit ister. İşte inanç da böyledir: Düşünce ve fikirlerin buz donmuş katı hâlidir, kolay kolay değişmez. İnanç, inanış, itikat, Hakkı tasdik etmek anlamlarına gelen iman kavramının pek çok tanımı ve türleri var: İman-ı Billâh: Allah’a ve sıfatlarına inanmak… İcmâli iman: Kitap ve peygamber tarafından nakledilen her şeyin doğru olduğuna inanmak… Taklidi iman: Sorgulamadan, başkalarından duyduğuyla yetinerek inanmak… Tahkiki iman: Soruşturarak, araştırarak ve duyulan şüpheleri gidererek ulaşılan inanma biçimi… İman-ı yeis: Ümitsizlik ve çaresizlik içine düşmüş birinin imanı… Hem ilk insanların inançlarını araştıranların söylediklerinden ve hem de son yıllardaki genetik araştırmalardan sonra ortaya çıkan bulgulardan anlıyoruz ki: Tanrı’nın varlığına iman etmek, doğuştan gelen fıtratsal bir inançtır. Buna karşın, herhangi bir kutsal kitabın öğrettiği dine ve onun peygamberine iman etmek, doğumdan sonra, akli yetenekleri kullanmayla ulaşılan inançtır. Yani, hiç kimse doğarken bir dine inanarak doğmaz; çünkü din, dil gibi sonradan öğrenilen zihinsel bir olgudur.
230
Hâl bu olunca; kişi, kendisine çocukken öğretilen din ne ise, yaşamı boyunca -istisnalar hariç- o dine inanır. Budist ebeveynlerin çocuğu Budist, Musevî ana-babaların çocuğu Yahudi olur. Çocukken öğretilen dine, toplum kültürü ve bu inancı sürekli hatırlatan çevresel etkiler de eklenince o dinsel öğretiler iyice yerleşir ve zamanla vazgeçilmez olur. Nasıl ki çocukken acı biber yemeye alıştırılmış kişi ömür boyu acılı yemeklerden hoşlanır ve acılı şeyler ararsa, belirli bir dine inandırılmış kişi de o dinin etkilerinden kolay kolay kurtulamaz. Bakınız: Son derece zeki, kültürlü, ilim sahibi, tüm dinleri derinlemesine incelemiş ve kitapları 15 dile çevrilmiş bir düşünür ve tarih bilgini olan İngiliz Paul Johnson’un (1929-….) köktendinci bir Katolik Hıristiyan olmasını ve bununla iftihar etmesini; ancak bu yolla izah edebilirsiniz. Johnson, Tanrı’yı Arayış ismini verdiği kitabında, içtenlikle inandığı dininin kendisine verdiği coşku, ümit ve heyecanı şöyle dile getiriyor: ‘Yeterince evrimleşmediğimiz için Tanrı’yı anlamakta aciz kalabiliriz. Milyonlarca insanın yazdığı ve söylediği çelişik ifadeler kafamızı karıştırabilir. Aklımız imanımızı yönlendirebilir ve şüphe bataklığına sürükleyebilir. Hiçbir şeyden emin olmayabiliriz. Hatta, O’nun varlığını bile inkâr edebiliriz. Fakat bir şeyden emin olabiliriz: Dualarımız… Onlar kesinlikle işitilmektedir. Nerede olursak olalım, koşullarımız ne olursa olsun, vücudumuz ister sağlıklı olsun ister hasta, dilimiz ister olsun ister olmasın, gözümüz görsün veya görmesin, ister zengin olalım ister fakir, ister hür olalım ister esir; her yerde ve her zaman dua edebiliriz. Dua: Güçsüzün en güçlü silahıdır ve bazen de silahların en güçlüsüdür. Ben çocukken, 1930’larda, her Pazar günü İngiltere’deki tüm Katolik kiliselerde Rusya’daki komünizmin yıkılması için dua edilirdi. O dualar yıllarca sürdü ve değişen bir şey olmadı. Ümitsizliğe kapılıp, duaları terk edenler oldu. Fakat ben bunca
231
duanın boşa gitmeyeceğinden emin olarak, bu işi her gece ve her sabah sürdürdüm. 80’li yılların sonunda dualarımız kabul oldu ve karamsarlığa kapılanlar da pişmanlık duydu. Duanın gücüne inanmalı ve güvenmeliyiz. Bakınız, Eski Romalılar gibi bugün paralarının üstüne ‘Tanrı’ya güveniyoruz’ ifadesini yazanlar başarıdan başarıya koşmaktadırlar. Bu bir tür duadır ve kabul gördüğü aşikârdır. Diğer dinler de güzel mesajlar vermektedirler. Fakat bu dinler ya militan şeriatçıların, ya da çok tanrılı anlayışların tesiriyle bozulmuşlardır. Benim gönlüm Hıristiyanlıktan başka bir dine razı olamıyor. Benim dinim her türlü kötülüğü ve totaliter düşünceyi sevgiye dönüştürmektedir. Yüzyıllardır sürdürülen misyonerlik devam etmeli ve herkes Hıristiyanlıkla tanıştırılmalıdır. Müslümanlar, Yahudiler, Budistler, Hindular, Şintoistler ve Konfüçyünistler bu dine davet edilmelidir. Dünyada sevgi ve barış bu sayede ve kısa sürede gerçekleşecektir.’ Johnson’un bu heyecanlı ifadeleri, bir dine iman etmenin beyinsel bir olgu olduğuna en canlı örnektir. İnancın beyne çocukken yerleştiğini bilen araştırmacı şirketler, ürünlerini daha çok satabilmek için bu mekanizmadan faydalanmaktadırlar. Örneğin, Pepsi, Coca Cola ve Mac Donald çocuklara yönelik türlü promosyonlarla ürünlerini ana sütünden henüz kesilmiş bebeklere tattırmakla, bu çocukların 70-80 yıl boyunca kalıcı müşteri olmalarını sağlıyorlar. Hamburgerin ve asitli içeceklerdeki aromalı lezzetin tadını kanıksayan çocuklar bu ürünleri ömür boyu arıyor ve tüketiyorlar. İşte, din de böyledir... Ergenlik çağına kadar çocuğa hangi din kültürü aşılanmışsa, o genellikle kalıcı olur. Bu mantık zincirinden hareketle denebilir ki: Din, kalbe doğuştan ilham edilmemekte, doğumdan sonra aile ve çevre tarafından öğretilmektedir. Örneğin, ormanda doğup büyümüş bir insan yavrusunun Hıristiyanlık dinine ya da başka bir dine kendiliğinden inanmasına imkân yoktur. Fakat bu çocuğun sonradan öğreneceği bir din; onun doğuştan var olan Tanrı’ya imanını yönlen-
232
dirir ve bir anlamda onu bir kalıba sokarak beynine zihinsel bir olgu biçiminde yerleştirebilir. Evet, Tanrı’ya iman doğuştan gelir. Ormandaki çocuk bile aklı erdikçe Tanrı’sını bulur; fakat O’na nasıl yaklaşacağını ve nasıl ibadet edeceğini bilemez. Dinlerin görevi de bu olsa gerek... Zaten bir dinden haberi olmayan veya şuursuz olan insanların sorgu-suale tâbi tutulmayacakları her dinde bir kural olarak mevcuttur. Peki, şuur veya bilinç dediğimiz şey nedir acaba?…
BİLİNÇ NEDİR? Bu soru, beyni araştıran bütün bilim insanlarının kafasını kurcalayan; fakat yanıtı henüz bulunmamış bir sorudur. Canlı hücreler üzerinde araştırma yapan Alman biyofizikçi Fritz Popp’un hücrelerin zayıf bir ışıldama (glow) yayınladıklarını keşfetmesinden sonra, bu konudaki araştırmalar hızlandı ve hücrelerdeki bu ışıldamalara biyofoton adı verildi. Bunun hemen akabinde, Japon mikrobiyolojiciler hücre çekirdeğindeki DNA’ların bu biyofotonlar sayesinde haberleştikleri teorisini geliştirdiler. Vücuttaki yüz milyarlarca hücrenin yayınladığı biyofotonların her insanın vücudunu çepeçevre saran bir biyoenerji alanı (aura) oluşturduğu ispat edildi, hatta Amerikalı bir fotoğrafçı bu biyoenerji alanının fotoğrafını çekmeyi başardı. Araştırmaların yoğunlaşması sayesinde, herkesin kafasının çevresinde daha geniş bir biyoalan tespit edildi ve buna da zihinsel alan (mental field) dendi. İnsan beynini oluşturan 100 milyar sinir hücresinin bu zihinsel alan sayesinde hem dış dünyayla ve hem de kendi iç devreleri ile haberleştiği ve yine bu sayede bir bilince kavuştuğu hipotezi öne sürüldü. Sonra tüm beyin hücrelerinin ortak bir entegre enerji alanı içinde hızlı bir
233
haberleşme gerçekleştirdikleri tespit edildi, bu enerjinin matematiksel değerleri bile hesaplandı. (50-100 Hertz gibi...) Hatta canlı madde ile cansız madde arasındaki farkı yaratan, yani hayatı oluşturan şeyin, bu haberleşmeyi sağlayan canlılık enerjisi veya evrensel yaşam enerjisi olduğu tezi savunuldu. [Beyindeki sinir hücreleri bir telefon şebekesi gibi birbirine bağlı değildir. Hücreler arasında mikroskopla bile zor görülebilen sinaps boşlukları vardır. Bir hücrenin gönderdiği sinyal diğerine geçerken bu boşluğu atlamak zorundadır. Bu işi yürüten kimyasal maddelere nörotransmiter denir. Yukarıdaki hipoteze göre, haberleşmeyi nörotransmiterlerin yanı sıra biyofotonlar da gerçekleştirmektedirler. Nöronlar (sinir hücreleri) bilgi depolama ve aktarma işini yürütürken diğer nöronlarla ânında gerçekleşen haberleşmeyi bu biyoalan içindeki ortam sayesinde sağlarlar. Bu fikri destekleyen kanıtlar mevcuttur. Örneğin, bir trafik kazasında beyninin bir bölümü zedelenen ve görme duyusunu yitiren insanlarda bilinç yok olmamakta; fakat o insanlar görme özürlü kişiler olarak yaşamlarını sürdürebilmektedirler.] Şimdilik, bilincin böyle bir canlılık enerjisi olduğu tezinden başka, elimizde kesin bir kanıt yok. Öyle anlaşılıyor ki aklımız dış dünyayı oldukça iyi anlamayı becerebiliyor; fakat henüz kendi kendini anlayacak kadar beceri sahibi olamamış. Belli ki bilinç evrimimiz henüz yeterince yol almamış... Bu yolda ilerledikçe, değişen bilgilerimiz ve evreni algılama anlayışımız, hem kendimizi ve hem de Tanrı anlayışımızı muhakkak ki daha farklı biçimde kavramamıza imkân sağlayacaktır. Kim bilir... Tarihten beri süregiden bu arayış belki de sonsuza dek değişerek devam edecektir evrende tekrarlanan kaos-düzen kanunlarına uyarak. Şimdi de, buraya kadar sözü sıkça geçen ‘kalp gözü’ kavramına açıklık getirmeye çalışalım...
“KALP GÖZÜ”
234
Tüm mistikler, çok sayıda düşünür, sanatçı ve şairle birlikte duyguları ve sezgileri gelişmiş tüm insanlar sürekli kalpten söz etmişler; fakat bunun tam olarak ne olduğunu açıklamamışlar veya açıklayamamışlar. Klinik tıpta kalp, vücuda kan pompalayan önemli bir organ olarak nitelenmiş ve son zamanlara kadar kalbin bir ‘ilham merkezi’ olduğu konusu tıbbın ilgi alanına girmemiş. Fakat bu sırrın kapısını aralamak yine tıp doktorlarının çalışmaları sayesinde mümkün olmuş. 1940 yılında, Lester Sontag annenin kalp atışlarının rahimdeki bebeği etkilediğini saptamış ve bu alanda çalışan birçok doktorun kafasında yeni bir pencere açmış. 1960 yılında, kreşlerde ağlayan çocuklara bir ses cihazına kaydedilmiş kalp atışları dinletildiği zaman ağlamaların %50 azaldığı saptanmış. Güney Afrikalı doktor C. Bernard’ın kalp naklini başlatmasından sonra gelişen organ nakillerinde, kalbi değiştirilen kişinin kalbin ilk sahibinin bazı ruhsal özelliklerini kazandığı tespit edilmiş. Bu konuyu inceleyen John ve Beatrice Lacey beyin ve kalp arasında ilginç bir alış-veriş olduğunu keşfetmişler: ‘Beyin dış dünyadaki ortama hazırlanması için kalbe -sinirler aracılığı ile- birtakım sinyaller gönderdikten sonra, kalp bu sinyalleri karşı sinyallerle yanıtlamakta ve beynin hangi organa, hangi emri göndereceğine yardımcı olmaktadır.’ Bu buluş yeni buluşlara kapı açmış ve 1980’li yıllarda, beyindeki bir hücreden diğerine sinyal aktaran nörotransmiterler gibi, kalpten beyine sinyal gönderen hormonlar bulunmuş. (Kalbin beyne gönderdiği transmiterlerden biri ANF hormonudur. ANF, beyindeki Talamus bölgesini harekete geçirir. Talamus, Endokrin hormonlarını ürettiren Hipofiz bezini harekete geçirir ve böylece vücudun ihtiyacı olan hormonlar üretilir. Bu hormonlar mikroplardan korunma, hastalıkların iyileştirilmesi, duyguların oluşması, hafızanın işleyişi ve öğrenmenin oluşumu gibi fonksiyonların etkinleşmesinde rol oynarlar. Ay-
235
rıca, kalbi oluşturan hücreler, diğer tüm kas hücrelerinden farklı bir yapıya sahiptirler ve merkezi sinir sisteminin emrinde değildirler. Kendi enerjilerini kendileri üretip, kendi elektriksel iletişimlerini kendileri yönlendirirler.) Kalbin beyne etki eden ve bazı fonksiyonların işleyişinde rol oynayan bir organ olarak kabul edilmesinden sonra ortaya yeni fikirler atılmış. Ana rahmindeki embriyonun gelişimi sırasında kalbin gelişimine öncelik tanındığı ve kalbin olgunlaşmasından sonra değişikliklerin hızlandığı tespit edilmiş. Yapılan bir deneyde, kalpten kesilen canlı bir hücrenin mikroskop altına konulduktan sonra yavaş yavaş atışını kaybettiği ve öldüğü gözlenmiş. Birbirine değmeyecek şekilde iki hücre yan yana konduğu zaman, ikisinin de aynı ritme uyarak attığı gözlenmiş. Farklı ritimlerle atan iki ayrı fare kalbinden alınan hücrelerin yan yana getirildikleri zaman aynı ritme uyarak atmaları birçok araştırmacıyı hayrete düşürmüş. Aralarında herhangi bir sıvı teması olmadığı hâlde bu hücrelerin nasıl haberleştikleri üzerine araştırma yapanlar, kuvantum enerjileri teorisini geliştirmişler. Bu teoriye göre: ‘Kalpteki hücrelerin aynı müziğe uyarak, aynı anda atmaları şöyle izah edilebilir: Atom ve uzay fizikçileri tüm evrende her şeyin birbirinden etkilenmesini sağlayan -mıknatısın manyetik alanı gibi- bir kuvantum alanı olduğunu söylemektedirler. Bu alan kalpte de mevcuttur. Hatta, vücuttaki tüm organlar sadece lokal olmayan bu enerji alanı içinde birbirleriyle haberleşerek çalışmaktadırlar. Böylece vücutta bir kuvantum bilinç alanı doğmaktadır. Bu bilinç sayesinde organlararası haberleşme ânında gerçekleştiği gibi, dış dünyadaki kuvantumsal etkilerin de ânında farkına varılmaktadır.’ Böylece, bu teori ile kalbin üç işlevi olduğu öngörülmüş oluyor: - Vücuda kan pompalama,
236
- Beyinle sinyalleşme, - Dış dünyadan gelen etkileri hissedip, sinyallere dönüştürerek tüm vücuda ve beyne mesaj olarak iletme, bilgi postacılığı yapma. Kalp gözü denen şey bu olsa gerek...
TELEZOFLAR Çağımızdaki yeni fikirler, düşünceler ve yorumlar sadece kitap ve dergilerle değil, gelişen teknolojiye paralel olarak basın yayın kuruluşları ve İnternet aracılığı ile de geniş kitlelere ulaştırılmaktadır. Televizyonlardaki açık oturumlara katılan ve İnternet’teki web sayfalarında inançla ilgili görüşlerini açıklayan tele-düşünürler veya telezoflar, genellikle Kutsal kitaplardaki ayetleri çağın anlayışına uygun biçimde açıklayan temalar işlemektedirler. Bu düşünceler, tarihte olduğu gibi, bugün de çeşitlilik ve farklılık göstermektedir. Bazıları da siyasî veya çıkarcı içerikler taşımaktadır. Aşağıda, yazılı ve görsel medyada yayınlanmış farklı içerikli görüşlerden bir derleme bulacaksınız: ‘Somut ve soyut boyutlar, varlıklar âlemi içinde yer alan insan hayatı ve farkındalığı sağlayan insan bilinci aslında bunları yaratan Tanrı’nın bir ‘macerasıdır’. Yaradanı ve var oluşu ayrı ayrı düşünmek bir yanılgıdır. Varoluş her boyutta yaratanın emrindedir. Bu boyutlardan birisi olan bilinç, daha üst düzeylere çıktıkça özgürleşmekte ve uyanmaktadır. İnsan aklı -analizci ve deneyci olduğundan- sürekli bir bütünü parçalayarak anlamak ister. O nedenle, aklın, Mutlak Teklik’i anlama imkânı yoktur. Akıl maddenin hakikî yapısını, evrensel kanunların işleyişini ve sonuçlarını bulabilir. Buluyor da... Bu buluşlar aklı daha da geliştiriyor ve daha ileri bir anlayış düzeyine sıçramasını sağlıyor. Ruh ve farkındalık ise, aklın analizciliğine karşın birleştirici ve bütünü fark edici bir özelliğe sahip olarak karşımıza çıkıyor. Bu farkındalık, dünyasal bilincin işlevi değildir. Ruhsal
237
farkındalık: Büyük Patlama’nın öncesinde var olan ve varoluşun gizli hazinelerine açılan kapıdır. Bu kapıya kadar akıl yardımıyla ulaşabilir ve maddî gerçekleri keşfedebiliriz. Kapının arkası için farkındalık gerekir. Ne kadar yüksek farkındalığa sahipsek, yaradanı o kadar iyi anlar, sever ve içimizde yaşarız.’ ‘Hz. Peygamber’in mücadelesindeki ana fikri saptıranlar kendi hırs, kin ve çıkarlarının kavgasını yapmak ve öldürmeyi Allah’a fatura etmek için cihad kelimesini politik amaçlar uğruna kullandıkları bambaşka bir kavrama dönüştürmüşlerdir. İslam’daki cihad: Gereğini yapmak, nefisle mücadele etmek ve nefsi müdafaa anlamındadır. Hz. Peygamber’in o günkü koşullara uygun olarak verdiği savaşlar savunma amaçlıdır ve karşı taraf saldırmadıkça başlatılmamıştır. Ayrıca bu mücadelelerde yaşlılara, çocuklara, kadınlara, rahiplere ve din bilginlerine dokunulmaması emredilmiştir. Şeriat: Doğru ve geniş yol demektir, yöntem demektir ve Kuran’ da sadece bir ayette zikredilen bir isimdir. Şeriatı İslâm kelimesi yerine kullananlar ve Kuran dışındaki birtakım anlamlar içinde değerlendirenler bu yolu daraltmakta ve saptırmaktadırlar. Şeriat, adaleti hâkim kılmak için koyulmuş kanun hükümleridir. Bu hükümler insanların can, namus ve mal güvenliklerini emniyet altına alır, inanç özgürlüğünü sağlar ve haklarını korur. Bu güvenlikleri sağlayan her anayasa ismi ne olursa olsun şer’i kabul edilebilir.’ * ‘Müslümanlık Allah’ın dinidir. Allah, artı sahabe, artı âlimler, artı imamlar, artı dervişler, artı şeyhler dini değildir. Allah adına kimse kural koyamaz. Cihad edin demek, gayret edin demektir. Bazı hiziplerin kullandığı gibi, gidin savaşın, öldürün, katledin demek değildir. Öldürme hakkı sadece öldürülme tehlikesi karşısında doğar ve kanun hükümlerince kayıt altına alınmıştır. İnsan haklarından söz edenler gidip Kuran’ı iyi incelesinler. Görecekleri şey: İnsan hakları evrensel bildirgesinin ilkidir.’ *
238
Müzmin ateistlerden ve Batı’daki ünlü tanrıtanımaz bilimcilerin ilham kaynağı olan İngiliz felsefe profesörü Anthony Flew (1923-...) yakın bir tarihte şu itirafta bulundu: ‘Ömür boyu bir tanrının var olabilmesinin mümkün olamayacağına inandım. Her dersimde, her sohbetimde, kitabımda ve her toplantıda bu düşüncemi tüm kalbimle savundum. Fakat inancımı yıkabilecek bilimsel ve felsefî veriler o kadar çoğaldı, o denli karşı konulamaz biçimde güçlendi ki, Tanrı’nın varlığına inanmaktan başka çarem olmadığı noktasına geldim. Etki alanıma girmiş olan herkesten özür diliyor ve Tanrı’nın varlığına inandığımı itiraf ediyorum!’ * Tarihteki ve günümüzdeki tüm bilim insanlarının Tanrı hakkındaki düşünce ve inançlarını matematiksel modelleme ile bir formüle kadar indirgediklerini ve bu formülü çözdüklerini söyleyen bazı ABD’li analizci düşünürler de sonucu şöyle açıkladılar: ‘Tanrı % 67 ihtimalle vardır!’
SON DEYİŞ Görüldüğü gibi, insanoğlu tarih boyunca Tanrı’yı birbirinden çok farklı anlayışlar içinde değerlendiregelmiş. Bu değişik yaklaşımları küçük bir liste hâlinde şöylece toparlayabiliriz: - Doğadaki güçler, - Evrendeki ruhlar, - Doğa kanunları, - Doğanın kendisi, - Evreni oluşturan enerji, - Evrenin kendisi, - Bilincin kendisi, - Evreni yaratan ve onun varlığı ile kendini ispatlayan; görünmeyen; kolayca anlaşılmayan; Tek olan; en yüce güç,
239
- Göklerin ötesinde bir bütün hâlinde duran, evreni ve ruhları idare eden yaratıcı tek güç, - Beğenmediği Cebbar sıfatını evrendeki ortak bilinç içinde evrimleştirerek değiştiren, her şeyin kaynağı Tek Nur, - Trilyonlarca parçanın içinde olan, durmadan büyüyen, her yerde hazır ve nazır olan, işiten, gören, koruyan, ve sonsuz olan Yaratıcı, - Ancak Yokluk ve Hiçlik ile anlaşılabilen sonsuz güç, - Kendini baba-oğul-kutsal ruh üçleminde gösteren yaratıcı, - Akılla anlaşılamayan; fakat ruhsal tecrübelerle hissedilen; öğretici, eğitici, cömert ve sevgi dolu Nur, - Tarihsel diyalektik içinde ortak insan bilincinin oluşturduğu, var olmayan; ama yanılgı dolu aklın var zannettiği bir zihinsel yansıma, - Hayal gücünün bir ürünü, - Henüz tanışamadığımız uzaylıların bir empozesi. * Bunca farklı anlayışı -doğru olsun, yanlış olsun- göz önünde bulundurarak işin içinden çıkmak kolay olmasa gerek... Bu yaklaşımlardan birini seçmek veya kestirme yoldan giderek kendi kişisel Tanrı anlayışımızın doğru olduğunu kabullenmek ve listedeki diğer inançları reddetmek, sorunu çözmek için yeterli olabilir mi? Belki... Evet... Hayır... Bu konuya değgin çok önemli bir tespit yapılmış: ‘Altı bin yıldan beri Tanrı hakkında söylenmiş ve yazılmış şeylere kronolojik bir sıralama içinde bakıldığı zaman, şu saptamayı kolayca yapabiliriz: Akıl ve mantık kullanılarak düşünülmüş ‘İlâhî Kimlik’ tasvirlerinde sürekli bir evrim gözlenmektedir. İnsan zekâsının gelişimine paralel olarak, Tanrı anlayışı da gitgide olgunlaşan bir çizgi izlemiştir. 2.500 yıl önce, her şeyin sudan ve havadan oluştuğunu zanneden insan aklının, görünen her şeyin atom çekirdeğindeki kuarklardan oluştuğunu buluncaya kadar izlediği gelişim süreci, Tanrı’yı anlamaya çalışırken de benzer bir seyir izlemiştir. Fakat, Tanrı’yı ruhsal birtakım tecrübelerden sonra bulmuş
240
olduklarını söyleyen mistiklerin 4 bin yıl önce söyledikleri ile bugün söyledikleri arasında özde hiçbir fark bulunmamaktadır. Bu demektir ki: Yaşanan ruhsal tecrübeler dünyanın her yöresinde ve tarihin her çağında birbirine çok benzeyen veya birbirinin eşi olan deneyimler hâlinde cereyan etmiştir. Kâinatın her yerinde izlenen yavaş seyirli evrim/tekamül gibi, sanki ruhsal deneyimler de -akla kıyasla- çok yavaş artan bir evrimsel ivmeye sahip olmuş veya hiç olmamış. Hangi dinden ve hangi ülkeden olursa olsun, tüm mistikler aynı söylemi dile getirmişler: “O Nur’dur, Tek’tir, Ulu’dur, İlim ve İrfan Kaynağı’dır. Her şey O’ndan gelir, O’na döner. Ben O’yum.” Bu evrensel mesaja ilâveten, hemen hemen tüm mistiklerin ortak paydalarından biri de aklın yetersizliğinden söz etmeleri ve hatta tek başına aklın ruhsal boyuta ulaşmada bir engel oluşturduğuna inanmış olmalarıdır. Aralarında hiçbir fiziksel iletişim aracı bulunmadığı hâlde, dünyanın her yerinde ve her çağında yaşamış mistiklerin aynı ‘şarkıyı’ söylemeleri ve aynı ‘resmi’ çizmeleri oldukça düşündürücüdür!’ * İnsanı tamamen maddî ama akıllı bir varlık olarak görenler olduğu gibi, onu tamamen ruhî bir yaratık olarak görenler de olmuş. Bazıları da bütüncül bir bakış açısıyla, insanı akıl, duygu, dürtü, içgüdü, sezgi, ruh ve bilinç sahibi bir varlık olarak algılamış; o nedenle kimi insanlar Tanrı’ya sadece akıl ve mantıkla yaklaşırken, kimileri de O’na duygular, dürtüler ve sezgilerle yaklaşmışlar. Mistiklerin birçoğu ise, yaşadıkları deneyimlerden sonra Tanrı’ya ruhsal boyutta yaklaşmayı yeğlemişler. Öyle anlaşılıyor ki: Akıl, mantık ve duygular sayesinde Tanrı ile maddesel boyutta bir ‘ilişki’ kurulabilmektedir. Ruhsal deneyimler ve sezgiler sayesinde de O’nunla ruhsal boyutta bir bağlantı sağlanmaktadır. Bilinç ise, bu iki iletişimi ve farkındalığı sağlayan araç olmaktadır.
241
Demek ki yeteneklerin tümü kullanılmadan, yeterince bilgi edinilmeden zihinlerde oluşan Tanrı anlayışı çok yetersiz bir kompozisyon çizmektedir. Bu yeteneklerin tümünün geliştirilmesi ve tam kapasiteyle kullanılması daha bütüncül/holistik bir Tanrı inancı doğurmaktadır. Bunların geliştirilmesine türlü isimler konmuş: - Akıl gözünü veya mantıksal zekâyı açmak, - Kalp gözünü veya duygusal zekâyı açmak, - Ruh gözünü veya ruhsal zekâyı açmak, - Kanalları açmak, - Bilinç düzeyini yükseltmek, - Farkındalığı artırmak. Her insanda mevcut olan bu yetenekleri geliştirip, bu ‘kanalları’ açmayı başaranların bazı limitleri aştıklarına ve diğer insanların sahip olmadıkları özelliklere sahip olduklarına ara sıra tanık olunmaktadır. Her insanın, sahip olduğu bilinç düzeyini yükseltmesi için eğitilmiş bir zekâya, ruhsal bir farkındalığa, açık bir kalp gözüne ve açık fikirliliğe ihtiyacı olduğu anlaşılıyor. Fakat, öğrendikleri birkaç şey, aldıkları birkaç ilham ve yaşadıkları bir iki ruhsal deneyimden sonra Tanrı’yı anladıklarını söyleyenler bilmelidirler ki; tanıdıkları şey, o Sonsuz Mutlak Bütünlük’ün tamamı değil, sınırlı bir parçacığı olacaktır. Ama O’nunla çok uzaktan bir tanışıklık bile az bir mesafe sayılmamalıdır. Bu sınırlı farkındalık ve yetersizliğe rağmen, insanoğlu O’nu hep tanımak ve anlamak isteyecektir. Çünkü insan merak eden, araştıran ve sorgulayan bir yaratıktır. Merakının sınırı yoktur. Anlamadığı bir şeyi anladıktan sonra kendisine tekrar yeni problemler arar, bulur ve çözümünü araştırır. İnsanın bu özelliğe sahip olması, değişim sürecinin devamlılığı bakımından elzemdir. Evrimleşen zekâsı ve kişisel yetenekleri geliştikçe, insanın ilgi alanı genişler ve uğraştığı konular derinleşip ağırlaşır. Bu durum böylece sürüp gidecek gibi gözüküyor. Belki de milyarlarca yıl sonra evrensel bilinç düzeyi doyum noktasına
242
ulaşınca, insanoğlunun maddî evrendeki görevi sona erecek ve ruhsal boyuta ışık olarak geri dönülecektir! Sonuç olarak: Tanrı dendiği zaman, bu sözcük kimin zihninde ve gönlünde neyi çağrıştırıyorsa, Tanrı O’dur gerçeği ile karşı karşıya bulunmaktayız. Fakat bu gerçek; izafidir, sübjektiftir ve görenle görülen veya hissedenle hissedilen arasındaki göreceli bir ilişkidir. O hâlde Tanrı’nın şekli, yeri, gücü ve yetenekleri üzerinde yapılacak her yorum bir spekülasyon olmaktan ileri gidemeyecek ve Mutlak Hakikat’i yansıtmayacaktır. Buna rağmen Tanrı hakkında yorum yapılmamalı demek de doğru sayılmayabilir. Düşünen insan yorum yapan insandır. Yasaklar -nereden gelirse gelsin- insanların duygu ve düşünceleri engelleyemeyecek; Tanrı’yı var veya yok kabul edenler, sübjektif görüşlerini lânse etmeyi ve düşünce haklılıklarını savunmayı sürdüreceklerdir. Kaldı ki doğadaki kanunlara mecburen uyarak yaşayan; şuurlu ve toplumsal bir varlık olan; toplumla birlikte yaşayan ve toplum içinde değer kazanan ve adına insan denen varlığın, mutlaka uyması gereken moral ve ahlâkî değerler olması gerekir, olmak zorundadır. Bakınız, hayvanların birçoğunda moral değerlere rastlıyoruz: Pek çok hayvan doğayı israf etmez, kendine yetecek kadar avlanır ve stok yapmaz; kendine belirli sınırlar çizer ve o alanda yaşam sürdürür. İnsanların da uyması gereken moral değerler olmalıdır ki doğadaki denge sürdürülebilir olsun. Ahlâkî değerler fizik ve kimya kitaplarından öğrenilemez. Bir kimyager yıllarca deney yapar ve ortaya yeni bir molekül çıkarır. Örneğin, Eroin molekülü... Eroin yapmak, kimyager açısından ödüllendirilmesi gereken bir başarıdır. Ama bu maddenin uyuşturucu olarak kullanılmasını önleyecek ve sadece tıpta yararlı bir ilâç olmasını sağlayacak ahlâkî kurallar olmak zorundadır. İnsanın doğasında kurallara uymama ve yasakları çiğneme eğilimi vardır. Bu ruhsal özelliği kontrol altında tutan ahlâkî
243
değerlerin unutulmaması, fosilleşmemesi için; tolerans, barış, kardeşlik, paylaşım gibi söylemler yanında, evrende başıboş ve yapayalnız olmadığımızı hatırlatan mesajlar da sık sık gündemde tutulmalıdır. Tanrı konusunda şimdiye dek bunca düşünce ve yorum üretilmiş ve kütüphaneler dolusu kitap yazılmışken, bundan sonra da hiç duymadığımız, okumadığımız yepyeni yorumlarla karşılaşacağımız muhakkaktır. Düşünce açısından bakıldığında şöyle denebilir: ‘İkna kabiliyeti yüksek ve mantıklı her düşünce, güçlü bir pehlivan gibi, güçsüz olanları mağlup edebilir, zayıf fikirleri ânında çürütebilir.’ İnanç bakımındansa şöyle denebilir: ‘İnanç da eksik, yanlış, zayıf veya çok güçlü olabilir. Fakat kendisinden daha güçlü bir inanç karşısında yıllarca ve hatta bir ömür boyu direnebilir.’ Düşünce ve inanç arasında birbirini besleyen ve büyüten bir ilişki olabileceği gibi, birbiri ile çelişen veya biri diğerini yıkmaya çalışan bir ilişki de olabilir. Eninde sonunda, güçlü olanın galip geleceğine bahse girebiliriz! İnanç seçimi herkesin kendi özgür iradesine bırakılmalı; hiç kimse düşünce veya inançlarından dolayı aşağılanıp hor görülmemelidir! Her insanın inanç süreci birbirinden çok farklı koşullar altında gerçekleşir; bu yüzden ulaşılan her sonuç, yani her inanç birbirinden farklı olur. Çünkü her inanç, insan olmanın, insanın toplumsal bir varlık olmasının ve ancak genetik ve ruhsal limitler içinde hareket edebilmesinin yarattığı doğal birer oluşumdur.
BİTMEDİ... BİTMEYECEK.
244
KRONOLOJİK BİR DERLEME 5 milyar yıl önce Güneş doğmuş ve Dünya 4.5 milyar yıl önce Güneş’ten kopmuş. Dünyanın soğuması, kabuk bağlaması, sularla kaplanması ve atmosfere kavuşması 1 milyar yıl almış. Darwinci Evrim Kuramı doğruysa, 3.5 milyar yıl önce denizlerde ilk ilkel yaşam formları ya da tek hücreli canlılar ortaya çıkmış. Bizim için hayal edilemeyecek bir zaman ölçüsü olan milyarlarca yıl süren bir süreç içinde diğer tüm canlılar peyderpey ortaya çıkmaya başlamışlar. Bilimsel anlayışa göre, en ilkel insan tipinin ortaya çıkışı 23 milyon sene önce gerçekleşmiş. (1.5 milyon yıl hesabı da yapılmıştır.) Yaklaşık 250 bin sene önce, doğdukları bölgelerden göç ederek çok uzaklara gidebilen insanlar ortaya çıkmış. Günümüz insanları kadar ileri olmasa bile bizim gibi konuşabilen, düşünebilen, gülen, oynayan, alet yapabilen ve merak
245
eden insan tipi de yaklaşık 100 bin sene önce ortaya çıkmış. Bu insan tipine Homo sapiens denilmektedir. İnsanoğlunun ortak bir kültür geliştirmeye başlama tarihi günümüzden 40 bin sene öncesine dayandırılmaktadır. Çünkü 40 bin sene öncesine ait olan kafatası fosilleri ile bugünkü kafatasları arasında hacim ve biçim bakımlarından pek fark görülmemektedir. Ortadoğu ve Afrika’da ortaya çıkan bu insanların ilk 9 bin yıl içinde Avustralya ve Sibirya’ya kadar dağıldıkları tespit edilmiş. MİLATTAN ÖNCE Homo sapienslerin Milattan önce 28.500 yılında, Asya ve Avustralya’dan Yeni Gine’ye geçtikleri anlaşılıyor. 25.000 yılında, Sibirya’dan Kuzey Amerika’ya -Bering Boğazı’nı aşarak- göç ettikleri tespit edilmiş. 23.000. Homo sapienslerin Avrupa’nın her tarafında yaşadıklarını bıraktıkları izlerden öğreniyoruz. 18.000. Kuzey Yarımkürenin kuzeyi bir buzul çağı geçirmeye başlar. Deniz seviyesi son 100 bin yılın en düşük düzeyine ulaşır ve 130 metre kadar aşağı iner. Böylece güneye doğru göç başlar. 13.500. Deniz seviyesi 40 metre yükselir ve kıyılarda yaşayanlar telef olur. Kesin bilgimiz yok ama, muhtemelen Hz. Nuh’un gelişi ve sel hâdiseleri bu yüzyılda cereyan etmiş olabilir. 11.000. İklim tekrar değişmeye başlar. Mezopotamya’yı yabani otlar kaplar. Ukrayna’daki mamutların nesli tükenir. 10.500. Bazı kavimler Güney Amerika’ya kadar inerler. 10.000. Son buzul çağına girilir. Mezopotamya’da keçiler evcilleştirilir. Doğu Avrupa’da arpa tarımı başlar. Yiyeceğin çoğalması sayesinde nüfus da artmaya başlar. Mısırlılar iç savaş nedeniyle büyük nüfus kaybına uğrarlar.
246
9000. Akdeniz’de su seviyesi yükselir. (Hz. Nuh Tufanı bu yıllarda ortaya çıkmış olabilir!) Mezopotamya’da Taş Devri’nin son yılları yaşanır. 8300. Buzul çağı sona erer. Bu yıla kadar birleşik olan Avustralya ve Yeni Gine arası su ile dolar ve iki farklı ada kültürü oluş maya başlar. İsrail’de etrafı surlarla çevrili ilk yerleşim birimi kurulur. Ürdün vadisinde ilk kez buğday tarımı başlar. Mezopotamya halkı arpa tarımını yeni öğrenir. Güney Afrika’da bazı mağara duvarlarına zebra ve fil resimleri çizilir. 7200. Yunanistan’da koyunlar evcilleştirilir. 7100. Çayönü Tepesi’nde (Irak) ilk kez bakır işlenmeye başlar. 7000. Kurak bir iklimi olan Mısır’a 1000 yıl boyunca yağmur yağışının başlangıcı. Nil deltası verimli hâle gelir ve nüfus hızla artar. Çatal Höyük’te bir yerleşim birimi kurulur. Anadolu’da ve İran’da buğday tarımı başlar. 6500. İngiltere ile Avrupa’yı birbirine bağlayan çukur vadi sularla kaplanır ve Britanya Adası oluşan Manş Denizi yüzünden Avrupa’dan ayrılır. 6400. Mezopotamya’da yaşayan Sümerliler ilk tekerleği icat ederler. (Tekerlek günümüz uygarlığının oluşmasına en büyük katkıyı yapmış icat kabul edilir.) 6250. Çatal Höyük’teki yerleşim birimi büyük bir kasabaya dönüşür. Çayönü’nde ilk kez domuz evcilleştirilir. 6000. İlk çanak/çömlek yapımı başlar. Böylece yiyecek hazırlamak ve saklamak kolaylaşır. İsviçre’de köpekler ve öküzler evcilleştirilir, tahıllardan ekmek yapılmaya başlanır ve yabani keten soymuklarından halatlar yapılır. 5508. Milattan sonra 7. yüzyılda Konstantinopol’de kabul edilen ve 17. asra kadar, bin yıl süreyle, Doğu Ortodoks Kilisesi tarafından Hıristiyanlara kabul ettirilen kâinatın -sözde- yaratıldığı yıl. 5490. Suriye Hıristiyanlarınca hesap edilerek kabul edilen kâinatın yaratılış yılı.
247
5000. Mezopotamya ve Mısır’da sulama kanalları yapılır. Amerika Kıtaları’nda mısır ve baklagiller tarımı başlar. Danimarka’da kadınların erkeklere oranla erken ölüm oranı %40 daha fazladır. 4000. Sümerliler ilk çivi yazısını icat ederler. 600 sembolden oluşan bir alfabeyle Gılgamış Destanı’nı yazarlar. Demir cevheri işlenmeye başlar. 3800. Deniz seviyesi bugünkü seviyesine 8 metre kadar yaklaşır. 3300. İsviçre Alpleri’nde avlanan 30 yaşındaki bir adam (Ice man) kar fırtınasından korunmaya çalışırken donarak ölür. Elinde bakır bir balta, sırtındaki sadak içinde 14 adet ok ve bir yay ile belinde çakmak taşından yapılmış bir hançeri vardı. (Cesedi 11 Eylül, 1991 tarihinde bulunmuştur.) 3200. Kuzey Mısır Krallığı ile Güney Mısır Krallığı, Kral Menes idaresi altında birleşir. Menes, adı bilinen en eski ve ilk tarihî şahsiyettir. Yakın Doğu’da tekerlekli yük arabası kullanımı başlar. 3000. Pamuktan giyecekler örülmeye başlar. İran’da kilden yapılmış sikkeler icat edilir. 2900. Aşırı tarım ve meracılık yüzünden Kuzey Afrika’daki Sahra bölgesi çölleşmeye başlar. Kutsal sayılmalarına rağmen Karadeniz’deki yunuslar büyük miktarlarda avlanılır. Mısır’da Kral Zoser tarafından yönetilen üçüncü hanedanlık başa geçer ve Mimar İmhotep, Zoser için ilk piramidi yaptırır. Bu, dünyanın en büyük taş yapısıdır. 2675. Keops piramidi 20 yılda inşa edilir. 2350. Mezopotamya Akadlar tarafından 200 yıl süreyle idare edilmeye başlar. Sümer uygarlığı en yüksek noktasına ulaşır. 2000. Fenikeliler ve Giritliler 3 direkli ve kare yelkenli gemileriyle Lübnan kerestelerini Mısır’a ihraç etmeye başlarlar. Sümerliler ondalık sayıları keşfederler. Yakın Doğu’da sığır ve süt/yoğurt çiftçiliği başlar. Hindistan’da çay ve muz tarımı, Afrika’da karpuzculuk, Arabistan Yarımadası’nda hurma ve incir ticareti başlar.
248
1850. (?) Hz. İbrahim Harran’dan Ken’an (Canaan/Filistin) bölgesine göç eder ve Nemrud’un saltanatı altında olan Babil’e (Babylon) gelerek peygamberliğini ilân eder. Hz. İbrahim’in dini Ortadoğu da yayılır. Böylece,Tanrı’nın tek olduğu insanlara hatırlatılır, adak olarak kölelerin kurban edilmesi yasaklanır ve ibadet kuralları getirilir. Bundan sonra, Hz. Yakub -İsrail lakabı ile- Tanrı’nın buyruklarını yaymaya devam eder. Hz. Yakub’un sülalesi ‘Beni İsrail/İsrailoğulları’ adıyla günümüze kadar devam edecektir. Yakın Doğu’da domuz etinin yenmesi yasaklanır. Britanya’da feribotlar ve vinçler kullanılmaya başlar. 1792. Babil’de Hammurabi devri başlar. 1500. Çin’de ipek işlenmeye başlanır. Mısırlılar geometriyi geliştirirler. 1450. Anadolu’da Hitit hâkimiyeti yayılır. 1374. Mısırlılar sadece güneş tanrısı Aton’a inanmaya başlar ve tektanrıcılığı geçici olarak kabullenirler. 1200. Muhtemelen, Hz. Musa’nın peygamberlik mucizelerini göstermeye başladığı ve 10 Emir’in geldiği yıllar. 1000. Hinduizm ve Rig Vedalar’ın ortaya çıkışı. 1002-962. Hz. Davut’un krallığı. 962-922. Hz. Süleyman’ın krallığı. 850. Tarihçi Herodotus’a göre: Homer, İliad ve Odisse destanlarını bu tarihte tamamlar. 753. Roma, Romulus ve Remus tarafından kurulur. 721. Asurlular, İsrailoğullarından 27 bin kişiyi yok ederler. 658. Bizans’ın kuruluşu. 634. Antik Yunan felsefesinin kurucusu Thales doğdu. 600. Mısırlılar gemiyle 3 yılda Afrika’nın çevresini dolaşırlar. 565. Buda (Siddharta Gautama) dünyaya gelir. 555. Taoizm’in kurucusu Çinli filozof Lao-tze dünyaya gelir. 551. Konfüçyüs (Kung Fu-tze) dünyaya gelir. 500. Konfüçyüs’ün, ‘sana yapılmasını istemediğin şeyi başkasına yapma’ felsefesi Çin’de yayılır.
249
470. Ünlü Yunan filozofu Sokrat (Socrates) ve ünlü hekim Hipokrat (Hippocrates) doğdu. 428. Sokrat’ın öğrencisi filozof Eflâtun (Plâton) doğdu. 400. Yunan Filozofu Democritus ‘maddenin en küçük parçası atomdur’ diyerek ilk atom teorisini geliştirdi. 399. Sokrat, Atinalı gençleri yoldan çıkardığı suçuyla yargılanır ve baldıran zehri içirtilerek idam edilir. 384. Büyük İskender’in hocası ve mantık biliminin kurucusu Aristo (Aristoteles) doğdu. 301. Grek (Helen/Antik Yunan) İmparatorluğu’nun parlak devri. 300. Kuzey Afrika’da esir, fildişi ve leopar derileri ticareti başlar. 287. Ünlü matematikçi Arşimet (Archimedes) doğdu. 214. Çin Seddi’nin temelleri atılmaya başlanır. 168. Suriye Kralı 6. Epifanes Hz. Musa’nın dinini yasaklar ve Kudüs’teki tapınakları yıkar. 101. Manyetik pusula kullanan Çinli denizciler Hindistan’a çıktılar 47. Roma İmparatoru J. Sezar (Caesar) Anadolu’ya geçerek, Pontus Kralı Farnaces’i mağlup eder ve ünlü sözünü haykırır: ‘Geldim, gördüm, yendim (veni, vidi, vici).’ 45. Sezar, Yunanlı matematikçi ve astronom Sosigenes’i tayin ederek yeni bir takvim hazırlatır. Bundan sonra bir yıl: 365 + ¼ gün ve yılbaşı da 1 Ocak olarak kabul edilir. 30. Çinliler güneş saatini icat ederler. (05. Hz. İsa’nın alternatif doğum yılı.) MİLATTAN SONRA 0 yılı: Hz. İsa’nın doğumu. Bu tarih: İsa’dan 525 yıl sonra, astronom Dionysius tarafından hesaplanmıştır. 33. Hz. İsa’nın teveffi’si. Bu kelime vefat anlamına geldiği gibi uyutmak, yeryüzünden ayırmak ve melekler kadar saflaştırmak anlamlarına da gelmektedir.
250
34-70. Hz. İsa’nın havarileri İncilleri yazdılar. 200. Batıya doğru ilerleyen Hunlar Afganistan’ı işgal ederler. 250. Çinliler barutu bulurlar. 313. Roma İmparatoru Konstantin Hıristiyanlığı kabul eder. 324. Hıristiyanlık Roma İmparatorluğu’nun resmî dini olur. 325. Ünlü İznik (Nicaea) Konseyi toplanır ve bugünkü Hıristiyanlık anlayışının temelleri atılır. 330. İstanbul, (Constantinople) Roma İmparatorluğu’nun başkenti olur. 360. Hunlar Avrupa’yı işgale başlarlar. 395. İstanbul, Doğu Roma (Bizans) İmparatorluğu’nun başkenti olur. 536. Budizm, Japonya’da bir din olarak kabul edilir. 570. Hz. Muhammed’in doğumu. 610. İlk Kuran ayetinin inişi ve Hz. Muhammed’in peygamberliğinin başlangıcı. 622. Hz. Muhammed’in Mekke’den Medine’ye göçü (hicret). 632. Hz. Muhammed’in vefatı. 630-650. Arap-İslâm İmparatorluğu’nun yükseliş devri. 660-750. Emeviler devri. 711-715. Emeviler’in İspanya’ya geçişi. 756. Bağımsız Endülüs Emevi Devleti’nin ilânı. 750-842. Irak Abbasileri’nin güçlü devri. Bilim, felsefe ve ilâhiyatta çok ilerledikleri yıllar. 786-809. Harun el-Reşit’in Abbasî hükümdarlığı. 813-833. El-Me’mun’un parlak Abbasî hükümdarlığı. 892. İngiltere 330 gemiyle gelen Vikinglerin istilâsına uğrar. 969. Tunus’ta Fatimiler Devleti’nin kuruluşu. 1071. Alp Arslan’ın Bizans imparatoru Romanos Diogenes’e karşı Malazgirt zaferi. 1077. Anadolu Selçuklu devletlerinin başlangıcı. 1086. Çinliler mıknatıslı pusulayı icat ederler. 1095. İlk Haçlı Seferi’nin başlangıcı. 1147. İkinci Haçlı Seferi’nin başlangıcı. 1150. Paris’te bir üniversite kurulur.
251
1214. Moğollar Peking’i (Beijing) ele geçirirler. 1215. İngiltere’de krallığın yetkilerini sınırlayan Magna Carta ilân edilir. Bu olay -Batı’da- insan haklarının ve demokrasinin başlangıcı olarak kabul edilecektir. 1217. İngiltere’deki Cambridge Üniversitesi’nin temeli atılır. 1237. Moğollar barut kullanmaya başlayarak Doğu Avrupa’yı istilâ ederler. 1250. Haçlı seferleri sırasında Araplardan öğrenilen ondalık sayı sistemi Avrupa’da yayılmaya başlar. 1258. Irak Abbasilerinin çeşitli istilâlardan sonra yıkılışı. 1261. Mısır Abbasilerinin başlangıcı. 1268. Anadolu’da büyük bir deprem olur ve 60 bin kişi hayatını kaybeder. 1270. Sekizinci ve son Haçlı Seferi. 1275. Ünlü Venedikli gezgin Marco Polo, Moğol İmparatoru Kubilay Kağan’ın sarayında memur olarak çalışmaya başlar. 1278. İlk ayna yapıldı. 1298. Marco Polo, Cenova hapishanesinde ünlü ‘Milyon’ isimli seyahatnamesini yazar. Bu eser, Avrupalılara, Asya ve Uzakdoğu hakkında önemli bilgiler kazandırır. 1299. Osmanlı beyliklerinin Osmanlı Devleti’ne geçişi. 1326. Bursa’nın fethi. 1348. Avrupa’da büyük bir veba salgını başlar. (Bundan Yahudiler sorumlu tutulur ve kitleler hâlinde öldürülürler.) 1391. Selanik’in fethi. 1402. Yıldırım Bayezid’in Ankara Savaşı’nda Timur’a esir düşmesi ve Osmanlı birliğinin bozuluşu. 1413. Mehmet Çelebi’nin Musa Çelebi’yi mağlup ederek Edirne’de tahta çıkışı. 1441. Afrikalı esirler Lizbon pazarlarında satılmaya başlar. 1453. Fatih Sultan Mehmed’in İstanbul’u fethi ve İstanbul’un Osmanlı İmparatorluğu’nun başkenti oluşu. 1455. Gutenberg’in matbaada ilk İncil’i basması. 1492. Kristof Kolomb Küba’ya ayak basar; fakat Amerika’yı keşfettiğinin farkına varmaz.
252
1497. Amerigo Vespucci 1491’de Amerika’yı kendisinin keşfettiğini iddia eder. 1502. Vespucci Amerika’ya tekrar gider ve iddiasını ispatlar. 1512. Yavuz Sultan Selim’in tahta çıkışı. 1514. Y.S. Selim’in Şah İsmail’e karşı Çaldıran zaferi. 1517. Mısır’ın fethi ve Y. S. Selim’in halife oluşu. Almanya’da Martin Luther’in Protestan Mezhebi’ni kuruşu. 1518. İspanyollar Afrikalı esirleri Amerika’ya taşırlar ve şeker kamışı üretimini arttırırlar. 1519-21 Ferdinand Magellan dünyanın çevresini dolaşır. 1520. Kanunî Sultan Süleyman’ın tahta çıkışı. 1529. Osmanlıların Viyana’yı kuşatması. 1535. Fransa’ya ilk kapitülasyonların (ayrıcalıklar) verilmesi. İncil İngilizce’ye çevrilir. 1538. Avrupa’daki kutsal ittifakın donanması Preveze Savaşı’nda Osmanlılara yenildi. 1543. Japon ordusu ateşli silahlarla donatılır. 1546. İspanyolların Amerika’daki yerli halkları katletmeleri. 1556. Çin’deki depremde 830 bin kişi yaşamını yitirdi. 1562. Fransa’da dinî savaşların başlangıcı. 1589. Dikiş makinesi yapıldı. 1597. İngiliz avukat ve tiyatro yazarı Şekspir (Shakespeare), Romeo Juliet’i yazar. 1600. Çin’deki nüfus 120 milyona çıkar. Kuzey Amerika’da sadece bir milyon insan kalmıştır. 1606. Avrupalılar Avustralya’ya ayak basarlar. 1630. Ünlü Türk gezgini Evliya Çelebi gezilerine başlar. (Yazdığı ciltler dolusu tarih ve coğrafya bilgisi içeren eserleri 1848’de Kahire’de ilk kez yayımlanacaktır.) 1642. İngiltere’de iç savaşlar başlar. Pascal bir hesap makinesi yapar. 1663. Avrupa’da büyük bir veba salgını başlar; yüz binlerce insan ölür. 1687. Japonya’da hayvanların öldürülmesi resmen yasaklanır. 1698. Londra’da menkul değerler borsası kurulur.
253
1700. Osmanlılar Avrupa’da büyük toprak kaybına uğrarlar. 1704. Amerika’da ilk gazete yayımlanır. 1705. Buharla çalışan ilk makine icat edilir. 1715. Japonlar bakır ve gümüş ihracatı sayesinde zenginleşmeye başlarlar. 1721. K. Amerika ve İngiltere arasında ilk posta servisi başlar. 1727. Brezilya’da kahve tarımı başlar. 1729. İstanbul’da ilk matbaanın açılışı. 1750. Dünyanın 750 milyon nüfusu olduğu hesap edilir. 1765. Paris’te ilk lokanta açılır. 1776. Amerika’nın bağımsızlık ilân etmesi, ABD’nin kuruluşu. 1781. Uranüs gezegeni keşfedilir. 1785. Amerika’da dolar resmî para birimi ilân edilir. 1787. İlk A.B.D. anayasasının kabulü. İngiltere’de aşırı alkol tüketimi yüzünden suç oranları artar ve hapishaneler yetersiz kalınca mahkûmlar Avustralya’ya gönderilir. 1789. Fransız İhtilali. 1790. Hızlı çalışan dikiş makinesi yapıldı. Fransa’da uzunluk ölçüsü olarak Metre kabul edildi. 1799. 18. yüzyılda Afrika’dan Amerika’ya gönderilen esir sayısı 7 milyon kişiye ulaşır. 1800. Batarya (akü) icat edildi. 1804. Napolyon’un Fransa İmparatoru ilân edilmesi. Buharlı lokomotif yapıldı. 1822. Fotoğraf makinesi yapıldı. 1823. Bakü’de petrol sondajları hız kazanır. 1825. Alüminyum madeni bulundu. 1829. Yunanistan, Osmanlıdan bağımsızlığını kazanır. 1830. Rusya’da koleradan 900 bin kişi yaşamını yitirir. 1831. İngiliz fizikçi M. Faraday dinamonun prensiplerini keşfeder ve elektrik üretir. 1836. Altı kurşunlu tabanca (Altıpatlar) yapıldı. 1839. Tanzimat Fermanı’nın ilânı. 1845. İlk hidroelektrik santrali inşa edildi.
254
1848. Kaliforniya’da bol miktarda altın bulunması ve ‘altına hücum göçleri’nin başlangıcı. 1853. Kırım Savaşları’nın patlak vermesi. 1854. Petrol rafine edilir ve yan ürünler ortaya çıkar. 1856. Islahat Fermanı’nın ilânı. 1861. Amerika’da 4 yıl süren iç savaşlar. 22 milyon nüfuslu 23 eyalet, 9 milyon nüfuslu 11 eyaletle çarpışır. 1863. Londra metrosunun inşaatına başlanır. 1867. Rusya 7 milyon dolar alıp Alaska’yı ABD’ye satar. 1869. Süveyş Kanalı açıldı. İlk margarin yağı yapıldı. 1875. Süveyş Kanalı İngilizlerin kontrolüne girdi. 1876. Birinci Meşrutiyet’in ilânı. 1877. Osmanlı-Rus savaşları. Telefon icat edildi. 1880. T. Edison elektrik ampulünü icat eder. 1881. Atatürk’ün doğumu. Avrupalılar ABD’ye topluca göç etmeye başlarlar. 1882. İngilizlerin Mısır’ı işgali. 1883. Makineli tüfek icat edildi. 1887. Otomobil yapıldı. Sinema kamerası icat edildi.Otomatik çarpma işlemi yapan hesap makinesi yapıldı. Radyo yapıldı. 1892. Yürüyen merdivenlerin patenti alındı. Elektrikli ütü yapıldı. 1895. W. Röntgen, X-ışınlarını keşfetti. 1897. İsviçre’de ilk Siyonist kongrenin toplantısı. Motorlu bisiklet yapıldı. 1898. Denizaltı inşa edildi. 1899. Ses kaydetme cihazı yapıldı. 1900. Dünya nüfusu 1.7 milyara yükselir. 1901. Dünya petrolünün yarısı Bakü’de çıkarılmaktadır. 1903. Uçak modelleri yapıldı. 1904. Japon-Rus savaşları. 1905. Wright kardeşler yaptıkları uçakla 39 km. uçmayı başardılar. Einstein Özel Rölativite Teorisi’ni yayımladı. 1907. Helikopter icat edildi. 1908. İkinci Meşrutiyet’in ilânı.
255
1911. Osmanlı-İtalyan savaşı. İtalyanların Libya’yı işgali. Fransızların Tunus’u işgali. 1912. Fas’ın Fransa ve İspanya arasında paylaşımı. Ünlü Titanik gemisi Amerika’ya giderken battı. 1.500 kişi öldü. 1914. 1. Dünya Savaşı başladı. Kol saati yapıldı. 1916. Çanakkale Savaşı’nda yenilen İngilizler geri çekilir. 1917. Rusya’da Lenin önderliğinde Bolşevik devrimi. 1918. Dünya Savaşı’nın bitişi. 20 milyon asker ve sivil yaşamını yitirir. Tüm dünyaya yayılan ‘Çin Gribi’ yüzünden 21 milyon insan daha telef olur. 1919-22. Türk Kurtuluş Savaşları. 1920. İstanbul’un işgal altına alınması. Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküşü. Anadolu’daki ilk seçimin ardından Türkiye Büyük Millet Meclisinin Ankara’da açılışı (23 Nisan). 1921. Türk Kurtuluş Savaşı’nın zaferler dönemi. 1922. Saltanatın kaldırılması ve Osmanlı İmparatorluğu’nun son bulması. Son padişah Vahdettin 17 Kasım’da bir İngiliz gemisiyle Malta’ya ayak basar. 1923. Lozan Antlaşması ile Türkiye’nin bağımsızlığının kabulü (24 Temmuz). Türkiye Cumhuriyeti’nin ilânı (29 Ekim). 1924. Halifeliğin kaldırılışı. 1925. Televizyon yapıldı. 1927. Kerkük’te zengin petrol yatakları bulundu. 1928. Türkiye’de Arap alfabesinin kaldırılışı ve Lâtin alfabesine geçiş (3 Kasım). Penisilin bulundu. 1930. Jet motoru yapıldı. 1933. Naziler’in Almanya’da iktidara gelmeleri. 1934. Alman cumhurbaşkanı vefat eder. Hitler %88 oy alarak başa geçer. 1936. İspanya iç savaşları. 1938. Atatürk’ün vefatı (10 Kasım). 1939. 2. Dünya Savaşı başladı. Elektron mikroskobu yapıldı. 1945. Savaşın sonu. 40 milyondan fazla asker ve sivil yaşamını yitirdi. Hiroşima’ya ilk atom bombası atıldı.
256
1946. Elektronik bilgisayar yapıldı. 1947. Hindistan’ın İngilizlerden bağımsızlığını kazanması. 1948. Filistin topraklarında İsrail Devleti’nin kuruluşu. 1949. Mao Tse Tung Çin Halk Cumhuriyeti’ni ilân etti. 1950. Türkiye 2 partili demokrasiye geçti. Kore savaşı başladı. 1953. Canlı hücrelerdeki genetik kodların çekirdekteki DNA moleküllerinde gizlendiği tespit edildi. Kanada’da zengin Uranyum yatakları bulundu. 1954. 8 yıl süren Fransa-Cezayir savaşları. Moskova yakınlarında ilk nükleer enerji santrali kuruldu. 1957. Rusların ilk insansız uzay aracını uzaya fırlatması. 1958. Atom ve Hidrojen bombalarının sık sık denenmesi, uçakların atmosferin üst tabakasına bıraktıkları kirli gazlar ve sanayi bacaları yüzünden ozon seviyesinin azaldığı saptandı. 1960. Lâzer ışınları kullanılmaya başlandı. 1964. ABD-Vietnam savaşlarının kızışması. 1966. Hayvanların öldürülmesi günah sayıldığından Hindistan’daki farelerin sayısı 1.6 milyar olarak hesaplanır. 1968. Alaska’da zengin petrol yatakları bulundu. 1969. Astronot Neil Armstrong Ay’a indi. Jumbo jetler hizmete girdi. 1972. ABD Jüpiter’e insansız bir uzay aracı yolladı. 1973. Vietnam Savaşı bitti. 1974. Türk ordusunun Kıbrıs’a çıkışı. 1976. Çin’deki büyük depremde 655 bin kişi yaşamını yitirdi. 1979. İran’da, Şah’ın ülkeyi terk etmesi ile Ayetullahlar döneminin başlaması. 1981. AIDS virüsü keşfedildi. Dünya nüfusu yaklaşık 4.5 milyar. 1986. Gorbaçov Rusya’da reform (Perestroika) hareketlerini başlattı. 1988. 8 yıl süren İran-Irak savaşı sona erdi. Savaş sırasında1 milyondan fazla insan öldü ve savaş faturası yaklaşık 1.2 trilyon dolar oldu. 1989. Berlin duvarı yıkıldı.
257
1990. Irak, Kuveyt’i işgal etti. Yugoslavya’da iç savaş başladı. 1991. Körfez Savaşı. Kuveyt geri alındı. Yugoslavya’da iç savaş kızıştı. 1992. Vatikan, 1633 yılında ‘Güneş dünyanın etrafında dönmüyor’ diyerek Kilisenin öğretilerine karşı çıktığı için hapsedilen Galileo’nun haklılığını -360 yıl sonra- kabul etti. Cezayir'de seçimler iptal edildi. 1995. Yugoslavya’daki savaştan dolayı 800 bin kişinin sakat kaldığı açıklandı. Cezayir’de yenilenen seçimlerde sonuç değişmedi ve şiddet olaylarında ölenlerin sayısının 60 bini bulduğu açıklandı. 1996. Afganistan’da iç savaş kızıştı. 1997. Mars gezegenine yürüyen bir araç (Pathfinder) indirildi. Cezayir’de 400 kişi hunharca katledilerek öldürüldü ( 2 Ocak). 1998. Güney Amerika’da 20 bin kişi sel ve kasırga nedeniyle öldü. Gölcük’te 7.4 şiddetinde bir deprem oldu (17 Ağustos) ve 18 binden fazla insan yaşamını yitirdi. 2000. 2000 yılında kıyamet kopacağını ileri sürenlerin tümü yanıldı. Clinton’ın yerine G.W. Bush başkan seçildi. 2001. 11 Eylül’de tüm dünyayı etkileyecek bir terör olayı yaşandı: New York’taki İkiz Kuleler yolcu uçakları tarafından yıkıldı. 4 bine yakın insan öldü. 2002. TBMM yenilendi (3 Kasım). Mevcut 5 siyasî parti barajı aşamadı. A.K. Partisi büyük çoğunlukla seçimi kazandı. CHP tekrar meclise girdi ve tek muhalefet partisi oldu. 2003. ABD ve İngiltere Irak’a girdi. (20 Mart). Saddam Hüseyin ve muhafızlar ordusu saklandı. 2004. G. W. Bush yeniden başkan seçildi (2 Kasım). Filistin lideri Yasel Arafat Paris’te vefat etti (11 Kasım). Türkiye ile Avrupa Birliği arasında Üyelik Müzakerelerinin 3 Kasım 2005’te başlamasına karar verildi (17 Aralık). 2004. (26 Aralık) Büyük Deprem! Hint Okyanusu’nun altında bin kilometrelik bir fay kırıldı, 8.9 büyüklüğünde bir deprem oldu. 12 ülkeyi etkiledi. Sarsıntı ve Tsunami yüzünden 250 binden fazla insan hayatını kaybetti.
258
2005. Ocak. Bir grup ABD’li bilim insanı Tanrı’nın %67 olasılıkla varolduğunu ilan ettiler. 2005. 1 Mayıs, saat: 11.30. 24 saat sonra, dünya nüfusuna 220 bin kişi daha eklenmiş olacak. Şu ânda dünya nüfusunun 6 milyar 420 milyon olduğu tahmin edilmektedir.
KAY NAK ÇA (Aşağıdaki kaynakların tümü dikkatle okunup taranmıştır. Alıntılar, kitapların birer özeti niteliğinde olduğundan, sayfa numaraları belirtilememiştir, özür dileriz.) - The Quest for God- (Paul Johnson, Phoenix, London, 1997) - God is...- (Sri Chinmoy, AUM publ., New York, 1997) - Rational Theology&Creativity of God- (K. Ward, Pilgrim Press, NYC, 1982) - God and His People- (E.W. Nicholson, London, 1986) - The Mind of God- (Prof. Paul Davies, Penguin, London, 1993) - Unravelling the Mind of God- (Robert Matthews, Virgin, London, 1993) - The Goddess Re-awakening- (Shirley Nicholson, Quest, Illinosis, 1992) - A History of Muslim Philosophy- (M. M. Şerif, Wiesbaden, 1963) - Islamic Spirituality- (Seyyid Hüseyin Nasır, London, 1987) - Muhammad- (Karen Armstrong, Mandarin, London, 1991) - Kur’an- Kerim ve Türkçe Açıklaması- (Musha-ı Şerif, Medine, 1992)
259
- Kur’an’ı Kerim ve Meali- (Prof. Yaşar Nuri Öztürk, Yeni Boyut, İst., 1997) - Kur’an’ın Gölgesinde- (Prof. Seyyid Kutub, Hikmet Yay., 2. B., İst., 1972) - Kur’an-ı Kerim Meali- (Z. Kazıcı/N. Taylan, Çığır Yay., İst., 1975) - Islam- (Malise Ruthven, Oxford, New York, 1997) - The Venture of İslâm- (Marshal G.S. Hodgson, Chicago U.P., 1974) - Islam in Modern History- (W. Cantwell Smith, Princeton, New York, 1957) - History of Christianity- (P. Johnson, Pelican, London, 1976) - Ramtha – (Ramtha, Akaşa, 1990) - The Jewish Mystics- (R.J.Z. Werblowsky, L.Jacobs, Jerusalem, 1976) - Religion and Society- (Elizabeth Nothingham, Doubleday, NYC, 1954) - Mysticism and Religious Traditions- (Steven T. Katz, Oxford, 1983) - Signs of Life- (Robert Pollack, Penguin, London, 1995) - I am That- (Sri Nisargadatta Maharaj, Acorn, N. Carolina, 1992) - You’ll see it when you believe it- (Dr. Wayne Dyer, Arrow, London, 1993) - Early Greek Philosophy- (John Burnet, Meridian Books, London, 1963) - Philosophies of India- (Heinrich Zimmer, Pantheon, New York, 1951) - The Story of Philosophy- (Will Durant, Simon&Schuster, New York, 1961) - Modern Philosophy of Mind-(William Lyons, Everyman, London, 1996) - A Brief History of Time- (Stephan Hawking, Bantam, London, 1988) - The Emperor’s New Mind- (Prof. Roger Penrose, Vintage, London, 1990)
260
- A Brief Introduction to Psychology- (C. Morgan, McGraw-Hill, NYC, 1977) - The Quantum Self- (Danah Zohar, Flamingo, London, 1990) - The Quantum Society- (D. Zohar, Flamingo, London, 1994) - The Tao of Physics- (Fritjof Capra, Flamingo, London, 1992) - Cosmos, Bios, Theos- (H. Margenau-A. Varg., Open Court, Illinosis, 1994) - Science, Philosophy and Religion; a Symp.- (A. Einstein, New York, 1941) - Creative Evolution- (Henri Bergson, Mcmillian, N.York & London, 1964) - J.P.Sartre. Being and Nothingness- (H.E. Barnes, New York, 1966) - Gaia- (James E. Lovelock, Oxford University Press, 1982) - The Ottoman Dynasty- (Alexander W. Hidden, New York, 1912) - Kur’andaki İslam- (Prof. Y. N. Öztürk, Yeni Boyut, 25. Basım, İst.,1997) - İncil- (Y.Yaşam Yay., İst., 1994. - Riyazü’s Sâlihin ve Terc.- (Muhyiddin-i Nevevi, Türk Tarih Kurumu, 1976) - Mesnevî Şerhi- (Tâhir-ul-Mevlevi, Selâm Yay., Konya, 1971) - Felsefenin İlkeleri- (Prof. Nihat Keklik, İst. Üni. Basımevi, 1987) - Düşünce Tarihi- (Afşar Timuçin, BDS Yay., İst., 1992) - Düşünce Tarihi- (Orhan Hançerlioğlu, Varlık Yayınları, İst., 1966) - Felsefe Sözlüğü- (O. Hançerlioğlu, Remzi Kitabevi, 3. Basım, İst., 1975) - Çağdaş Felsefe- (Bedia Akarsu, İnkılap Kitabevi, 1994) - Tarih Sümer’de başlar- (S. Noah Kramer, Çev. M.İ. Çığ, Ankara, 1990)
261
- Yunus Emre- (A. Kabaklı, Toker Yay., İst., 1975) - Mehmet Akif- (A. Kabaklı, Toker Yay., İst., 1977) - Ömer Hayyam’ın Rubaileri- (V. M. Kocatürk, Edebiyat Yay., Ank., 1969) - Marifetname- (İ. Hakkı Hz., 4 cilt, Bahar Yay., İst.,1973) - Nutuk- (K. Atatürk, 2 cilt, Milli Eğ. Bas., İstanbul, 1973) - İrşâd Ekseni- (M. Fethullah Gülen, Nil Yay., İzmir, 1998) - Yürek Devleti- (Mustafa İslâmoğlu, Denge Yay., İst., 1996) - Said-i Nursi’nin Tarihçe-i Hayatı- (R.N.Külliyatı, Sözler Yay., İst., 1976) - Öze Dönüş- (Ali Şeriati (çev: Kerim Güney), Seçkin Yay., İst., 1994) - Allah Vardır- (Dr. H. Hilmi Birsel, Yağmur Yay., İst., 1976) - Karl Marx ve Sistemi- (Prof. Z. F. Fındıkoğlu, Ötüken Yay., İst., 1975) - Eski Uygarlıkların Şiirleri- (Talat Sait Halman, İst., 1974) - Beynin Kimliği- (Mehmet Sağlam, Denge Yay., İst., 1997) - Genetik Geçmişimiz ve Geleceğimiz- (M. Sağlam, Ercan K., İzmir, 2001) - World History- (Rodney Castleden, Parragon, Bristol, 1994) - Oxford Advanced Learner’s Dictionary- (A. S. Hornby, Oxford U.Pr., 1993) - İnternet’teki birçok üniversite ve kitaplıkların web siteleri.
262