Garou

  • November 2019
  • PDF

This document was uploaded by user and they confirmed that they have the permission to share it. If you are author or own the copyright of this book, please report to us by using this DMCA report form. Report DMCA


Overview

Download & View Garou as PDF for free.

More details

  • Words: 1,635
  • Pages: 4
Garou - Fang of the Lloth Saatlerdir sessiz adımlarla karanlık tünellerde korkarak ilerliyordu buçukluk. Duvarlardan yansıyan – ışıldayan – garip ışık, keskin gözlerine yeterli oluyorsa da, görebildiği mesafe çok azdı, bu gibi mağaralarda, tünellerde bulunabilecek korkunç yaratıkların onu metrelerce öteden görebildiklerini, duyabildiklerini hatta hissedebildiklerini bilecek kadar uzun zamandır bir maceracıydı aslında. Tabi onları alt etmeyi öğrenecek kadar da. Gözüne kestirdiği rakibinin ona karşı şansı gerçekten çok azdı, özellikle de rakibi onun farkında değilse. Ama burada, bu korkunç, tehlikeli, hiç bilmediği üstelik de burnun önünü bile göremediği yerde ölüm sadece bir adım uzağındaydı. Ve bunu seviyordu… Kanının küçük bileklerinde hızla atışını hissediyor, sıcaklığın üşümüş buz gibi olmuş ayaklarını sızlatışını, ıslaklıktan alnına yapışmış saçlarının burnunu gıdıklamasını, kalbinin her çıtırtıda, orada burada şıpırdayan her damlada hoplamasını seviyordu. Korkuyordu, evet çok korkuyordu ve buna bayılıyordu. Mağaraya beraber geldiği gruptan bir şekilde ayrı düşmüştü. Ne zamandır incelemek istediği bu mağaralara gidecek bir grubun varlığını duyunca hemen onları bulmuş ve “rehberlik hizmetleriyle” onlara “yardımcı”(!) olabileceğini anlatmıştı. E tabi bunun için ufak da bir ücret alacaktı, ama olsundu, kimse bu mağaraları onun kadar iyi bilemezdi… Aslında haksız da sayılmazdı, bu bölgede herkesten çok şey bilir, herkesten çok şey duyardı. Meraklı küçük burnunu her deliğe sokar, o burun da onu nerede bela varsa oraya götürürdü, ama bir şekilde de o belalardan kurtulurdu. Onu öldürmeyen şey de, güçlendirirdi. Böylece bu sevimli buçukluk, isim yapmış ve aranan bir rehber olmuştu, özellikle de bela arayan genç maceracılar için. Ancak ufak bir de sorunu vardı kendisi için olduğundan daha çok başkaları için tehlikeli olan, bazen sorumlu olduğu grubu unutuveriyordu! Kimi zaman karanlık mağarada ufak bir ışık dikkatini çeker, “Hemen bir bakıp geleceğim!” derdi, kimi zaman “O ses neydi?” deyip sözüm ona kontrol etmeye giderdi. Kimi zaman da sabah uyanıldığında ortada olmazdı. Her zaman bir şeyleri merak eder, bulana kadar içi içini yer, sonunda dayanamaz ve yapmak için geldiği şeyi umursamadan merak ettiğinin peşinde giderdi. Yine öyle olmuştu. Tünellerin arasında dinlenebilecekleri uygun bir yer bulmuşlar, kamp kurmuşlar, nöbet tutarak sırayla uyumaya başlamışlardı. Sabaha karşı (en azından o öyle tahmin ediyordu) nöbet sırası ondayken ilerdeki tünellerin birinde garip bir ışık görmüştü. Tehlikeli olabilirdi, hemen gidip kontrol etmeliydi. “Grubu uyandırmaya değmez, uyusunlar, önemli bir şey olursa zaten duyarlar, bir şekilde uyanırlar.” diye düşünüp kalkıp gitmişti… Tünelin girişine geldiğinde ışığın daha içerlerden bir yerlerden geldiğini fark etmişti, bir adım, bir adım daha… Hemen bakıp dönecekti… Bir süre sonra ışığın duvarların kendisinden geldiğini fark etti, türkuaz renkli soluk bir ışık hafif hafif ışıldıyordu. Çok ilginçti, niye olduğunu bulmalıydı. Bir tür büyü müydü acaba, ya da doğanın oynadığı minik bir oyun mu? Belki de bu tünellerden geçip giden bir yaratığın bıraktığı bir izlerdi, böyle şeyleri duymuştu. Bir meşale yakmayı göze alamadı, hem nasılsa en düşük ışıkta bile

görebiliyordu. Arkasına baktı, ışık soluklaşıyordu, önünde ise yavaşça artan parlaklık gözünü - aklını, zihnini - alıyor, sanki onu çağırıyordu. Saatler geçmişti, kaybolmuştu işte. Ama heyecanı dinmemişti, hatta attığı her adımla daha artıyordu. Neden sonra bir ara tünellere beraber geldiği grubu hatırladı, çok da üzerinde durmadı, nasılsa parasının yarısını yola çıkmadan önce almıştı, anlaşmaları onları getirip götürmek içindi, sadece getirmişti, paranın yarısını almıştı, yani onları kazıklamış olmuyordu. Grup heyecan arıyordu, alsınlardı işte heyecan, tünellerde kaybolmaktan daha eğlenceli ne olabilirdi ki… Korkarak ilerledi. Uzun süredir takip ettiği küçücük su akıntısının duvarlardan sızan suyun birikmesiyle oluştuğunu anlayalı bir hayli zaman geçmişti, yani bu minik dereciğin kaynağını bulmak diye bir hedefi de kalmamıştı. Şimdiye kadar hiç (hiç!) bir canlıyla karşılaşmaması garipti, ne bir yaratık, ne orada burada sürünen bir yılan, bir fare hatta bir böcek bile! Kendi adımlarının ıslak zeminde çıkardığından başka, ki bu keskin kulaklarına bin cücenin savaş alanına koşması gibi geliyordu, hiçbir ses dahi yoktu. Tamam, bu kadar derinlerde (ne kadar derinde olduğunu bildiğinden değil ya!) her köşede bir canlı bulmayı umuyor değildi, yine de bu kadar da sessiz (ölü?) olmasını da garipsemişti hani. Duvarlardaki hafif ışıltıyı takip edip, bunları düşünürken, uzun süredir hiçbir ayrıma gelmeden ilerleyen tünel yavaş yavaş genişlemeye başladı. Birkaç adım sonra havanın değiştiğini hissetti. Sanki karanlıkla beraber havanın yoğunluğu da artıyordu. Neden sonra, karanlığın aslında artmadığını, sadece duvarlar uzaklaştığı için öyle sandığını fark etti. Sonra bir anda kendini kocaman bir karanlığın ortasında buluverdi, önündeki tünel bitmiş ve dev (muazzam) bir mağaraya açılıvermişti. Mağaranın zemininden birkaç metre yukarıda bitiyordu tünel, tavan görünmüyor, yan duvarları da karanlığa doğru kayboluyordu. Gözlerini kırpıştırdı sonsuz görünen karanlığa biraz olsun alışabilmek için. Sonra… Tekrar kapattı gözlerini hayal görmediğinden emin olabilmek için, kesin zihni ona bir oyun oynuyordu. Açtı gözlerini yine. Yine oradaydı. Anlamıştı, ne burada ne de çevredeki tünellerde hiç bir şey olmamasının sebebini anlamıştı. Mide bulandırıcı bir koku, daha da iç kaldıran bir manzara vardı. Az ışıkta görebildiği kadarıyla duvarlarda yanıklar ve kocaman çatlaklar, yerlerde onlarca, yüzlerce parçalanmış ceset (canlı var mıydı acaba?), çökmüş tünellerin yıkılmış girişleri… Burada büyük bir savaş olmuştu, anladığı kadarıyla da yıllar önce. Muhtemelen büyücüler rahipler muazzam büyüleriyle birbirine girmiş, sonunda yaşayan hiç kimseyi bırakmamıştı. Cesetler, tabi kalan parçaları, çürümemişlerdi bile, en aşağılık yaratıklar bile buraya gelemezdi. Ne olmuş olabileceğini gözünde canlandırmaya çalıştı, okuduğu bütün kitaplarda duyduğu büyüleri, eski savaşları, savaşçıları hatırlamaya çalıştı. Korkuyordu hala ama aslında büyük bir hazineydi bulduğu, muhtemelen hiç kimse bu savaşın ardından buraya gelmemişti, hatta bu savaştan hiç kimse, hiçbir şey sağ çıkmamış bile olabilirdi… O anda aklında bir şimşek çaktı, eğer kimse sağ dönmediyse ve kimse buraya gelmediyse, hiç kimse de bu cesetleri yağmalamamış demekti! Bütün tedbiri elden bırakmıştı artık, hatta her şeyi boş verip bir büyülü meşalesini yakmayı bile göze aldı. Çılgın gibi oradan oraya koşturuyor,

bulabildiği her şeyi incelemeye çalışıyordu. Burada her ne olduysa cidden çok kötü bir şey olmalıydı, bir felaketti herhalde, hiçbir şey bozulmadan kalmamıştı, kılıçlar kırılmış, zırhlar parçalanmış, kemikler toza dönmüştü. Araştırdıkça ufak tefek bazı şeyler buluyordu, ama kayda değer bir şey yoktu. Sonra, yüzükoyun yerde yatan cesetlerden birinin diğer birkaç tanesinin altında kalmış olduğunu, o yüzden de nispeten sağlam kalmış olduğunu fark etti. Güç bela üstteki cesetleri, parçaları aslında, itiştirdi. Yüzükoyun cesedi ters çevirmeye çalıştı ve… Belki de yüzyıllardır bu mağaralarda duyulmayan bir çığlık tünellere salıverildi o anda, korkmuştu, gerçekten çok korkmuştu. Cesedin çok iyi korunmuş yüzünde gördüğü dehşetin ifadesi değildi onu korkutan, ya da doğaüstü bir şey değildi – namevt falan gibi, onları da merak etmiyor değildi hani – başka bir şeydi. Bu bir kara elf savaşçısıydı, zırhıyla, silahıyla… Bir kara elf! Kapkara derisi, bembeyaz saçları, hatta boş bakan kurumuş gözleri, gerçekmiş gibi duruyordu. Arkasına bir daha bakmadan koşarak kaçıp gitmek istedi, bu lanetli yerden uzaklaşmak. Hemen kendini toparlamaya çalıştı, kendine kızdı belki de on yıllar önce ölmüş bir et parçasından bu kadar çok korktuğu için. Sonra biraz da kendine hak verdi, bir ceset görmek, hele bu kadar iyi korunmuşunu, sarsıcıydı. Üstelik bu bir kara elfti! Kara elf! Vahşetin, saf kötülüğün, ihanetin, ölümcüllüğün, nefretin vücuda gelmiş hali. Saflığın ve güzelliğin sembolü yüzey elflerinin lanetli kuzenleri. İyi olan her şeyin, yüzeydeki her ırkın düşmanı. Onlar hakkında yalan yanlış çok şey duymuştu, ama hiç görmemişti ki buna şükrediyordu. Kendini toparladı bir süre sonra, buradaki her şeyin ölü olduğunu hatırlattı kendine, yeniden araştırmasına verdi kendini. Simsiyah bir zırh vardı kara elfin üzerinde, kadın yüzlü bir örümcek imgesi kalbinin (kara elflerin kalbi varsa eğer, diye düşünüp kendi esprisine güldü salakça) hemen üstünü süslemişti. Duyduğu öyküler aklına geldi, kara elflerin zalim tanrıçası Lloth olmalıydı bu. Boynunda gümüş renkli bir zincir gördü, ucunda ahşaptanmış gibi görünen kıvrık bir diş sallanıyordu. Sivri ucuna doğru iyice kararan, pürüzlü yüzeyindeki çizgileri daha koyu kahverengi parlayan diş, içi boşmuş gibi hafifti. Sanki içinde olmasını beklermiş gibi şöyle bir salladı kolyenin başını. Bir tıkırtı gelmeyince hayal kırıklığı yaşadı biraz. Büyülü olabilir belki diye düşündü, ya da sadece öylesine bir süs eşyasıydı, pek de üzerinde kafa yormadan atıverdi cebine. Silahlarını inceledi kara elfin, zırhını, ceplerini. Silahlar bir şekilde büyüsünü kaybetmiş olmalıydı, bu tür şeyleri anlayabileceğini düşünüyordu, haklıydı da. Tüm savaş alanını aradı saatler boyu, zamanın nasıl geçtiğini anlayamıyordu zaten. Kendine uyan bir zırh bulamadı zaten, birkaç değerli (olabilecek) taş buldu orada burada, bir de güzel ve keskinliğini koruyan bir bıçak. Mağarayı etraflıca araştırmaya verdi kendini sonra, cesetlerden bir şey bulamayacağını (üzülerek) anladığında. İlk başta düşündüğü kadar sonsuz olmadığını fark etti mağaranın, bir uçtan bir uca en fazla dört yüz metre olmalıydı. Tavanın yüksekliğini yaklaşık seksen metre olarak tahmin etti, savaş alanının tam ortasına tavandan kopup düşen dev kaya parçasının boşluğunu saymazsa eğer. Kaya parçası onlarca savaşçıyı ezmiş olmalı diye düşündü, zaten paramparça olduğunda

bile dev kayalar halindeydi, altlarına bakabilmesi mümkün görünmüyordu. Bir tarafta sanki başka düzlemlerden uzanırmışçasına bir yarık vardı, dipsiz bir kuyu gibi. Kırılmış yerle bir olmuş savaş makinelerini inceledi, cücelerin savaş aletleriydi bunlar. Savaşı zihninde canlandırmaya çalıştı, kara elflerin düşmanı cüceler olmalıydı, koboldların da kara elflerin köleleri olarak çatışmanın bir parçası olabileceğini tahmin edebiliyordu. Ne korkunç bir savaştı kim bilir, hiç kimse canlı çıkmamış gibiydi. Sonra durdu bir an, acaba gerçekten öyle miydi? Cücelerden geri dönen olsaydı bu savaş hakkında bir şeyler duymuş olmalıydım diye düşündü, bölgenin tarihini iyi bildiğini iddia ederdi her zaman. Kara elfler hakkında bilgisi çok sınırlıydı, acaba onlar cesetlerini savaş alanında bırakır mıydı? Önemli de değildi bu aslında, yapması gerekene karar vermişti, o bir kâşifti ve burayı keşfetmişti, bunu dünyanın geri kalanı ile paylaşmalıydı. Dünyanın burayla ne yapacağı onun sorunu değildi. Ondan sonra saatlerini burayla ilgili notlar alarak, yapabildiği kadar çizimler yaparak geçirdi. Büyülü meşalelerinden bir iki tane daha yakmıştı, işi çok da uzun sürmeyecekti. Geri dönünce ne kadar büyük bir sükse yapacağını düşündü… Geri dönünce… Bir an korkuya kapıldı, geri dönüş yolunu bilmiyordu! Sonra rahatladı tekrar (aklı başına gelince!), buraya geliş yolunu da bilmiyordu, ama bulmuştu işte burayı, o zaman geriye de dönebilirdi. Yazma ve çizme işini bitirince, kendine dönüşünde yaşayacaklarını hayal etme izni verdi, belki burası çok önemli olacaktı ve kendisi de çok meşhur olurdu. Maceracılar burayı keşfetmeye gelirdi ve o da onlara rehberlik yapardı. Hatta belki onlarla başka maceralara atılırdı ve heyecan üzerine heyecan yaşardı. Güzel hayaller ve aşırı yorgunluk, kısa sürede onu, bu tanrıların bile unuttuğu karanlık dehlizde tatlı bir uykuyla sardı, gözleri kapandı.

Related Documents

Garou
November 2019 6